Er Riyadüt Tasavvufiyye Makale

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 185

T.C.

SELÇUK ÜNĠVERSĠTESĠ

SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ

TEMEL ĠSLAM BĠLĠMLERĠ ANA BĠLĠM DALI

TASAVVUF BĠLĠM DALI

ABDÜLHAKĠM ARVASÎ’NĠN ER-RĠYAZÜ’T-TASAVVUFĠYYE

ĠSĠMLĠ ESERĠ

(Metin Transkribe ve Tahlîli)

(YÜKSEK LĠSANS TEZĠ)

Osman GÖRDEBĠL

DanıĢman:

PROF. DR. DĠLAVER GÜRER

KONYA - 2011
T.C
SELÇUK ÜNĠVERSĠTESĠ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

BĠLĠMSEL ETĠK SAYFASI

Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel etiğe ve


akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik davranıĢ ve
akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım kurallarına
uygun olarak hazırlanan bu çalıĢmada baĢkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda
bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm.

Osman GÖRDEBĠL
T.C
SELÇUK ÜNĠVERSĠTESĠ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

YÜKSEK LĠSANS TEZĠ KABUL FORMU

………………………. tarafından hazırlanan ……………………………………..


baĢlıklı bu çalıĢma ……../……../…….. tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda oybirliği
ile baĢarılı bulunarak, jürimiz tarafından yüksek lisans tezi olarak kabul edilmiĢtir.

Prof. Dr. Dilaver GÜRER

Doc. Dr. Hülya KÜÇÜK

Prof. Dr.Mehmet AKGÜL


T.C
SELÇUK ÜNĠVERSĠTESĠ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Adı Soyadı Osman GÖRDEBĠL Numarası:084244061004


Öğrencinin

Ana Bilim / Bilim Temel Ġslam Bilimleri / Tasavvuf


Dalı

DanıĢmanı Prof. Dr. Dilaver GÜRER

Tezin Adı Abdülhâkim Arvâsî’nin er-Riyazü’t-Tasavvufiyye


Ġsimli Eseri (Metin Transkribe ve Tahlil)

ÖZET

Abdülhakim Arvâsî 1860 tarihinde Van’ın BaĢkale ilçesinde dünyaya gelmiĢtir.


YaĢadığı dönem, Osmanlı Devleti’nin son yılları ile Cumhuriyet döneminin ilk zamanlarına
denk gelmektedir. Bu dönem, Türkiye Tasavvuf Tarihi açısından hızlı değiĢimlerin yaĢandığı
bir zaman dilimini kapsamaktadır. Abdülhâkim Arvâsî bu dönemde tasavvuf sahasında
kendisi için bir kimlik bulma mücadelesini vermiĢtir.

Süleymaniye Medresesi Tasavvuf kürsüsünde ders verdiği yıllarda yazdığı


er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye isimli eserinde Tasavvufa dâir konuları ana hatlarıyla incelemiĢtir.
Eser, Tasavvufun ana kaynaklarında yer alan konuları farklı bir bakıĢ açısıyla
değerlendirmiĢtir.

Bu çalıĢma, Abdülhâkim Arvâsî’nin hayatı ve eserleri hakkında bilgi vermekte ve


er-Riyazü’t-Tasavvufiyye isimli eserinin günümüz Türkçesine aktarılmasını içermektedir.
Ayrıca bu çalıĢmada transkribe edilen eserin Tasavvufî anlamda tahlili de yapılmıĢtır.
T.C
SELÇUK ÜNĠVERSĠTESĠ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Adı Soyadı Osman GÖRDEBĠL Numarası 084244061004


Öğrencinin

Ana Bilim/ Bilim Dalı Basic Islamic Sciences Master of Science Branch /
Tasavvuf

DanıĢmanı Prof. Dr. Dilaver GÜRER

Tezin Ġngilizce Adı Abdülhâkim Arvâsî’s Work Named


er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye (Text Transcipcion and
Analysis)

SUMMARY

Abdulhakim Arvasi was born in BaĢkale City of Van in 1860. The period he lived
coincides with last years of Ottoman State and primary times of Republical period. This
period includes a time which fast changes were experienced about Tasavvuf History of
Turkey. Abdulhakim Arvasi in this period had made a struggle to find an identity for himself
in Tasavvuf area.

In his work named er-Riyazu’t-Tasavvufiyye which he had written during the years he
had given lessons in Tasavvuf Platform of Suleymaniye Medrese, he examined subjects on
Tasavvuf with its main lines. The work evaluated with a different point of view the subjects
taking place in main sources of Tasavvuf.

This work gives information about Abdulhakim Arvasi’s life and his works and
includes transfering of his work named er-Riyazü’t-Tasavvufiyye to present Turkish. Analysis
of the work which transcribed in this work was also made in meaning of Tasavvuf.
1

ĠÇĠNDEKĠLER

ÖNSÖZ .......................................................................................................... 4

KISALTMALAR........................................................................................... 7

GĠRĠġ

ABDÜLHÂKĠM ARVÂSÎ’NĠN YAġADIĞI DÖNEMĠN ÖZELLĠKLERĠ

A. Döneminin Siyasi Özellikleri......................................................................... 10

B. Döneminin Sosyal ve Tasavvufî Özellikleri ................................................... 12

I. BÖLÜM

ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ’NĠN HAYATI VE ESERLERĠ

A) ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ’NĠN HAYATI ................................................. 18

I. Çocukluğu ve Tahsil Hayatı .......................................................................... 18

II. BaĢkale’de Müderrislik Yılları ...................................................................... 22

III. SavaĢ ve Muhâcirlik Yılları ........................................................................... 23

IV. Ġstanbul Yılları ................................................................................................. 26

V. Günümüze Tesirleri ....................................................................................... 30

B) ESERLERĠ .................................................................................................. 36

I. Rabıta-i ġerîfe ............................................................................................... 36

II. Hâtırât ........................................................................................................... 37

III. Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye ............................................................................. 37

IV. ReĢâhâtü’l-Kulûb .......................................................................................... 37


2

V. Sevânihü’l-Efkâr ve Sevâmihü’l-Enzâr .......................................................... 38

VI. KeĢkül ........................................................................................................... 38

II. BÖLÜM

ER-RĠYÂZÜ’T-TASAVVUFĠYYE

A . ESERĠN TANITIMI .................................................................................. 41

I. ESER HAKKINDA GENEL BĠLGĠLER ...................................................... 41

II. ESERĠN YAZILIġ GÂYESĠ ......................................................................... 41

III. METOD VE MUHTEVÂSI .......................................................................... 42

B. ER-RĠYÂZÜ’T-TASAVVUFĠYYE’NĠN GÜNÜMÜZ HARFLERĠNE


ÇEVĠRĠSĠ ............................................................................................................. 43

III. BÖLÜM

ER-RĠYAZÜ’T-TASAVVUFĠYYE’DEKĠ TASAVVUFĠ KONULARIN


TAHLĠLĠ

A. TASAVVUFUN KELĠME VE ISTILAH ANLAMI ........................... 156

I. TASAVVUF KELĠMESĠNĠN MENġEĠ ...................................................... 156

II. TASAVVUFUN TARĠFĠ ............................................................................ 157

III. TASAVVUFUN KÖKENĠ .......................................................................... 157

IV. TASAVVUFUN GAYESĠ .......................................................................... 158

V. TASAVVUFUN KONUSU......................................................................... 158

B. TASAVVUFÎ ISTILAHLAR ............................................................... 159

C. TASAVVUF EHLĠ ĠÇĠN KULLANILAN ĠSĠMLER ......................... 160

D. EVLĠYÂNIN ÇEġĠTLERĠ ................................................................... 163


3

E. TEVHÎDĠN MERTEBELERĠ VE ERBÂBI........................................ 165

F. VAHDET-Ġ VÜCÛD............................................................................. 166

SONUÇ ...................................................................................................... 173

BĠBLĠYOGRAFYA ................................................................................... 176


4

ÖNSÖZ

Tasavvuf; Ġslam kültüründe manevî yaĢam boĢluğunu doldurmaya çalıĢmıĢ


önemli bir alandır. Ġslâm tarihi boyunca müslümanlar amelî hayatın yanı sıra kalbî
hayatlarında da dînî heyecânı yaĢamıĢlardır. Bu yaĢantıyı sistemli bir hâle getirmek
için uğraĢan Tasavvuf, günümüz insanın da eksikliğini çektiği mânevî yaĢamı
Ģekillendirmek için çaba sarfeder.

Osmanlı Tarihi boyunca tasavvuf hayatın her zaman içinde yer almıĢtır.
Eğitim sistemi içerisinde yer alan medreselerin yanında, kalbî eğitim veren tekkeler
devlet tarafından desteklenmiĢ ve bu kurumlar tasavvuf eğitimi verme konusunda
çaba sarfetmiĢlerdir. Tekkeler kiĢilerin psikolojik durumlarına göre farklı metodlar
kullanarak insanlara tasavvufî terbiyeye yönlendirmiĢtir.

Ancak Cumhuriyet Tarihinde tekkelerin kapatılmasıyla birlikte, alıĢılagelmiĢ


olan bu eğitim metodu aksaklığa uğramıĢtır. Dönemin tasavvuf Ģeyhleri tekke dıĢında
kalmıĢ olmalarına karĢın, üzerlerinde taĢıdıkları görevden kopamamıĢlar ve toplumu
irĢâd etmeye devam etmiĢlerdir.

Abdülhakim Arvâsî Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine geçiĢteki bu sancıyı


en çok yaĢayanlardan biridir. Kendisi Van’ın BaĢkale ilçesinde doğmuĢ, o bölgede
yetiĢmiĢ ve bir medrese kurmuĢtur. Ayrıca kurduğu medrese aynı zamanda bir NakĢî
tekkesi durumunu da üzerinde taĢımaktadır.

I. Dünya SavaĢı sırasında memleketlerini düĢmanın istilâ etmesi üzerine


çeĢitli beldelerden sonra Ġstanbul’a gelen Abdülhakim Arvâsî, burada ilmî ve manevî
kiĢiliği sebebiyle bir çok iltifata mazhar olmuĢtur. Tekke ve zâviyelerin
kapatılmasına kadar geçen sürede Ġstanbul’da medrese ve tekke görevlerine devam
etmiĢtir.
5

Tekkelerin kapatılması, Abdülhakim Arvâsî’yi üslendiği vazifeden uzak


tutmamıĢ; aksine Ġstanbul’da birçok yerde ilim ve irĢâd vâzîfesine devam etmiĢtir.
YaĢadığı dönemde birçok insanı etkilemiĢ, onların manevî yaĢantılarına yön
vermiĢtir.

Abdülhakim Arvâsî, günümüz insanı tarafından daha çok Necip Fazıl


Kısakürek ve Hüseyin Hilmi IĢık gibi isimlerle birlikte anılmaktadır. Necip Fazıl’ın
hayatındaki köklü değiĢimin mimârı olan Abdülhakim Arvâsî, ayrıca Süleymaniye
Medresesi Tasavvuf kürsüsünde hocalık yapmıĢtır. Onun farklı kiĢiliği bizi hayatını
araĢtırma konusunda gayretlendirdi. AraĢtırmalarımızda kendisine ait olan ve iyi bir
tasavvuf tarihi özelliğine sahip “Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye” isimli bir eserinin
olduğunu gördük. AraĢtırmalarımız sonucunda bu eser üzerine bir takım çalıĢmalar
olmasına karĢın, eserin tam transkribe ve tahlili üzerinde bir çalıĢmaya rastlamadık.
Bu durum eseri çalıĢmamız konusunda bizi gayretlendirdi.

Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye Abdülhakim Arvâsî’nin kâmil bir eser olarak ortaya


koyduğu tek çalıĢmadır. Bu çalıĢması onun aynı zamanda tasavvufi düĢüncelerini de
ortaya koymaktadır.

ÇalıĢmamızın giriĢ bölümünde Abdülhâkim Arvâsî’nin yaĢadığı dönem


hakkında bir takım bilgilere yer verdik. Ġlk bölümünde; Abdülhakim Arvâsî’nin
hayatı ve eserleri üzerinde durmaya çalıĢtık. Hayatını anlatırken kaynakların sıhhati
açısından kendi eliyle kâleme aldığı Hâtırât’ını ve BaĢbakanlık Osmanlı ArĢivinde
yer alan belgeleri kullandık.

Ġkinci bölümde; Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye isimli eser hakkında detaylı bir


bilgiden sonra matbu olan bu eserin günümüz harflerine çevirisini yaptık. Son
bölümde ise; bu eserin tasavvuf literatürü açısından bir değerilendirmesini yapmaya
çalıĢtır. Bu sayede Abdülhakim Arvâsî’nin eserini tahlil etmiĢ olmanın yanısıra, onun
tasavvufi görüĢlerini de bu yolla beyân etmiĢ olduk.

Bu konunun belirlenmesinde ve çalıĢmam boyunca desteğini her zaman


yanımda hissettiğim değerli hocam Prof. Dr. Dilâver Gürer Bey’e en içten
Ģükranlarımı arzederim. Tasavvuf tarihi alanında bizleri yetiĢtirmek için çabasını
6

esirgemeyen Doc. Dr. Hülya Küçük hocamıza da teĢekkürlerimi arzederim. Tercüme


konusunda eseri tekrar tekrar okuma zahmetinde bulunan değerli ağabeyim Mustafa
KırıĢ’a ve çalıĢmam boyunca hoĢgörü ve desteklerinden ötürü eĢime ve kızıma da
minnettarlıklarımı bildiririm.

Osman GÖRDEBĠL

Ġstanbul-2011
7

KISALTMALAR

a.g.e.: adı geçen eser.


a.s : aleyhisselâm
a.y.: aynı yer
A.Ü.: Ankara Üniversitesi
b.: ibn.
bkz.: bakınız.
BOA: BaĢbakanlık Osmanlı ArĢivleri.
BĢk.: BaĢkanlığı.
c. : cilt.
c.c. : celle celâlühû.
çev. : çeviren.
D.Ġ.A.: Diyanet Ġslâm Ansiklopedisi.
Dr. : Doktor
Gaz.: Gazetesi
h. : Hicri
haz.: hazırlayan
Hz. : Hazreti
k.s. : Kuddise sirruhû
M. : Miladi
NeĢr.: NeĢriyat
r.a. : radıyallâhü anh.
r.a.e. : Radıyallâhü anhüm ecmaîn.
s. : Sayfa.
s.a.v. : sallâhü aleyhi ve sellem.
ter. : Tercüme eden.
TTK: Türk Tarih Kurumu.
vb. : ve benzeri.
vs. : vesâire.
8

Yay. : Yayınları.
y.y. : Yüz yıl
9

GĠRĠġ

ABDÜLHÂKĠM ARVÂSÎ’NĠN YAġADIĞI DÖNEMĠN


ÖZELLĠKLERĠ
10

Abdülhâkim Arvâsî’nin YaĢadığı Dönemin Siyasi, Sosyal ve


Tasavvufî Özellikleri

A. Döneminin Siyasi Özellikleri


Abdülhâkim Arvâsî 1860 yılında dünyaya gelmiĢtir. Onun doğduğu zamanda
uzun yıllar üç kıtada hâkimiyet sürmüĢ olan Osmanlı Devleti yıkılma sürecine
fazlasıyla girmiĢti. Hâkimiyeti altında bulunan toprakları bir bir kaybetmekte, elinde
kalan yerlerde de isyan üstüne isyan patlak vermekteydi.

Böyle çetin Ģartların yaĢandığı bir dönemde dünyaya gelen Abdülhâkim


Arvâsî, daha sonra yaĢamı boyunca Ġmparatorluğun çöküĢü, I. Cihân Harbi, yeni
Türkiye Cumhûriyeti devletinin kuruluĢu gibi tarihimizin büyük olaylarına Ģahitlik
edecektir. Onun dünyaya geldiği yıllarda tahtta Sultan Abdülaziz oturmaktaydı. Onu
sırasıyla V. Murad, II. Abdülhamid, Mehmed ReĢâd ve Sultan Vahdettin takip
etmiĢtir.

Osmanlı Devleti Kırım SavaĢından yeni çıkmıĢ, içeride rahat dumak


istemeyen azınlıklar için Islâhat Fermanını yayınlamıĢtı. Gayri müslimlere imtiyazlar
verilmesi birçok müslüman toplum tarafından yadırganmıĢtı. Buna bağlı olarak Arap
dünyasında isyanlar baĢ göstermeye baĢlamıĢtı. 1

Bu dönemde ortaya çıkan en önemli olaylardan biri olan Cidde Olayları


sırasında Fransız ve Ġngiliz konsoloslarının öldürülmesi bahane eden bu iki devlet
Cidde Ģehrini bombalamıĢ ve bunu yaparken de adeta Osmanlı Devletini hiçe
saymıĢtır. Bunun yanı sıra Suriye bölgesinde yaĢayan Hırıstiyan halk ile
müslümanlar arasında çıkan gerginliği alevlendiren bu iki ülke bu bölgede de büyük
olayların çıkmasına zemin hazırladılar. 2

Van’ın BaĢkale ilçesinde doğan Abdülhâkim Arvâsî, eğitimini tamamlamak


için daha sonraları nisbeten bu olaylardan uzak olan Irak bölgesine gider. Burada

1
Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi , TTK Yay., Ankara, 1997, s. 204.
2
A. Halûk Ulman, 1860-1861 Suriye Buhranı, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yay., Ankara, 1966, s.
5-8.
11

eğitim sürecini tamamladıktan sonra 1882 yılında memleketine döner ve orada bir
medrese kurarak talebe yetiĢtirmeye baĢlar.

Bu tarihten I. Dünya SavaĢına kadar geçen süre içerisinde ülke genelinde I. ve


II. MeĢrûtiyetin ilânı gibi birçok olay zuhûr ederken özelde Hakkari ve Van
bölgesinde bölgesel bir takım olaylarda meydana gelmiĢtir.

Bu bölge 1639 yılında Kasr-ı ġirin AntlaĢmasıyla çizilen Ġran sınırında yer
almaktadır. Dolayısıyla burada meydana gelen uluslararası olaylar genel olarak Ġran
ile Osmanlı arasındaki sınır sorunlarından müteĢekkildi.

Abdülhâkim Arvâsî’nin BaĢkale’de müderrislik yaptığı yıllarda bölgede


bulunan aĢîretler ile Ġran’daki aĢîretler arasında çıkan olaylarda birçok köy ve kasaba
yakılıp yağmalanmıĢ ve bu olaylara bağlı olarak ölümlü vakıalar bile yaĢanmıĢtır. 3

Bu yıllarda Van ve Hakkari bölgesinde farklı etnik grupların oluĢturduğu bir


halk düzeni yer almaktaydı. Bölgede müslüman Kürt halkının yanı sıra ġiiler ile
Ortadoks mezhebine mensup Ermeniler ile Nastûrîler yaĢamaktaydı. Yine sayılar çok
az olan ve sonraları Ġslâm dinine geçen Yezîdî bir grupta burada yaĢamaktaydı. 4
Bölgede kurulan pazarların cumartesi günü Musevîler için problem teĢkil ettiğini
bildiren belgelere bakılarak burada Musevî bir tebânında var olduğunu
söyleyebiliriz. 5

Bölgenin etnik olarak bu denli farklılaĢması, milliyetçilik akımlarının dünyayı


fazlaca etkilediği yıllar olan 19. yy sonlarında burada milliyetçiliğe bağlı fazlaca
olayın yaĢanmasına ortam hazırlamıĢtır. Nitekim bölgede yaĢayan Nastûriler baskı
gördüklerini bir çok kez Ġstanbul’a bildirmiĢler ve bu konuda çok defa tatkîkâtlar
yapılmıĢtır.6

Bu bölgede 1914 yılına kadar müderris olarak yaĢayan Abdülhâkim Arvâsî


daha sonra I. Dünya SavaĢı sırasında bölgenin Ermenîler ve Ruslar tarafınan iĢgâl

3
Ġran ile ilgili olaylar için bkz. BOA, A. MKT. MHM. 666/8, 669/3, BEO 746/55938, DH. MKT.
525/45, 546/17.
4
BOA, BEO. 774/57979.
5
BOA, DH. MKT. 2114/82, DH. TMIK. M. 100/6.
6
BOA, A. }MKT. MHM. 642/2, 670/13.
12

altına girmesine bağlı olarak buradan ayrılmıĢ ve uzun bir yolculuktan sonra 1919
yılında Ġstanbul’a ulaĢmıĢtır.

Abdülhâkim Arvâsî’nin Ġstanbul’a geldiği günlerde savaĢ sonrası Mondros


Mütârekesi imzâlanmıĢ, ülkenin birçok yeri iĢgal edilmiĢ ve ülke milli mücâdeleye
hazırlanmaktaydı.

Yapılan I.ve II. Ġnönü, Sakarya ve BaĢ Komutanlık Muhârebeleri sonucunda


Lozan AntlaĢması imzâlanmıĢtı. Bunun sonucu olarak Osmanlı Devleti resmen
yıkılmıĢ, yerine 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhûriyeti kurulmuĢtu.

Abdülhâkim Arvâsî Anadolu’da memleketinin iĢgâl altına alınması ile


Ġstanbul’a gelmiĢ ve âdetâ bir Ġmparatorluğun yok oluĢunu payitahttan seyretmiĢtir.
Daha sonra Ģerʽî hükümlerin var olduğu devletin yerine lâiklik ilkesini benimsemiĢ
olan bir devlet içerisinde insanlara din adına birĢeyler anlatmaya devam etmiĢtir.
Ancak bu faaliyetinin sıkıntılarını ömrünün sonuna kadar yaĢamıĢtır.

B. Döneminin Sosyal ve Tasavvufî Özellikleri


Abdülhâkim Arvâsî’nin doğduğu yıllar olan 19.yy’ın ikinci yarısı üç kıtada
hüküm süren bir devletin yıkılma sürecine girdiği yıllardır. Bu dönem siyasi olarak
birçok çalkantıları içerisinde barındırmaktaydı. Buna bağlı olarak ülkede yaĢayan
insanlar arasında da birçok sıkıntı baĢ göstermiĢti. Devletin içerisinde buluduğu
buhranlar halkı birebir ilgilendiren ticaret, eğitim gibi alanlara da sirâyet etmiĢti.

Ancak bu bozulmalar ülkenin her coğrafyasını aynı oranda etkilememiĢtir.


Van’ın BaĢkale ilçesinde bir medrese kuran Abdülhâkim Arvâsî burada talebeler
yetiĢtirmiĢ ve adeta kendi hâlinde bir Ģeyh ve müderris olarak bir takım faaliyetlerde
bulunmuĢtur.

Bu dönemin sosyal ve kültürel durumunu ele alırken Abdülhâkim Arvâsî’nin


bir müderris ve Ģeyh olmasını da göz önüne alarak durumu dönemin tasavvuf ve
eğitim hayatı yönüyle ele almak daha uygun görülmektedir.
13

Tekkeler Osmanlı’da bir eğitim kurumu olarak kullanılmaktaydı. Hatta bazı


yerlerde tekkeler ile medreseler aynı çatı altına bile sokulmaktaydı. 7 Bunun yanı sıra
bazı devlet kurumlarında tasavvufî kolların hakîmiyetinden de söz edilmekteydi.
Buna en güzel örnek BektâĢîlik’in Yeniçeri ordusu üzerindeki etkileridir. Yeniçeri
ordusundaki bozulmalara bağlı olarak kapatılması ve daha sonra ordu ile Mevlevî
tarîkatının ilgilenmeye baĢlaması aslında tarikatler içerisinde de bu dönemde
bozulmaların baĢladığının bir göstergesi olmuĢtur.8

Osmanlı’da padiĢahlar da tasavvufa önem vermiĢ ve birçok sultan bir gönül


önderi önünde diz çökmüĢtür. Siyasetin bu denli tarîkatlerin içerisinde yer alması,
tekkeler arasında da bir üstünlük çabasına girilmesine ortam hazırlamıĢtır. Nitekim
padiĢahın kendileri dıĢında bir tekkeye yöneldiğini gören bir takım tekkeler ittihât ve
terakkî ile ortak hareketlerde bile bulunmuĢlardır. 9

Tekkelerin iyi bir disiplin veren eğitim kurumları olduğu zamanlardan


siyâsetin birebir içerisinde yer aldığı, manevî hayattan çok dünyevî hayattan pay
almaya çalıĢtığı bir döneme gelmesi ülke içerisinde tasavvufun yeniden
yorumlanması gerektiği gibi bir anlayıĢı ortaya çıkartmıĢtı.

Özellikle Yeniçeri ocağı ile gündeme gelen BektâĢî Tekkesindeki bozulmalar,


devletin tekkeler hakkında yeni bir düzenleme yapması ihtiyâcını ortaya çıkarmıĢtır.
Bu bağlamda ġeyhülislamlık makâmına bağlı 1295/1868 tarihinde Meclis-i MeĢâyıh
adında bir müessese kurulmuĢtur.10

Bu meclis tasavvuf kaynak ve metodları ile ilgili birçok kararlar almıĢ ve bu


sayede toplumda bozulmuĢ olan tasavvuf anlayıĢını yeniden imâr etmek gibi bir
görev üstlenmek istemiĢtir. Aldığı radikal kararlarla etkili olmak isteyen bu meclis
her ne kadar devlet taraından desteklenmiĢ olsa da ülkenin savaĢ yoğunluğu ve
devletin yıkılıĢı sebebiyle istediği sonuca ulaĢamamıĢtır.11

7
Mustafa Kara, Tekkeler ve Zâvyeler, Dergâh Yay., Ġstanbul, 1999, s. 69.
8
Mustafa Kara, a. g. e. s. 168.
9
Ġsmail Kara, İslamcıların Siyâsî Görüşleri, Dergâh Yay., Ġstanbul, 2001, s. 74.
10
Mustafa Kara, a. g. e. s. 248.
11
Mustafa Kara, a. g. e. s. 256-261.
14

Yine bu dönemde Ġstanbul’da tasavvuf adına yapılan birçok yayınlar vardır.


Bunların da farklı metodlar kullanmalarının yanı sıra asıl hedefleri yine tasavvufî
yaĢamı yeniden imâr etmektir. Bu yapılan yayınlar da devletin içinde bulunduğu zor
durum sebebiyle istenilen sonuca ulaĢamamıĢtır.12

Ġstanbul’da tasavvuf adına bu olaylar yaĢanırken BaĢkale’de bir tekkede


Ģeyhlik yapan Abdülhâkim Arvâsî bu durumların çokta içerisinde yer almamıĢ,
karĢılaĢtığı bireysel sorunlar dıĢında çevresindekileri etkileyen bir tasavvufi hayat
yaĢamıĢtır.13

YaĢadığı bölge çok eski yıllardan beri tasavvuf geleneğine hakim bir yerdir.
Kendi medresesini kurduğu yer olan BaĢkale’de bu faaliyetleri ilk baĢlatan kiĢi kendi
dedelerinden olan Abdurrahman Arvâsî’dir. 18.yy da yaĢamıĢ olan Abdurrahman
Arvâsî bir Kâdiri Ģeyhi olup, kurduğu tekkeler ile bu bölgenin uzun yıllar tasavvuf
geleneğine bağlı kalmasını sağlamıĢtır. 14

YaĢadığı dönemde Hakkari ve Van bölgesinde bir çok medrese ve tekke


sahibi olan Ģeyh ve müderrisler bulunmaktaydı. Bunlar ile arasında kendilerinden
önceki Ģeyhlerin bıraktığı maddî varlıklar ile ilgili bir takım problemler dahi zuhur
etmiĢtir.15

Bölgede Abdülhâkim Arvâsî’nin dıĢında ilmî hayâta yön veren baĢka


kimselere de raslamaktayız. Bunlardan Abdülhâkim Arvâsî ile aynı dönemde
yaĢayan Tahâ Efendi isminde bir âlimden bahsedilmektedir. Daha sonraki yıllarde bu
zât karĢımıza Hakkari mebusu olarak çıkmaktadır.16 Yine Memduh Efendi, 17 ġeyh
Nurettin, ġeyh Abdullah Efendi, 18 Yahya Efendi, 19 Namran postniĢini ġeyh

12
Mustafa Kara, a. g. e. s. 226-244.
13
BOA, Y. EE. 140/38.
14
Hür Mamut Yücel, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (19. yy), Ġnsan Yay., 2004, Ġstanbul, s. 384.
15
BOA, DH, MKT. 1647/60.
16
BOA, BEO. 14/1010.
17
BOA, BEO. 1343/100699.
18
BOA, DH, MKT. 1687/83.
19
BOA, A. } MKT. MHM. 497/46
15

Bahâüddîn Efendi20 ve ġeyh Abdülhâmid, Abdülhâkim Arvâsî ile aynı dönmede


BaĢkale civârında tasavvufi ve ilmi hayat ile meĢgul olan kiĢilerdir.

Abdülhâkim Arvâsî’nin savaĢ sonrası bölgeden ayrılıp Ġstanbul’a geldiği


yıllarda Osmanlı Devleti artık son günlerini yaĢamakta, altı asır süren büyük devlet,
hükümdarlığının küçük bir kısmını Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakmak üzereydi. 1920
yılında Ankara’da yeni devletin ilk meclisi açılmıĢtı. Açılan bu mecliste birçok Ģeyh
olmasına karĢın Milli Mücâdele sonrasında yapılan yenilikler ile daha sonra bazı
tekkelerin kısmî olarak açılmasına izin verilmiĢ olsa da 1925 yılında tekkelerin
tamamı kapatılmıĢtı.21 Özellikle ġeyh Said isyânını gerekçe göstererek doğu
bölgelerinde bulunan tekke ve zâviyelerin kapatılmasını talep eden ġark Ġstiklâl
Mahkemesinin kararı bu sürecin ilk adımı olmuĢtur.22

Bundan sonraki dönemde birçok tarikât Ģeyhi gibi Abdülhâkim Arvâsî de


imamlık görevine devam etmiĢtir. Ancak daha önce sosyal hayatın birebir içerisinde
yer alan bu Ģeyhler, toplumun içerisinden tamâmen çıkamamıĢ, bilakis gayri resmî de
olsa irĢâd vazîfelerini sürdürmüĢlerdir. Bu durum tekkeleri kapatan zihniyetin
ulaĢmak istediği hedefe bir engel teĢkil etmiĢti. Bu bağlamda Menemen Hadisesi
bahâne gösterilerek NakĢibendî tarikâtına son bir darbe indirilmek istenmiĢtir. Çünkü
tekkeler, kapatılma kararından sonra merkezlerini yurtdıĢına taĢımıĢlar, ancak NakĢî
meĢreb olanlar ise Anadolu’nun farklı yerlerinde icrasını sürdürmüĢlerdir. 23

Menemen Hadisesi sonucu ülkede birçok NakĢibendi tarikatı mensubu


tutuklanmıĢ ve bunlardan yirmi sekizi idâm edilmiĢtir. 24 Abdülhâkim Arvâsî de bu
dönemde tutuklanıp Ankara’da gözetim altında tutulanlardan biridir. Bu olaydan
sonra zaten hastalanıp vefaat etmiĢtir.

Abdülhâkim Arvâsî ülkenin tasavvuf açısından bu büyük sancıları çektiği


günlerde bir Ģeyh olarak olayların tam içerisinde yer almıĢtır. Tarikat anlayıĢının,
devletin birçok sistemi gibi bozulmuĢ olması aslında bu durumda olan her müessese

20
BOA, DH. ġFR. 539/112.
21
Mustafa Kara, a. g. e. s. 320.
22
Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, Zeus Kitapevi, 2006, Ġzmir, s. 182.
23
Mustafa Kara, a. g. e. s. 290.
24
Mustafa Kara, a. g. e. a. y.
16

gibi onun da sonunu getirmiĢtir. Tasavvufu bir yaĢam biçimi olarak benimseyen
kiĢiler bu değiĢim sürecinde tekke hayatını sosyal hayatın içerisine giydirme çabası
içerisinde olmuĢlardır. Bu çaba içerisinde olanlardan olan Abdülhâkim Arvâsî
Cumhuriyet Döneminde yaptığı çalıĢmalarının neticesini Necip Fazıl Kısakürek,
Hüseyin Hilmi IĢık gibi isimler ile almıĢtır.
17

I. BÖLÜM
ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ’NĠN HAYATI VE ESERLERĠ
18

A) ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ’NĠN HAYATI25

I. Çocukluğu ve Tahsil Hayatı


Abdülhakim Arvâsî Hazretleri Van’ın BaĢkale ilçesinde dünyaya gelmiĢtir. 26
Doğum tarihi hakkında farklı görüĢler bulunmaktadır. Hicrî olarak 1281 yılında
doğduğu rivayetinin27 yanı sıra, kendi hatıratında doğum tarihini 1276 yılının ġevval
ayı olarak bildirir. 28 Bu tarihler milâdî olarak 1864 ve 1860 yıllarına tekâbül
etmektedir. Doğum tarihinde oluĢan bu farklılığın sebebi, kendisinin beyân ettiği
tarih ile memuriyet kayıtlarından elde edilen bilgilerin birbirine muârız olmasıdır. 29
Babası Seyyid Mustafa Efendi’nin ilk çocuğudur. Soyu itibâriyle Hazret-i
Peygamber (s.a.v.) ile bağı bulunmaktadır. Bu bağ annesi tarafından Abdülkâdir
Geylânî yoluyla gelmektedir.30 Ailesi Bağdat’ın istilâsı sonrasında oradan kalkıp
BaĢkale’ye gelmiĢ ve burada Arvâsi nâmıyla tanınmıĢtır. Aile uzun yıllar tasavvufî
ekollere bağlı kalmıĢtır. Dedelerinden Kutub Molla Muhammed, Ġbrahim Hakkı
Hazretlerinin Mârifetnâme isimli eserinde zikredilmiĢtir.31 Bu zât Kâdiri tarikatının
Ģeyhlerinden olup, yerleĢtiği köye bir dergah yaptırmıĢ ve ismini de Arvas vermiĢtir.
Buna bağlı olarak aile bu isimle anılmıĢ ve Arvas Seyyidleri diye de Ģöhret bulmuĢ. 32
Babası Seyyid Mustafa Efendi, yaĢadığı beldenin büyük Ģeyhlerinden olan
Seyyid Tahâ’nın halîfelerinden olup, Abdülhakîm Arvâsî’nin din ilimlerindeki üstün
meziyyit sahibi olmasının ilk müsebbibidir. Annesi ise Hannâ Hatun isminde bir

25
Abdülhakim Arvâsî’nin hayatını kâleme alırken kullandığımız en önemli kaynak, Abdülhakim
Arvâsî’nin hatırâtıdır. Hâtırâtı biz Sefine-i evliyâ müellifi Hüseyin Vassaf Abdülhakim Arvasî’den
hayatını anlatan bir yazı istemiĢtir. Bu bağlamda Abdülhakim Arvâsî kendi hayatını kâleme aldığı
Osmanlıca bir eser meydana getirir. Aslının Hüseyin Vassaf’ta olduğunu düĢündüğümüz eserin, bir
nüshası aile yakınlarından Abdülhâdi Arvas tarafından bize ulaĢtırılmıĢtır. Ġbrahim Baz Abdülhakim
Arvasî’nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı isimli yüksek lisans tezinde bu hatırâtı Keşkül
ismiyle kullanmıĢtır. Fakat biz, Keşkül adında baĢka bir eserinin olduğunu tespit ettiğimiz için, bu
esere çalıĢmamız boyunca Hâtırât adıyla tıfta bulunacağız. Hâtırât, Arvâsî’nin kendi el yazısıyla
kâleme alınmıĢ olup, eserin sonunda h. 1360 tarihi yer almaktadır. bu tarih Abdülhakim Arvâsî’nin
vefaatından iki yıl öncesine rastlamaktadır.
26
Nihat Azamat, “Abdülhakîm Arvâsî”, D. İ. A. , Ġstanbul, 1996, c. I, s. 211.
27
Süleyman Kuku, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Külliyatı, Damra Yay,. Ġstanbul, 2004, c. I, s. 254.
28
Arvâsî, Hatırât, s. 5.
29
Kuku, a. g. e. , a. y.
30
Bilâl Kemikli, “ÜçıĢık, Abdülhakim Arvâsî”, Türk Dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi, Atatürk
Kültür Merkez Yay., Ankara, 2007, c. VIII, s. 450.
31
Arvâsî, Hâtırât, s. 7.
32
Azamat a. g. e. , a. y.
19

hanım olup, onun hakkında ne kendisinin yazılarında, ne de hakkında yazılan


eserlerde herhangi bir bilgi mevcud değildir. 33
Abdülhakim Arvâsi’nin ikisi kız olmak üzere on kardeĢi vardır. Bunlar Râbiâ,
Muteber, Ġbrahim, Muhammed Tahâ, Abdülkadir, ġemseddin, Ziyâeddin, Yusuf,
Mahmud ve Kasım’dır. Bu kardeĢlerinden Ġbrahim Nakibü’l-eĢraf kaymakâmlığı
yapmıĢ ve Birinci Dünya SavaĢı sırasında Rusların BaĢkale’yi istilâ etmesi üzerine,
hicret sırasında Musul’da vefat etmiĢtir. Muhammed Taha bir dönem Hakkari
mebusu olarak Osmanlı Mebusan Meclisinde yer almıĢtır. Yine kardeĢlerinden
Ziyaeddin ise BaĢkale’de müftülük görevinde bulunmuĢtur. Yusuf ise hukukçu olup,
o da hicret esnâsında Musul’da vefat etmiĢtir. 34
Ġsminin Abdülhakim olmasının sebebini kendisi Ģu sözlerle anlatmıĢtır:
“Ġsmim ve âlemim Abdülhakim’dir. Böyle garib ve nâdir bir isimle sebeb-i tesmiyem
budur ki, peder-i âciz merhum, fazîlet-i zâhiriyye ve bâtıniyyeyi evlâdında Ģeref-i
riyâzetle beraber cemʽ etmeye pek meftûn ve muhib olmasından 1000 tarihlerinde
Hindistanın Siyalkutâ, Kalkutâ Ģehrinde âlem-i Ġslâm’ın havâss ve avâmı nazarında
âlem-i islâm nâmını bihakkın ihrâz buyuran ve o zamandan ilâ yevminâ hâzâ ĢeĢ-i
cihât-ı islâmın her ilim ve fende te’lîfine muvaffak olduğu bî-nâzîr kitabların müellif-
i celîli bulunan Kalküta Ģehrinin neslen bâ’de neslin, ceylen ba’de ceylin hânedân-ı
ulûm ve fazîletlerine mensub olan Abdülhakim Siyalkutî ismiyle tefe’ülen tevsîm
buyurmasıdır.
Diğer taraftan tesâdüfât-ı garîbeden olarak tevellüd-i âcizi gecesinde peder-i
merhûmenin hânesine Ģeref-i nüzûliyle müĢerref olan nesli pâk Hazret-i Hasan’ın
yâni ehl-i beyt-i nebevînin ser-firâz ve âbrûyu ve hazret-i Gavs-ı Azâm ve Ģeyhü’l-
ins ve’l-cinnin on ikinci veled-i incisi ve ol vakit Irak’ın ve belki bilâd-ı islâmiyye ve
husûsiyle sâdât-ı kirâmın medâr-ı iftihârı bulunan Seyyid Tahâ’nın birâder-i
dürdânelerinin sinnen esğarı Seyyid Abdülhakim’in müsâfir bulunmasıyla vak’a arz
olundukta ism-i âlisi ile tesmim buyurulmuĢ idim.” 35
Abdülhakim Arvâsî doğduğu yer olan BaĢkale kasabasında sıbyan mektebi ile
rüĢdiyeyi, yani ilk ve orta eğitimini tamamladı. Döneminde bu kasabada daha yüksek

33
Kuku a. g. e. , a. y.
34
Kuku, a. g. e. , s. 219.
35
Arvâsî, Hâtırât, s. 3-4.
20

tahsil yapmak mümkin olmadığından, eğitim için dönemin irfân merkezi olan Irak’a
gitti. Irak’ta çeĢitli beldelerde, farklı kiĢilerden Ġslâmî ilimleri tahsil etti. Burada ki
eğitim sürecinde Müküs kazasının büyük önemi bulnmaktadır. 36
Müküs’deki ilmi hayatını Ģu sözlerle bize anlatmaktadır: “Müküs gibi
kazalardaki ulemâdan sarf, nahv, lugat, metn-i lugat, mantık, münâzara, vad’, beyân,
meânî, bedî’, kelâm, hikmet-i tabi’iyye ve ilâhiyye, riyâziyye, hendese, hesab, isbât-ı
vâcib, hey’et, tefsir, hadis, fıkh-ı Ģâfi’i ve hanefî ve bâzen de malikî, usûl-i fıkh ve
tasavvufu kemâl-i itkân ile tahsil edip üç yüz sene-i hicriyyesinin37 ibtidâsında icâzet
alarak vatana ric’at eyledim. Tahsîl-i ilm esnâsında sûret-i ciddiyede riyâzât ve
mücâhedât ile tarîk-i sûfiyyeye âmil ve meĢgûl oldum.” 38
Irak’ta çeĢitli hocalardan ilmi tahsil etmiĢ olmasının yanı sıra, tasavvufî
eğitim anlamında da büyük bir yol katetmiĢtir. Ancak tasavvufi eğitiminin büyük bir
kısmını memleketi BaĢkale’ye döndükten sonra Ģeyhi Seyyid Fehim Efendi’nin eliyle
tamamlamıĢtır.
Seyyid Fehim efendi Abdülhakim Arvâsî’nin manevi geliĢimi için özel bir
çaba sarfetmiĢtir. Onun bu çabasının asıl sebebi Hz. Peygamber (s.a.v.)’i bir gece
rüyasında görmesi ve Efendimiz’in ona “Abdülhakim’i sana ısmarladım”
demesidir. 39
Seyyid Fehim Efendi babası Taha Efendinin halifesidir. Taha Efendi ise
Mevlânâ Halid-i Bağdâdi’den icazet almıĢtır. Buradan anlaĢılacağı üzere
Abdülhakim Arvâsi NakĢibendiyye tarîkatından olan Ģeyhi Fehim Efendiden
naĢibendî usûlüyle tasavvuf ilmini öğrenmiĢtir. 40
Abdülhakim Arvâsî hicrî 1295 (M.1878) yılında Ģeyhi Seyyid Fehim
Efendi’ye intisâb etti. Bu tarihten sonra yine Ģeyhinin gözetiminde uzun ve yorucu
bir riyâzettten geçer. Bu eğitim sonucunda yaĢının küçük olmasına rağmen Ģeyhinin
yanında fazlaca itibar sahibi olur. Tarikat yoluna kabul ediliĢini kendisi Ģu sözlerle
anlatmaktadır:

36
Kuku, a. g. e. , s. 255.
37
H. 1300/1882 yılını kasdetmektedir.
38
Arvâsî, Hâtırât, s. 9.
39
(Komisyon), “Abdülhakim Arvâsî”, Evliyâlar Ansiklopedisi, Türkiye Gaz. Yay., Ġstanbul, 1992, c. I,
s. 310.
40
Arvâsî, Hâtırât, s. 25.
21

“Ġstihâre gecesinde zuhûr eden rûyâda mürĢidim tarafından kabulüme emr ve


iĢâret-i istiĢmâm buyurdular. ġimdi o rüyâyı hatırlamakla Ģeref buluyorum
Bulunduğum mahallin câmi-i Ģerîfinde Hazret-i Seyyid Taha, Hazret-i Seyyid
Fehim’e emr buyurdular ki, Abdülhakim’i getir ve siyâbından mücerred olarak
cevâzımât-ı hamse çeĢmelerinde kendi elinle vücûdunu tamamen yıka, gelsin ikimize
imâm olsun. O sûretle âcizi getirdi, libâstan ârî olan vücûdumu cevâzimât-ı hamsede
birer birer yıkadı. Bir elimi omzunun üzerine bırakarak sağ ayağımı bana mahsûs
serilmiĢ olan beyaz ve temiz seccâdeye bıraktım.”41
Seyyid Fehim Efendi’nin yanında tasavvufî eğitimine yaklaĢık olarak beĢ
sene devam eden Abdülhakim Arvâsî, hicrî 1300/M.1882 yılında memleketi
BaĢkale’ye döndü. Burada Ģeyhi ve hocası olan Fehim Efendiden müderrislik
yapmak için icâzet aldı. Ayrıca BaĢkale’de tasavvufî eğitim vermek için de yine
Ģeyhi tarafından hicrî 1305/M.1887 yılında beĢ tarikatten icazet aldı. Bunlar:
NakĢibendiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve ÇeĢtiyye tarikatleridir.
Daha sonra bir hacc yolculuğu sırasında ġeyh Ziyâ Masum’dan üveysiyye tarîkati
için de icâzet almıĢtır.42
Abdülhakim Arvâsî hayatı boyunca beĢ evlilik yapmıĢtır. EĢleri Esmâ, AiĢe,
Nine, bedriye ve Maide Hanımlardır. Bunlardan AiĢe Hanım ġeyhi Taha Efendinin
kızıdır. 43 Bu evliliklerinden ikisi kız, üçü erkek olmak üzere beĢ çocuğu dünyaya
gelmiĢtir. Oğullarından Enver ve kızlarından ġefia hicret sırasında EskiĢehir ve
Musul’da vefât etmiĢlerdir. Diğer oğullarından Ahmet Mekkî Bey Ġstanbul Kadıköy
müftülüğü yapmıĢ ve 1967 yılında vefât etmiĢ; oğlu Münir Efendi ise Ġstanbul’da
1979 yılında vefât etmiĢtir. Her ikisinin kabri de babalarının yanında Ankara
Bağlum’dadır.44 Diğer kızı Mâide Hanım ise elde bulunan kaynaklara göre
Ankara’da yaĢıyor görünmektedir. Ancak bu bilgi 1992 yılı itibâriyle bu Ģekilde
yazılmıĢtır. Aile yakınlarından aldığımız bilgilere göre Mâide Hanım 2003 yılında
vefaat etmiĢ ve Ankara Bağlum’a defnedilmiĢtir

41
Arvâsî, Hâtırât, s. 22-23.
42
Arvâsî, Hâtırât, s. 24.
43
Ġbrahim Baz, Abdülhakim Arvasî’nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı (yayınlanmamıĢ yüksek
lisans tez), Ankara, 1996, s. 36.
44
(Komisyon), “Abdülhakim Arvâsî”, Evliyâlar Ansiklopedisi, c. I, s. 335.
22

II. BaĢkale’de Müderrislik Yılları


Abdülhakim Arvâsî tedris hayatını tamamladıktan sonra, hicrî 1300/M.1882
yılında memleketi olan BaĢkale’ye döner. Oraya döndüğünde kendisine miras olarak
kalmıĢ olan malından bir kısmı ile bir medrese inĢasına baĢlar. Bu medreseye elinde
var olan kitaplara dıĢarıdan da takviye ile bir kütüphâne de eklemiĢtir.
Bu medrese de yirmi dokuz yıl boyunca eğitim vermiĢ olan Abdülhakim
Arvâsî, burada kalan onbeĢ öğrencinin gündelik ihtiyaçlarını dâhi tedarik etmiĢtir. Bu
ihtiyaçlar için dönemin BaĢbakanlığı olan sadâret makâmına dilekçeler yazmıĢ ve
talebelerinin iâĢeleri için devletten destek almıĢtır.45 ġeyhi Fehim Efendi’nin babası
olan Taha Efendi’nin medresesine devlet tarafından tanınmıĢ olan iâĢe bedeli, bu
medresenin eğitime devâm etmemesi sebebiyle yine Abdülhakim Arvâsî’nin
medresesine yönlendirilmiĢtir.46
Burada eğitim verdiği öğrencilerini daha sonra o bölgede olan medreselere
gönderen Abdülhakim Arvâsî, dönemi içerisinde yaĢadığı bölgeyi ilmî anlamda ihyâ
etmiĢtir. BaĢkale’nin Ġran sınırına yakın olması hasebiyle o bölgede fazlasıyla Ģiilik
akımları mevcud idi. O bölgede yetiĢtirdiği talebeler sayesinde bölgenin sünnîliğini
koruduğunu kendi hatıratında bildimektedir.47
Abdülhakim Arvâsî BaĢkale’de müderrislik yaptığı sıralarda 1315/1899 ve
1325/1909 tarihlerinde iki kere hacc ziyaretinde bulunmuĢ ve bu ziyaretlerinin
birinde ġeyh Ziyâ Masum’dan Üveysîlik tarîkatı için icâzet almıĢtır. 48
Müderrislik yaptığı BaĢkale’nin halkı tarafından hürmet gören bir itibâra
sahipti. Döneminde o bölgede çıkan uluslar arası sorunların halledilmesinde bile,
onun fikirlerine baĢvurulmuĢtur. Nitekim 1309/1891 yılında Ġran’ın Soğukbulak
mevkiinde müslüman olan bir Ġngiliz kızının bu davranıĢının siyâsi bir mesele hâline
gelmesi ve bu meselenin kan dökülmeden çözülmüĢ olmasında çok büyük emeğinin
geçtiği târihî vesikalarda yer almıĢtır.49

45
BOA, A. }MKT. MHM 497/46.
46
BOA, ġ. D. 314/29.
47
Arvâsî, Hâtırât, s. 10.
48
Arvâsî, Hâtırât, s. 44.
49
BOA, Y. EE. 140/38.
23

Abdülhakim Arvâsî uzun yıllar müderrislik yaptığı BaĢkale’de geçim sıkıntısı


gibi bir dert yaĢamamıĢ ve bunun sebebi olarak da erkek kardeĢlerinin kendisine
yardım ettiğini bildirmiĢtir. 50
Bölgenin sosyal yapısında var olan mezhep farklılıkları ve buna benzer
unsurlar sebebiyle, Abdülhakim Arvâsî bir takım farklı kiĢilerin müdahelelerine de
mâruz kalmıĢtır. Bunlardan ġeyh Nureddin Efendi’nin medresenin maddi varlığına
müdâhele etmek istemesine karĢın, Abdülhakim Arvâsî olayları Ġstanbul’a bir dilekçe
ile bildirerek bu durumdan kendini kurtarabilmiĢtir.51
Ayrıca Hakkari ahâlisinden Osman Vasfi’nin onun ve kardeĢi Tahâ’nın
hakkında sadâret makâmına gönderdiği asılsız ihbar bunlardan biridir. Nitekim bu
ihbâr değerlendirilirken Abdülhakim Arvâsî’nin iyi hâli göz önüne alınmıĢ ve ihbâra
iʽtibâr edilmemiĢtir. 52

III. SavaĢ ve Muhâcirlik Yılları


BaĢkale’de yirmi yılı aĢkın süre müderrislik görevini devam ettirmiĢtir.
Ancak I. Dünya SavaĢı sırasında bu bölge Rus iĢgâli altında kalmıĢ ve bundan sonra
bu iĢgâl Ermenîler tarafından da devam ettirilmiĢtir. Bu savaĢ sırasında medrese,
kitapları ile yakılıp yıkılmıĢtır. Bu olaylar üzerine devlet tarafından memleketleri
tahliye edilir. 53
SavaĢ sırasında memleketlerine Ruslar geldikten sonra orada bulunan
Ermenîleri silahlandırmıĢlar ve Ermenîler de bölgede bulunan müslüman ahâlinin
mallarını yağmalamaya baĢlamıĢtır. Hicrî 1332/M.1914 yılının kıĢ aylarında bu
olaylar nedeniyle ahâlî fazlasıyla kıtlık çekmiĢ ve bahar aylarının baĢlarında devlet
tarafından halk tahliye edilmiĢtir.
Rus ordusu Van’ın birçok kasaba ve köylerini istilâ etmiĢ ve bölgede yaĢayan
Ermenîler, Ruslar’dan aldıkları silahlarla halkı yağmalamıĢ, birçok kiĢiyi de
katletmiĢlerdir. Ayrıca bu bölgede yaĢayan ve müslüman halka karĢı içinde
düĢmanlık besleyen Nastûrî halkı da birçok vahĢete imza atmıĢtır. 54 Bu yaĢanan
vahĢetler karĢısında yurtlarını terkeden halk, dağlara çıkıp kendilerine sığınacak
50
Arvâsî, Hâtırât, s. 11.
51
BOA, DH. MKT 1647/60
52
BOA, DH. MKT 2701/99.
53
BOA, DH. ġFR. 472/4.
54
BOA, DH. ġFR. 562/91.
24

yerler bulmak istedi. Dağlara çekilen halkın içerisinde zaten eli silah tutacak kimse
olmayıp ahâlinin yekûnunu kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlar oluĢturmaktaydı.
Dağlara çekilen halk hicret yolculuğu için iki farklı yol bulmuĢlardır.
Bunlardan bir kısmı Musul bölgesine, diğer bir kısmı ise Mâsirû’dan Gevâr
bölgesine doğru yola çıktılar. Abdülhakim Arvâsî ve ailesi de Gevâr bölgesine giden
ahâliyle birlikte hareket etmiĢtir. Bu göçler sırasında bölgede bulunan Ermeniler
halkın çoğunu telef etmiĢ, kadınları ve kızları esir etmiĢlerdir. Sağ kalan halkı ise
bundan sonra açlık ve doğa Ģartlarının zolukları beklemekteydi. Nitekim göç
sırasında bu zor Ģartlar nedeniye birçok kiĢi hayatını kaybetmiĢtir.55
Devlet savaĢın tamamen içerisi girmiĢ ve ülkede yaĢayan müslümanlardan eli
silah tutan hemen herkes cephede savaĢmak için yurtlarını terketmiĢlerdi. Cephe
gerisinde ise, halk düĢmanın yurtlarını istilâ etmeleri sebebiyle göç etmeye
baĢlamıĢtı. Bu çetin ve zor Ģartlar altında devlet muhâcirler için kiĢi baĢı üçer
kuruĢluk bir bütçe ayırmıĢtır.56 Ancak bu paraları dağıtmakla yükümlü olan
memurlar bu paraların büyük bir kısmını halka intikâl ettirmemiĢler ve zâten periĢân
durumda olan halk yollarda hepten telef olmuĢtur.
Abdülhakim Arvâsî ve onunla birlikte göç eden kâfile Gevâr kazâsından
ġemdinân’a ve oradan da Revandiz kazâsına gitmiĢleridir. Ancak yola çıkan
kâfilenin yüzde sekseni yollarda hayatını kaybetmiĢ ve yüzde onluk kesimi baĢka
yerlere dağılmıĢ olduğu için bu bölgeye yola çıkanlardan yalnız yüzde onluk bir
kesimi ulaĢabilmiĢtir.57
Seyyid Abdülhakim Efendi bu yolculuklarını Ģu sözlerle anlatır: “Bizimle
berâber Gevâr’dan ġemdinân’a, ġemdinân’dan Revandiz’a kadar yirmi dokuz köyün
ihtiyarları, kadınları ve çocukları, ıssız çöl ve sahrâlardan, derelerden, dağlardan bilâ
tedârik, hâli’an min hays-i lâ yahĢeb olarak teâyyüĢ ederek Revândiz’e o senenin
Haziran’ının birinci gecesi cümlemiz aç olarak girdik. Her iki kısm ahâlinin bir kısmı
ufak evlâtlarını sulara attılar ve dağlarda kucaklarına bir parça ekmek bırakıp taĢlar
ve dağlar arasında terk ettiler. Çoğu öldü. Vefât edenler defn edilemeyerek bırakılan

55
BOA, DH. ġFR. 586/70.
56
BOA, DH. ġFR. 67/26.
57
Arvâsî, Hâtırât, s. 33.
25

kısm da çok idi. Tıyar ve Nohub Nasturîleri ile Ermeni çeteleri ve murdar tıynetli
aĢâir eĢkiyâları tarafından katl ve itlâf edilenler de epeyce bir yekûne bâliğ oluyor.” 58
Revândız kazâsında Abdülhakim Arvâsî ailesi ile berâber doksan gün kadar
kalır ve oradan da Erbil’e geçerler. Ancak bu yolculuklar sırasında hasta ve âciz
düĢen kardeĢi Ġbrahim Efendi burada vefât eder.
Erbil’den sonra Musul’a geçerler. Bu yolculuğun bu kadar uzamasının sebebi
ise, Rus iĢgâlin gün geçtikçe ülkenin birçok yerine yayılmasıdır. Nitekim iĢgâl o
kadar büyük alana yayılmıĢtı ki, Süleymaniye’ye Rusların girmesine karĢın Musul
vâlisinin kuzeye doğru ilerlemesi bile istenmiĢti. 59
Musul’da on sekiz ay kadar kalan Abdülhakim Arvâsî burada kızı ġefia
Hanımı kaybeder.60 Buradan Asıl dedelerinin geldiği topraklar olan Bağdat tarafına
Abdülkâdir Geylânî’nin kabirlerinin olduğu diyarlara gitmek istemiĢse de, o bölgede
Ġngilizlerle Ģiddetle devâm eden savaĢlar nedeniyle bu karardan vazgeçmek zorunda
kalır. Hatta Musul’da bile yaĢayamayacak hâle düĢerler ve Musul’dan Adana’ya
doğru yola çıkarlar.
Adana’da halkın ve ulemânın Abdülhakim Arvâsî ve ailesini gözetmesi
hasebiyle orada toplam on sekiz ay kalırlar. Burada kaldığı zaman içerisinde yine
devlet tarafından gözetilmiĢ ve kendisine belli miktarda para gönderilmiĢtir.
Kendisine devlet tarafından gönderilen bu para, bir sefere mahsûs olmayıp birkaç kez
tekrarlanmıĢtır. 61 Haleb’in de düĢmesi üzerine Adana’da da istilâ edilme endiĢesi
oluĢmaya baĢlar ve Abdülhakim Arvâsî kendisi ile beraber olan 20 kiĢilik toplulukla
birlikte EskiĢehir’e doğru yola çıkarlar. Bu grupdan bazı kimseler Konya bölgesine
yönelmiĢ, kalanlar ise EskiĢehir’e ulaĢmıĢtır.
H.1337/M.1918 yılında oğullarından Enver Bey EskiĢehir’de hayatı
kaybeder.62 Burada muhacirlere gereği gibi davranılmamasından Abdülhakim Arvâsî
Bursa’ya gitmek için Ġstanbul’a doğru yola çıkar. Hicrî 1337/M.1918 yılının ġevvâl
ayında Ġsanbul’a gelirler.

