Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 25

Antik Çağ Felsefesi – Giriş

Bilgelik sevgisi demektir; İyonya'da, teoloji ve kozmoloji ayrımında başlar: Şeyleri inanç
yerine, akılla açıklamak temelindedir. Boş zaman -Russell: ''Tembellik medeniyetin
direğidir.''-, devlet yapısı ve bence çok tanrıcılık -bu bir noktada dogmayı esnekleştirir-,
demokrasi vs. gibi etkenler var felsefenin coğrafi olarak İyonya'da doğmasında.

Arkhe (Temel dayanak, ana madde, temek yapı taşı, düzen -an arkhe-anarşi-:
düzensizlik)

Thales: -Her şeyin ana maddesi sudur.


Damarlarda akan kan, Mısır'daki Nil nehri... Ve su, üç farklı halde bulunabiliyor: Katı, sıvı,
buhar.

Anaximandros: -Arkhe, Apeiron'dur.


Her şey suysa suyun kendisi nereden geldi? Her şey zıtlıkla varsa (Su-ateş vs.) arkhe soyut
olmalı. Arkhe: Sonsuzluktur.

Anaximenes: -Arkhe havadır.


İnsanda nefes, kainatta ruh havadır. Niteliklerin temelinde niceliksel farklılıklar vardır, der.
Nitelikleri niceliğe indirger. Örneğin: Ateş seyreltilmiş havadır. Mantık şu: Azlar bir araya
gelerek niteliği değiştirilmiş bir bütün üretirler. (Bu fikir belki de soyuttan somuta kainatı
açıklayan inanışın bir ön gösterimidir.)

Pythagoras (Pisagor): -Arkhe, sayılardır.


Hayatın temeli kadar ''Nasıl yaşanmalı?'' sorusuna yanıt ararlar. Fizik ve bilimden etiğe geçiş
var bu noktada (Kıta ve analitik felsefe ayrımının Antik temelleri). Arkhe: Aritmetik ve
geometridir; yani arkhe daha çok her şeyi düzenleyen soyut bir ilkeye dönüştü (Bunun daha
sonra Kant'ın saf aklına nasıl dönüştüğünü göreceğiz). Anaximenes'in düşüncesine paralel bir
biçimde bütün fizik matematiğe indirgenebilir haldedir (Aydınlanmada bütün kainat akla ve
öznel akla indirgenir). Kavramlara rakam verirler: Aile 3 kişi olduğu için 3'tür; adalet 4'lüdür
(eşit) vs. sayıların soyut kavramlara somut bir form kazandırdığını iddia ediyorlar. Sonuçta
arkhe sayılar.
Evrende uyum vardır. Kosmos (düzenli, güzel evren) uyumdur.
Ruh ölümsüzdür. Reenkarnasyona inanıyorlar (Ruh-beden ayrımının reenkarnasyon icadının
bir ürünü olması seziliyor). Hayvan yemiyorlar. Böylece, beden ve ruh ayrılmıştır. Aslında
doğadaki her şeyin, insan ruhu olduğunu söylerler. Materyalizm ve idealizm ayrımı başlıyor.
Felsefe tarihinde böylece ruh ön plana çıkartılır.

Herakleitos: -Arkhe, ateştir.


Herakleitos bize ulaşan fragmanlarında şöyle der özetle: Nesneleri ateşe atarsanız ateş onları
değiştirir ama o hiç değişmez. Ateşin kendisine değil; var oluş ve yok oluşa dikkat çekmek
ister. ''Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir'' (Oluş). Panta rhei-Her şey akar. Her şey
birbirine dönüşür. Her şey birbirine dönüşüyorsa her şey bir ve aynıdır. Sürece bu kadar
vurgu yapmak, ileride zamanın kendisini mesel haline getirecektir. Değişime imkan verenin
değişmeden kalması gerekir (nehir yatakları) ve bu ilke Logos'tur.
-Logos (Akıl, ölçü, söz, düzen, oran, Tanrı, hakikat, değişmeyen ilke): ''Başlangıçta söz
vardı.'' -
Çokluk birse panteizm kaçınılmaz: Bir'likte Logos, Tanrı doğadır; yani dışarıda, ötede bir
Tanrı yok anlamında. Logos amaçsız, kendi kendine oyun oynayan bir çocuktur: İster yıkar
ister yapar. Evren amaçsız bir biçimde vardır; onun çok da mantıklı bir amacı yoktur. Aslında
bir nedensellik yoktur. Evren, kendi kendine vardır. Burada Nietzsche'nin Herakleitos'a
hayranlığı var. (İnsanca, resmen yaşamın fenomenolojik kutsanması var.)

Ksenophanes:
Zamanın aydını çünkü elbette hakim dini ve Tanrı'yı eleştiriyor.
İlk adımı; negatif öğretisi: Antropomorfizm eleştirisidir. Yunan tanrıları pembe dizi gibi
olunca haliyle... Atların tanrısı atlar gibidir. Balıkların tanrısı balıklar. (Bu fikrin postmodern
düzlemdeki seküler yeri şaşırtıcı ve sinirbilimsel bir karşılığı var.) Aslında Tanrı doktrini
insanın imgelemi, hayalgücü problemidir.
-Buradan Kant'a bir paragraf açılmalı: Evreni, zaman ve mekan olarak alımlıyoruz,
duyumsuyoruz. Özetle zaman ve mekan, deneyimi bütün hale getirir; zaman ve mekan
deneyime önsel formlardır. Deneyimin kendisi deneyimi şekillendiremez, mantık olarak. O
yüzden deneyimden önce bulunması gereken unsurlar vardır; bunlara a priori (önsel) formlar
denir. Zaman ve uzay deneyimin a priori formlarıdır. Kant uzay ve mekanın aklın kendisine
içkin bir durum olduğunu söyler. Kant, bilgiye ulaşma yöntemimizi araştırıyor. Kısaca:
Tanrı'yı (hayatı vs.) hayal etmemizin, algılamamızın, bilmemizin başka bir olanağı var mı?,
diye.
Husserl ve Sartre: Bilginin tüm kaynağı, kökeni deneyimdir. Deneyimden gelen veri akılla
işlenir ve bu süreç Kant tarafından açıklanmıştır. Husserl, sana bir şekilde sunulmayan yoktur
(verilmişlik, sunulmuşluk), der. Deneyimlemediğim şey yoktur; düşündüklerim
deneyimimdir. Tek boynuzlu at nedir? Hayal gücü çeşitleyebilir; Kant buna serbest oyun,
Husserl ise serbest çeşitleme der; bu bir imkandır, aklın fonksiyonudur. (Tek'i, boynuz'u ve
at'ı deneyimledin). İnsan her zaman deneyimlerinden yola çıkar. Sonuçta, varlık = düşünce =
dil aynıdır. (Saf soyuta hiçbir zaman ulaşılamamıştır. Soyut sanat bile somuttur çünkü
somutun soyutudur.)

Başka bir şey olmayı, olmanın ne demek olduğunu bilmiyoruz.-

Ksenophanes'ten devam: -''İnsan Tanrı doktrinini yaratmıştır.''


İkinci adım; pozitif öğretisi: Tanrı; tüm göz, tüm kulaktır (Esma-ül Hüsna'lar gibi).
Mitolojiyi öldürür; böylece Yunan tanrılarını reddeder. Antik çağda Ksenophanes'in
yaptığını, modern çağda F. Nietzsche'e (Hristiyanlık: Köle ahlakıdır. Düşünmez. Ödül ve
ceza sistemidir -Tanrı tersine sakattır çünkü fazla duyar ve fazla görür...) yapacaktır. Bu denli
izleyen, gözeten ahlaki yasa -Tanrı- sekülerleşir ve modern toplumda Devlet'e dönüşür
(Planton'dan Foucault'un Panoptikon'una kadar).

Parmenides:
Herakleitos'a zıttır. Varlığa deneyim değil, salt akılla ulaşmaya çalışıyor. Tarihin ilk
mantıkçısı. Varlığa ilişkin üç şey söylenebilir: Varlık vardır (totolojik), yoktur (çelişik), hem
var hem yoktur (çelişmezlik ilkesinde hatalı olduğu için elendi). Yokluk yoktur; yokluk var
olsaydı o zaten var olurdu. Bu yüzden yokluk yoktur ve varlık yoktan var olamaz.
Varlık varsa ve varlık yokluk değilse en başından beri vardır. Bu noktada varlık ezeli ve
ebebidir. Bu yüzden varlık, zamansal değildir. Dolayısıyla değişmez (Logos'a varıldı).
Varlıkta boşluk yoktur ve birdir. Tüm bunlara rağmen varlık sonlu olmalıdır çünkü sonsuzluk
bir eksikliktir; sonsuzun eksiği bir sonu olmamasıdır. Sonsuzlukta son olmadığı için
sonsuzluk tam değildir, oysa onun mükemmel olabilmesi için sonunun da olması gereklidir.
Dolayısıyla varlık bu biçimiyle de sonludur, der; tamamen mantıksal çıkarımlar ile.

*Sofistler:
Toplumsal yaşantının belirleyiciliği noktasında, Atina demokrasisi bir gereklilik olarak
hitabet sanatının sivillere inmesini sağlamıştır. Tüm bu hakikat sorgulamaları ve ona
ulaşamamak sonunda -''Hakikat gerçekten var mı?''- bilginin imkanı (epistemoloji)
sorunsallarını doğurdu. Onlar, felsefe öğretmenleri olarak para karşılığı çalışıyorlar. Hakikat
insandan insana göre değişiyorsa, insan yapımıysa: ''İnsan her şeyin ölçüsüdür'' diyorlar.
En ünlü sofistlerden biri Protagoras; Duyularımız öznel olduğuna göre bir gerçeğe
ulaşamayız; tek bir gerçeklik yoktur. Gerçek, insanı aşar.
Burada Fenomen (Görünüş) ile Gerçeklik arasında ayrım yapmamışlar; çünkü bu ayrımın
henüz temellendirilebilir bir yönü bulunmamaktadır. (Yani ilkel postmodern bir hamle var
ama izlenimle hakikat ayrımı yok.)
Tüm bunların çıktısı olarak pragmatik ve uzlaşımsalcıdırlar: Doğru yoksa daha doğru vardır
(uzlaşım, retoriğin zaferi); ve bu doğru ne kadar işe yarar (pragmatik). Tanrı: Olsa da olmasa
da pratik anlamda önemli, ahlaki yasa koyucu olarak; bunu demek Protagorascı bir bakıştır.
Bir diğer sofist Gorgias; ''Hiçbir şey yoktur, olsa da bilemezdik, bilseydik aktaramazdık''.
Aktarma noktası tam bir epistemolojik bir iletişim problemi; bilgiyi bilmek aktarmak için
yeterli donanımı verir mi?..

Soktares:
Hiç metin yazmadı. Annesi ebe. Metodu, Sokratik yöntem (Maiotik-doğurtma): Çarşı pazar
gezip insanları sorguluyor. Bundan önceki tüm filozoflar pre-sokratiktir, çünkü onlar evreni
anlamaya çalışırken Sokrates insanı anlamaya çalışmıştır. Delfi Tapınağı girişi: Kendini bil.
Sofistler gibi: Tüm bildiğim bilmediğimi bildiğimdir.
Ahlak filozofu çünkü içindeki sesi Daimon (vicdan-düşünce formları) olarak tanımlamıştır.
Arete (erdem): Ahlaklılıkla ilgili olarak bir şeyin doğasına uygun hareket etmesidir. Bıçağın
aretesi iyi kesmektir. Sokrates'e göre insanın aretesi mutlu olmaktır ve mutluluk veren de
bilgidir. Erdem bilgidir; kötülük bilgisizliktir.
Felsefesi otoriteyi rahatsız ettiği için kendini at sineği olarak tanımlar ve o öldürülmüştür.
Çünkü demokrasi yanlış ellerde tiranlığa dönüşebilir, demiştir; tıpkı Platon gibi. 70 yaşında
ülkesini terk etmeyen erdemli davranan bir insan olarak öldü.

Diyojen:
Elinde fenerle adam arıyor adam. İnsan ne için yaşar? Haz mutluluğa engel midir? Mutluluk
nedir, nerededir?
Sokrates'in (Bilgi = erdem = mutluluk) mutluluğunu işbu kuramsal, teorik temelden çıkarıp
pratiğe indirgediler. Böylece kuramsal bilgiyi günlük yaşama aplike ettiler; tıpkı Decartes'ın
söylediği gibi (Bedeni mutlu etmeden zihni mutlu edemezsin): Spor yapmak, iyi beslenmek
vs.
Haz: İstenileni elde etmek (sevgiyi istemek de dahil.) -Burada Spinoza'ya atlayabiliriz:
Conatus: Bir temel olarak istek varlığın özüdür, varlık var olmayı ister; insanın kendini var
etme çabasıdır.-
Diyojen kiniktir: Haz insanı köleleştirir, bu yüzden onunla mücadele edilmeli. Sonuç:
Hayattan uzak durmak. Bardaktan bile özgürleşmek. Aile, vatan, millet, bilim, tüm kültür ne
varsa arınmak... Sonuç: Hayvan gibi yaşamak, yani köpek (kyon: köpek demek) gibi
yaşamak. Kendine köpek filozof der. Sokağa işer, cinselliğini sokakta yaşar, gerçek bir
marjinalsin Diyojen.
Sokrates yorumlamasından üreyen, ondan sonraki okullar: Kinizm (haz reddi) vs. Hedonizm
(hazzı benimsemek). Ancak bu üçünü; Sokrates, kinizm ve hedonizmi birleştiren, dengeleyen
bir okul: Stoacılık.

