Professional Documents
Culture Documents
İbn Arabi - İlahi Aşk-7
İbn Arabi - İlahi Aşk-7
•1 2 0 *
 ş ı k l a r ı n Ç e ş i t l i Ha l l e r i H a k k ı n d a A n l a t ı l a n Öy k ü l e r
Bizzat ben, lşbiliye’de (Seville) âşık ve arif yaşlı bir kadının hizm e
tinde bulundum . Kadıncağızın adı Fatım a binti ibıı M üsenna el-Kurtu-
bî idi79. Senelerce hizm et ettim ona. Ona hizm et ettiğim dönem de dok-
sanbeş yaşını geçm işti, fakat ben güzelliği ve yüzünün tazeliği karşısın
da onun yüzüne bakm aktan haya ederdim, sakınırdım . İlerlem iş yaşına
rağmen, yanakları hâlâ kıpkırm ızıydı. Yüzündeki güzellik, letafet ve ta
zelik onu ondört yaşındaki bir genç kız gibi gösteriyordu.
Allah ile kendine özgü bir manevi bir hal içindeydi. Kendisine, be-
n in rgibi, hizm et eden başkaları da vardı. Fakat nedense o, onların ara
sında beni tercih eder ve şöyle derdi: “Onun gibi birisini görmedim . O
benim evime girince, bütün varlığıyla giriyor; dışarıda kendine ait hiç
bir şey b ırak m ıy o r. Evim den g id erken de bü tü n varlığ ıyla gid iyor;
evimde kendinden h içbir şey bırakm ıyor.”
G ene onun bir gün şöyle dediğini işittim: “Allah’ı sevdiğini söyle
yen fakat O ’nunla ferahlamayan kim seye şaşıyorum . Oysa ki, Tanrı o
kulun m üşahede ettiği Varlıktır; o kulun gözü her gözde O ’nu m üşahe
de etm ektedir. Bir an bile onun gözünde kaybolmaz Tanrı. Bu gibi in
sanlar hep ağlarlar. Fakat nasıl oluyor da ağlarken O ’nu sevdiklerini id
dia ediyorlar? H iç haya etm iyorlar m ı, utanm ıyorlar mı? Ç ünkü bir
âşığın Tanrı’ya yakınlığı “m ütekarrabun"un (yani Tanrı’ya yakın olanla
rın) yakınlığından kat kat fazladır. Âşık, insanların Tanrı’ya en yakın
°lanıdır, çünkü o her an Tanrı'yı müşahede eder. O halde kim e ağlasın
k>? Bu harika bir şey d ir!” Sonra bana dönüp “Ey oğul, bu söylediklerim
kakkmda sen ne dersin?” dedi. Ben de ona “Ey anneciğim , söz senin-
•1 2 1 -
İlâhi Aşk
•1 2 2 *
 ş ı k l a r ı n Çe ş i t l i Ha l l e r i H a k k ı n d a An l a t ı l a n Öy k ü l e r
• 123"
İlâhi Aşk
O genç adam şöyle devam etti: “Âşığın, sevgilisinin sırrını ifşa et
meye çalışması hiç doğru değildir. Aksine, sevgilisinin em irlerini bekle
mesi gerekir. Eğer sevgilisi, kendisine sırrım ifşa etm esini em rederse,
ancak o zaman ifşa eder, yoksa ilke olarak, sevgilisinin sırrım saklam ası
gerekir.”
Hicri 594' de Fez şehrinde bulunduğum bir sırada Allah bana bir
sır verdi. Ben de o sırrı herkese yaydım, çünkü o sırrın yayılmayacak
sırlardan bir sır olduğunu bilm iyordum . Bu yüzden Sevgiliden azar işit
tim , bir iyice paylandım . Cevabım sadece sükut oldu, fakat gene de,
“Eğer bu sır konusunda bir kısk ançlık duyuyorsan, o sırrı kendilerine
söylediğim kişiler üzerine yükle bu sırrı” dedim, çünkü Sen buna ka
•124*
Âş ı k l a r ı n Çe ş i t l i Ha l l e r i H a k k ı n d a An l a t ı l a n Öy k ül e r
dirsin, fakat ben kadir değilim. Ben o sırrı aşağı yukarı onsekiz kişiye
söylem iştim . Bunun üzerine Allah bana “Tam am , o işi ben üzerine alı-
yorum .”dedi. Sonra da sadırlarından, kalplerinden o sırrı çekip çıkardı
ğını bana rüyamda bildirdi. Bunun üzerine, arkadaşım , dostum hizm et
çi olan Abdullah’a “Allah bana şöyle şöyle yaptığını bildirdi, haydi kalk,
b'irlikte Fez şehrine gidelim de Allah’ın bana bildirdiği şeyleri bir göre
lim .” dedi. Böylece birlikte kalktık oraya gittik. K endilerine o sırrı söy
lediğim insanlar gelip beni buldular. Gördüm ki Allah onlardan o sırrı
çekip alm ış, göğüslerinden o sırrı çekip çıkarm ış. Bunun üzerine onlar
bana o konuda bazı sorular sordular. Bu kez ben sustum , onlara hiçbir
şey söylemedim.
