Professional Documents
Culture Documents
İNSANİYET
İNSANİYET
¬v[¬&ÅI7!ö¬w´W²&ÅI7!ö¬yÁV7!ö¬v²K¬"
w[¬Q«B²K«9ö¬y¬"ö«—
«w[¬Q«W²%«!ö¬y¬A²E«.ö«—ö¬y¬7³!ö|«V«2ö«—
ö¯fÅW«E8ö_«9¬G±¬[«,ö|«V«2ö•«ŸÅK7!ö«—ö-
œ«ŸÅM7!ö«—ö«w[¬W«7@«Q²7!
ö±¬Æ«*ö¬yÁV¬7öf²W«E²7«!
İNSANİYET
Bu tabir, insanın fıtrat-ı asliye ve selimesi manasındadır ki onda zulüm, gaddarlık gibi şerli sıfatlara
bedel, merhamet ve iyilik meyilleri bulunur. Fakat zamanın bozuk cemiyeti insanın fıtrat-ı asliyesini
ekseriyetle bozduğundan, cemiyette vahşet manaları hükmeder diye Hz. Üstad şu izahatı veriyor:
“…herbir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı âhiret o büyük aile efradında
hükmetmezse; güzel ahlâkın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık,
rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya,
rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zahirî asayiş ve insaniyet altında, anarşistlik ve
vahşet manaları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler
sarhoşluğa, kavîler zulme, ihtiyarlar ağlamağa başlarlar.” Ş:227
İşte burada gayet sarih olarak menfî ve müsbet cemiyetin hususiyetlerini nazara verip menfî
cemiyetten uzak durulmasını hatırlatır.
“Evet insaniyet, iman ile insaniyet olduğunu; insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki
farkları gösterir. Çünki hayvan dünyaya geldiği vakit âdeta başka bir âlemde tekemmül etmiş
gibi istidadına göre mükemmel olarak gelir, yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya
iki ayda, bütün şerait-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavanin-i hayatını
öğrenir, meleke sahibi olur. İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i
ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur. Demek
hayvanın vazife-i asliyesi; taallümle tekemmül etmek değildir ve marifet kesbetmekle terakki
etmek değildir ve aczini göstermekle meded istemek, dua etmek değildir. Belki vazifesi;
istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubudiyet-i fiiliyedir.”S:315
Bu kısımda nazara verilen insan ve hayvan mukayesesi, insanın hususiyetlerini anlamak için
ehemmiyetli bir kıyaslamadır. Belki hayvanların yaradılmasındaki hikmetlerinden biridir. Bu hikmet için
olsa gerektir ki Risalelerde insan-hayvan mukayesesi çok geçer.
Keza, “İnsan fıtraten gayet zaîftir. Halbuki her şey ona ilişir, onu müteessir ve müteellim
eder. Hem gayet âcizdir. Halbuki belaları ve düşmanları pek çoktur. Hem gayet fakirdir.
Halbuki ihtiyacatı pek ziyadedir. Hem tenbel ve iktidarsızdır. Halbuki hayatın tekâlifi gayet
ağırdır. Hem insaniyet onu kâinatla alâkadar etmiştir. Halbuki sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin
zeval ve firakı, mütemadiyen onu incitiyor. Hem akıl ona yüksek maksadlar ve bâki meyveler
gösteriyor. Halbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısadır.” S:43
“Evet ey insan! Sen, nebatî cismaniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibariyle; sagir
bir cüz, hakir bir cüz'î, fakir bir mahluk, zaîf bir hayvansın ki; bütün dehşetli mevcudat-ı
seyyalenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun. Fakat muhabbet-i İlahiyenin ziyasını
tazammun eden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip;
insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın ve cüz'iyetin içinde bir küllîsin, küçüklüğün
içinde bir âlemsin ve hakaretin içinde öyle makamın büyük ve daire-i nezaretin geniş bir
nâzırsın ki, diyebilirsin: "Benim Rabb-ı Rahîm'im dünyayı bana bir hane yaptı. Ay ve güneşi,
İNSANİYET 2
o haneme bir lâmba; ve baharı, bir deste gül; ve yazı, bir sofra-i nimet; ve hayvanı, bana
hizmetkâr yaptı. Ve nebatatı, o hanemin zînetli levazımatı yapmıştır."” S:328
“Ey nefis! Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i
sâbıkadır. Evet biz ücretimizi almışız. Ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız. Çünki ey
nefis! Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Hâlık-ı Zülcelal, sana iştihalı bir mide
verdiğinden Rezzak ismiyle bütün mat'umatı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur.
Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz,
kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti, o
ellerin önüne koymuştur. Sonra manevî çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti sana
verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i nimet, o mide-i insaniyetin
önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır. Sonra nihayetsiz nimetleri isteyen ve
hadsiz rahmetin meyveleriyle tegaddi eden ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyeti ve imanı
sana verdiğinden, daire-i mümkinat ile beraber esma-i hüsna ve sıfât-ı mukaddesenin
dairesine şamil bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir. Sonra imanın bir nuru
olan muhabbeti sana vermekle, gayr-ı mütenahî bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana
ihsan etmiştir. Yani, cismaniyetin itibariyle küçük, zaîf, âciz, zelil, mukayyed, mahdud bir
cüz'sün. Onun ihsanıyla cüz'î bir cüz'den, küllî bir küll-ü nurani hükmüne geçtin. Zira hayatı
sana vermekle, cüz'iyetten bir nevi külliyete ve insaniyeti vermekle hakikî külliyete ve
İslâmiyeti vermekle ulvî ve nurani bir külliyete ve marifet ve muhabbeti vermekle muhit bir
nura seni çıkarmış.” S:360
“Kat'iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır.
Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki
marifetullahtır. Cinn ü insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki
muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o
muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin
nimet ve safi lezzet elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenab-ı
Hakk'ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil
mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen; nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen
ve maddeten mübtela olur. Evet şu perişan dünyada, âvâre nev'-i beşer içinde, semeresiz bir
hayatta; sahibsiz, hâmîsiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa
kaç para eder. İşte bu âvâre nev'-i beşer içinde, bu perişan fâni dünyada; insan, sahibini
tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar bîçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini
bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh
dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.” M:222
Vahşi reislere şiddetli bir hitab:
“[İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için, şu mahrem zeyil yazılmıştır.
Yani "Tuh o asrın gayretsiz adamlarına!" denildiği zaman, yüzümüze tükürükleri gelmemek
için veyahud silmek için yazılmıştır.
Avrupa'nın insaniyetperver maskesi altında vahşi reislerinin sağır kulakları çınlasın!..
Ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine
sokulsun! Ve bu asırda, yüzbin cihette "Yaşasın Cehennem" dedirten mimsiz
medeniyetperestlerin başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhaldir.]” M:429
Diye devam eden yazıda mütecaviz reislerin zulümlerini açığa çıkarır ve böylece halkı zalimlere karşı
ikaz eder. Evet, zalimlerin zulmi unutulmamalı diye dikkat çeken bir ayet şöyledir:
İNSANİYET 3
¬yÁV7! ¬•@Å<«@¬"ö²v-
Beşinci Âyette: ö
¬yÁV7!ö¬•@Å<«@¬"ö²v-
;²h±¬6«)«: ¬*xÇX7! ]«7¬!öcümlesinde makam-ı cifrîsi,
ö ö
şeddeliler birer sayılmak cihetinde bin üçyüz ellibir (1351) ederek Risale-i Nur’un şimdilik
beyanına iznim olmayan ehemmiyetli vazifesinin ve bu evamir-i Kur’aniyeyi imtisalinin
tarihine tam tamına tevafuk-u cifrî ve muvafakat-ı maneviye karinesiyle ve kıssadan hisse
almak münasebat-ı mefhumiye remzi ile Risale-i Nur’a îmaen bakar. Daha yazılacak çok
gaybî işaretler var, fakat izin verilmedi şimdilik kaldı.” Ş:726
Vücubiyetten gelen ve insaniyette cereyan eden ulvî meziyetler
“Kâinattaki hayret-nüma faaliyet-i daimenin hikmetinin üçüncü şubesi şudur ki: Herbir
merhamet sahibi, başkasını memnun etmekten mesrur olur; herbir şefkat sahibi, başkasını
mesrur etmekten memnun olur; herbir muhabbet sahibi, sevindirmeye lâyık mahlukları
sevindirmekle sevinir; herbir âlîcenab zât, başkasını mes'ud etmekle lezzet alır; her bir âdil
zât, ihkak-ı hak etmek ve müstehaklara ceza vermekte hukuk sahiblerini minnetdar etmekle
keyiflenir; hüner sahibi herbir san'atkâr, san'atını teşhir etmekle ve san'atının tasavvur ettiği
tarzda işlemesiyle ve istediği neticeleri vermesiyle iftihar eder.