Platon:
Alfred Whitehead: -Felsefe tarihi Platon'a düşülen dip notlardan ibarettir.
Bir soyludur. İdam ve savaşlar onu felsefeye itti. Bu yüzden devlet ve toplum üzerine
düşündü. İdeal devlet yönetimini aradı, o temelde bir siyaset filozofudur. O, Herakleitoscu
Kratylos'un öğrencisi: Yani; her şey değişirse hiçbir şeyden bahsedilemez. Değişimi kabul
etti.
Ve aynı zamanda Sokrates'in öğrencisi: Yani, ahlaki temeller var (Adalet, erdem, iyilik...)
Böylece, oluş vs. mutlak olanı uzlaştırmalı: Oluş gerçek değildir, değişen dünyaya değil,
değişmeden kalan dünyaya yönelmeliyim. Ve görünüş ile gerçeklik ayrımını yapar
(Fenomenlojinin atası diyebiliriz).
Örneğin: Daire fikri, idesi vardır ve deneyimlenen daire vardır. Güzel: Güzel o, bu ama güzel
idesi var. Görünüşler ve idealar dünyası. İdealar görünüşe form, biçim veren bir rehberdir.
Gerçek mührünü vurduğumuz her şeyin üzerinde ideaların mührü vardır. Tam bir kavram
realisti. İdealar tinsel olduğu için uzay-mekanda bir referans noktaları yoktur.
Gerçek dünya mağaradaki gölgelerdir. Burada, Rasyonalizm (Bilgi akılla elde edilebilir) ve
Empirizm (Bilgi deneyimle elde edilebilir) ayrımı oluşur.
Dünya yanılsamasından kurtulmak için Devlet'te yazığı çizgi analojisine başvurabiliriz.
Kabaca, kavranan dünya (idealar, matematik; saf akıl, akıl; diyalektik bilgi, çıkarımsal bilgi)
ve duyumsanan dünya (nesneler, hayal; algı, imgelem; inanç, sanı) ayrımı yapılıyor. Örneğin;
görmek deneyime (duyumsama), bilmek (kavrama) akla dayanır.
Tinsel gerçekliğe vurgu: Deneyim yanıltıcıysa, bir şey öğrenemiyorsak öğrenmenin
mümkünlülüğü hatırlamaktır. John Lock (Empirist), Tabula Rasa (Zihin boş bir levhadır) ile
buna karşı çıkar.
Deneyimin gerçekliğini dışlayan Platon, deneyimi mümkün kılan bir şeyin var olduğunu
söylemiş olmuştur. Bu Kant'ın a priori'sidir. Bu, deneyimi anlamlı hale getiren formların
deneyimden önce var olması gerekir, fikridir.
Platon'a karşı çıkanlar: Nominalist'ler yani adcılardır. Platon'un söylediği hiçbir şeyin bir
karşılığı yoktur; temelde anlamı bulunmaz. Bunlar bizim bir araya gelerek oluşturduğumuz
kavramlardır.
Yine de Platon tümellere (kavramlara) vurgular yapmıştır.
Sokrates, Platon, Aristoteles: Sosyal eşitlik (Marksizm) ve bilinçli vatandaşlar olmadıkça
demokrasi diktatöre dönüşecek demagoglar üretir, derler. Popper bu düşüncelere karşı çıkar:
Sorun demokraside değil; vatandaşlardadır. John Locke ile başlayıp Montesquieu ile
geliştirilen bir fikir demokrasinin tehlikesine karşı toplumu korur: Yasama, yürütme, yargı ile
güçler ayrılığı. James Madison göre, çoğunlukçuluk (çoğunluğun dediğinin olması) vs.
çoğulculuk (her farklı grubun var oluşunun, düşüncesinin önemli olduğu toplum) var ve
Madison bu alanda çalıştı.
Platon'da Asil Yalan: Üç grup; Üreticiler (halk), Askerler (Ordu), Koruyucular (Siyasi
yöneticiler)-Bu gruba ilişkin: Mülkiyet hakları yok; evlenemiyorlar: Çok eşli yaşayacaklar ve
doğan çocuklar herkesin çocuğu olacak, dayanışma olacak, zayıf ve hastalıklı bebekler
ortadan kaldırılacak- . Yalnızca koruyucular siyasi otoriteye sahip olmalı. Ve onlar toplumun
birliği için yalan söyleyebilirler. Bunlardan ilki: Toprağın kutsal olduğudur, vatandaşlar
toprak kardeşleridir. İkincisi: Tanrı sizi farklı yarattı, hatta bazılarınızı daha kaliteli yarattı:
Sınıfsallık doğallaşır. Bu Asil Yalan'lar doğrudan itaate neden olur. Aslında burada
Sokrates'in erdemine bir atıf var; herkes üzerine düşeni yapıyor. Toplumların zengin ve fakir
olarak sınıfsallaşmasını tehlikeli bulur. Kadınların da yönetime katılmasını söyler. Resmen,
çağdaş totalitarizm, diktatörya. Ütopya dediği, bir çeşit de meritokrasi.

Popper bunları eleştirir: Platon'un kan ve toprak fikri; soykırımı, kast sistemini bir şekilde
meşru kılar (Tartışmasız). Straus ise Asil Yalan ulus devlet için gereklidir; yığınlar böyle bir
arada durur, der.
Platon'da Aşk: Symposion (İki aşamalı Şölen: İlk aşama yemek yemek ve şarap içmek, sonra
tartışma). Yunan'da Aşk anlamına gelen 6 farklı sözcük var: Philia-erdemli sevgi, Eros-
şehvetli sevgi, Agape-tanrısal sevgi, Storge-aile sevgisi, Pragma-çıkarlar üzerinden sevgi,
Philautia-kendine karşı sevgi. *(Wittgenstein: Dil dünyanın aynasıdır; dilimin sınırları
dünyamın sınırlarıdır.)
Aristofanes'in Aşk Miti: İki kafasıyla farklı yöne bakan birbirine bağlı bir yaratıktı insan;
sonra Zeus bunları ayırdı ve insan diğer yarısını aradı.
Antik Yunan'da her cinsellik sadece cinsellikti; cinsiyet kimlikleri 19. yüzyıla ait modern
kavramlardır. Paiderastia kavramı: Öğretmen ve öğrenci arasındaki seksüel ilişki doğaldır.
Ancak Platon'a göre aşk fedakarlıktır, sevgi emekti; ne seksüel ne de maddi bir şeydir; aşk
ruhsal, tinsel bir ilişkidir.

Aristoteles:
İslam bilginlerine göre ilk öğretmendir. Ailesi hekim olduğu için doğa bilginidir. Evrenin ilk
ve son nedenini inceler (Prote Philosophia). Mantık, fizik, psikoloji, doğa tarihi, felsefe
çalışmaları yapmıştır.
Mantık düşünmenin araçları üzerine düşünmedir; ilkelere bağlı mantık düşüncenin aracıdır.
Mantık organon'dur: Düşüncenin aleti. Mantığın üç büyük ilkesi: Özdeşlik (A=A),
çelişmezlik (A, A olmayan değildir), 3. halin olanaksızlığı (Bir şey ya A'dır ya da değildir-B
olamaz). Düşünce kendini düşünemez; bu yüzden, varlık - düşünce - dil - mantık silsilesinde
mantıkla varlığı incelemiş oluruz.
İnsan ölümlüdür, önermesini ele alalım. Ölümlülük yüklemi öznenin bir niteliği. Öyleyse,
özneler fiziksel dünyada var; yüklemler yok. Özneler töz'dür. Felsefede arkhe, logos, idea'nın
yanında töz kavramı devreye girdi. Aristoteles, Platon'a karşı çıkarak idealar kendi başlarına
var olamayacak, töze mahkum yüklemler, niteliklerdir; der.
Töz ve niteliklere (yüklemlere) kategoriler demiştir. 10 tane kategori vardır: Töz, nitelik,
nicelik, görelilik, mekan, zaman, etkinlik, edilginlik, pozisyon (durum), sahiplik. Örneğin:
Dilara beyaz bir insan, 1.74 cm uzunluğunda, Tahsin'in kızı, İstanbul'da, dün spor yapıyordu,
saç kestirerek uyuyordu çoraplı bir biçimde (Tözün başka bir biçimi yok).
Dilara insandır ve insan ölümlüdür'ü ele alalım. Bazı terimler hem özne hem yüklem
olabiliyor. Bu yüzden töz de ikiye ayrılıyor: 1. ve 2. dereceden töz. 1. dereceden töz: Özel
adlar. 2. derecen töz: Türler ve cinsler (yani, Tümeller).
Tümel: Birçok öznenin yüklemi olabilecek doğa. Tümel tikellerde vardır. Tek başına var
olamaz. Örneğin; insan bir hayvandır. Hayvan bir insandır (olmadı). İnsan töz ama ''insan''
terimini oluşturan tikeller (özel adlar) olmak zorunda.
Tözün mantıksal önceliği olsa da aslında o da niteliklere bağımlı. Örneğin: Fatih'in
zorunluluk olarak en azından bir tane niteliği olmalı.

Aristoteles Metafiziği: Şeylerin o ya da bu şekilde değil, neden özellikle bir şekilde meydana
geldiğini açıklar. Örneğin: Meşe ağacından neden armut değil de meşe ağacı çıkar. Bu
değişimin ilkesini aramaktır.
Bu noktada bilgi: Gerekçelendirilmiş doğru inançtır. Meşe tohumundan meşe çıkacağına
inanırsınız, sonra gerekçelendirirsiniz, sonrasında gözlemle doğrularsınız. Felsefe bu sebeple
doğal olanı bir yasa içinde anlar.
Aristoteles, Platon'u doğaya yönelik hiçbir şey söylemediği yönünde eleştirir. Platon yalnızca
değişen doğanın yanıltıcı olduğunu söylemiştir. Öyleyse yapmamız gereken: Oluşturacağımız
varlık modelimiz hem gerçek, mutlak varlık olmalı hem de değişime imkan vermeli.
Madde ve Form öğretisi: Değişen nitelikleri taşıyan madde tözdür, tözün üzerine gelen ve
değişen niteliklere form adını verir. Su (töz) sıcaktır, soğuktur, ılıktır (form). Nitelikler =
form. Formu kabul eden şey maddedir. Her şey, madde ve formun birleşiminden meydana
gelir. (Bunun bir istisnası var: Tanrı.) Değişim: Bir formdan öbür formu giyen maddenin
görünümüdür. Madde madde olarak bilinemez: Töz olmadan form, form olmadan madde
yoktur (böyle bir bilgiye ulaşamayız, mantık olarak.) Aristoteles'e göre madde değişme
kabiliyetinin kendisidir. Ancak madde yoktur da demez çünkü hiçlikten varlık çıkmaz; bu
sebeple madde ezeli ve ebedidir.
-Hiçlikten hiçlik doğar.
Aslında şunu diyor: Maddenin varlığı göreli yokluktur ya da potansiyel varlıktır. Göreli
belirsiz bir durumdan, göreli belirli bir duruma geçiş. Madde formun gerçekleşme imkanıdır.
Örneğin; Meşe ağacı kendinde meşe ağacı olma formunu gerçekleştirmiş maddedir. Meşe
tohumunun meşe ağacı olabilmesinin koşulu kendindeki gizil güçtür, tohum kuvve halinde
(potansiyel) ağaçtır.
Peki, oluş (kuvveden fiile geçiş) neye göre oluyor? -Nedenselliğe göre.
Aristoteles ve 4 Neden:
-Sonuç olmayınca başlangıç yoktur.
Varlığın dört zorunlu nedeni vardır: Maddi neden-ağaç-, formel neden-ağaç formu-, fail
neden-taşı adam yapan heykeltraş-, ereksel neden-gerçekleşmemiş form, kuzunun kuzu
olması-.
Ereksel nedende A, B, C düzleminde C noktası A'nın nedenidir. A ise C tasarısına göre
hareket eder. Evin ev olması için tuğla ve taşa ihtiyaç vardır; ancak ev ereği olmasaydı zaten
tuğla ve taş orada olmazdı. Doğa bilinçsiz bir sanatçıdır. Bu sadece erekselliğin
determinizmidir.

Stoacılar:
-Hayata kötü yanından bakın; beklentiyi yükseltmeyin. Dünya berbat bir yerdir; burası ideal
bir yer değildir. Temelde sahip olduğunuz şeyleri düşünün. Mutsuzluğunun sebebi yalnızca
sensin. Mutluluk koşullara bağlı değildir. Her şey berbat olabilir ama ben bununla baş
edebilirim. Acıdan anlam doğar. Çok şeye arzu duyan en fakir kişidir.

Stoa: Aslında anlamı şehirlerdeki galerilerdir. Birçok filozoftan eklentik bir biçimde
etkilenmişlerdir. Batı ahlakının Hristiyanlıktan sonraki en önemli parçasıdır.
-Doğanın planına güven; zaten başka şansın yok.
Doğa ve ahlak arasında bir ayrım yoktur; materyalisttirler. Tanrı her bir köşede bulunan
akıldır. Doğaya uygun yaşa: Akıllıca, sosyal bir varlık olarak.
-Nedensellikler içinde ancak kendi eylemlerini belirleyecek özgür olabilirsin.
Khyrsippos'un Silindir Argümanı: Bir silindiri yokuştan ittiğimizde hızla aşağı iner ancak küp
için bu geçerli olmaz. Yani, nedenler farklı olsa da başımıza gelenler bizimle, dışsal
nedenlerden çok içsel yapımızla alakalıdır. Her şey kontrol altında belirli bir nedensellikte
olsa da kişi elinden gelenin en iyisi yapmak durumdadır. Kişi, evrensel ve bireysel rolüne
uygun yaşamalıdır. Bireyselliğin evrensel rolüne uygun adımlar at. Arı kovanı için iyi
olmayan arı için de iyi olamaz. Toplum için değer yaratma sorumluluğuyla davranmalısın.
Kontrol Dikotomisi: Kaza ve kader ayrımı bu. Bazı şeyler bize bağlıdır (doğum, ölüm vs.) ve
bazıları değildir. İnsanlar ölecektir; bu ne yaparsan yap değişmez. Ancak ''İnsan baba
olacaktır'' önermesi için cinsel ilişkiye girmek gerekliliği doğar. Bu sebeple bazı şeyler
iradeye bağlıdır.