Bu olay benim için bu konuda meydana gelen, yaşadığım en şaşırtı
cı, olağanüstü durumlardan biridir. O gencin Zünnun’a söylediği kor
kunç vahşetle, ürküntü verici yalnızlıkla beni cezalandırm adığı için Al
lah’a sonsuz hamd ediyorum.
Allah’ın Yolu bir zevk, kişisel bir deneyim olduğu için o genç, Al
lah’ın bütün yaratıklara, kendisine muamele ettiği gibi m uam ele ettiği
ni düşündü. O nun tattığı zevk, edindiği deneyim doğrudur, fakat bu
konuda Allah’a verdiği hüküm doğru değildir. Bununla birlikte, bu tür
şeyler tarikatta çokça görülür. Ancak “m uhakkikin”, yani hakikat bilgisi
ne-erişm işler için böyle şeyler vaki olm az, çünkü onlar eşyanın haki
katlerini ve derecelerini bilirler. G erçekten de, bu ilim erişilm esi çok
zor b ir ilimdir.
ö y k ü — Bu öykü bize Z ünnun’dan rivayet edilm iştir. M uham med
ibn Yezid, Z ünnun’dan aktarm ıştır. Dedi ki: “Bir kadına; Âşığın kalbi
ne aşk ne zam an tam anlam ıyla girer? diye sordum , o da “Sürekli sev
gilisini zikrettiği, sürekli onun aşkıyla yanıp tutuştuğu zam an” dedi.
“Ey Z ü n n un, bilm iyor m usun ki aşk, şevk insanda dert bırakır. Sürek
li sevgiliyi anm a ise, insanda hüzün doğurur” diye ekledi. Sonra şu şi
iri söyledi:
Bunun üzerine “Beni acılara boğdun! Beni acılara boğdun! Bilm iyor
m u sun ki O’na k avu şm ak a n cak O ’n un d ışın d a k ileri te rk etm ek le
m ümkün olur.” dedi. Eğer o kadın bana bu tür şeyler söyleseydi ben de
“O orada; O orada! derdim ”, dedim, kendi kendim e.
Öykü— bu öyküyü bize lbn E b i’s -Seyf, Abdurrahm an bin Ali’den
nakletti. Ona da İbrahim bin Dinar, ona da İsm ail bin M uhamm ed bin
Abdulaziz bin Ahmed, ona da Ebu’ş-Şeyh Abdullah bin M uham m ed an
lattı. O dedi k i, Ebu Said es-Sakafi’yi işittim . Zünnun’dan bu öyküyü
naklediyordu. Şöyle dedi: “B ir gün Ka’be’nin etrafında tavaf ediyordum.
B ir an hüzünlü hüzünlü yalvarıp yakarm akta olan bir ses duydum .
Baktım ki bu sesin sahibi, Ka’be’nin örtüsüne asılm ış g enç bir kız. Şöyle
diyordu:
Zünnun şöyle devam etti: "Bu sözleri işitince, bir üzüldüm , bir se
vindim ; öylesine duygulandım ki oracıkta ağladım .” O genç kız sözleri
ne devamla: “Ey Allah’ım! Ey Rabb’im! Ey Yüce Mevlam! Eğer beni ba
ğışlayacaksan, bana duyduğun sevginle bağışla b en i.” dedi. Zünnun bu
nun üzerine şöyle dedi: “Bu şekildeki bir yalvarış bana ço k çarpıcı gel
di. Bu nedenle o kıza “Ey kızım , “Senin bana duyduğun sevgiyle” diye
ceğine “Sana duyduğum sevgiyle” desen, öyle yalvarsan senin için ye
terli olm az m ı?” dedim. O kız da bana şunları söyledi: “Ey Zünnun!