58
Arvâsî, Hâtırât, a. y.
59
BOA, DH. ġFR. 514/28.
60
(Komisyon), “Abdülhakim Arvâsî”, Evliyâlar Ansiklopedisi, c. I, s. 335.
61
BOA, DH. ġFR. 92/294.
62
(Komisyon), “Abdülhakim Arvâsî”, Evliyâlar Ansiklopedisi, c. I, s. 335.
26

IV. Ġstanbul Yılları


Ġstanbul’a geldiklerinde dönemin Dahiliye Nazırı ve aynı zamanda Evkaf
vekîli olan Hayri Bey Eyyüb Sultan’daki Yazılı Medreseyi Abdülhakim Arvâsî’ye
ikâmet etmesi için tahsis etmiĢtir. Daha sonra Abdülhakim Arvâsî aile fertlerini de bu
çatı altında toplamayı baĢarmıĢtır. 63
Abdülhakim Arvâsî Ġstanbul’da Eyüb’te bulunan KaĢgârî Abdullah Efendi
dergâhının 1338/1919 tarihinde meĢîhât, imâmet ve vâizlik gibi görevlerini
üstlenmiĢtir. Bu dergâhta Hâce Nidâi Abdullah Efendi 1213/1798 tarihinde görev
yapmıĢtır. Ondan sonra birçok Ģeyh değiĢtirmiĢ ve bu göreve ehil birisi bulunamadığı
için uzun süre vekâleten yönetilmiĢtir. 64 Abdülhakim Arvâsî Ġstanbul’a geldiği
zaman onu bu göreve lâyık bulmuĢlardır. Burada vefat edene kadar kalmıĢ ve görevi
devam ettirmiĢtir. 65
KaĢgârî Dergâhındaki görevinin yanı sıra Abdülhakim Arvâsî,
H.1338/M.1919 yılında Medrese-i Mütehâssısîn diye de bilinen Süleymâniye
Medresesinde Tasavvuf kürsüsünde Sultan Vahdettin’in emriyle hocalığa baĢladı. 66
Sultan Vahdettin onun için bir irâde-i seniyye yayınlamıĢtır ve bu irâdede onun için
“tasavvuf dersi müderrisliğine Hakkari ulemâsından Abdülhâkim Efendi tayin
olunmuĢtur” ifâdesi yer almaktadır. 67
Ġstanbul’da Dergâhtaki görevi ve medrese hocalığı dıĢında birçok yerde
vaazlar veriyor, camilerde özel ders halkaları kuruyordu. Bu dönemde Beyazıt ve
Fatih Camilerinde yapmıĢ olduğu tefsir dersleri bu halkaların en meĢhûrlarıdır.
Bunların dıĢında ayrıca Eyüb Camii, Arap Camii, Sinan PaĢa Camii gibi birçok
camide dersler yapmıĢtır. 68

63
Arvâsî, Hâtırât, s. 36.
64
Bu dergah Eyüp Ġdris KöĢkü mevkiinde yer almaktadır. ġeyh YekçeĢm el-Hac Murtazâ Efendi
tarafından 1158/1745 tarihinide kurulmuĢtur. Abdülhakim Arvâsî’den önce bu tekkede ġeyh
Bahâeddin Efendi görev yapmıĢtır. Tekkenin kuruluĢ ve iĢleyiĢiyle ilgili geniĢ bilgi için bkz. Hür
Mamut Yücel, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (19. yy), Ġnsan Yay., 2004, Ġstanbul, s. 249-250.
65
Arvâsî, Hâtırât, s. 37.
66
(Komisyon), “Abdülhakim Arvâsî”, Evliyâlar Ansiklopedisi, c. I, s. 320.
67
Kuku, a. g. e. , c. I, s. 297.
68
Kuku, a. g. e. , c. I, s. 255
27

Abdülhakim Arvâsî’nin Ġstanbul’a geldiği dönemde burası iĢgal altına girmiĢ


ve ülke karıĢıklıklarla dolu idi. Ancak bu dönemde kendisi kesinlikle siyâsi olayların
içerisinde yer almamıĢ ve yalnızca irĢâd ile meĢgul olmuĢtur.69
Camilerde yapmıĢ olduğu derslerle ve vaazlarla birçok insanı etkilemiĢtir. Bu
insanlar içerisinde dönemin üniversitelileri ve önde gelen aydınları da vardır. Bu
kiĢiler yaĢantılarını onun eliyle düzeltmiĢ ve Ġslâmî heyecanlarını onun lisânıyla
pekiĢtirmiĢlerdir. Hattat Sâfi Efendi, Hüseyin Hilmi IĢık, Necip Fazıl Kısakürek gibi
isimler onun sohbetlerinde bulunmuĢ önemli kiĢilerdir.
Abdülhakim Arvâsî’nin Ġstanbul’da etkilediği en büyük kiĢilerden birisi hiç
Ģüphesiz Necip Fazıl’dır. O, cumhuriyetin ilk yıllarında Fransa’da üniversite eğitimi
görmüĢ ve Türkiye’de batılılaĢma hareketinin temsilcileriyle beraber hareket etmiĢtir.
Eğitim sonrasında Türkiye’de bir takım gazete ve dergilerde yazılar yazmıĢtır. Elit
bir çevrenin içerisinde hayatını sürdürmesine rağmen birĢeylerin eksikliğini içinde
fazlasıyla yaĢamıĢtır.
Necip Fazıl Kısakürek 1934'de bir akĢam çalıĢtığı bankadan, Boğaziçi’ndeki
evine dönmek için bindiği ġirket-i Hayriye Vapuru'nda karĢısına oturan ve gözlerini
ondan ayırmayan o güne kadar hiç görmediği ve bir daha da göremeyeceği “Hızır
tavırlı” diye nitelendirdiği bir adam ona, Abdülhakim Arvasi diye bir yol göstericinin
ismini verdi. Bu olaydan çok sonra bir cuma günü, ansızın bir hatırlamanın ardından
verdiği kararla, Abidin Dino 70 ile birlikte Abdülhakim Arvasi'nin Ağa Camii'ndeki
vaazını dinlemeye gider. Daha sonra Abdülhakim Arvasî, onları evine davet eder.

69
Hüseyin Vassaf, Sefine-i Evliyâ, Haz. Ali Yılmaz-Mehmet AkkuĢ, Sehâ Yay., Ġstanbul, 1999, c. II,
s. 122.
70
Abidin Dino, (1913 - 1993) ünlü Türk ressam. ÇağdaĢ Türk resminin öncülerinden olan Abidin
Dino, aynı zamanda bir yazar ve siyasetçidir. 23 Mart1913 günü Ġstanbul'da doğdu. 1. Dünya SavaĢı
baĢladığında Avrupa'da seyahatte olan ailesi, bir süre için Cenevre'ye yerleĢmiĢti. Bu nedenle
çocukluğu Ġsviçre ve Fransa'da geçti. Ailesi 1925'te Ġstanbul'a dönünce Robert Kolej'de öğrenim
görmeye baĢladı Ancak sanata duyduğu ilgi nedeniyle öğrenimini yarıda bırakıp, resim, karikatür ve
yazı alanında kendini geliĢtirmeye baĢladı. Ġlk desenleri Yarın gazetesinde, ilk yazıları Artist
dergisinde 1930'lu yılların baĢında yayınlandı. Bu yıllarda Nazım Hikmet'in Ģiir ve oyun kitaplarına
kapak desenleri çizdi. Çok genç yaĢta kendini bir ressam olarak kabul ettirdi. Dino, 1934 yılında
sinema öğrenimi görmek üzere SSCB'ye gitti ve 3 yıl kaldı. Yutkeviç'in yönettiği Madenciler filminde
çalıĢtı. 1937'de 2. Dünya SavaĢı nedeniyle Sovyetler Birliği tüm yabancı öğrencileri geri gönderince
Leningrad'dan ayrılmak zorunda kaldı. Dino, Sovyetler Birliği'nden sonra Londra ve Paris'e gitti.
Paris'te ressam ve dekoratör olarak film çekim çalıĢmalarında bulundu. 1939 yılında Türkiye'ye
döndü, 1941'de arkadaĢlarıyla Liman (Yeniler) Grubunun oluĢturdu. Yeniler Gurubu'nun Liman
çevresindeki balıkçıları konu alan ilk sergisini açtığı 1941 yılında Abidin Dino, siyasi nedenlerle önce
Mecitözü (Çorum)'ne, sonra Adana'ya sürgüne gönderildi. Adana'da Türk Sözü gazetesini yönetti. Kel
28

Sıcak bir ilkbahar günü, yanına Abidin Dino'yu da alır ve davet edildikleri
Eyüp sırtlarındaki eve gider. Orada yaĢananları Necip Fazıl Ģu sözlerle anlatır:
“Belki üç, belki beĢ saat süren o günden, o günkü konuĢmalardan
hatırladığım yalnız bir ahenk çağlayanı. BaĢka bir Ģey bilmiyorum. Sonra sonra,
seyrek de olsa otuz yıl süren temaslarım içinde, bahislerin hemen bütün
köprübaĢlarını kelimesi kelimesine hatırlıyorum da o günden, o günkü konuĢ-
malardan bende “KIoroform” tesiri gibi bir kendimden geçme hissinden baĢka
bir Ģey hatırlamıyorum. Evet, akĢam, Eyüp’ün üstüne bir seccade gibi bir
hamlede düĢmüĢ sandım. Evden çıkıp etrafıma bakınca akĢamın farkına vardım
da ondan. Sade akĢamın mı? Kendimin, nerede olduğumun, nereden gelip
nereye gittiğimin de…”71
Necip Fazıl dıĢında Abdülhakim Arvâsî’nin en önemli talebelerinden biri
de Hüseyin Hilmi IĢık’tır. Kendisi Abdülhakim Arvâsî ile tanıĢmadan önce tıp
fakültesinde okuyan bir üniversite öğrencisi iken, daha sonra onun tavsiyesi ile
tıp fakültesinden eczacılık fakültesine geçiĢ yapmıĢtır.
Hüseyin Hilmi IĢık’ın Abdülhakim Arvâsî ile ilk karĢılaĢması tıp
fakültesinde okurken Beyazıt Camiinde bir sohbette olmuĢtur. Sohbet evliyanın
kabirlerinin nasıl ziyaret edilmesi gerektiği konusu üzerinedir. Konu dikkatini
çeker ve sohbeti sonuna kadar takip eder. Sohbet bitiminde dersi yapan kiĢi
Hüseyin Hilmi Bey’e Rabıta-i Şerife isimli bir kitap verir. Kitabın altında
Abdülhakim ismini görür ve onun kim olduğunu sorar. Kitabı yazan kiĢi ile
dersi yapan kiĢinin aynı olduğunu ve Cuma günleri Eyüb’de vaaz ettiğini
öğrenir.
Bir Cuma günü Eyüp’e gider ve Abdülhakim Arvâsî’yi bir kitapçının
önünde görür, orada ayaküstü kısa bir görüĢmenin ardından, camideki sohbetten
sonra Abdülhakim Arvâsî onu evine davet eder. Hüseyin Hilmi IĢık bu günden
sonra her Cuma Abdülhakim Arvâsî’nin evine gitmeye baĢlar. Uzun süren

adlı bir oyun yazdı, ancak oyun hemen toplatıldı. Çukurova'nın pamuk iĢçilerini konu alan resimler
yaptı ve heykel ile ilgilenmeye baĢladı. 1943 yılında dilci Güzin Dino ile evlendi. Sürgün sona erince
Ġstanbul'a döndü. 1952'de yurt dıĢına çıkıĢ yasağı kalkınca kesin olarak Paris'e yerleĢti. Abidin Dino, 7
Aralık 1993 günü Paris'e hayatını yitirdi. Cenazesi Ġstanbul'a getirilerek AĢiyan'da toprağa verildi.
71
Necip Fazıl Kısakürek, O Ve Ben, Büyük Doğu Yay., Ġstanbul, 2007, s. 95-96.
29

sohbetler aralarında bir talebe hoca muhabbetine dönüĢmeye baĢlar. Ondan dînî
ilimler, edebiyat ve tasavvufa dâir Türkçe, Arapça ve Farsça kitaplar okur. 72
Abdülhakim Arvâsî 1925 yılında tekke ve zaviyelerin kapatılmasından
sonra KaĢgâri Dergâhında imâmet görevine devam etmiĢtir. Bu tarihten itibaren
onun ölümüne kadar geçen süre zarfında Türkiye’de dine ve dindarlara bakıĢ
değiĢecek, ülkede din adına hizmet etmek zorlaĢacaktı. Nitekim 1943 yılında
Menemen hadisesi bahane edilerek Abdülhakim Arvâsî’nin GümüĢsuyu’ndaki
evi polisler tarafından basılmıĢ, detaylı bir aramadan sonra Ġzmir’e götürülüp
orada sorgulanması istenmiĢtir. 73
Bu tutuklamanın asıl nedeni ise dönemin Ġstanbul valisi olan Lütfi Kırdar
tarafından gençler arasında Ġslâmiyet’i yayması ve Ģeriatı neĢretmesi sebebiyle
Ankara’dan tutuklanmasını talep etmesidir. 74
Abdülhakim Arvâsî sorgulanmak için Ġstanbul’dan Ġzmir’e götürülür. Orada
kırk, kırk beĢ günlük bir sorgunun ardından muhâkeme edilmek üzere hey’et-i vekîle
kararı ile Ankara’ya götürülür. Bu yolculuk sırasında çok fazla iĢkence ve hakârete
mâruz bırakılır. Kendisi bu sıkıntılara dayanmakta çok güçlük çeker ve hastalanır. 75
Bu sırada dönemin Hakkari vekili olan damadı Ġbrahim Arvas’ın ricâ ve
çabalarıyla Ankara’da ikâmeti Ģart kılınarak, tutuksuz yargılanmak üzere serbest
bırakılır. Bunun üzerine zaten az kalmıĢ olan ömrünün kalan kısmını yeğeni Fâruk
IĢık’ın Ankara’daki evinde geçirir. Burada çok zayıf ve halsiz düĢerek 27 Kasım
1943/H.29 Zilkâde 1362 tarihinde vefât eder. Cenâzesi Ankara’da Bağlum
Mezarlığına defnedilmiĢtir.76
Soyadı kanunu çıkınca Abdülhakim Arvâsî ÜçıĢık soyadını almıĢtır.
Abdülhakim Arvâsî’nin fiziksel görünüĢünü Hüseyin Vassaf Ģu sözlerle anlatmıĢtır:

72
Kuku, a. g. e. , c. I, s. 290-294.
73
Bu yıllarda Abdülhakim Arvâsî dıĢında birçok tarikat Ģeyhi ve kanaat önderi buna benzer sebeplerle
tutukanıp yargılanmıĢtır. Aralarında idam cezası alanlar bile olmuĢtur. (Dönemin siyâsi yapısının dine
ve dindarlara bakıĢ açısının daha iyi anlaĢılabilmesi için bkz. Ali Dikici, “Milli ġef Ġsmet Ġnönü
Dönemi Lâiklik Uygulamaları” Ankara Üniversitesi Türk İnkilâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu
Dergisi, sayı: 42, Ankara, 2008, s. 161-192. )
74
Kuku, a. g. e. , c. I, s. 365.
75
Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, Büyük Doğu Yay., Ġstanbul, 1997, s. 322.
76
Kuku, a. g. e. , c. I, 367.
30

“Kendisi orta boylu, beyaza karîb kır sakallı, esmeru’l-levm, mütenâsibü’l-endâm bir
zât-ı âlî-i kadrdir.”77
Abdülhakim Arvâsî din ilimlerinde üstün meziyyet sahibi olan bir âlim
olmasının yanı sıra, NakĢibendiyye tarîkatından bir kolun önemli Ģehylerindendir.
Kendisi hem BaĢkale’de hem de Ġstanbul’da insanları tasavvuf yoluna sevketmiĢtir.
Bilindiği üzere tasavvufî ekollerde Ģehylik mâkâmında bulunan kimse, kendisinden
sonra da irĢâd vâzifesinin devamı için belli hâlifeler bırakır. Abdülhakim Arvâsî
kimleri hâlife bıraktığı sorusuna Ģu sözlerle cevap vermektedir:
“…Buraya kadar izâha uğraĢtığım Ģartlara câmi’ bulduğum nesebi sahih
seyyidlerden âlim ve sâlih Muhammed Sıddık Efendiyi Van ve havalisine tarikat
nûrunu ikâm zımnındagöndermiĢ ve bu sûretle icâzet ve izin vermiĢtim. Senelerce
tarîkat erkânını ihyâ ve sohbetinde yüzlerce insan tarikate intisâb ile bâtın hallerinde
terakki ederlerdi. Bu hususta daha bir çok muvaffâkiyetlere mazhar olacağı me’mûl
iken harb-i umûmîde Ermenîler tarafından Ģehid edildi. Rahmetullahi aleyh.
Yalnız hatm-i hacegân okuyup ezkâr ve âdâba tergîb ve teĢvîk zımnında izin
vermiĢim. Hilâfet ve sefâret olarak değil. Van’da Fehim ve Necmeddin ve
Abdülmecid ve Ma’sum, Hakkari’de birâderim Ziyâeddin, Müküs’te Hüseyin ve
Hasan, Gevar’da Kasın ve Ġran’ın sünnîlerinden Muhammed ve Çal’da Haydar
Efendilere hatm-i hâcegân halkasının baĢında oturup hatm için izin verilmiĢtir.
Oralarda talib ve râgıb olursa, isimlerini yazarlar, ahvâlini bildirirler. Her nerede
bulunursam âdâb-ı tarîkati yazar gönderirim. Mûcibince amel ettikleri takdirde
fâidelenirler ve fâideleniyorlar.”78

V. Günümüze Tesirleri
Abdülhâkim Arvâsî yaĢadığı dönemde farklı coğrafyalarda hayat sürmüĢ
olmasına rağmen, bulunduğu her yerde o bölgenin insanı gibi etkin rol üstlenmiĢtir.
Yaptığı ilmî ve tasavvufî faaliyetler onun günümüzde bile adının çokça duyulmasına
ortam hazırlamıĢtır.

Van bölgesinde bulunduğu yıllarda Osmanlı Devleti’nin o bölgede olan


etkinliğini artırma yönünde çalıĢmalarda bulunan Arvâsî, ġiî bir devlet olan Ġran’ın

77
Vassaf, a. g. e. , c. II, s. 122.
78
Arvâsî, Hâtırât, s. 47.
31

bölgede olan etkinliğini kırmak için çok fazla çaba sarfetmiĢtir. 79 Bu çabaları
günümüzde dahî bu bölgenin sünnî olarak kalmasında onun etkisi olduğu fikrini akla
getirmektedir.

Abdülhâkim Arvâsî’nin taĢıdığı ilmî değerin tesirlerinin Ġstanubul’a


yansıması ise daha büyük boyuttadır. Onun en değerli öğrencileri olan Necip Fazıl
Kısakürek ve Hüseyin Hilmi IĢık kendisinden sonra günümüze kadar etkinliği devam
edecek olan iki büyük haraketin kurucuları olmuĢlardır.

a. Necip Fazıl Kısakürek ve Büyük Doğu Cemiyeti


Büyük Doğu adında bir hareket kuran Necip Fazıl, bu hareket ile sesini adetâ
dünyaya duyurmayı baĢarmıĢ bir eylem adamıdır. Necip Fazıl Abdülhâkim Arvâsî ile
tanıĢmadan önce alkol ve kumar bağımlısı, Fransa’da eğitim görmüĢ, belki de o
dönemin klasik “Jön Türk” olarak tanımlanan Ģairlerinden biridir. Bu durumun yanı
sıra Necip Fazıl içinde toplumu ilgilendiren her konuya karĢı büyük vehimler taĢıyan
bir kiĢiliğe de sahiptir. Onun içinde taĢıdığı vehimleri güçlü bir dava hareketine
çeviren ise Abdülhâkim Arvâsî olmuĢtur.

1934 yılında Abdülhâkim Arvâsî ile tanıĢan Necip Fazıl Kısakürek, bu


tanıĢmadan sonra büyük bir değiĢim süreci yaĢamıĢtır. Daha öncesinde var olan sanat
anlayıĢı, Abdülhâkim Arvâsî’den sonra “Mutlak Hakikat” arayıĢına doğru bir
değiĢime girmiĢtir. 80

Bu tarihten sonra Ağaç dergisini çıkaran Kısakürek, burada yazdığı


yazılarında toplumu kurtaracak olanların sanatlarlar olduğunu ve santtçının fil diĢi
kulelerden toplum nazarına inmesi gerektiğini savunur. Bu düĢüncesinin gereğini
yeribe getirmek için çalıĢtığı bankadan istifa eder ve kendini tam anlamıyla yeni
çizmeye baĢladığı dava yoluna verir.81

Necip Fazıl 1939-1943 yılları arasında yazdığı “Çerçeve” yazılarında


dönemin iktidârı olan CHP’nin savunuculuğunu yaptığı inkılaplar ve yeni devlet
sistemi üzerine eleĢtiriler yöneltmiĢtir. Bu eleĢtirileri onu iktidar partisinin karĢısında
79
Arvâsî, Hâtırât, s. 10.
80
Suat Ak, Sistem Karşısında Gerçek Muhalefet, Rasyo Yay., Ġstanbul, 2009, s. 18.
81
Ak, a.g.e. s. 19.
32

duracak bir muhalefet arayıĢına sürüklemiĢtir. Buna bağlı olarak iktidara alternatif
üretmesi açısından Celal Bayar ile görüĢmüĢ ve ona bu konudaki fikirlerini beyan
etmiĢtir.82

1943 yılında Büyük Doğu ismini ilk kez kullanan Necip Fazıl, bu isimle
çıkardığı dergisinde ana gayesi olan “Türk milletini en ileri ve üstün Ģartlar içerisnde,
kendi zaman ve mekanına topyekün hâkim kılma” 83 fikrini tüm detaylarıyla iĢlemeye
baĢlamıĢtır.

Büyük Doğu Dergisinin bu tarihten sonra birkaç kez yayını durdurulmuĢ


olsada, Necip Fazıl bulduğu her fırsatta bu dergiyi yeniden çıkartmıĢtır. Dergi
döneminin siyasî olaylarına ince ve keskin bir dille eleĢtiriler getirmiĢtir. CHP’nin
rejim muhafızlığı yaparken düĢtüğü hataları eleĢtirmesinin yanısıra bu partiye
muhâlefet olarak doğmuĢ olan Demokrat Parti de onun eleĢtirilerinden nasibdâr
olmuĢtur.

Siyâsi noktada herhangi bir gurubun ardından destek vermemesi aslında


Necip Fazıl’ın ana gâyesinin yönetim mekânizması ile uğraĢmak olmamasından
kaynaklanmaktadır. Bilâkis onun ana gâyesi toplumun bizâtihi kendisidir.84

Necip Fazıl’ın keskin eleĢtirel gücünü kullanmak isteyen çevreler de


olmuĢtur. Demokrat Pati ve Halk Partisi arasında geçen siyasî güç kavgasında kendi
yanlarında olması için her iki kesim de Kısakürek’e para teklifinde bulumuĢtur.
Ancak Necip Fazıl bu tekliflerin hiç birine yakın durmamıĢtır. 85

Dergiyle baĢlanan Büyük Doğu davası 1949 yılında resmî yönleri


tamamlanmıĢ bir Cemiyet olma planı hâlini almıĢtır. Bu tarihte Necip Fazıl dergiye
ulaĢtığı kitlesini bir cemiyet içerisinde bütünleĢtirme arzusu içerisindedir. Bu
cemiyetle ulaĢmak istediği hedef ise siyâsî yapıdan uzak kalan ve kendine has bir
kadro oluĢturma isteğidir.86

82
Ak, a.g.e. s. 34.
83
Ak, a.g.e. s. 33.
84
Ak, a.y.
85
Ak, a.g.e. s. 40.
86
Ak, a.g.e. s. 42.
33

Bu düĢüncelerle fikrî yapısının tamamlayan Büyük Doğu Cemiyeti 28


Haziran 1949 tarihinde resmen kurulur. Cemiyetin kurucusu olarak Necip Fazıl
Kısakürek ile beraber Ömer Karagül ve ġükrü Uzer’in de isimleri geçmektedir. 87

Necip Fazıl cemiyet kimliği kazandırdığı davasını yürüttüğü yıllarda kendisi


için menfî bir takım çalıĢmaların olduğu fikrine sahiptir. Ona göre onun aleyhinde
propaganda yapanlar; dönemin siyasî kesimleri, Yahudi ve Masolar, Komünistler ve
bu sıflardan maddî çıkar sağlayanlardır. 88

1950 yılında yapılacak olan seçimlerde Büyük Doğu Cemiyetinin birkaç kiĢi
ile de olsa mecliste temsil edilmesi arzusunu taĢıyan Necip Fazıl yazdığı bir yazı
bahâne edilerek tutuklanır. O hapishânede olduğu zaman diliminde seçimler yapılır
ve Kısakürek’in bu düĢüncesi hayata geçmez. Ancak seçimi Demokrat Parti’nin
kazanması onu yapacağı faaliyetlerin önünün açılacağı düĢüncesiyle bir hayli
heyecanlandırır.89

Ancak Necip Fazıl o dönemde siyasi kanatta yer alan her iki partiyi ve
sonradan kurulacak olan Millet Partisi’ni aynı temel üzerinde yer aldıkları için çok
sert bir dille eleĢtirmiĢtir. Ona göre bu üç parti her ne kadar birbirlerine muhalif
görünseler de kuruluĢ gayelerini “Kemalizm ve inkılap ilkeleri” üzerine oturttukları
için temelde aynı noktada yer almıĢlardır. Dolayısıyla asıl mesele partiler değil,
yönetimin tabu hâline getirdiği bu fikir telakkisidir.90

1951 tarihine kadar faaliyetlerini sürdüren cemiyet Necip Fazıl’ın gördüğü


birçok baskıya bağlı olarak feshedililir. Bundan sonra birkaç giriĢimde bulunan
Kısakürek bunların hiç birinde baĢarıya ulaĢamamıĢtır. Dönemin BaĢbakanı olan
Adnan Menderse ile yaptıı görüĢmede CHP karĢısında ortak davaları olan “Ġslam
Davasında” kendisine destek olmasını ister. Bu talebine olumlu cevap alan Necip
Fazıl Büyük Doğu’yu günlük gazete hâlinde 1952 yılında yayınlamaya baĢlar.

87
Ak, a.g.e. s. 47.
88
Ak, a.g.e. s. 48.
89
Ak, a.g.e. s. 59.
90
Ak, a.g.e. s. 68.
34

Gazetede genel olarak Menderes yanlısı bir yol izler ve bu konuda yapılan eleĢtirilere
hiç kulak vermez. 91

1960 yılında yapılan ihtilâle kadar çalkantılı bir Ģekilde devam eden yayın
hayatı ihtilâl ile son bulan Adnan Menderes iktidarını destekler nitelikte devam
etmiĢtir. 27 Mayıs 1960 günü radyodan yapılan ihtilal açıklamalarından biri de zaten
kapalı olan Büyük Doğu’nun kapatıldığıdır. 92

Ġhtilalden sonra hapishanede 552 gün kalan Necip Fazıl, buradan çıktıktan
sonra bazı gazetelerde günlük köĢe yazıları yazar ve Anadolu’da konferaslar verir.
YaĢadığı zorluklar onu âdeta bir aksiyon adamı iken, köĢesine çekilmiĢ biri hâline
getirmiĢtir. Ancak Necip Fazıl bu 1970’li yıllarda ortamın gerginliğin atmasına bağlı
olarak Büyük Doğu’yu yeniden çıkarmaya baĢlamıĢ ve Büyük Doğu Fikir klübü
adında bir hareketle yeniden aksiyoner bir hale bürünmüĢtür.

1969 yılı seçimleri sonrasında dönemin çok partili hayatında yer alan
Necmeddin Erbakan’la yakınlaĢma içerisinde olan93 Necip Fazıl, Demirel ile
yakınlığı olan Hakîkat gazetesi tarafından eleĢtirilir. Bu gazete Abdülhâkim
Arvâsî’nin diğer bir talebesi olan Hüseyin Hilmi IĢık’ın damadı Enver Ören
tarafından çıkarılmaktadır. Aralarındaki bu siyasi söylem farkı Abdülhâkim
Arvâsî’ye nisbetle anılan bu iki kiĢiyi karkı karĢıya getirmiĢtir. 94

978 yılında Erbakan ile olan siyasî düĢünce farklılıkları onu Büyük Doğu’da
yazan birçok yazarla yollarını ayırmasına neden olur. Necip Fazıl’a yazılarını Büyük
Doğu’da yazmak istemediklerini bildiren yazar dostlarının bu tavrı karĢısında
“Veda” baĢlıklı son bir yazı kaleme alır ve 1943 yılında yayın hayatına baĢlayan
dergiyi tamamen kapatır.95

1970’li yıllarda Erbakan’a olan desteğini geri çeken Kısakürek o dönemde


farklı partilere destek olmuĢtur. Bu desteklerinin hissedilir düzeyde milletvekili
sayısını etkilediği görülmektedir. Necip Fazıl 1980 ihtilâli öncesinde yazdığı

91
Ak, a.g.e. s.80-81.
92
Ak, a.g.e. s. 117.
93
Ak, a.g.e. s. 188.
94
Ak, a.y.
95
Ak, a.g.e. s. 222.
35

yazılarda devletin kurumlarında meydana gelen bozulmaların düzeltilmesi için


ordunun seçim kararı alması için meclisi zorlaması gerektiği fikrini savunmuĢtur.
Ancak ihtilâl ile ordu tavsiyeden öteye geçip siyasi düzeni yok etmiĢtir. Bu durum
karĢısında sorumlu olarak dini kullanarak onu uçuruma sürükleyen ve meclis
düzeninin yok eden siyasetçileri görür.96

Yazdığı yazılar ve yaptığı konuĢmalar ile bir devrin hayat anlayıĢını


değiĢtirme çabası içerisin olan Necip Fazıl Kısakürek bu aksiyoner ruhunun
Abdülhâkim Arvâsî ile tanıĢması ile hedefi olan bir dava kurma çabası iççerisine
düĢmüĢtür. Abdülhâkim Arvâsî onun yıllarca kafasında taĢıdığı ve sonuca ulaĢamdığı
vehimlere tasavvuf ile yön vermiĢtir.

b. Hüseyin Hilmi IĢık ve Ġhlâs Vakfı


Abdülhâkim Arvâsî’nin Ġstanbul’da bulunduğu yıllarda sohbetlerine gelep
onu tanıyan ve uzun yıllar yanında kalanlardan birisi de Hüseyin Hilmi IĢık’tır.

Hüseyin Hilmi IĢık 1911 yılında Ġstanbul’da doğmuĢtur. Eczacılık Fakültesini


bitiren ıĢık daha sonra hocası Abdülhâkim Arvâsî’nin isteği ile kimya yüksek
mühendisliğini bitirir. Türkiye’de bu alanda çokca çalıĢmalar yapan Hüseyin Hilmi
IĢık 1940 yılında yine hocasının tavassutu ile Nefise Hanım ile evlenir. Bu evlilikten
bir kızı ve bir oğlu dünyaya gelir. 2001 yılında hayatını kaybeden IĢık’dan yedi ay
önce de oğlu vefat etmiĢtir. Kızı ise Enver Ören ile evlenmiĢtir.

Hüseyin Hilmi IĢık Abdülhâkim Arvâsî’nin gönülden bağlı bir mürîdidir.


Onun vefatı sırasında her an yanında yer almıĢtır. Abdülhâkim Arvâsî’de ona çokca
hürmet etmiĢ, onu kendi yatağında oturtmuĢtur.97

Hüseyin Hilmi Bey yaĢadığı dönemde ilimle meĢgul olmuĢ ve çevresinde


birçok ilim sevdalısı ile bir bağ kurmuĢtur. Damadı Enver Ören tarafından yaptığı
çalıĢmalar günümüze farklı çerçeverde ulaĢmıĢtır. Enver Ören Kuleli Askerî
Lisesinde okumuĢ ve Hüseyin Hilmi IĢık’la burada tanıĢmıĢtır. Üniversite de çalıĢmıĢ
olan Ören daha sonra yayıncılığa geçmiĢ ve Hakîka ve Türkiye isminde gazeteler

96
Ak, a.g.e. s. 200.
97
www.huseyinhilmiisik.com
36

yayınlamıĢtır. Daha sonra çeĢitli Ģirketler kuran Ören bütün bu Ģirketleri Ġhlas
Holding bünyesinde toplamıĢtır. 98

Bugün büyük çoğunluğu ticaret hayatı içerinde yer alan bu hareket, Ġhlâs
Vakfı ile bir miktar da olsa Abdülhâkim Arvâsî’den gelen kimlikte yer almaya
çalıĢmaktadır.

B) ESERLERĠ

Abdülhakim Arvâsî yaĢadığı dönemin büyük âlimlerinden birisidir.


Döneminde icrâ ettiği faaliyetlerin gereği olarak bir çok eser telif etmesi beklenebilir.
Ancak o, bu konuda zihinlerde oluĢan düĢüncenin aksine çok fazla eser
neĢretmemiĢtir. Bunun sebebini Ģu sözlerle beyân etmektedir:
“Ġslâm âleminde ulûm-ı âliyye-i dîniyyeye dâir, gerek zâhir ve gerek bâtın
cihetinden büyük din âlimlerinin telif etmedikleri kitab kalmamıĢtır. Binâenaleyh:
“Bulunduğu yeri bilip, haddini aĢmayana Allah Teâlâ rahmet etsin” hadis-i Ģerîfi
mantukunca, haddimi bilerek büyük bir telifte bulunmadım.” 99
Bu fikrine uygun olarak eser telif etmekten uzak durmuĢtur. Ancak hem
müderrisliği gereği olarak hem de müridlerine bazı konularda yardımcı olmak
maksadıyla belli eserler neĢretmek zorunda kalmıĢtır.
Yazmak zorunda kaldığı eserlerden iki tanesini bastırmıĢtır. Bunlar Rabıta-i
Şerîfe ve er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye’dir. Bunuların dıĢında kalan yazıları ise müridleri
ile sevenlerine yazdığı mektublardan oluĢmaktadır. Abdülhakim Arvâsî’nin
vefatından sonra sevenleri tarafından bu mektublar bir araya getirilmiĢ ve Keşkül
ismiyle bastırılmıĢtır. Bunun dıĢında ise hayatını anlatırken yararlandığımız, Sefîne-i
Evliyâ isimli eserde kullanılması için yazdığı bir hayat hikâyesi vardır. Biz bu eseri
Hâtırât olarak isimlendirdik.

I. Rabıta-i ġerîfe
1341 yılında Ġstanbul’da basılmıĢ olan eserini tasavvufî bir ilke olan rabıtanın
mahiyeti ve özü hakkında bilgi vermek için yazmıĢtır. Eser Necip Fazıl Kısakürek

98
(Komisyon), “Enver Ören” Yeni Rehber Ansiklopedisi, c. VI, s. 350.
99
Arvâsî, Hâtırât, s. 45.
37

tarafından sadeleĢtirilerek yayınlanmıĢtır. Ayrıca kitabın ilk baskısına


“NakĢibendiliğin âdâbına mübeyyin bir mektub sûreti” adlı bir ilâve yapılarak h.
1342 yılında 2. baskısı yapılmıĢtır.

II. Hâtırât
Abdülhakim Arvâsî bu eserde kendi hayatını tafsilâtlı bir Ģekilde 23 soruda
anlatmaktadır. 54 sayfadan oluĢan bu eserin baĢında yaptığı açıklamada Hüseyin
Vassaf Efendi kendisinden Sefîne-i Evliyâ isimli kitabında yer vermek için hayatını
anlatmasını ister. Bunun üzerine Abdülhakim Arvâsî bu eseri meydana getirir. 100

III. Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye
Ġstanbul’a geldikten sonra Sultan Vahdettin Han’ın irâde-i seniyyesi ile
Süleymaniye Medresesinde Tasavvuf hocalığına baĢlayan Abdülhakim Arvâsî,
burada ders verirken kullanmak üzere tasavvufun ana ilkelerini hâiz bir eser
oluĢturmak ister. Ankara ġerʽiyye Vekâletinin emrince de o dönemde zaten ders
veren hocaların kendi dersleriyle ilgili bir eser oluĢturma zorunluluğu vardı. Bu
sebeplere binâen oluĢturduğu eserinde, tasavvufa dair konuları tafsilâtlı bir Ģekilde
ele almaktadır. Tezimizin bundan sonraki bölümlerini bu eserin transkripsiyonu ve
değerlendirmesi oluĢturmaktadır.

IV. ReĢâhâtü’l-Kulûb
Abdülhakim Arvâsî tarafından yazılan mektublardan oluĢan bir kitabtır.
Müridleri tarafından yazılmıĢ olan mektublarda gördüklerini rüyâların taʽbir
edilmesini kendisinden taleb etmiĢler, o da bu mektublara verdiği cevablarda yalnız
rüyâ taʽbirleriyle yetinmemiĢ, bunlara ek olarak Ģerʽî konularda bir takım bilgiler
vermiĢtir. Bunların dıĢında kitapta dönemin önemli mevzûlarından olan Ģapka
meselesiyle ilgili de bir yazısı yer almaktadır.
Bu kitapta Abdülhakim Arvâsî’nin yazdığı bölümün dıĢında Muhibbi Ehl-i
Ġbâ’nın Kesâ-nâme isimli Osmanlıca nazım eseri, Ġmâm Gazâlî’nin yazdığı Keşfü
Ulûmü’l-Âhiret isimli risâlesinin Âhiret Halleri ismiyle tercümesi ve Manastırlı
Ġsmâil Hakkı’nın Şerhü’s-Sadr bi-Fazâili Leyleti’l-Kâdr isimli yine Osmanlıca
risâlesi yer almaktadır.

100
Arvâsî, Hâtırât, s. 3.
38

Kitabın kendisi tarafından basılmadığını Hâtırât’ından anlamaktayız.


Elimizdeki bu eser sevenleri tarafından hazırlanıp neĢredilmiĢtir. Özel bir çalıĢma ile
bastırılmıĢ olan bu eserde basım tarihi ve yeri bulunmamaktadır.

V. Sevânihü’l-Efkâr ve Sevâmihü’l-Enzâr
Abdülhakim Arvâsî tarafından yazılan mektublardan ve bir takım meselelere
verdiği cevaplardan oluĢan sekiz adet defterin birleĢtirilmesi sonucu meydana gelmiĢ
bir eserdir. Eserin mukaddimesinde Ġstanbul’a geldikten sonra sohbetler arasında
geçen sorular ile kendi isteği ile yazdığı mektublardan oluĢan notları -kendi ifâdesi
ile- bir keĢkül hâlini almıĢ ve bu notları Sevânihü’l-Efkâr ve Sevâmihü’l-Enzâr olarak
isimlendirmiĢ olduğunu yazmaktadır. Kitabın erbâbı nazarında çok muteber olacağını
da belirtmiĢtir.
Kitap içerisinde Abdülhakim Arvâsî’nin yazdıklarından baĢka iki farklı eser
de yer almaktadır. Bunlar Mevlânâ Halidü’l-Arûs’un Menâkıb-ı Şemsü’ş-Şumûs
isimli eserinin Osmanlıca tercümesi ile Mehmed Ağa Câmii ġeyhlerinden
Abdurrahman Efendi’nin yazdığı Te’dîbü’l-Mütemerridîn isimli eserin tercümesidir.
Bu kitapta Abdülhakim Arvâsî tarafından basılmayan eserlerdendir. Sevenleri
tarafından basılan bu eserde de basım tarihi ve yerine ait bilgi bulunmamaktadır.
Ancak yazdığı mukaddimede 1316/1899 tarihi yer almaktadır. eserin bu tarihte
tamamlandığı buradan anlaĢılmaktadır.

VI. KeĢkül
KeĢkül tasavvuf geleneğinde kullanılan bir taʽbir olup, eski dönemde sûfilerin
kollarının altında taĢıdıkları içerisine para veya yemek konulan kablara verilen
isimdir. Bir diğer anlamı ise, çok çeĢitli konuları içerisnde toplayan eserdir. 101
Abdülhakim Arvâsî bu tabiri bir araya getirdiği bazı yazıları için kullanmıĢ ve
talebeleri de keĢkül ismini bu anlamda kullanmıĢtır.102
Abdülhakim Arvâsî’nin sevenleri tarafından özel teĢebbüslerle bir araya
getirilmiĢ bir takım yazılarından oluĢan yazma bir eserdir. Ġçerisinde yukarıda da
bahsetmiĢ olduğumuz Sevânihü’l-Efkâr ve Sevâmihü’l-Enzâr isimli eserin yazma bir
nüshası bulunmaktadır. Bundan sonra sekiz bölümden oluĢan Ġslâm ve Ġmân Erkânı

101
Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabakçı Yay., Ġstanbul, 2001. s. 214.
102
Arvâsî, Sevânihü’l-Efkâr ve Sevâmihü’l-Enzâr, s. 1.
39

baĢlıklı bir bölüm mevcuddur. Ruh ve Namaz risâleleri bu sekiz bölümün içerisinde
yer almaktadır. son bölümünde ise, Hüseyin Hilmi IĢık tarafından yapılan
Muhammed Sencârî’nin Riyâzü’n-Nâsihîn isimli eserindeki Namaz bahsinin
tercümesi yer almaktadır.
Burada bahsettiğimiz eserlerin dıĢında kendisinin yazdığı farklı risâleler
mevcud olup bunlar kendi müridleri ve sevenleri tarafından farklı yerlerde
neĢredilmektedir. Hüseyin Hilmi IĢık’ın Sâadet-i Ebediyye isimli eseri bunlardandır.
Tezimizin esas konusu olmaması hasebiyle eserleri konusunda bu kadar bilgiyle
kifâyet etmekteyiz. 103

103
Eserleri hakkında daha geniĢ bilgi için bkz. Ġbrahim Baz Abdülhakim Arvasî’nin Hayatı, Eserleri
ve Tasavvuf Anlayışı isimli yayınlanmamıĢ yüksek lisans tezi, Süleyman Kuku, Son Halkalar ve
Seyyid Abdülhakim Arvâsî Külliyatı.
40

II. BÖLÜM
ER-RĠYÂZÜ’T-TASAVVUFĠYYE
41

A . ESERĠN TANITIMI

I. ESER HAKKINDA GENEL BĠLGĠLER


Abdülhakim Arvâsî’nin hayatı boyunca kâleme aldığı yazılarından mükellef
bir eser olarak ortaya koyduğu tek eseri olan bu kitap, yazıldıktan sonra dönemin
Ġstanbul Maârif vekilinden basımı için olur almıĢtır. Bu izinden bir yıl sonra ilk
olarak Ġstanbul Mekteb-i Harbiye Matbaasında H.1341 yılında basılmıĢtır. Eser
medresede öğrencilere okutulmak için hazırlandığından tam bir ders kitabı
niteliğinde hazırlanmıĢtır. Kitap tasavvufa dair birçok konuyu ele almıĢ ve bu
konular hakkında detaylı maʽlumatlar vermiĢtir.

Eserin elimizde bulunan ve ilk baskısı olan nüshası 19 cm boyunda, toplam


159 sayfadan müteĢekkildir. Günümüz harflerine çevirdiğimiz bu esere Ġstanbul
ĠSAM Kütüphânesinin 297.7 ABD.R nolu kaydında ulaĢtık.