Septikler:
Başlangıçta araştırmacı, sorgulayıcı anlamına gelirken bugün gerçeğin bilgisine ulaşılamaz
anlamında kullanılıyor. İlke olarak şüpheleniyorlar. Decartes gibi metodik şüpheci değiller;
ilkesel olarak, köküne kadar şüpheciler.
Pyrrhon; İki karşıt görüşte argümanlarla desteklenebilir. Bunun için yargıdan kaçınılmalıdır.
Yargıda bulunmamaya Epokhe denir. Doğal dünya hakkında yargılarımızı askıya almaktır
Epokhe. Bu nesnenin kendisinden kaynaklanan bir problemdir. (Aslında entropiye bakınca
doğru söylüyor; karmaşıklık içinde bir yargı yok.)
Doğa bakımdan iyi-kötü yok. Toplumdaki iyi-kötü uzlaşımcı bir çıkarımdır. Bu yargısızlık
huzur getirecektir; bu kayıtsızlığın adı: Ataxie. Russel bunun tembel insan tesellisi olduğunu
söyler; çünkü bu noktada cahil ve bilge ayrımı kalmaz.
Gerçekte olanı yanlışlamazlar, şeyin göründükleri (Phainomenon, fenomen) biçimlerine dair
kuşku duyarlar. Bal (balın gerçeğini bilmiyoruz) bana tatlı gibi gözüküyor (fenomen).
Fenomenoloji: Görünüşlerin bilimi, fenomen-görünüş- logi-logos-bilim-. Sen bal hakkında
değil balın sana görünüşü, bal deneyimin ile ilgili konuşuyorsun.
Ben kendimi dolaysız biliyorum ama balı kendimi bildiğim gibi bilemem. Çünkü bal bana
içkin (immanent) değil; aşkın (transcendent). Bal benim bilincimin dışında dolayısıyla bu
özne-nesne arası ilişki sorunsalıdır.

Ortaçağ Felsefesi
Hz. İsa'dan 14. yy.ye kadar din felsefesi var. Gilson: Yahudi dehası felsefi bir deha değildir;
din konusunda ustalar Yahudilerdir.
Hristiyanlarsa dini içeriği felsefileştirmişlerdir.
Din: Bilimsel değil, metafiziktir; yaşama biçimi emreder; ahlak sistemidir. Bunların
doğruluğuna inanılmasını ister; iman, inanç temellidir.
Din felsefesi tüm dinleri, teoloji (dine içeriden bakar -inanç dairesinden-döngüsel
gerekçelendirme. Ve ayrıca örneğin: İslam teolojisi: Kelam; İslam etiği: Fıkıh; Yasalar:
Şeriat) belirli bir dini ele alır.
-Döngüsel gerekçelendirme: Tanrı evreni yarattı. Nereden biliyorsun? Kuran'da yazıyor.
Kuran'ın doğruluğunu nereden biliyorsun? Tanrı gönderdi. Burada 2 ön kabullü, bir mantık
hatası var.-
Teoloji apolojeniktir; dini savunma temellidir. Bu felsefi bir etkinlik değildir. Bu yüzden din
dogmatiktir. A prioriktir yani deney ve gözlem öncesi bazı ön kabulleri vardır.
Matematik ve geometri de aksiyomatik sistemlerdir; aksiyomlar tartışmaya açık değildir.
Ancak aksiyomları değiştirerek farklı sistemler oluşturabiliriz. Bu sebeple matematik ve
geometri dogmatik değildir. Ancak o da ön kabullere dayanır. Ancak matematik a priori
(verilidir ve deney-gözleme dayanmaz) olduğu için bir bilim değil, insan aklının evreni
anlamak için ürettiği bir dildir. Ancak Fizik nedenselliğin alanıdır ve mutlak zorunluluğun
alanı değildir; olumsaldır ancak matematik de nedensellik olmaz. Nedensellik ancak fizik
alanda mümkündür.

Ortaçağ ikiye ayrılır: Roma İmparatorluğu ve ruhbanlar ile din adamlarının ayrılması.
Ortaçağ'daki sefalet dini duyguları artırır.
Hristiyanlık üç temelden oluşur: İlki Platon, yeni platoncular ve Stoacılardan gelen felsefi
gelenek. İkincisi Yahudilerden gelen ahlak ve tarih kavrayışı. Üçüncüsü yakın doğunun
teorileri.
İlkindeki fikir: Uzay-zamanın göreliliği yüzünden gerçeğin ezeli ve ebedi olabileceği. Göksel
olana yükselmek. Beden ikincildir. (Platoncu) İkinci fikir: Kutsal tarih, seçilmiş halk, mesih
inancı. Göklerin egemenliği fikri.
Hristiyanlığın fikri ötedeki dünyanın geleceğe itilmesi ve öte ile bu dünyanın ödül-ceza
paradigmasına sokulmasıdır. Yunan öğretisi böyle değildi. İkincil temel fark: Ortaçağ'ın
doğası yoktur. Yani, yoktan var etme görüşünü benimser. Oysa mantıklı Yunan'da bu da
yoktu.
Gnostisizm: Hristiyanlık ve Paganizm arasında orta yol. Mistik bir görüş olarak tefekkürle
edinilen bilgidir. Hakikat bilgisi ancak ruhsal olarak elde edilebilir, der. İddiası: Ruh
maddenin içinde hapsolmuş durumdadır. Demiurgos, Platon'un Timaos diyaloğunda var olan
bir kavramdır: Tanrı mimar, faal akıl. Fakat o yoktan var etmez; şekilsize şekil verir.
Demiurgos, Chora'ya (uzaysallık) şekil verir ve o ideaların formunu alarak evrene dönüşür.
Hareketin görüntüsü evren, hareketin ölçüsü de zamandır. Ortaçağ'da Gnostikler Hz. İsa'nın
tanrının oğlu olduğunu reddettikleri için gizlenmek zorunda kalırlar.
Hristiyanlıkta Teslis: Bir olan Tanrı üç görünümde vardır: Baba, oğul ve kutsal ruh. Her bir
unsura hipostaz adı verilir. İlk hipostaz yani baba Tanrıdır; o her şeyin yaratıcısı ve sahibidir.
İkinci hipostaz ise kelamın beden halidir, oğuldur (bizdeki insan Halife'nin aynısı). Üçüncü:
Tanrı'nın ruhu da ilah düzeyindeki ruhtur.
Yahudiler, Gnostikler (Onlar Tanrı'nın onu terk etmiş olması yönüyle de Hz. İsa'nın onun
oğlu olduğunu kabul etmezler) gibi Hz. İsa'ya inanmazlar. Çünkü mesih inancına göre mesih
gelmeden önce gerçekleşmesi gereken koşullar henüz yoktur. Ve Yahudilikte Tanrı birliği
kesindir. Hristiyanlığın antisemitik kökleri bunlardır; çünkü Yahudiler Hz. İsa'yı tanımazlar.
İslam'da da Hz. İsa yalnızca bir peygamberdir ve Allah'ın kelamıdır, beklenen mesihtir.
Aslında, İslam'da her şey Allah'ın logosudur. Russell: Hz. Muhammed'in güçlü bir sınıf
duygusu olduğu için peygamberin böyle bir sona uğramayacağını söylemiştir; -sefalet içinde
bir sona uğrayan peygamber/tanrı, sınıfsal düşünen biri için makul bir fikir değil, haliyle.
Yuhanna İncili'nde Logos'un beden kazanmış hali Hz. İsa'dır. İman ve akıl tartışmasına
değinebiliriz. Aziz Pavlus'un önermesi: Tanrı'nın saçmalığı insanın akıllılığından daha
üstündür. Vicdan ve ahlak insanda doğal olarak vardır, derler.
-İnanıyorum çünkü saçma. (İnancın olanağı saçmalıkta ortaya çıkar.)
Hz. İsa insanların suçu yüzünden öldü; dirilmesi tanrısaldır, kıyamette seçilmişlerle
diğerlerini değerlendirecektir.

İnsanda bilme kadar inanma ''ihtiyacı'' da var. Episte (Bilgi) ve Doxa (Sanı); akıl ve iman
tartışması başlar. İnanmanın bilmekten daha önemli olduğu fikri Aziz Pavlus ile ortaya çıkar.
Mucizeyi mucize yapan zaten akıldışılığıdır. Saçma, aklın yetersizliğidir.

Tertullianus:
Hristiyanlığa, sorgulamadan, olduğu gibi iman edilmelidir. Bilmek yetmez, inanç gereklidir.
Aslında şöyle: Bilmenin dışında bir şeye inanabilmek için onun mantıksız (saçmalık olması
açısından) olması gerekir. Örn: Ay'ı ikiye bölmek; bu saçmadır, imkansızdır ancak inançla bu
anlatıyla ilişki kurabiliriz.

Epiküros:
Her şeye gücü yeten Tanrı, dünyadaki kötülüğe neden son vermiyor? -Tanrı kötülüğü
durdurmuyorsa mutlak güce sahip değildir; durdurma gücü varsa ama durdurmuyorsa iyi
değildir.
Leibniz'in kavramı; Teodise: Tanrı'nın iyiliğinin savunulması.

Kötülük Problemi; Birinci Açıklama Modeli -Kötülük hiçliktir.


Agustinus ve Aquinas kötülüğün bir yoksunluk olduğunu söyler. Körlük gibi pozitif bir
varlığı yok. İyiliğin olmadığı yerdedir ve bu yüzden kötülüğün müstakil bir varlığı yoktur.
Kötülük (günah) yapmaksa iyiliğin ihmal edilmesidir. Yani, kötülük iyiliğin bir hali, derecesi
oluyor.
Karmaşıklık argümanı: Yönetici varlık evren kadar karmaşık olmalı. Karmaşık evrenin akıllı
bir varlık tarafından yönetilir olması ve Tanrı'nın açıklanmaya ihtiyaç duymaması gerekir ki
bu da basit olmasını gerektirir. Açıklamak için şöyle: Bilinçli insan doğanın bir parçası olarak
karmaşık, özne olarak bakıldığındaysa basittir; neyse odur.
Plantinga: Karmaşıklıktan yoksun olanın nitelikleri arasında bir ayrım olamaz. Tanrı, iyilik,
kötülük yapan değil; bizzat iyiliğin kendisi, kötülüğün kendisidir; basitlikten kasıt bu.
Tanrı'da, töz ve nitelik ayrımı yok, özdeşlik halinde, yani. (Tanrı gören değil görmenin
kendisidir gibi bir basitlik.)
(Bir önerme: Tanrı'nın kötü olması onun yok olduğu anlamına mı gelir? Neden Tanrı'ya
kötülük izni verilmiyor, o da anlaşılır değil: Aslında İbrahami dinlerin özneye de sirayet
etmiş bilinçdışı güzelliği ve iyi niyeti burada, bence. Tanrı'nın kötü olabileceği fikri
neredeyse onun yokluğuyla ilişkilendiriliyor.)

İkinci Açıklama Modeli: Antropomorfik İyi: David Hume: Tanrı'nın bizim ''kötü'' dediğimiz
şeyin ötesinde bir planı olabilir, bizim ''kötü'' dediğimiz aslında cahilliğimizdir, insani
etiğimizdir.

Üçüncü Açıklama Modeli: Tanrı'nın Büyük Planı: Doktorun acı ilaç vermesi gibi kötülüğe
ağır basan bazı iyilikler olabilir. (Yine, sınırsız güce sahip bir varlığın neden iki seçenekten
birini yapıyor olması ne alaka dedirtiyor.)

Dördüncü Açıklama Modeli: Özgür İrade: Salt iyilik olsaydı, kötülüğün imkansızlığı bize
özgür irade sağlamazdı. Kant'ın dediği gibi bizim etik bireyler olabilmemizin koşulu günah
işleyebilme potansiyelimizdir.
Tanrı zamansızdır; her şeye aynı anda vakıf bir mutlaklık olarak Tanrı için daima şimdi
vardır. Geçmiş (bellek), şimdi (görünen), gelecek (beklenti); hepsi şimdi ile ilişkilidir. Kant:
Zaman, duyusallığın a priori formudur. Dolayısıyla mutlak varlık için gelecek veya geçmiş
bir sorunsal değildir.

Modern Felsefe - 1
Descartes; modern felsefenin kurucusudur. Kuşkuculuğuyla akıl ve beden ikiliğini vurgular.
Bilimsel devrim ve kilisenin azalan otoritesi, skolastik bilginin -dünya düzdür vs. gibi kilise
saçmalıkları- bilim sayesinde çöküşü ile her şeyden kuşku etme edimi doğar, tarihsel olarak.
-Herhangi bir şeyden emin olabilecek miyiz?
Fiziğin (Varlık vardır ve bilinebilir) ön kabullerini sorgular. Bu yüzden metafizik (Varlık var
mıdır?) filozofudur.
Altı günlük tefekkürle meditasyonları yazmıştır. 1. meditasyonda her şeyi yıkıp yeniden
başlaması gerektiğini söyler. Ona karşı çıkanlar da bir şeyin yanlış olması her şeyin yıkılması
gerekliliğinin doğurmaz derler. O da -''çürük'' elmaları atmak yerine sepeti boşaltırım- der.
İnançların temellerini sorgulayarak sorgulanamayacak olana varmayı hedefler.

Mantığın araçları:
-1. Prensip: Algılanan her şey, algılarımıza göründüğü gibidir. Decartes bunun doğru
olmadığını söyler: Suyun kırma özelliği çubuğu kırık gösterir.
-Uygun durumlarda algılanan neyse duyularımıza da görünen odur. İlk prensibi geliştirdik.
Ancak buradaki problem: Uygun durumların ne olduğudur.
-Uygun durumları uygunsuzlardan ayırt edebiliriz. Uygun durumlarda algılanan neyse,
duyularımıza da görünen odur. Buradaki problem şudur: Bu ayrımı gerçekten yapabilir
miyiz? Deli ve akıllı dünyayı aynı ayırdımda mı algılar?
-Uygun durumları uygunsuzlardan ayırt edebiliriz. Yeterli algılayıcıları yetersizlerden de
ayırabiliriz. İkisi de yeterliyse, duyularımıza da görünen odur. Buradaki sorunsal: Yeterli
algılayıcıları nasıl ayırt edeceğiz: Deli, deli olduğunun farkında olmayabilir.
Uyanıklığımı uyuyor olmaktan nasıl ayırt edemem. Rüyada olabilirim.
''Tanrı beni yanıltmıyor; duyularım bazen yanıltıyor'' diye düşünüp Cin Argümanı'nı üretir:
Her şeyi yanılsama olarak algılamama sebep olan bir şey olduğuna göre ben bu yanılsama
varsayımıyla devam edeceğim. (Rüyadan uyanmaya dair bir çözüm sunmadı.)

Duyular yanıltıcıysa ben neden emin olabilirim?

Austin:
Analitik felsefeci. Uyanıklıkla uyuyor olduğumuzu fark etmemizi sağlayan birtakım
niteliklerin olduğunu söyler. Bu işaretler dildedir. -''Rüya gibi'' dediğimizde neden
bahsettiğimizi anlarız.