Çekil git yoluna! Bilm iyor m usun, Allah’ın sevdiği öyle kullar var ki.
onlar Allah’ı sevmeden önce Allah onları sever. Duym adın mı Allah ne
buyuruyor? “Allah öyle insanlar getirecek ki O onları sever, on lar da O’nu se
verler." (K ur’an, 5/54). G örülüyor ki, Allah’ın onlara duyduğu sevgi, on
ların Allah’a duyduğu sevgiden önce gelm ektedir”. “Peki benim Zün-
•126*
 ş ı k l a r ı n Çe ş i t l i Ha l l e r i H a k k ı n d a An l a t ı l a n Öy k ü l e r
nun olduğum u nereden bild in?" diye sordum ona. O da şöyle cevap
verdi” “Ey yiğiı kişi! Kalbler, sırlar m eydanında dolaştı, ben seni ora
dan tanıd ım .” Sonra, “Dön, arkana b a k !” dedi bana. Ben de yüzümü çe
virdim, baktım , Gökyüzü mü onu kendisine yükseltm işti yoksa yeryü
zü mü onu içine çekm iş alm ıştı, bilem edim . Bu genç kızın sözlerinden
ortaya çıkan durum , Allah’ın Hz. M usa’ya “Dağa balı!” (Kur’an, 7/143)
dediği anda, Hz. Musa aleyhisselâm ’ın Rabb’iyle olan durumuna yakın
bir durum dedim kendi kendim e”81.
Allahu Teâlâ’nın m eydanları vardır. O nların hepsine “sevgi m ey
danları” adı verilir. Sonra o meydanlardan her birini sevginin özellikle
rine verilen adlarla adlandırır. Ö rneğin: “Vecd m eydanı”, “Şevk meyda
nı” gibi. Orada her durum, bir “cevelan”, yani dairevi bir dolaşma ve
bir düz çizgi halindeki bir hareket olur. Dolayısıyla her durum için bir
meydan vardır. Bu, külli bir hakikattir, bütünsel ve evrensel bir iştir82.
Aynı şekilde, bilgi ve ma’rifetler için de tecelli dereceleri ve yerleri
vardır. Sübhan Tanrı, mevcudatın özlerindeki farklılıkların ma’rifetini
sana m üşahede ettirirse, ancak o zaman bunlar birer meydan olurlar.
Dolayısıyla, eğer sen, O ’nun o meydanın isim leriyle orada zuhur etm iş
Varlık olduğunu m üşahede edersen, işte o zaman bunlar “sır m eydanla
rı” olurlar, E ğer sen O ’nun varlıklarla m aiyy etini, yani b irlikteliğin i
isim leriyle m üşahede edersen, o zaman bunlar “nur m eydanları” olur.
Eğer bu iş senin kafanı karıştınyorsa, o zaman öyle bir şey görürsün ki
sonunda “o, O ’d u r!” dersin. Sonra daha başka b ir şey görürsün “o O
mudur yoksa O değil midir, bilem iyorum ?” dersin. İşte o zaman bunla
ra “hayret m eydanları” (ya da “hazret m eydanları”) denir. Her varlığın
özü için b ir işaret bir gösterge vardır. Bu m eydanları dolaşan varlıklar
onu o alâm etle tanırlar; gene o alâm et sayesinde, bu dünyada, bu şeha-
det âlem inde, tabiatında karartılm ış, fakat bilgiyle (m a’rifetle) aydınla
tılmış bu vücutlar (fıeyaki!) içinde zuhur eden varlığı, o meydanları do
laşan varlık lar tanırlar, bilirler. D olayısıyla, o m eydanları dolaşanlar
varlıkları isim leriyle tek tek tanırlar, tıpkı yukarıdaki öyküde geçen o
genç kızın Z ünnun’u adıyla tanıyışı gibi.
Öyhü— Musa bin Ali el-Ahm îm i’nin hadisinden bize rivayet edildi.