II. ESERĠN YAZILIġ GÂYESĠ


Abdülhakim Arvâsî hayatı boyunca ilim ve irĢâdla ilgilenmiĢtir. Bulunduğu
yerlerde çevresi için bir kanâat önderi olma vasfını her zaman üzerinde taĢımıĢtır.
BaĢkale’de uzun yıllar müderrislik yapmıĢ olan Arvâsî, ilmî anlamda büyük bir
Ģahsiyet olması hasebiyle Süleymâniye Medresesinde hocalık yapması için Sultan
Vahdettin tarafından bir irâde çıkarılmıĢtır.
Ġlmî anlamda böyle büyük iltifâtlara mazhar olmuĢ olan Abdülhakim Arvâsî,
kendi durumunda olan bir çok âlime nazaran yok denecek kadar az eser telif etmiĢtir.
Bunun sebebi olarak Ġslâm âleminde birçok âlimin hemen hemen herĢeyi yazmıĢ
olmasını göstermiĢ ve haddini aĢmamak için bir Ģey yazmadığını söylemiĢtir. 104
Süleymâniye Medresesinde 1919 yılında hocalık yapmaya baĢlayan
Abdülhakim Arvâsî buradaki derslerinde kullanmak üzere tasavvuf sahasında bir eser
meydana getirir. Bir eser yazma konusundaki var olan görüĢüne rağmen oluĢan
ihtiyâca binâen bu eseri yazmıĢtır. Yine bu dönemde Ankara ġeriyye Vekâletinin
emri gereği Süleymaniye Medresesi hocalarının kendi derslerinde okutulması için bir

104
Arvâsî, Hâtırât, s. 47.
42

eser oluĢturma zorunlulukları vardı. 105 Bu sebeple Abdülhakim Arvâsî Tasavvuf


üzerine bu eseri meydana getirmiĢtir.

III. METOD VE MUHTEVÂSI


Abdülhakim Arvâsî Er-Riyazü’t-Tasavvufiyye isimli eserini oluĢtururken
tasavvufun ana ilkelerini ön planda tutmuĢtur. Yazılma sebebinde belirttiğimiz üzere
bu eser bir ders kitabı olarak hazırlanmıĢtır. Bundan dolaya tasavvufun târifi, ıstılahı
ve bir takım tartıĢmalarına bu eserde yer vermiĢtir.
Mukaddime kısmında yazar, tasavvuf sahasında yer alan kitapları içerdikleri
konulara göre sınıflandırmıĢtır. Eserin baĢ kısmında tasavvufa dâir yazmıĢ olduğu
Medhiye isimli bir Ģiir yer almaktadır. Münderecât bölümünde kırk beĢ baĢlık yer
alıyor olmasına karĢın genel olarak bu kitap üç ana bölümden oluĢmaktadır. Birinci
bölümde Tasavvuf’un kelime olarak nereden geldiği, târifi, menĢei, gayesi ve
mevzûʽu üzerinde durulmuĢtur.
Ġkinci bölümde ise tasavvufun ıstılâhâtı üzerinde durulmuĢtır. YetmiĢ kadar
ıstılâhı bu bölümde açıklamıĢ ve buna ek olarak bazı terimleri Arapça ve Farsça
olarak açıklamıĢtır. Ayrıca yine bu bölümde NakĢibendiyye tarikatının onbir ilkesini
ayrı ayrı anlatmıĢtır. Üçüncü bölüm de ise tasavvufa dâir bazı tartıĢmalara
değinmiĢtir. Bu konuları tafsilâtlı bir Ģekilde açıklamıĢtır. Bu konuları beĢ ana baĢlık
altında toplamıĢtır.
Birinci baĢlıkta, sufî, mutasavvıf, melâmî ve fakir kelimelerinin tanımları,
bunlar arasında ki benzer yönler ile farklı yönleri ele almıĢtır. Ġkinci baĢlıkta
evlayânın çeĢitlerinden bahsetmiĢtir. Üçüncü baĢlıkta, tevhîd kelimesinin anlamı,
mertebe ve erbâbı üzerinde durmuĢtur.Dördüncü baĢlıkta Tevhîd-i Efʽâl’den
bahsetmiĢtir. Son baĢlıkta vahdet-i vücuddan bahseden Abdülhakim Arvâsî, bu
bölümün sonunda Ġmâm-ı Rabbânî’nin vahdet-i vücud hakkındaki görüĢlerine yer
vermiĢtir.

105
Arvâsî, Hâtırât, s. 48.
43

B. ER-RĠYÂZÜ’T-TASAVVUFĠYYE’NĠN GÜNÜMÜZ
HARFLERĠNE ÇEVĠRĠSĠ

MÜNDERECÂTI
1. Tasavvufun zevât-ı müteaddide tarafından ezmine-i mütehâlifede
târifi.
2. Zevat-ı mezkûrenin mahall-i tevellüt ve vefatları ve tarihleri.
3. Tasavvufun mebde’ ve menĢei
4. Tarik-i aliyyenin enva’ının târifleri.
5. Her nev’in kimden münĢeab olup zaman-ı teĢâubi.
6. Tarik-i aliyyenin kaç nev’ olduğu.
7. Bunların birbirine olan münasebeti ve târih-i iftirâkı.
8. Her bir tarikatın âdab ve ezkârı.
9. Velayâtın envaʽı ve her bir nev’in târih-i zuhûru.
10. Velayâtın âlâim-i zuhûru.
11. Bu velâyetlerin husul bulmasının esbâbı.
12. Velâyet-i suğra, velâyet-i Kübra, velâyet-i ulya, velâyet-i mele-i âlâ,
velâyet-i enbayânın târifleri ile alâimi.
13. Sûfî tasavvuf ve mutasavvıfa ıtlakının mebde-i tarîhi.
14. Hangâh ve tekâyânın sebeb-i inĢâ ve mebde-i binâları.
15. Kimler tarafından ihdâs edildiği.
16. Ġhdâs tarihleri.
17. Ġhdâs eden zevâtın mahalli ve tarih-i velâdet ve vefâtı.
18. Ricâl-i sûfiyyenin te’lîf ettikleri müellefât ve târih-i te’lifleri.
19. Tabakât-ı muhtelifede zuhur etmiĢ zevât-ı âliye.
44

20. [4] Kâbil olduğu derecede mahall-i velâdetleri, târih-i velâdetleri,


müdeffenleri ve târih-i vefâtlerı.
21. Tabaka-i tâlibîn, tabaka-i sâlikîn, tabakâ-i sâirîn ve sâihîn.
22. Bu tabakaların meĢâhiri ve ilmde merâtibi.
23. Aktâbın envâʽı ve meĢâhirînin esmâ’ ve âsâr ve târih-i velâdet ve
vefâtları.
24. Mârifet-i sûfiyyede vârid olan akvâl ve alâim.
25. Mutasavvıf ve melâmî ve fakîrin ta’rîfleri ve aralarındaki fark.
26. Sûfîlerin müteĢebbih-i muhıkkı, meczûbların müteĢebbih-i muhıkkı,
Melâmiyyenin müteĢebbih-i mubtılı ve meczubların müteĢebbih-i mubtılı.
27. Tabakât-ı meĢâhîr-i sûfîyye ve her bir tarîkatın âdâb ve erkânı ve
te’lîfâtı ve vüs’at-i irĢâdı ve müellefâtı ve bir takım kerâmât ve havâriki.
28. Mutasavvıfenin Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’te derece-i mârifetleri.
29. Mutasavvıfe-i muhikkânın îtikādları.
30. Mutasavvıfe-i mubtile îtikādları ve ne suretle haksız oldukları.
31. Mutasavvıfenin Ģerʽi Ģerîfe karĢı îtikād ve inkiyâdın lüzumu ve
32. ġerʽ-i Ģerîf ile olan münâsebeti.
33. Tasavvufun hikmet ve felsefeye olan münasebeti.
34. Rical-i sûfiyyenin mütehassıs oldukları makâmât-ı kurb-ı ilâhi.
35. Her zâtın meĢhûr olan kelamları ve beyân-ı hakîkat etmeleri.
36. Aktâb, evtâd, Abdâl ve ricâl ne demek olduğu ve kimlerin bu elkab ile
iĢtihâr ettikleri ve bulundukları mahall ve tarih-i vilâdetleri.
37. Hakîkat-i Ahmediyye, hakîkat-ı Muhammediyye hakîkat-ı
Ġbrahimiyye ve Museviyyenin ne oldukları ve ezmine-i mütehalifede kimlerin bu
elkâbla mülakkâb olduğu ve tarihleri.
[5]
38. Tâife-i sûfiyyeden bazısının meĢrebi vahdet-i vücûd olup bu
meselenin mebde’i neĢ’eti kimden olduğu, kimler tarafından tasdîke iktirân ettiği ve
ne suretle te’vil ve ta’bîr edildiği ve kimlerin itirâzda bulunduğu ve ne suretle itiraz
ettikleri ve musaddık ve mu’terîzların tercüme-i halleri derecât-ı ilm ve batınlarının
beyânı ve mahal ve tarih-i vilâdet ve vefâtları.
45

39. Bu meselede vahdet-i vücûdun vech-i kesîre ile re’isleri bulunan


ġeyh’ül-Ekber takrîrât-ı mütegayyireleri ve tahkîkatı.
40. Tarîk-i âliyyenin silsile-i Ģecere-i alîyyelerinin mebde’lerinden
müntehâlarına kadar müteselsilen beyânı ve her bir zâtın mahall ve tarih-i tevellüdü
ve vefatlarıve tercüme-i halleri ve kâbil olduğu kadar merâtib ve derecâtı.
41. E’imme-i erba’a ve müctehidîn-i i’zâmın tarîkat-ı sûfiyyeye alâka ve
derece-i irtibatları ve kimin kime intisâbı.
42. Mesâil-i tasavvufiyyenin âyât-ı kerîme ve ehâdîs-i Ģerîfeden
keyfiyyet-i istihrac ve istinbâtları.
43. Ehl-i tasavvufun havâss ve esmâ ehlinden ayrı olduğu.
44. Tabâkât-ı muhtelifede gelen sûfîyyûnun tercüme-i halleri ve tarih-i
tevellüd ve vefatları.
45. Tasavvufun yirmi dokuz fennden ibaret olduğu ve her bir fennin
mevzû’u ve gayesi.
[6]
MEDHĠYE
Tasavvuf; kenz-i fasl-ı gayb-ı esrâr-ı tecellîdir.
Tasavvuf; âĢinâyân-ı hâzin-i envâr-ı ma’nâdır.
Tasavvuf nüshâ-ı kâmus-ı elfâz-ı hakîkattır.
Lugat-i fehmânî-yi irfân-pervirânı lâ ve illâdır.
Tasavvuftur lisânü’l-kuds, tahkîkât-ı lâhûtî
Ânınla nutka kâdir, hikmet ânâ hân-ı esmâdır
Tasavvuftur kemâl ve naks-ı nefsî eylemek îkân.
Tasavvuf derk-i ahkâm, tecelliyât-ı mevlâdır.
Tasavvuf vahdet-âmûzende-i Ģerʻ-i hakîkâtdir.
Kıyas etme hâkikat Ģerʽ-i enverden müberradır.
Hüviyet-i zîb-i fıtrat-ı nûr Muhârremhâne-i vuslât.
Habîb-i Rabb-i i’zzet kim hitâb-ı efrûz-ı Tâhâ’dır.
Hadîsinde buyurdu kavl-ı güftârım Ģerî’attır.
Tarîkatle hakîkat fi’l hulkûmdan hüveydâdır.
Tevessülde bu buyurluğ-ı belîğ hikmet-i ârâya.
46

Tehâlüf etti isti’dâd-ı ümmet hayret-efzâdır.


Kimi zahîr-i nigâh-ı kavl-i güftâr-ı nebî oldu.
Kimisi kavl ü fi’ilinden fedâil-i cûy-i takvâdır.
Kimi oldu tahakkuk-yâb kavl ü fi’l ü ahlâkı.
Bu kısm ehl-i tasavvuftur bevâtın-ı zîb eĢyadır.
[7]
Bu kavm çeĢm-i vahdet beyn-i azm ve ibtisârında.
Cihandır bir tecellî-hâne-i nur-ı hüve’l-Kâdir
Değil davâ-nümâ-yı în ü ân-ı ehl-i safâ zîrâ
Tasavvuf ketm-i esrâr-ı meâni, terk-i davâdır
Cemâl-i hâline ol kavm-i feyzâmuz-ı tahkîkin
Bu rengin nüsha-yı pâkize, mücellâ-yı mücellâdır
Harim-i efrûz-ı rahmethane-i hakk nice ebrârın.
Tayingâh-ı Ģâni bu kitâb-ı ibret efzâdır
Hakâik-cû olanlar kurretü’l-aynı nigâh itsun
TemâĢâsı bunun bir öz ki rûhani-i temâĢâdır
Cüneyd ve Bâyezid ve Edhem-âsâ hayli âfitâbın
NiĢîmen-gâh-ı ünsâ, ünse güyâ cebinsâdır.
Bu bir mecmuʽa-yı tahkîk-i hikmetdir ki her lafzı
Birer faslü’l-hitab mâ-bihi’l-asl temennâdır
Hususan ıstılahât-ı salâh-âmuz-ı sûfiyye
Kemâ-hiye bunda hep manâ-nümâ-yı zikr ve inbadır.

[8]

MUKADDĠME
Ulum-i zâhirenin vüs’at mevzûʽu itibariyle ilm-i tasavvufa nisbeti bir katrenin
bir deryaya nisbeti gibi olduğu ekâbîr-i sûfiyyeden bazılarının cümle-i
tasrihatındandır. Zira tasavvufun mevzûʽu mahallinde bahs ve zikr olunacağı gibi
bi’l-meâl zât-ı bahs-i ilahîdir. Ulum-ı sâirenin mevzu’u ne kadar vâsi’ farz edilse de
mümkinâtın dairesinden harice çıkamaz. Âlem-i vücûba nisbetle âlem-i imkânın ne
olduğu beyândan müstağnîdir.
47

Binâenaleyh ilm-i tasavvuf zevk-i vicdânî olduğundan Ģânına lâyık bir suretle
elsine-i âklâm ile tahrîr ve lisan-ı insân ile takrîr-i kâbil değildir. Maʽa-zâlik
mensûbîni tarafından pek çok kütüp ve resâil tertîb ve te’lîf ile bi-kaderi’l-imkân
izâhâ bezl-i makderet edilmiĢ olup mu’zam-ı makâsıt ve mesâilede sâhibiyyetleri
esnâsında beyân ve izâh oluna gelmiĢtir.
Bu bâbda tabakât-ı muhtelifede bulunan ricâl-i âliye-i sûfiyye muhtelif
suretlerde ve mütenevvi’ meĢreblerde bulunan ekâbirin her birisi meĢrebine göre
beyânâtta bulunmuĢlardır. Bir kısmı belki kısm-ı aʽzâmı hakâyık-ı keĢfîyyede ve
dekâik-ı ilhâmiyyede “tavîlü’z-zeyl, müttehidü’l-mâl ve muhtelifü’l-ibâre” kitapları
yazılmıĢtır.
ġeyh-ı ekber bu mesleğin pîĢvâsıdır ki: Alâ rivayetin yazdıkları beĢ yüz
kitaptan kısm-ı gâlibi bu mevzu’u üzerinedir. Ez-cümle (Füsûsü’l-Hikem, el-
Fütühâtü’l-Mekkiyye, et-Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, et-Tenezzülâ’ü’l-Mevsıliyye, el-İsrâ ilâ
makâmi’l-Esrâ, Şerhu Hal’i’n-Na’leyn, Tâcü’r-Resâil, [9] Minhâcü’l-Vesâil,
Kitabü’l-Azame, Kitabü’l-Beyân, Kitabü’t-Tecelliyyât, Mefâtîhü’l-Gayb, el-
Ecvibetü’l-Müsekkitü an Esileti’l-Hakîm et-Tirmizî, el-Müsâmerât) gibi kitapları bu
meslek-i kutsiyyenin hakâyıkı beyânındadır. Bu kısmın felsefeye münasebeti vardır.
ġu kadar ki felsefe yalnız akla; bu kısm tasavvuf ise Ģerî ve akl-ı selîm dairesinde
keĢf-i sarîha müstened ve zevk-i sahîha mutâbıktır.
Bir kısmı dahî ricâl-i sûfiyye tabakâtını ve merâtibinin “min-haysü’l-keĢf”
beyânını ve kerâmâtını, târih-i tevellüd ve vefatlarını, mahâll-i irĢâd ve mevlidlerini
ve kimlerle mu’asır bulunduklarını ve tarz-ı hayatlarını merâkid ve mezârât-ı
muteberrikelerini ve sâir buna mümâsil ve müĢâbih mesâili ihtivâ eden kitaplardır ki:
adetâ bir tarih-i tasavvuf teĢkil eden bir fenndir. (Tezkiretü’l-Evliyâ ve Tabakât-ı
Şu’ara, Nefehâtü’l-Üns, Ravzatü’r-Riyahîn fî’l-Hikâyâti’s-Salihîn) ve emsâli gibi. Bu
kısm tasavvufun tarihe münâsebeti ziyâdedir. Ancak bu kitaplar ehâdis-i Ģerîfenin
anʽanâtı gibi mevsûk ve muʽteber ravîlerinin rivayetlerine müsteniddir. Her
meselesinde ihbâran ve tahdîsen an’anâta riâyet olunmuĢtur.
Bir kısmı dahî âdâb-ı sülük ve teslîkdir ki: makâmât-ı âliye-i velâyâta
terakkîye ve merâtib-i ricâl-i âliyeye eriĢip menâzil-i kurb-ı ilâhî ve seyr-i fillâh, ve
seyr-i billâh ve seyr-i minallâh vesâir irĢâd-ı ibâde vesîle olan eĢgâl ve aʽmâl-i
48

bâtınıyyeye aittir. Tasavvufun lübbü dahî budur. Havâss ve avâma nâfi’ ve mühim bu
kısmdır.
Bunun bir ciheti de kütüb-i fıkhiyyenin rub’-ı ibâdetine münâsebeti vâriddir
ki: Gazâli’nin İhya’sı, Gavs-i Aʽzâm’ın Gunye’si, Müceddid-i Elf-i Sanînin
Mektûbât’ı ve Evliyâ-yı Ahmediyyenin kütüb ve resâili gibi. Fakîr-i âcîz iĢbu
risâleye bu aksâm-ı selâseye ibtinâ etmeyi münasip gördüm.
[10] Bir kısmı dahî menâkıb ve kerâmât-ı evliyâ ve bazı ricâl-i mahsûsanın
fezâil ve kemâlâtı hakkında te’lîf ve tertîb olunan resâildir. Bu kısm resâilin fevâid
ve menâfi’i zikri sebk eden kısmlara nazaran az olduğundan ve hususîyle ihlâslarında
ifrâd edenlerin yalnız fikirlerinden münba’is olduğu cihetle o kadar Ģâyân-ı iʽtibâr
görülmediğinden iĢ bu risâlemiz bu resâil muhteviyâtının ekserîsinden hâlîdir. Bir
kısmı dahî evrâd ve ezkâr, ed’iye ve ahzâb ve havâss-ı esmâya ait olup ancak
sahiplerine nâfi’ ve müfîd olduğundan müridân ve sâlikîne nef’i ve fâidesi mahdûd
ve âdetâ ibâdet-i zâhiriyyeden ma’dûd ve münkatı’ olan eĢhâsa mahsûs olduğundan
risâlemiz buna da Ģâmil değildir.
Bir kısmı dahî ekâbir-i ehlullahın esnâ-yı sohbet ve tevcihâtında sâkît ve
murâkıb oldukları halde in’ikâs ve insibâb tarîkiyle ifâzâ olunan ulûm ve ma’ârif-i
rabbâniyyedir ki: kâl ve kalem ile beyânı kâbil olmadığından ancak bu meĢreb için
bir meleke-i râsihânın husulüne hıdmet ide gelmiĢ bir haldir. Bu da ancak sâhibine
hâcet olduğundan risâlemiz bu bahsden de hâlidir.
Rakîmü’l-hurûf kırk seneye mütecâviz bir zamanda ilm-i tasavvufun nazârî
ve amelisiyle meĢgul olmaya hasr-ı evkât etmiĢ olduğumdan bi-iʽnâyetillâhi teâlâ bu
rusûha bir nisbet tahsîl etmiĢimdir. Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-ʽaliyyi’l-
ʽazîm.
[11]
‫بسم اهلل الحمن الرحيم‬

‫ وماتوفيقى االبك يا اهلل الحمد هلل الذى زين سماء الملة الخيفية ينجوم‬.‫ياربى عليك توكلت واليك انيب‬

‫ وامل الشبو والحجب الظلمانية‬,‫االحكام الشرعية والنصايح الدينية وىدى بها من شرح صدره لالسالم وخلصو من‬

‫ ثم بدأ من مطالع افق تلك السماء اقمار الرشاد ال رشاد اىل المراتب‬.‫ثم جمل بواطن آخرين باضواء االنوار االيمانية‬

‫االحسانية ثم بدأمن مطالع افق تلك السماء اقمار الرشاد الرشاد اىل المراتب االحسانية ثم اطلع من مشارق عنايتو‬
‫‪49‬‬

‫على قلوب الصفوة من تربية اصحاب الفنوس الزكية الهمهم السنية شموس المعارف الذوقية اليقينية ثم خاال لخالصة‬

‫صفوتو بانوار محبتو اسرار علومو الدينية واللدنيو ثم استخلص من صفوت تلك الخالصة قوماً اصطنعهم لنفسو‬

‫وتجلى لهم فى صفرة علمو المتعلق بو سبحانو وتعالى وجلهم بو جلي ًة ذاتي ًة ابدي ًة فاستجلى ماخفى عن سواىم من‬

‫الحقاءق االلهية والكونية (اولءك حزب اهلل االان حزب اهلل ىم المفلحون) وصلى اهلل وسلم على مرشدىم وسيدىم‬

‫ومقدمهم ورءيسهم مفتاح مفاتيح الغيب والمجلى عن قلوب المستعدين الخوتو بانواع ارشاده صداع كل شك وريب‬

‫سيد الخالءق محمد وآلو و اصحابو واخوانو المذكور شأنهم و الواضح عنده وعند ربو برىانهم صالةً جامعةً لكمال‬

‫االحكام االزلية ظاىرةً بها فى المراتب االبدية (اما بعد) فان جماعةً من المتقدمين والمتاخرين من اكابر الصوفية الفوا‬

‫كتباً حقيقيةً ورساءل تصوفيةً فى بيان اىل اهلل وصفوتو واحوالهم واذواقهم فاقتطفت من كالمهم تارةً والنقطت اخرى‬

‫بال وقا ٍع الواصل الى اهلل بالدفا ٍع موصل ارباب السلوك الى ساحة قرب ]‪[12‬من صحبت من بو استنادى ولى اهلل‬

‫ملك الملوك االنسان الكامل و الفرد الشامل الفهيم السرار احبة اهلل الراصد لمنازل الحقايق القدسية جنيد اوانو‬

‫وطيفور زمانو مرجع اىل االستفادة فى اوطانو المألوفة من البالد الكردية اثبتها ىنالك متوكالً على اهلل ومتوسالً‬

‫بروحانية رسول اهلل صلى اهلل تعالى عليو و سلم ومستفنيضاً من بواطن اىل اهلل رضوان اهلل عليهم اجمعينظ‬

‫]‪[13‬‬

‫‪TASAVVUF KELĠMESĠNĠN ĠġTĠKÂKI VE VECH-Ġ‬‬


‫‪TESMĠYESĠ‬‬
‫‪), eĢyâ-yı‬كدورت( ‪), her lisânda mahmûd ve zıddı olan kedûret‬صفا( ‪Safâ‬‬

‫‪mezmûmeden ma’dûddür. Mervîdir ki Resûlullâh (s.a.v.) sîmâ-yı risâletlerinde eser-i‬‬


‫ذىب ‪tegâyyür zâhir ve lâ’ih olduğu halde meclis-i ashâbı teĢrîf edip buyurmuĢlar ki:‬‬

‫‪ yani “dünyanın safveti gidip kederi bâkî kalmıĢtır.”106 Bu hadîs-i‬صفو الدنيا وبقى الكدر‬

‫‪Ģerîf de tasavvuf ve sûfî ve mutasavvıf kelimelerinin safvetten müĢtâk olduğuna bir‬‬


‫‪) tekaddümü ve sûfîdeki te’hiri‬صفو( ‪), safv’daki‬ف( ‪remz ve iĢâret vardır. Fâ’nın‬‬

‫‪kelimelerin müteğâyir olduğuna delâlet ederse de tasavvuf kelimesinin kesret-i‬‬

‫‪106‬‬
‫‪Ebü'l-Kâsım Zeynülislam Abdülkerim b. Hevazin KuĢeyri, er-Risâletü'l-Kuşeyriyye, Dârü'l-‬‬
‫‪Kütübi'l-Hadise, Kahire, 1972, s. 107. (Bu hâdisin varlığı tarafımızca mûteber hâdis kitaplarında tesbit‬‬
‫)‪edilememiĢtir.‬‬
50

isti’mâline mebnî fâ (‫ )ف‬nın vav (‫ )و‬a tekaddümiyle kullanılmasının tâleben lil-hıffet

olduğu bazı kütüb-i tasavvufîyyede mezkûrdur. Hatta Resûl-i Kirâm (s.a.v.)’in safvet
ile ittisâflarındandır ki: Kur’ân-ı Azîmü’Ģ-ġân’da (‫اصطفاء‬, ‫اصطفى‬,‫ يصطفى‬,‫)مصطفى‬

kelimeleri ânların Ģân-ı âlilerinde zikr buyurulmuĢtur. Demek oluyor ki: hâkâyık-ı
tasavvufiye ile ittisâf bi’l-cümle Resül-i Kirâm ve enbiyâ-i ʽizâm (a.s.)’ın
zamanlarında manzûr ve mu’teber olmuĢtur.
Her nebînin zamanında Ģerî’atleri ma’mûlün-bih olduğu gibi ahvâl-i
mâneviyelerinin meziyâtıyla da ittisâfî havâss-ı ümmetlerine ifâzâ ve ifâde
buyururlar idi. Safvet-i maneviyye risalet ve nübüvvet ile baĢlamıĢtır. Tasavvuf
Ģerîatın maneviyyatını muhassıl ve müsehhildir.
Üstad Ebu’l-Kasım demiĢtir ki: “Bu tâifeye sufî tabiri galebe ederek filan
kimse sufîdir, filan cemaat sufîyye ve mutasavvıfadır denilir. [14] Bu isim için cihet-
i arabiyyeden Ģehâdet ve kıyâs ve iĢtikâk olmayıp ızhâr olan ism-i mezkûrun bu
tâifeye lakap gibi olmuĢtur.”
Bazıları lâbis-i kâmîsten takammus ile hikaye edildiği gibi bu tâife dahî lâbis-
i sûff olduklarından hikaye olarak tasavvuf denildiğine zâhib olmuĢlardır. Kavmin
lebs-i sûfa ihtisâsı olmadığı malum ise de bu sebebin müvecceh görünmesi hükmen
eksere binâ edilmiĢ olmasına göredir.
ġeyh Sühreverdî’nin Avârif’inde mezkûrdur ki: “Bazıları sûfî kelimesinin
ıtlakındaki münasebeti tedkîk ederken demiĢlerdir ki: Kıymette ednâ, tevâzu’a akreb
bulunan ve çok zaman enbiyâ-i izâm (a.s.)’ın libâsları olan yünden giydiklerinden
dolayı kıyas-ı Arabiyyeye nazar etmeyerek sûfî telkîb olunmuĢtur.”
Fil-hakîka fahr-ı âlem (s.a.v.) yetmiĢ adet enbiyâ-ı izâmın sûff giydiklerini
ihbâr buyurmuĢlardır. Ġsâ (a.s.)’ın yünden libâs giydikleri ma’lumdur. Hasan-ı Basrî:
“Ben ashâb-ı Bedrden yetmiĢ zât ile görüĢtüm, cümlesinin libâsı sûftan idi” demiĢtir.
Ebu Hüreyre ve Fudâyl b. Abîd (r.a.) ashâb-ı bedri vasfederken kâffe-i libâslarının
sûftan olduğunu tezkâr etmiĢlerdir.
Bazıları Kûfî Küfe’ye mensûb olduğu gibi sûfî de sûfa mensûbtur demiĢlerdir
ki: hırka pâre demektir.
Bazıları ârifânın huzur-ı ilâhide saff olmalarına nisbet etmiĢlerdir. Bunlar
min-haysü’l-maʽnâ doğru iseler min-haysü’l-luğa sûfî saffa nisbet edilmez.
51

[15] Bazıları suffe-i mescid-i Rasülullah (s.a.v.)’e nisbet etmiĢlerse de


nisbetin kaideye muhâlefetinden dolayı reddolunmuĢtur.
Hulâsâ; sûfî tesmiyesinde vech ve münâsebet aranılmayıp safâ-yı kalbe
ağyardan tahliye-i Ģerʽe, zikr-i ilâhî ile tahliye-i rûha mâlik olan tâifeye ıtlâk
olunmuĢtur. Bu tâife-i aliyye ise takdîmü’l-ehemm kaziyyesine riâyet ederek böyle
kıyas ve iĢtikâk ile meĢgul olmadan müstağnî olup ve vakitlerini kalîlü’l-cedvâ olan
bu gibi Ģeylerle tazyi’ etmemiĢlerdir.
TASAVVUFUN TAʽRÎFĠ
Seyyidü’t-Tâife Cüneyd (k.s.) buyurmuĢtur ki: Tasavvuf Hakk Sübhânehû ve
Te’âla’nın seni senden emâna ve kendisiyle ihyâ etmesidir.
Muhammet b. Ali El-Kassâb tasavvufu zaman-ı kerîmede recül-i kerîmden
kavm-i kirâm ile zahir olan ahlâk-ı kerîmedir diye beyân etmiĢtir.
Cüneyd’de tasavvuftan sual olunduğunda; “gayra alakasız olarak Hakk
Sübhânehû ve Teâlâ ile olmaktır” cevabını vermiĢtir. Bundan murâd mâ-sivâdan
alâka-i hubbiyyeyi kesip ancak o alakayı Hakk Te’âla’ya hasr etmektir. Yine ibâre-i
uhrâ ile demiĢtir ki: tasavvuf ictima’ ile zikr, istima’ ile vücud, ittiba’ ile ameldir.
Yani cemiyyet-i hâzır ile zikr ve istimâ-ı Kur’an ile vecd ve ittibâ-i peygamberî ile
amel etmektir.
Ruveyn b. Ahmet Bağdadî demiĢtir ki: “Tasavvuf yalnız Zât-ı zü’l-Celâl’e
fakr ve iftikâr ile temessük, mahlûkâtın kazâ-i havâyicine bezl ve îsâr ile tahakkuk,
menâhî-i Ģerʽiyyeden olmayan bir Ģeyi de terk-i taarruz üzerine mebnîdir.
[16] ġiblî (k.s.) tasavvufu ‫[ بالىم جلوس مع اهلل‬kasıtsız olarak Allah’la oturmak]

olmasıyla târif etmiĢtir. Ebu Muhammet Cerirî tasavvufun târifinde demiĢtir ki ‫الثصوف‬

‫[ الدخول فى كل خلق سنى والخروج من كل خلق دنى‬Tasavvuf bütünüyle iyi ahlâka girip, yine

bütünüyle kötü ahlâktan çıkmaktır.]


Cüneyd ibâre-i uhrâ ile demiĢtir ki: ‫[ التصوف عنوة الصلح فيها‬Tasavvuf barıĢı

olmayan bir mücâhededir.] yani menahi-i Ģerʽiyye ve ahlâk-ı zemîmeye karĢı devam
ile mücâhededir.
52

Ma’rûf Kerhî buyurmuĢtur ki: ‫التصوف االخلذ بالحقايق و اليأس ممافى ايدى الخاالءق‬

[Tasavvuf hakîkatleri almak ve ümitsizlik olarak yaratıkların ellerindekini onlardan


almaktır.]
Ebû Ali Ruzbârî demiĢ ki: ‫[ التصوف االناخة على باب الجيب وانطرد عنو‬Tasavvuf

sevgilinin kapısında kovulsa da paspas olmaktır.] ve ‫التصوف صفوة القرب بعد كدورة البعد‬

[Tasavvuf uzaklık kederinden sonra yakınlık safvetidir.]


ġiblî demiĢ ki: ‫[ الصوفى منقطع عن الخلق بالقلب متصل بالحق‬Sûfî kalben halktan ayrılıp

Hakk’a bağlanandır] ve ‫[ التصوف برقة محرقة‬Tasavvuf yakıcı bir ĢimĢektir.]

Cerîrî demiĢtir ki: ‫[التصوف مراقبة االحوال واللزوم االدب‬Tasavvuf halleri murâkabe ve

edebin lüzûmudur.]
Ebû Turâb demiĢ ki: ‫[ الصوفى اليكدره شيء ويصفو بو كل شيء‬Sûfî hiçbir Ģeyin kendisini

kederlendirmediği, her Ģeyin kendisine sâfâ verdiği kimsedir.]


Zünnûn-i Mısri demiĢ ki: ‫اىل التصوف فوم آثر و اهلل عز و جل على كل شليء فآثرىم اهلل عز و جل‬

‫[ على كل شليء‬Tasavvuf Ehli Allah Teâlâ’yı herĢeye tercih edendir. Bunu için de Allah

Teâlâ onları herĢeye tercih eder.]


Ebû Yakub demiĢ ki: ‫[ التصوف حال تضمحل فيها معالم البشرية‬Tasavvuf insanlık

alâmetlerinin yok olduğu bir haldir.]


Ebû Hüseyin demiĢ ki: ‫[ الصوفى يكون مع الواردات ال مع االوراد‬Sufîlik vâridâtla olur,

evrâd ile değil.]


Ebû Sehl Saʽlûkî demiĢ ki: ‫التصوف االعراض عن االعتراض اى على غير المناىى الشرعيو‬

[Tasavvuf iʽtirâzdan yüz çevirmektir, yani Ģeraitte yasak olmayan Ģeylerden.]


Bazıları demiĢler ki: ‫[ الصوفى اليتغير وان تغير اليتكدر‬Sûfî değiĢmez, değiĢse de

üzülmez.]
Hâsılı tasavvuf sıfât-ı beĢeriyyeden hurûc ile sıfât-ı melekiyye ve ahlâk-ı
ilâhiyye ile muttasıf ve mütehallik olmaya hâdim bir haldir.
[17]
53

TASAVVUFUN MEBDEĠ VE MENġEĠ


Ekmelü’r-Rusül (s.a.v.)’in zaman-ı saadetlerinde olduğu gibi ondan sonra da
efâzıl-ı Ġslam’a, musâhabet-i Rasûlden faik bir fazîlet olmadığından sahabe ıtlâk
edildi, onları velî idenlere tabi’in, onlardan sonra gelenlere etbâ’-ı tâbi’in denildi.
Bil-âhire beyne’n-nâs ihtilâf vaki’ olunca merâtib-i diniyyede dahî tebâyün ve
tegâyür vaki’ oldu. Havâss-ı nâsdan umûr-ı diniyyede Ģiddet ve inâyetleri olanlara
zühhâd ve ibâd ıtlâk edildi ve ânınla avâmdan temeyyüz hâsıl oldu. Ba’de bid’atler
zâhir olup fırkalar arasında tedâ’î husûle gelmekle her fırka kendi havâssına zâhid ve
âbid dedi. Fırka-i nâciyeden olan ehl-i sünnetten kalplerini tavârık-ı gafletten sayânet
ve nefislerini Allah ile riâyet edenlerin Ģu vasıflarına tasavvuf ve kendilerine sûfî
denilerek bununla temeyyüz ettiler.
Bu isimler hicretin ikinci asrının nihayetine doğru isti’mâl olundu. Sufî ıtlâk
olunanların evveli Ebû HaĢim Sufî’dir. Künyesiyle meĢhûrdur. Aslen Kûfî olup
DımeĢk-i ġam’da irĢâd-ı ibâd ile meĢgul idi. Süfyân-ı Sevrî’ye muʽâsır idi. Süfyân
Basra’da hicretin 161. senesinde vefat etmiĢtir.
Süfyân demiĢ ki: Ebu HaĢim Sufî olmasaydı ben dekâîk-i rabbâniyyeyi
bilmezdim, onu görmeden evvel tasavvufun ne olduğunu bilmiyordum.
Ebu HaĢim’den evvel ekâbir-i ümmet var idi ise de kendi zamanında zühd ve
vera’da ve tarîk-i tevekkül ve muhabbette emsâline tefevvuk etmiĢti. Ondan evvel
kimseye sufî denilmemiĢtir. Hangâh en [18] evvel onun için ġam’da Remle nâm
mahallde bina edilmiĢtir.
Sebeb-i bina Ģöyle rivayet olunur: Ümerâdan birisi sayd ve Ģikârda iken Ebu
HaĢim’in ehl-i safâdan bir zât ile buluĢup birbirlerinin ellerinden tutarak kemâl-i
muhabbetle görüĢtüklerini ve heman orada ta’amdan var olanı tenâvül edip
vedalaĢtıklarını görünce böyle samimi muâmele ve ülfetlerini hoĢ gördüğünden o
zâta (Ebu HaĢim’e) refîkinin kim olduğunu sormuĢ cevâben kim olduğunun
bilmiyorum demiĢtir. Nereden olduğunun sorunca yine adem-i malûmat beyân etmiĢ.
Bu hâle tahayyür ederek ciddi mülâkat ve muhabbetlerinin vechini sorunca bu bizim
meslek ve tarîkimizdir, böyle emir olunmuĢuz cevabını almıĢtır. Bunun üzerine bir
ictimaʽ-gâhın yani kendilerinin buluĢmalarına mahsûs bir mekanlarının olup
olmadığının istifsâr etmiĢ ve olmadığı cevabının alınca size bir mekan bina edeyim
54

ki: onda cemʽ olasınız diye istimzâcdan sonra Remle nam mevkide bir hangâh bina
etmiĢtir.) Mezkûr bina hakkında ġeyhü’l-Ġslâm demiĢtir ki:
‫خير دار حل فيها خير ارباب الديار وقد يوافق اهلل خيارا بالخيار‬

[Ġyi ev, iyi insanların girdiği evdir


Allah Teâlâ ezelde iyileri iyilere muvâfık kılmıĢtır.]
Ehl-i Kalb ve muhabbete bina olunan han-gâhın evveli bu bina olup ilk sufî
de bu zâttır. Câmi’-i ulûm-i zâhire ve bâtine idi. ‫لقلع الجلبال باالبر ايسر من قلع الكبر من القلوب‬

[Bir dağı iğne ile kazıp baĢka yere aktarmak, kalpten kibri söküp atmaktan daha
kolaydır] kelimât-ı kutsiyyelerindendir. ‫[ اعوذ باهلل من علم الينفع‬Faidesiz ilimden Allah’a

sığınırım] vird-i zebânı idi.


Ġlm-i tasavvuf fezâil-i Ġslâm’ın ulûm-i Ģerʽiyye kısmındandır. Ehl-i
tasavvufun tarîkati; öteden beri sahâbe ve tabi’inden olan eslâf-ı ümmet ve kibâr-ı
millet [19] indinde tarîk-i hakk ve hidâyet idi. Bu suretle ehl-i tasavvuf sâir ehl-i
Ģerʻden fazla olarak bir nev’ ilim ile mümtâz oldular. Bu cihetle ilm-i Ģerî’at iki kısm
oldu. Bir kısmı fukahâ ve ehl-i fetvâya mahsûsdur ki: ibâdât ve âdât ve muʽâmelâtta
olan ahkâm-ı âmmedir. Kısm-ı diğeri ehl-i tasavvufa mahsûstur ki: bu, mücâhede ve
muhâsebe-i nefse kıyâm ile tarîk-i mücâhedelerinde ârız olan zevk ve vecdlerde ve
bir zevkten zevk-i âhara terakkînin keyfiyetinde ve bunlara dair beynlerinde deverân
eden ıstılâhâtın Ģerhindeki kelâmdan ibârettir. Vaktâki ulûm ve fünûn südûrdan
sütûra nakl ile fıkıh ve usûl-i fıkh ve ilm-i kelâm ve tefsîr ve ulûm-i sâire te’lîf ve
tedvîn olundukda bu tarîkâtin ricâli dahî kendi tarîkatlerinin âdâbını keĢîde-i simt
te’lîf ettiler.
Bazıları veraʽ ve takvâya ve ahz ve terk de iktidâ üzerine muhâsebe-i nefse
dair kitaplar yazmıĢlar nitekim Muhâsibî Kitab-ı Ri’âye’tinde bu usûle riâyet
etmiĢtir.
Bazıları da âdâb-ı tarîkât ile ehl-i tarîkin zevk ve vecd ve hallerine dair
kitaplar yazmıĢlar. Nitekim Ġmam KuĢeyrî Risâle’sini ve Sühreverdî Avârifü’l-
Ma’ârif’ini bu minval üzere yazmıĢlardır.
Ġmam Gazalî İhya-i Ulûm’ünde iki kısmı cemʽ edüp ânda ahkâm-ı vera’ve
iktidâyı ve sonra âdâb ve usûl-i tarîkâti beyân ve beynlerinde deverân eden usul ve
ıstılâhâtı Ģerh ve ayân etmiĢtir.
55

ĠĢbu beyânâta nazaran tasavvufun mebde’i nübüvvet ve risâletin mebde’idir.


Ve Ģerâi’-i semâviyyenin hâkâyıkıyla ittisâftan neĢ’et etmiĢtir. ġerâi’dan murad
kütüb-i semâviyye ve o evâmir ve nevahi-i ilâhiyedir ki her zamanda îtikâdiyyâtı
sabit [20] ve Ģerâi’in nesh ve tecdîdiyle müteceddid olan ameliyyâtın tatbîkine ve
yüsr ü suhûletle hûsûlüne vesile-i ittisâftır. Binâenaleyh tasavvuf ıtlâk olunan sıfat;
nübüvvet ve risâletle beraberdir.
Bir bahr-i hakâyık olan ve pek çok dâkâiki hâvî ve Ģâmil bulunan tasavvufun
bir mes’ele-i azîmesini teĢkîl eden vahdetü’l-vücûd bu da vesâir mezâhib-i bâtile
erbâbının muktezâ-yı akl ve mezhebleriyle bahs ettikleri vahdetü’l-vücûddan min
haysü’l-meâl büsbütün baĢkadır. Çünkü tasavvufun vahdetü’l-vücûdu bir emr-i
zevkî, diğeri ise bir emr-i aklîdir. Bunların arasındaki farkı ânâ kemâliyle ittila’ ve
ancak o makâm-ı âliyeye irtikâ ile temeyyüz edenler bilir. Ehl-i akl ve zâhir bu nev’-i
zevke me’lûf olmadıkları için inde’t-ta’akkul ikisinin arasında bir nev’i münâsebet
görürler.
TASAVVUFUN GAYESĠ
Tasavvufun gayesi ahlâk-ı seyyie ve evsâf-ı reddiye-i maneviyye ve
suveriyyeden teberrî ve tehallî ve ahlâk-ı hasene ve evsâf-ı âliye ile tehallî ve
tehalluktur.
ġöyle ki: ‫[ بعثت ألتمم مكارم األخالق‬Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere

gönderildim]107 hadis-i Ģerifi medlûlünce ekmelü’r-rusül (s.a.v.)’in bi’set ve


risâletinden gaye tetmîm-i ahlâk-ı kerîme olduğu ma’lum oluyor. Bu tâife-i aliyyenin
de âlây-ı makâsıtı ve aksâ-yı metâlibi her Ģeyde kemâl-i ittiba’-ı peygamberîdir.
Zahiren ve bâtınen efzalü’l-hâlâik (s.a.v.)’e verâset-i hakikiyye ile vâris olmaktır.
Binaenaleyh velâyetin gayesi bu olmak lazım gelir.
[21] Ma’lûm ola ki: Hakâyık üçtür.
Birincisi: Hakîkat-i mutlakâ-i faʽâle-i vâhide-i âliyedir ki; bizzat vacibü’l-
vücûddur. Bu da Hakk Sübhanehû ve Teâlâ’nın hakîkatidir.

107
Celâleddîn es-Suyûtî, Camiu’l-Ehâdîs, c: IX, s. 486. (Bu hâdisin varlığı tarafımızca mûteber hâdis
kitaplarında tesbit edilememiĢtir.)
56

Ġkincisi: Hakîkat-i mukayyede-i münfaile-i sâfiledir ki: Feyz ve tecelli ile


hakîkat-i vâcibeden ifâza buyurulan vücûd-ı bakāya kâbil ve müstenid olan
hakîkattir. Bu da âlem-i sağir olan insanın mâadâsı bulunan âlemlerin hakîkatidir.
Üçüncüsü: Itlâk ve takyîd, fiil ve infial, tesîr ve teessürün beynine câmi olan
min-vechin mutlaka, min-vechin mukayyide, min-cihetin fa’âle, min-cihetin
münfeile olan hakîkattir. Bu da hakîkat-i ehâdiyye-i insaniyyedir. ĠĢ bu hakîkat
bi-i’tibâri’l-mebde’ evveliyyet-i kübrâ ve ba’de’s-sülûk âhiriyyet-i uzmâ mertebesini
haizdir. Bu hakîkat nüsha-i kübrâ-i âlem ve câmi-i hakîkateyn olmak hasebiyle
mansıb-ı âli-i hilafet-i ilâhiyyeye müstaʽidd ve âelm-i sağirlik ile tanınmıĢ olan
insandır ki: Hakîkat-i evveli iʽtibariyle evsâf-ı âliye sahibidir. Hakîkat-i sâniye
itibariyle ahlâk-ı reddiye ile ittisâf etmiĢtir.
Avâm-ı insanda iki iʽtibâr olduğundan, birinci iʽtibârın evsaf-ı âliyesi maglûb
ve mestûr kalır. Hatta bazen avâmiyyet o kadar gâlib olur ki: ahlâk-ı haseneye ancak
istiʽdâd bâki kalır. Tedrîcî avamlıktan derecât-ı kurb-i ilahiyye irtikâ ettikçe hakîkat-i
evvelî galebe ederek evsâf-ı reddiye tenâkus ve ahlâk-ı hasene tezâyüd eder. ĠĢ bu
derecât-ı terakkî hâsıl oldukça havâssiyyet o kadar gâlib olur ki ahlâk-ı seyyieye
ancak isti’dâd baki kalır. Eʽâzım-ı evliyâ gibi. Bazen istiʽdad dahi baki kalmaz.
Enbiya-i ʽizâm gibi.
[22] Ġnsanın cami’ olduğu hakîkatin birincisi: ‫وح ِم ْن اَ ْم ِر َربّي‬ ُّ ‫[ قُ ِل‬De ki rûh
ُ ‫الر‬
Rabbimin emrindendir]108 ve ‫فيو ِم ْن ُروحي‬
ِ ‫ت‬ ُ ‫[ َونَ َف ْخ‬Ona rûhumdan üfledim] ve emsali
109

ayet-i kerimelerden anlaĢılan zât-ı akdes-i ilâhî emrinden olup menfûhu bulunan
rûhtur.
ٍ ‫[ َخلَ َقوُ ِم ْن تُر‬Allah onu topraktan yarattı]110 ve emsali ayât-ı
Ġkincisi ise: ‫اب‬ َ
kerimelerin medlûlünden müstebân olan hakîkattir ki: âlemin eczasından bulunan
anâsır olup bizzat sâfildir.
Her ikisinden müteĢekkil heyet-i vahdâniyye eczasından olan rûhun
letâfetinden dolayı anâsırın kesâfetini alması üzerine heyet-i mezkûrenin ahlâk-ı
seyyieye meyli tezâyüd ve maglûbun rûhunun hükmünden olan ahlâk-ı haseneye

108
Ġsrâ Suresi 17/85.
109
Hicr Suresi 15/29.
110
Âl-i Ġmrân Sûresi 3/59.
57

meyli tenâkus eder. Tarîk-i tasavvufa sülûk edip hakîkat-i rûha münasib olan zikr ile
meĢgul olunca ‫[ من أحب شيئاً أكثرذكره‬Bir Ģeyi çok seven onu çok anar]111 hadis-i Ģerifinin

ve aksü’l-müstevisi bulunan ‫[ من أكثرذكر شيء احبو غاليا‬Bir kimse bir Ģeyi çok zikrediyorsa,

onu çok seviyor demektir.] kaziyye-i mukarreresi iktizâsiyle, kelime-i celâle ve


kelime-i tevhidin letâifesine üzerinden alâ-tariki’l-hıyal icrâsından muhabbet-i
ilâhiyye tezâyüd edip emr-i rabbaniyyeden olup menfûhu bulunan rûha kuvvet
vererek terk-i me’lufât-ı beĢeriyye ile muktezâ-yı anâsırın ruʽûnet ve Ģiddetine
zaaf-târî olacağından hakîkat-i âliye gâlip ve hakîkat-i sâfile tamamen maglûb olup
âvâmın yüsr ve suhûletle ahlâk-ı seyyie müktezâsını ifâ ettikleri gibi ehass-ı hâvâssın
ciddî ve vecdî olarak ahlâk-ı hasene muktezâsını ifâ etmelerinde de kemâl-i yüsr ve
suhûlet husûl bulur. O derece ki; avâmın cebr-i nefs ile bir fiʽl-i hasene âmil olması
kâbil olduğu gibi havâssda cebr-i nefs ile ancak ahlâk-ı seyyieden birisiyle amil
olmaya kâbil ve müstaʽidd olur. Maʽa-zâlik bundan da bi-ʽinayetillâhi Teâlâ mahfûz
kalır.
[23] Hakîkat olan rûhun galebesiyle insanın mütehallık olduğu ahlâk-ı
hamîdeden bazılarının âlâmetleri Ġbn Hacer-i Heytemî’nin Zevâcir’inde böylece
mezkûrdur: ‫ قليل‬,‫ صدوق اللسان‬,‫ كثير الصالح‬,‫وجمع بعضهم عالمات حسن الخلق ان يكون كثير الحياء قليل االذي‬

‫ اللماز‬,‫ شفيق‬,‫ عفيف‬,‫ رفيق‬,‫ حليم‬,‫ شكور‬,‫ رضى‬,‫وصول‬,‫ وقور‬,‫ صبور‬,‫ قليل الزلل وىوبر‬,‫ قليل الفضول‬,‫ كثير العمل‬,‫الكالم‬

‫ يرضى في‬,‫ يحب في اهلل و يبغض في اهلل‬,‫ بشاش‬,‫ ىشاش‬,‫ والعجول والحقود والبخيل والحسود‬,‫ والمغتاب‬,‫ والنمام‬,‫والسباب‬

‫[ اهلل و يبغض في اهلل فهذا ىو حسن الخلق و حققنا اهلل تعالى بمعاليو‬Bazıları güzel ahlâkın alâmetlerini Ģu

umûmî maddelerde toplarlar. Çok hayâ insanlara eziyeti az, salâhı çok, sözü doğru,
konuĢması az, ameli çok, fuzûlisi az, yanlıĢı az deyip Ģunlarla açıkladılar deyip: Çok
iyilik, çok sabır, vakar, sıla-i rahim, rızâ, Ģükür, hilm, rıfk, iffet, Ģefkat sâhibi olmak
veyâ alay etmemek, sövmemek, söz taĢımamak, gıybet etmemek, aceleci olmamak,
kindâr, bahîl, hased edici olmamak, mütebessim, Ģen görüĢlü, Allah için seven, Allah
için sevmeyen, Allah için râzı olan, Allah için kızan, bunlar ahlâktır. Allah Teâlâ bizi
bu güzel ahlâk ile ahlâklandırsın.]