Gassendi:
''Diyelim ki rüyadayım; rüyadayken rüyada olduğumu bilemiyorsam, uyanıkken uyanık
olduğumu fark edemeyeceğim fikrine nasıl vardın Decartes?'' der. Rüyada olduğumuzu fark
etmememiz, uyanıklığımızı fark etmeyeceğimiz anlamına gelmez. (Decartes'ın akıl
yürütmesindeki hatasını fark etmiş.)
Dil felsefecilerinin Hilesiz Piyangosu: Herkesin kazanma ihtimalinin olduğu bir piyango
sonunda o piyangoyu bir kişinin kazanacağı önermesini yanlışlamaz. Herkes kazanacak
demek yanlıştır. Yani, bazı şeylerin rüya olması her şeyin rüya olduğunu söylemez.

Ryle:
Bazı paralar sahte diye tüm paralar sahtedir, diyemeyiz. Gerçek para referans noktası
olduğuna göre sahte bir gerçeğin sahtesidir. Öyleyse gerçek vardır. Özetle tüm hayatımız
rüya olamaz.

Decartes'ten devam: Belki de Matrix içindeyiz, belki de kavanoz içindeki bir beyiniz...
Presupposition (Önvarsayım): Tam olarak olmasa da deneyim öncesi bir tahmin (varsayım)
gibi fakat değil. Aritoteles önce gelen (Proteron) ve sonra gelen'de 4 farklı proteron'un
olduğu söyler: Yer ve zaman bakımından, bilgi bakımından, nitelik bakımından, töz ve doğa
bakımından önce gelen. Önvarsayım örneği: Annem hastenede tedavi görüyor.
Önvarsayımlar; annem var ve hasta.
Düşünüyorum öyleyse var'ımda aslında önvarsayım olarak töz ve doğa bakımından
zorunluluk ifade ediliyor. Açıkça: Kötü cin beni aldatıyor olabilir, ancak aldanıyorsam önce
var olmam gerekir.
Yani önvarsayım bir tahmin değil; dümdüz, hatasız bir çıkarmasama.
Yürüyorum öyleyse varım diyemeyiz çünkü yürüme noktasında yanılıyor olabilirim. Çünkü
zihin dışında her şey ikincil. Zorunlu olarak düşünen bir tözüm, yani: Cogito.
Zihin ve beden ayrımını böylece başlattı: Kartezyen düalizm.
Zihnim bana apaçıkken diğerleri ikincil, aşkın. Dolayısıyla şüpheli. Fakat zihin ve beden
etkileşimi nasıl olacak?
İki Saat Metaforu: Zihin düşüncesi ve beden hareketi arasında doğrudan bir ilişki yok. İki
farklı ancak birbiriyle uyumlu saat var ve aynı şeyi işaret ediyorlar. Bedendeki susuzluk bir
saat için mesela yalnızca ''Su iç'' göstereniyken, diğer saat için bu yoksunluk belirtisi,
felsefenin temeli vs. olabilir.

Eleştiri: Düşünüyorum öyleyse varım özneye içkin, aşkın nesne için geçerli değil; özne için
doğru olduğundan bu kişiyi Solipsizm'e (Tekbencilik) götürür.
Yalnızca zihnim gerçekse doğanın gerçekliğini tesis etmeliyim diyerek Decartes, Balmumu
örneğini sunar: Kırmızı mumum yanınca şekli değişir, buna rağmen ona aynı mum derim. Bu
da bizi ide'lere getirir. İdeleri üç ayrı gruba ayırır: Doğuştan, dışarıdan ve benim icat ettiğim
ideler. Ancak yine de dış dünyayı kanıtlayamaz ve Tanrı'nın varlığına dayanır.
Tanrı'nın varlığı; Anselmus'un Ontolojik Kanıtı: Tanrı fikri varsa zaten vardır. Tanrı en
mükemmeldir, var olmamak eksikliktir öyleyse Tanrı vardır. Decartes: Tanrı mükemmelse
iyidir, iyi olan Tanrı beni dış dünya konusunda kandırmaz, öyleyse dış dünya vardır.
(Kartezyen döngü hatasına düştü: Argümanın öncülü sonucuna dahil edildi.)
Modern çünkü insanı merkeze aldı. Ancak ''Düşünüyorum öyleyse varım''a eleştiriler
gelmiştir: Düşünüyor olman düşünen öznenin var olduğunu değil; yalnızca düşüncenin
düşünmekte olduğunu gösterir. Descartes: ''BEN düşünüyorum''ü tartışılmaz bir aksiyom
olarak kabul etmiştir.

Spinoza:
Einstein: -Var olanın uyumundaki Tanrı'ya inanırım, insan eylemleriyle veya kederleriyle
ilgilenen bir Tanrı'ya değil.
Engizisyondan kaçtı ve Amsterdam'a yerleştiler. Panteisttir. Aslen Yahudi'dir ancak
cemaatinden kovuldu. Ciddi anlamda aforoz edildi (Bir Yahudi ona 5 metreden daha fazla
yaklaşmadı). 44 yaşında öldü. Berberi şu notu yazdı: Mutlu Spinoza.
Etika öldükten sonra yayımlandı. Decartes'ın aksine özne'den değil, ötekiden yola çıkar.
Geometrik düzende ahlak; ahlaka geometrik bir kesinlik kazandırmak içindir.
Öklid: Elementler'de 23 tanım, 10 varsayım verir (5 tanesi aksiyom-apaçık önermeler, 5 tane
postulat-açık olmasa da doğru olduğu varsayılan önermeler). Öklid böylece saf mantıkla 28
önerme kurar. Spinoza da Öklidyen yapı kurar.
Ona göre Tanrı doğaya içkindir. Teizm'deyse Tanrı ahlakidir, kurtuluş öğretisi vardır ve
Tanrı farklı bir düzeydedir. Panteizm'e göre Tanrı kendinin nedeniyse doğa da aynı mantıkla
kendi nedeni olabilir. Varlık hep yoktur mantıksız olduğu için Teizm bir şekilde hep var olan
(Tanrı) idesine varlığı yaslar. Panteizmdeyse Tanrı aşkın ve antropomorfik (gören, duyan, iyi,
kötü; insani değerler) değildir. Tanrı oluş gerçekliğinin kendisidir; doğa yalnızca doğa olarak
var. Spinoza'nın tanrısı kuantumu da kapsayan bir doğadır; bütünlüğün tamamıdır. Spinoza'da
sonsuz ve sınırsız bir doğa vardır. Genişleyen evrende genişleme varsa sonludur ama
genişlemenin sonsuza kadar süreceği ve genişleme alanını da doğaya içkin hale getirirsek
yine sonsuzlukla karşılaşırız.
Heidegger; Varlık zorunlu olarak vardır.
-Teizmin tasarım argümanına eleştiri: Saatin bir yapıcısı varsa evrenin de bir yaratıcısı vardır
fikri antropomorfiktir.-
Dawkings-Panteizm uyarılmış ateizmdir; deizm sulandırılmış teizmdir.
Sagan-Yerçekimi kanununa dua etmeyi anlamlı bulmuyorum.
Doğada nedensellik olsa da ereksellik yoktur.
Spinoza'dan devam: Tanrı/doğa kendi yazgısını seçmemiştir. Bu seçimsizlik bir
zorunluluktur. Varlık varlık olması açısından özsel zorunluluklarla vardır. Bu yüzden
Tanrı'nın bile seçimsiz kaldığı noktalar vardır; belirlenmemişlik yoktur. Bu da özgür irade
problematiğine bizi getirir.
Spinoza nedensizlikle özgürlüğü zıt görmez. Kendi doğasına içkin bir öz belirlenimin
özgürlük karşıtı olmadığını düşünür. Spinoza, kendi doğasının zorunluluğuna göre eyleyen
şeye özgür der. Ona göre özgürlüğe karşıt olan şey zorunluluk değil, zorlanmadır: Kendi öz
belirlenimini sağlama vs. dışarıdan belirlenmişlik.
Tanrı/doğa dışsal belirlenime tabi değildir; ancak insan sonluluğu yüzünden her dem
belirlenmiştir, gerektirilir; bu yüzden özgür irade yoktur.
Tanrı/doğa ve onun tekil şeylerle ilişkisi: Tanrı, parçalarla kendini ereksellik olmadan dışa
vurur. (Esma'ül Hüsna ve Allah'ın zatı ilişkisi)
Tanrı/doğa sonsuz harekettir. Spinoza'da doğa ayrımı: 1. Natura naturans-doğalaştıran doğa:
Tanrı töz (Zat-etkin). 2. Natura naturata-doğalaştırılan doğa: Görünüre çıkan modus'lar (-
etkileşimli ve etkileyen, Esma'lar). Dolayısıyla biz doğanın üretimleri değil türetimleriyiz.
Conatus: Modus'ların kendi varlıklarını sürdürmekte ısrarlı olmalarıdır. İnsanda da taşta da
vardır bu. Ancak insanda farklı olarak hem düşünme hem de yayılım vardır; beden ve akıl
ayrımıdır bu.
Decartes'te üç farklı töz vardı: Beden, zihin ve Tanrı. Töz herhangi bir nedene dayanmadığı
için Spinoza yalnızca bir töz olabileceğini söyler: Tanrı tözü. Modus'lar da tanrı/doğanın
sıfatlarıdır ve paralelizm ilişkisiyle beden ve akıl birdir. Beden ve akıl bir varlığın sıfatlarıdır.
Zihindeki düzenle şeylerin arasındaki düzen varlıksal olarak paraleldir-düşünen ve yayılan
şeylerin düzeni birdir. Biri diğerinin koşulu olarak bulunmaz.
Deleuze; her düşünceye karşılık bir yayılım sıfatı olmak zorunda. O yüzden fiziksiz soyut,
soyutsuz fizik yok.
Rosenfield; Zihin; geçmiş, gelecek ve şimdi arasındaki beden imgeleminin sürekli
etkileşimidir. Zihin bir bellektir ve bu bellek beden algısından gelir. Spinoza da aynı şekilde
zihni kuran fikrin beden nesnesi olduğunu söylüyor. Nesne nesneyi düşünce düşünceyi
etkiler. Beden etkileşimle şekle giriyorsa zihin de aynı şekilde şekle girer; dolayısıyla yine
özgür iradeden bahsedilemez. Doğadaki nesneler gibi insan da nedensellikten arı değildir.
Plotinos'un fikirlerine de benziyor: Taşma metaforu; su istemsizce bardaktaki suyu taşırır,
aynı şekilde töz de bunu kendi doğasına içkin bir şekilde yapar.
Einstein-Tanrı zar atmaz. (Tanrı/doğada olumsallık-olanaklılık yok; zorunluluk var. Kendi
içkin belirlenimleri var.)
Güncel bilimsel araştırmalar: Adamın birinin başına elektron bağlıyorlar ve her sinyalde
başını çevirmesini sağlıyorlar. Asal neden o sinyalken adam her seferinde başını çevirmesine
bir neden uyduruyor-suyu almak için, bilmem ne ilgimi çekti o yöne baktım gibi. Yani,
bardağı aldığında nörofiziksel olarak zaten karar verilmiş oluyor; sen nörofiziksel
aktivitelerin bir dışavurumusun. Ya da nörofiziksel aktivitelere hikaye uyduran bir hayvan
olarak bardağı almayı istediğini sanıyorsun. Aslında bunda bir problem yok: Çünkü tek bir
töze ve paralelliğe dayanır: Nörofiziksel aktivite olmasa eylem yok, eylem olmasa nörofizik
yok. Ayrıca tüm bunlar Tanrı/doğaya içkin.
Mutlu Spinoza, hangi eylemlerin hangi nedenlere bağlı olduğunun farkına vararak kısmen
özgür olabilir. Eylemlerin nedenlerini bulmak, farkındalığı arttırmak bunların zincirlerini
biraz olsun gevşetir. Spinoza, İbrahimi dinlerdeki gibi soncu yanılsamaya düşmez -Sınav
bitince yani erek bitince sonsuz yaşamda ereksiz kalacaksak, ve anlam ile erek arasında bağ
da kuruyorsak -ki kuruyoruz- ötede anlam yok-. Spinoza, Darwin gibidir: Evrim yalnızca bir
şey deniyor; önceden tasarlanmış değil.
Spinoza da dümdüz yaşa diyor çünkü sen de Tanrı/doğanın o ya da bu şekilde modus'larından
birisin.

Modern Felsefe - 2
Leibniz:
Mekaniğe kinetik enerji kavramını ekleyen ve daha birçok şey yapan Alman bir dahi. Ancak
pek ahlaklı değil. 15 bine yakın mektup geride bırakmış.
Tanrı düşüncesinde, ''Yeter sebep ilkesi'':
Mekanistik evren görüşünün (Aristoteles'teki bir şeyi bilmenin onun 4 nedenini-maddi,
formel, fail, ereksel- bilmek olduğunu söylediği yer) yeterli olmadığını söyler; çünkü
mekanistik evren görüşü evreni maddi ve formel nedene indirgemiştir. Neden öyle değil de
böyle oluyor'un yanıtı orada yoktur; varsa da ancak rastgelelik denilebilir.
Matematiksel mantığı kuran olarak Leibniz doğayı böyle mantıksal bir çerçevede
açıklayacaktır: Decartes, Spinoza ve Leibniz'de töz kavrayışı özne-yüklem kategorisinden
türüyor; her önerme özne ve yükleme indirgenebilir. Gerçek ve doğru başkadır: Bir
önermenin doğru olması gerçek olmasını gerektirmez. Özne ve yüklemin aynı olduğu
önermeler doğrudur (A=A; özdeşlik önermesi), ''Madde mekanda yer kaplar'' önermesi B
yüklemi A öznesinde tanım gereği içeriliyorsa bu tarz önermeler analitik önermedir; analitik
önermeler zorunludur. İki örnek daha: Kara kediler karadır. Anneler kadındır. (Anne tanımı
itibariyle kadınlığı barındırır.).
Madde yer kaplayan değildir ve madde madde değildir; çelişmezliğe ve özdeşliğe göre
yanlıştır. Kural 1: Çelişmezliğe göre analitik önermeler her durumda, zorunlu olarak
doğrudur (Leibniz'in zorunlu doğruları)
Sezar Rubicon ırmağını geçti önermesine bakalım. Geçmek Sezar olmaklığın bir parçası
olduğu için yani yüklem öznede içeriliyor. (Leibniz'in İçerilme kavramı). Dolayısıyla analitik
bir önerme ve doğru. Sezar Rubicon ırmağını geçmedi: Yine analitik ve doğru. Bu aslında
öznedeki yüklem ilkesidir: Özne bireysel bir töz ise ona sonsuz sayıda yüklem yüklenebilir.
Bu noktada analitik önermeleri olumsallaştırır.
Fiziksel dünya olumsaldır. Ancak olumsalın zorunluluğunu tesis etmek için bir şey gereklidir;
her şey mümkünlülüğünde olanın böyle olmuş olma nedenini Leibniz Yeter sebep ilkesi ile
açıklar.
Yeter sebep ilkesi: Fizik nasıl'ı söyler ama neden'i ancak metafizik söyler. Dolayısıyla,
Leibniz, kendisi açıklamaya muhtaç olmayan zorunlu yasa (Tanrı) kavramına gelir. Yani,
olumsalın varlığı zorunlu olanı koşul kılar. Kısaca: Sonsuz olurların içinde 1 tane olan varsa
Tanrı vardır.
Kural 2: Bütün doğru önermeler analitiktir.
Leibniz bireysel tözleri kavram haline getirdi (Sezarlık, Sezar olma hali gibi) ve tanrı-zorunlu
yasa- yoksa neden öyle değil de böyle olduğunu fiziksel alanda açıklayamayız, dedi.

