Download as doc, pdf, or txt
Download as doc, pdf, or txt
You are on page 1of 4

İRADE 1

¬v[¬&ÅI7!ö¬w´W²&ÅI7!ö¬yÁV7!ö¬v²K¬"
w[¬Q«B²K«9ö¬y¬"ö«—
«w[¬Q«W²%«!ö¬y¬A²E«.ö«—ö¬y¬7³!ö|«V«2ö«—
ö¯fÅW«E8ö_«9¬G±¬[«,ö|«V«2ö•«ŸÅK7!ö«—ö-

œ«ŸÅM7!ö«—ö«w[¬W«7@«Q²7!
ö±¬Æ«*ö¬yÁV¬7öf²W«E²7«!

İRADE
Emir. Ferman. Bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç. (İrâde, ihtiyârdan daha
geniştir, umumidir. İhtiyar, taraflardan birini diğerine tafdil ile beraber tercihtir. İrâde; yalnız
tercihtir. Mütekellimler bazan irâdeyi ihtiyar mânasında kullannmışlardır, irâdenin zıddı; kerâhet,
ihtiyarın zıddı icâb ve izdirardır. İrâde, hakikatte dâimâ ma'duma taâllûk eder. Çünkü, bir emrin
hûsul ve vücudu için o, tahsis ve takdir eder.) Fık: Cenâb-ı Hak İrâde sıfatı ile muttasıftır ve irâdesi
ezelidir. Yaratacağı şeyleri bu irâde sıfatı ile kendi hikmeti ile birer veche tahsis buyurur ve onun irade
buyurduğu mutlak olur.

İrade hakkında bir sual:


“Eğer desen: Tercih bilâ müreccih muhaldir. Halbuki, o emr-i itibarî dediğimiz kesb-i
insanî; bazan yapmak ve bazan yapmamak; eğer mûcib bir müreccih bulunmazsa tercih bilâ
müreccih lâzım gelir. Şu ise, usûl-ü kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder?
Elcevab: Tereccuh bilâ müreccih muhaldir.(Haşiye) Yani: Müreccihsiz, sebebsiz rüchaniyet
muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vaki'dir. İrade bir sıfattır. Onun şe'ni, böyle
bir işi görmektir.” S:468
İrade-i cüziye, irade-i külliyetin taallukuna şart-ı adidir
“İrade-i cüz'iye-i insaniye ve cüz'-i ihtiyariyesi çendan zaîftir, bir emr-i itibarîdir, fakat
Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaîf cüz'î iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı
âdi yapmıştır. Yani manen der: "Ey abdim! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda
götürürüm. Öyle ise mes'uliyet sana aittir!" Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu
omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen, o
çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette "Sen istedin"
diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenab-ı Hak, Ahkem-ül Hâkimîn, nihayet
za'fta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ona nazar eder.” S:468
İradenin mesuliyete merci olması
“Ey insan! Senin elinde gayet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta
eli gayet kısa, cüz'-i ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-
i hasenatın bir meyvesi olan Cennet'e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli
uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel'unenin bir
meyvesi olan Zakkum-u Cehennem'e yetişmesin. Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra
büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını
kırar.” S:468
İradenin ilmî bir tahlili

(Haşiye)
: Tereccuh ayrıdır, tercih edici ayrıdır, çok fark var.
İRADE 2

“Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar
itibariyle ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran
olan kavanine dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki: Eğer o kanun-u emrî, vücud-u
haricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun daima bâkidir. Daima
müstemir, sabittir. Hiçbir tegayyürat ve inkılabat, o kanunların vahdetine tesir etmez, bozmaz.
Meselâ: Bir incir ağacı ölse, dağılsa; onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı, zerre
gibi bir çekirdeğinde ölmeyerek bâki kalır. İşte madem en âdi ve zaîf emrî kanunlar dahi
böyle beka ile, devam ile alâkadardır. Elbette ruh-u insanî, değil yalnız beka ile, belki ebed-ül

âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir. Çünki ruh dahi Kur’anın nassı ile, ]
±¬"«* ¬h²8«! ²w¬8 ƒ:Çh7! ¬u5
ö ö ö ö ö (17:85)
ferman-ı celili ile
âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zîşuur ve bir namus-u zîhayattır ki; kudret-i ezeliye, ona
vücud-u haricî giydirmiş. Demek nasılki sıfat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz
kavanin, daima veya ağleben bâki kalıyor. Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı
iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekaya mazhar olmak daha ziyade kat’îdir,
lâyıktır. Çünki zîvücuddur, hakikat-ı hariciye sahibidir. Hem onlardan daha kavîdir, daha
ulvîdir. Çünki zîşuurdur. Hem onlardan daha daimîdir, daha kıymetdardır. Çünki
zîhayattır.” S:518
“Şu temsil-i itaat sırrının hakikatı şudur ki: Kâinatta, bittecrübe herşeyin bir nokta-i
kemali vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır. Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf
ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, incizab olur ve incizab, iştiyak, ihtiyaç, meyil; Cenab-ı
Hakk'ın evamir-i tekviniyesinin, mahiyet-i eşya tarafından birer habbe ve nüve-i imtisalidirler.
Mümkinat mahiyetlerinin mutlak kemali, mutlak vücuddur. Hususî kemali, istidadlarını
kuvveden fiile çıkaran ona mahsus bir vücuddur. İşte bütün kâinatın "Kün" emrine itaatı,
birtek nefer hükmünde olan bir zerrenin itaatı gibidir. İrade-i ezeliyeden gelen "Kün"
emr-i ezelîsine mümkinatın itaatı ve imtisalinde, yine iradenin tecellisi olan meyil ve ihtiyaç
ve şevk ve incizab; birden, beraber mündemiçtir. Latif su, nazik bir meyille incimad emrini
aldığı vakit demiri parçalaması, itaat sırrının kuvvetini gösterir.”S:528
Zamanlı mekânlı ve sebebler dairesinde cereyan eden dünyevî varlıklar ve hadiseler
hakkındaki sade lisan ile anlatılan cilve-i irade-i ilahiye her ne kadar bu dünyevî lisanla
bilmecburiye ananlatılıyor. Fakat hakikatta zamanlı ve sebebler dairesinde değildir.
Şöyle ki:
“Kâinat bir şecere hükmünde olduğu için, herbir şecere, kâinatın hakaikına misal
olabilir. İşte biz de şu odamızın önündeki muhteşem, muazzam çınar ağacını, kâinata bir
misal-i musaggar hükmünde tutup, kâinattaki cilve-i ehadiyeti onun ile göstereceğiz. Şöyle ki:
Şu ağacın, lâakal on bin meyvesi var. Herbir meyvesinin, lâakal yüzer kanatlı çekirdeği
var. Bütün on bin meyve ve bir milyon çekirdek; bir anda, beraber bir san'at ve icada
mazhardırlar. Halbuki şu ağacın çekirdek-i aslîsinde ve kökünde ve gövdesinde, cüz'î ve
müşahhas ve ukde-i hayatiye tabir edilen bir cilve-i irade-i İlahiye ve bir nüve-i emr-i
Rabbanî ile, şu ağacın kavanin-i teşkiliyesinin merkeziyeti; her dalın başında, herbir
meyvenin içinde, herbir çekirdeğin yanında bulunur ki, hiçbirinin bir şeyini, noksan
bırakmayarak, birbirine mani olmayarak; onunla yapılır. Ve o birtek cilve-i irade ve o kanun-
u emrî; ziya, hararet, hava gibi dağılıp her yere gitmiyor. Çünki gittiği yerlerin ortalarındaki
uzun mesafelerde ve muhtelif masnularda hiçbir iz bırakmıyor, hiçbir eseri görülmüyor. Eğer
intişar ile olsa idi; izi ve eseri görülecekti. Belki bizzât, tecezzi ve intişar etmeden her birisinin
yanında bulunuyor. Ehadiyetine ve şahsiyetine o küllî işler, münafî olmuyor. Hattâ denilebilir
ki: O cilve-i irade, o kanun-u emrî, o ukde-i hayatiye; herbirinin yanında bulunur, hiçbir
yerde de bulunmaz. Güya şu muhteşem ağaçta meyveler, çekirdekler adedince o kanun-u
İRADE 3