111
Beyhakî, II, 304.
58

Hasâis-i zemîme cümlesinden olan “hırs, haset, kibir, ucb, hıkd, kin, buğz,
adâvet, hakkı ilzamda lüzumundan fazla inat, husumet, mira’, cidâl, tevriye, fazla söz
söylemek, sibâb ve li’ân olmak, esrârı fâĢ etmek, half-i va’adde bulunmak, emânete
hıyanet etmek, zemm ve gıybet ve lüzumundan fazla meth ü senâ etmek, memdûhı
vicâhında methetmek, faydasız sualin lazım olmayan cevabını vermek” hakîkat-i
sâfilenin galebesiyle hâsıl olur.
Hasâil-i memdûhanın husulü ve ahlâk-ı zemîmenin zevâli hassaten sülûk-i
tarîk-i tasavvuf ile eshel ve eyser ve esra’ bir surette mümkindir.
Elhâsıl tasavvufun gayesi icmâlen hulk-i azîm peygamberî ile mütehallik ve
ahlâk-ı ilahiyye ile muttasıf olmak ve aʽmâl-i Ģeriyyeyi yüsr ve suhûletle îfâ etmektir.
ġu kadar var ki zikr olunan gaye tabakâ-i tâlibîn ve sâlikîne ait [24] olup
tabakâ-i vâsılîn ve kâmilîn ve daha yukarı mertebelerin bunlardan baĢka olan gâye-i
aliyyelerine mahallinde iĢaret olunacaktır.
TASAVVUFUN MEVZÛʽU
Tasavvufun mevzu’u min haysü’l-keĢf ve’l-ayân belki min-haysü’l-vecd ve’l-
vicdân zât, sıfat ve Ģûûn ve i’tibârât ve esmâ ve efʽâl-i ilâhiyyedir.
Ekmelü’r-Rusül fahr-i âlem (s.a.v.) veresesi olan ulemâ-i hakikiyye iki nevʽ
mirâsı terk buyurmuĢlardır. Biri ilm-i zâhir, diğeri ilm-i bâtındır. Ġlm-i zâhir; o ilm-i
nâfîdir ki sahabe-i kiram (r.a.e.) ecma’în hâce-i rusül (s.a.v.)’in efʽâl ve ahvâlinden
ahz ve telâkki etmiĢlerdir. Tabiʽin ve e’imme-i dîn ve selef-i salihîn o ilmi tetebbü’
ve taʽallüm ve taʽlim edip onunla amel kılmıĢ ve nâsı memur etmiĢlerdir. O da kitap,
sünnet, tefsir, ahbâr, asâr ve bunlara teferruʽ eden ulûm-i itikâdiyye ve fıkhiyyedir.
Ġlm-i maʽâdin, ilm-i tabakât-ı arz, ilm-i nebâtât, ilm-i hayvânât, ilm-i miyâh,
ilm-i menâfi-i a’za, ilm-i teĢrî’, ilm-i tıbb, ilm-i hesâb, ilm-i hendese ve ulûm-ı
riyâziyyenin aksâm-ı sâiresi ulûm-ı zâhireden olan ulûm-ı hakîmiyyedendir.
Bunlar Ģuru’ ve nakl ile ahz ü telakkî edilmiĢ olmasalardı bile akl-ı müstekîm-
i beĢerî istihraclarına kâfî idi.
Fahr-i âlem (s.a.v.)’in bunlarda kemâl-i ilm ile âlim olduğu ‫فعلمت علم االولين و‬

‫[ االخرين‬Önceki ve sonraki ilimler bana bildirildi]112 hadis-i sahihiyle Taberanî’nin

112
Ġsmâil Hakkı Bursevî, Rûhü’l-Beyân, ter. Ömer Faruk Hilmi, Osmanlı Yayınevi, Ġstanbul, IX/190.
(Bu hâdisin varlığı tarafımızca mûteber hâdis kitaplarında tesbit edilememiĢtir.)
59

rivayet ettiği ‫[ إن اهلل رفع لي الدنيا فأنا أنظر إليها وإلى ما ىو كائن فيها إلى يوم القيامة كما أنظر إلى كفي‬Allah

Teâlâ dünyayı kaldırıp gözümün önüne koydu. Ben onu ve içinde olanları avcumun
içini görür gibi görüyorum.] [25] ve Ebu Davud’un haber verdiği vecihle ‫قام فينا رسول اهلل‬

‫[ ص مقاما فما ترك شيئا الى قيام الساعة االحدثنا بو‬Peygamber (s.a.v.) aramızdan kalktı, kıyametin

kopmasına kadar bir Ģey bırakmayıp her Ģeyi bize bildirdi.] hadis-i Ģerifleriyle
sabittir.
Ġlm-i batın ise; Ģu me’âninin mârifetidir ki: bilâ-vâsıta âlemü’l-gaybdan
makâm-ı ev-ednâda a’lemü’l-mahlûkât (s.a.v.)’in rûh-ı Ģerîfine ifâzâ buyrulmuĢtur.
‫[ فَاَ ْو ٰح ۤى اِٰلى َع ْب ِده َماۤ اَ ْو ٰحى‬Ve Allah kuluna vahyini bildirdi.]113 ayet-i kerimesinin müĢtemil

olduğu ‫( ما اوحى‬mâ evhâ) kelimesinden müstebân olduğu vechle azîm bir irfân-ı âlî-i

bâtınîdir.
MeĢreb-i nübüvvet ve velâyetten tâlip-i kurb-ı ilahi olan ciğer-i sûhte-i visâlin
canına ol cam-ı mâlâ maldan bir cur’a dökülmüĢtür. Sıddîk-i aʽzamın hakkında vârid
olan ‫[ ما صب اهلل في صدري شيئا إال وصببتو في صدر أبو بكر‬Benim göğsüme yerleĢen ne varsa ben

de aynısı Ebu Bekir’in göğsüne yerleĢtirdim.]114 hadis-i Ģerifi bu sırra iĢarettir. Ġlm-i
zâhir envâʽ ve aksâma ayrıldığı gibi ilm-i batın dahî aksâm-ı müteʽaddide ve envâʽ-i
mütenevviʽaya ayrılmıĢtır. Meselâ:
Ġlm-i Ġman; yani zevk ve vicdân ile hâsıl olan ilm-i imandır.
Ġlm-i Ġslâm; kezâlik zevk ve vicdân ile hâsıl olan ilm-i islâmdır.
Ġlm-i Ġhsân; ‫[ إلحسان أن تعبد اهلل كأنك تراه فإن لم تكن تراه فإنو يراك‬Ġhsân Allah Teâlâ’yı

görür gibi ibâdet etmendir. Sen onu görmesende o seni görür.]115 hadis-i Ģerifinin
delâlet ettiği ihsânı zevken bilmektir.
Kezâlik îkân, ayân, zühd, ihlâs, ma’rifet-i nefs, ma’rifet-i dil, tezkiye-i nefs,
tasfiye-i kalp, müĢâhedât, mükâĢefât, tevhîd-i tecelli-i zât, tecelli-i sıfât, makâmât,
ahvâl, kurb, vusûl, fenâ, bakā, sekr ve sahv, iĢʽârât ve ilhâm ve hitâb-ı nidâ-yı hâtif
ve kelâm ve mübâsata-i ilâhiyye gibi envâʽa tenevvu’ etmiĢtir.

113
Necm Suresi 53/10.
114
Ebü'l-Fida Ġsmail b. Muhammed Acluni, Keşfü’l-Hafâ, Dâru Ġhyai't-Türasi'l-Arabi, Beyrut, 1932,
c:II, s. 419. (Bu hâdisin varlığı tarafımızca mûteber hâdis kitaplarında tesbit edilememiĢtir.)
115
Buhârî, Ġman, 37.
60

[26] Bunlar ve bunların emsâli her ne varsa ‫ۤء ُكلَّ َها‬


َ ‫[ َو َعلَّ َم ٰا َد َم ْاالَ ْس َما‬Allah Adem’e
bütün isimleri öğretti.]116 talimiyle hâsıl olan ilmdir. Bu envâʽın mevzu’u ale’l-
infirâd ayrı ayrı ise de cihet-i vahdetleri keĢfen ve zevken Hakk Sübhânehü ve
Teâla’dan bahsetmektir.
ġerâfet ve mertebe-i ilm malûmun Ģeref ve mertebesi tespitindedir.
Malûm yani mevzu’u ne kadar Ģerîf ve âlî ise ilim dahî o kadar müteʽâlî olur.
Binâenaleyh nasîb-i ulemâ-i ilm-i bâtın olan ve mevzû-ı zât-ı akdes-i ilâhîden ibâret
bulunan ilm-i tasavvuf nasib-i ulemâ-i ilm-i zâhire olan ulûm-i akliyye ve nakliyye
ve funûn-i âliye ve âliyeden eĢref ve âʽlâdır.
Her ilmin kitabı, muallimi ve müteâllimi dahi maʽlûmu derecesinde Ģerîf ve
âlîdir. Ġnsanın hayat-ı ebediyyesine vesîle olan ilm-i bâtının üstâdı hayat-ı
muvakkatâya sebep olan ebeveynden akdemdir. Bu tefâvüt ilm-i zâhirin esnâfında
dahi cârîdir. Meselâ muallim ve müteallim ve kitab-ı ilm-i kelâm, sarf ve nahvin
kitabı, muallim ve müteallimden rütbeten eĢreftir. Ve alâ hâze’l-kıyâs.[27]

EL-MAKĀLETÜ
FĠ’L-ISTILÂHÂTĠ’L-MÜHĠMMETĠ’T-TASAVVUFĠYYE

Tabâkât-ı Sûfîyyede bulunan zevât-ı âliyenin tarîk-i tasavvufta meʽâni-i


ıstılâhiyyelerinde isti’mâl ettikleri elfâz ve mustalahât ıstılâhât-ı sûfîyyenin tabâkât-ı
ûlâlarında isti’mâl ettikleri elfâz-ı arabiyyedir.

1- NEFS

Sukûn-ı fâ ile nefs luğatte ceset ve rûh ve bir Ģeyin vücûdu ve aynı
manâlarına gelmiĢdir. Istılâhât-ı sûfîyyede abdın evsâf-ı ma’lûle ve ahlâk-ı
mezmûmesi murâddır. ĠĢ bu evsâfın bir kısmı meʽâsî ve muhâlefât-ı evâmir-i
Ģerʽiyye gibi abdin kesbiyle olan Ģeylerdir. Bir kısmı dahi ahlâk-ı reddiyye ve
deniyyesi olup fî-nefsihâ mezmûm olanlardır. Bu kısm; mücâhede ve sâʽi ü ikdâmât-ı

116
Bakara Suresi 2/31.
61

bâliğâ ve mütevâliye iʽânesiyle müntefî ve zâil ve bi-lutfihî Teâlâ ahlâk-ı hasene ve


ٍ َ‫ّْل ال ٰلّوُ سيّْ اتِ ِهم حسن‬ ۤ
sıfât-ı kerîme-i müstahsene hâsıl olur. ‫ات‬ ََ ْ َ َ ِ‫[ فَاُوٰلئ‬Allah onların
ُ ‫ك يُبَد‬

kötülüklerini iyiliklere çevirir.]117 buna iĢarettir.


Kısm-ı evvel; ġer-i Ģerifte nehy-i tahrîmî ve tenzihî ile menhî olan zinâ ve
Ģurb-ı hamr ve emsâlî Ģeylerdir ki: kütüb-i fıkhiyyede mezkurdur.
Kısm-ı sânî; ahlâkın safsâf ve reddiyesi olan kibir, nahvet, gazap, hıkd, haset
ve emsâlidir ki: kütüb-i tasavvufiyye ve ahlâkiyyede mufassalan mezkûrdur.
Ahkâm-ı muzırrâ-i nefsin eĢedd ve a’sabı, tekaddüm ve temeyyüz gibi Ģeylere
kendinden istihkak ve ehliyete vücud vermektir. Bu da kâmil olmayan zevâtın
huzurunda sülûk eden derviĢlerde çokça bulunur.
[28] Nefs; ahlâk-ı mezmûmeye mahall olmak üzere kâlıb-ı insânîde bir lâtife-
i mevdûa olması da muhtemildir. Rûh; ahlâk-ı memdûhanın mahalli olmak üzre
kâlıb-ı insânide bir lâtife-i Ģerîfe olduğu gibi.
Bu surette rûh ile nefsin ikisi insân-ı vâhidde cemʽ olur. Basar; mahall-i
rü’yet, üzn; mahall-i sem’ enf; mahall-i Ģemm, fem; mahall-i zevk olduğu ve
bunların her biri diğerinin gayrı olmakla beraber semi’, basîr, Ģâmm, zâik bu
mecmûun mahall-i ictimâʻı insân olduğu gibi evsâf-ı hamîdenin mahalli rûh ve yahud
rûh ile kalıp ve evsâf-ı zemîmenin mahalli nefs olmakla beraber bu sıfatlarla bu
cümle yani insan-ı muĢahhasdır. Nefs-i emmâre ve levvâme bu ikinci kısmdandır.

2- MUHÂLEFET-Ġ NEFS

‫س َع ِن ال َْه ٰوى‬
َ ‫[ َونَ َهى النَّ ْف‬Nefsini kötü arzulardan uzaklaĢtırır.] Nazm-ı celîlinde
118

iĢaret buyrulduğu vecihle rabbinden hâif ve hevâsına adem-i mutabaʽatla arzu-yı


nefse muhâlif olan ibâdını me’vâ-yı cennetle tebĢîr buyurmuĢlardır.
Nebî-i Raûf (s.a.v.)’in “Ümmetim üzerine en ziyâde hâvf ettiğim Ģey ittibâ-ı
hevâdır” hadis-i Ģerifi bunu tasrîh eder. Zira ittibâ-ı hevâ sahibini Hakk’tan men ve
teb’îd eder.

117
Furkan Suresi 25/70.
118
Naziât Suresi 79/40.
62

Muhâlefet-i nefs ve hevâ; nefs-i re’s-i ibâdettir. Tavârik-i nefsi tulû’ eden
kimsenin Ģevârık-i ünsî ufûl ve gurûb eder denilmiĢtir. Meyl-i nefsânî mani’-i üns-i
rabbânîyedir.
Sâlikin nefsinden razı ve hoĢnut olması ne vecihle sahîh ve maʽkûl [29] olur

ُّ ِ‫ارةٌ ب‬ ِ
ki: Yusuf (a.s.) o makâm-ı âliye müterakkî olduğu halde ‫السۤو‬ َ ‫ئ نَ ْفسي ا َّن النَّ ْف‬
َ ‫س الََ َّم‬ ُ ‫َوَماۤ اُبَ ّْر‬
[Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefs aĢırı Ģekilde
kötülüğü emreder]119 buyurmuĢtur. Bu kelâm Züleyhâ’nın dahî olsa nefsin
emmârelik ile ittisâfını isbâta kâfidir.
Sâlikin müsâvî-i hâle ve mehâlik-i dareyne sâik olan Ģeylerden müctenib ve
mütebassır olması ashâb-ı ukûl-i selîme indinde en ziyâde makbûl olan ahvâldendir.
Hikem-i Atâiyye sahibinin; desâis-i nefs mebâhisinde bir te’lîfi vardır. “Nefs
su-i edeb üzere mecbûl ve abd edebe mülâzemetle me’mur olmasıyle daima nefsin
muktezâ-yı secîyesi üzere sahibini meydan-ı muhâlefete sevk etmek arzusuna karĢı
abd ânı sû-i metâlibden redd ve zecre cehd ve ibrâm eyler. Binâberîn inân-ı nefsi irhâ
ve ıtlâk eden kimse Ģerîk-i fesâdı olur demiĢtir.”

3- EL-UBÛDĠYYET

Ubûdiyet ibâdetten etemm ve e’ammdır. Evvelâ ibadet, sonra ubûdiyyet


denilmiĢtir. Ubûdiyyet ile ubûdet manâ-yı luğavîlerinde müttehid olarak kulluk ve
hudu’ ve zillet mufâdında müĢterekdirler. Ġbadet avâm-ı mü’minîne, ubûdiyyet
havâss-ı mü’minîne mahsûs ve ubûdet ise ehass-ı havâssta mevcut olduğu gibi,
ibadet ilm-i yakin, ubûdiyyet ayn-i yakîn, ubûdet hakk-ı yakîn ashâbı içindir. Bu
beyâna mütekarib olarak ibadet ashâb-ı mücâhedât, ubûdiyyet erbâb-ı mukâbidât,
ubûdet ehl-i müĢâhedât içindir denilmiĢtir.
Ubûdiyyet Ģart-ı tevkîr ve bi-hakkı tâat-i Hakk ile kıyam ederek kendinden
[30] sâdır olan ibâdâta ayn-ı taksîr ile nazar edip murâkabesinden hâsıl olan ahvâli
sevk-i takdîr olmak üzere müĢâhede etmesidir denilmiĢtir.
Ubûdiyyetten eĢref bir sıfat ve mümin için bununla tavsîfden âʽlâ bir mertebe
yoktur. Hakk Sübhanehü ve Teâla dünyada eĢref-i evkât olan leyle-i isrâda Habib-i
Ekrem seyyid-i benî Adem (s.a.v.)’i vasf-ı ubûdiyyetle yâd ve tesmiye ederek ‫ُس ْب َحا َن‬

119
Yusuf Suresi 12/53.
63

‫ذي اَ ْس ٰرى بِ َع ْب ِده‬


ۤ َّ‫[ ال‬Bir gece kulunu mescid-i haramdan mescid-i aksâya götüren Allah

noksan sıfatlardan münezzehtir]120 ‫[ فَاَ ْو ٰح ۤى اِٰلى َع ْب ِده َماۤ اَ ْو ٰحى‬Allah kuluna vahyini

bildirdi]121 buyurmuĢtur. Ubûdiyyetten ecell bir vasıf olsa idi habîbini o vakt-i eĢrefte
ahvâlin âʽlâsında ânınla yâd ederdi. ‫[ واعد ربك حتى ياتيل اليقين‬Ve sana yakîn gelene kadar

Rabbine ibadet et]122 ayet-i kerîmesindeki sır dahi pek büyüktür. Âʽlâ-yı merâtib-i
insan olan yakînin husûlünü ‫( واعبد‬vaʻbud) kelimesiyle ubûddiyyete müteferri’

olduğuna iĢaret buyurmuĢtur.


Yedi sınıf insan zıll-ı ilâhide müstezıll ve müsterihtir buyurulmuĢtur. Hâkim-i
âdil olan Allah Sübhânehü ve Teâla’ya ibadet ve itaat ederek neĢ’et eden Ģâbb,
mescide avdet azmiyle hurûc edip yine mescide kalbi müĢtâk ve muallak olan
musallî, beynlerinde hûbb-ı fillah olarak ictimâʽ ve iftirâk eden muhibbîn mahall-i
hâlî ve tenhâda ifâza-i dümû-ı aynla Cenâb-ı Rabbü’l-âlemîni zâkir olanlar, bir
mer’e-i cemîle ve hüsnâ kendisini sâha-i visâline davet ve taleb eylediği halde
âlimü’s-serâ’ir ve’l-hafâyâdan hicâb ve havf ile imtinâ eden ehl-i takva, sadaka
i’tâsında sağ elin i’tâsına solunun vâkıf olmasını istemeyen kimse yani hasenâtını
ketm ve ihfâ eden muhsinîn ve mütesaddıkîndirler.
[31]

4- EL-ĠRÂDE

Ġrâde lugaten dilemektir. Istılâh-ı ehl-i tasavvufta irâde bidâyet-i tarîk-i


sâlikîndir ki kâsıd-ı ilallâh olanların evvel menzilidir. Mürid; sâhib-i irâdedir derler.
Ġrâdet terk-i âdettir demiĢler. ġöyle ki: ağleb-i ahvâlde nâss evtân-ı gaflette sukûn ve
istînâs ile meyl ve ittiba’-ı Ģehevât ettiği halde mürid bu libaslardan münselih ve
ârîdir. Bu cihetle dâire-i âdâtdan hurûc etmesi alâmet-i sıhhat-i irâdât olmasıyla
mezkûre irâdetle tesmiye edilmiĢtir. Hakîkatte irâdât Hakk Sübhânehü ve Teâlâ’yı
talebde kalbin nühûz ve kıyâmıdır.‫ االرادة لوعة تهون كل روعة‬yani irâde hirkat-i derûn ve

sûzîĢ-i dildir ki her bir si’âb-ı mehavifî tehvîn ve âsân eyler denilmiĢtir.

120
Ġsra Suresi 17/1.
121
Necm Suresi 53/10.
122
Hicr Suresi 15/99.
64

Cüneyd’den müridâna hikâyât-ı salihînden fâide nedir? Suâl olundukda


hikâyât-ı sâlihin cünûd-ı maneviyye-i ilâhiyyeden bir kısm cünd ve asker dir ki:
ِ ‫ك ِمن اَنْ با‬
kulûb-i mürîdân ânınla kesb-i kuvvet ve sebât eder buyurmuĢtur. ‫ۤء‬ ُّ ‫َوُك ِّال نَ ُق‬
َ ْ َ ْ‫ص عَلَي‬

َ ‫ت بِو فُ َؤ‬
‫اد َك‬ ُ ّْ‫الر ُس ِل َما نُثَب‬
ُّ [Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini tatmîn ve teskîn

edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz.]123 nazm-ı celîlini makâm-ı istiĢhâdda îrâd
eylemiĢtir. Mürîd ile murâddan suâle cevâb da: mürîd mütevelli-i siyâset-i ilm,
murâd mütevelli-i riâyet-i hakktır. Mürîd meyĢ ü seyrde ve murâd pervâz ve
tayarânda olup elbette seyr eden tayrân edene iltihâk edemez buyurmuĢlar.
[32]

5. EL-ĠSTĠKÂMET

Ġstikâmet lugâtte doğruluk manâsınadır. Istılâh-ı ehl-i tasavvufda ehl-i


hakîkate göre kâffe-i uhûdda husûsan uhûd-ı ilâhiyye ve Muhammediyyede ta’âm,
Ģarâb, libâs gibi umûr-ı diniyye ve dünyeviyyede tavassuta riâyetle sırât-ı müstekîme
mülâzemet ve i’tinâdır. ‫َّل َعلَْي ِه ُم ال َْم ٰلۤئِ َكةُ اََّال تَ َخافُوا َوَال تَ ْح َزنُوا َواَبْ ِش ُروا‬
ُ ‫اموا تَ تَ نَ ز‬
ُ ‫استَ َق‬
ٰ ِ ِ
َ ‫ا َّن الَّذ‬
ْ ‫ين قَالُوا َربُّنَا اللّوُ ثُ َّم‬

َ ُ‫ْجن َِّة الَّتي ُك ْنتُ ْم ت‬


‫وع ُدو َن‬ َ ‫[ بِال‬ġüphesiz Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra istikâmette yürüyenlerin
üzerine melekler iner. Onlara: “korkmayın, üzülmeyin, size vâad olunan cennetle
sevinin” derler]124 ayet-i kerimesiyle rubûbiyyet-i ilâhiyyeye i’tirâf ve vahdâniyyetini
tasdîk ederek rabbimiz Hakk Sübhânehü ve Teâla’dır diye ikrâr edip ba’dehû imân
ve amellerinde ve edâ-i ferâizde istikâmet eden ibâd üzerine dâr-ı ahirette melâike-i
kirâm nâzil olarak havf ve hüzünden sâlim ve emîn ve vesâtet-i rusül-i izâm ile vaad
olundukları dâr-ı naîm ile mübeĢĢir ve mesrûr olmalarını tebliğ ve tebĢir edeceklerini
beyân buyurmuĢlardır. Hulefâ-i RaĢidîn (r.a.e.)’den manâ-yı istikâmette rivâyet
olunan sebât-ı alel-îmân ve ihlâs ile amel ve edâ-i ferâiz, istikâmetin cüziyyâtı
olduğunu Kadı Beydâvî iĢbu nazm-ı celîlin tefsirinde beyân buyurmuĢtur. Yani her
bir hususta istikâmet mühim ve husûsîyle umûr-i diniyyede ehemmiyet-i hulefâ-yı
izâmın sûret-i tahsiste ibrâzlarından münfehimdir.

123
Hud Suresi 11/120.
124
Fussilet Suresi 41/30.
65

Ġstikâmet bir derece-i âliyedir ki: kâtıʽa-i makâsıt-ı makbûlenin kemâl ve


tamâmı ve mevârid-i hayriyyenin istikmâl ve intizâmı ânınla mukârîndir.
Halinde istikâmet olmayan sâlikin gayret ve mesâʽîsi heder ve zâyî, himemât-
ı masrûfesi adîmi’n-nefʽdir.
Kadem-i teveccühü paye-i istikâmete resîde olmayan kimse terakkiyât-ı
sâlime-i metâlibden [33] mahrûm ve senglâh-ı ta’n ve mezemmetle matʽûn ve
mercûm olur.
Mürid-i müste’nif için bidâyetde istikâmet Ģart ve belki elzemdir. Nihayette
istikâmet ârifin hakkıdır. Ehl-i bidâyetin muʽâmelâtı, Ģâibe-i fetretten âzâde olması
ve ehl-i vesâitin menâzilinde tevakkufu istishâb etmemesi ve ehl-i nihâyetin
muvâsaletlerine hicab-ı tedâhul eylememesi alâmât-ı istikâmettendir.
Ġstikâmet için medâric-i selâse vardır. Ġbtidâsı takvîm yani izâle-i iʽvicâc,
ba’dehû ikâmet ve sûkûn, ba’dehû istikâmettir ki: takvim te’dîb-i nüfûs, ikâmet ise
tehzîb-i kulûb cihetlerinden olup istikâmette tağrîb-i esrâr haysiyetindendir. Ebû Ali
buyurur ki: “Sahib-i istikâmet ol, tâlib-i kerâmet olma, zirâ nefsin taleb-i kerâmete
meyl ve hareket eyler. Hakk Teâlâ ise seni istikâmetle mutâlebe eder.” Ġstikâmete
ekâbirin gayrileri muktedir olamaz. Zira istikâmet-i beyne’n-nâs ma’hûd ve ma’rûf
olan umûr ve âdâttan hurûc ve rusûm-ı muâmelâttan iftirâk ile beyne yedeyi’l-lahi

ْ ‫َواَ ْن لَ ِو‬
Teâlâ kadem-i sıdk üzere kıyâmdır. Ġstikâmet idâme-i kerâmeti mûcibtir. ‫استَ َقامُوا‬

‫ۤء غَ َدقًا‬ ُ َ‫[ َعلَى الطَّري َق ِة الََ ْس َق ْي ن‬ġayet istikâmet üzere olsalardı, bu hususta onlara denememiz
ً ‫اى ْم َما‬
için bol su verirdik]125 nazm-ı celîlinde ‫( ْس َق ْي نَا‬sekeynâ) mahallinde eskaynâ

buyrulması devama iĢarettir. Mâ-ı ğadak mâ-ı kesîrdir. Ġstikâmetteki ‫(س‬sîn) taleb

için olup murâd tevhid üzere taleb ikâmet ve uhûde riâyetle hıfz-ı hudûd üzerine
müdâvemettir.

6- EL-VAKT

Vakt; ıstılâh-ı ehl-i tasavvufda mahalline göre meʽâni-i müteaddidede


müstaʽmeldir.

125
Cin Suresi 72/16.
66

[34] ġöyle ki: ehl-i tahkîk indinde ma’lûm olmayan bir emr-i mevhûmun
zaman-ı husulünü tayin edecek emr-i mütehakkıkdan ibarettir. Meselâ bir kimse
borcunun edâsını vakt-i rebîa taʽlîk eylemiĢ ise ibtidâen rebîʽ ânın deyninin vakt-i
husuli olmuĢ oluyor. Rebîʽ ise emr-i maʽlûm-ı mütehakkıktır.
Bir insan her hangi Ģeyin istishâbında her hangi Ģeyle teveggul ve iĢtigal
ederse o Ģey onun vakti olmuĢ olur. Meselâ Ģugl-i dünyevi ise vakti dünya, ve Ģâyet
Ģugl-i uhrevi ise vakti uhrâ, sürûrda ise vakti sürûr, hüzünde ise vakti hüzündür.
Hâsılı bir insan üzerine ekvân ve ahvâlden her ne galip ise o Ģey o kimsenin vaktidir.
Bazen vakit ile insanın içinde bulunduğu zamanı murad edip mazî ve
müstakbel arası olan zaman-ı hâle tahsîs ederler.
Sûfî ibnü’l-vakttir derler. Bundan sâlikin içinde bulunduğu zamanın levâzım
ve îcâbâtını hüsn-i muhâfaza ve dikkat ve hîn-i hâcette mutâlib ve mesûl olacağı emri
ile kıyâm ve hareket eyler manâsını kastederler.
Filan sâlik hükm-i vakte tabîdir derler. Yani bilâ-ihtiyâr kendisine perde-i
ğaybden her ne lâyih ve zâhir olur ise ânâ tabî olur demek isterler. Bu kelâm makâm-
ı medhde îrâd edilmesiyle maksad hukuk-ı Ģeriyyeye münâfî olmayan Ģeyler olup
ihmâl-i evâmir ve irtikâb-ı menâhî gibi izâ’a-i ahkâm-ı Ģeriyye ile takdîre haml ü atf
eylemek ve nefsinden südûr eden taksîrâta adem-i takyîd ve mubâlât ile girizgâh-ı
tesâmuhda gezinmek ma’âzallahi teâla dinden hurûcdur.
[35] Bazı erbâb-ı zındıkânın kendilerine tasavvuf süsünü vermek için ızhâr
ettiği teslimiyetler bu kabîldendir.
Vakit; seyf-i kâti’dir, demelerinden murâd seyf, kâti’ ve nâfiz olduğu gibi
vakit dahî Hakk Teâlanın ânda vukû’unu imza buyurdukları hükm ve kazâ ile gâlib
ve hâkim olarak abd için sabır ve teslimden baĢka çare olmadığını beyândı.
Hükm-i vakte teslimiyet mûcib-i necât ve râhattır ve i’tirâz ve mukâvemet
bâ’is-i helâk ve meĢakkattir, kelâmları bu manâya iĢârettir.
Üstâd Ebu’l-Kâsım vakt insanı sahk eder buyurmuĢ ve iĢ bu manzûme ile
hasbihâl yani ezâ vü âzar gûnâ-gûn ile âzürde eder buyururlar idi.
‫كل يوم يمر يأخذ بعضى يورث القلب حسرة ثم يمضى‬
67

Yani vakit insanı ezâ vü âzâr gûnâ-gûn ile âzürde eder. Külliyen mahv ve ifnâ
etmez. Defʽaten ifnâ ve helâk etse ândan halâs ve azâd olarak mazîk ve tazyîkten
halâs olur idi demektir.

7- EL-MAKÂM

Makâm; ıstılâh-ı ehl-i tasavvufda menâzil-i tarîkten sâlikin hâiz olduğu


menzile-i maneviyyedir. ġu kadar ki: Husûlünde sa’î ve ictihâdın medhal ve tesîri
olması meĢrûtdur.
Meselâ filan sâlik makâm-ı tevekkül veyâhut makâm-ı hamddedir. Filan
makâm-ı gark veya cemiʽdedir denilir. Hâsılı her sâlihin makâmı cidd ü sa’y ile [36]
hâsıl ettiği ve tevekkül ve emsâli me’anînin hîn-i husûlünde kâim ve mütemekkin
olduğu mevki’-i nisbetîdir.
Sâlik olan zâtın ihrâz eylediği makâmını hüsn-i muhâfaza ile ahkâmını istîfâ
ve istikmâl etmeksizin makâm-ı âhara intikâline ta’cilden ihtirâz eylemesi, bir
makâmı hadd-i kemâle îsâl etmedikçe ma-fevkinde bulunan makâma terakkî için
müsâra’at göstermemesi lazım gelir. Zira kanaati olmayan harîsin tevekkülü sahih
olmaz. Tevekkülü tam olmayan sâlikin tesliminde sıhhat bulunmaz. Tevbesi
olmayanın inâbesi ve vera’ı olmayanın zühdü makrûn-ı istikâmet olamadığı gibi.
Bir makâmda sıhhat-i menâzile ancak o makâmda kendisini Cenâb-ı Bârî
Teâlâ’nın fazl-ı mahzıyla ikâme buyurduğunu sahib-i makâmın müĢâhede etmesiyle
olur. Tâ ki binâ-yı menâzilesi kâide-i sahîhaya mübtenî ola.
Ehl-i tasavvufun ekâbirinden Vâsıtî (k.s.) Nisâbûr’a teĢriflerinde Ebû
Osman’ın bazı ashâbından Ģeyhiniz size ne ile emreder diye sual edince onlar da;
tâʽat ve ibâdâtında ru’yet-i taksîr ile emreder demiĢlerdir. Bunun üzerine niçin tâattan
ğaybet-i ru’yet ile emretmemiĢlerdir deyip ibâdât ve tâatın tevfîk-i ezeli ve imdâd-ı
ilâhîden neĢ’etine iĢâret buyurmuĢlardır. ‫[ ومن البحر يستفيض الغمام‬Bulutların suyu denizden

gelmektedir.] Malûm olsun ki: ġeyh-i Ekber Futuhât’ın 334. bâbında menâzilât-ı
hitâbiyeyi icmâlen izâh ve beyân ve ba’dehû cümle menâzilâtı 78 bâbta tafsîl ve
ityân etmiĢtir. Menâzile bir mahallde nuzüllerini ve yahut tarafeynden her birinin
[37] âhârı üzere nuzûl etmeyi talep edenlerin tarîkinden bir mevzi’-i muayyenede
ictimâ etmeleridir. Abddan bu nuzûl hakîkatte ve nefsü’l-emrde su’ûd ise de nuzûl
68

ِ
ْ َ‫ال َْي ِو ي‬
tesmiye edilmesi abdin bu su’ûd ile maksûd-ı hakka nâzil ve vâsıl olmasıdır. ‫ص َع ُد‬

ِ
ُ ّْ‫[ الْ َكل ُم الطَّي‬Ona ancak güzel sözler yükselir] buna iĢarettir ki: tesbîh ve tehlîl ve
‫ب‬ 126

tilâvet-i Kur’an ve emsâlî kelimât-ı tayyibe ve a’mâl-i sâlihâ abdin Burak’ı olup
bununla Hakk’a seyr ve nüzûl eyler. Ve Hz. Hakk halk için nüzûl ile tavsîf ‫ينزل إلى‬

‫[ السماء الدنيا كل ليلة‬Her gece dünya semâsına iner]127 hadisinde vârid olmuĢtur.

Abd için vasf-ı nuzûl abdden Cenâb-ı Bârî Teâlâya fakr ü sığârı olup Mevlâ-
yı Müteʽâl için vasf-ı mezkûr sıfât-ı ğınâ ve kibriyâdır.

8- EL-HÂL

Elsine-i akvâmda kesret üzere devrân eden elfâzdan biriside hâl taʽbiri olup
hâlden maksûtları mahzâ mevâhib-i ilâhiyyeden kalbe vârid olan tarab, hüzün, kabz,
bast, Ģevk, heybet ve emsâlî gibi meânidir ki: mükâsib ve müsâ’i-i abdin medhali ve
husûlünde kastı olmaksızın vürûd eder. Bu cihetten hâl ile makâm arasında fark
müteayyin olup hâsıl-ı ahvâl canib-i gaybetten mevhibe, makâmât, mücâhedât ve
riyâzât ile müktesebedir. Ahvâl; ayn-ı cûddan fâiz ve müterahhiĢ, makâmât ise bezl-i
mechûd ile hâsıl ve lâyıhdır. Sahib-i makâm makâmında kâim ve mütemekkin ve
sâhib-i hâl hâlinde mütehavvil ve mütelevvindir.
Zünnûn, hâlin ma’rûz-ı zevâl olduğuna iĢâret etmiĢtir.
[38] Bazıları berk-ı seyyâl gibi iltimâının tâkib-i zalâm-ı zevâl ile istitâr ve
tehâvvününe kâil olmuĢlardır. ġeyh-i Ekber Fütûhât’ın 192. bâbında hâl arza
müĢâbihtir, vücûd-ı zemânından gâyri bakāsı yoktur demiĢlerdir.
Hz. Cüneyd hâlden suâle cevapta:
‫طوارق انوار تلوح اذابدت فتظهر كتمانا وتخبر عن جمع‬

[Hal ıĢığı parlayınca, zâhir olur gizli sırlar


Cemʽ makâmında görünür, iĢâretler ve rumuzlar.]
Beytini inĢâd edip hâl ve envâr-ı lâihâ ve zâhirenin Ģûʽle ve lemʽâları olarak
hîn-i bürûz ve zuhûrunda me’âni-i meknûne-i gâybdan ızhâr ve makâm cemʽden
ihbâr eder buyurmuĢtur.

126
Fatır Suresi 35/10.
127
Müslim, Sâlat, 353.
69

9- KABZ VE BAST

ĠĢ bu kabz ve bast yani sâlikin inkîbâz ve inbisât hâlleri yekdiğerine mukâbil


olarak sâlik için havf ve recâ menzilesinden ba’de’t-terakkî hâsıl olur.
Âriften zâhir olacak hâl-i kabz bidâyette sâlik-i mübtedî için zuhûr eden havf
ve hâl-i bast bidâyette vâkî olan recâ menzilesindedir.
Havf kalbin meyl ve arzu ettiği Ģeyi mahbûbun fevtini endiĢeden ve yahut
tevehhuĢ ve mehâĢî ederek istemediği bir emrin vuku’unu mülâhazadan, recâ dahi bir
emr-i merğûbu emel ve temenni etmekten ve yahut ihtirâz ve ikrâh eylediği bir Ģeyin
zevâl ve indifâını intizârdan münbâis olmasıyla müte’allıkları emr-i müstakbeldir.
Kabz ve bast ise sâlike hâlen hâsıl olan mâna içindir.
[39] Sahib-i havf ve recânın ta’alluk-ı kalbî, emr-i âcil ve âtiye olup, sâhib-i
kabz ve bast ise hâlen ve acilen hâmil ve maglûbu olduğu vâridât sebebiyle vaktin
esîr ve meclûbu olur. Kabz ve bast sâlikin tefâvüt-i ahvâli nisbetinde mütefâvitedir.
Bazen vârid-i kabz müstevfî olmadığından sâlikde az çok sahv ve Ģuʽûr bâkî
kalır. Bazen vârid-i kabzın kuvvet ve istî’âbı nisbetinde sâlik bi’l-külliyye kendinden
me’hûz ve fânî olur. Bizler ezelde rıkiyyet-i eĢyâdan hür ve âzâdeyiz. Teessürât-ı
alâık-ı kevniyyeden tehy-i hâtırız demiĢler.
Mûcibât-ı kabzın ehâff ve ednâsı itâb ve muâheze-i muktezî görünen veyâhut
te’dibe istihkâkını îmâ eden vârid-i mânevînin kalpte zuhûriyle derûn-ı sâlikte kabz
ve ızdırâb hâsıl ve bilakis mûcib-i takarrub ve bir nev’-i lutf ile mübeĢĢir-i ikbâl ve
terahhub olan vârid sâikasıyla sâlikin kalbi hâlet-i bast ve inĢirâhâ nail olur. Ve her
Ģahsın kabzı bastına muvâzin ve bastı kabzıyla mütevâzindir.
Bazen kabzın sebebi malum olmayarak kalb de kabz ve tazyîk müĢahede
eder, sebebinin idrâkinden aciz olur. Bunun izâlesine tarîk-i eslem kabzın indifâına
kadar zimâm-ı kalbi Hakk’a teslim ve rızaya rabt ve tevsîk etmektir.
ٰ
‫ط‬
ُ‫ص‬ ُ ِ‫[ َواللّوُ يَ ْقب‬Kabz ve bast Allah’tandır]
ُ ْ‫ض َويَب‬
128
ferman-ı ilâhiyyesi üzere an-

kârib-i inĢirâh ve irtimâh hâsıl olur. ġayet sâlik tekellüf ile izâlesine meĢgul olursa
kabzın tezâyüd ve iĢtidâdına sebebiyet vermiĢ olur. Zevâl-i zamanı hulûl etmeden
evvel izâlesine sa’y ü gayret etmek sû-i edep mahzûrunu tevlîd, havfını îrâs eder.

128
Bakara Suresi 2/245.
70

[40] Bazen hâl-i bast dahî bu vecihle ale’l-gafle kalbe müteveccih ve musâdif
olarak sâlikde fart küĢâyiĢ ve inĢîrâh-ı sadr ile raks ve ihtizâza meyl-i tabî’î hâsıl
eder. O halde sâlikin muktezâ-yı hâli kemâl-i sukûnet ve metânetle edebe riâyettir.
Zirâ sahib-i bast hatar-ı azîmde olup meğer hâfîden ihtirâz ve mücânebet kemâl-i
ehemmiyetle lâzımdır. Bu manâda‫[ قف على اليساط اياك واالنبساط‬Edeb kiliminde sükûnet ve

zühd inbisâttan sakınır halde bulun] denilmiĢtir. Yani firâĢ-i edepte vukûf ve sukûnet
ve zühd ve inbisâttan mücânebet tenbih buyurulmuĢtur. Sâlikînden birçokları
kendilerine hâl-i basttan bir bâb açılmasıyla bu derîçenin meftûnu olarak zellede vâki
ve makâmlarından sâkıt ve mütenezzil olmuĢlardır. ĠĢbu kabz ve bast mâfevklerine
yani hakîkatte istihlâke nisbetle istiâze edilecek ahvâl cümlesinden addedilmiĢtir.
ġeyh-i Ekber Futuhât-ı Mekkiyyede kalbden vâcibü’l-iğtisâl olan fusûl-ı
aĢerede îrâd eylediği yüz elli kadar ahvâl-i vâride arasında kabz ve bastı dahi îrâd
etmiĢlerdir.

10- HEYBET VE ÜNS

Bu iki hâl kabz ve bastın fevkindedirler. Kabz havfın, bast recânın fevkinde
olduğu gibi heybet kabzdan aʽlâ ve üns basttan ekmel ve etemmdir. Heybetin manâ-
yı luğaviyyesi vahĢet yani bir kimsenin haĢmetinden havf ve hazer ederek ürkmek
mukabili olan üns ülfetdir ki: alıĢık olmaktan ibârettir. Heybetin hazzı gaybet yani
huzurdan mubâ’adet olmasıyla her bir hâib gâib yani gayr-i hâzırdır. Hâib olanlar
gaybette [41] tebâyünleri hasebiyle heybette mütefâvittirler. Heybetin derecâtı
müddet-i gaybetin imtidâd ve kasrı ve noksan ve kemâli nisbetindedir. Makâm-ı
heybette bulunanlardan kiminin gaybette müddet-i sebâtı uzun ve kâmil ve kiminin
kısa ve nâkıstır.
Ünsün hakkı, Hakk ile sâhî olmaktır. Her bir müste’nis sâhî fakat hazz ve
Ģurbunun tefâvütü hasebiyle mütefâvitlerdir. Yani sahvları ünslerin derecesi
nisbetinde olup bazılarında nâkıs ve bazılarında zâiddir. Sahvdan murâd hâl-i sekrin
indifâ’ ve zevâliyle ayılmaktır. Mahall-i ünsün ednâsını tasvirde denilmiĢtir ki bi’l-
farz sahibi ateĢe idhâl edilse ünsünden tekeddür ve halinde teğayyür hâsıl olmaz.
71

Cüneyd; sâlikin hâli bir hadde resîde olur ki: seyfle cerh edilse haber ve Ģuûru
olmaz demiĢtir. Sırrı bu keyfiyyet benim için mûcib-i tereddüd olmuĢtu. Fakat bi’l-
âhire hakîkati bana da zâhir ve mütebeyyin oldu.
‫كرتيغ ادر از كوى آن ماه كردن نهادم الحمد هلل‬

[Sevgili tarafından üzerime kılıç yağsa,


Uzatırım boynumu derim Elhamdülillah.]
Üns ve heybet sâlikin ahvâl-i azîme ve celîlelerinden ise de ehl-i hâkikat
bunları dâhi sâlikin teğayürünü mutezammın olduğu eclden kemâlin noksânından
addeylemiĢlerdir. Zira ehl-i temkînin simât-ı ahvâli elvân-ı teğayyürattan saff ve
müncelî olup vücûd-ı aynda mahv-ı müstağrak oldukları için nefs-i nefis-i safvet-
enîslerinde ne heybet ve üns ve ne de ilm ve hüsn mevcûddur. Sâlikin üns ve heybet
hallerinin mâ-fevkleri bulunan celâl ve cemâle terakkîsi ancak vücûd iledir.
[42]

11- TEVÂCÜD VE VECD VE VÜCÛD

Vücûd lugaten havâss-ı hamsin birisiyle ve yahut kuvve-i Ģeheviyye ve


gazabiyye ile yahut akıl vasıtasıyla bulmak manâsına gelmiĢtir.
Hakk Celle ve Alâ’ya nisbet edilen vücûd ilm-i mücerred manâsınadır.
Temekkün ve iktidâra da vücûd derler. ‫ۤء‬ ِ
ً ‫[ فَ لَ ْم تَج ُدوا َما‬Eğer su bulmamıĢsanız] ‫فَ لَ ْم تقدروا‬
129

‫[ على الماء‬Eğer Su bulamamıĢsanız] ile tefsîr edilmiĢtir. ‫( ج‬cim)’in sükûnu ile “vecd”

aĢk ve muhabbet manâsınadır. Ehl-i tarîkin ıstılahlarından me’hûz olan vücûd bu


manâdandır. Tevâcüd; vecd de yani hubb ve muhabbette kemâli olmayan kimsenin
bir nev’i ihtiyâr ile husûl-i vecde tâlib olmasıdır. Sâhib-i vecde vâcid denilir.
Mütevâcid denilmez. Tevâcüd ızhâr-ı vecd manâsında isti’mâl olunur. Hânendelerin
meclislerinde Ġbn Mesruk ve emsâli ile bilâ ihtiyâr kıyam ve harekete geldiler.
Cüneyd; hâl-i razânet ve sukûnette mütemekkin ve sâbit olmasıyla “Ya Seyyidî!
Sizden semaʽ-ı zikrde infial ve teessür görünmüyor” denildiği zaman ً‫ال َج ِام َدة‬ ِ ‫وتَ رى ال‬
َ َ‫ْجب‬ ََ

َّ ‫[ َو ِى َي تَ ُم ُّر َم َّر‬Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa ki onlar
ِ ‫الس َح‬
‫اب‬

129
Nisâ Suresi 4/43.
72

bulutların yürümesi gibi hareket hâlindedir]130 nazm-ı celiliyle mekânet-i kalplerini


iĢâret buyurdular.
ġeyh-i Ekber Fütühât’ın 182. bâbında semâʽ-ı zikrin te’sîriyle hâsıl olan
harekâtın harekât-ı tabî’iyye ve rûhâniyye ve ilâhiyyeye inkısâmını beyân
buyurmuĢlardır.
Cüneyd; “Bir tâifenin harekât-i rûhâniyyeden harekât-i ilahiyyeye
terâkkîlerini ve sâliklerin bazılarında harekât-i mahsûse ile rûhâniyet bulunup [43]
bazılarında yalnız harekât-i rûhaniyye bulunur. Ve sema-i tabîʽîyye ve nefehât-ı alât
ile esvât kavalını hîn-i istimâʽında nefesinde bulduğu hâl yalnız tarab ve ferah veya
hüzünden ibâret olarak bununla sâmi için bir gûnâ sülûk hâsıl olmadığını, ilm ve
ma’rifetin ancak semâʽ-i rûhâniyye-i ilâhiyye ile husûl ve tahakkukunu ityân
eylemiĢtir.
Mebâdî-i hâlde sâkin zikrine tekâddüm eden vasf tevâcüddür. Mâ-ba’di
vecddir. Vecd hüzün ve hubbden kasd ve tekellüfsüz sâlikin kalbine vârid ve müsâdif
olan hâldir. MeĢâyih-i i’zâm vecdi tevâcüdden tefrîk ederek vecd bilâ teemmül ve
tekellüf vârid olan hâlet-i teessür ve infiâl-i fuâd ve mevâcîd-i semerât evrâdıdır.
Her kim de ki: vezâif-i evrâd müzdâd ise Hakk Sübhanehü ve Teâlâ
cânibinden letâifi mazhâr-ı izdiyâd olur.
Vâridâtın husûli evrâd ve ezkâr semeresinden olduğundan kalbinde vird ve
zikri olmayan sâlikin sırrında vâridi olmaz.
Sâlikin saʽy ü amel-i zâhirîsi hâlâvet-i tâat müstelzim olduğu gibi aʽmâl-i
bâtına dahî sâlik için câlib-i vecddir. Mevâcid ve hâlâvet semerât-ı tââttan ve vecd
netâic-i aʽmâli bâtıniyyedendir.
Elhâsıl vecd, nimet-i celîle-i cemâlullah ile feyezân eden rahîk-i mükâĢefeden
husûl-i sekr ile rûh-ı tarab-nak olarak kalbin hayret ve heybet ile sîne-çâk olmasıdır.
Muhâdarâtta vecd-i hâlâvet-i zikrin hîn-i vücûdunda rûhun galebe-i aĢka
tahammülden aczîyle beyân edilmiĢtir.
[44]
‫ومن بك وجده وجدا صحيحا فلم يحتج الى قول المغنى‬

[Seninle vecdi bulan, doğru vecdi bulmuĢtur,

130
Neml Suresi 27/88.
73

Ġhtiyâcı yok onun Ģarkıcı sözlerine.]


Vücûd vecdin fevkinde olarak ba’de’t-terakkî hâsıl ve sâlik vücûd-ı hakkta
humûd-ı sıfât-ı beĢeriyyetden sonra vâsıl olur. Zirâ sultân-ı hâkîkatin hîn-i zuhûrunda
bakâ-yı beĢeriyyet gayri mütesavverdir. Hülâsâ tevâcüd-i hâll bidâyet ve vücûd emr-i
nihâyet olup vecd, tevâcüd ile vücûd beyninde hâlet-i mütevassıtadır. Tevâcüd
sâlikin istîâbını ve vecd istiğrâkını ve vücûdda istihlâkını icâb eder.
Bu bâbda sâlikin misâli bir Ģâhsın evvelâ bahri müĢâhede, sonra sefîneye
râkib, derece-i sâlisede deryâda gark olmasıdır.