O da Zünnun’dan rivayet etm işti: Zünnun o kim seye şöyle dedi: “Allah
sana rahm etini esirgem esin! Allah için seven insanın belirgin özelliği
nedir sen ce?” O adam “Ah sevgili dostum ! Sevginin derecesi çok yük
•127-
İlâhi Aşk
sek bir derecedir.” dedi. Zünnun da “Bana onu anlatm anı isterim .” de
di. O da “Allah için sevenlerin kalbini Allah öyle yarm ıştır ki kalbleri-
nin nuruyla onlar bedenleri dünyada kalır, ruhları ise perdeyle örtülür;
akılları ise göğe çıkar. O nlar m elekler arasında dolaşırlar ve bu hakikat
leri yakin olarak m üşahede ederler. Sadece Allah’a sevgi duyarak, C en
neti arzulama ve C eh en n em d en korkm adan uzak kalarak, ellerinden
geldiğince Allah’a ibadet ederler.” dedi. Bunları söylerken o genç adam
hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı, öyle ki ruhu ta derinlerden m üteessir
oldu. Ben de bu sözleri söyleyen biri hiç kuşkusuz ariflerdendir dedim,
kendi kendime. Çünkü o arif olduğunu kanıtlayacak üç tane delil sıra
lamıştı ki evrende sadece bunlar mevcuddur: İlk olarak, “bedenleri dün
yada kalır.” dem işti. N itekim Allah şöyle buyurmuştur: “Yalnız O’dur ki,
gökte de Tanrı’dıı; y erd e de Tanrı’dır.” (Kur’an, 43/84). Öyleyse, O ’nunla
beraber olan kişi varoluşunu belirleyen hakikatleri, O ’nun için bu dün
yada bırakm alıdır, çünkü insan âlemin bir m ecm u’udur, bir toplamıdır.
Bir bakıma âlem , insanın bedenidir yalnızca, çünkü “Allah, insana şalı-
dam arlarından d ah a yakındır" (Kur’an, 50/16). Şahdamarı insanın bede
niyle ilgilidir. Eğer şahdam arı, insanın tabii ve ruhi bütünlüğüne tatbik
edilseydi, o zaman durumu eksik olurdu... İkinci olarak,, o adam, “akıl
ları g ö ğ e çıkar." dem işti. G erçekten de akıllar kayıtlı, şartlı ve sınırlı sı
fatlardır, dolayısıyla akıl, bir sın ır içinde, bir kayıt altındadır, çünkü
“ikal" yani “akalâ" kökünden gelm ektedir. (Bunun anlam ı ise, bağla
m ak, bukağı tutm ak, köstek vurm aktır.) G öklere gelince, makamlarıyla
mukayyed m eleklerin bulunduğu yerlerdir gökler. Kur’an’da m eleklerin
ağzından şöyle denilm ektedir: “Bizim içimizden herkesin bir m akam ı var
dır." (Kıır'an, 37/164). Akıllar o makamları aşamaz, o m akam ların ötesi
ne ulaşamaz, çünkü aklı var eden Yüce Varlık aklı oraya (o makamların
sınırı içerisine) hapsetm iştir. Bu nedenle o genç adam bile bile kasten,
“m eleklerin salları arasında dolaşırlar.” ifadesini kullanm ıştı. D olayısıy
la onlar akıllarıyla göklerdedir. Buna göre, m ürekkeb bileşik cisim ler
âlem inde sadece gök ve yer vardır... Ü çüncü olarak, “ruhları perdeyle
örtülüdür" demişti. G erçekten de Subhan Tanrı, insan vücudunu dü
zenleyip ona b ir suret verince, o suret içinde ruh görünm ez oldu, daha
doğrusu o surelin içinde zuhur edecek ruhu vücudun içinde perdeledi.