Mekanistik Evren görüşü: Decartes, insanı saate benzetir. Hobbes'a göre de insan organların
hareketidir, beyin hesap makinesidir. Galile, evrenin dili matematikle yazılmıştır diye bir
ifadede bulunurken 18. yüzyılda La Mettrie insan karmaşık bir makinedir, der.
Leibniz atomun bile bölünebileceğini söyler: Sonsuz küçükler; sonsuzuncu. Ancak Leibniz
monad kavramıyla varlığı açıklar. Monad: Tek, bir, yalın.
Monad öğretisi: Bütün maddeler bileşik yapılıdır. Bileşik yapı basit, yalın töz gerektirir.
Monad'lar daha fazla bölünemeyen bileşikleri oluşturanlardır. Yer kaplama bile bir
bileşendir; yer kaplamayan monadlardan oluşur. Ve monadlar maddi değildir. Monadların
atomdan farkları bu. Atomların psişik kuvvetleridir.
Ayırt edilemezlerin özdeşliği ilkesi'ne göre monadlar farklı ve sonsuzdur, çeşitliliği
oluştururlar. Leibniz metafiziğinde yer kaplama değil, güç önemlidir. Evrende maddi tözler
yoktur, yalnızca metafizik güçler vardır. -Nitekim bugün bilim sayesinde biliyoruz ki fiziği
oluşturan şeyler kuvvetlerdir: Elektromanyetik kuvvet, kütle çekimi, güçlü ve zayıf nükleer
kuvvet.- Yalnızca eylemde bulunan tözler vardır.

Panpsişizm: Evrendeki her şey kendi içinde bilinçlidir. Bilinç seviyeleri vardır.

Mümkün dünyalar dünyası: Tanrı mümkün olan paralel evrenlerden en iyisini seçmiştir.
Kötülüksüz dünya daha iyi olmayabilir ve yalnızca saf iyiliğin varlığı özgür iradeyi yok eder.

John Locke:
Tabula Rasa, ''İnsan boş bir levhadır'' sözü ile deneycidir (empirizm). Bilgi duyusaldır.
Fikirlerin kaynakları: 5 duyu ile edinilen -dış duyum- ya da içe bakış deneyimiyle edinilenler
-dış duyum-. Bu ideler ikiye ayırılır: Basit -doğrudan- ve karmaşık -basit idelerin
işlenmesiyle edinilir-.
Grilik görebilmeyi, koku koklayabilmeyi gerektirir. Bu yüzden grilik ve hoş koku özneye
bağlı ikincil nitelikler'dir. Birincil niteliklerin özneden bağımsız olduğunu ileri sürer.
Locke'un siyaset felsefesi: Hürriyet (yaşam hakkı) ve mülkiyet (devletin koruması altında
olması gerekir; kişinin emek verdiği nesne üzerinde mülkiyet hakkı vardır -beden dahil-.)

Berkeley:
Felsefesi mutlağın arayışıdır. Tüm kavramları idealizm ve materyalizme indirgeyebiliriz.
Sabit Antik Yunan'da arkhe iken, ortaçağda bu Tanrı oldu, Decartes'te töz oldu, Hegel ve
inançlı Berkeley de ise bu tin'dir. Nietzsche'de mutlak öldü.
Hoffman, dış dünya elektriksel sinyallerin görüntüsüdür: Gerçekliğin kendisi (kodlar) ve
görüntüsü (grafik arayüzü). Gerçekliğin tamamını algılamak bizi yok eder, der.
Berkeley'e göre algılanın ötesinde dünyayı bilmek imkansızdır. O, zaten algının ötesinde bir
gerçekliğin olmadığını söyler. Locke' a yanıt olarak öznedeki kokuyu, rengi aslında şeylerin
deneyimlenebilirliğini kaldırdığımızda özne de kalmaz. Kaşık deneyimime sunulanlar
kadardır; bu sunumu kaldırırsak ortada kaşık kalmaz. Berkeley şöyle der: Nesne ve duyum
aynı şeydir. Aslında maddi töz, kendinde gerçeklik (nesnenin tüm nitelikleri kaldırdığımızda
elimizde kalacak olan) inancına karşı çıkar. Birincil ve ikincil nitelikler birbirine bağlıdır.

Sahte isimler eleştirisi: Kimse tözü algılamıyor; hiçbir zaman algılanmayan bir şeyin var
olduğunu söylemek saçmadır; bir dil oyunudur.
17. yy materyalistlerin düşüncesi: Tanrı, maddeyi yaratır ve duyumsarım sonra da ideler
oluşur. Berkeley der ki o halde maddeye ihtiyacım kalmadan Tanrı direkt idelerimi oluşturur
desem yanılmam; immateryalist idelizm-Maddesiz idealizm.
Şeyin var olması algılandığı anlamına gelir. Copleston: Onların özleri algılanmaktır, der.
Berkeley: Var olmak algılanmaktır. Varlığından emin olabileceğimiz tek şey zihindir.
Tanrı'nın mutlak zihni biz olmasak da evreni algılar. Fizik yasaları bir fikirdir; nedensellik
zihinsel bir alışkanlıktır. Tek neden Tanrı'nın kendisidir.

David Hume:
Newton'un bilimde yaptığını felsefede yapmaya çalışır: Nedensellik.
İzlenimler ve ideler: Bütün idelerin kökeninde izlenimler vardır. Çünkü zihin imgelerle
karmaşık ideler üretebilir. İzlenim idelere dayanır. İzlenimler daha güçlüdürler. At (İzlenim)
+ pembe (izlenim) = Unicorn.
John Locke gibi devam ediyor.
Kendilik: Sabit kalan töz olduğunu düşünmez; o da algılarla inşa edilir.
Problem izlenimlerden çok idelere sahip olmamızdır. Kesin kanıtlanmış
(kanıtlayıcı/demonstratif-apriori olarak bilinebilirler/analitik) ile olması muhtemel
(olası/probable/sentetik) ayrımını doğuruyor. Bu bilgileri gündelik yaşamda karıştırdığımızı
söyler. Bunların dışındaki önermeler anlamsızdır: Hume'un çatalı.
"Güneş yarın doğacak" önermesi ne kanıtlanabilir ne de olasılık -deneyimle doğrulanamaz ve
hem muhtemel hem de değildir- dahilindedir. Güneş'in yarın doğacağını bilmemiz aslında
alışkanlıktır. Geleceğe yönelik önermelerde problem doğuyor: Bilimselliğin zaafı.
Rasyonel olan aslında deneyimlere dayalı alışkanlıklardır. Çünkü aslında bizim A'dan B'ye
yol açacak bir şey görmediğimizi söyler. Gördüğümüz sürekliliğin, arka arkaya olmasına dair
alışkanlığıdır. Nedensellik kendi içinde zorunlu değildir. Şeylerin nedensel zorunluluğu
şeylerin kendisinde değil, insan aklındadır.
Nedensellik insan aklının bir çıktısıysa ilk neden aramak da makul değildir.
Kant:
1784 - Kant Aydınlanma Nedir? metni.
1789 - Fransız İhtilali
1830 - Halka yol gösteren özgürlük tablosu

Kant'ın üç büyük eseri ve projesi: Saf aklı eleştirisi (neyi bilebilirim?), pratik aklın eleştirisi
(ne yapmalıyım?), yargı yetisinin eleştirisi (neyi umut edebilirim?). Kant'ın üç kritiği
bunlardır. -Akıl ele aldığı konuya göre şekil değiştirir.