İşte bu mezkûr düsturların herbiri birer kaide-i esasiyedir ki, kâinatta ve âlem-i
insaniyette cereyan ediyorlar. Bu kaidelerin esma-i İlahiyede cereyan ettiklerini gösteren üç
misal, Otuzikinci Söz'ün İkinci Mevkıfında izah edilmiştir.” L:349
“İşte insanın bu ehemmiyetli câmiiyetidir ki: Zât-ı Hayy-ı Kayyum, insana bütün
esmasını ihsas etmek ve bütün enva'-ı ihsanatını tattırmak için öyle iştihalı bir mide vermiş ki,
o midenin geniş sofrasını hadsiz enva'-ı mat'umatıyla kerimane doldurmuş. Hem bu maddî
mide gibi hayatı da bir mide yapmış. O hayat midesine duygular, eller hükmünde gayet geniş
bir sofra-i nimet açmış. O hayat ise, duyguları vasıtasıyla, o sofra-i nimetten her çeşit
istifadeler ile, teşekküratın her nev'ini yapar. Ve bu hayat midesinden sonra bir insaniyet
midesini vermiş ki, o mide, hayattan daha geniş bir dairede rızk ve nimet ister. Akıl ve fikir ve
hayal, o midenin elleri hükmünde, semavat ve zemin genişliğinde, o sofra-i rahmetten istifade
edip şükreder. Ve insaniyet midesinden sonra hadsiz geniş diğer bir sofra-i nimet açmak için,
İslâmiyet ve iman akidelerini, çok rızk ister bir manevî mide hükmüne getirip, onun rızk
sofrasının dairesini mümkinat dairesinin haricinde genişletip, esma-i İlahiyeyi de içine alır
kılmıştır ki, o mide ile İsm-i Rahman'ı ve İsm-i Hakîm'i en büyük bir zevk-i rızkî ile hisseder.
"Elhamdülillahi alâ Rahmaniyyetihi ve alâ Hakîmiyyetihi" der ve hakeza.. bu manevî mide-i
kübra ile hadsiz nimet-i İlahiyeden istifade edebilir ve bilhassa o midedeki muhabbet-i İlahiye
zevkinin daha başka bir dairesi var.” L:353
“O insaniyet ile o nimet-i vücud manevî ve maddî âlemlerde inkişaf ederek insana
mahsus duygularla o geniş sofralardan istifade yolunu açtı. Hem İslâmiyeti bana ihsan etti. O
İslâmiyet ile o nimet-i vücud, âlem-i gayb ve şehadet kadar genişlendi. Hem iman-ı
tahkikîyi in'am etti. O iman ile o nimet-i vücud, dünya ve âhireti içine aldı. Hem o imanda
marifet ve muhabbetini verdi. O marifet ve muhabbetle o nimet-i vücud içinde daire-i
mümkinattan âlem-i vücuba ve daire-i esma-i İlahiyeye kadar hamd ü sena ile istifade için
İNSANİYET 4
1
“Onbeşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür; belki onu Cehennem’den
kurtarır. Çünki âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî’ye (A.S.M.) bir lâkaydlık
perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (A.S.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz
omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (A.S.) mensub Hristiyanların
mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve
musibetzedeler, fakir ve zaîfler, müstebid büyük zalimlerin cebr ü şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o
musibet, onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalaletinden ve küfründen gelen
günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikattan haber aldım. Cenab-ı
Erhamürrâhimîn’e hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem-i şefkatten teselli buldum.
Eğer o felâketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan
âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.
Eğer o felâketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-ı beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve
mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın
manevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki; o musibeti onlar hakkında medar-ı şeref yapar, sevdirir.” K:111
2
Yani insanın bozulmamış fıtrat-ı asliyesine ve selimesine.
İNSANİYET 5
@®Q[¬W«% ¬Œ²*«²! ö
ise insaniyet-i kübra ve şeriat ise medeniyet-i fuzla (en faziletli) olduğundan; âlem-i
İslâmiyet, medine-i fâzıla-i Eflatuniye olmağa sezadır. (Haşiye)” D:40
Medeniyetten istifa meselesi:
“Medeniyetten istifam, sizi düşündürecek. Evet böyle istibdad ve sefahete ve zilletle
memzuç medeniyete, bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet, eşhası fakir ve sefih ve
ahlâksız eder. Fakat hakikî medeniyet nev'-i insanın terakki ve tekemmülüne ve mahiyet-i
nev'iyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan medeniyeti
istemek, insaniyeti istemektir.” D:48
(Haşiye)
: Bu sualler, kırk-elli masum mahpusun tahliyelerine sebeb oldu.