N itekim Allah şöyle buyurm aktadır: “Ben onu düzenleyip insan suretine
soktuğum zam an ve K endi Ruhum dan on a ü flediğim zam an ..." (K u r’an,
•128-
Âş ı k l a r ı n Çe ş i t l i Ha l l e r i H a k k ı n d a An l a t ı l a n Öy k ü l e r
•129*
 ŞIK LA R IN BAZI SIFATLARI
Bu iki zıt özellik birbirine ters düşer. Birbirine ters düşenler ise bir-
biriyle çatışırlar. Her biri diğerine hakim olm ak ister, onun üzerinde
m ülkiyet kurm ak ister. Âşık da bu duygudan hali olmaz. Eğer tabiatı
kendine galebe çalarsa, üstün gelirse, âşığın vücut evi (heykeli) karan
lık olur. O zaman H akk’ı halkda sever. Böylece, aslına uygun olarak ya
• 131 *
İ lâhi Aşk
vaş yavaş karanlığın içine nüfuz eder, tıpkı şu ayette ifade edildiği gibi:
“Gece de on lar için bir ayettir. Biz gûndılzü geceden çekip çıkarırız, b ir d e b a
karsın ki onlar karanlık içinde kalm ışlar.” (K ur’an, 36/37). Gündüz ise bir
nurdur. Buna göre, âşık bilir ki, karşıt da olsalar, her ikisi de, gece de
gündüz de, karanlık da nur da birbirine bitişiktir. Âşık gene bilir ki, bi
rinin diğerinin içine girm iş olm ası mümkündür. Öyleyse, iki zıt şeyin
(arasını) ucunu birleştirm em için H akk’ı halkda sevmiş olm am da bana
hiçbir zarar verm ez83.
E ğer âşığa, ruhu galebe çalarsa, üstün gelirse, hakim olu rsa, bu
kez vücut evi (h ey keli) aydınlık olur. O zaman H akk’da halkı sever,
tıpkı “Allah’ı, size verdiği nimetlerinden ötürü seviniz” sözünde olduğu gi
bi. B un a g öre, â şık H ak k ’m k en d isin e verd iği n im e tlerd e n d olayı
O ’nun em rine uygun olarak sever H akk’ı. O nim etler içind e H ak k ’ı
m üşahede eder.
Ö te yandan iki zıt arasındaki rekabet, yarış, kıskançlık, lıer ne olur
sa olsun, iki zıttan her biri isteğine ulaştığını, hatta öteki zıttan kurtul
duğunu ileri sürer. Kendi kendine “onu iyice öldüreyim ki bir daha zıd-
dım olarak karşıma çık m asın !” der. Eğer bu savaşta, tabiatı, ona galebe
çalarsa, onu öldürürse, o (ruh) ölür. O zaman yaratıkları seven bir âşık
olur. Eğer ruhu ona galebe çalarsa, onu öldürürse, o zaman Rabb’ın ka
tında şehid olur, diri kalır ve bol bol nzıklanı'r*4*'. G örülüyor ki âşık her
iki durumda da “maktul", öldürülm üş, durumdadır. Âşık bunun bilin
cinde olsun olm asın bu dünyada her âşığın durumu budur.
•132*
Âşıkların Bazı Sıfatları
 şığın A llah’ın isim leriyle A llah’a doğru gitm esi sıfatı şöyle olur:
A llah âşığa hem m ahlu katın isim leriyle hem de Kendi “esm aü ’l-hüs-
ncf’sıyla, Güzel isimleriyle tecelli eder. Âşık, m ahlukatın isimleriyle Al
lah’ın tecelli etm esini, kendisine H akk’ııı bir inişi olarak tahayyül eder
oysaki bu tecelli işi kendi ufkundan (perspektifinden) olmaz. Âşık, Al
lah’ın Güzel İsim leriyle, “esmaü’Wıüsna”sıyla ahlâklanınca, Allah eh li
nin ahlâk yolunda, olup biten şeyler âşığa galebe çalar, hakim olur. Do
layısıyla âşık yaratıkların isim lerinin , Allah için değil de kendisi için
yaratılm ış olduğunu, ayrıca Allah’ın Güzel İsim leri içinde kulun yeri ne
ise, bu isim ler içinde de Allah’ın yerinin o olduğunu düşünür. O zaman
kendi kendine şöyle der: “Hakk’m huzuruna ancak kendi isim lerim le
gireceğim ; halkın huzuruna çıkarken de H akk’ın Güzel İsimleriyle çı
kacağım , çünkü o isim lerle ahlâklanm ış olacağım .”