Rönesans'ta aklın öne çıkması ve reform ile kilisenin otoritesinin zayıflaması etkili oldu.
Decartes nesne ve özneyi birbirinden ayırmıştı ve merkezde özne vardı: Düşünüyorum
öyleyse varım. Locke: Tabula Rasa. Hume: Nedensellik alışkanlıktır -aslında ardıllıktır. Kant:
Transandantal felsefe. Aydınlanmanın arka planında bu fikirler vardır. Kant: -Aklını
kullanma cesareti göster. Dini, geleneksel dogmalardan kurtul.
Bugün öznenin yitiminden bahsediyoruz -postmodern- ancak bu karşı çıkılan özne Kant'ın
öznesidir.
Kant, epistemoloji üzerine çalışmıştır. Kant şunun yanıtını arar: Ahlaki yaşam; amacı her
zaman şu projesidir: Ahlak metafiziği. -Doğa alemini ahlaki bir aleme dönüştürmek amacı. Bu
yüzden, duruma göre değişmeyen tüm eylemlerimizi sınayabileceğimiz bir ahlak yasası arar.
Doğa nedenselliğin zorunluluğuna tabi olduğu için ahlaki değildir. Fizikteki her şeyin teorisi
gibi ahlaki, sosyal bir formül arıyor. Bu yüzden insanın pratik alanda tüm eylemlerinden
sorumlu olmasını bekler; bunu topluma aplike eder: Dünya yurttaşlığı.
Dönemi itibariyle Tanrı zaafa uğradığı için ahlakın temeli olan Tanrı'yı aslında Akıl'la
değiştiriyor ve ahlakı akli bir temele yaslamak istiyor.
Doğada nedensellik, ahlaki tutumda özgürlük önemlidir. Yani, bu mutlak ahlaki yasa hem
zorunlu olacak hem de özgür seçimlere bağlı. Günah işleme potansiyeli olmasaydı ahlaki bir
seçim de olmazdı.
Kant, onun Hume'ın uyandırdığını söyler ve epistomojisine başlar. Saf Aklın Eleştirisi: Amaç,
aklın haritasını çıkarmak; Sorusu: Neyi bilebilirim?..
Noumen vs. Fenomen: Öz ve görünüş arasında fark vardı; Platon'dan beri var olan bir görüş
olarak. Fakat Kant, sen şeylerin kendisini değil, yargı yetinin sana söylemiş olduğu biçimini
bilebiliyorsun, der; tıpkı input ve output gibi. Yani ''kendinde şey''i -noumen- değil, output'u,
fenomeni biliyorsun. Kendi varsayımlarınla baktığın dünyadan varsayımına uygun fenomeni
deneyimliyorsun. Bir şeyin ne olduğunu bilmenin imkanı yok; bu senin yetilerinin
kapsamında değil. Noumen- kendinde şey: Bu ilkece -epistemolojik çıkmaz- dolayısıyla
ulaşılamayacak olandır. Buna göre aslında, bilgiyi almıyoruz, bilgiyi kuruyoruz.
Hume'un de belirttiği gibi nedensellik de bizim onlar arasında kurduğumuz bir ilişki.
Nedensellikte ancak akla dair bir ide; bizde olup biten bir ilke. Bu ilkeler doğanın
kendisinden değil, saf aklın yapısından kaynaklanıyor. Bu yüzden deneyimi kuran akılda
ahlak yasasını arar.
Apriori vs. Aposteriori: Deneyimi kuran deneyimin kendisinden gelemez; bilgiyi kuranın
mantıksal önceliği olmalı (Kant'ın rasyonelizmi). Algılamanın kendi içsel yapısından
kaynaklanan, deneyimi kuran önsel ilkelere a priori diyoruz. Deneyimle gelene de
Aposteriori. Kant zaman ve mekanı deneyimden edinmiş olamam der. Çünkü her şeyi zaman-
mekan içinde kavrıyorum. Her faaliyetin, deneyimin zemini saf ben'dir.
Bana dışsal, Aposteriori olarak deneyimlediğim şeylerin dünyası: Trancendent. Bir de
Trancendent yapıyı kuran yetiler: Trancendental.
Hissetme yoluyla edilnilen temsiller, hissetme ve düşünme bağlantısını sağlayan hayalgücü -
hayalgücü olmasa bilgi olmazdı- tarafından kavranır hale gelir. Zamanda forma kavuşturma
anlamına gelen sentezleme ile temsiller düşünme yetisine taşınır. Düşünme yetisi de bu
temsillere üç farklı mekanizmasıyla eşlik eder: Anlama, yargı gücü ve akıl. Anladıktan sonra
yargıya gelen düşünce ile nesne tahsis edilir.
Malzemeler duyusallık ile dış dünyadan geldi; bu beliriş hissetmenin saf formları olan
zaman-mekan tarafından düzenlendi, anlama yetisinin kategorileri tarafından işlendi ve yargı
gücü ile nesne kurulmuş oldu.
Anatilik ve Sentetik: 1, 1'dir gibi analitik önermeler salt mantıktan çıkar; hem analitik hem de
deneyime dayanmamaları dolayısıyla apriori'dirler. Bir mavi renklidir, desem deneyime
ihtiyacım doğar; birleştirici niteliği vardır: Sentetik.
Matematik, mantık, geometri: Aprioridir, deneyime ihtiyacı yoktur. Ancak 7+5= 14 dersem
bu önerme Analitik apriori midir yoksa sentetik midir? Matematikte 7+5 aslında bize 12'yi
vermez; biz 7+5'i 12 sonucuyla genişlettiğimiz için sentetiktir. Matematik, deneyimi
içermemesi açısından apriori, genişletici bir bilgi vermesiyle sentetiktir. Geometri salt mantık
kadar mekan algısına dayanır; bu yüzden o da hem sentetik hem analitiktir.
Öyleyse bizim ahlak yasamız sentetik apriori bir yargı olmalı; Tümevarımsal değil,
Aposteriori değil, analitik değil. Aklın aşkın, kendi iç yapısından, transandantal zemininden
çıkması açısından da evrensel olacak.
Antagonizma: Bireyin kendisi için yapması ile topluma içkin bir birey olması yönünde
ikilemde bulunması. Kant bu problemi Rousseau'nun çözdüğü gibi çözmez (Tikelden tümele
vararak toplumsal bir sözleşmeyi onaylama yönünde); evrensel aklın bir idesi olarak bulmak
ister.
Kant'ın ahlakı ne yapılması gerektiğini söylemez, neden böyle yaptın? sorusunun
sınanabileceği bir ilkedir. Bu noktada, doğa felsefesi ile ilgili olan saf akıl kurucuyken ahlak
felsefesinin konusu haline gelen pratik akıl kural koyucu oldu.
Ahlak toplumsallığı gerektirir. Güzel ve iyi için bir başkasına ihtiyaç duyarız. İnsanda
toplumsallaşma eğilimi vardır ve birey olarak yaşamak da güçlü bir arzudur. Teorik duyusal
görü çeşitliliğine apriori kavramlarla birlik sağlarken, pratik akılsa arzuların çeşitliliğine
apriori bir bakışla birlik sağlayacak.
-''Öyle davran ki davranışın ilkesi evrensel bir yasa olarak kabul edilsin.'' Yani, örnek olacak
şekilde davran, beyaz yalan bile atma, ahlaki çıkar, ödül duygusuyla değil de kendisi için
yapmalısın.
Yargı yetisinin eleştirisi: Boşlukta kalan yerleri doldurur. Soru: Neyi umabilirim? Neden
eylemlerim örnek teşkil etsin ki? Neden ahlaki olmak zorundayım? Pratik aklın eleştirisinde
ortaya koyduğu önerme bir zorunluluk barındırmıyordu.
Gefühl (Estetik): Güzellik ve yücelik, beğeni yargısı ahlakidir. Nesne kendinde şey olduğu
için ona dair bir şey söyleyemiyorduk, öyleyse beğeni nesneye değil de nesne deneyimine
ilişkin. Nesne deneyimi de tüm insanlarda algı ve yargıya nüfuz eden biçimsel niteliklerle
kuruluyor. Dolayısıyla beğeni özneler arası olmasıyla öne çıkıyor. Yani, bende uyanan
güzellik bireyselliğin ötesinde, aslında herkeste olan yetilerle transandantalsa burada ortak bir
duyu vardır.
Gemeinsinn (Ortak duyu): Güzelliğin özneler arası olmasıdır. Güzel gerçekten güzeldir der
ve evrenseldir, zorunluluktur. Özneler farklı olsa da nesneyi kurduğumuz, yargıda
bulunduğumuz, yargıda bulunmamızı sağlayan yetiler ortak. Güzel ortak duyuya hitap eder.
''Güzel ahlaki iyi'nin sembolüdür.'' Estetik ortak duyumuz varsa ahlaki ortaklığın umudu
vardır. Güzellik ve yücelik bize bir ahlak duygusu hatta bir özgürlük tecrübesi verir. Güzellik
ile insan bir türün parçası olduğunu, başkalarına değer vermenin mümkünlülüğünü,
anlaşmanın zeminini sağlar. Güzel, ahlaki bir motivasyon ve umuttur. Kant etiği estetik
dönüşüme uğradı. (Homo Esteticus: Estetik yargılarda bulunabilen insan.)
Geist (Tin): Sanatsal zeka.
Jacobi:
Alman idealizminin bir ismidir ve Nihilizm'i ilk kez ortaya atan kişidir. Özgün bir öğretisi
yok ama değerli eleştirileri var. Akıl çağını, aydınlanma fikrini eleştirir. Kant akla ilişkin
şöyle bir ayrıma gitmişti: Akıl neleri bilebilir ve neleri bilemez, inanca yer açabilmek için
bilinebiliri sınırladı; aklın nesnesi olmayan ''aşkın'' mevzuları inancın nesnesi olduğunu
söylemişti. Jacobi'nin eleştirisi burada başlar: Akıl çağının iddiası tanrı ve ahlakı akli bir
zemine oturtmak ancak bu felsefe ya Spinozacı bir şekilde ateizme gidecek ya da bu
Rasyonalizm bizi nihilizme sürükleyecek.
1785 panteizm (Spinoza) tartışması; Lessing (Rasyonalist) vefat ediyor, yakın arkadaşı
Mendelsson (Rasyonalist) yazı kaleme alacak. Jacobi, Mendelsson'a mektup atıyor: Lessing
aslında bir Spinozacı olduğunu bana itiraf etmişti. Spinoza bilimsel natüralizmin
öncülerinden biridir ve ibrahimi dinlerin tanrısını dışlamasıyla ateisttir -etkin, edilgin
Tanrı/doğa fikirleriyle-. Buradaki tehlike bir rasyonalistin son anda ateist olduğunu
açıklamasındadır. Jacobi akılcılık ateizme götürürü buradan destekler ve aydınlamacıları bu
endişelendirir.
Kant'a geri dönelim: Kendisinde şey -noumen- bilinemez. Deneyimin kategorilerinden
süzülen fenomenler bilinebilir -Zihin sarayının içine insanı hapsetti-. Kant yine de makul
ancak Jacobi, aklın eleştirisini de eleştiriyor: Kant'ın söylediği gibi nesneyi kuran akla
ilkelerini veren nedir? Jacobi bu ilkelerin de dogmatik olmak zorunda olduğunu söyler; aklın
kendi kendini temellendirecek, güvenliğini sağlayacak bir şeye ihtiyacı vardır ancak akıl
bunu kendi kendine yapamaz. Sonuçta hiçbir yapı kendi kendisini temellendiremez.
Dolayısıyla aklın dışında bir şeyi bilemem diyorsak da bu Nihilizm'e çıkar.
Kant'ın yaptığının bir çıkarım yetisi olan aklın fazla kutsanması olduğunu ve aklın bir töz gibi
kavranmasının hatalı olduğunu ifade eder.
Jacobi şunu önerir: Ya aşkın Tanrı'yı kabul edeceksin ya Nihilizm batağına saplanacaksın ya
da Spinozacı bir a-teizm benimseyeceksin. Jacobi doğrudan iman sıçraması yaşamayı önerir.

Hobbes ve Rousseau:
Devlet Platon için düzen sağlayan doğal bir olgu. Aristoteles için devlet insan olmanın
doğasına uygundur.
Rönesans'ta doğal vs. pozitif hukuk; doğa-inşa edilen yasa tartışmaları Tanrı'nın yasaları
kavrayışını değiştirdi.
17-18 yy.de sözleşme teorileri ortaya attanlar: Hobbes, Rousseau, Locke. Hobbes ve
Rousseau'a göre devlet sözleşme temelli, yapay bir yapıdır. Devlet tanrısal değilse neden
toplumsallaştık? -Bu sorunun yanıtını arayan hipotezlere doğa durumu denir-

Hobbes; siyaset felsefesi yapıyor ve önce özneyi anlarsak devleti de anlayabiliriz, diyor.
İnsan bencil , kuşkulu, zararlı bir varlık, *insan insanın kurdudur: Devlet yoksa savaş var.
Devletin kurulmasının nedeni: Ölüm korkusu ve güvenlik -sevgi, işbirliği falan değil yani.-
Devlet iki kişinin haklarını sözleşmeyle devretmesidir.

Rousseau; devleti mülkiyet kavramı üzerinden temellendirir. Çitleri çeviren ve burası benim
diyen ilk insan medeniyetin temelini atmıştır, der ve ekler bunu birisi durdursaydı bütün
kötülüğü engellemiş olurdu.
Ona göre insan doğal durumunda bencil değildir, tam da mülkiyet bilincindeki insanın bakış
açısından bakıldığında insan bencil gözükür, der. Yani, insan yapay nitelikler yüzünden
''kötü''dür. Yani, doğal ve yapayı birbirinden ayırmalıyız. Hobbes'un savaşı engelleyen devlet
fikri yerine savaş zaten tam da devlet yüzünden var, diyor özetle.
İnsan toplumsallaşmadıkça savaşmasa da vahşidir. Ancak doğadaki zorluklar insanı birbirine
yaklaştırmış ve toplumsallaştırmıştır. Yetkinleşme arttıkça mülkiyet doğdu. Toplumsallaşma
oldukça savaşlar başladı, der. Toplumsal iş bölümü: Mülk sahibi zenginler ve mülksüz
yoksullar -işler kötüye gitti-. Bu yüzden devlet, son tahlilde; yapay, yalancı tahakkümü
artırmak için var olan sözleşmedir.
Devlet, her iki filozof için de varlığını bir amaca dayandırır; insan için bir amaca hizmet
etmeyen devlet, devlet değildir. (Pek, Türkiye Simülasyonu nedir? Süreniz başladı.)

Modern Felsefe - 3
Hegel:
-Bütün yalnızca kendi gelişim süreciyle tamlığına ulaşan doğal özdür.
Roland Barthes: Yazarın ölümü metni sonsuz olasılıklara açar.
Sartre, Heidegger'i yanlış anlamıştır ama böylece Sartre olmuştur.
Kendi çağının filozofudur; mutlak yapıların çöktüğü Fransız Devrimi dönemi. Kişisel
ilişkileri felsefesini şekillendirmiştir.
Hegel'in Kant eleştirisi: Kant saf aklın eleştirisinde neyi bilip bilebileceğimi araştırmıştı.
Kant'ta şeyin kendisi ve aklın mekanizmasının bir çıktısı olan izlenimi vardı, bu bir ikilik
doğurdu ve özne merkez halindeydi. Decartes ile başlayıp Kant'ta zirveye varan özne
merkezli akıl ham maddenin kendisini değil, işlediği ürünleri bilebiliyordu. Hegel; numen ve
fenomen ayrımını reddeder, insanı bir tür makine gibi görülmesini eleştirir, beden-zihin
ayrımı oluşturan fikirleri yadsıyarak bunların zaten olmadığını göstermek ister.
Varlık organik ve canlı bir bütündür. Varlık, Tanrı tarafından belirlenmez, kendi içkinliğinde
organize olur: İçkinlik metafiziği.
Metafizik; mantık bilimi ile aynı anlama gelir. Hegel'de doğaüstü hiçbir şey yoktur. Mutlak,
kendi özünün zorunlu olarak var oluşunu gerektirdiği şeydir; varlık vardır kadar net.
Dolayısıyla varlık soyut ve yalıtılmış da değil. Tıpkı Spinoza'daki gibi tek bir töz var: Mutlak
evrenin kendisidir (gerçeklik varlığa içkin). (Bunu evrim teorisi gibi düşünüyorum: Varlık
hep var ama evrilmesi metafizik bir gönderme ve aynı zamanda, aslında son derece materyal,
ereksel değil ama akıl gereği nedensel bir fenomen olarak deneyimlenen bir koşulda.)
Varlığın süreci; amacı; insan, varlığın amaç ve süreciyle nasıl bir ilişki içindedir? gibi
soruları yanıtlar. Hegel'de her şey potansiyelden edimselliğe gider, varlık dinamiktir, oluştur.
Oluş: Belirlenimci ve mekanik determinist Spinoza'dan burada ayrılır ve Darwin'deki gibi
doğanın ulaşmaya çalıştığı bir son tasarımı yoktur. Aristoteles'in ereksel determinizmininden
de ayrılır (A'dan D'yi kurguladığımız, amaçladığımız için D, A'nın sonucu olduğu kadar
nedenidir. -Teleoloji-). Hegel, varlığın bir nedeni olmasa da süreçle birlikte kendini
gerçekleştiren bir potansiyel olduğunu söyler; varlığı, bitmiş bir resmin katlarının açılması
gibi almaz. Hegel'de öz kendi etkinliğinin sonucudur. Parmenides'teki gibi varlık bütün ama
sabit değil; Spinoza'daki gibi canlı ama mekanistik değil; Aristoteles'teki gibi amaca ilerliyor
ama dışarıdan bir müdahale yok. Sonsuz, sonsuz devinimdir.
Tin Felsefesi'nde; tinin özü özgürlüktür, yaşam bilincidir. Hegel'in tarih (süreç anlamında)
anlayışında dünya tarihi akla uygun bir biçimde gelişmiştir. Mutlağın kendini aşama aşama
gerçekleştirdiği sahne tarihtir. Tekile ait bilinç öznel tindir, devlet gibi sosyal kurumlar da
nesnel tindir. Tarih özgürlük bilincine doğru aşamalı ilerlemedir.
Varlığın hedefi kendi içindeki merkeze yani kendinedir. Mutlak rasyonel bir biçimde
potansiyelini edimsel olarak gerçekleştirecektir.
Doğal bilinç, doğa içinde kendini bulur ve dairesel olarak kendi kendisini düşünür. Kendisini
kendisi olarak ortaya koyamadığı için ilerler. Doğal bilinçte mutlağa doğru gidişat vardır.
Diyalektik: Oluş ve zaman kavramlarını kapsayan bir biçimde organik bir bütününde hareket
sağlayan zıtlıklar. Bilinç, farklılıkları deneyimleyerek süreç sonunda aynılaştırarak yetkinlik
edinir. Doğal bilinç kendi kendisini deneyimliyor, kendi kendisinin üzerine düşünüyor; kendi
kendisini kendisi olmayanlar üzerinden de deneyimliyor; bu farklılığın bilincine vardığında
onları da içerdiği için onlarla aynılaşıyor.
Aufhebung: Zıtlıklar birbirini içererek aşar. Örneğin: Kişinin kendi tarihine bakması buna
örnektir; hem 5 hem 18 hem de 37 yaşındaki Fatih'sin. Rilke: -Hayatımı birbiri içine geçen
halkalar olarak yaşarım.
İnsan ve dünya tarihinin kendisi Hegel'ci bir diyalektiktir.
Bilincin serüveni: Deneyimi aşan bilinç deneyimi yaşadığının farkındadır. Anaksagoras'a
göre Nous -akıl- dünyada hüküm sürer. Hegel buna katılır ve ekler: Akıl kendi eylemlerinin
de bilincindedir. Bilincin kendi kendini deneyimlemesi teorik değil, pratik bir şeydir. Mantık
bilimindeki gibi; öz ve var oluşun birliği edimselliktir.