12- EL-CEMʽ VE’L-FARK

ĠĢ bu cemʽ ve fark ıstılâhat-ı sûfiyyedendir. Farktan tefrika ile de tabirleri


cârîdir. Ġkâme-i ubûdiyyet ve ahvâl-i beĢeriyyete lâîk ve müteallîk olan umûrdan
sâlikin kesb eylediği Ģeyler fark ve meʽânîyi ibdâ ve ızhâr gibi Hakk Sübhânehû ve
Teâlâ’nın cânibinden olanlar fark-ı cemʽdir. Ancak cemʽ-i fark Ģuhûd-ı ahvâlden
olmasıyla vâsılînin ednâ-yı ahvâlleridir.
Taʽât ve muhâlefâtta Hakk Teâlâ’nın efʻâlini müĢâhede eden sâlik vasf-ı
tefrîka ile muttasıftır. Taât ve muhâllefâtta kendi efʽâlini müĢâhede eden sâlik vasf-ı
cemʽ ile muttasıftır. Ġsbât-ı hâlk bâb-ı tefrika ve isbât-ı Hakk nîmet-i cemʽiden olup
sâlike cemʽ ve fark lâ-büddür. Tefrîkası [45] olmayan sâlikin ubûdiyyeti ve cemʽi
َ َّ‫ اِي‬makâm-ı fark ‫عين‬
olmayanın mârifeti gayri muʽteberdir. ‫اك نَ ْعبُ ُد‬ َ َّ‫ َواِي‬makâm-ı cemʽe
ُ َ‫اك نَ ْست‬
iĢârettir.
Sâlik lisân-ı necvâ ve kalb ile suâl ve duâ ve Ģükr ve senâda ve yahut
meâsîden teberrî ve tenazzul ve tazârrû ve tebehhülde bulunarak Hakk Sübhânehû ve
Teâlâ ile muhâtabada bulunsa mahall-i tefrikada kâim olmuĢ olur. Sâlik Rabbine
sırrıyla münacât ve nidâ etse ve yahut sırrı hitab-ı kâlbiyle iĢitse veyahut sırrına
hitâbın mânâsını mevlâ-yı müteâl ona telvîh ve irâe ederse makâm-ı cemʽ de Ģâhid
olur. Cehd ü saʽyimle ibâdet ederim diye haber veren sâlik ile bunu mücerred
Cenâb-ı Rabb-i Kerîm’in fazl-ı samedânisinden iʽtimâd ve iʽtikâd eden ve
binaenaleyh makâm-ı acz ve Ģükrânda bulunan ârifin beynindeki fark-ı küllî beyân ve
izâhtan müstağnîdir.
74

13- CEMʽÜ’L-CEM

Cemʽü’l-cemʽʽ mâkam-ı cemʽin fevkindedir. Nefs ve halkın cümlesini kâim


bi’l-hakk müĢâhede eden sâlik mâkam-ı cemʽdedir. ġuhûd-ı halkdan muhtatif ve bî-
hoĢ ve nefsinden mustalim ve medhûĢ olarak istîlâ-i sultan-ı hâkikatle gayrın
küllîsini ihsâstan bi’l-külliyye me’hûz olan zât cemʽü’l-cemʽdedir. Fark ağyarı lillâh,
cemʽ mâsivâ-yı billâh müĢâhedesinde bulunmaktadır. Cemʽü’l-cemʽ bi’l-küllîyye
istihlâkdır ki galebât-ı hakîkât indinde Allah’ı ihsâstan fenâdır. Bu mertebeden sonra
bir makâm ve bir hâlet vardır ki; kavm ondan fark-ı sânî [46] tabir ederler. Bu da
sâlik-i fâninin evkât-ı edâ-i ferâizde hâl-i istiğrâkda sahve gelmesidir ki teklif-i
Ģerʽîye ehl ve muhâtab olup edâsına kıyâm eyleye. Bu takdirde sahve rucû’u hazz-ı
nefs için olmayıp belki rücûʽ lillâh, rücûʽ billâh olur.
Bu hâlde sâlik nefsini taʽrif-i ilâhide rü’yet ve tefekkürle zâtın kudret-i
samedâniyyesiyle mebde’ ve mazharı ve ef’âl ve ahvâlinin hakikât-i ilm ve
meĢiyyetle mutasarrıf ve mukâddiri ancak Cenâb-ı Bâri-i Azze ismuhü idüğünü
aynen müĢâhede eyler ve bir de hazret, ehadiyyetini mâ-sivâdan kat-ı nazar ile
mülâhaza eyler.
Bi-hasebi’l-iʽtibârât ilm-i mutlak ve hazret cemʽ ve mertebe ama ve
hakîkâtü’l-hâkâik ıtlâk olunduğu gibi kendi de sıfât ve esmânın isticnânıyla hakâyık
ve mâhiyyâtın istiknânından dolayı cemʽü’l-cemʽ ile de taʽbir olunur.

14- EL-FENÂ VE’L-BAKĀ

Ehl-i tasavvuf fenâ ile sâlikin sûkût-ı evsâf-ı zemîmesine ve bakā ile evsâf-ı
memdûhanın kıyâmına iĢâret ederler.
Sâlik bunlardan birisiyle muttasıf olunca ahlâk-ı zemimesinden fâni olur.
Evsâf-ı seyyiesinden fânî olan sâlik de elbette hâsâil-i memduhâ zâhir olur. Bilâkis
ahvâl-i mezmûmesi gâlip bulunan sâlikde sıfât-ı memdûha müstetir ve gâib olur.
Ġnsanın ittisâfı efʽâl ve ahlâk ve ahvâl iledir. Onlardan hâlî değildir.
[47] Efʽâlde fâil muhtârdır. Ahlâk hulkî ve cibillîdir. Hilâfını iʽtiyât ve
âdetinde devam ve istimrârı iltizâm edenler de tedricen maglûb olan âdet-i gâlibe
tebeddül eder.
75

Ahvâl ise mevâhib-i ilâhiyyedir. Celle ġânühü ve azame Burhânühü ibtidâda


sâlike vârid ve fâiz olur. Kemâl ve safâsı da efʽâl-i menâhi-i Ģerʽiyyeden bi’t-tamam
tâhir ve müzekkâ olduktan sonra ahlâk ile mümâsil ve müĢabih olur. Sâlik-i muhlis
sa’y ü ikdâm-ı tâmm ile evsâf-ı reddiyesini nefsinden kal’ ve izâleye muvaffak olur
ise Hakk Sübhânehü ve Teâlâ ânı tâhsîn-i ahlâk ile mazhâr-ı menn ve ihsân eyler.
Tezkiye ve tehzîb-i aʽmâle müdâvim ve müvâzıb olan sâliki muhsin-i hâkiki ve
mufâzzal-ı tahkîki Celle ve Alâ hazretleri tehzîb-i ahvâl ve terâkki-i kemâl ile
mazhâr-ı eltâf-ı sübhâniyye eyler.
Dünyaca mezmûm olan efʽâlin târikine Ģehvetinden fâni oldu denir. Menâhi-i
Ģerʽiyyeden ictinâb ve i’râz edenlere rağbetinden fâni oldu denir. Menâhiye
rağbetinden fâni olan sıdk-ı inâbetle bâki kalır.
Evsâf-ı mezmûmesini ifnâ ve izâleye say’ eden sâlik hıkt, haset, buhl, gazab,
kibir, ucb ve emsâlinin ruûnâtından tehzib-i nefse muvaffak olarak sû-i ahlâktan fâni
olur denilir.
Sû-i hulkdan fâni oldukta sıdk-ı fütüvvet ile bâki kalır. Tasârif-i ahkâmda
cereyân-ı kudret-i ilâhiyyeyi müĢâhede ederek, sâlik hulkdan sudûrunu zann ve
tahminden fâni oldu denilir.
Onların ağyârdan südûr-ı tevehhümünden fâni olduğu halde sıfât-ı [48] hakk
ile bâki kalır. Sıfât-ı hakîkât müstevlî olarak ağyârdan ne ayn ne gayr, ne eser ne
resm ve ne de zılâl müĢâhede etse halkdan fânî ve Hâkk ile bâki oldu denir.
Fenâ ve bakānın envâʽ ve aksâm-ı müte’addidesi olup, fenâ-yı kalb, kalb ve
rûh-ı latîfenin fenâ ve bakāsı, sırrın kezâlik fenâ ve bakāsı hafînin ve ahfânın fenâ ve
bakāları vardır. Bunların her birinin baĢka baĢka alâmetleri ve üzerlerine müterettib
olan âsâr, zaman ve mekân ve turuk ve eĢhâs ve ahvâl ve ezkârın tehâlüfiyle
mütehâlif olur.
Nefsin fenâ ve bakāsını ta’kîb eden hey’et-i vahdâniyye-i insâniyyeye ârız
olan fenâ-yı etemm ve bakā-yı ekmel makâmıyla müĢerref olan zât-ı kâmil-i
mükemmel ve ma’a hâzâ irĢâd-ı ibâda ehl olur.
Ve bi-dûnihâ hartü’l-katâd (ya’nî dikenli bir ağacın dikenlerini âdetâ eliyle
soymak.) Akîbinde mertebe-i gavsiyyet ve kutbiyyet ve ferdiyyet ve kayyûmiyyet ve
hilâfet ve imâmet Ģerefiyle müĢerref olur. Tarîk-i nübüvvet ve velâyetin usûl ve
zılâliyle kemâlâta vüsûl ve haylûlet müyesser olur.
76

Evsâf ve ahvâl-i mütekâbilede fenâ ve bakā sıfatlarının cereyânı bu vechledir


ki, fenâ cehlden olsa ilim ile bâkî olur. ġühûdâtından fenâ müyesser olursa inâbet ile
bâkî olur.
Rağbât-ı nefsiyyeden fânî olur ise zehâdetle bâkî olur ümniyyesinde fânî olur
ise murâdât-ı ilâhiyye ile bâkî olur. Bu vechle husûl-i fenâdan sonra rü’yet-i fenâdan
dahî fâni olmak mertebesine terakkî ve teâlî kâbil ve müyesser olur.
[49] Fenâ-yı evvel sâlikin nefsinden ve sıfâtından fenâsıyla Hakk Sübhânehû
ve Te’âlâ’nın sıfâtıyla bâkî olmasıdır. Fenâ-yı sânî Ģühûd-ı hakk ile sıfât-ı hakkdan
fenâsı ve fenâ-yı sâlis vücûd-ı hakkda istihlâk hasebiyle fenânın Ģühûd ve Ģu’ûrundan
dahî fenâ husûlüdür.

15- GAYBET VE HUZÛR

Gaybet ıstılâh-ı tasavvufda kalbin me’ânî-i vâride ile meĢgûl ve müstağrak


olmasıyla halkın ahvâl-i câriyyesinden zâhil ve gâfil olmasıdır. Yâni ol ahvâl ile
meĢgûl olmadan hoĢlanmamasıdır.
Bâzen tezekkür-i sevâb ve tefekkür-i itâb gibi bir vâridin kalbe taalluku ve
te’sîri sebebiyle nefsini ve gayrısını ihsâsdan gâib ve zâhil olmasıyla olur.
Çok defa gaybet cânib-i hakkdan vâki mükâĢefe-i meânîden neĢ’et eder.
Ehl-i hâl gaybetleri hallerinde muhtelif ve mütefâvitdir.
Huzûr tâbîrinden; isti’mâl-i sûfiyyede hakk ile hâzır olmak ma’nâsı murâd
olur. Mütevassıtın Hakk ile huzûru halkdan gaybûbetle olur.
Huzûr-ı Hakk sâlikin kalbine zikr-i Hakk gâlib ve müstevlî olarak huzûr-ı
Rabb-ı müte’âle bu kalb ile hâzır gibi olmakdan ibâretdir.
Huzûr sâlikin halkdan gaybûbeti hasebiyle olmasından bi’l-külliyye gaybette
olanların huzûru bu vechle huzûr-ı tâmme mazhar olur. Ba’zen ahvâl-i nefsî ve gayr-ı
nefsî ihsâsdan kaldıkdan sonra rücu’ eder. Gaybetten sahve rücû’ ma’nâsı kasd edilir.
Bu huzûr-ı halk [50] ile olup evvelkisi Hakk ile idi. Hâl-i gaybette müddetin imtidâd
ve adem-i imtidâdı cihetinden fark olarak ba’zılarının gaybeti müddet-i medîde sâbit
ve ba’zılarından biraz vakt zarfında mütebeddil ve zâil olur.
77

16- SAHV VE SEKR

Ehl-i tasavvuf sâlikin hâl-i gaybetinden sonra hâlet-i hiss ve Ģuʽûra rucû’una
sahv ıtlâk ederler. Sahvın mukâbili sekr olup kalb-i sâlike lâîh olan vâridin kuvveti
hâsebiyle sâlikin ihsâstan tecerrüd ve gaybetine sekr ıtlâk olunur. Sekr ile gaybet
arasında ziyâde ve noksanlık cihetinden fark ve tefâvüt mevcuttur. Sâlik-i sükrânın
vârid-i müstevfî olmamasıyla sekri tâm olmayıp, gaybet ve ihsâs dâiresinde
mütereddid ve mütelevvin kalır.
Bu ise mertebe-i gaybetten nâkıs olarak kendinde mesâğ ihsâs bulan sâlik
mütesâkirdir. Bazen vâridi kaviyy ve müstevlî olmasıyla sekri tâm olup hakkan ki
mertebe-i gaybet üzerinde zâid olur. Hâsılı sekr sahibinin vâridi kavîyy ve müstevfi
olduğu surette gaybeti sâhib-i gaybetin hâlinden eĢedd ve müstahkem olur. Vâridi
müstevfi olmadığı takdirde sâhib-i sekrden sâhib-i gaybetin hâli ezyed ve etemm
olur.
Sekrin menĢe-i vâridi bazen rağbet ve recâî ve bazen havf ve heybeti mûcib
olan bir husûs olup kalb üzerine gâlib ve müstevlî olur.
Sekr ancak ashâb-ı mevâcîde hâs olub her ne vakt abd, na’t-ı cemâl ile
mükâĢefe olunur ise husûl-i sekr ile rûh için tarab ve [51] sürûrdan neĢeân ve kalpte
aĢk ve heyecân husûle gelir. Ve sahv, sekr hasebiyle olub sekri Hakk ile olan sâlikin
sahvı dahî Hakk ile olur.
Sekri huzûz ile meĢʽûb ve muhtelit olan sâlikin sahvi dahî hazz-ı sahîha
mashûb ve muhâlit olur ve hâlinde muhıkk ve müstekîm olan sâlik, vakt-i sekrinde
mahzûz ve mestûr olur ve sekr ile sahv teferrukâdan bir cihete iĢâret olup her ne vakt
sultân-ı hakîkât zâhir olsa sıfât-ı sâlik müstehlik ve makhûr olur. ُ‫ْجبَ ِل َج َعلَو‬ ِ ٰ
َ ‫فَ لَ َّما تَ َجلّى َربُّوُ لل‬

‫صعِ ًقا‬ ٰ ‫[ د َِّكا َو َخ َّر ُم‬Rabbi o dağa tecelli edince, onu paramparça etti. Musâ da baygın
َ ‫وسى‬
düĢtü.]131 Nazm-ı celîli ile iĢâret buyurulduğu vechle tecelli-i rabbânî sırasında
Cebel-i Tûr salâbet ve kuvvetiyle beraber mütezelzil ve menfûĢ ve Hz. Kelimullah
(a.s.) ulviyyet-i mertebe-i risâlet ve celâletleriyle beraber Ģiddet-i hevlden sâkıt ve
medhûĢ olmuĢlardır.

131
Araf Suresi 7/143.
78

Sâlik sekr hâlinde Ģâhid-i hâl ve hâl-i sahvında Ģâhid-i ilmdir. Hâl-i sekrinde
kendi mübâĢeret ve tekellüfü olmaksızın mahfûz ve hâl-i sahvında kendi tasarrufuyla
mutehaffızdır.
Sahv ve sekr zevk ve Ģurbtan sonra husûle gelir.

17- ZEVK VE ġURB VE REYY

Bu taʽbir, lisân-ı tasavvufta cârî ve mütedâvil ıstılâhattan olup feyzyâb ve


tene’umâtı oldukları semerât, tecelliyât ve netâic-i küĢûfâttan ve bi’l-bedâhe ansızın
zuhûr eden vâridâttan bu elfâz ile ta’bir ederler. Evveli [52] zevk; yani tatmak ve
ba’dehû Ģurb; yani nûĢetmek ve ândan sonraları reyy; yani kanıp def’-i atĢ etmektir.
Sâlikînin safâ-yı muʽâmelâtı onlar için zevk ve vefâ-yı menâzilâtı Ģurb-ı me’ânîyi
mûcib olup devâm-ı muvâsaletleri dahî teskîn-i atĢ ve harâretleriyle müstevcib-i reyy
ve safâ-yı dâimîdir. Sâhib-i zevk mütesâkir ve sâhib-i Ģurb ve sükrân sâhib-i reyy
sâhîdir.
Sâlikin hubb ve Ģevki kâviyy olsa Ģurbu dâimî sermedî olur. Bu cihetle
sâhib-i hakk ile ve her bir huzûzundan fânî olup vâridlerinden müteessir ve hâl-i
mevcûdiyetde müteğayyir olmaz. Sırrı kesb-i safâ ve incilâ’ eden sâlikin meĢrebi
mütekeddir ve mütegayyir olmaz.
ġurbu kendüye gıdâ olan sâlik ondan mufârakata sabr ve tahammül edemez.
Ve onsuz bâki olamaz. ‫ شربت الحب كأسا بعد كأس فما نفد الشراب والروبت‬yani Ģârâb-ı aĢk ve

muhabbeti kâse kâse nûĢ eyledim, ne bâde-i hâmhâne-i hâkikât hitâm buldu ve ne de
ben teĢnegî-i dil-i harûrdan âzâde oldum.

18- MAHV VE ĠSBÂT VE MEHK

Istılâhât-ı sûfiyyeden olan mahv, sâlikin nefsinin evsâf-ı mu’tâde-i


mezmûmesini ref’ ve izâlesinden, isbât dahî, saffet-i ubûdiyyet ve ibâdetini
ihkâmdan ibârettir. Sıfât-ı mezmûmesini ahlâk-ı haseneye tebdîl eden [53] sâlik
sâhib-i mahv ve isbâttır. Mahv ve isbât içinde derecât-ı selâse vardır. Birincisi efʽâl-i
zâhireden olan me’âsî ve zellâtı imhâ ve aksleri isbât, ikincisi kulûb-i serâirden
gaflâtı izâle, menâzilât-ı merâtib-i tevhidi isbât, üçüncüsü serâirden taʽallülâtı imhâ,
muvâsalâtta isbât. Ancak bu vechle olan mahv ve isbât ubûdiyyet ile meĢrûttur. Sâlik
79

bunda tasarrufta zî-medhâl değildir. Mahv ve isbâtın hakîki olanları kudret-i


ilâhiyyeden sâdırdır. Zirâ mahv Hakk Sübhânehü ve Teâlâ hazretlerinin setr ve nefy
ٰ
ُ ِ‫[ يَ ْم ُحوا اللّوُ َما يَ َشاۤءُ َويُثْب‬Allah dilediğini
ettiği isbât ve ızhâr ve ibdâ buyurduğu Ģeydir. ‫ت‬

mahveder, dilediğini de sâbit bırakır]132 ayet-i celilesinde bu mahv ve isbât ile


meĢiyyet-i samedâniyyeyi kasdetmiĢtir. Hakk Celle ve Sultânühû ekâbir-i irfânın
kalplerinden mâ-sivânın fikrini mahv; kulûb-i sâlikînde zikrullahı isbât eylemiĢlerdir.
Mehk ise mim (‫’)م‬in fetha ile lugaten izhâb ve ibdâl manâsında olup ıstılâh-ı

sûfiyyede mahvın fevkindedir. Mahv sıfât-ı zâileden bir eserin bakāsıyla tahakkuk
ediyor. Mehkte âsâr ve itlâldan bir Ģey kalmaz. Cenâb-ı Hakk Celle ve Alâ sâliki
meĢhûdât-ı mâneviyyesinden mahv ve mehk ederek ondan sonra redd ü ircâ’ etmez.
‫[ ما رجع من رجع االمن الطريق‬Dönenler hep yolda iken dönmüĢlerdir] setr ve tecellî ‫ما‬

‫[ ينكشف للقلوب عن انوار الغيوب‬Kalplere guyûb nurlarından baĢka bir inkiĢâf olmaz]

denilmiĢtir. Bunun mukâbili envâr-ı guyûbun adem-i inkiĢâf ve zuhûru olan setrdir.
Guyûbun cemʽinden anlaĢılır ki mevârid-i tecellî-i müteaddidedir. Zirâ esmâ-i
ilâhiyyeden her birisinde vech ve hıytaları itibâriyle tecelliyyât-ı mütenevvi’a vardır.
[54] Ve bitânet ve sitâresinden tecelliyyât zuhûr eden guyûb yedidir. Bunlara
ümmehât-ı seb’a ta’bir ederler.
Cenâb-ı Bârî Teâlâ ve Tebâreke’nin haysiyyet-i zâtiyyesinden sâlike
mütecellâ olmayıp belki; tecellî-i ilâhiyyesi hucub ve esmâdan birinin verâsından
husûl bulur.
Mebdeinin zât ve sıfâttan birine tahsîsini itibâr etmek tarîkiyle iki kısma tefrîk
edilmiĢtir. Evvelkisi tecelli-i zatî olup bu da sıfâttan bir sıfât iʽtibâr edilmeyerek
mücerret zâtın mebde’-i tecelli ittihâz edilmesinden ibârettir. Diğer kısmı tecelli-i
sıfâttır ki zâttan mümtâz olarak bir sıfât-ı muʽayyenenin mebde’-i tecellî add
olunmasıdır. Aralarındaki fark emr-i iʽtibârîdir. Âvâm-ı sâlikîn gıtâ-i setrde ve
hâvâss Ģuʽâʽ-ı devam-ı tecellîdedir.
‫[ ان اهلل اذا تجلى لشيئى خشع لو‬Allah Teâlâ her Ģeye tecellî edince o Ģey O’na huĢû

içinde olur] buna iĢârettir. Tecellî, sükûn ve itmi’nân îrâsiyle mûcib-i huĢû ve sebeb-i
tevâzû ve huzu’ olur.

132
Râ’d Suresi 13/39.
80

Sâhib-i setr vasf-ı Ģuhûd ile kâim ve sâhib-i tecellî nâ’t-ı huĢû ile dâimdir.
Avâm-ı sâlike setr ukûbet ve hâvâssa rahmettir. Cenâb-ı Vacibü’l-Vücûd
Teâlâ ġe’nühû havâss-ı ibâdına keĢf buyurduğu Ģeye setr ile takip eylemez ise sultan-
ı hâkîkât indinde mütelâĢî ve müteferrik olurlar. Lâkin Cenâb-ı Hakîm-i Raûf onlara
nasıl izhâr ve ibdâ’ eyler ise öylece setr ü ihfâ eder. –Sübhânü’l-Mebde’ ve’l-Mu’îd-
bu tâife-i Ģerîfe âvâmının îĢleri tecellîde ve belâları zevâl-i tecellî ile setrdedir.
[55] Havâss îĢ ü tâyĢ beyninde olup vakt-i tecellîde tayĢ ve tarab ve hîn-i
setrde, îĢ ve sükûnettedirler. ‫وسى‬ َ ِ‫ْك بِيَمين‬
ٰ ُ‫ك يَا م‬ َ ‫[ َوَما تِل‬ġu sağ elindeki nedir? Ya Musâ!]
133

ayet-i kerîmesi ve ‫[ انو ليغان على قلبى‬Kalbime bir bulanıklık gelir]134 hâdis-i Ģerîfi bu hâle

remz ve iĢârettir.

19- MUHÂZARA, MÜKÂġEFE, MÜġÂHEDE

Muhâzara mebâdi’i mükâĢefe olup murâd, huzûr-ı kalbdir. Ve huzûr-ı


gaybete mukâbil olup bir kimsenin huzûr-ı kurb ve kurbinde fenâsıdır. Huzûr-ı kalb
bazen târîk-i istidlâlden tevâtür ve burhân ile hâsıl olur ve bu huzur ile kalbi hâzır
olan sâlik her ne kadar sultân-ı zikrin istîlâsıyla âmâde ise de henüz vârid-i setrde
mütevârîdir.
MükâĢefe: Muhâzaradan sonra zuhûr eder. Sâlik bu makâmda teemmül-i delîl
ve taleb-i sebeb ihtiyâcından âzâde olup mahcûb-ı nâ’t-ı gayb ve müsteʽid-i devâ’-i
zann ve reyb değildir. Mertebe-i müĢâhede mâkâm-ı mükâĢefenin fevkinde olup
huzûr-ı hakk tenzîh-i zâttadır. Semâyı seyr ve sülûk-i guyûm setr ve sehâb-ı hicâbdan
sâhî ve münkeĢif ve aralarında hucub zâil ve munsârif olduğu hînde afâk-ı bâsîrete
burc-i Ģereften semĢ-i Ģuhûd iĢrâk eder. Seyyidü’t-tâife müĢâhedeyi târifte ‫وجود الحق مع‬

‫[ فقدانك‬Senin yokluğunla Hakk’ın vâr olmasıdır] buyurmuĢtur. Yani sâlikin fikdân-ı

gaybûbetiyle beraber vücûd-ı erbâb-ı muhâzara âyât-ı ilâhiyye ile merbût ve eshâb-ı
mükâĢefe sıfât-ı sâmedâniyye ile mebsût ehl-i müĢâhede zât-ı akdes ile mülâkî ve
fâiz-i [56] Ģeref-i likâdırlar. Ashâb-ı muhâzarayı akl-ı hâdî ve erbâb-ı mükâĢefeyi
ilm-i hâvî ve ehl-i müĢâhedeyi mârifet-i mâhîdir.

133
Tahâ Suresi 20/17.
134
Ebû Dâvud, Ġstiğfâr, 26.
81

20- LEVÂĠH VE LEVÂMĠ’ VE TAVÂLĠ’

Bunlar lugaten mütekâribü’l-ma’nâ olup zuhûr ve tulû’ ve lem’ân


mânâsındadır. Istılâh-ı sûfiyyede aralarında fark-ı kesîr yoktur. Ve bunların ahvâl-i
kalb ile terâkkîde olan ehl-i bidâyetin sıfâtındandır. Onlara henüz Ģumûs-ı maʽârifin
ziyâsı dâim olmamıĢtır. ‫فيها بُك َْرةً َو َع ِشيِّا‬
َ ‫[ َول َُه ْم ِر ْزقُ ُه ْم‬Orada sabah akĢam kendisine ait rızıklar
vardır]135 nazm-ı celîli muktezâsıyla kalblerinin rızkını ifâzâ ve ihsân ederek semâ-yı
kalbleri sehâb-ı muzlim huzûz ile tîyre ve târ olduğu esnâda levâih ve tecelliyât
sünûh ve inkiĢâf eder. Levâmi’ kurb-i lemʽâna baĢlar ve zaman-ı setrlerinde kalbleri
mufâce’e-i levâiha intizâr eyler.
‫من اى اكناف السماء تطلع‬ ‫يا ايها البرق الذى قد يلمع‬

[Ey arada parlayan ĢimĢek


Semânın hangi yanından doğarsın.]
Ġbtidâ keĢf ve levâih ve sâniyen levâmi’ ve bâ’dehû tevâli’ olup levâih-i
burûg sehâb gibi zuhûr eder ve iltimâhiyle beraber gâym-ı istitârda tevârî eder.

ً‫كان لتسليمو على وداعا‬ ‫افترقنا حوال فلما التقينا‬

[KarĢılaĢmamızla ayrılmamız birlikte oldu


Selamla vedâlaĢma hep aynı anda oldu.]
[57] Levâmi’ levâihden azherdir. Derece-i levâihde serîʽü’z-zevâl olmayarak
bir müddet bakāsı vâkî ise yine te’âkub-ı zevâl-i istitâr ile ‫والعين باكية لم تشبع النظر‬

[Bakmaya doyamayan göz ağlıyor] hâlet-i tehassüründe bırakır ve hîn-i iltimaʽda


sâliki sülûkünden kat’ ve onunla cemʽ eder. Cünûd-i leyl ker ve iktihâm etmedikçe
nûr-ı nehâr zuhûr etmez. Bundandır ki ehl-i levâmi’ gâh râhat ve gâh niyâhat ve gâh
bast ve gâh kabz beyninde mütevârî ve mütereddid olurlar. Tavâli’ evvelkilere
nisbeten tavîlü’l-bakā ve tevâlî cihetinden akvâdır. Meks ve devâm-ı lem’ânından
ziyâde ve miknet ve izhâb-ı zulmet ve nefs töhmette mukayyet ve muʽayyendir.
Evkât husûli serîü’l-inhâl ve ahvâl-i üfûlü tavîletü’l-ezyâldir. Bazen zâhir ve ekseriyâ
müstetirdir. Hazreti ġeyh Fütühât’da levâihten maksat bir hâlden bir hâle sumûvv ve
i’tilâdan zuhûra gelen esrâra telvîh ve îmâ eden Ģey olup bizim indimizde cârihâ ile

135
Meryem Suesi 19/62.
82

mütekayyid olmayan basar için envâr-ı zâtiyye ve sabahât-ı vechiyyeden lâih olan
ِ
َ ‫[ َول ُك ٍّل ِو ْج َهةٌ ُى َو مُ َول‬Herkesin yöneldiği bir kıble vardır] levâih ve levâmi’ ve
Ģeydir. ‫ّيها‬ 136

tavâli’ ma’nâ cihetinden muhtelefetü’l-ahkâmdırlar. Bazen hîn-i istitârda kevâkib-i


maĢrıkanın üfûlü gibi eser ve lem’âsı nâyâb olur. Ve bazen ibkâ-yı envâr âsâr ederek
sâhib-i sukûnet ve galeyâttan sonra habâya-yı bürkânda ta’ayyüĢ eyler ve tekrar lâih
oluncaya kadar avdetinin intizârı ile imrâr-ı evkât eder. Ve bulduğu hâlette eser-i
bâkî ile bâde-i bezm-i îĢ ve nûĢ eder.
‫ام ارتفعت عن وجو ليلى البراقع‬ ‫أبرق بدا من جانب الغور المع‬

[Bak aĢağı taraftan bir Ģimsek mi parladı?


Yoksa leylâ yüzünden peçeyi mi kaldırdı?]
[58]

21- BEVÂDĠH VE HÜCÛM

Bâ )‫’(ب‬nın fethîyle bevâde lafzı lugatte bir kimsenin nâm ve niĢân, nâ-bûd

olacak sûrette helâke gitmesi manâsınadır. Istılâh-ı sûfiyyede füc’e-i ilâhiyye olarak
hazret-i gaybdan bağteten kalbe mufâce’e ve ansızın lâih olan vâride ıtlâk olunur.
Hükmü ise; ya ferah-ı kalbdir, sâhibini hândân ve yahut hüzün ve kederdir,
sâhibini giryân eder. Bestâmî buyurmuĢtur ki: ‫[ ضحك زماناً وبكيت زمانا‬Bazen güler, bazen

ağlarım] hâl-i bevâdîhden hâl-i âzîmete intikâline iĢâret olarak ‫وانا اليوم الاضحك والابكى‬

[Bugün ne gülüyor ne de ağlıyorum] buyurmuĢtur. Hücûm lugaten gelmek


mânâsınadır. Istılâh-ı sûfiyyede bilâ tasannu’ kalpte zuhûr eden vâriddir. Vaktini fevt
etmeksizin sâhibinin te’sîrini iktizâ etmez. Sâhib-i vârid taraf-ı ilâhîden maʽnen
me’mûr olarak nedâmetinin husûliyle fevt ettiği vaktin cebrine sebeb arıyor. Bu
vürûd o sebebten ibârettir.
Fütûhat’ta tafsîlâtı mebsûtan zikr edilmiĢtir.
Kalbin vâridâtı kuvvet ve zaafı hasebiyle enva-ı muhtelife ile mütenevvi’dir.
Bazıları ashâbının ahvâlini tağyîr eder ve bazılarının kalplerine teessür ve hallerinde
teğayyür hâsıl edemez ve bu mertebeye hâiz olan zevât sadât-ı vaktdir.

136
Bakara Suresi 2/148.
83

Telvîn ve temkîn: burada telvîn ve temkîn televvün ve temekkün mânâsına


müsta’meldir.
[59] Televvün ıstılâhta hâlden hâle intikâl ve temekkün mahallinde mekânet
ve sebâttır.
Telvîn sıfat-ı ashâb-ı ahvâl; temkîn sıfat-ı erbâb-ı hakâyık ve kemâldir.
Sâlik; esnâ-yı seyr ve sülûkünde sâhib-i telvîn olarak hâlden hâle ve vâsftan
vasfa intikâl ve menâzilden menâzile irtihâl eyler. Merkez-i matlûbe vâsıl olunca
mütemekkin ve berkarar olarak mertebe-i temkîne erer.
Ashâb-ı telvîn, ale’d-devâm terakkî ve ziyâdede ve ehl-i temkîn ba’de’l-vüsûl
makâm-ı ittisâldedir. Emâre-i ittisâl ise sâlikin bi’l-külliyye külliyetinden geçmesidir.
Fütühât’da, telvîn makâm-ı nâkıstır diye sûfiyyeden bir cemaatten naklen
mezkûrdur. Sâhib-i telvîn kâmil ve kemâlde olduğuna kâil olanlar da vardır.
Hazreti ġeyh bunlardandır. Telvînde olanı kemâlde buluyor.
Bu makâm bast ve temhîd ister ise de, risâlemizin hacmi bu tafsîle müsâid
değildir.
Kurb, bu’d merâtib-i kurbun evvelâ taât-ı ilâhiyyeye tekarrübden ibârettir.
Bu’d ise Ģerâi’-i ilâhiyyeye adem-i tekayyüd ve muhâlefetle taât ve ittibâ’dan tebâüd
ve tecâfîdir. Tevfîk ve tahkîkden ba’îd olmak demektir. Nasîbedâr-ı nevâl-i tevfîk
olmayanın tahkîk-i zevk edebilmesi müstahîldir.
Mukarrebînin hazret-i kurbe a’zâm-ı vesâili, ferâiz-i ilâhiyyeyi edâdır. Ve
nevâfil-i ibâdât makâm-ı hubbe reh-nümâ olur. Mazhâr-ı hubb-ı ilâhiyye olan zevât
Hâkk ile müĢâhede ve Hâkk ile sâmi’ olmak mertebe-i kusvâsına vâsıllardır.
[60]
Sâlikin Hâkk Celle ve Alâya kurbi evvelâ îman ve tasdîk, ba’dehû ihsân ile
tahakkuk eder. Ġhsân : ‫[ إلحسان أن تعبد اهلل كأنك تراه فإن لم تكن تراه فإنو يراك‬Senin Allah Teâlâ’yı

görür gibi ibâdet etmendir. Zirâ sen onu görmesende o seni görür]137 hadîs-i Ģerîfiyle
müfesserdir. Allah Sübhânehû ve Teâlâ’yı müĢâhede eder gibi ibâdetten ibârettir.
Sâlik-i nasîbedâr didâr olamazsada Hâkk Celle ve Alâ onu rü’yet eder.

137
Buhârî, Ġman, 37.
84

Ve ilm-i ilâhiyyesinin hîta-i Ģümûlünden hariç kalamaz. Bârî Teâlâ


hazretlerinin abde kurbu ânın için tahsîs buyurduğu Ģeref, irfân dünyevî ve Ģuhûd-ı
aʽyân-ı uhrevî lutf-ı imtinân-ı manevîsidir.
Hâkk Celle ve Alâ’nın ilm-i kudretle tekarrübü âmme-i ibâda âmm ve lutf ve
nusretle kurb-i ibâd-ı mü’minîne hâss ve bâ’dehû hasâis-i teenniyet ile kurbe evlîyâ-
yı mükerremîni mazhâr-ı ʽizz ve ihtisâstan ibârettir. Kurb-i ilâhî ile mütehakkık
olanların akreb ve edvenî Cenâb-ı Bârî’ye devam-ı murâkabe ile muttasıf olan sâlik
olub Mevlâ-yı Müteâl ber-mantûk ‫[ َو ُى َو َمعَ ُك ْم اَيْ َن َما ُكنْتُ ْم‬Nerede olursanız O sizinle

beraberdir]138evliyâsı üzerine rakîb ve nâzırdır.


Kurb; envâʽ-i selâse ile mütenevvi’ olup aʽlâsı kurb-ı zâtîdir ki tedânî-i zevât
müĢâbih olarak Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’ya nisbeti emr-i müstahîldir. Levâzım-ı
kuds hüdâvendisindendir ki: hudud ve aktâr ve nihayet ve miktardan münezzeh ve
müteâlî olmalıdır.
Ne bir mahlûk zât-ı kerîmine muttasıl ve ne bir hâdis ondan munfasıldır.
Kurb-ı zâtîsi ile Ģân-ı ulûhiyetine lâik olarak karîb olması mütehakkıkü’l-ünye ve
mechûlü’l-keyfiyyedir. Onun tafsîl ve tefsîri ulemâ-i râsihinin ilmine müfevvazdır.
[61]
Kısm-ı sânî: kurb bi’s-sıfâttır ki: murâd ilm-i ru’yetle kurb olarak na’t-ı
ilâhiyyede vâcib ve sâbittir. Üçüncüsü kurb-ı fiʽlîdir ki: murâd ibâdından dilediğine
lutf ile fazlıdır. Bu maʽnâca kurb ile vasf-ı Bârî câiz ve cârîdir.

22- ġERÎAT VE HAKÎKAT

ġerîat: iltizâm-ı ubûdiyyetle emrden ve hakîkat, müĢâhede-i rubûbiyyetden


ibârettir. ġerîatle müeyyed olmayan hakîkat merdûd ve metrûhtur. Hakîkat ile
mukayyed olmayan Ģerîat müstahîlü’l-husûldür.
ġerîat teklîf-i halk ile hâkîkat tasrîf-i halk ile müfesserdir. ġerîat âna ibâdet,
hakîkat ma’bûdunu müĢâhededir.
ġeriât emr ile kâim, hakîkat kazâ ve kaderi Ģâhit ve her Ģeyden ahfâ ve her
َ َّ‫ اِي‬hıfz-ı Ģerîate ‫عين‬
Ģeyden azherdır. ‫اك نَ ْعبُ ُد‬ َ َّ‫ َواِي‬ıkrâr-ı hakîkate iĢârettir. ġeriât; emr ile
ُ َ‫اك نَ ْست‬

138
Hadîd Suresi 57/4.
85

vâcip olduğu cihetden hakîkattir. Hakîkat; Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’nin ma’rifetini


bilmek ile me’mûr oldukları cihetten Ģerîattir.

23- EL-HAVÂTIR

Kulûb ve zamâire vârid olan hitâbtan ibârettir. Ġlgâ-yı melek ile olur. Bazen
ilkâ-yı Ģeytân ile de olur ve bazen ehâdîs-i nefsten ibârettir.
[62]
Hakk Sübhânehû ve Teâlâ kıbel-i celîlinden olur. Melekden olana ilhâm, nefs
cihetinden olana hevâcis, Ģeytandan olana vesvâs, Hakk Sübhânehû ve Teâlâ
tarafından olana hâtır-ı hakk taʽbir olunur.
Bunların cümlesi kelâm-ı nefs kabîlindendir. Kıbel-i melekten olanın sıdkına
alâmet muvâfakat-i Ģerîʽattir. Zâhir-i Ģerîʽatten Ģâhidi olamayan hâtır bâtıldır
denilmiĢtir. Cihet-i Ģeytandan olanın ekserîsi ma’âsîye davettir. Bazen zâhirinden
taʽât olarak gösterir ise hafî, hafî mekâidinden olan bir isyânâ dâvet eder.
Ekâbir-i muhakkıkîn-i sûfiyye me’kel ve melbesi harâm olan sâlikin ilhâm ile
vesvâs beynini fark ve teĢhîse kâdir olamayacağında müttefiklerdir.
Melek ilhâm ile vârid olan hâtırâya sâlik gâh muvâfık ve gâh muhâlif olabilir.
Kıbel-i ilâhîden mülhem olan hâtırâya sâlikin cânibinden muhâlefet gayri
mütesavverdir.

24- ĠLME’L-YAKÎN VE AYNE’L-YAKÎN VE HAKKA’L-


YAKÎN

Yakîn rayb ve Ģekden ârî manâsına olup esmâ-i ilâhiye tevkîfiyye olması
akvâl-i ercahadan olduğundan tavsîf-i ilâhîde yakîn tabiri gayri câizdir.
Ġlm-i yakîn berâhîn-i akliyye ile sâbit olup ehl-i ukûle âittir. Hakk-ı yakîn keĢf
ve müĢâhedeye müstenid olup, hakk-ı yakîn istihlâk-ı sıfât-ı beĢeriyye ile sâlikin
ilmen ve Ģuhûden ve hâlen Hakk Celle ve Alâ ile bakāsından [63] hâsıl olan ilmdir.
Yakîn-i evvel; ilm-i ehl-i zâhir, yakîn-i sânî; ilm-i havâss-ı ümmet, yakîn-i sâlis;
ehass-ı havâssa mahsûstur. Ulûm-ı selâse kütüb-i seyr-i sülûkde mufassalen
gösterilmiĢtir.
86

25- VÂRĠD

Istılâh-ı sûfiyyede vârid ve cemʽi vâridât oluyor. Murâdlar sâlikin kasd ve


teammüdü olmaksızın kalbte zuhûr eden havâtır-ı mahmûde ile havâtır kabîlinden
olamayan hüzün ve sürûr ahvâlidir. Varidât havâtırdan eâmmdır.
Havâtır maʽnen hitâbı mutazammındır. Vâridât maʽnen hitabı mutazammın
değildir. Havâtır ve meʽâniye ıtlâk olunur. Vârid-i hüzün, vârid-i kabz, vârid-i bast
denir. Fütühât-ı Mekkiyye’nin 264, 265, 266. bâblarında mârifet-i havâtır ve Ģevâhide
dâir tafsîlât-ı nefîse vardır. Biz dahî mahallini irâe ile iktifâ ederiz.

26- ġÂHĠD

ġâhid ıstılâh-ı mutasavvıfa kelâmında kesret üzere meĢhûddur. Filan Ģâhid-i


ilm, filân Ģâhid-i vecd, filân Ģâhid-i hâldir derler. Bu taʽbîr ile kalb-i sâlikde hâzır ve
mevcûd olarak kalbin meĢgûl-i mülâhazası olduğunu murâd ederler. Kalbi istîlâ eden
ilm ise Ģâhid-i ilm, vecd ise Ģâhid-i vecd denir. Bir kimse bir Ģahsa alâka-i derûn [64]
hâsıl eylese iĢ bu alâkadârı olduğu Ģahs-ı mahbûb o kimsenin Ģâhididir.

27- TEVBE

Tevbe lugatta rücû’ manâsınadır. Istılâh-ı Ģerʽ-i Ģerîfte mezmûm ve münker


olan Ģeylerin irtikâbından rücû’ ve nedâmet ve hayatta kaldıkça bir daha etmemeye
azm-i cezm eylemekten ibârettir. Tevbe menâzil-i sülûkün mebde’i, belki bâb-ı
dühûlüdür ve makâmât-ı tâlibînin evvelidir. ‫ميعا اَيُّ َو ال ُْم ْؤِمنُو َن ل ََعلَّ ُك ْم تُ ْفلِ ُحو َن‬ ِٰ ِ
ً ‫[ َوتُوبُۤوا الَى اللّو َج‬Ey
Mü’minler! Hepiniz Allah’a tevbe ediniz ki, kurtuluĢa eresiniz]139 nazm-ı celîli ibâd-ı
mü’minîni tevbe ve rücû’a davet eder. Tevbenin bâis-i fevz ü felâh olacağı tebĢîr
buyurulmuĢdur. ‫ين‬ ُّ ‫ابين َويُ ِح‬
َ ‫ب ال ُْمتَطَ ّْهر‬ َ ‫َّو‬ ُّ ‫[ ان ال ٰلّ َو يُ ِح‬Allah Tevbe edenleri ve temizlenenleri
َّ ‫ب الت‬

de sever]140 Ģâbb-ı tâib yâni sinni kemâle bâliğ olmadığı halde maʽâsîden tevbe ve
rücû’ eden mü’minden ziyâde mahbûb ve sevgili kimse olmadığına ehâdis-i Ģerîfede
iĢâret ve sarâhatler vardır. Tâib tevbe-Ģikenlik edip tekrar irâdesi nefsini tecdîd-i
tevbeye haml ve terğîb eder ise, bunlar bi’d-defe’ât naks-ı ahd ve azîmet edenlerin

139
Nûr Suresi 24/31.
140
Bakara Suresi 2/222.
87

tevbesinden kat’-ı recâya mesâğ olmayıp belki bunlardan mazhar-ı tevfîk olanların
kesreti mütevâtir ve sâbittir. Havf-ı itâb ile maʽsiyetten rücû’ eden sâlike mübtedî,
tâib tama’-ı sevâb ile rücû’ eden sâlik mütevassıt-ı münîb, ragbet-i sevâb ve rehbet-i
itâbdan tehy-i hâtır olup mücerred emre riâyeten müntehî-i evvâbdır.
Tevbe cânib-i rubûbiyyete teveccüh-i tâmmedir demiĢlerdir. Avâmın tevbesi
maʽâsîden, havâssın tevbesi gaflettendir. Tevbenin Ģurût-ı edâsı fezâil [65] ve
semerâtı hükm ve mesâlihi, fevâid ve menâfi’i vesâir ahkâmı kütüb-i fıkhıyye,
tasavvufiyye, ahlâkiyyede mufassalen mezkûrdur.

28- EL-MÜCÂHEDE

Mücâhede lugatta çarpıĢmak demektir. Istılâh-ı Ģerʽde me’mûr-ı ilâhî olup


adâvet-i ilâhiyye ile müntasıb olan nefsin mûcib-i meĢakkati olan Ģeyleri tahammül
ederek sûʽ ile emmâre olan nefsle muhârebe ve mücâdele ve mübârezeye ıtlâk
olunur.
Hâsılı nefsi hilâf-ı Ģerʽin irtikâbından sarf edip muvâfık-ı Ģerʽ-i Ģerîfe sevk
etmektir.
Sûfiyyûnun terk-i me’lûfâtı ki ona mücâhede taʽbîr ve ıtlâk ederler. Hep bu
ümniyyenin yüsr ve suhûletle husûlüne muʽâvenet eden esbâbtandır.
ِ ٰ ِ ِ
َ ‫َّه ْم ُسبُ لَنَا َوا َّن اللّ َو ل ََم َع ال ُْم ْحس‬
‫نين‬ ُ ‫اى ُدوا فينَا لَنَ ْهديَن‬ َ َّ‫[ َوال‬Bizim uğrumuzda cihat edenleri
َ ‫ذين َج‬
elbette kendi yolumuza eriĢtireceğiz. ġüphesiz ki Allah iyilik edenlerle berâberdir]141
nazm-ı celîli Ģerʽ-i Ģerîfe tevfîk-i hareket edenleri vusûl-i zât-ı ilâhînin yolunda
yürüyüp maksûd-ı hakîki olan derecât-ı kurb ve mâ’iyyete îsâlini tebĢîr buyurmuĢtur.
Zâhirini Ģerʽ-i Ģerîf ile meĢgûl eden kimselerin serâirini Hakk Celle Celâlühû
müĢâhedesiyle tezyîn eder. Harekât-ı zevâhir berekât-ı serâiri mûcib ve müstevcibdir.
Veche-i avâm el-hakk tevfiye-i aʽmâlde kasd-ı havâss bununla beraber
tasfiye-i ahvâlde safâ-yı hâl semere-i aʽmâl-i Ģerʽiyyedir. Avâmın ictinâbı lazım olan
[66] afât-ı nefsinden en ehemmi istihlâ-i medhtir. Ġstihlâ-i medh âfât-ı nefstendir.
Bundan ictinâb çok ehemmdir.

141
Ankebût Suresi 29/69.
88

29- EL-HALVET VE’L-UZLET

Manâları mütekâribdir. Halve; tenhâ bir mahallde ser-i âzâde-i gavâil-i agyâr
olarak müsterîh olmak. Uzle; halkden iftirâk ile ülfet-i istînâsdan ferâğatı ihtiyâr
etmektir.
Üstâd Ebu’l-Kâsım uzlet sıfat-ı ehl-i safvet ve halvet alâmet-i vuslatdır. ġöyle
ki: sâlik-i mübtedîye bidâyet hâlinde uzlet ve nihâyet emrinde üns-i Hakk ile
tahakkuku için ihtiyâr-ı halvet levâzım-ı istikâmetdendir.
Sâlik için ehemm olan hasâilden birisi ve belki birincisi kendisinde halk üzre
vechen mine’l-vücûh rüchân-ı meziyyet görmeyip tasannûsuz olarak zevk-i
vicdânında istisğâr-ı nefs eden uzletinde uzletini nâsı kendi Ģerr ve mazarrâtından
selâmette olmak niyetine binâ edip yoksa bilâkis halkın Ģerr ve mazarrâtında kendi
nefsinin selâmeti itikâtında ise bu itikât hasâil-i zemîmenin en muzırlarındandır.
Muktezâ-yı kibr ve gururdur.
Ruhhâbîn-i kadîmeden birisinden suâl olunmuĢ ki: rahib misin? “Hayır!
Değilim ancak ben hâris-i kelbim, zirâ nefsim bir kelb-i akûrdur. Halka tasallut
etmesi havfından tebâ’ud eyledim. Tâki Ģerr ve keydinden selâmetde olayım” cevâb-ı
hakîmânesini îrâd etmiĢtir.
[67]
Halvet, uzlet-i fezâilinde pek çok nakl ve akle muvâfık asâr var ise de,
avâmın anlayıĢı gibi zâhirî halvet ve uzlette olması murâd değildir. Belki; zâhirî halk
ile bâtınî hakk ile olmak murâddır.
Hakîkat-i uzlet; hasâil-i mezmûmeden i’tidâlde olup yoksa diyâr ve vatan ve
dâr-ı niĢîmenden buʽd ve tenâî değildir. Onun için ârifin taʽrifinde denilmiĢ ki: ârif
kâin ve bâindir.
Murâd-ı hâlk ile zâhirinde kâin ve sırrıyla onlardan râci’ ve bâin demek olur.
Üstâd buyurmuĢlar ki: nâs ile birlikte olmak, giydikleri elbiseyi lâbis ve
yedikleri taʽâmdan mütenâvil ol da, ancak sırrınla yani kalbinle onlardan infirâd ile
Allah ile ol.
89

30- TAKVÂ

Lugatta ittihâz-ı vikâye yani zarar ve ziyandan sakınmaktır. Ehl-i tahkîk


indinde taât-ı ilâhiyye ile ukûbetinden ihtirâz yani sebeb-i istihkâk-ı ukûbet olan
ahlâktan sayânettir. ġâibe-i hürmet olan Ģeyden vikâye manâ-yı muciziyle tefsîr
etmiĢlerdir. ‫[ اِ َّن اَ ْك َرَم ُك ْم ِعنْ َد ال ٰلّ ِو اَتْ ٰقي ُك ْم‬Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız

takvâsı en çok olanınızdır.]142 nazm-ı celîli ile ibâd-ı müttekî tebĢîr buyurulmuĢtur.
Takvâ ancak helâl-i mahzda olup harâm-ı müĢtebihâtı terk etmek zaten
vezaif-i diniyyedendir, takvâdan addolunmuyor.
[68]

31- EL-VERA’

Vâv-ı verânın fethiyle, harâm olmasında iĢtibâh bulunan Ģeylerden ve nâ-sezâ


iĢlerden ihtirâz etmektir. Terk-i Ģübühât ile tefsîr edilmiĢtir. Hakk-ı Ģerʽide tevîlsiz
Ģübheden ârî olarak hâllerine nakl ve ityân ettiği derecede vâkıf ve râsih olarak Ģübhe
ve tevîlât ile meĢûb ve müĢtebih olan Ģeylere adem-i tecâvüzdür.
Ġnsanın kendisine mühim ve muktezî ve fâideyi müeddî olmayan Ģeyleri terk
eylemesi Ġslamiyet’in mahâsinindendir.