Âşık, H akk’ın huzuruna Allah’ın uesm aü’l-hüsna"s\ sandığı isim lerle
g irin ce, (g erçekte ise o isim ler çevresindeki m ahlukatın isim leridir)
bizzat peygam berlerin, afakta ve enfüste (yüce ufuklarda ve ruhlarda)
geceleyin yaptıkları yolculuklarında ve m iraçlarında gödükleri şeyleri
görür86. Ayrıca her şeyin O’nun isim lerinden ibaret olduğunu, kulun
ise, h iç bir ism i, adı sanı olm adığını, “k u l” ism inin bile kula ait olm adı
ğ ın ı, fakat öteki Güzel isim ler gibi bir isim olduğunu görür. Böylece
âşık, O’na doğru “seyr halinde” olm anın, gitm enin, O ’nun huzurunda.
O ’nun katında hazır durmanın ancak O’nun isim leriyle mümkün olaca
ğını; yaratıkların isim lerinin g erçekte O ’nun isim leri olduğunu bilir.
Böylece, bütün bunlardan sonra, kendi yanılgısını anlar. Ayrıca, “abid"
ile “M a’bu d”, kul ile Allah arasın d aki farkı an lay ın ca, bu m üşahede
âşığa yaptığı bu hatayı düzeltme im kânı verir.
Bu m üşahede ebedi bir gerdek odasında meydana gelen, çok değerli
ve ender bir tecelli şeklidir. Ebu Yezid el-Bistam i’nin bulunduğu nokta
•133*
İ l â h i Aşk
bunun bir altı idi. O nun ulaştığı noktayı ve sınırı kendisi şöyle ifade et
m ektedir: “O bana, bana ait olm ayan bir şeyle yaklaştı.” O nun, Rabb’in-
den aldığı haz buydu. O bunu, bir gaye (m aksu d ), bir son u ç olarak
gördü. Âşığın durumu da böyledir. Bu onun gayesidir; gayenin bizatihi
kendisi değildir. Bu “gaye"nin gerçekleşim i başka bir yoldur. Velilerin
hiçbirinde bu zevki görm edim , sadece nebilerde, özellikle de resullerde
gördüm böyle bir tecelliyi. O nlar Sübhan Tanrı’yı “ilm-i riisum”da teşbih
sıfa tla rı d iye a d la n d ırıla n şey le n ite le m işle rd ir. D o la y ısıy la o n lar
Hakk’ın, Kendisini halkın sıfatlarıyla nitelediğini düşünm üşler ve bunu
le’vil etmişlerdir.
Demek ki, bu m üşahede şekli insana, m ahlukata ait olan her ismin,
aslında Hakk’ın bir ism i olduğu izlenim ini vennektedir. O isim ler lafız
olarak halkın isim leri iseler de, mana olarak değillerdir. İşte halk, mah-.
lukat, o isimlerle bu şekilde ahlâklanm aktadır. Öyleyse bunu iyi anla!
•134*
Âşıkların Bazı Sıfatları
celli eder” cüm lesini düşünmeye davet eder. Suretler için bize bazı hü
küm ler, bazı d urum lar vardır. Bu durum lard an biri “u yku ” halidir.
Aşık, Sevgiliyi böyle benzeri bir surette görür fakat bu suretten dolayı
“O’nu ne uyuklam a ne de uyku tutar”. O zaman âşık, bu durumun, âlem in
korunm ası için , onun sevgisinin bir makam ı olduğunu anlar. Sevgilisi
bu durum dayken, yani devamlı uyanıkken, sevgilisiyle birlikte bulun
duğu zam an, âşığa uyku haram olur. Bu nedenle, âşık, kendi kendine
“Sevgiliden ayrıyken uyku bana haram sa, O ’nunla birlikteyken, m üşa
hede halindeyken nasıl olur da uyanık kalm am ?” diye sorar.
Ayrılıktan dolayı uyanık kalma haliyle ilgili olarak kim ileri şöyle
demiştir:
•135*
İlâhi Aşk
•136*
Âşıkların Bazı Sıfatları
Böyle bir âşık, zevkle, bunun hasıl olm asını hem ister hem de bunu
sever. Bu da ancak bu dünyadan çıkm akla m üm kün olur, yoksa sadece
“hal” ile olmaz. Öyleyse bu vücuttan (heykelden) ayrılm ası âşık için ge
rekli olmaktadır. Vücudun ruhla kaynaşması ve vücud içinde zuhur et
mesi doğum anında olur, belki de bu, zuhurundaki sebebtir. Hakk Te-
âlâ, ruhla vücut arasındaki ilişkiyi belirterek ikisi arasına bir fark koy
muştur. Bu birleşm e, Allah’ın kullarına duyduğu sevgiden dolayı, onla
ra karşı gösterdiği kıskançlık halinden ileri gelm ektedir. Bu nedenle Al
lah, onlar arasında ve de kendisi dışında bir ilgi olm asını istemez. Bu
nun bir sonucu olarak Allah ölümü yaratmıştır. O ’na duydukları sevgi
konusunda, davalarında sam im i olup olm adıkları anlaşılsın diye, ölüm
le kullarını im tihan etti88.