Schopenhauer:
-Varoluşun en mutlu hali hiç var olmamasıdır.
Berlin Üniversitesi'nde felsefe okuyor ve öğretim üyesi oluyor. Hegel ile rakip oluyor, onunla
yarışıyor. Okulu bırakıyor ve kendisini felsefesine adıyor. Hayatı ve felsefesi arasında
uçurum var. Kadınları aşağılıyor, zengin bir kibirli gibi davranıyor vs.
Hinduizm ve Budizm (Budizm'in 4 yüce gerçek doktrini: yaşam acı çekmektir; acının kökeni
arzudur; umut vardır; umut sekiz aşamalı yüce yoldadır) ilgisi var. Kant ile ilişkili. Hegel'den
de negatif olarak etkilenir. Hegel gibi varlığın kademeli bir özgürlüğe gittiğine inanmıyor,
iyimser buluyor. Tam aksine hiçbir nedenin ve sonucun olmadığını söylüyor.
İsteme-istenç-irade ve tasarım olarak dünya; -Dünya benim tasarımımdır. Dünya ve ben aynı
şeyi istiyorum. Bu durumda yapabileceğim nedir? İstemeyi azaltmak acıyı dindirir.
Spinoza ve Kant'tan övgüyle bahseder. Kant'ın numen ve fenomen ayrımında, dünya
fenomenolojik olarak tasarımdır: Özne'nin zihnindeki apriori formlarla inşa edilmiş bir
tasarım, temsildir dünya. Schopenhauer bu ayrımın yeterince açık olmadığını söyler ve sorar:
Kendinde şey olarak dünya gerçekte nedir? (Kant'ın hakkında konuşamayız dediğini açıyor.)
Kant'ın numen ve fenomen diyerek iki farklı gerçeklik olarak ele aldığına bir varlığın iki
yüzü der. Düalizmi reddeder. Fenomen tasarım haline gelir; numen de isteme haline. Kant ile
aynı fikirdedir: Dünya deneyimini kuran apriori formlar olarak zaman, mekan ve hatta
nedenselliği kabul eder. Schopenhauer'ın özgünlüğü kendinde şey'in istemeye dönüşmesidir.
İlk kitap şöyle biter: Tasarım dünyasında kendi bedenimi başka şeyler gibi
deneyimlemiyorum.
İsteme: Schopenhauer'a kadar beden ve akıl ayrı şeylerdi. İbrahimi gelenekte olduğu gibi
insan akıllı -seçim yapabilme yetisi- olmasaydı; Tanrı tarafından yargılanamazdı. Bu yüzden
akıl ve beden ikiliği şarttı. Sonuçta, akıl hazza dur diyebildiği ölçüde Tanrı bizi
yargılayabiliyor. Schopenhauer bunların hiçbirinin mümkün olmadığını söyler.
İsteme bir şeyin var olmasını sağlayan şeydir. Varlık özü gereği kör bir istektir. Dünya
istencin nesneleşmiş halidir: İsteme ve tasarım olarak dünya ontolojik olarak iki farklı yapıda
değildir; aynı şeyin, dünyanın iki farklı yüzüdür. Akıl tasarım yönünde dünyayı kurarken,
anlarken yani onu fenomen olarak inşa ederken işe yararken; istemede akıl yoktur ve isteme
doğanın her parçasında mevcuttur.
Varlığın özü istençtir fikrini beden üzerinden şu minvalde kanıtlar: Arabanın hareketini
algılamanla kendi bedenini hareket ettirirken ki algın birbirinden farklıdır. Kendi bedenimde
içsel bir deneyim vardır; yani hem içsel bir deneyime -istemeye- hem de tasarım olarak
bedenimin hareket etmesine, dışsal bir tanıklık var. İsteme ve tasarımın bir olduğunun kanıtı:
Beden. (Şu tüm felsefe tarihinde şükür noktasına geldiğim andır bu; sonunda beden geri
döndü.)
İstemenin bir nesnesi olarak bedenimiz varsa doğadaki diğer şeylerde olduğu gibi beden de
nedenselliğin hükmündedir. Spinoza'dan farklı olarak akıl da -kendi kendisi üzerinde tasarruf
sahibi olduğu savıyla özgürlüğe ve etiğe alan sağlaması açısından- nedenselliğin hükmünde.
Özgür irade hiçbir koşulda yok.
-İnsan istediğini yapabilir ama neyi isteyeceğini isteyemez.
Akıl etik yaşantıyı kuramaz. Varlık olan istenç de doyurarak üstesinden gelebileceğimiz bir
şey değil. İnsanı bedene, bedeni doğaya, doğayı da saf bir istencin kendisine çekti. Amaçsız
koşuşturma dolu bir yaşam çıkarımı yapıyor -(Her şey yorumsa bu da bir yorum).
Etik: İstemenin kuklasıysak istemeyi, arzuyu aşağı çek -Uzak doğu felsefesindeki gibi-.
Estetik: Sanat, fiziksel dünyanın nedensellikten kurtulma imkanı tanır.

Nietzsche:
İnsanların yolu ikiye ayrılır: Huzur ve zevk için inananlar. Hakikat için sorgulayanlar.
Ayrıca, insan estetik deneyiminde yanılmaz.
Bir bütün, dizge kurgulamaması, meta-anlatı inşa etmemesi yönünden sistem filozofu değil.
Diğer filozofları hakikatperest bulur. Nietzsche'de nihilizm bir an, moment olarak vardır;
çünkü bu yıkımın ardından gelen bir yaratım vardır. Dinamizm ve yıkım-yaratım olduğu için
kutsal yoktur (yıkım ve yaratım). Yaşamı olumlar.
İdealistler (Sokrates, Platon, Aristo, Decartes, Kant...) -stabil bir hakikate yönelik- ve
Materyalistler (Kökü Herakleitos'a dayanır) -oluş, değişim, dinamik bir hakikate yönelik-
olarak iki ana gelenek vardır ve Nietzsche ''Yeryüzüne sadık kalın'' diyerek insanca bir
dinamik yolu takip eder.
Üst insan, Hristiyan ahlakının temsili Tanrı'nın ölümüyle -özgürleşme- kendi etik ve
estetiğini, hayatının anlamını üreten bir sanatçıdır. İnsan özgürlüğe mahkumdur çünkü
yaratılmamıştır. Buradan diyebiliriz ki varoluşçular pasif değil aktif nihilizm içindedir.
Güç İstenci: Spinoza'daki conatus yalnızca hayatta kalma iken onda gücü elinde tutma,
barındırma isteğidir. Delueze yorumu: İstenç egemenlik kurmak değil, yaratmak
anlamındadır; farklar olumlanır. Güç istenci diyalektik bir unsurdur.
Apollon ve Dionysos: Ölçü, düzen, akıl, uyum, müzik vs. dürtüler, şehvet, tutkular, esrime,
şarap, sarhoşluk. İkisi de tanrı olduğu için Yunanlılar diyalektiğin farkında.
Schopenhauer'dan Dionysos'a yaklaşarak burada ayrılır. Hristiyan ahlakının Dionysos'u
öldürdüğünü söyler. Varlığın yarısını yok eden Hristiyan ahlakı kendi doğamızın bir
parçasına yabancılaşmamıza neden oldu. Roma'nın köle ordusu yaratmak için uydurduğu
Hristiyan ahlakı statükoyu sürdürmek için vardır: ''Zenginler fakirlere tanrıdan başka hiçbir
şey bırakmadı''.
Tanrının ölümü: Bu bir teolojik eleştiri değildir. Kutsal anlatının ölümüdür. Bu nihilizm
aşamasıdır ve yıkımdır. Burada, farklı düşünmeye ve hissetmeye olanak vardır. O ahlakın
yok edilmesini söylerken, köle ahlakından bahseder; tümden insani ahlakın değil. Yıkımdan
sonra gelen yaratım: Kutsallar olmadan yaşama gücünüz var mı?
Üst insan: İnsanın aşılması gerekir. Yeryüzünde anlamı bulan insan. -Üst insan yeryüzünün
anlamıdır. O üst insanı bir çocukta bulur; yaşam bir oyundur ve yaşam neşeyle
olumlanmalıdır.
Bengi dönüş: Yaşamı öyle bir yaşayacağız ki hayat sonsuza kadar tekrar etse de neşeyle
olumlamak mümkün olsun.

Varoluşçuluk
Sokrates'ten önce doğayı anlamaya çalıştılar (Arkhe) ve sonrasında ''Nasıl yaşamalı?''
sorusuna yanıt aradılar. Varoluşçuluk düşünce biçimde bir havayı yansıtır; ortak desenler: 1.
Düşünceye karşı yaşam -Kavramlar yaşama içkindir. Dünyada oluş-. 2. Öz metafiziği
sonlanmıştır. -Ontik; sorusu: Nedir? (Bilimler yapar.), Ontolojik; sorusu: Anlamı nedir?
(Felsefe yapar.). 3. Zamansallık: İdealizm mutlak olanı ve zamanın ötesindeki sabiti arar.
Özellikle Kierkegaard ile birlikte felsefe nesnel bir bakış koymak yerine -bunu ontik bilimler
yapıyor- varoluşun bilgisini serimlemek amaç olacaktır. 4. Kaygı, özgürlük, bulantı gibi
kavramlar kullanılır.
Bireysel yaşam felsefi bir sorunsal haline geliyor.
Heidegger'deki otantik varoluş: Nietzsche'de olduğu gibi kişinin kendini yığınlardan
farklılaştırması, kendi sorumluluğunu almasıdır. -Herkes her zaman hiç kimsedir-. -İnsanın
özü varoluşudur-.
2 farklı varoluşçu kanal var: Teist (Kierkegaard) ve tanrı tanımaz (Nietzsche, Sartre, Camus).

Kierkegaard:
Felsefesi bireyselliğin etrafına kurulur. İnançlıdır. Takma isimle kitaplar yayımlar.
İnsanı ikiye ayıran akıl ve beden düalizmini eleştirir. Onun öncesinde hakikat tek tek bireyleri
kapsayan, zamanüstü, aynı zamanda bireyleri soyutlayan bir mutlak olarak ele alınıyordu.
Kant bile özneleri, öznenin aklı ile işlenilen şeyler sonucunda transandantal yetilerinde
birleştirir. Kierkegaard, hali hazırda nesnel bir bilgi arayışı varken onu öznelleştirir. -Öznellik
hakikattir, hakikat özneldir. Asıl mesele benim için hakiki olan bir hakikat bulmak.
Perspektivizm kurtulunması gereken bir şeyken felsefenin olanağı haline gelir. Nesnellik
yaşamak konusunda hiçbir şey söylemez.
Kendini düşünüm: -Kendimi araştırıyorum, benim fiziğim de metafiziğimde bu. Yaşamadan
yaşamanın felsefesi yapılamaz; yaşam ancak yaşarken anlaşılabilir.
Seçim yapmak insan olmanın anlamıdır. Yığından ayrılarak gerçekten seçim yapmaktan
bahseder. İnsan özgür doğmaz, seçim yaparak kendini yığınlardan özgürleştirir. Seçme ve
eyleme özgürlüğü kaygı yaratır ve bu dönüşüm için değer ve anlam üretir. Kendini seçmeye
dair umutlu ol ve eylemde bulun.
Özne merkezli ve varoluşçuluğun kurucusu. Varoluş zaten akıldışıdır. Dolayısıyla onu akılla
kavrayamayız, akıl yetersizdir. İnsanın varoluşu irrasyoneldir. Camus bu yüzden Kierkegaard
için absürdist der. Varoluş hesaplanabilir, soyutlanabilir değildir ve mutlak yoktur. Daha
önce filozofların yapmaya çalıştığı mutlak metafiziği ona göre Tanrı'ya şirk koşmaktır. Bunun
için yapılacak en iyi şey kişinin kendisini anlamasıdır; kişinin kendisi: Korkuları, tabuları,
bulantıları, umutları (Peki insan demez mi? Ey Kierkegaard peki ya inançları?)...
Varoluşun 3 evresi; Üç evre birbirlerini içererek aşar. Estetik (Faust, Don Juan), etik
(Sokrates, Agammenon), dinsel (Hz. İbrahim). İnsan en alttaki estetik evrede bilgiye hizmet
eden Faust gibi hazlara tutkundur. Burada kişi hazdan hazza koşar. Sonraki etik aşamada,
Sokrates'in acı çektiği halde olduğu gibi toplum için ahlaki seçim yapmasıdır. Son evre olan
dinsel evrede Hz. İbrahim gibi oğlunu kurban edebilir halde olmasıyla akıldışıdır, Tanrı'ya
teslimiyetteki özgürlüktedir.

Sartre:
Tanrı'nın yokluğundan yola çıkarak anlamı kişi ödül-ceza ikileminde ve ondan sıyrılarak
kendi kendine inşa etmek zorundadır. -Varoluş özden önce gelir-.
Dünyaya fırlatılmışlık: İnsan önce bir yabancılık içinde kendini var bulur -Aileni bile
seçmedin: Yabancı-, şeylerle ilişkilenir ve özünü tayin etme zorunluluğundadır. -İnsan
seçimleridir.
Özgürlük > Sorumluluk > Bulantı: Kierkegaard'a göre korkunun nesnesini tayin
edebilirsiniz ama kaygıda bu mümkün değildir, kaygı nesnesizdir. Sartre farklı bir biçimde
kaygı yerine bulantı kavramına işaret eder: İnsan bulantıdır.
Kendinde varlık ve kendi için varlık: Taş kendinde varlıktır, kendi değerini belirleyemez.
Kendi için varlık ise kendini gerçekleştirmek için hareket eder, bilinçlidir ve seçimleriyle
vardır; üst insan gibi insan kendini seçer.
Camus:
Kazıyarak bulabileceğimiz mutlak bir anlam yok. Sisyphos, tanrılara karşı gelince sürekli
olarak bir kayayı dağın tepesine itmekle cezalandırılır: Bu modern insanın trajedisidir; her
gün işe gidip gelmek vs. Ancak Camus Sisyphos'u mutlu hayal etmek gerektiğini söyler;
çünkü tanrılar onun ne yapacağını karar verse de eylemine karşı takınacağı tutumu
belirleyemezler.
Dünyaya fırlatıldık, kutsal anlam da yok ama kayayı nasıl iteceğimizi biz belirleriz. Anlamı
yaratmayı üstlen.