32- EZ-ZÜHD

Zühdün maʽnâsı bir Ģeye meyli terk etmektir. Istılâh-ı sûfiyyede menâhi-i
ilâhiyyeden zevken ve vicdânen buğz ve nefret edip i’râz etmektir.
Zühd ancak haramda olur. Helâl Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’nın emriyle ibâhâ
edilmiĢ olduğundan ondan zühd için mesâğ yoktur. Ancak bu kadar var ki, zâhid
dâire-i mubâhâtı darlaĢtırır, vâcibât ve sünen dâiresinden hurûc etmez. Zühd
mekâsib-i mâliyyeyi ve mubâh olan Ģeyleri terk etmek değildir.
Cüneyd: Zühd, yedin hâlî olduğu Ģey’den kalbin dahî hâlî olmasıdır demiĢtir.
Ahmet b. Hanbel: terk-i haram, zühd-i avâmdır. Havâss-ı ibâdın zühdü fuzûl-i
mubâhâttan ictinâbtır. Ġrfânın zühdü kalbini Cenâb-ı Hakk’ın mâ-sivâsiyle meĢgûl
etmeden i’râz etmektir.

142
Hucûrat Suresi 49/13.
90

[69]

33- ES-SAMT

Samt lugaten susmak manâasınadır. ‫ الصمت حكمة من كثر كالمو كثر سقطو‬,‫من صمت نجاء‬

[Susan kurtulur. Susmak hikmettir, çok konuĢanın hatâsı da çok olur] vârid olmĢtur.
Samt afât-ı lisândan bâis-i necât ve selâmet ve muvâfık-ı hikmet ve mûcib-i vakar ve
rezânettir. Bilakis kesret-i kelâm sebeb-i kesret-i hatîât ve zellât olduğundan müntîc-i
nedâmettir. Ancak vâcib olan Ģerʽ-i Ģerîfin iʽtibârıdır. Muktezâ-yı emr ve nehyi
gözeterek mîzân-ı Ģerʽ tekellümü iktizâ ederse tekellüm ve sükûtu iktizâ ederse sukût
etmektir.
Bazı evkatta sukût sıfât-ı haseneden ve gâh nutk simât-ı müstahseneden olur.
Haktan sukût eyleyen Ģeytân-ı ahres, hakkın gayrinden sükût adâb-ı hazrettir.
Hükemâ; samt ve tefekkür ile vâris-i hikmet olmuĢlardır.
Baʽzan bir mecliste hükm ve hakâyıkten tekellüm eden zâta bilâ-ihtiyâr samt
ve sukût ârız olur. Ve bu keyfiyet kendisinden a’lem ve akdem bir zâtın meclis-i
tekellüme dâhil ve hâzır olmasındandır. O zâtın vürûdundan ma’lûmât olmazsa
te’sîrât ve kuvvet-i ulviyyet hâl makâmından neĢ’et eder. Baʽzan bilâ ihtiyâr hâl-i
sükût ârız oluyor. Bu mecliste îrâd olunan kelâmı istimâ’a ehl-i mahrem olmayan
kimse mevcûd olmasındandır.
Lisân-ı mütekellim hıfz ve vikâye buyuruluyor. MeĢâyih-i tarîkat baʽzan
mecliste cereyân eden kelâmı istimâ’a ehil olmayan ecsâm ve ervâhın mevcûd olması
sebeb-i sukût olur demiĢlerdir. Avâmın samt [70] ve sükûtu lisân ile, irfânın kulûb
ile, muhibbînin esrâr-ı muhabbetten samt ve sükût olur.

34- EL-HAVF

Havf veya hulûl mekrûh veyahut kuvvet-i mahbûbenin tevakkîsiyle olur. ‫اي‬ ِ
َ َّ‫َواي‬
ِ ‫[ فَارَىب‬Yalnız benden korkun]143, ‫[ ي َخافُو َن ربَّ ُهم‬Onlar Rablerinden korkarlar]144 ‫ي ْدعُو َن ربَّ ُهم‬
‫ون‬ُْ ْ َ َ ْ َ َ

143
Bakara Suresi 2/40.
144
Nahl Suresi 16/50.
91

‫[ َخ ْوفًا َوطَ َم ًعا‬Korkuyla ve istekle Rablerine yalvarırlar]145 ayet-i kerîmeleriyle iĢâret

buyurulduğu vechle havf ancak Allah’tan olur.


ِ ُ‫و َخاف‬
Havfın merâtib-i selâsesi vardır. Birincisi imânın Ģart ve muktezâsı olan ‫ون‬ َ
‫نين‬ ِ ِ
َ ‫[ ا ْن ُك ْنتُ ْم ُم ْؤم‬Eğer mü’minler iseniz benden korkun]
146
nazm-ı celîlinin iĢâret

buyurduğu havftır.
ِ ‫[ اِنَّما ي ْخ َشى ال ٰلّ َو ِمن ِعب‬Kullardan
Ġkincisi muktezâ-yı ilm olan haĢyettir. ‫اد ِه الْعُلَٰۤم ُؤا‬َ ْ َ َ
ancak âlimler Allah’tan gereğince korkarlar]147 buna iĢârettir. Üçüncüsü Ģart-ı
ma’rifet olan heybettir. ُ‫[ َويُ َح ّْذ ُرُك ُم ال ٰلّ ُو نَ ْف َسو‬Allah kendisine karĢı gelmenizden sizi

sakındırıyor.]148 ayet-i celîlesi mûcib-i zât-ı samedânî heybet ve azamete iĢârettir.


Havf ikiye münkasım olup biri rehbet ve diğeri haĢiyyettir. Sâhib-i rehbet
nevâhi-i ilâhiyyeden herab ve firâr ve sâhib-i haĢyet Cenâb-ı perverdegâra ilticâyı
mûcib oluyor.
Hâif: bükâ ve gözlerini mesheden kimse olmayıp bil ki azaba istihkâkı mûcib
olan Ģeyleri terk edendir.

35- ER-RECÂʽ

Recâʽ: emel ve temennî manâsındadır. Istılâh-ı sûfiyyede matlûb olan bir


emr-i mahbûbun husûlüne kalbin taʽalluku ile ve husûlü mümkin olan [71] Ģeyde
tama’ ve tevekku’ ile ve zıdd-ı ye’s ile taʽbir edilmiĢtir. Recâ üç vech ile olup
birincisi; hasenâttan bir Ģeyin kabûlünü recâ etmek, ikincisi; ma’siyetten tövbesinin
kabulünü recâ etmektir.
Üçüncüsü; recâ-i kâzibdir. Menâhîde ısrâr ve devâm ile berâber recâ ve
mağfiret talep etmektir.

145
Secde Suresi 32/16.
146
Ali Ġmran 3/175.
147
Fatır Suresi 35/28.
148
Ali Ġmrân 3/28.
92

36- EL-HÜZÜN

Hüzün sürûrun zıddıdır. Hüzün insanın kalbini evdiye-i gaflette perâkende


olmaktan hıfz eder. Bu hüzün ehl-i sülûkün evsâfındandır. Bu hüznü olmayan sâlikin
senelerce ihraz ve istihsâl edemeyeceği mesâfât-ı bâtıniyyeyi sâhib-i hüzün müddet-i
yesîrede kat’ ve tâhsîl eder.
Hakk Teâlâ kalb-i hazîni sever. Sallallahü aleyhi ve selem mütevâsılü’l-hüzün
dâimü’t-tefekkür idi. Râbiâ-i Adeviyye “vâ hüznen!” (Ah hüzün!) demesiyle bu
mertebeyi arzu eder idi.
Bu hüzünden murâdları hüzün-i mezkûrdur. Avâmın hüzünü değildir.

37- EL-CÛ’ VE TERKÜ’ġ-ġEHVED149

Cû’: cû’ muʽtedil ehl-i tasavvufun merğubudur. Mücâhedenin erkânındandır.


Ashâb-ı seyr-i sülük i’tiyâd-ı cû’ ile tedrîcen yenâbî’-i hikmeti bulmuĢlardır.
Cû’-i mu’tedil ile medâric-i kurb-ı ilâhîye vusûl mümkindür.
[72]
Ebu Süleyman Dârânî: akĢam yemekte bir lokma tenkîs etmek indimde
kıyâm-ı leylden ehâbbdır. Miftâh-ı menâhî-i Ģeb’ ve miftâh-ı evâmir cû’dur.
ġuğl-i ehl ü iyâl netîce-i Ģehvet helâldir. Buna kıyâs ile netîce-i Ģehvet harâm-
ı ma’lûm olur. Ehl-i tasavvufdan üç defa ekli i’tiyâd edenlerin her defâsında dokuz
lokmaya hasrı cû’-ı matlûbu münâfî değildir. Cû’un en ziyade mezmûm olanı aç
gözlü olmaktır.

38- EL-HUġÛ VE’T-TEVÂZU’

HuĢû’, hudû’ ve tevâzu’ elfâz-ı müterâdifedendir. Ġnsanın eser-i hüsn-i ahlâkı


olup nefsini vazî’ ve hakîr görmesidir. Bu iĢ inda’l-lâh ve inde’n-nâs hasâil-i
makbûle ve memdûhadandır. HuĢû’ hakka inkıyâd ve mutâvaʽat ve tevâzu’, rabb-ı
müteʽâle teslîmiyyet ile hükme itirâzdan mücânebettir.

149
Burada yazılan kelime aslında “Ģuhûd” olmasına rağmen , anlatılmak istenilen manaya uymadığı
için bu kelime bizce baskı hatası olarak görülmüĢtür. Bu sebeple kelimeyi “Ģehved” olarak çevirmeyi
uygun gördük.
93

Dinden en evvel zâyi’ edilen Ģey huĢûdur. HâĢi’ olan kimseye nefs ve Ģeytan
tekarrüb edemez. alâmât-ı huĢûʽdan birisi bir sebeb üzerine iğzâb olduğu ve yahut
ra’yine muhâlefet ve kelâmı reddedildiği vaktte kendi nefsi için müteessir olmayıp
hakkı kabule teveccüh ve istikbâl etmektir denilmiĢtir.
Cüneyd: huĢû kalbin alâmü’l-ğuyûbe tezellülüdür. HuĢû galeyan-ı heybet ve
azamet-i ilâhiyye ile istiğrâk-ı kalbin mukaddemâtıdır. Sürʽat-i meĢy isrâ-yı hâcet ile
berâber huĢû’a münâfîdir.
[73]

39- EL-HASED

Sâhib-i nîmet olan bir kimseden nîmetin zevâlini murâd etmektir. Ol kimse
nîmet-i mezkûreye sâlih ise, bu hased haram olur.
(Beyit)
‫االعداوة من عاداك عن حسد‬ ‫كل العدوان قد ترجى ازالتها‬

[Her düĢmanlık bir gün aradan kalkarda,


Hasetteki düĢmanlık asla kalkmaz.]
Yâni sâir bevâʽis ve esbâbtan hâsıl ve mütehaddis olan adâvetin zevâli
mümkin olabiliyorsa da mahsûl-i hased olan adâvetin zâil olması gayri kâbildir ki:
maraz-ı müzmin-i hâildir. Hasedin devâsı mahsûde gıyâbında nîmetin tezâyidiyle
duâ ve vicâhında izhâr-ı hubb ve meveddetdir.

40- EL-GIYBET

Ğayn (‫’)غ‬ın kesrîyle gıybet din kardeĢinin kürbe addeylediği Ģey ile hâl-i
iyâbında kasd-ı nakîsa ile zikr eylemektir. Hz. Musâ salavâtullahi alâ nebîyyinâ ve
aleyh vahy-i ilâhî olmuĢ ki: gıybetten tevbe edipte ba’dehû vefât eden kimse cennete
dâhil olacak ehl-i imânın âhiri ve gıybete bilâ tevbe fevt olanlar nâr-ı cehîme duhûl
edeceklerin evvelidir.
Yahyâ Muâz der ki: mü’minin senden hâz ve nasîbi hasâil-i selâse olsun.
ġöyle ki eğer bir kimseyi fâide-mend olacak bir Ģey ile tatyîbe kâdir olamaz isen
ızrâr ve hasârına kasd etme ve bir sûretle mesrûr edemez isen mûcib-i hüzün ve
teessür bir muâmele ile gamgîn etme. Medh ve ĢitâyiĢinde bulunmak istemez isen
94

bâri zemm ü kadhini revâ[74] görme. ‫ من القى جلباب الحياء عن وجهو فال غيبتو‬Yani yüzünden

perde-i hayâyı sıyırıp atan Ģahıs bi-hâya için gıybet yoktur. Çünkü mefhûm-ı gıybette
hakkında söylenilen kelâmı kerih addetmek ve nakîse kastetmekte zikr edildiğinden
bu makûle bi-ayârlar ise aleyhlerinde müsâvîleri zikr olunması ile kat’iyyen
müteessir olmayıp belkide iftihâr ederler.

41- EL-KANAAT

Kanaat hırs ile helâli kesb etmek ve mutlaka harâma sarf etmeğe mânîdir. Ebu
Bekr Merağî der ki: Âkil olan kimse oldur ki rızk-ı hasen ile kanaat eder. Rızk-ı
hasen oldur ki: ne dünyada ve ne de ahirette iktisâbı mezmûm ve makdûh olmaya.
Nâsın ehl-i kanaati ol kimsedir ki halka meâvenet-i kesîr ve me’ûneti yani nâse
tahmîl-i umûri kalîl ola. BeĢ Ģey mevâzi’-i hamsede vaz’ edilmiĢtir. Ġzz ve Ģeref, taat
ve inkıyâd-ı ilâhîde züll ve hakâret ma’siyette, heybet ve celâli kıyâm-ı leylde, ulûm
ve hikmeti batn-ı hâlîde, gınâ ve serveti iktisâb-ı helâl ile iktifâ, meĢru’ olmayan bir
kesbden ihtirâz etmektir.

42- ET-TEVEKKÜL

Tevekkül, esbâb-ı meĢrû’aya tevessül ile Hakk Celle ve Alâya tefvîz-i umûr
etmektir. Sehl bin Abdullah Tüsterî buyurmuĢ ki: mütevekkilin alâmet-i tevekkülü
esbâb-ı meĢrû’a ile helâli iktisâb edip suâl ve taleb [75] etmemek, redd ve men’
eylememek, malını mahallinde sarf etmekten tevakkî etmemekten ibârettir. Tevekkül
üç derecedir.
Evvelkisi Hakk Celle ve Alâ’nın vaʽdine iʽtimâd, ikincisi teslîm, üçüncüsü
tefvîzdir. Tevekkül bidâyette, teslîm vasatta, tefvîz nihâyette olur.
Sehl bin Abdullah der ki: kesb ve harekete ta’n eden Ģerʽ ve sünnete ta’n ve
itirâz eden, imâna ta’n itirâz etmiĢ olur.
95

43- Eġ-ġÜKR

Cenâb-ı Hakk ‫[ لَئِ ْن َش َك ْرتُ ْم الََزي َدنَّ ُك ْم‬Eğer Ģükrederseniz muhakkak nîmetimi

artırırım]150 buyurmuĢtur. ġükür mûcib-i ezdiyâd-ı nîmettir. Küfrân müstelzim-i


noksandır. ġükür inʽâmâtı mahallinde sarf etmekten ibârettir. Ulemânın Ģükrü
kavlde, âbidlerin Ģükr ve inʽâmâtı fiʽlde, âriflerin istikâme-i ahvâldedir.

44- EL-YAKÎN

Yakîn bir Ģeye ilmden nazar-ı istidlâl ile Ģübheyi nefy ve izâle ederek itkân
ihtikân etmektir. Küllü cüz’den a’zam ve on adedinin üç adetten ekser olduğuna
kanaatden ibârettir. Yakîn üç kısma münkısmdır. Ġlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-
yakîn. Bunlar da mahallinde tafsîl edilmiĢtir.

45- ES-SABR

Sabr beyân-ı muhakkıkîne göre Hakk Celle ve Alâ’dan mâʽada elem


belvâsından [76] Ģekvâyı terk etmektir. Cenâb-ı Bârîye Ģekvâ münâfi-i sabr değildir.
Üstâd demiĢtir ki: sabrın bir kısmı abdin kendi kesbi olan eĢyâya sabr etmesidir.
Meselâ evâmir-i ilâhiyyeden olan Ģeyin üzerine veyahut menhiyâttan olan Ģeylerden
sabr etmek abdin kesb ve ihtiyâriyledir. Kısm-ı âhiri mükteseb-i abd olmayan umûr
üzerine sabr etmektir. Bu ise taraf-ı bârîden zuhûr eden avârız-ı Ģedîde ve mesâib-i
Ģâkâye sabr ve tehammül etmesi ile beraber meĢru’ olarak esbâb-ı indifâʽına
çalıĢmaktır.

46- EL-MURÂKABE

Dikkatle nazar etmek demektir. Manâ-yı ıstılâhîsi sâlikin cemiʽ-i ahvâlinde


ıttılâ’-ı ilâhiyye istidâme-i ilm-i zevkîsidir. Murâkabe on iki kısmdır.
Kısm-ı mahsûsunda îrâd edilecektir.
Harîrî demiĢtir ki: Kendisiyle Allah Teâlâ arasında takvâ ve murâkabe
etmeyen sâlik keĢf ve müĢâhedeye vâsıl olamaz.

150
Ġbrahim Suresi 14/7.
96

47- ER-RIZÂ

HoĢlanmak manâsındadır. Maʽlûm olsun ki: meĢâyih-i izâm beyân-ı rızâda


kendi meĢrebleri dâiresinde tekellüm etmiĢlerdir. Hâl ve mâkâm-ı Ģürb-i müdâmda
re’yleri mütefâvit oldukları gibi rızâda da takrîr ve taʽbirleri mütefâvittir. Rızâda
kesb-i sâlikin medhali olmamak ciheti ihtiyâr edilmiĢdir. Ve bazıları bidâyette iktisâb
ile olup makâmât-ı [77] abdden ve nihâyeti mahz-ı feyz-i mâʽnevî olarak ahvâl-i
nâzile-i kalbten olduğuna beyân ile kavlini cemʽ ü te’lîf dâiyyesinde bulmuĢlardır.
Râzı olmak merzî olmaktan sonra tahakkuk eder.

48- EL-UBÛDĠYYET

Ubûdiyyet ibâdetten etemm olup evvelâ ibâdet ve sonra ubûdiyyet mahallinde


tafsîlî zikr edilmiĢtir.

49- EL-ĠSTĠKÂMET

Ġstikâmet lugatta doğruluk manâsındadır. Mânâ-yı ıstılâhiyyesi ehl-i tahkîk


indinde kâffe-i uhûda vefâ ve taʽâm ve Ģerâb ve libâsî ve emsâli umûr-ı dîniyye ve
dünyeviyyede tevessut-i hâle riʽâyet ile sırât-ı müstekîme mülâzemete i’tinâdır.

50- EL-ĠHLÂS

Ġhlâs Ģirk ve riyâdan halâs ve mahz olup din ile Cenâb-ı Mâbûd’a ibâdet
edilmesinin emrini müteâkîb din-i hâlisin vâcibü’l-vücûda ihtisâsı ityan edilmiĢtir.
Üstâd buyurmuĢtur ki: ihlâs mülâhaza-i halktan tevakkî ve sıdk mülâhaza-i
nefsten tenakkî olup muhlisin riyâsı ve sâdıkın i’câb-ı nefsi olmaz.

51- ES-SIDK

Kurân-ı mübînde ‫قين‬ ِ َّ ‫[ وُكونُوا مع‬Sâdıklarla berâber olun]151 buyurulmuĢ.


َ ‫الصاد‬ ََ َ
Mufâd-ı münîfi ehl-i [78] sâdıkîne mukârenet ile emr ve tavsiyedir. Sâlik kavl ve
fiilinde sıdkı i’tiyâd ederek taharrî-i sıdktan zâil ve hâlî olmayıp hakkâ ki inda’l-lah

151
Tevbe Suresi 9/119
97

sıddîk ünvânıyle kabul olunur. Sâlik âhir kizb ile me’lûf olarak taharrî-i kizb ve
dürûğdan hâlî ve zâil olmayıp indillah kezzâb olmakla merdûd olur.
Sıdkın ekall derecesi sırr ve alâniyyede müsâvâttır. Sâdık akvâlinde ve sıddîk
ekvâl, efʽâl ve ahvâlinde doğruluk olan kimsedir.

52- EL-HÜRRĠYET

Hürriyet âzâd mânâsına olup abdin mukâbilidir. Üstâd Ebu’l-Kâsım


KuĢeyrî’den menkûldür ki: hâkikât-i hürriyet kemâl-i ubûdiyyet-i ilâhiyyede
olmasıyla Cenâb-ı vâcibü’l-vücûd celle Ģe’nühü için ubûdiyyeti sâdık olan kimsenin
hürriyeti rıkk-ı i’tiârdan halâs olur. Tâlib-i hürriyet olan kimse hemân ubûdiyyete
vâsıl olsun demiĢtir.
Muʽzam-ı hürriyet âlâ-derecâtihim mahlûkâta hizmet etmektir. Bârî Teâlî
Hazreti Dâvûd’a inzâl-i vahy ile her ne vakt benim için bir tâlib görür isen onun içün
hâdim ol buyurmuĢtur.

53- EZ-ZĠKR

Zikr lugatta hatırlamak manâsındadır. Istılâhta zikrullahı devâm ile


hatırlamaktan ibârettir. Akvâl ve efʽâl, harekât ve sekenâtında Ģerʽ-i Ģerîfe muvâfık
olan kimse zâkirdir. Zikrullaha devam ve iĢtiğâl [79] cemîʽ-i aʽmâl-i hayriyyeden
efdâl ve ekmeldir. Hiçbir kimse zikirde devamsız olarak vâsıl-ı ilâllah olmamıĢtır.
Zikr üç kısmdır. Kalbin inzimâmı berâber olduğu halde zikr-i lisânîdir. Bu hayyiz ve
iʽtibârdan sâkıttır. Zirâ gâfilin kelâmı nâimin kelâmına müĢâbihtir. Ġkincisi inzimâm-ı
lisân ile olmâyıp yalnız zikr-i kâlbîdir. Bu ise sâlik ve mübtediye enfâ’, matlaba
vusûle akrebdir. Üçüncüsü zikr-i kalbî ve lisânî olup bu zikr efdâldir ve nûrun alâ
nûrdur.

54- EL- FÜTÜVVET

Asl-ı fütüvvet dâimâ âharın tesviye-i umûr ve temĢiye-i mesâlihinde olmaktır.


Aynı mü’min karındaĢı olan hâcet-i meĢrû’unun muâvenetinde bulundukça Hakk
Celle ve Alâ onun muâvenetinde bulunur. Fütüvvetin kemâli hazret-i Ģefî’-i rûz-ı
cezâya mahsûstur ki o günde herkes “nefsî nefsî” diyerek kendi halleri ile meĢgûl ve
98

mütelâĢî oldukları bir vakit hevl-nâkda “ümmetî ümmetî” münâcâtını miftâh-ı ebvâb-
ı Ģefâat ve hevl-i zehr-çâk-ı mahĢer ile kulûb-ı ibâdın berg-i bîd gibi kemâl-i ızdırâb
ve irtiʽâdı vaktinde nefs-i nefislerinin kat’â tekayyüdinde olmayarak ümmet-i
merhûmeleri mefârikina bast-i cenâh-ı sehâbetle arsa-i mahĢeri ru’Ģedâr zilâl-i
fütüvvet buyuracaklardır.
Cüneyd buyurur ki: Fütüvvet ġam’da, lisân Irak’da ve sıdk Horasan’dadır.
Fütüvvet sâlikin kendi nefsi için gayrisi üzerine fazl ve meziyyet görmemesinden
ibârettir. Hatîât usrât ibâdın bâ’de’l-i’tirâf [80] afv ve safh ile ferd-i âferîdeye zâtî bir
husûmet ile adâvet etmemek ile tefsir edilmiĢtir.
Husn-i hulk ve ızhâr-ı nimet ile tefsîr edilmiĢtir. Herkesin semerât-ı
fütüvvetinden takdîr eylediği bir eser-i mahsûsî ayn-ı fütüvvet olmak üzere ıtyân,
setr-i uyûb-ı esdıkâ ve husûsî ile muhâfaza-i Ģemâtat-ı a’dâ dahi muktezâ-yı
fütüvvettir.

55- EL-FĠRÂSET152

“fâ” (‫ )ف‬nın kesriyle ra’î ve zann ve idrakte dikkatle nazar edip isâbet

etmektir. Ekserî delâil ve tecârüb vesâtatı ile olur. Ve ıstılâh-ı ehl-i hakîkatte
kerâmâttan ve zann-ı hadesin âsârındandır. Bu nevi’dir ki: Vâcib-i Teâlâ kulûb-i
evliyâsına îkâʽ ederek onunla bazı nâsın ahvâli malumları olur. Mütevessimîn
müteferrisin ile tefsîr edilmiĢtir. ‫[ اتقوا فراسة المؤمن فإنو ينظر بنور اهلل‬Mü’minin firasetinden

sakının, zirâ o Allah’ın nazarıyla bakar]153 kelâmı hikmet-âmizi buna iĢârettir.


Hazret-i ġeyh beyân eder ki firâset kalbe lâih olur bir hatıradır ki ansızın kalbe
hücûm ve ityâ ederek ezdâd ve muhâlefeti nefy eyler ve kalbe müstevlî olarak onda
hükmeder. Firâset kuvvet-i imân hasebiyle olur.
Kimin imânı akvâ ise o nisbette firâseti hadid ve Ģedîd yani musîb ve sedîd
olur. Ebû Said Hazzâz demiĢtir ki: Nûr-ı firâsetle nazar eden kimse, nûr-ı hakk ile
nazar eder. Onun mevâdd-ı ilmi sehv ve gafletten ârî olur. Nûr-ı hakk ile nazardan

152
Ana kaynaklarda bu kelime Ferâset olarak geçmektedir. Ancak müellifin bu kelimenin ilk harfinin
“i” sesiyle okunması gerektiği vurgusuna binâen bizde bu kelimeyi Firâset olarak çevirdik.
153
Tirmizî, Süre-i Hicr, 3127.
99

murâd Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’nın iĢ bu abd için tahsîs ve ihsân buyurduğu nûr-ı
basiret ile nazardır.
[81]

56- EL-AHLÂKU’L-HASENE

Ahlâk-ı hasene, ahlâk-ı azîme-i peygamberiyye vâris olmak demektir. Efzal-i


mü’minîn kimdir diye sual olundukça, ‫[ احسنهم خلقا‬ahlâkı güzel olanınızdır] nutk-ı

dürer-bârlarıyla ahlâk-ı hasene ashâbının sâire üzerine fazl ve meziyyeti beyân


buyurulmuĢtur. Hulk-i hasen efzal-i menâkıb-ı ubûdiyyet olup cevher-i insânî zâhire
ihrâc eyler. Kettânî demiĢ ki: tasavvuf hüsn-i hulktan ibârettir.
Hüsn-i hulkun alâmeti keff-i ezâ ve tahammül-i me’ûnetdir. Ve ihtiyâcât-ı
nâsa meĢrû’ olarak muʽâvenet etmektir.

57- EL-CÛD VE’S-SEHÂ

Cenâb-ı vâcibü’l-vücûd hâl-i ihtiyâçlarında muhtâcîn sâireyi nefisleri üzerine


ِ ِ
tercih eden asfiyâ-yı ibâdını ٌ‫اصة‬
َ ‫ص‬َ ‫[ َويُ ْؤث ُرو َن َع ٰل ۤى اَنْ ُفس ِه ْم َول َْو َكا َن بِ ِه ْم َخ‬Kendileri zaruret içinde
bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler]154 kavl-i kerîmiyle senâ
buyurmuĢtur. BiĢr bin Harb demiĢtir ki: Bahîle nazar etmenin kasvet-i kalbi îrâs
etmesi hakîkaten mücerrebdir. Esmâ binti Harice buyurmuĢlardır ki: bir kimsenin
istediği hâcetini reddetmekliği sevmem. Zirâ eğer o kimse kerîm bir zât ise onun ırz
ve nâmusunu esirgerim ve eğer leîm ise ondan kendi ırz ve nâmusumu muhâfaza
ederim.

58- EL-GAYRET

Hadis-i Ģerifte hiçbir kimsenin Cenâb-ı Rabbü’l-Müte’âlden ziyade gayretle


[82] muttasıf olmadığı ve bu gayretten fevâhiĢ-i zâhire-i bâtıniyyeyi haram bilip
nazm-ı celîlde ‫ش َما ظَ َه َر ِم ْن َها َوَما بَطَ َن‬ ِ ِ
َ ‫[ انَّ َما َح َّرَم َربّْ َي الْ َف َواح‬Rabbim fuhĢun gizli ve açık olanlarını

154
HaĢr Suresi 59/9.
100

haram kılmıĢtır]155 buyurulmuĢtur. ġiblî der ki: Gayret iki kısm olur. Birisi nufûs
üzere gayret-i beĢeriyye ve diğeri kulûb üzere gayret-i ilâhiyedir.

59- EL-VELÂYET

Lafz-ı velî faʽîl bi maʽnâ el-meʽfûl olup murâd emr ve Ģânını Cenâb-ı Rabb-ı
Kerîm’in tevellî ve nusret buyurduğu kimsedir. ‫حين‬ِ َّ ‫[ وىو ي ت ولَّى‬O salihlerin
َ ‫الصال‬ َ ََ َ ُ َ

ٌ ‫ۤء ال ٰلّ ِو َال َخ ْو‬


velisidir]156, ‫ف َعلَْي ِه ْم‬ ِ ِ
َ ‫[ اََالۤ ا َّن اَ ْوليَا‬Dikkat edin ki, Allah’ın velî kullarına korku
yoktur]157 ayet-i kerîmeleri buna iĢârettir. Veyâhut faʽilden sîgâ-i mubâlâğa olup bu
da Cenâb-ı Hakkın inkıyâd ve itâʽatini tevellî ve iltizâm eden kimsedir. ġöyle ki:
ale’t-tevâlî inkiyâd-ı kâlbî cârî ve mütevâlî olarak isyân tehallül etmez. Velînin
velâyetinde bu iki vâsfın kendisinde vücûdu lâ-büdd ve lâzımdır. Velî olan kimsenin
alâ vechi’l-istiksâ ve’l-istibkâ ve hukûkullâh ile kıyâmî ve zâtî serrâ ve berrâda
devâm-ı lafz-ı ilâhî lâ-büddür. Velâyette mahfûziyyet, nübüvvette maʽsûmiyyet
gibidir. Nübüvvete maʽsûmiyyet Ģart olduğu gibi, velâyette de mahfûziyyet Ģarttır.
Bir velînin menâhîden ve kebâirden bir iki kebîreyi amden irtikâb etmesiyle derece-i
velâyetten sâkıt olmayacağı Cüneyd-i Bağdâdî’nin telvîhâtından anlaĢılmıĢtır. Izhâr-ı
kerâmet ve zuhûr-ı kerâmet Ģart-ı velâyet değildir. ‫الولى ىو العارف باهلل حسب مايمكن المواظب على‬

‫[ الطاعات المعرض عن المرحمات والمجتنب عن االنهماك فى الشهوات‬Veli ârif-i billâhtır. Mümkin

mertebe hep taat üzeredir. Haramlara yüz çevirmiĢ ve Ģehvetlere dalmaktan


sakınmıĢtır.] taʽbiriyle tefsir edilmiĢtir. Velâyetin aksâmı ve envâʽ-i keyfiyyâtı
mahallinde zikredilmiĢtir.
[83]

60- ED-DUÂ

Hakk Teâlâ duâ-yı ibâdîne dergâh-ı izzetinden havâyicini istidʽâlarıyla emr ve


duâlarının kabul ve icâbetini vaʽd ve tebĢîr buyurmuĢtur. Duâ bir ibâdet-i hâlisedir ve
havâyicin husûlünde te’sir-i azîmî olduğu cümle-i tasrîhât ve iĢâretlerindendir. ġeyh

155
Araf Suresi 7/33.
156
Araf Suresi 7/196.
157
Yunus Suresi 10/62.
101

Muhyiddîn Füsûs’unda duâyı mufassâl olarak kelime-i Ģeybesinde zikr


buyurmuĢlardır.

61- EL-EDEB

Hakîkat-i edeb hisâl-i hamîdenin ictimâ’ıdır. Edîb olan kimse câmi’-i cemî’-i
hisâl-i hamîde olan zâddır. Edeb hudûda riâyet etmek demektir. Allah Celle
ġânuhû’ya karĢı edeb hudûd-ı ilâhiyyeyi muhâfaza etmektir. Zâhir-i Ģerʽ-i Ģerîfe
tevfîk-i amel ile avâm, bâtınını envâr-ı nûr-ı zikr ile tenvir ve mâ-sivâllâhı serinden
ihrâc ile havâss-ı edib olur.

62- ES-SEFER

Sefer lugatte maʽlûmdur. Tâife-i sûfiyyenin mustalahâtında sefer iki sûretle


ِ ِ ‫سيروا فِي ْاالَ ْر‬
َ ‫ف َكا َن َعاقبَةُ ال ُْم َك ّْذ‬
tefsîr olunur. Birisi seyr-i âfâkîdir ki ‫بين‬ َ ‫ض فَانْظُُروا َك ْي‬ ُ َ‫قل ف‬
[Yeryüzünde gezin ve görün ki inkar edenlerin sonu nasıl olmuĢ?]158 ayet-i
kerîmesinden müstebân olduğu üzere yerin her vâdîsine ve her mahalline nüfûz
ederek gezip de nerde âsâr-ı umrân görür ise esbâb-ı umrânını teharrî ve her nerde
esbâb-ı [84] harâbî görür ise tedkîk etmekle mûcib ve muktezâsiyle amel etmekten
ibârettir.
Ġkincisi seyr-i enfüsîdir ki kendi nefsinin ve kuvâ-yı ma’neviyyelerinin kuvâ-
yı vücûdiyyelerinin acâib ve garâibini tedkîk etmekle sâni’-i hakîkînin hikmet-i
celîlesini zevken ve vicdânen anlamaktan ibârettir. Ehâss-ı havâssın seyr-i enfüsî ve
seyr-i âfâkîsi zevkî ve vicdânî olduğundan takrîr ve tahrîre sığmaz.

63- ES-SOHBET

Sohbet arkadaĢlık demektir. Istılâh-ı sûfiyyede sâlik, mâ-fevki ve yahut mâ-


dûnu ve yahut akrânı ile olmak üzere aksâm-ı selâseye münkısmdır. Mâfevkî ile olan
musahâbetin hakîkati o zâta hizmettir. Mâdûnî ile sohbetin iktizâsı onun ahvâlinden
bir noksana muttaliʽ olduğu halde tenbîh ve kusûrundan âgâh etmektir. Derecede
mütesâvî olan hem sohbetin hakk sohbetleri ayblarından ağyâr nazarında teʽâmî ve

158
Nahl Suresi 16/36.
102

tecâhül etmektir. Bir kimse Ġbrâhim Edhem’e: bende bir ayıba muttaliʽ olursanız
tenbîh ve îkâz buyurmanızı niyâz eylerim demesiyle cevâbında ben sizi ayn-ı rızâ ve
muhabbetle muhâlâza ediyorum sizden meĢru’ olarak her ne gördüysem istihsân edip
bir ucb ve kusûr müĢâhede etmedim. Eğer kendinizce Ģübhe varsa âhardan suâl
ediniz diye buyurmuĢlardır.
‫ملكن عين السخط تبدى المسا ويا‬ ‫لعين الرضا عن كل عيب كليلة‬

[Rızâ ile bakarsan her ayıpta susarsın


Kızarak bakarsan eğer kusurları çokça sayarsın.]
[85]

64- ET-TEVHÎD

ِ ‫[ واِٰله ُكم اِٰلوٌ و‬Ġlâhınız bir tek olan Allah’tır.]159 ve emsâli ayet-i kerîmelerde
‫اح ٌد‬ َ ْ ُ َ
beyân buyurulmuĢtur. Tevhîdin derecât-ı erba’ası vahdet-i vücûd meselesinin
mukaddimâtında zikredilecektir. Tevhîdin dördüncü mertebesine yani tevhid-i
ilâhîye vâsıl olan sâlikin dünyadan hîn-i irtihâlindeki ahvâline dâir birkaç sözdür:
ِۤ ٰ
َ ّْ‫يه ُم ال َْم ٰلئ َكةُ طَي‬
‫بين‬ َ َّ‫[ اَل‬Onlar iyi ve hoĢ olarak meleklerin canlarını alacakları
ُ ّ‫ذين تَ تَ َوف‬
kimselerdir.]160 nazm-ı celîli onların hâline iĢârettir. Yani ruhlarını tayyib nefisleriyle
fedâ edip Mevlâlarına rucû’ları kendilerine sakîl ve girân gelmez. Seyyidü’l-
Mürselîn (s.a.v.) bir Ģâbbe hâlet-i nezi’de kendini nasıl buluyorsun diye suâl
buyurmuĢlardır. Cenâb-ı Bârî Teâlâdan duâ ve zünûbumdan havf etmekteyim
demesiyle Hazreti ġefi’-i Ümmet (s.a.v.) bu halde yani hâl-i intikâl-i âhirette havf ü
reca kalb-i abdden ictimâ’ etmez. Ġllâki Cenâb-ı Hakk celle ve Alâ abd-i mezkûre
recâ ettiği Ģeyi atâ ve hâvf ettiği Ģeyden te’mîn eder. Üstâd Ebu’l-Kâsım
buyurmuĢlardır ki: Evliyâullahın vakt-i irtihâlinde olan ahvâli muhtelifedir.
Bazılarına heybet ve bazılarına recâ galebe eder. Bazıları için o halde sükûn ve
vusûk-i cemîlî îcâb edecek Ģey münkeĢif olur ve bazılarının iĢtiyâki nûr-i cemâl-i
ilâhîden tayarân ruhlarıyla tevâcüdleri ziyâde olur. Fusûs’un hikmetlerinde ve bazısı
Risâle-i Kuşeyri’de ve bazısı Ravza-i Reyyâhîn’de zikr edilmiĢtir.
[86]
159
Bakara Suresi 2/163.
160
Nahl Suresi 16/32.
103

65- EL-MÂRĠFET

‫[ َوَما قَ َد ُروا ال ٰلّ َو َح َّق قَ ْد ِرۤه‬Allah’ı kadrini gereği gibi takir etmediler]161 ayet-i kerîmesi

‫[ َوَما عرفوا ال ٰلّ َو َح َّق معرفتو‬Allah’ı gereği gibi bilmediler] ile taʽbir edilmiĢtir. Lisân-ı ulemâda

mârifet ilmden ibârettir. Her ilm mârifet ve her mârifet ilmdir. Istılâh-ı sûfiyyede
mârifet ismen ve sıfât-ı ilâhiyyeyi bilip Allah Teâlâ’ya karĢı sâdık ve ahlâk-ı
redîesiyle âfâtını ifnâ ederek nefsini baʽde’t-tenkıye bâb-ı ihlâsda mütemâdiyen kâim
ve kalbiyle i’tikâfta dâim olan ve cemîʽ-i ahvâlinde Allah Teâlâ ile sıdkı vazîfe
edinmektir. Hevâcis ve vesâvis nefs-i münkatı’ olur. Mâ-sivânın muhabbetine dâ’î ve
sâik olan havâtırı ısğâ etmeyen zevâtın sıfâtıdır. Ekâbir-i sûfiyyenin her biri için
kalplerine vâkiʽ olan tulûattan nutk ve ibrâz ve vaktlerinde buldukları sünûhâta îman
ederek mârifette baĢka baĢka ibârât ile tekellüm ve’l-hâsıl ihrâz eyledikleri
makâmâta göre terennüm etmiĢlerdir. Mârifetullahın emârâtından birisi cenâb-ı
ehadiyyetten husûl-i heybet olarak her kimin mârifeti ziyâde olsa ona kıyasen heybeti
dahî kesb-i izdiyâd eder. Ġlm mûcib-i sükûn ve ârâm olduğu gibi mârifet dahi temkîn
ve sükûneti iktizâ eder.
Mârifeti terâkkî eden sâlikin sekîneti mütezâyid olur. Ârife alâmet ve
muhibbe Ģekvâ ve abde dâʽvâ ve tâife karar olmaz.

66- EL-MUHABBET

Muhabbet bir hâlet-i Ģerîfedir ki Hakk Sübhânehû ve Teâlâ abd için


muhabbetle [87] Ģehâdet ve abdine muhabbetle beĢâret edip ‫ف يَاْتِي ال ٰلّوُ بَِق ْوٍم يُ ِحبُّ ُه ْم َويُ ِحبُّونَُۤو‬
َ ‫فَ َس ْو‬

[Sonra Allah kendilerini sevdiği ve onlarında Allah’ı sevdiği mü’minler


getirecektir]162 buyurmuĢtur. Muhabbet kelimesinden ilm-i kelâmda uzun uzadıya
bahsedilmiĢtir. Istılâhât-ı sûfiyyede muhabbette akvâl-i kesîre vardır. Bazıları kalb-i
hâim ve meyl-i dâim olmasıyla ve bazıları cemîʽ-i mehâbîb üzere îsâr-ı mahbûb ile
ve bazıları meĢhed ve hazarîde habîbe muvâfakatla taʽbir etmiĢlerdir.
Bâyezîd-i Bestâmî muhabbet; nefsinden kesîr-i istiklâl ve habîbinden kalîl-i
istiksârdır buyurmuĢlardır. Semnûn rahmetullah muhabbetten tekellüm buyurdukları

161
En’am Suresi 6/91.
162
Maide Suresi 5/54.
104

esnada mescidde bulunan kanâdîlin cümlesi kırılıp döküldüğünü Ġbn-i Mesrûk


rivâyet etmiĢtir. Semnûn mecliste câlis olarak muhabbetten bahsederken bir ufak kuĢ
kendisine âheste âheste yaklaĢarak elleri üzerine konmuĢ ve minkârını yani gagasını
yere vurmakla berâber kan akmaya baĢlayarak öldüğünü Ġbrahim Fânîk rivâyet
etmiĢtir. Bundan anlaĢılıyor ki, hubbe ait olan kelîmâtın cemâdât ve hayavânâta da
tesîri vardır. Ancak halk-ı gâfile tesîr etmiyor. Garazsız olan muhabbetin zevâlî
yoktur. Garazlı olan muhabbetin garazın zevâliyle berâber hubbunda zevâli
derkârdır.

67- HIFZ-I KULÛBĠ’L-MEġÂYĠH

Üstâd Ebu’l KuĢeyrî’den mervîdir ki her mufârâkatın mebde’i muhâlefettir.


Matbû’una husûsiyle Ģeyh-i muktedâsına muhâlefette bulunanlar maʽiyyet ve
tarîkatten[88] dûr ve inkitâʽ-ı alâkalarıyla feyz-i nazarlarından mehcûr olur. Bir
velînin sobetinde bulunupta kalbîyle ona iʽtirâz eden kimse akd-i sohbeti nakz etmiĢ
olur. Üstad buyurur ki: ġeyhi kendisinden râzı olan mürîde Ģeyhi hayatta oldukça
rızâ-yı Ģeyhin mükâfâtı zuhûr etmez. Bu hâl üzere mürîdin kalbinde Ģeyhin ta’zîmi
zâil olmayarak devâm ile rızâ-yı Ģeyhi muhâfaza eder. ġeyhin vefâtından sonra Hakk
Sübhanehû ve Teâlâ o mürîdi Ģeyhin rızâsını muhâfaza ettiği için mazhar-ı mükâfât
buyurur. ġeyhi kendisinden kalben müteğayyir olan bir mürîde Ģeyhi hayatta oldukça
kezâlik cezâsı zuhûr etmez. Zirâ meĢâyih-i kirâm kerem ve Ģefkatle mecbûl ve
mütehallik olduklarından mürîde ibrâz-ı rikkat ederek lâyık olduğu cezâdan
kurtulmasını mûcib olabilirler. Zirâ itibâr hâtimeyedir.

68- ES-SEMA’

Semâ’ elhân-ı tayyibe ve nağâmât-ı müstahsene ile iĢʽâr gazeliyyât istimâı,


lehv ve hevâsına gâlib ve zemâim-i nâ-meĢrûadan müctenib olan kimseler haklarında
mubâhtır. Hazreti Nebiy-yi Hâdî (s.a.v.)’in huzûr-ı saʽâdetlerinde inĢâd-ı iĢʽâr
olunduğu bilâ-ihtilâf maʽlum olduğundan istimâ-ı iĢʽâr ile münĢî ve kâilleri
haklarında menʽ ve inkâr vâkî olmamıĢtır. Husûsiyle bilâ-elhân iĢʽâr-ı Ģuarânın
cevâz-ı istimâ’ı mütehakkık olmasıyla inzimâm-ı elhân ile hükm-ı cevâze teğayyür
ârız olmayacağı zâhirde [89] ve sâmiʽîn tâʽat-ı ilâhiyyeye tezâyüd-i rağbetini câlib ve
105

Hakk Celle ve Alâ’nın ibâd-ı müttekîni için vaʽd ve iʽdâd buyurduğu derecâtın
tezekküriyle zellât ve ma’âsîden tevakkî ve terakkîsini mûcib olarak kalbinde
müeddî-i safâ olan iĢʽârın semâ’-ı muhtârıdır. Ekâbir-i eslâf elhân ile istimâʽ-i ebyât
eylemiĢlerdir.
Müstağni-yi beyândır ki kulûbun esvât-ı tayyibe ile kesb-i telezzüz ve neĢât
ederek nağâmât-ı latîfeye meyl ve iĢtiyâkı müteyakkîn ve etfâl-i razîʽada huyûl ve ibl
ve emsâli hayvânât ve tuyûrda meĢhûd olan alâim teessürât ile de müberhendir. Ebu
Bekr ed-Deynûrî’den müberhendir ki kabâil-i arabdan bir kabîlede müsâfir
olmuĢtum. Bulduğum haymenin etrafında bir çok deve lâĢesiyle bir de mukayyed ve
esir bir köle gördüm. YanaĢtım sebeb-i kaydini suâl eyledim. Bu hâne sâhibinin
kölesi olduğunun beyân etti. Ne gibi bir esâetle âsî olmuĢsun Ģu te’dîbe dûçâr bend-i
itâb olmuĢsun diye sorduğum zaman benim afvımı recâ edersen kâide-i urban olarak
seyyidim beni afv eder ve ondan sonra keĢf-i râz ederim dedi.
Sahib-i hâneden oğlanın afvını diledikçe bu çocuk beni dûçâr-ı fakr ve zayân
eylemiĢtir demesiyle îzâh-ı keyfiyyeti temenni eyledim. Cevâbında bu köle
hârikulâde hüsn-i sâvt ve elhân-ı tayyibeye mâlik olup benim esbâb-ı maʽîĢetim ise
birkaç mehâr deveden ibâret olup nakl-i zehâir için gönderdiğim üç günlük mesâfe
olan mahallden develere ağır yükler tahmîl ile beraber teğannî ederek bu kadar
mesâfeye bir günde [90] kat’ ile vusûllerinde cümlesi meĢhûd olduğu vechle hâk-ı
helâke serilmiĢtir. Hâk-ı zayfâne riâyet vecîbeden olmasıyla size terk ve hibe
eyledim deyip bendini hall ve cezâsını affeyledi. Ben dahî ale’s-sabâh gulâm-ı
mezkûrun istimâ-ı sözünü arzu ve bir Ģey söylemesini ricâ eyledim. Teğannîye
baĢlamasıyla beraber suya götürülmüĢ olan develer halʽ-i uzâr ve her biri bir tarafa
reftâr ederek ben dahî yüzüm üzere düĢüp sükût ettirmeye mecbûr oldum. Hazreti
Dâvûd (a.s.) Zebûr-ı ġerîfi tilâvetlerinde ins ü cin ve vuhûĢ ve tuyûr te’sîr-i
sadâlarıyla ğâĢy olarak meclis-i tilâvetlerinden dört yüz kadar cenâze kaldırıldığının
vukûʽu mervîdir.

69- KERAMÂT

Lugatte ikrâm demektir. Istılâh-ı sûfiyyede kerâmet mü’min-i sâlihden âdet


hâricinde sâdır olan Ģeylerdir. Kerâmet velâyetin Ģartı değildir. Kerâmet velîlerde
106

mutlaka bulunması meĢrût değildir. Kerâmetin bazen hâlinde sâdık olmayan


kimseden zuhûru dahî câiz ve mütesavverdir. Bu ancak istidrâc ve sihr iledir. Zîrâ
kerâmetin zuhûru Ģerʽ-i Ģerîfe tevfîk-i aʽmâl eden kimseye mütevakkıftır. Velîden
zuhûr eden kerâmet, metbûʽu olan nebînin mûcizesidir. Kerâmet ya suver-i
kevniyyeye ve yahut ulûm ve irfân-ı rabbâniyyeye tealluk eder. Ġkinci kısm-ı âlîdir.
Aʽlâda sihir ve istidrâcla mültebis olmuyor. Birinci ise [91] sihir ve istidrâcla
mültebis olabilir. Binâenaleyh miʽyâr-ı sıdkı Ģerʽ-i Ģerîftir. ġerʽ tecvîz ederse kerâmet
addederiz. ġerʽ tecvîz etmezse harikulâde olduğunu tasdîk ile beraber ya sihirdir ve
yahut istidrâcdır deriz. Zuhûr-ı havârık ya ihtiyâr iledir yahut gayri ihtiyâridir. Gayrı
ihtiyâri olanlardan bir kadının alâ melei’n-nâs hayzın eserini göstermekle utandığı
kadar o da beyne’l-akrân o derecede utanır, istihfâ ve isticnân ile cebr-i nefs eder.
Ġhtiyârî olan kısm dîne nâfiʽ ise ızhârı câizdir. Dine nâfiʽ değilse katʽiyyen ızhârına
teĢebbüs etmez. Ulûm ve maârife tealluk eden kerâmet dâimâ dine nâfiʽ olduğundan
Kur’ân-ı Azîmü’Ģ-ġân’ın muʽciz olması kabîlinden olup ızhâriyle me’mûrdur.
Kerâmet-i evliyâ meselesi ilm-i kelâmda tafsîlatı mezkûr olmasıyla beraber ġeyh-i
Ekber (r.a.) Fütühât’ının yüz seksen dördüncü bâbında mufassalen beyân
buyurmuĢlardır.
Kerâmâtın ecell ve aʻlâsı devâm-ı taâte muvaffakiyyet ve meʽâsî ve
muhâlefetten mahfûziyyettir. ġeyh’e göre kerâmetin kısm-ı evvelî hissiyye, sânîsi
mâneviyyedir. Kerâmet-i hissiyye halkın muzmer-i kalbî olan hâtırdan ve
mugayyebât-ı mâziyye ve hâliyye ve âtiyyeden haber vermek, sudâ yüzmek
[yürümek] ve tayy-i arz ile uyûn-ı nâstan ihticâb ve ihtifâ etmek ve süratle duâsı
müstecâb olmak gibi avâm-ı nâsın bildikleri kerâmât bu kısmdandır. Bu kısmın
sıhhatinin alâmeti sâhibinin Ģerʽ-i Ģerîf üzere müstakîm olmasıdır, ve illâ kerâmetten
maʽdûd değildir. Kısm-ı sânî kerâmet-i mânevîyyedir ki; âdâb-ı Ģerîati hıfz [92]
etmekle beraber ahlâkın mefâsid-i reddiyesinden ictinâb ile ityân mekârim-i ahlâka
muvaffak olabilmek ve mutlakâ vakt ü zamânında edâ-yı vâcibâtı muhâfaza ve itâat
ve inkıyâd-ı ilâhîye müsâraʽat eylemek ve halk hakkında sadrından ğıll ve hased ve
sû-i zânn ve hıkdı izâle ve murâkabe-i enfâs ile kalbi sıfât-ı mezmûmeden tathîr ve
tahliye etmek ve nefsinde ve cemîʽ-i eĢyâda hukûk-ı ilâhiyye ve hukûk-ı ibâda
murâat ile kalbinde âsâr-ı lutf-ı ilâhiyyeyi tefakkud ve hurûc ve duhûl-i enfâsında
107

dikkat ve riâyet ederek edeb ve huzur ile telâkkî eylemek kerâmât-ı maʽneviyye-i
evliyânın cümlesindendir.
Kısm-ı sâniye müĢârik olanlar ancak melâike-i mukârrebîn ile ehlullahtır.
Ârife ve havâss-ı ibâde mâ’lûm ve avâma mechûldür. Hazret-i ġeyh’in iʽtâ buyurmuĢ
oldukları maʽlûmât-ı nefîse ve mühimmenin hülâsası bundan ibârettir.
Ebu Bekr ed-Dekkâk buyurmuĢtur ki: Sâhrâ-yı Tîh’ten geçerken ilm-i
hakîkât-i Ģerîâte mubâyindir diye kalbime bir hâtıra gelmesiyle beraber bir ağacın
altından bir hâtif nidâ etti: Ya Ebâ Bekr! ‫[ كل طريقة وحقيقة ردتها الشريعة فهى الحاد وزندقة‬ġeriatin

reddettiği her bir hakîkat ve tarîkat ilhâd ve zındıklıktır.] kerâmet bahsinde


müctehidîn-i sûfîyyenin fikirlerine tamâmıyla vâkıf olmak isteyenler ġeyh Ekberin
Fütühât’ının yüz seksen dördüncü bâbına müracaat buyursun.