İlâhi H üküm günü gelince, Yahya aleyhisselâm 89 cennetle ceh en
nem arasında, ölüm ü kurban edecek ve artık bu iki yerin ehlinden hiç
kimse ölm eyecek. İşte bu durum , âşıkların Sevgiliye kavuşm ak arzu
suyla bu dünyadan çıkm ak istem elerinin nedeni olm aktadır, çünkü İlâ
hî kıskançlık dikili bir taş gibidir.
Allah, ölüm ü böylece kurban ettikten sonra özel bir hayat için onu
yeniden diriltir, tıpkı ölüm den sonra bizim uğrayacağımız hüküm gibi.
Nitekim , Hz. Peygamber: “insanlar uykudadır, an cak öldükleri zaman uya
nırlar" buyurmaktadır.
Bu sıfat âşıkta bir önceki sıfattan daha genel bir özellik arz eder.
Kuşkusuz arifin, âşığın kendisi ve sevgilisiyle kavuşması arasına ancak
adem-yokluk sokulur; adem kendi içinde bir gerçeklik değildir. Öyleyse
vücud-varlık, sevgilinin kendisinden başkası değildir. Vücud, O’nu gören
her gözde O’nun bir tanığıdır. Öyleyse sevenle Sevgili arasında sadece
yaratıkların perdesi vardır, öyle ki seven gerçekle bir Halik bir de m ah
luk, bir Yaratıcı bir de yaratılm ış olduğunu bilir, gerçi aradaki bu haki
kat perdesini anlamaya gücü yetmez, çünkü o perde bizzat kendisidir.
Herhangi bir şey kendi gerçekliğinin daha üstüne çıkam az. Buna göre,
kendisi ve sevgilisiyle kavuşması arasına giren perde gene bizzat kendi
si olm aktadır. Bu nedenle, âşık, yaratılm ış olduğundan ötürü bizzat
kendisinden bezginlik duyar. Kendine perde olm ası kendi zatından ileri
•137*
İlâhi Aşk
•138*
 ş ı k l a r ı n Baz t Stf atları
Hakk Teâlâ âşığın kalbinde tecelli edince, basiret gözü, kalb gözü
açılır. Kalb gözü ancak O’na bakar, çünkü kalb ancak Hakk’ı içine alır
ve bu tabii n e’şet üzerine m eydana gelen bağım lılığı görür. Bu tabii
n eş’et, ilâh! sırları içerir. Rahm an’m nefesinden meydana gelen bu do
ğal oluşum varlıkta zuhur eder ve varlığın bağım lılığını açığa vurur.
Âşık ise, kendi payına bu durumu nasıl değerlendireceğini bilem ez, do
layısıyla derin iç çekm eler, ahlar çoğalır. O anda meydana çıkan açıklık
ve saydamlığı görünce, — insanların çoğunun kalb gözü kapalı olduğu
için bunu görem ezler— bu durum karşında, Allah’a kıskançlık duyarak
gözü perdelenm iş varlıklara da şefkat besleyerek derin derin ah çekm e
ye başlar, çü nkü Hz. Peygamberin, selât ve selâm üzerine olsun, şu sözünü
hatırlar: “Mümindeki imanın kem ale erm esi, olgunlaşması kendi nefsi için sev
diği, istediği şeyi kardeşi için de istemesi, sevm esiyle mümkündür." Bu neden
ledir ki Allah’ın, kendisine bu müşahedeyi nasip etm ediği kişi için âşık
üzülür. Yaratılm ışların çoğunun Allah’a karşı kör olduklarını, nankör
lü k yaptıklarını görm esi nedeniyle, A llah’a duyduğu sevgi için derin
derin ah çeker.
Sevgiliye şefkat beslem esi de âşığın bir niteliğidir, çünkü bu şefkati
de aşk doğurur.
•139-