20. Yüzyıl Felsefesi - 4


Husserl:
Fenomenolojinin -öznelliğin bilimi- kurucusu. Heidegger onun öğrencisidir. Sistem
filozofudur; aksiyomlar üzerinden tutarlı bir evren sunar. Temel problemi: Zihin ve dil
dünyayı nasıl temsil eder? Analitik (mantıksal kaygılar, zihin) ve kıta felsefesinin (hümanist
kaygılar, edebiyat, dil) gelişiminde önemli rol oynadı.
Husserl, kendisini mantık filozofu olarak görür ve matematikçilerle iletişim halinde olmasına
rağmen kıta felsefesinin kurucusudur. O mantık teorisyenleri ile mantık filozoflarını
birbirinden ayrılmak gerektiğini söyler.
Semantik; anlam ve nesnelerin formları arasındaki sistematik korelasyonu ele alır. Bu sistemi
de bilincin yönelimselliğinde kuruyor. Bu da transandantal fenomenolojidir.
Bilincin bilimi; kıta felsefesini etkileyen Fenomenoloji: Pozitif bilimlerden ayrı bir
kavramdır, fenomenolojinin bilim olması için bir düşüncenin bilim statüsüne erişebilme
koşullarını inceler. 1. Nesnesi gösterilebilir olacak. 2. Esaslı bir yönteme, metodolojiye sahip
olacak.
Fenomenoloji görüngü bilimidir: Ontolojiden farklı olarak fenomenlerin bilimidir. Jeanson; -
görüngüler kişiden kişiye, filozoftan filozofa değiştiği için- nesnel bir anlamı olmadığını
söyler. Ponty ise fenomenlerde ortak bir çatı olduğunu söyler: Öznel insan bilinci.
1.Bilim kesinliğe ulaşmak ister.
2.Bilim deneyime dayanır.
3.Deneyim varsayımlar ve önyargılara bağlıdır.
4.Deneyim bilim değildir.
5.O halde deneyimin değil, bilincin deneyiminin bilimini yapalım.
Fenomenoloji bilincin özünün bilimidir -haliyle öznelliği içerir-.
Sinirbilim beynin hangi parçaları aktif onu bize gösterebilir ancak fenomenoloji bize kişinin
neyi deneyimlediğini karakterize eder. Bir tarafta birinci tekil şahıs bakışı, diğer yanda öznel
deneyimler: Nesnel bakış vs. öznel deneyim.
Fenomenoloji bir psikoloji değildir; onu psikoloji ve doğa bilimlerinden ayıran şey
deneyimde anlamın merkezi rolüdür. Nesneye doğru edim ve edimin içerisinde yatan anlam
ayrımındadır. Örneğin: Ağaç nesnesinde onun deneyiminden farklı olarak deneyiminin içeriği
vardır; yani ağacın anlamını araştırıyoruz. Görüngülerin anlamı yerine noema kavramını
kullanır. Ve noema hem nesnenin kendisinden hem de ediniminden farklıdır. Ağaçlar yanıp
kül olsa bile ağaç kavramı yanıp kül olmaz -Anlam nesneden farklıdır. Örneğin: Warhol'un
ağacı, Picasso'nun ağacı, Dali'nin ağacı vardır; ortak, logosantrik bir anlamda ama öznel
deneyim açısından bu ağaçlar birbirlerinden oldukça farklıdırlar. Deneyimler değişse bile
değişmeden kalan bir ağaç anlamı, noema'sı vardır. Resim sanatı özelinde: Deneyimdeki
ağaca dair her şeyi atarsak ne kalır? Doğadaki yatay ve dikey karşıtlığı dışında hiçbir şey -
doğal olmayan bir soyut resim-. Ressam Mondrian resimlerinde nesnel dünyanın
kendisinden yola çıkarak evrendeki aklı bulmaya çalışır. Husserl ise logosu deneyimin içinde
arar.
Deneyimin mantığını inceler: Ağaç anlamının ortaya çıkmasını sağlayan şey ne? Deforme
olan zürafayı insan bilinci ''zürafa'' olarak tanımlayabilir ancak bunu yapay zeka yapamaz -
captcha-. Anlam maddeden kaynaklanmaz; ilişkide açığa çıkar.
Bilinç bilimi: 1. Her deneyim bilinçlidir; bilinçsizlik fenomenolojinin konusu değildir. 2.
Bilinç her şeye yöneliktir; yönelimseldir.
Yönelimsellik: Bilinç bir etkinliktir. Su şişesine bilinçle yönelmekle su şisesini bilincin
nesnesi haline getirirsin: burada konu ne nesne ne de öznedir; bu ikisi arasındaki yönelimsel
etkinliktir. Yönelimsellik hem nesneyi hem bilinci var kılar.
Bilinç bir yönelimsellik, dolayısıyla bir ilişki ise ve bu ilişkinin yalnızca biyolojik değil,
tarihsel, psikolojik, toplumsal vs. belirlenimleri varsa konu nesneye dair tasavvurumuzun ne
şekilde kurulduğuna dair bir yöne gider. Öyleyse kadın olmak, iktidar vs. üzerine çalışmak da
fenomenolojiktir -Kıta felsefesicileri, dilsel bir şema yerine, anlamı dünyasal bir ilişkide
kurar: Derrida, Foucault, Beauvour vs.- Dolayısıyla fenomenoloji tüm felsefelere sinmiştir.
Fenomenolojide şeylere dair bir şüphe yoktur; böylece Husserl Fenomenolojik epokhe'yi
gerçekleştirir.
Yönelimsel ilişkide: Arka plan, özne, öznenin edimi, edinimin içeriği ve anlamı var, nesne
var, olanaklı deneyim ufku var.
Yaşama dünyası: Şeylerle bedeniniz aracılığıyla kurduğumuz bir ilişki vardır ve bu ister
istemez belirli bir alana sıkışmış bir perspektif verir. Örneğin tapınak kapısı bir şövalye için
başka bir şeyken marangoz için başka bir şeydir. Yani, nesnelerle kurduğumuz ilişki şeyin
kendisinde değil, içeriği ile kurduğumuz ilişkide ortaya çıkar. Bu noktada mutlak anlam yiter:
Postmodernizm.
Husserl ise bu noktada postmodern bir hamle yapmaz ve doğal dünyayı askıya alarak öze
yönelmemizi söyler. Yani, Epokhe: Doğal dünyaya dair tüm yargıları paranteze alarak
nesneye yönelmek. Böyle yapınca nesne yerine nesnenin deneyimine yönelmiş oluruz. -O
nesneye yönelik bilincimden, o nesneye yönelik bilincime yönelik düşünüm. Örneğin: Ağaç
nesnesi yerine ağaç deneyimimdeki ağaç özüne yönelim.
Platon'daki gibi bir ideden bahsetmiyor Husserl; o ağacı ağaç yapan şeyin deneyime içkin bir
form olduğunu söyler: Yönelimsellikle anlam etkileşimleri inceleriz. Husserl felsefesi çok
yönlü bir anlam araştırmasıdır: Anlam; mantıksal yapılarda nesnel, fenomenolojik yapılarda
öznel, kültürel yapılarda özneler arasıdır. Bunların hepsi -beden, zihin, kültürel varlık vs.-
bireyselin momentleridir.

Heidegger:
Bir Nazi'dir. Yahudi hocası Husserl'in devamıdır.
Varlık ve zaman: Dil imkansızın imkanıdır. -Dil varlığın evidir. Dil tarihsel yapıyla dolu
olması yüzünden kendi kavramlarını oluşturmuştur: Örneğin; Planton'a göre fenomen,
idealara göre en alttaki bir yansımadır, gölgedir; Kant'ta fenomen, saf aklın ilkelerince
kurulan nesne tasarımı; Husserl'de fenomen, kendi içinde logosu barındırandır.
Varlığın unutulmuşluğu: Varlığı açıklamaya çalışan fikirleri 4'e ayırarak onları eleştirir:
Kant'a, Aristoteles'e, Descartes'e ve mantığın tezine eleştiriler getirir. Bunlardaki en büyük
problemin varlığı insan ve nesne şeklinde bölümlenmesi olduğunu söyler. Bu eleştirilerinde
insanın dünyasallığının ve zamansallığının dışlandığını söyler. Decartes, Kant ve Husserl'ı bu
noktadan bilinç felsefesi yaptıkları yönünde eleştirir.
Heidegger tüm bu bilinç felsefesini bırakarak, Pre-Sokratik Yunanlılar gibi somut olanın
kavranışına yönelir.
Ontik bilimler ''Nedir?'' sorusunu yanıtlarken, felsefe ise ontolojiktir ve ''Ne anlama gelir?''
sorusuna yanıt arar. Anlam yönelimsel bir ilişkide açığa çıkar.
Dasein -insan- kavramı: İnsanın düşünebilmesi onu şeylerden farklılaştırmaz, bu insana
yalnızca varlığı soru konusu edinebilme olanağını sağlar. Yani, insanın düşünebilmesi onun
kurucu ilke olduğunu göstermez (Kant'a eleştiri). Yani dasein olmasa da şeyler vardır. Ancak
şeylerin varlığı onların var oldukları anlamına gelmez. Varlık ve var oluş birbirlerinden farklı
kelimeler; var-oluş, zamana tabi, etkin, değişimi barındıran bir mefhumdur.
Varlık üçe ayrılır: Zuhandensein (Somut alet,edavatlar), vorhandensein (Teorik, soyut
kavramlar), dasein (Varlık sorusunu sorabilen insan). Dasein'in özü onun düşünebilmesi,
bilinçli olması değil, varoluşudur.
Das man: Varlığı sorgulamamış herkes.
Da sein: Sorgulayan insan.
Desein'ın dünyasallığı: Das ding, bir şey tek bir şey değildir. Yaşama dünyasında
(lebenswelt) desein bir takım tutumlara sahiptir ve bu tutumlar tepkilerimizi belirler. Örneğin;
bir tapınağın tapınaklığı taşında değil, anlamındadır.
Bir biyolog olan Uexküll der ki; tavşanın fenomenleri ile insanların fenomenleri farklıdır.
Yani her canlı kendi çevresinde-umwelt-, kaygıları, ihtiyaçları doğrultusunda dünyasını
kurar. Sinirbilimsel bir deneyde tavşanların da kendisi için önemli olan şeylerden bir çevre
yarattığı ortaya çıkmıştır. (Anlamın temelde hayatta kalmak için türe özgü olması şoku
büyüktür Cem Uzan'a hapis şoku.)
In-der-welr-sein: Dünyada olmalık.
Mit-sein: Birlikte olmaklık.
Desein; dünyadaki varlığıyla, çevresinde birlikte oldukları kesişiminde onlarla anlam kurarak
bir fark oluşturur, varlık tarzını ortaya çıkarır.
Geworfenheit: Fırlatılmışlık.
Das man'dan Da sein'a geçebilmek için var olan koşulların -kendimizi içinde bulduğumuz
dünya- dışına çıkma amacıyla davranıp otantik bir var oluşu hedefleyebilmeliyiz.
Zamansallık: Ölüme doğru yaşadığının farkında olan de sein kaygılıdır ve onu hayatı
sorgulayarak otantik var oluşuna yönlendirir. De sein ''Anlam nedir?'' der ve insanı insan
yapan bu sorgulama olanağıysa ve bu olanağın temelinde zamansallık bulunuyorsa ''Varlık
zamandır'' çıkarımı çok da yanlış olmaz. De sein'a ölümlülüğü ödüldür.

Postmodernizm
Önce sanat eleştirisi sonra bir felsefe olmuştur. Modernite tamamlanınca kültür gerçek ikinci
bir doğa haline gelmiştir.

Lyotard, kavramı şekillendirir ve tanımlamaya çalışır: Postmodernizm meta-anlatılara


(Feminizm'den hristiyanlığa birçok meta-anlatı var...) bir şüphe meselesidir.
Kartezyen felsefenin özne tasavvuruna, hümanizmaya, aydınlanmanın öznesine karşıdır.
Postmodern'de; farklılıkları arar, özcülüğün karşıtlığı -tekillik şiddettir-, akıl yeti olarak
vardır, hiçbir kavram zaman ötesinde değildir, anlam öznenin bilincinde kurulmuş olmasına
rağmen anlam toplumsal pratiklerin sonucudur, bilim kutsal olmadığı gibi ideolojik olduğu
için nesnel değildir -erkeklerin inşa ettiği bir bilim, ilaçların erkek bedeninde denenmesi...-,
anlatılar kurar. Modern'de; evrenseli arar, homojendir, özcü, iktidarı temsil eden Akıl vardır,
her kavram zaman ötesidir, özne anlamı kurar, anlatı kurar.

Foucault:
Felsefi kavramların tümü (''İnsan'' kavramı bile-yüzyılın başında doğmuştur) ezeli değil,
kültüre içkin olarak vardır ve bilinçdışının kurallarıyla şekillenmiştir. Kesinlikle mutlak
doğru olduğunu varsaydığımız tüm kavramlar iktidarın tarihsel söylemidir. Anlam
değerlerinin hepsi iktidar tarafından belirlendi.

Derrida:
Dil, anlam belirli bir göstergeler sistemi içinde oluşur. Metnin dışı yoktur, anlam ötelenir.
Kelimelerin anlamları birbirine bağlıdır, anlam bir ilişki ve bağlamın ürünüdür. Örneğin;
Anne nedir? Anne doğurmuş kadındır. Doğurmak nedir? Bir şeyi dünyaya getirmektir. Dünya
nedir? Toprak parçasıdır. Toprak nedir?.. Anlam dil tarafından sürekli ötelenir. Dolayısıyla
kavramların mutlaklığı yoktur, kutsallar da kaygan bir zemin üzerinedir. Derrida'da

Yapısöküm: Kavramları parçalara ayırıp farklı olanaklarının farkına varma.


-Anlamın aşkınlığı şiddettir: Bir kavramı aşırı kutsallaştırdığımızda, mutlaklaştırdığımızda
yaşama dünyasındaki zamansal olan farklılıkları öldürürsünüz.

You might also like