70- ER-RU’YÂ VE’L-VÂKIÂT VE’L-MÜKÂġEFÂT

Sâlikin cânib-i baht-ı ilâhîden kalbine gelen mübeĢĢirât üç kısm olup [93]
sâlik-i mübtedîye menâmâtda yani ru’yâlarda sâlik-i mütevassıta vâkıâtta, müntehî
kısmına mükâĢefâtta zuhûr eder. Menâmâtın ale’l-ekser bir öĢrü te’vîl ve tefsîrsiz
sâdık ve dokuz öĢrü te’vîl ve taʽbire muhtaç ve hatayı muhtemeldir. Vâkıâtta nısfı
nısfına taʽbirsiz ve tefsirsiz zahir olursa da nısf-ı diğeri taʽbir ve te’vîle muhtâc
olmasıyla beraber hakîkate muğâyir olarak zuhûruda muhtemeldir. MükâĢefâtın
yüzde doksanı hak ve hakîkate muvâfık ve yüzde onunun ihtimâl-i hatası garîbtir.
Ancak ihtimâl-i hatadan biri olan vahîdir. Bunun aksâm ve envâʽı kütüb-i
hikemiyyede, vâkıât ve mükâĢefâtın envâʽı ve aksâmı kütüb-i mebsûta-i sûfiyyede
aranılması lâzımdır.
[94]

MUSTALAHÂT-I SÛFĠYYENĠN FÂRĠSĠYYÜ’L-ĠBÂRE


TA’RÎF VE TEFSÎR EDĠLEN KISMLARIYLA FARÎSÎ OLARAK
LĠSÂNLARINDA CÂRÎ OLAN ISTILÂHÂT 163
Îmân-ı hakîkî: Fenâ ve bekadan geçmek ve aynı vahdet olmak.
163
Bu bölümde müellif Fars Dilinde bulunan tasavvufî ıstılahları yine Farsça olarak açıklamıĢtır. Biz
bu bölümün Türkçe’ye çevirisine çalıĢmamızda yer verdik.
108

Ġhlâs: Haktan gayrisinden beri olmak ve halkı görmekten sarf-ı nazar etmek.
Îman: Âlem mertebesinin fenâsına diyorlar. Kabe-kavseyn makâmına da
iĢarettir.
Bakâ: Fenâdan sonra bâkî kalan ve rehberlik eden. Zâtının kendi zâtıyla
vücûd bulması.
Bûse: Ruhun cisimsiz lezzet alması. Devamlı murakabeye de denir.
Pîr-i harâbât: MürĢid-i kâmil ki, ikbâl ve kötü sıfatları mahv edip, sıfât-ı
ilâhî hâline çevirir.
Piyâle: Ġdrâk ve irfandan kinâyedir ve zerrelerin her zerresinden kinâyedir.
Tekvin: Doksan dokuz mertebesi var. Adem [yokluk] tekvin mertebesidir.
Temkinden murad beĢeriyetin zevâli olup, buna fakr ve fenâ derler.
Tevhîd: Kalbi Hakk Teâlâdan baĢkasını bilmekten kurtarıp tecrîd etmek.
Tefrika: Yani Hakkı halksız görmek; yani çeĢitli sebeplere bağlılığı
sebebiyle kalbi dağınıklıktan kurtarmak demektir.
Tecelli-i ġuhûdî: Mevcûdâtın zuhuru aynı zu-hûr-i Hakdır.
[95]
Tersâ: MürĢid-i kâmil ki, istesin istemesin bütün mevcûdât yüzünü ona
dönmüĢtür.
Tersâ beççe: Beççe [çocuk] kâmil olmalı ki, ma'nevî irâdette baĢka bir
kâmile muhtâc olsun ve tecerrüd ve inkıtâ [dünyadan kesilmiĢ] bulunsun. Ve o
kâmil baĢka bir kâmile nesilden nesile ki, evliyâ yoludur. Böylece silsile
Resûlullah'a (sallallahü Teâlâ aleyhi ve sellem) ulaĢır. Ve ilim ve dirâyet bundan
baĢka bir yolla müyesser olmaz.
Cemʽ: Halk olmadan Hakkın Ģühûdu.
Cemʽü’l cemʽ.-Halkın Hakla kaim olan Ģühûdu.
Celâl: Hakkın mânendden [benzeri olmaktan] hicâbı Kahhâr sıfatına da
derler.
Cemʽiyyet: Vâhidin [birin] müĢâhedesi ile her Ģeyden dönüp, Onunla
meĢgul olasın ki, varlığından gafil olasın. Bilmelisin ki, senin vücûdun nefsinin
tefrikası [periĢanlığadır. Nefis üçtür: Emmâre ki, tabiat süflî Ģehvete mâil kalır.
Levvâme, Yani gafletten sakınıp hikmet tarafına doğru yol alan. Mütmeinne ki,
ahlâk-ı reddiyeden temizlenip, Hakkın zikrinde huzûra erer.
109

ÇeĢm: A'yan [eĢya] olmadan Hakkın Ģühûduna iĢaret.


Hak: Hiçbir kayda bağlı olmayan mutlak vücûd [varlık].
Hal: Haletten halete geçmek demektir. Makâm hazzı. Yani Vehhâb’ın
mevhibelerinde [ihsanlarında] bazen yükselen, bazen alçalan keskin kılıca
benzetilmiĢtir. Zira giden geri gelmez. Ve acze itibar olmaz. O halde vakti ezmeli
ki, geç kalınmasın.
[96]
Hicâb: Sıfat-ı zemîme [kötü ahlâk].
Hâl: Kesret nihâyetinin baĢlangıcı sözü muradddır.
Harâbât: Sâlikin tecell-i kahhar sebebi ile mahv ve fânî olmasıdır. Bazen da
murâd pirin kapısının eĢiğidir.
Humar: Tekvin makâmı
Hat: Hakîkat-i Muhammedi'ye iĢârettir. Bazen murad ruhlar âlemi olur.
Dehan: Gizli sır. AĢk lezzeti Ģevki ve âĢık için onun varlığı.
Riyâ: Hakdan mahcûb olmak.
Rûh-i mükerrem: Cebrail aleyhisselâmdır
Rind: Yokluk Ģarabı satıp, sâilikin varlık nakdini alır.
Ruy: Yani îman ve irfan nurlarının keĢfi.
Resm ve âdet: Ġhlâssız yapılan her bir ibâdet.
Zül: Celâlin tecelisi ve tarîkatin müĢkülâtına iĢarettir.
Sakı: Pîr-i kâmil.
Sâlik: Sülükte kayddan kurtulmak isteyen. Yani mümkini bırakıp vâcible
meĢgul olan.
Sekr: Hakkı müĢahedede ceberut ve dehĢet makâmı.
ġâhid: Zuhur itibariyle Hakka denir.
ġeyh: ġeriatta kâmil ve Mevlâ’yı talebde fâni tâlib.
[97]
ġarab: AĢk, aĢırı sevgi.
ġem'Ġlâhî nurların pertevi, Ģuası.
Sûfi: Ġstekten geçmiĢ, "Allahu Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklının” hadis-i
Ģerifine kavuĢmuĢ, Allah'tan baĢkasından kendini korumuĢ olan. Derler ki sofî o
110

kimsedir ki, o yoktur. Yani pîrinde ve Resûlullah'da mahv [yok] olmuĢ olsun. Tıpkı
güneĢin aydınlığında yıldızların yok olduğu [görünmediği] gibi.
AĢk: Hakkın zâtına derler. Son zamanlardaki sofiye dilinde, buna âlem-i
ehadiyyet ve âlem-i lâhût derler.
AĢık: Ġsimlere derler ve vâhidiyyet mertebesi ve âlem-i mâsiva ve meânî
ilmi ve baĢkaları için kullanılır.
Akl-i küll: Bazen Cebrail aleyhisselâma, bazen araz, bazen ümmül-kitab ve
bazen bir kısm için olur.
Âlem-i misâl: ġehâdet [görünen madde] âleminden yukarıda ve ruhlar
âleminden aĢağıda. Âlem-i Ģehâdet misâl âleminin görüntüsüdür.
Adem: Ġlmi sûretlerden ibarettir.
ĠĢve: Tecelli-i cemâl.
ĠĢaret: Hal esnasında sâilikin Hakk Teâlâ ile olma lezzeti.
Ârif: Allahu Teâlâmn sıfat ve isimlerini müĢahede edene derler. Yani
kendinden geçmiĢ ve Allahu Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklanmıĢ.
Ġlim: Zât, sıfat ve esmâ-i ilâhînin matla'ı [çıkıĢı, zuhuru].
[98]
Gayb: Kendinden gayb olmak ve huzûrun zuhuru.
Gamze: Havf ve recâdan ibarettir.
Feyz-i akdes: Rûh-i a'zam vasıtasıyla Hakk Teâlâ’nın feyzidir.
Feyz-i mukaddes: Yani hayrin zuhûruna sebeb olan isimlerin tecellileri.
Öyle hayır ki onun istidâdı hâric-i vücudda muktezadır.
Fena: Tefrikanın zail olmasından ve kıdem ile hudûs arasında temeyyüzden
ibâret olup, hakîkî failde mahv olmasının ardından sâlik arada kalmaz.
Firak: Makâm-ı vahdetten gaybete derler.
Pakr: Fenâ fillahdan ibârettir.
Fakır: Allahu Teâlâdan baĢka hiçbir Ģeye ihtiyacı kalmayan.
Kurb: Hakk ile kul arasında ahde vefâdır. Yani Ģerîat, tarikat ve hakîkate
tâbi' olmağı devam ettirmek.
Kurb-i nevâfîl: Sâlik fail ve müdrik olur ve Hakk Teâlâ Onun ilâhı.
Kurb-i ferâiz: Fâil Hakk Teâlâ olur.
Kahr: Kendi aslına olan muhabbetten ibarettir.
111

Kalender: Kemâl üzere tecrîd ve tefrîdde bulunan.


Kad: Vücûb ve imkân arasında geçit olan imtidâd-i ilâhîden ibarettir.
[99]
Kûfi: Akıl hizmet ve mahbûb-i hakîkiye taattan kinâyedir. Latif-i insanî:
Kalbe derler.
Leb: ÂĢıkları kabz ve bastta okĢarlar.
Lüb: Allahu Teâlâ’nın nuruyla aydınlanmıĢ akıl.
Lutf: Ma'Ģukun âĢıka muvafakati.
MaʽĢûk: Hakkın sıfatları, bunlar da âlem-i ceberût ve vahdet ve taayyün-i
evvel ve baĢkalarıdır.
Muvahhid: Kapısından kurtulan.
Mebde: Kevnî olan küllî isimler.
Mead: Ġlâhî külli isimler ki, sâlikin kevnî küllî isimlerden hangisinden
geldiği onun mebdeidir. Ve rucûu ilâhî yolla olur.
Mecd: Tecelliye kavuĢmağa denir. Pîrin eĢiğine de derler.
MükâĢefe: Bazan nâsutun, ceberûtun, melekûtün ve lâhutun esrarıdır.
Müjgân: Sâlikin hicâbıdır. Hükmü ilâhî ile gizli veya âĢikâr, onun o
cemâlde taksiridir.
Meyi: ġuur ve uyanık halde aslına dönüĢtür.
Mesti: MüĢâhede-i cemâlde vâki' olan Ģeyden ibârettir.
Meyhâne: Pîrin, mürĢidin hânehakıdır.
[100]
Mutrıb: Bu da pîr-i kâmildir.
Melâmilik: Ġbâdeti gizlemeğe çalıĢmak.
Meczûb: ġükürde fânî olan. Cemʽül cemʽ makâmına eriĢmediğinden
kalabalığa girmesi uygun değildir.
NakĢ-i kül: Levh-i mahfuz. ArĢ'a da denir.
Nâz: AĢıkın maĢuka kuvvet vermesi.
Nâkus: Tevbe ve inâbeye sevk eden intibahdan [uyanmadan] ibârettir.
NukuĢ-i semâviyye: Eflâk ve yıldızlara denir.
Nenk ve nâmus: Ġyi bir isimle anılmak istemek sesi.
Vasi: Hakîkî vahdete derler ki, Ģuun zuhûru arasında vâsıtadır.
112

MUSTALÂHÂT-I SÛFĠYYENĠN ARABĠYYÜ’L-ĠBÂRE


TÂRĠF VE TEFSÎR EDĠLEN KISMLARIYLA ARABÎ OLARAK
LĠSÂNLARINDA CÂRÎ OLAN ISTILÂHÂT 164
[101]
El-Ġttihâd: Vâhid-i mutlak Hakkın vücudunun Ģühûdu.
El-Ġttisâl: Kulun, vücudu kaydından kat'-ı nazar ile aynını vücud-i ehadiye
muttasıl [devamlı] mülâhazasıdır ve ona izâfetinin ıskatıdır.
El-Ehad: Sıfat ve isimler ve nisbet ve teayyünler olmadan Zâtın ismidir.
El-Ehadiyyet: Cemiʻin iskatı ile zâtın itibarı.
Ehadiyyetü’l-cemʽ: Kuldan zâtın tam itibarıdır.
Ġhsâü’l-Esmâ-i Ġlâhiye: Halkın âdetlerinden fâni olup hazreti Vahdaniyette,
Hakk Teâlâ’nın isimleri ile tahakkuk.
El-Ahvâl: Rabbinden kuluna akıp gelen mevhibeler.
El-Ġhsân: Hazreti Rubûbiyyetin basiret müĢahedesi üzre ubûdiyetle
tahakkuk.
El-Ġrâde: Kalbde muhabbet ateĢinden bir kordur.
Erâikü’t-tevhîd: Esmâ-i zâtiye. El-Ġsm: O zât değildir. Belki müsemmâ olan
zâttır.
El-Esmâü’z-Zâtiyye: Vücûdları baĢkasının vücuduna bağlı olmayan.
El-Ġsmü’l-a'zam: Bütün isimleri câmi' isim Allah'dır denilmiĢtir.
[102]
El-ıstılah: Kalbe gâlib hayranlık.
El-A'raf: Tulu' yeri, etrafından yüksek yer.
El-A'yanü’s-Sâbite: Ġlm-i ilâhide mümkinatın [varlıkların] hakîkatleri.
El-Efrâd: Kalb nazarından hâriç insanlar.
El-ıfku’l-mübîn: Kalb makâmının sonu.
El-ıfk-ıl âlâ: Rûh makâmının sonu; bu hazreti Vahidiyyet ve hazreti
ulûhiyyetdir.

164
Bu bölümde müellif Arap Dilinde bulunan tasavvufî ıstılahları yine Arapça olarak açıklamıĢtır. Biz
bu bölümün Türkçe’ye çevirisine çalıĢmamızda yer verdik.
113

El-Aliyye: Melek ve ruhaniyeti izâfe edilen her bir ism-ı ilâhî.


El-imenâ: Melâmiler, opde olanların eseri dıĢarıdan görünmeyenlerdir.
El-Ġmaman: Gavsın sağında ve solunda bulunan iki Ģahıs.
Ümmü’l-Kitâb: Akl-ı evvel
El-Ânü’d-dâim: Ezelin ebedde münderic olduğu hazreti ilâhiyyerün imtidâdı
[uzaması].
El-Eneiyye: Kulun her Ģeyinin izâfe edildiği hakîkat [benlik], ruhum,
nefisim, kalbim, elim… demek gibi.
El-Enie:Vücûd-i aynın tahakkuku.
El-Ġnzi'âc: Evliya menkıbeleri tesiriyle kalbin Allah'a hareketi.
Ġnsida'ü’l-cemʽ: Cemʽden sonra fark.
El-Evtâd: Yön konaklarındaki dört kiĢi. [Dörtler denir].
Eimmetü’l-esmâ: Allahu Teâlâ’nın yedi ismi: el-Hay, el-Âlim, el-Mürid, el-
Kâdir, es-Semî', el-Basır, el-Mütekellim.
[103]
Bâbü’l- ebvâb:Tevbe.
El-Bânka:Cenâb-ı Akdesten vârid lâiha [zuhûr].
El-Bâtıl: Hakdan gayri. Ademdir, ya'nî hakîkatta olmayan, ancak hay içindir.
El- Büdelâ: Yediler.
El-Bedne: Kula parlayan nûrdan ilk ĢimĢek.
El-Berzah: Ġki Ģey arasındaki hicab.
El-Berzahü’l-câmiʽ: Taayyün-i evvel.
El-Bast: Kalb makâmında recâ mesabesi.
El-Bast: Hafi makâmında Hakkın zahiren ve bâtınen kula açılması.
El-Basîret: Nûr-i kuds ile nurlanmıĢ kalb kuvveti. Bununla eĢyânın hakîkati
görülür.
El-Bakara: Nefs'den kinâyedir.
El-Beytü’l-Mukaddes: Ağyardan arınmıĢ kalb.
Beytü’l- hikmet: Ġhlâsın gâlib olduğu kalb
El-Beytü’l- muharrem: Ġnsân-ı kâmil kalbî
Beytü’l-izze: Fenâfillah hâlinde cemʽ makâmına kavuĢan kalb.
El-Cezb: Ġnayet sebebiyle kulun yakınlaĢması.
114

El-Ceres: Hitabın icmâii.


El-Ced: Ruhdan zâhir olan ve nâr veyâ nûr cisminde temessül.
El-Celâ: Zâtın zuhuru.
El-Ġsticlâ: Zâtın zâta taayyünâtında zuhuru.
El-Celâl: Hakk Teâlâ’nın izzeti ile bizden örtülmesi.
[104]
El-Cemâl: Vechi ile zâtı için tecelli.
El- Cemiʻa: Allah'a teveccühde bütün gayretin toplanması.
Cemʽü’l-cemʽ': Hakkı Hakla kaim görmek, buna farktan sonra cemʽ makâmı
da denir
Cennetü’l-efʽâl: Sûrî Cennet.
Cennetü’l-verâset: Resûlullah'a mütabeatla hâsıl olan güzel ahlâk Cenneti.
Cennetü’s-sıfât: Sıfat ve isimlerin tecellilerinden ma'nevî Cennet.
Cennetü’l-endâd: Cemâl-i ehâdî müĢâhedesi.
El-Cenâiyye: Allahu Teâlâya seyr edenler.
Cihetü’d-dik ve’s-se'at: Zâtın itibârları.
Cihetü’t-taleb: Vücûd ve imkân ciheti.
Cevâhirü’l-ulûm ve’l-enba ve’l-meârif: Muhtelif olmakla tebeddül ve
tegayyür etmeyen hakîkatler.
Ed-Dubûr: Nefsin hevasma çağıran savlet.
Ed-Dürretü’l-beydâ: Akl-i evvel.
Elihâ': Zuhûr ve vucûd hasebiyle zâtın itibârı.
El-Hiva': Gaybet ve gaybetmek hasebiyle zâtın itibârı.
El-Hiyâ: Allahu Teâlânm âlemin sûretini açtığı madde. Heyulâ ismi verilen
ankadır.
Himmetü’l-âfet: Bâkîyî talebe, fâniyi redde sebeb olan ilk himmet derecesi.
Himmetü’l-ânife: Ġkinci derece olup amele sevab istemeği doğurur.
Himmetü erbâbü’l-himmeti’l-aliyye: Üçüncü derecedir. Yalnız Ona
müteallik olup, Ondan baĢkasına bakmaz. [105] Himmetlerin en üst derecesidir.
El-Hevâ: Nefsin meyli.
El-Hevâcis: Nefsânî hâtıralar [düĢünceler, kalbe gelenler].
El- Hevâcim: Vaktin kuvvetiyle kalbe vârid olan.
115

El-Heyûlâr: Ġçinde sûret-i vâhidiyyeden zâhir olan Ģeye nisbetle bir Ģeyin
ismi.
El-Vâhid: Zâtın itibârı ile ismi.
El-Vârid: Bir müdâhale olmadan kalbe gelen ma'nâlar.
El- Vâkı'a: Hangi yolla olursa olsun, gayb âleminden kalbe gelen.
Vâsıtatü’l-feyz ve vâsıtatü’l-meded: Ġnsan-ı kâmil. Hakk ile halk arasında
iki tarafın münâsebetiyle olan râbıta. "Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım" gibi.
El-Vücûd: Hazreti vucûd ismi verilen zâtı ile Hakkın zâtını bulmak.
Vechetü’l-inâye: Cezbe ve sülük
Vechetü’l-ıtlâk: Ġtibarlann sâkıt olması hasebiyle zâtın itibâr ciheti ve
itibarların isbâtı hasebiyle zâtın itibârı ciheti.
Vechü’l-hak: ġeyin kendisiyle hak olduğu. Çünkü Onsuz hiçbir Ģeyin
hakîkati yoktur.
Vechetü cemʽü’l-âbid: Hazreti ilâhiyye.
El-Verka: Külli nefs ki, âlemin kalbidir. O da Levh-i mahfuz ve kitâb-ı
mubîndir.
El-Vasfüzzâtî lil-hak: Ehadiyyet-i cemʽ yahud vücûb-i zâtî.
[106]
Verâü’l-lebs: Hazreti ehâdiyyette Hak.
El-Vas- fi’z-zatî li’l-halk: Ġmkân-ı zâtî ve fakr-i zâtî.
El-Vasl: Butûn ve zuhûr arasında vahdet, hakîkat-i vâsile.
Vaslü’l fasl: Kesretin vahdette zuhûru.
Vaslü’l-vâsi: Nûzülden sonra uruc.
El-Vefâ bi’l-ahd: Rububiyyeti ikrâr, ya'nî evet zamanındaki ahdinden
çıkmamak. Kulluğunu unutmamak.
El-Vakt: Hâzır olan hal.
El-Vaktü’d-Dâim: Ġki makâm arasında duraklama.
El-Vukufu’s-Sâdık: Hakkın muradı ile bulunmak.
El-Velî: Vâli [Ġdâre] hakkını yüklenen.
El-Vâlî: Hakkı yüklenen.
El-Velâyet: Kulun fenâda Hakla kıyâmı [bulunması].
Ez-Zâcir: Kalbin vâizi.
116

Ez-Zemanü’l-mâzî: Nida [veya cemʽiyyet] zamanı.

[107]

[NAġBENDÎLĠK’TEKĠ ON BĠR ESAS]

Tarîkat-i Âliye-i NakĢibendiyye’de husûsî olarak onbir kelimât vardır. Bunlar


Fârisî’dir. Zirâ sâdâtın ekserîsi Fars’tır.

1. HÛġ DER DEM

Yani sâlik her nefesini hûĢ-yâr ve müteyakkız olarak almaktır. Enfâs-ı


insâniyye “hâ” ile çıkıp giriyor. Bu “hâ” hâ-yı hüviyyete iĢârettir. Demek ki insan her
nefesde zikreder. Ancak mânâsından gâfil olduğundan zikr addedilmez ve zikrin
fâidesini müfîd olmaz, kelâm-ı nâime müĢâbihtir. Nâimin kelâmında mânâsını
mülâhaza etmediğinden hayyiz-ı iʽtibârdan sâkıttır. Tarîkât-i sûfiyyeden murâd her
nefeste muhsin-i hakîkî olan Allah Teâlâ’nın zâtına delâlet eden hâ-yı
teneffüsiyyenin mânâsını beraber olarak hatırlamaktır. Derûnundan gelen nefesde
hâzır ve âgâh ola, ol ânda gaflet ânâ yol bulmaya, bir nefesten diğer nefese intikâl
gaflet ile olmaya, huzur ile ola, nefesler Hakk Celle ve Alâyı hatırlamadan hâlî ve
gâfil olmaya… Tarîkte nefes hıfz ve ona riâyet etmeği mühim bilmiĢlerdir. Muhâfaza
etmediği bir nefes sahibini zayi ve hâib bilirler.
Bâhâüddîn buyurmuĢlardır: Tarîk-i vusûl-i ilâllahda mebnâ-yı kâr nefes
üzeredir. Himmeti hıfz-ı nefese kasr ve her nefesi huzura hasr [108] etmek gerekir.
Nefesin hurûc ve duhûlünde ve nefeslerin arasında gafletle geçirilmeye. Necmeddin-i
Kübrâ Fevâtihü’l-Cemâl nâm risâlesinde buyurur ki: :Bu zikrullâh ki nüfûs-ı
hayvânâtda cârîdir. Onların enfâs-ı zarûrîleridir. Nefesin çıkıp girmesinde Hakk
Teâlâ’nın gayb ve hüviyyetine iĢâret vardır. “hâ”yı demiĢ olurlar gerek bu mânâya
ârif ve âgâh olsunlar ehl-i huzur olan insanlar gibi gerek olmasınlar ehl-i gaflet olan
insanlar ve sâir hayvânât-ı müteneffise gibi.
Allah kelime-i celâlesindeki hâ hemân bu “hâ”dır. Elif, lâm-ı târif içindir.
Lâm’ın müĢedded olması mubâlâğa-i ta’zîm içindir. Ġsim hakîkâtte nefeslerde cârî
117

olan o “hâ”dır ki ism-i Ģerîfin cereyânı olmaksızın hiçbir Ģey hayata müstehikk
olmaz.
Tâlib-i hûĢmende oldur ki, Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’ya âgâhlık nisbetinde
bu hârf-i Ģerîfi teneffüs ve telâffuzda zât-ı akdesin hüviyyeti melhûz olarak nefesin
duhûl ve hurûcunda öyle vâkıf ola ki huzur-ı ma’allah keyfiyyetinden hiçbir nevʽ
fütûr-târî olmaya ve bu manânın hıfzına ol mertebeye varıncaya kadar saʽy ve gûĢiĢ
eyleye ki zahmetsiz bu nisbet onun gönlünde hâtırı ola. Belki teklifsiz ve zahmetsiz
bu nisbeti hâtırından çıkarmaya kâdir olmaya. Ehl-i târîk ıstılâhında bu hüviyyet-i lâ
tüʽayyen itibârıyla Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’nın zâtından ibârettir. Belki ıtlâk ile
dâhi mukayyed olmaya. Bu mertebede ona hiçbir ilim ve idrâkin taalluku kâbil ve
mümkin olmaz. Bu haysiyette mechûl-i mutlâktır.
[109]

2. NAZAR BER KADEM

Nazar ber kadem sâlikin gidip gelmesinde, Ģehirde, sahrâda ve her yerde
nazarı kademi üzere ola. Tâ ki kalbi hâtırât ile perîĢân ve perâkende olmaya ve
baktığı Ģeye taalluk-ı hâtırî hâsıl olmaya nazar ber kadem sâlikin varlık mesâfelerini
katʽ ve had-perestlik akabelerini tayyda sürʽât-i seyrinden ibârettir. Yani sâlikin
nazar-ı bâtınîsi her nereye yetiĢse filhâl kadem-i müntehâ-yı nazarına bakmaktır. ‫ادب‬

‫[ المسافران نجاوز ىو قدمو‬Misâfirin edebi ayağına bakıp yürümektir] buna iĢârettir.

‫در نكذشته نظرش اذ قدم‬ ‫كم زده بى همدمىء مرشيدم‬

‫نمانده قدمش اذ نظر باز‬ ‫بس كه زخود كرد بسر عت ظفر‬

[ArkadaĢ her Ģeyi söyleyen olmamalı.


BakıĢları adımlarından ileride olmamalı.
Kendinden bile süratli gitmeli.
Adımı bakıĢlarından geride kalmamalı.]
118

3. SEFER DER VATAN

Sefer der vatan sâlikin ahlâk-ı zemîme ve sıfât-ı tabîʽat-ı beĢeriyyeden sefer
eylemesi yani sıfât-ı beĢeriyyeden sıfat-ı melekiyyeye ve sıfat-ı zemîmeden ahlâk-ı
hamîdeye intikâl etmesidir. ġahs-ı habîs nerden nereye sefer eder ise habâisi zâil
olmaz. Sıfât-ı habîseden intikâl etmeyince kurtulmaz. Binâenaleyh sefer bu seferdir.
MeĢâyıhın bazısı ibtidâda sefer ve nihâyette ikâmet ve bazısı aks, bazısı ise ikisinde
de ikâmet ve bazısı ikisinde de seferi münâsib görmüĢlerdir. Cümlesinin garaz-ı
sahih ve niyyet-i sâdıkaları vardır.
[110]
Hacegân-ı nakĢibendiyye seferi mürĢid-i kâmili buluncaya kadar münâsib
görmüĢler. Ondan sonra o mürĢidin hizmetinde mukîm olmak lazımdır demiĢlerdir.
Eğer kendi vatanlarında böyle kimseler bulsalar terk-i sefer edip onun hizmetinde
tahsîl-i meleke ve âgâhı ve tekmîl-i irfân-ı ilâhîde sa’y ü ihtimâm ederler. Bu meleke
husûlünden sonra ikâmet ve sefer filhâkîkâ ale’s-seviyyedir. Meleke-i nisbet-i
hâcegânı elde ettikten sonra her ne tarafa gider ise mânî yoktur. Tarîk-i sûfiyyede
sefer der vatan filhâkîkâ letâif-i hamseden usûlüne ve usûlünden aslu’l-usûlüne sefer
ِ ‫[ وفي اَنْ ُف ِس ُكم اَفَ َال تُ ْب‬Kendinizdendir, görmüyor musunuz?]165 ayet-i kerîmesi
etmektir. ‫ص ُرو َن‬ ْ َۤ
buna iĢârettir.
‫باتو در زيرکليم است ىر چو ىست‬ ‫ىم چونا بينا مبر ىرسوی دست‬

[Kör gibi adım atma, her yere el uzatma


Kilimin altına bak, baĢka yeri arama.]

4. HALVET DER ENCÜMEN

Hâce Bahâeddin Naksîbend (k.s.)’den sormuĢlar ki: Tarîkatınız ne esâsa


mebnîdir? Buyurdular ki: Halvet der encümen. Yani zâhirde halk ile, bâtında Hakk
Sübhânehû ve Teâlâ ile olmaktır.
‫اين چنين زيبا روش کم می بوداندر جهانازدرون‬ ‫شو آشنا وازبيرون بيکانو وش‬

[Ġçeriden aĢinâ ol dıĢarıdan el gibi,

165
Zâriyât Suresi 51/21.
119

Böyle güzel gidiĢ cihanda yok gibi]


Hakk Teâlâ’nın ‫ارةٌ َوَال بَيْ ٌع عَ ْن ِذ ْك ِر ال ٰلّ ِو‬ ِ
َ ‫ال َال تُلْهي ِه ْم ت َج‬
ٌ ‫[ ِر َج‬Öyle kullar vardır ki, ticâret

alıĢ-veriĢ onları Allah’ı zikretmekten alıkoymaz]166 kavl-i Ģerifi bu makâmâ iĢârettir.


Nisbet-i bâtın bu tarîkte Ģöyle vâkî oluyor ki; gönül cemʽiyyet-i halk [111] ile
sohbette halvetten daha ziyâde olur. BuyurmuĢlardır ki: bizim tarîkatimiz sohbettir.
Halvette Ģöhret ve Ģöhrette de afet vardır. Hayrîyyet cemʽiyyettedir ve cemʽiyyet de
sohbettedir. Sohbetin tesîriyle sâlikînin birbirinde nefy olmaları Ģarttır.

5. YÂD-KERD

Hatılamak demektir. ġöyle ki: mürîd kendi kalbini hazır ede, Ģeyhin kalbî
mukâbelesinde tuta ve gözünü kapayıp, ağzını da tutup, dilini damağına yapıĢtıra.
Nefesini göbeğinin altında hapsede. Ta’zîm-i tamâm ile kelime-i tevhîdi “lâ ilâhe
illallah” ile zikre Ģurûʽ ede. Kalbîyle söyleye lisânıyla demeye ve haps-i nefesinde
sabreyleye ve bir nefeste üç kere diye. Tâ ki zikrin hâlâveti ve eseri gönlüne eriĢe.
Zikirden maksud odur ki; kalp dâimî suretle Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’dan
muhabbet ve ta’zîm vasfıyla âgâh ola.
Bu âgâhlık ki; hulâsa-i zikrden ibârettir. Erbâb-ı cemʽiyyet sohbetinde hâsıl
olur. Hakîkat kalp-i derrâk olan bir müdrikden ibârettir ki her tarafa gider. Dünya ve
mesâlih-i dünyayı o tefekkür eder. Tarfetü’l-aynda yerleri ve gökleri ve kâffe-i âlemi
seyretmek ona müyesserdir. Onu cümle fikirlerden ayırıp zikr ile meĢgûl etmekde bu
tarîk iledir ki; kelîme-i lâ’yı hayâlen göbeğinin altından yukarı çekip kelime-i
ilâhe’yi altından sâğ tarafına meylettirerek illâllah kelimesini kalbe indire. Tâ ki
harâreti cemîʽ-i aʽzâya eriĢe.
[112]

6. BÂZ-GEġT

Zikirden ferağât olundukça hâsıl olan âgâhîyi muhâfaza için “ilâhî ente
maksûdî ve rızâke matlûbî” kelâmıyla kalbini meĢgul etmektir. Tâ ki zâkirin zikri
hâlis ve sırrı mâ-sivâdan fâriğ ola. Nigâh-dâĢt hâvâtır-ı murâkabe etmekten ibârettir.

166
Nur Suresi 24/37.
120

ġöyle ki; bir anda çok defalar hâtırından mâ-sivâyı geçirmemek suretiyle kelime-i
tayyibeyi geçire.
Nigah-dâĢt bir saat veya iki saat veya daha ziyade müyesser olduğu takdirde
mâ-sivâ onun hâtırına yol bulmaya.

7. YÂD-DÂġT

Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’dan daima âgâh olmaktan ibârettir. Bazıları huzur


ber-gaybet ibâresiyle tabir etmiĢlerdir. Elhâsıl yâd-dâĢt kalbin yâd-ı ilâhî ile
rusûhundan ibârettir.

8. VUKUF-Ġ ZAMANÎ

Vukuf-ı zamanî ile sâlikin iĢi tamam olur ve sırr-ı menzil-i maksûde erer.
Vukûf-ı zamanî her anda hâlinden haberdâr olmaktır ki, hâli mûcib-i Ģükür müdür,
yâhud mûcib-i özür müdür?
[113]

9. VUKUF-I ADEDÎ

Zikirde adede riâyet etmekten ibârettir. Meselâ zikr-i nefy ve isbâtı her
nefeste bir veya üç veyahut yedi veyahut da dokuz ve yirmi bire kadar zikr
eylemektir. Zikr-i nefy ve isbâtın yevmiye-i hadd-i asgarîsi bin yüz ve zikr-i celâlin
hadd-i asgarîsi de beĢ bindir.

10. VUKUF-I KALBÎ

Kalbin Hakk Sübhânehû ve Teâlâdan âgâh olmasından ibârettir. Tâ ki kalbine


ondan gayri bir Ģey hutûr etmeye. Buna Ģûhûd ve vusûl-i vücûd dahî derler. ‫فَاَيْ نَ َما تُ َولُّوا‬

‫[ فَ ثَ َّم َو ْجوُ ال ٰلّ ِو‬Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır]167 ayet-i kerîmesi buna iĢârettir.

167
Bakara Suresi 2/115.
121

[11. NĠGAH-DAġT]168

[Muhafaza demektir. Hakk’ın tecelliyâtı olan kalbe yabancı Ģeylerin girmesini


önlemektir.]169
[114]
EL-KAVLÜ FÎ MA’RĠFETĠ’S-SÛFÎ VE’L-MÜTESAVVIF
VE’L-MELÂMÎ VE’L-FAKÎR VE’L-MÜTEġEBBĠH BĠHĠM
VE’L-FARKU BEYNEHÜM
Avârif’in onuncu faslında ricâl-i sûfiyyenin tabâkâtı merâtibe taksîm
olunduğu beyân olunmaktadır. Birinci kısm tabakâ-i ulyâdır ki, kâmilân ve vâsılân
tabakasıdır. Ġkinci kısm tâbakâ-i vustâdır ki, tarîk-i kemâlde sâlik olanlardır. Üçüncü
kısm tabaka-i suflâdır ki, menâzil-i nâkısada sâlik olanlardır. Vâsılân ve kâmilân
sâbıklardır. ‫السابِ ُقو َن‬
َّ ‫السابِ ُقو َن‬
َّ ‫[ َو‬Hayırda önde olanlar ecirde de öndedirler]
170
ayet-i

kerîmesi onlara iĢâret olmak gerektir. Sâbikûn bi’l-asâle enbîyâ-yi izâm (a.s.) ve bi’t-
tabʽ âshâb ve tâbiîn ve etbâ-ı tâbiîn ve bi’l-verâse müctehidîn ve müfessirîn ve
muhaddisîn ve eʽâzım-ı sûfiyyedir ki, Rasûlullah (s.a.v.)’e kemâl-i mutâbaʽatları
vâsıtasıyla zâhiren ve bâtınen mertebe-i vusûlde ve tetmîm-i mekârim-i ahlâkta
terakkî etmiĢ olup, rucu’ ve hubût ve tarîk-i mutâbaʽata halâiki dâvete me’zûn veya
me’mûr olmuĢlardır. Bu tâife kâmil ve mükemmellerdir. Fazl ve inâyet-i îzidî onları
murâd ve müctebâ kılmıĢtır. Ayn-ı cemʽiyyet-i ahâdiyyetde ve lücce-i tevhid-i
hakîkiyye kaʽrında müstağrak iken sahâ-i fenâdan meydan-ı bakāya îsâl
edilmiĢlerdir. Bu tâife-i aliyye halâikî saadet-i dareyne îsâl için [115] ilmen ve
zevken derecât-ı âliyeye terakkîye ve ahlâk-ı reddiye ve deniyyeyi ahlâk-ı hâmîde ve
haseneye tebdîl ve tahvîle delâlet ederler. Sâlikîn derece-i kemâle vusûlünden sonra
tekmîl-i halâik ile emr olunmamıĢlardır. Yani müstağrak-ı bahr-ı Ģuhûd iken sâhil-i
bakāya eriĢdirilmemiĢlerdir. Sükkân-ı kıbâb izzet sebbâh-ı deryâ-yı hayret
zümresinde münselîk olmuĢlardır. Bunlar evliyâ-yı müstehlikîn taʽbir
buyurulmuĢdur. Bu nevʽ ehl-i sülûk dahî iki kısmdır. Birincisi; maksad-ı aksâya tâlib

168
Müellif eserin bu bölümünde NaĢîbendiliğin on bir ilkesini açıklamıĢtır. Ancak kanaatimizce
bunlardan on birincisi olan Nigah-DaĢt’ı sehvet atlamıĢtır.
169
Hasan Kâmil Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar NeĢr. , Ġstanbul, 2004, s. 260.
170
Vâkıa Suresi 56/10.
122

ve vecdullaha râğıb olanlardır. Mürîd-i ahiret ve târik-i dünyadır ki; dünya menâhi-i
Ģerʽiyyeden ibârettir. Diğeri de tâlibân-ı cennet ve mürîdân-ı âhirettir. Bunlara
sülehâ-yı ümmet dahî taʽbir ederler. Tâlibân-ı Hakk dahî iki kısmdır. Birisi
mutasavvifedir ki, nefsin sıfât-ı reddiyyesinin bâzısından halâs ve sûfiyye-i kirâmın
ahvâl ve evsâfının bazısıyla mevsûf olmuĢlardır. Bu ahvâlin nihâyetine terakki ve
ıttılâʽa cehd edip sıfât-ı nüfûsun ezyâline yapıĢmıĢ ve bu sebebe mebnî ehl-i kurb ve
sûfiyyenin gayesine vusûlden geri kalmıĢlardır. Diğeri melâmiyye-i hakkadır.
Riâyet-i ihlâsta ve muhâfaza-i sıdkta saʽylerini mebzûl ve ihfâ-yı tâʽatte mubâlağa ve
aʽmâl-i sâlihadan hiçbir sünnet ve müstehabın dahi terkine rıza göstermezler. Cemîʽ-i
fezâil ve nevâfile temessükü levâzım-ı tarîkin cümlesinden addederler. Onların
meĢrebi kâffe-i evkâtta manâ-yı ihlâs ile mütehakkik olup lezzetlerini kendinin a’mâl
ve ahvâlini Cenâb-ı Hakk’ın nazarında münferid ve müteferrid olmakta bulurlar.
Âsîlerin izhâr-ı ma’siyetden hazerde bulunmaları gibi bunlar dahî ızhâr-ı tâatten
hazer ederler ki kâide-i ihlâsa halel gelmeye.
[116]
Melâmiyye târifinde bazıları: ‫[ المالمى ىو الذى اليظهر خيرا وال يضمر شرا‬Melâmî hiçbir

hayrı ızhâr etmeyip, Ģerri de gizlemeyendir] demiĢlerdir. Yani melâmî, hiçbir hayrı
ızhar ve Ģerri ızmâr etmeyenlerdir. Azîzü’l-vücûd ve Ģerîfü’l-hâl iseler de müĢâhede-i
tevhîd ve muâyene-i ayn-ı tefrîdden mahcûb kalmıĢlardır. Zirâ nazar-ı halktan ihfâsı
aʽmâl ve setr-i ahvâl vücûd-ı halka ve kendi nefsine i’tây-ı ehemmiyyeti müezzin ve
müĢʽir bir rü’yettir ki bu da mâni-i mânâ-yı tevhiddir. Çünkü nefs cümle-i
ağyârdandır. Sâlikin kendi ahvâline nazarı bâkî kaldıkça, muâmele-i hakka ve
mütalaʽa-i cemâl-i mutlâkda ağyâri bi’l-külliyye nazarlarından ihrâc edemezler. Bu
tâife ile sûfiyye arasındaki fark budur ki cezbe-i inâyet-i kadîr sûfiyi bi’l-külliye o
ahvâlden ayırmıĢ ve halk ve enâniyyet hicâblarını onların Ģuhûdu nazarından refʽ
etmiĢdir. Binâenaleyh ityân-ı itâatde kendilerini ve halkın vücûdunu ortada
göremezler. Halâıkın nazar-ı ıttılâʽına ehemmiyet vermeyip setr-i hâl ve ihfâ-yı tâat
ile mukayyed olmazlar. Eğer vaktin maslahatını tâatin ızhârında görürlerse ızhâr;
ihfâsında görürlerse ihfâ ederler. Buna binâen tâife-i melâmiyye kesr-i lâm ile
muhalleslerdir. Tâife-i sûfiyye feth-i lâm ile muhalleslerdir. ‫ص ٍة ِذ ْك َرى الدَّا ِر‬ ِ ِ
َ ‫اى ْم بِ َخال‬ ْ َ‫انَّاۤ اَ ْخل‬
ُ َ‫صن‬
123

[Biz onları ahiret yurdunu düĢünen ihlâslı kimseler kıldık]171 ayet-i kerîmesi
sûfiyyenin vasf-ı halleridir.
Tâlibân-ı âhiret dört tâifedir: zühhâd, ibâd, fukarâ, huddâm.
Zâhid: Nûr-ı îmân ve îkân ile cemâl ve evâmir-i ilâhiyyeyi müĢâhede ederler
ve menâhî-i ilâhiyyeyi sûret-i kabîhada bulurlar. Onların müzahraf [117] ve fânî
telezzüzâtına iltifât etmeyip zînetlerinden i’râz ve cemâl-i bâkî-i hakîkiyyeye rağbet
ederler. Bu tâifenin sûfiyyeden farkı budur: Zâhid kendi hazz-ı nefsîyle Hakk
Teâlâ’den mahcûb ve gâfildir. Nasıl olmasın ki, cennet hazz-ı nefs makâmıdır. ‫فيها َما‬
َ ‫َو‬

‫س‬ ِ
ُ ‫[تَ ْشتَهيو ْاالَنْ ُف‬Orada nefislerin istediği, gözlerin hoĢlandığı her Ģey vardır]
172
ayet-i

kerîmesi ekâbir-i remz ve iĢârettir.