emrînin birer gözü, birer kulağı var. Belki ağacın herbir cüz'ü, o kanun-u emrînin
duygularının birer merkezi hükmündedir ki; uzun vasıtaları perde olup bir mani teşkil etmek
değil, belki telefon telleri gibi birer vesile-i teshil ve takrib olur. En uzak, en yakın gibidir.
Madem bilmüşahede Zât-ı Ehad-i Samed'in, irade gibi bir sıfatının birtek cilve-i cüz'îsi,
bilmüşahede milyon yerde, milyonlar işe vasıtasız medar olur. Elbette Zât-ı Zülcelal'in tecelli-
i kudret ve iradesiyle, şecere-i hilkatı bütün ecza ve zerratıyla beraber tasarruf edebilmesine
şuhud derecesinde yakîn etmek lâzımgelir.
Onaltıncı Söz'de isbat ve izah edildiği gibi deriz ki: Madem, güneş gibi âciz ve müsahhar
mahluklar ve ruhanî gibi madde ile mukayyed nim-nuranî masnular ve şu çınar ağacının
manevî nuru, ruhu hükmünde olan ukde-i hayatiyesi ve merkez-i tasarrufu olan emrî
kanunlar ve iradevî cilveler, nuraniyet sırrıyla bir yerde iken ve birtek müşahhas cüz'î
oldukları halde, pekçok yerlerde ve pekçok işlerde bilmüşahede bulunabilirler. Ve madde ile
mukayyed bir cüz'î oldukları halde, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Ve bir anda bir cüz'-i
ihtiyarî ile, pekçok muhtelif işleri bilmüşahede kesbederler. Sen de görüyorsun ve inkâr
edemezsin.” S:610
Mezkür hakikat diğer bir izah şekliylede şöyle anlatılıyor.
“İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki: Bütün a'zasını ve eczasını
birbirine yardım ettirir. Yani, irade-i İlahiye cilvesi olan evamir-i tekviniye ve o emirden
vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve latife-i Rabbaniye olan ruh, onların idaresinde
onların manevî seslerini hissetmesinde ve hacatlarını görmesinde birbirine mani olmaz, ruhu
şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak-yakın bir hükmünde. Birbirine perde olmaz. İsterse, çoğunu
birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüz'ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir.
Hattâ çok nuraniyet kesbetmiş ise, herbir cüz'ü ile görebilir ve işitebilir. Öyle de:

|«V²2«ž²! u«C«W²7! ¬yÁV¬7«: Cenab-ı Hakk'ın


ö ö
madem onun bir kanun-u emri olan ruh, küçük bir âlem olan insan cisminde ve a'zasında bu
vaziyeti gösteriyor. Elbette âlem-i ekber olan kâinatta o Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un irade-i
külliyesine ve kudret-i mutlakasına hadsiz fiiller, hadsiz sadâlar, hadsiz dualar, hadsiz işler,
hiçbir cihette ona ağır gelmez, birbirine mani olmaz. O Hâlık-ı Zülcelal'i meşgul etmez,
şaşırtmaz. Bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın uzak birdir. İsterse,
bütününü birinin imdadına gönderir. Herşey ile her şeyi görebilir, seslerini işitebilir ve her şey
ile herşeyi bilir ve hâkeza...” S:687
Evamir-i Rabbaniyenin icraatı dairesinde vuku bulan bazı şuzuzat-ı kanuniye hakkında şöyle
deniliyor:
“Zaman-ı Âdem’den beri bir kanundan hiçbir fert şüzûz etmemek ve hâricine çıkmamak
olamaz. Evvelâ, bu kanun-u tenâsül, mebde’ itibârıyla, iki yüz bin envâ-ı hayvânâtın
mebde’leriyle hark edilmiş ve nihâyet verilmiş. Yani, en evvelki pederleri âdetâ Âdem’leri
hükmünde, iki yüz bin o evvelki pederler, kanun-u tenâsülü hark etmişler. Peder ve valideden
gelmemişler ve o kanun hâricinde vücud verilmiş.
Hem her baharda gözümüzle gördüğümüz, yüz bin envâın kısm-ı âzamı, hadsiz efradları,
kanun-u tenâsül hâricinde—yaprakların yüzünde, taaffün etmiş maddelerde—o kanun
hâricinde îcâd edilir. Acaba mebdeinde ve hattâ her senede bu kadar şâzlarla yırtılmış,
zedelenmiş bir kanunu, bin dokuz yüz senede bir ferdin şüzûzunu akla sığıştıramayan ve
nusûs-u Kur’âniyeye karşı bir te’vîle yapışan bir akıl, kaç derece akılsızlık ettiğini kıyâs et.
O bedbahtların kanun-u tabiî tâbir ettiği şeyler, emr-i İlâhî ve irâde-i Rabbâniyenin küllî
bir cilvesi olan âdetullah kanunlarıdır ki, Cenâb-ı Hak, o âdâtını bazı hikmet için değiştirir.
Herşeyde ve her kanunda irâde ve ihtiyârının hükmettiğini gösterir. Hârikulâde bazı fertlerde
hark-ı âdât eder.” OL:127
İRADE 4

Müsebbebdeki hikmetler ve faideler esbabı müessiriyetten azleder


Evet, “Esbab-ı zahiriye pek basit, mahdud, fakir, camid, şuursuz, iradesiz ve kanunlar
kısmı da itibarî, mevhum şeylerdir. Müsebbebatta bulunan hârika nakışlar, zînetler, garib ve
acib san'atların o gibi kıymetsiz esbab ile kat'iyyen münasebetleri yoktur. Binaenaleyh meselâ
bedenin hüceyratındaki nizamlı, intizamlı teşekkülâtı, ekmek yemesine; ve kuvve-i hâfızada
yazılan gayr-ı mahdud muntazam nakışları, kulaktaki ve baştaki telâfife; ve konuşmakta,
tefekkürde, harflerin teşekkülâtına ve suver-i zihniyenin husulüne, lisan ve zihnin hareketleri
gibi esbaba isnadları ahmakçasına bir hükümdür. Ancak o gibi müsebbebat, gayr-ı mütenahî
bir kudret ile bir ilim ve bir iradeyi iktiza ediyorlar. Bu hakikate binaen sabittir ki, kevn ü
vücudda müessir-i hakikî, ancak kudreti gayr-ı mütenahî bir Hâlık-ı Kadîr'dir. Esbab ise
bahanelerdir, vesait de perdelerdir. Havas ve hâsiyetler dahi kudretin tecelliyatına ve
lem'alarına isim ve ünvanlardır.
Hem kanunlar ve nevamis denilen şeyler, ancak ilim ile irade ve emrin enva'a olan
tecellilerinin isimleridir. Evet kanun emirdendir, namus iradedendir. İşte kâinat

müsebbebatın lisanıyla «x; ެ! «y´7¬! «ž yÁV7«!


ö ö ö ö
öile Hâlık-ı Hakikî'yi ilân ediyor.” Ms:59
Allah ilmi, iradesi, kudreti ve sair sıfatıyla muhittir

“İ'lem Eyyühel-Aziz! °n[¬E8ö²v¬Z¬=!«*«:ö²w¬8 - ö

yÁV7! «: Evet Allah ilmi, iradesi, kudreti ve sair sıfatıyla muhittir. Daire-i
ö
ihatasından hariç bir şey yoktur. Fakat insan cüz'î ve kısa zihniyle Allah'ın azametine ve
şemsin etrafında seyyaratı tedvir ettiğine bakarken, meselâ arı gibi, küçük hayvanlar ile iştigal
etmesini uzak görüyor. Çünki Vâcib-ül Vücud'u, mümkine kıyas ediyor. Halbuki bu kıyasa
göre küçük hayvanlara büyük bir zulüm olur. Çünki onlar da

¬˜¬G²W«E¬"öd±¬A«K<öެ!ö¯š²z«-
ö²w¬8ö²–¬!ö«:ökaziyesince Hâlıklarını tesbih etmekle, Allah'tan maada
kimseyi Rab tanımıyorlar. Binaenaleyh büyüğün küçüğe tekebbür etmeye hakkı yoktur.”
Ms:187
“Bir şey, vücudu vâcib olmadıkça vücuda gelmez. Evet irade-i cüz'iyenin taallukuyla
irade-i külliyenin taalluku bir şeyde içtima ettikleri zaman, o şeyin vücudu vâcib olur ve
derhal vücuda gelir.” İ:73
NETİCE: Bu bahiste iradenin bir hususiyeti ve irade-i ilahiyenin taalluku için irade-
i cüz’iyenin şart kılınması ve irade-i cüz’iyenin mes’uliyete merci olması ve iradenin
menşe’ itibariyle bir tahlili irade-i ilahiyenin muhit olduğu gibi hususiyetlerden
bahsedildi.

You might also like