Sûfiyyûn ise müĢâhede-i cemâl-i ezelî ve muhabbet-i zât-ı lemyezel ile iki
cihândan fâriğ ve gâfildirler. ġöyle ki menâhîden sarf-ı nazar ettikleri gibi âhiretten
de masrûfü’n-nazardırlar. ‫وىما حرامان على اىل اهلل تعالى الدنيا حرام على اىل االخرة واالخرة حرام على اىل‬

‫[ الدنيا‬Dünya âhiret ehline, âhiret ise dünya ehline haramdır. Bunların ikisi de Allah

ehline haramdır] bu mânâya remz ve iĢârettir. Sûfînin makâm-ı zühdde ki mertebesi


zâhidin rütbesinden âlîdir.
Fukarâ: Ğınâ-yı hakîkinin mâlik-i âle’l-ıtlâk olan zât-ı akdes-i ilâhîye
muhtass olduğunu zevken ve vicdânen bildiği eclden her ne kadar ğınâ-yı mecâzî ile
ğanî olur ise olsun nazar-ı keĢfîsinde gerek kendilerini ve gerek kâinâtı icâd ve
ibkâda ve ikdâr ve temkînde her hâl ve Ģânda her ân ve zamânda her mevkî ve
mekânda Allah Sübhânehû ve Teâlâ’ya kemâl-i ihtiyâc ile muhtâc gördüğünden
cidden ve vicdânen fakrı mâ-sivâya ve ğınâyı o zât-ı akdese isnâd ve tahsîs eder. ُ‫َوال ٰلّو‬

ِ 173
ُ‫[الْغَن ُّي َواَنْ تُ ُم الْ ُف َق َراۤء‬Allah zengindir, siz ise fakirsiniz] ekâbir-i remz ve iĢârettir. Fakir
tanınmıĢ olan zât kendisini mâ-sivâdan bildiği eclden fakîr dediği zaman kendi
nefsinden kinâyedir. Fakîr denilince bazı insanların evliyayı ve sahâbe-i [118] kirâmı
fakr-i hâl ile fâkir olduklarına zâhib olurlar ise bildikleri gibi değildir. Böyle olsa idi
enbiyâ-yı izâm (a.s.) ile sahâbe-i kirâm ve belki piĢvâ ve reisleri bulunan Ebû Bekr

171
Sâd Suresi 38/46.
172
Zuhruf Suresi 43/71.
173
Muhammed Suresi 47/38.
124

es-Sıddık, Osman-ı Zi’n-nûreyn, Abdurrahman bin Avf ve emsâlinin mâldâr ve


zengin olmamaları lazım gelirdi. Yine reîs-i ulemâ-yı dîn bulunan Ebû Hanîfe ve
reîs-i sûfiyye olan Cüneyd, Gavs-i Âzam, Ubeydullah-ı Ahrar gibi zevâtın zengin
olmamaları iktizâ ederdi.
Binâenaleyh bunlara fakîr denmez. Zât-ı akdes-i ilâhîden mâʽada kendisini
hiçbir Ģeye mâlik bilmeyip Allah Sübhânehû ve Teâlâ’ya muhtâc olduğunu zevken
ve vicdânen bildiklerinden bi’t-tabʽ fakîr ıtlâk olunurlar. Nazar-ı keĢfide varlık
yokluk müsâvîdir. Zirâ varlıkta dahi varlığından müntefiʽ olmak için yine Cenâb-ı
Hakk’a muhtaçtır. Binâenaleyh vakitleri cemʽiyyet-i hâtır ve ferâğ-ı bâl ve huzûr-ı
dil ile geçer.
Fakîrin melâmiyye ve sûfiyyeden farkı budur ki: fakir tâlib-i cennettir ve
hazz-ı nefs diler. Melâmiyye-i Hakk’a ve sûfî tâlib-i haktır. Hakkın kurbunu diler.
Fakîrin makâm-ı sûfiyyede bir vasf-ı zâidi vardır ki cemîʽ-i ahvâl ve aʽmâl ve
makâmâtı kendisinden münselib görmesidir ve onunla adem temelüküdür. Yani
hiçbir ameli ve hâli ve makâmı kendisinden görmez ve kendisine mahsûs bilmez.
Belki kendisini görmez. Onun nazar-ı keĢfîsinde ne vücûdu, ne zâtı ve ne sıfatı
vardır. Kendisini mahvda mahv ve fenâda fânî bulur. Vücûd-ı hakîkîye nisbeten
mevcüdât-ı mecâziyyeyi adem addederler. Bu kısm fakîr [119] o fakîrdir ki lisân-ı
nübüvvet ve velâyette medhedilmiĢtir. Hakk Teâlâ bazı evliyâsını kıbâb-ı izzet
tahtında nazar-ı ağyârdan mestûr etmek isterse onların zâhirini bir gınâ-yı mâlî ve
vasf-ı istiğnâ ile örterek ehl-i zâhir onları sûreten mâ-sivâya râğıb ve hakka nâ-âĢinâ
görürler. Onların cemâl-i bâtınîsini ehl-i gaflet olan nâ-mahremin nazarında bu
sûretle setr ve pûĢîde eder. Bu hakîkat fakr ve zühd-i sûfiyyenin vasf-ı hâs ve lâzım-ı
hâlîdir.
MeĢâyıh-ı sûfiyyândan bazısının resm-i fakrî ihtiyâr etmelerinden murâdı
kendilerini kesretten muhâfazadır. Bu mânâda onların ihtiyârları Hakk Teâlâ’nın
ihtiyârına müstenittir.
ġerʽ-i Ģerîfte mezmûm olmayan her yola sülûk ederler. Bazıları onların zirâat
ve ticâretinde envâʽ-ı mekâsib ve hidmetlerinde hasr-ı ömr ederler. Bu hidmet
bâtınlarını pür-nûr eder. Bu hidmetten safâ-yı kalb ve terâkkî-i bâtınî, nevâfil ile nâil
oldukları makâmın fevkinde olduğunu müĢâhede ederler. Huddâmın her Ģeyde
nazarları Hakk Teâlâ’da olup halkı vâsıta ve râbıtâ-i iʽtâ-yı hakk bilirler. Bu
125

makâmın izzetinden Ģeyh ile hâdim müsâvî bulunurlar. Ancak hâdimin ameli amel-i
ebrâb ve Ģeyhin bâtını bâtın-ı mukârrabîn olduğuna ıttılâʽ hâsıl olmaz. Zirâ hâdimin
nazarı sevâpta, Ģeyhin murâdı ise mücerred kurb-ı ilâhîdedir.
Ġbâda gelince: Ġbâd-ı dâimî vezâif-i ibâdâta ve envâʽ-i nevâfil ve mesûbâta
muvâzebet ve mülâzemet edenlerdir. Muʽzam-ı maksatları sevâb-ı uhrevîye nâil
olmaktır. Dünyaya rağbet vâr iken sûret-i ibâdet [120] mümkindür. Bir Ģahıs envâ-ı
mekâsib ile meĢgûl olduğu halde ibâdet edebilir.
MüteĢebbîhler: Erbâb-ı vusûl ve ashâb-ı sülûkün müteĢebbihleri iki kısmdır:
birisi muhıkk, diğeri mubtıldir. Erbâb-ı vusûl yani sûfilerin müteĢebbih-i muhıkkına
mutasavvıfa derler ki sûfîlerin ahvâline tekellüfle muttaliʽ olup müĢtâk-ı vüsûl
olmuĢlardır. Taʽallukât-ı sıfâtın bakāyâsiyle maksûd ve maksûde buluğdan geri
kalmıĢlardır.
Sûfîlerin müteĢebbih-i mubtılı ise, zî sûfî ile tezeyyün etmiĢ ve sûret-i sûfî ile
olup onların akâid ve ahvâl ve aʽmâl-i bâtıniyyesinden ârî olanlardır. Ribka-i taati
boyunlarından çıkarıp halîu’l-ʽizâr yani yularsız ibâhat otlağında otlarlar. Ahkâm-ı
Ģerʽiyye ile mukayyed olmazlar. Nazarları zevâhire maksûrdur. Havâss-ı ümmetin
ahvâl-i bâtıniyyelerinden ârî ve gâfildirler.
Meczûblar: Yani vusûl ve muhâbbet-i Hakk’ta müstağrak kalıp dâvet-i halk
sâhiline çıkamayanların müteĢebbih-i muhıkkı ehl-i sülûkten öyle bir tâifedir ki:
onların seyri henüz menâzil-i sıfât-ı nüfûsun katʽında ve harâret-i talebin pertevinden
kalak ve ızdırâbtadır. Makâm-ı fenâda istiğrak ve temekkün ve tebâĢîr-i subh, keĢf-i
zât zuhur etmeden evvel gâh gâh bevârık-ı keĢften bir berk-i lâmiʽ onların keĢf-i
Ģuhûd nazarına lâih ve lâmiʽ olur. Ve fenânın mehebbinden ahyânen nefehât-ı vusûl
eserleri onların gönülleri meĢâmmına eriĢir. Nefislerinin zulümâtı o berkin lemeʽâtı
nûrunda muntavî ve mütevârî olur. [121] Ve o nefhânın hubûbiyle bâtınlarında taleb
ve ızdırâb ateĢinin âlâmından istirâhat ve ârâm hâsıl olur ve o berk münkâtıʽ olunca
nefhâ sükun bularak nefsin sıfatı zuhûr edip hararet taleb ve Ģevk ve kalak avdet
eder. Sâlik bu halde vücûd-ı beĢerînin sıfâtı melâlinden insilâh ve inhilâʽ ile vücûd
taʽyîninin kesretinden halâs ve kendisini bahr-i fenâda gark etmek ister ise de bu hâl
sâlikin makâmı olmadığından gâh gâh bu makâma vasıl ve nâzil ve onun batınî kasrı
olarak o makâma muttaliʽ ve müĢtâk olur. ĠĢte bnlara meczub denildiği gibi vâsılînin
müteĢebbih-i muhıkkı dahî denilir. Bahr-i fenâda istiğrâk aynı tevhidde istihlâk
126

davasında bulunmaz, bulunana vâsılînin müteĢebbih-i mubtılı denilir. Bu yolda söz


söylerler ise muradları mürtekib oldukları maʽâsî ve menâhiye bir özr-i meĢrûʽun
mukaddimesini temhîd ve bu suretle cemîʻ-i umûru irade-i hakka havâle edip
isyanlarına terettüb eden melâmetî defʽ etmek içindir. Bu tâifeye zenâdıka dahi
derler.
Sehl b. Abdullah Tüsterî demiĢler ki: “Benim fiilimin Hakk Sübhânehû ve
Teâlâ’nın irâdesine nisbeti kapı hareketinin muharrike nisbeti gibidir diyenlerin
hâlini istifsâr edenlere cevâben bu sözü söyleyen insan usûl-i Ģeriâte mürâʽat ve
ahkâm-ı ubûdiyyetin hudûdunu muhâfaza eder ise, sıddîklar cümlesine ve eğer
hudûd-ı Ģerʽiyyeye mürâʽatsiz ve muhâfazasında mubâlâtsız olup ahvâli Hakk
Sübhânehû ve Teâlâ’ya havâle etmekten murâdı ıskât-ı melâmet ve mülâzemet ise
zenâdıka cümlesine dâhildir.”
[122]
Âbidlerin müteĢebbih-i muhıkkı: Âbidlerin müteĢebbih-i muhıkkı evkâtını
müstağrak-ı ibâdet edip lâkin devâî-i tabîʽatın bakâyâsı ve tezkiye-i nefsin adem-i
kemâlî sebebiyle her zaman aʽmâlinde ve evrâd ve tâatinde feterât ve taʽvîkâttan hâlî
kalmayıp henüz ibâdetin lezzet ve halâvetinden hazz almamıĢ olduğu halde tekellüf
ile ona kıyâm edip teâbbüdde olanlardır.
Âbidlerin müteĢebbih-i mubtıli: Ġbâdet ve inkıyâd-ı ilâhîde nazarları kabul-ı
halka maksûr olup kalplerinde sevab, ahirete îkân ve iʽtibâr yoktur. Âğyârın muttaliʽ
olmadıklarına vâkıf olsalar ibâdete kıyâm etmezler. ‫اعاذ نااهلل تعالى من السمعة والرياء وىو حافظ‬

‫[ الباليا باهلل العصمةوالتوفيق وبيو ازمة التحقيق‬Ġyi isim yapmaktan ve riyâdan Allah Teâlâ’ya

sığınırız. Belâdan koruyan O’dur. Ġsmet ve tevfik O’ndandır. Hakîkât dizginleri


O’nun elindedir.]
TABAKÂT-I EVLĠYÂNIN ENVA’I
‫[ احب العباد الى اهلل االخفياء و االتقياء‬Kulların Allah’a en sevgilisi gizli ibâdet edenler

ile takvâ sahipleridir]174 hadîs-i Ģerîfinin mazharı olan ashâb sırr ve hafâya tabâkât-ı
muhtelifeye münkasımdır. ‫الطبقة اوالن طاءفة علت ىممهم وصفت قصودىم وصلح سلو كهم ولم يشر اليهم باال‬

174
Ebü'l-Fazl Celaleddin Abdurrahman b. Ebî Bekr Suyuti, Câmiü’l-Kebîr, Dârü'l-ĠĢrak, Beyrut, 1988,
I/975. (Bu hâdisin varlığı tarafımızca mûteber hâdis kitaplarında tesbit edilememiĢtir.)
127

‫ صابع اولءك ذخاءر اهلل تعالى حيث كانو‬Yani tabakâ-i ûlâ himmetleri âlî, kalbleri Hakk

Sübhânehû ve Teâlâ’nın gayrinden hâlî her Ģeyden âlâka-i hubbiyyeleri munkatıʽ


derecât-ı bâtıniyyenin terâkkîsine mâni olan avâikten hâlis olanlardır. Nâs onların
ahvâl-i mâneviyyelerine vâkıf olmadığı gibi tarîk-i sülûklerinin ne olduğunu da
bilmezler. Esmâ-i hüsnâ-i ilâhiyyenin [123] birisine mazhar olmuĢ o yolda terakkî
ederler. ‫[ اولياءى تحت قبابى ال يعر فهم غيرى‬Evliyâm benim örtülerimin altındadır. Onları

benden baĢkasıda bilmez.] Onların Ģânına bir remz ve iĢârettir.


Hakk Teâlâ bunların müteyemmin ve mübârek olan enfâs-ı aliyyeleri
sebebiyle belâyâyı defʽ eder.
Et-Tabakâtü’s-Saniyye: ‫طاءفة اشاروا عن منزل وىم فى غيره وداروا بامرىم وىم بغيره ونادوا على شان‬

‫وىم على غيره غيرة عليهم تسترىم وادب فيهم يصونهم وظرف يهذيم‬

Yani tabakâ-i sâniye mertebe-i âliyede temkîn ve istikâmet ehlidir. Ehass-ı


havâssdan oldukları halde makâmlarından tenezzül göstererek menâzil-i avâmda
görünürler. Ehl-i zâhir onları kendi emsâli olarak görürler. Efʽâl ve akvâl ve
ahvâlinin zâhirîsi avâmâ; bâtınîsi havâssa lâyık bir halde zuhûr ederler. Meselâ Hakk
Sübhânehû ve Teâlâ indinde menzilemiz yoktur derler. Avâm-ı nâs bu kelâmdan fart-
ı maʽâsî ve kesret-i taksîrâttan dolayı ine’l-lâh menzile sâhibi değilim demek
olduğunu fehmederler. Bunların ahvâline kesb-i vukûf etmiĢ olan ehl-i safvet bu
sözleri mazhar oldukları isimde fânî olup her menzil ve makâmda hurûc ile kurbü’l-
kurba vusûl ettik demek olduğunu anlarlar.
Onların gayret ve muhabbet sâikasıyla bâtınlarını fehm-i nâstan setr için
ulemâ-yı ehl-i zâhir gibi aʽmâli sevâb için îfâ ettiklerini göstererek esrâr-ı hakîkati
keĢf ve kendilerinin erbâb-ı mârifet ve ashâb-ı muhabbetten olduklarını ızhâr ve iddia
etmezler. ġatahât ve müteĢâbihât kabîlinden olan [124] kelâmları söylemezler.
Kemâl-i nezâhet ile zarîfü’l manzar, hafîfü’l-meclis ve lâtîfü’l-kelâm olurlar. Muhzır
ve muhbirleri maʽkûl ve makbûl olup tevâzû ve temkîn-i ahlâk ile mütehallık
bulunurlar.
128

Et-Tabakâtü’s-Selâse: ‫طاءفة اسر ىم الحق عنهم فاالح الءما اذىلهم عن ادراك ماىم فيو وىيمهم عن‬

‫شهود ماىم بو وضن بحالهم على عليهم معرفة ماىم ب و فاستتروا عنهم مع شواىد تشهدلهم بصحة مقامهم من قصد صادق‬

‫ىيجة وغيب حب حقيقي يخفى عليهم مبداء علمو و وجد غريب ال ينكشف لهم موقده وىذا من رقة مقامات اىل الوالية‬

Yani tabakâ-i selâse bir tâifedir ki Hakk Sübhânehû ve Teâlâ onların


bâtınlarını zât-ı bâhtıyla meĢgûl etmiĢ, bâtınları herkese, hatta kendilerine bile
muhtefî bırakılmıĢtır. Sübühât-ı vech-i ilâhîden onların bâtınlarına bir nûr tulûʽ edip
onları hayran ediyor. Makâm ve hâlin Ģuhûdunda dahî zuhûlde bulunurlar. Devâm-ı
müĢâhede-i cemâl-i ilâhîde hayrette ber-devâm kalırlar. Maʽa-hâzâ ulüvv-i makâm
sâhibleri olduklarına Ģâhid ve delilleri var olduğuna kâniʽdirler.
Bâtınlarında bir emr-i gâib vardır ki onları heyecân ve ızdırâba bırakmıĢtır.
Ne olduklarını ve nerede bulunduklarını bilmezler. Kalblerinde nâr-ı muhabbet îkâd
olunmuĢtur. O nârın ne olduğunu, mûkidin kim olduğunu bilmezler. Bu tabaka
mestûr olan erbâb-ı velâyetin erakk ve eltafıdır. Bu kısm evliyâya evliyâ-yı
müstehlikîn derler. ĠrĢâda me’mûr değildirler. ‫بيل‬ َّ ‫ْح َّق َو ُى َو يَ ْه ِدي‬
َ ‫الس‬ ُ ‫[ َوال ٰلّوُ يَ ُق‬Allah hakkı
َ ‫ول ال‬
söyler ve O doğru yola eriĢtirir.]175 Hakk Sübhânehû ve Teâlâ bütün burhânını ve
risâlet delilini kıyâm-ı kıyâmete kadar bâkî bırakmıĢtır. Evliyâ-yı evvel burhân ve
delîlin ızhârına sebeb ve vesîle [125] kılmıĢtır. Ġlâ âhiri’z-zamân âyât-ı hakkı ve sıdk-
ı hüccet-i muhammedîyi onlar ile ızhâr etmiĢtir. Tevâli-i inʽâmât ve ihsânât-ı ilâhiyye
onların himemât-ı bâtıniyyeleri berekâtıyle husûl buluyor. Bu her üç tabakanın
mikdâr-ı adedîsî her zamanda takrîben dört binden aĢağı olmaz. Ahvâl-i bâtıniyyeleri
herkesin nazarından meknûndur. Birbirlerini ve sûret-i hâllerini bilmezler. Ahvâl-i
bâtıniyyeleri kendi zâhirlerinden ve halâıkdan mestûr ve mahfî kalır. Ehl-i sünnetin
îtikâtından inhirâf etmezler. ġerîʽat-ı Ahmediyyeye muhâlefette bulunmazlar. Ahbâr
ve ehâdîs-i nebeviyyede bunlara dâir iĢâretler vardır. Evliyâ-yı kirâm bu ahvâli
nâtıkdır. Bu husûsu ehl-i keĢf ayânen bilmiĢlerdir.
Dergâh-ı hakkın makbûlleri ve umûr-ı mâneviyyede âmilleri ahyâr taʽbir
olunan üç yüz zâttır. Onlardan kırkına Abdâl denilmiĢtir. Yedisi de bûdelâdır. Dördü
evtâddır. Üçü nükebâdır. Biri kutb-ı ferddir. Bunlar birbirlerini bilirler. Kâffe-i
umûrda birbirlerinin iznine muhtâctırlar.

175
Ahzab Suresi 33/4.
129

Fütühât-ı Mekkîyye’nin yüz doksan sekizinci bâbında diyor ki: Hakk


Sübhânehû ve Teâlâ ekâlim-i sebʽadan her birisine has kullarından birisini güzîde ve
makbûl kılmıĢtır. O ıklîm o zâtın yemin ve bereketîyle muhâfaza buyurulmuĢtur.
Onlara Abdâl derler. Ben Mekke-i Mükerreme’de onlar ile cemʽ oldum, selâmlaĢtık,
mukâleme ve muhâtabada bulunduk. ‫[ فما رأيت احسن سنة منهم واكثر شغال منهم باهلل‬Gördüklerim

içerisinde simâları onlardan daha güzelini ve müĢguliyetleri daha fazla olanını


görmedim billah.]
ġeyh Ferûdiddin Attâr buyurmuĢtur: evliyâdan bir kavim vardır ki: [126]
onlara üveysî derler. Onları hazreti risâlet (s.a.v.) hicr ve inâyetinde vâsıtâ-ı
zâhiriyyesiz perveriĢ ve terbiye eder. Veys el-Karanî onlardandır. Bu mertebe âzîm
ve âlî bir pâyedir. Bu mertebeye vusûl ender vâkî oluyor. Abdülhâlık Bâhâüddîn ve
Ahmet Farukî onlardandır. Her çend ki pîr-i zâhir sâhipleri iseler de hakîkatte
üveysîdirler. ُ‫ض ُل اللَّ ِو يُ ْؤتِ ِيو َم ْن يَ َشاء‬ َ ِ‫[ َذل‬Bu Allah’ın fazlıdır, onu dilediğine verir]
ْ َ‫ك ف‬
176

bazıları kemâl-i etbâʽ-ı peygamberîden tasarruf-ı rûhânî ile terbiye olunurlar. Pîr-i
zâhir ittihâz etmeyen eimme-i dîn ve muktedâ-yı mü’minîn olan müfessirîn ve
muhaddisîn ve fukahâ ve müctehidîn ve sâhib-i tarîkât olan evliyâ-yı güzîn
onlardandır. ġeyh Bezr-i Küvâr Ebu’l-Kâsım Gürgânî ve Necmüddîn-i Kübrâ ve
Ebu’l-Hasan Harkânî halkasından Ebu Said Ebû’l-Hâyr onlardandır.
MürĢid-i erbâb-ı tarîkât, kâĢif-i esrâr-ı hakîkât, câmi’-i ulûm-i zâhire ve
bâtıne, eĢ-ġeyh Muhammed Pârisâ b. Mahmud el-Hâfız el-Buhârî Kitâb-ı Fâslü’l-
Hitâb’ında îrâd etmiĢtir ki ġeyh Alâüddevle es-Semnânî buyurmuĢlardır ki: “Bi-
tariki’l-keĢf âlem-i gaybda bir cemâati müĢâhede ile selâmlaĢtım. Onların hüsn-i
makâmlarından ve sıhhat-i hallerinden taaccüb ettim. Nisbetlerinden sordum.
Nisbetimiz sûfiyyedir, tabâkâtımız yedidir. Tabaka-i tâlibîn, tabaka-i mürîdîn,
tabaka-i sâlikîn, tabaka-i sâilîn, tabaka-i sâriîn, tabaka-i vâsılîn, tabaka-i aktâbdır
dediler. Her zamanda o zamana mahsûs bir kutb vardır. Onun kalbi Muhammed
(s.a.v.) üzeredir.
Ekâbir-i nakĢibendiyyenin beyânât-ı hakîkiyyesine göre kutb iki kısmdır.
[127] bir kısmı kutbu’l-irĢâddır ki, feyyâz-ı hakîkinin irĢâd-ı hidâyete âid ifâzâsına
vâsıta olandır. Âlem-i Ġslâmiyetin bakāsıyla mevcûd ve vâriddir. Ve diğeri kutb-ı

176
Maide Suresi 5/54.
130

medârdır. Vücûd ve bakāya taʽalluk eden ifâzâya vâsıta olup âlemin bakāsıyla
mevcûddur. Kutbü’l-irĢâd baʽde’l-vefât vâzîfe-i irĢâdda kâim olması mümkin ve
vâkîdir. Binâenaleyh kurûn-ı mütetâvilede bir zuhûr eder. Kutb-ı medârın her
zamanda ber-hayât olması lâzımdır. Kutb-ı irĢâddan istifâza üç nev’i iledir: birincisi;
sâlikin hâline müteveccih olup bâtınına ifâde-i nûr-ı rüsd ve hidâyet etmesidir.
Sâlikin onu bilip teveccühüne vukûfu lazım değildir. Ġkincisi sâlikin ona müteveccih
olarak istifâza-i nûr-ı rüĢd ve hidâyet eylemesidir ki bunda da kutbun Ģahsını bilmek
lazım değildir. Üçüncüsü tekrâr ve kesret-i ismullah ile kalbi meĢgûl edip, âlemi
bihasebi’l-bâtın istilâ eden bahr-ı feyz-i ilâhî menbaı olan, kutb-ı irĢâdın kalbinden
muhabbet-i ihlâs mikdârınca teraĢĢuh ile hâsıl olmaktadır ki, bunda dahî sâlikin ve
kutbun birbirlerine vukûf ve ıttılâʽları lâzım değildir.
‫األبدال في ىذه األمة ثالثون مثل إبراىيم خليل الرحمن عز و جل كلما مات رجل أبدل اهلل تبارك وتعالى مكانو رجال‬

[Peygamber (s.a.v.) Ģöyle buyurmuĢtur: “Bu ümmetin abdalları otuz kiĢidir. Onların
kalpleri Ġbrahim (a.s.)’ın kalbi üzerinedir. Onlardan biri ölürse, Allah Teâlâ onun
yerine baĢka birini geçirir.]177 Abdâlın adedi kırk ricâl ve kırk nisâdan ibâret olup,
ġâm’da oldukları rivâyet edilmiĢtir. Ricâlin otuzunun kalbi Halîl’in [Ġbrahim(a.s.)]
kalbi üzere olup, nisâdan olan kırk adediyle ricâlin bakiyyesi olan on adedinin
kalbleri enbiyâ-yı sâire (a.s.) kalbleri [128] üzerinde olmasıyla tevcih edilmiĢtir.
Meârif-i ilâhiyyede mütekallib olurlar. Zirâ vâridât-ı ulûm-ı ilâhiyye kalblerine fâiz
olduktan sonra, onların kalbleri üzerinde olan evlayânın kalblerine feyezân eder.
Onlardan münâsebetleri ziyâde olan sâlikîne vâsıl olur.
Abdâl tesmiyelerindeki vech-i münâsebet, birisinin vefâtıyla mâʽdûnunda
bulunan evliyâdan birinin veyahut irâde-i ezeliyye-i ilâhiyyenin taʽalluk ettiği insanın
onun makâmına isʻâd edilmesidir. Hâkim-i Tirmizi rivâyet eder ki: Küre-i arz
nübüvvetin inkitâʽından dolayı Hakk Celle ve Alâ’ya Ģekvâ ve tazarruʽ makâmında
bulundu. Cevâben ‫[ سوف اجلل على ظهرك اربعين صديقا كلما مات منهم رجل ابداهلل مكانو رجال‬Sırtında kırk

sıddîk bulunduracağım. Onlardan biri ölürse, yerine yeni birisini bedel ederim]
fermân-ı ilâhiyyesini telâkkî etti. Ebu’l-Abbas Mürsî der ki: Üstâdım Ebu’l-Hasan
ġâzelî’nin karĢısında oturuyordum. Bir cemaat içeriye girdi. Buyurdular ki; bunlar
abdâldırlar. Bende bunların abdâl olmadıklarını biliyordum. Bu kelâma karĢı taaccub

177
Ahmed b. Hanbel, V, 322.
131

ettim. Bunlar seyyiâtı hasenâta tebdîl buyurulmuĢ olan evliyâdır diye söyledi. Demek
oluyor ki abdâl iki kısmdır. Bu iki kısmın alâmeti oldur ki, bu makâma terakkî
edenler abdâllığa terakkî ettikten sonra evlâd doğurmazlar. Mâkâm-ı âlî-i kutbiyyete
terakkî eden Abdâlın evlâd doğurması mümkindür. Makâm-ı kutbiyyetde olanların
evlâdı, ezvâcı, ensâlî, emvâlî ve emlâkı bulunur. Nâs onlara hased eder. Onları inkâr
eder ve zahmet verirler. Zira bunlar ekmel-i verese-i enbiyâdandırlar. ‫ما أوذي نبي مثل ما‬

‫[ أوذيت‬Hiçbir peygamber benim kadar eziyet çekmedi]178 hadîs-i sahîhinin sırrına

mazharlardır. Bu tâife-i Ģerîfe enbiyâ-yı izâmın halkı Hakk’a dâvet [129] etmekte
halîfeleridir. Bunları kemâl-i mârifetle kimse bilmez ve bunların her biri sıfât-ı
beĢeriyyenin kıbâbı altında nâ-mahrem olan avâmın nazar-ı ilmîsinden mestûrdurlar.
Mürîd hakîkati onların bâtınından istifâzaları miktârınca tanıyabilirler.
Abdullah b. Mes’ûd (r.a.) rivâyet eder: hadîs-i nebevî bize haber vermiĢtir ki,
‫ان هلل فى االرض ثالثمائة قلوبهم على قلب آدم ولو اربعون قلوبهم على قلب موسى ولو سبعة قلوبهم على قلب ابراىيم ولو‬

‫خمسة قلوبهم على قلب جبريل ولو ثالثة قلوبهم على قلب ميكائيل ولو واحد قلبو على قلب اسرافيل فاذا مات الواحد ابدل‬

‫اهلل مكانو من الثالثة واذا مات من الثالثة ابدل اهلل مكانو من الخمسة واذا مات من الخمسة ابدل اهلل مكانو من السبعة واذا‬

‫مات من السبعة ابدل اهلل مكانو من االربعين واذا مات من االربعين ابدل اهلل مكانو من الثالثمائة ابدل اهلل مكانو من العامة يدفع‬

‫[ اهلل بهم البالء عن ىذه االمة‬Allah Teâlâ’nın üç yüz kulu vardır. Kalbleri Adem (a.s.)’ın kalbi

üzeredir. Kırk kulu vardır, kalbleri Musâ (a.s.)’ın kalbi üzeredir. Yedi kulu vardır,
kalbleri Ġbrâhim (a.s.)’ın kalbi üzeredir. BeĢ kulu vardır, kalbleri Cebrâil (a.s.)’ın
kalbi üzeredir. Üç kulu vardır, kalbleri Ġbrâhim (a.s.)’ın kalbi üzeredir. Bir kulu
vardır ki, kalbi Ġsrâfil (a.s.)’ın kalbi üzeredir. Bunlardan biri ölse Allah Diğerlerinden
onun yerine bir bedel verir. Allah onlar sayesinde bu ümmetten belâyı kaldırmıĢtır.]
Enbiyâ (a.s.) zamanlarında mansıb-ı kayyûmiyyet ruhâniyyet-i alîyyelerine tefvîz
buyurulmuĢ idi. Bu kutbiyyetten murâd kutb-ı irĢâd olmalıdır ki zamân-ı saʽâdette
kutbiyyet-i medâriyye mertebe-i aliyyesi Üveys-i Karnî’nin amcası bulunan Ussâm-ı
Karnî taalluk etmiĢ idi. Ashâb-ı Kirâmdan Huzeyfe el-Yemânî sâhib-i sırr-ı râsûlillah
idi. Bu ricâlin Resûlullah (s.a.v.)’e olan maʽruzâtını huzura îsâl ve telâkkî eylediği
fermân-ı peygamberîyi onlara iblâğ ederdi. Ondan gayri bu hâle muttaliʽ kimse yok

178
Bu hâdisin varlığı tarafımızca mûteber hâdis kitaplarında tesbit edilememiĢtir.
132

idi. Sâhîbü’s-sırr ile müĢtehir idi. Bunlar huzur-ı peygamberîye hâzır olurlar. Onunla
namaz kılarlar idi. Ondan istifâde-i Ģerʽ ve istifâza-i nûr ederlerdi. ‫انى الجدريح الرحمان من‬

‫[ قبل اليمن‬Yemen tarafından Rahman’ın kokusunu alıyorum] kelâm-ı saʽâdet-encâmı

Ussâm-ı Karnî’ye aid olduğuna kâil olanlar da vardır. [130] Zamân-ı saâdetten
iʽtibâren hicriyyenin üç yüz onuna kadar aktâbın on dokuz adede bâliğ olduklarını
ehl-i keĢf rivâyet etmiĢlerdir.
Bu aktâbın beĢeriyetteki ahvâli bizim ahvâlimiz gibidir. Avâmdan hiçbir farkı
yoktur. Avâmdan murâd o mansıb-ı âlîye suʽûd etmezden mukaddem ki ahvâl ve
evzâʽ sâhibidir. Herkes gibi yerler, içerler, teehhül ederler, ticâret ve sanat ve ziraat
hizmetiyle muĢgul olurlar. Kısm-ı küllîsi tedrîs ile iĢtiğâl ederler. Evlâda, emlâka,
mâlik olurlar. Abdâl tabakasında bulunan evliyâ evlâd ve ezvâcdan hâlî kalırlar. Yâni
muâmele-i zevciyyetde bulunmazlar. Sünnet-i seniyyeye kemâliyle riâyet ederler.
Hilâfü’l-evlâdan dahî ictinâb ederler. Kısm-ı küllîsinin kabirleri yeryüzünden
mürtefiʽ değildir. Binâ-yı irtifâʽlarından alâmetleri yoktur. Yâni kubûrı ekseriyâ
herkese maʽlum değildir. Birbirlerinin kabirlerini ziyâret edenler de vardır. Beyʽ ve
Ģirâda bulunurlar, sokak ve pazarda gezeler. Me’kûlât ve meĢrubât ve edviye ve sâir
levâzımı hânelerine götürmekten ictinâb ve iʽtizâr etmezler. Hastaları iyâdete
giderler. Muâvenet-i bedeniyyede bulunurlar. Cenâzelerde hazır olurlar. Kimseden
istiğnâ etmezler. Çokca hasta olurlar. Edviye istiʽmâl eder ve hamamlara giderler.
Mâkâm-ı kutbiyyete terakki edenler Hızır ile mülâkî olurlar. Hızır ve Ġlyas’ın
hayatları beyne’l-islâm öteden beri meĢhûrdur. Bazı müfessirîn, muhaddisin, fukahâ
ve sûfiyye-i kirâmın kısm-ı küllîsi hayatlarına kâniʽdirler. Bunlarla mülâkî olanların
aded ve hesâbı yoktur. Havâss-ı evlayânın kâffesi ve avâm-ı evlayânın kısm-ı küllîsi
ve avâm-ı mü’minînin bâzısı mülâkî [131] olmuĢlardır. Hîn-i mülâkâtlarında
bilmedikleri halde keĢf ile Hızır ve Ġlyâs olduklarını bilenler dahî çoktur.
Ebu Bekr NakkâĢ tefsîrinde Ali Rızâ ibn Musâ el-Kâzım’dan ve Muhammed
b. Ġsmâil en-Neccârî’den nakleder ki: ‫[ ان الحضر مات‬Muhakkak ki Hızır ölmüĢtür] ve

Buhârî’ye Hızır’ın hayatı suâl olundukda ‫ان على رأس مأة اليبقى على وجو االرض ممن ىو عليها احد‬

[Yüzyılın baĢında yeryüzünde o asırda olanlardan kimse kalmaz] hadisiyle istidlâlen


hayatını inkâr etmiĢdir.
133

ĠĢbu hadis-i Ģerif Ġbn Amr’dan mervi ve Buhârî Sahîhinde tahrîc ve îrâd
buyurulmuĢdur ki Hızır’ın mevtine kâil ve hayatını inkâr edenlere umdedir.
Ebu’l-Hasen ibnü’l-Münâvî Hızır’ın tercümesinde cemʽ eylediği kitapta Ġbrahim
el-Harbî’den nakleder ki: ‫[ ان الحضر مات‬Muhakkak ki Hızır ölmüĢtür.]

ġeyh Ahmet Farûkî Serhendî mükâĢefeleri zamanında Hızır ve Ġlyâs ile


mülâkât ettikde her iki azîzin her biri buyurmuĢlardır ki: “Bizler âlem-i ervâhdanız
ve ecsâdın iĢleri bizim ervâhımızdan ikdâr-ı hüdâvend Celle Sultânühû ile hâsıl olur
ve kutb-ı medârın mühimmâtı bize rucuʽ eder” dedikleri, hayatda olduklarını isbâta
kâfîdir.
MüĢâhede-i ervâh gâh suver-i misâliyye kisvesinde olur. Zira her Ģeyin âlem-i
misâlde bir sûreti kâindir. Hatta meʽânînin dahî ol makâmda sûretleri vardır, onunla
münkeĢif olur. Bu müĢâhede vehm ve hayalden bîrûndur.
Âlem-i misâl, âlem-i Ģahâdet gibi mevcûdatdandır. Ervâh bazen mütecessid
olup, suver gibi zâhir olurlar. Bazen ruhu müĢâhede eylemek [132] suverin tavassutu
olmaksızın telâkki-i ruhânî kabîlinden kâbil olur. Bu da tâife-i sûfiyyenin ekâbirine
kesîrü’l-vukûʽdur. Nutk, ru’yet ve sema’-ı esvâttan fehm olduğu sâbittir.
EL-KAVL FĠ’T-TEVHÎD VE MERÂTĠBĠHÎ VE ERBÂBĠHÂ
Avârifü’l-Meârif’in evvelki bâbının ikinci kısmında diyor ki: “Tevhidin dört
mertebesinden birincisi tevhîd-i imâni. Ġkincisi tevhîd-i ilmî, üçüncüsü tevhîd-i hâlî,
dördüncüsü tevhîd-i ilâhîdir.
Tevhid-i Ġmânî: Zât-ı akdes-i ilâhînin teferrüdüne ve maʽbûdiyette
istihkâkına âyât ve ahbârın emr ve iĢâretleri vecihle kalben tasdîk ve lisânen ikrâr
etmekten ibârettir. Bu tevhîd muhbir-i sâdıkı tasdîk etmekliğin neticesidir ve ilm-i
zâhirden müstefâddır. Bu tevhîd ile Ģirk-i celîden halâs ve islâm silkinde münharit
olmak kâidesi hâsıl olur. Mutasavvıfa îmânın zarûrî olması hasebiyle âmme-i
mü’minîn bu tevhîdde müĢâriklerdir. Tevhidin merâtib-i sâiresinde münferid ve
mahsûslardır.
Tevhîd-i Ġlmî: Bâtın-ı ilimden müstefâddır. Ona ilm-i yakîn derler. O
mertebe sâlik-i tarîk tasavvufun bidâyetinde alâ-vechi’l-yakîn bilir ki, mevcûd-ı
hakîkî ve müessir-i mutlak Hüdâvend-i Âlem Celle ġânühû’dan mâʽadâ yoktur. Zât
ve sıfât ve efʽâlin cümlesini zât ve sıfât ve efʽâlinde fânî ve mütelâĢî bilir. Her bir
134

zâtı zât-ı mutlakın nûr-ı vücûdunun pertevinden zuhûr ve pirûze gelmiĢ bulur. Herbir
sıfatı sıfat-ı mutlakın nûrundan bir pertev fehm [133] eder. Her ne de ilm ve kudret,
irâdet, semiʽ, basar bulsa, ilim ve kudret ve irâdet ve semiʽ ve basar-ı ilâhînin
asârından bir eser olduğunu anlar alâ-hâze’l-kıyâs.
Tevhîdin bu mertebesi mutasavvıfa ve ehl-i sülûkün merâtib-i tevhidinin
evâilinde husûl bulur. Bu tevhidin mukaddimesi tevhid-i avâmın âhiriyle merbûtdur.
Bu mertebeye müĢâbih bir mertebe vardır ki, ilm-i sülûkde kûteh nazarlar tevhîd-i
ilmî sanarlar. Halbuki buna tevhid-i resmî ıtlâk olunur. Derece-i iʽtibârdan sâkıttır.
MenĢe’-i husûlü zekâ ve fetânetten, kütüb-i felâsifeyi mütalaʽâ ile teveğğul ve
mecâlis-i sûfiyyede tevhide müteʽallık kelimât-ı istimâʽ eylemekle maʽnâ-yı
tevhîdden bir sûretin zihinde mürtesim olub bahs ve münâzara esnâsında gâh gâh
tevhîdin hâlinden bir eser yok iken kendisini bu hâl ile muttasıf göstererek tevhîdden
çok söz söyler.
Tevhîd-i ilmînin tevhîd-i hâlî ile birlikte zuhûru bir miktar imtizâcdan hâlî
olmayan sâlikte bulunur. ‫ب بِ َها ال ُْم َق َّربُو َن‬ ٍ ‫اجوُ ِم ْن تَ ْس‬
ُ ‫نيم َع ْي نًا يَ ْش َر‬
ِ
ُ ‫[ َوم َز‬Muhtevâsı Tesnîmdendir. O
Tesnim Allah’a yakın olanların içecekleri bir pınardır]179 âyet-i kerîmesi bu
mümtezic Ģarâb-ı tevhidin vasfıdır. Bu tevhid sâhibi ekseriyâ zevk-i rûhi duyuyor.
Sürûr ve hubûr içinde kalıyor. Hâlin imtizâcı vâsıtasıyla rusûm ve âdât-ı tabîʽiyye
zulmetlerinin bazısı mürtefiʽ oluyor. Bazen efʽâl-i ilâhînin râbıtaları olan esbâbın
ortadan nazar-ı keĢfî ile mürtefi’ olduğunu görür, bazen zulmet-i vücûd sebebiyle
âleminin muktezâsı olan esbâba nazar-ı keĢfî bâkî kalır. Binâenaleyh Ģirk-i hâfî
râyihasından bi’l-küllîyye hâlî kalmaz.
[134]
Tevhîd-i Hâlî: Tevhid-i hâlî sâlik-i muvahhidin zâtına vasf-ı lâzım-ı rusûm
ve adât-ı tabîʽiyye zulumâtının cümlesi nûr-ı tevhîdin iĢrâkında telâĢî ve izmihlâl
bulur. Muktezâ-yı beĢeriyyetten olan cüzî bir bakiyye bazen zuhûr-ı nûr-ı âftâb-ı
kevâkibin envârında münderic olur. ‫فلما استبان الصبح أدرج ضوؤه بالسفاده اضواء انوار الكواكب‬

[Ġnsanlık icâbı olan az bir kalıntı, güneĢin ıĢıkları zuhur edince yıldızların
kaybolması gibidir.]

179
Mutaffifîn Suresi 83/27-28.
135

Bu makâmda sâlik-i muvahhidin vücûdu cemâl-i vücûd-ı vâhidin


müĢâhedesinde öyle müstağrak olur ki, vâhid-i hakîkînin zât ve sıfâtından gayrisi
onun Ģuhûdunda gürünmez. Bu tevhidi dahî o vâhidin sıfâtından görür. Kendi
sıfatından görmez ve bu rü’yeti dahi onun sıfatından görür. Kendi bu târîk ile katre
vâr-ı emvâc bahr-i tevhidin telâtumu arasına düĢer ve gark-ı bahr-i cemʽ olur. Cemʽ
tasavvufun ıstılâhındandır. Makâmında zikr edilecektir.
Seyyidü’t-tâife Cüneyd (k.s.) demiĢtir. ‫التوحيد معنى يضمحل فيو الرسوم ويندرج فيو العلوم‬

‫[ وليكون اهلل تعالى كمالم يزل‬Tevhîd bir mânâdır ki, onda rusûm ve âdetler yok olur. Bütün

ilimler ona münderic olur.] Tevhîd-i ilmînin menĢei murakabe olduğu gibi tevhîd-i
hâlînin menĢei nûr-ı müĢâhededir. Bu tevhîdde rusûm-ı beĢeriyyet ekseriyâ mantıkî
olur. Tevhîd-i ilmîde rusûmun kısm-ı kesîri tevhîd-i hâlîde rusûmun cüzîsi bâkî
kaldığına sebeb sâlik-i muvahhidden tertîb-i efʽâl ve tehzîb-i suduru mümkin ve kâbil
olmasıdır. Bu cihetle muvahhidin hayatı hâlinde tevhîdin husûlü [135] hakkında ke-
mâ yenbagî çalıĢılamaz. Ebu Ali Dekkâk (k.s.) demiĢtir: ‫التوحيد عزيم ال يقضى دينو وغزيب‬

‫[ اليؤدى حقو‬Tevhid; borcu ödenemeyen alacaklı, hakkı edâ edilemeyen garibtir.]

Âsâr-ı rusûm vücûdları mütelâĢî olan sâlik-i muvâhhidin hulâsa-i hâli


hayatlarında tevhîd-i sırfın hakîkatinden bir eser ahyânen berk-i hâtif gibi bir lemh
lemeʽân eder. Fi’l-hâl müstetir olur. Âsâr ve rusûm vücûd-ı beĢeriyye bâkiyyeleri
yine o anda avdet eder. O lemeʽân hâlinde Ģirk-i hafî bakâyâsı bi’l-külliyye mürtefiʽ
olur. Tevhîd-i hâlîde bu mertebenin verâsında insana bir mertebe mümkin değildir.
Tevhîd-i Ġlâhî: Tevhîd-i ilâhî Hakk Sübhânehû ve Teâlâ ezel-i âzâlde fî
nefsihî âharın tevhîdiyle değil vasf-ı vahdâniyyetle ve nâʽt-ı ferdiyyetle mevsûf idi.
‫[ كان اهلل ولم يكن معو شيء‬Allah var idi ve onunla birlikte kimse yoktu] ve ‫[ االن كما كان‬ġimdi

de hep olduğu gibidir] ve tâ-ebeti’l-âbâd bu vasıf üzerine olacaktır. ‫ك اَِّال َو ْج َه ُو‬


ٌ ِ‫ُك ُّل َش ْي ٍء َىال‬

[Onun zâtından baĢka herĢey yok olacaktır]180 Hâlik kelimesi ism-i fâil olarak
zikrinden murâd-ı cemîʻ-i eĢyânın vücûdu onun vücûdunda bu gûn hâlikdir. Bu hâlin
müĢâhedesini ferdâye havâle etmek gâfiller ve mahcûblar hakkındadır. Ve illâ erbâb-

180
Kasas Suresi 28/88.
136

ı basâir ve ashâb-ı müĢâhedât ki zaman ve mekân mazîkından halâs bulmuĢlardır. Bu


vaʽde-i müĢâhede onların hakkında ayn-ı nakd olmuĢtur.
‫[ دنيايى ترا آخرت كردا نيديم‬Senin dünyanı ahiret eyledik] bu hâle iĢârettir. Bu tevhîd-

i ilâhî bir tevhîddir ki, vasf-ı noksandan berîdir. Tevhîd-i halâık noksân-ı vücûdları
[136] hasebiyle nâkıstır. ġeyhülislâm (k.s.) Menâzilü’s-Sâirîn adlı kitabında bu iki
beyit ile hatm-i makâl eylemiĢtir.

‫اذ كل من وحده جامد‬ ‫ماوحد الواحد من واحد‬

‫عارية ابطلها الواحد‬ ‫توحيد من ينطق عن نعتو‬

[Hiç kimse vâhidi tevhîd edemez


Zira tevhid eden herkes câmiddir.
Onu tevhid ile vasfe kalkıĢan,
Ne söylese yetmez, çünkü nâkıstır.]
Hüseyin Yezdî Kitâb-ı Fevâtih’in Fâtiha-i sâniyyesinde demiĢtir ki: iĢâret ve
ibâretten muârra ve kuyûd ve iʽtibârâttan müberrâ olan zât-ı baht ve gayb hüviyyetin
idrâki muhâldir. ‫[ َوَال يُحيطُو َن بِو ِعل ًْما‬Onu hiçbir ilim ihâta edemez]181 muttasıf olduğu

rahmet ve re’fet vâsıtasıyla câzibini kendi zâtında teemmül eylemekten menʽ


eylemiĢtir. Tâki vakitlerini bu muhâl olan Ģeye sarf etmeyeler. Hâfız ġirâzî der ki:

‫کانجا ىميشو يادبدست است دامرا‬ ‫عنقاشکار کس نشود دام باز چين‬

[Ankâ kuĢu avlanmaz, tuzağını topla,


Ki orada havadır giren tuzağa.]
Seyyidü’l-BeĢer (s.a.v.) buyurur ki: ‫[ ماعرفناك حق معرفتك‬Seni hakkıyla

tanıyamadık] 182 ve yine buyurmuĢlardır ki: ‫ان اهلل احجبت عن العقول كما احجبت عن االبصار و ان‬

‫[ المالء اال على يطلبونو كما يطلبون انتم‬Allah Teâlâ gözlerden saklı olduğu gibi, akıllardan da

perdelidir. Mele-i âlâ da onu, sizin talep ettiğiniz gibi talep eder.]

181
Taha Suresi 20/110.
182
Ġsmâil Hakkı Bursevî, Rûhü’l-Beyân, ter. Ömer Faruk Hilmi, Osmanlı Yayınevi, Ġstanbul, III/60.
(Bu hâdisin varlığı tarafımızca mûteber hâdis kitaplarında tesbit edilememiĢtir.)
137

Hafız der ki:


‫ىر كس بر حسبى فهم وكمان دارد‬ ‫درره عشق نشت كس بيقين محرم راز‬

[AĢk yolunda hiç kimse olmaz tam mahrem-i sır


Herkes fehmi ve zannı kadar bir Ģeyler alır.]
Ġbn Abbas (r.a.) demiĢtir ki: “Sahabe-i kirâmdan bir cemaat, zât hakkında
fikirde bulundular. Seyyidü’l-Mürselîn (s.a.v.) buyurdular: ‫تفكروا فى خلق اهلل وال تفكروا فى‬

‫[ ذات اهلل فانكم لم تقدروا قدره‬Allah Teâlâ’nın yarattıklarını düĢünün, zâtını düĢünmeyin.

Çünkü bu sizi aĢar.]183


[137]
Hafız buyurur:
‫مكر بخواب بو بينم خيال منظره دىوست‬ ‫من كداو نجأي وصل اوىيهات‬

[Ben zavallı nerede onu vasl etmek nerede,


Dostun hayalini bile rûyâda görüyorum.]
Firavun Zât-ı Hakkın künhünden ‫[ رب العالمينوما‬Âlemlerin Rabbi dediğin

nedir?] diye suâl ettikde Musâ (a.s.) Zât-ı Hakkın künhünü bilmek muhal olduğunu
iĢʽâr ve Hakk Teâlâ’nın sıfâtlarının beyânıyla cevap vererek, Firavun Musâ’nın
cevaba muktedir olmamasını îmâen kavmine olan hitâbesinde Musâ (a.s.)’ı cünûna
nisbet etti. Musâ (a.s.) gayet vâzıh ve rûĢen bir sûretle Cenâb-ı Hakk’ı vasıflarıyla
beyân ederek Firavun’un cünûnuna imâen ve cevâben: ‫[ ان كنتم تعقلون‬ġayet akıl sâhibi

iseniz…” ile hatm eyledi.


‫يادلياللمن تحير فيكا‬ ‫قد تحيرت فيك خذبيدى‬

[Hakkında ĢaĢıranların delili yine sensin


Ben senin ĢaĢkınınım sen tut aciz elim.]
‫شدفهم صفات او كمال من وتو‬ ‫ذاتى كو نكنجد بخيالى من وتو‬

‫ترسم کو بسوزد پر وبالی من وتو‬ ‫اى دل چو ىميبکرد کنهيزکردی‬

[Bilirsin senin benim hayâlimize sığmaz o

183
Ebu Hamid Huccetülislam Muhammed b. Muhammed Gazzali, İhyâ-i Ulûmu’d-Dîn, ter. Ali
Arslan, Yaylacık Matbaası, Ġstanbul, 1972, c. IV, s. 435. (Bu hâdisin varlığı tarafımızca mûteber hâdis
kitaplarında tesbit edilememiĢtir.)
138

Sıfatlarını bilmek sana bana kemâldir.


Ey gönül sen bu zâtın etrafında dönersin
Beni ve seni yakar korkarım bu ne haldir.]
Ġbni Fâriz buyurur ki:
‫فواحيرنا ان لم يكن فيك حيرتى‬ ‫وما اخترت حتى اخترت حبك موىبا‬

[Senin sevgini ancak ihsânınla seçebilirim


Sana hayran olmazsam, hayranlık dugumda yok olsun.]
Ama Hakk’ı idrâk etmek mahâll-i mümkinâtta, yani mevcûdât âyinelerinde
nûrunun zuhûru iʽtibâriyle mümkindir. Bu dahî iki kısmdır: biri onun idrâkidir. Lâkin
idrâk olunan zât Hakk olduğundan gâfil olmak ile ola. Bu idrâkde âmme-i nâs
müĢterektir.
Emîrü’l-Mü’minîn Ali b. Ebî Tâlib kerremallahü vecheh buyurmuĢtur: [138]
‫ ان اهلل تعالى يتجلى لعباده من غيران رأه واراىم نفسو من غيران يتجلى لهم‬Yani Hakk Sübhânehû ve Teâlâ

ibâdına tecellî eder. Ġbâdı onu görmeksizin yani tecellî etmeksizin dahî ibâdına
nefsini bildirir.
Birisi dahi onun zâtını Ģuûr-ı tâm ile idrâkdir. Bu da havâssa belki ehass-ı
havâssa mahsûs bir haldir. Hazreti Kerrâr-ı Haydâr buyurur: ‫رأيتو معرفتو فعبدتو لم اعبد ربالم اره‬

Yani ben Rabbimi gördüm, onu bildim, bildimde ona ibâdet ettim. Ben görmediğim,
bilmediğim perverd-gâra ibâdet etmem.
ġeyh-i Ekber Füsûsü’l-Hikem’in fasl-ı tevhîdinde der ki: ‫ان للحق فى كل خلق ظهورا‬

‫ خاصا فهو الظاىر في كل مفهوم وىو الباطن عن كل فهم‬Yani Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’nın cemîʽ-i

mahlûkâtta zuhûr-ı hâssı vardır. Binâenaleyh Hakk Sübhânehû ve Teâlâ her


mefhûmda zâhir ve mütecellîdir ve müdrikdir. Min-haysü’t-tecelli ve her fehmden
bâtın ve muhtefîdir. Zirâ Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’nın cemîʽ-i tecelliyyâtı
mazâhirinde fehm-i beĢerî derkden âcizdir.
‫آن حسن كو جلوه مكندىر نفس اوصاف كمال اونهانست بس‬

‫صد فتنو شود كريكويم بكس‬ ‫وبن طره كو آنجو ميشود ىم ظاىر‬

[O güzel ki, her nefeste tecellî eder


Onun kemâl sıfatları çok gizlidir.
139

Bu simâ bana zâhir olmuĢtur


Bir kiĢiye söylesem bin fitne koparır.]
Mütekellimûn mârifet-i zât-ı ilâhî mümkindir derler. Ġmâm Gazâlî,
Ġmâmü’l-Haremeyn ve hükemâ mârifet-i zâtın istihâlesinde sûfiyyeye muvâfıktırlar.
Ebû Alâ demiĢtir:
‫ماعر فنا حق معرفتك اعتضام الورى بمعرفتك‬

‫عجز الواصفون عن صفاتك تم علينا فاننا بشر‬

[139]
Hakk Celle ve Alâ’yı ne sûretle tasavvur eder isek ol sûret-i tasavvur hicâb
olur.
‫البتو بصورتى در آيد‬ ‫زاروكو بعقل چون در آيد‬

‫پس ىرجو مبکنی خيالش باشد زمظاىر جمالش‬

[Bir sebeble akla gelirse bir Ģey


Elbette bir Ģekilde zuhûr eder.
O halde sen neyi hayâl edersen
Onun cemâli hayâlin olur.]
Hakk Teâlâ’nın zâtını tasavvur gâye-i hafâda ise de, vücûdunun tasdîki gaye-i
ِ ‫الس ٰمو‬ ِ ّّ ‫[ اَفِي ال ٰلّ ِو َش‬Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında Ģüphe
ِ ‫ات َو ْاالَ ْر‬
zuhurdadır. ‫ض‬ َ َّ ‫ك فَاط ِر‬
mi var?]184 Bazı muhakkıkîn ol tasdîkin bedâhetine kâil olmuĢlardır. Cüneyd
(k.s.)’dan suâl edildi. ‫ ما الدليل على اثبات الصانع‬yani Sâniʽin isbâtına delil ve burhânın

nedir? Buyurdular ki: ‫ اغنى الصباح عن المصباح‬yani sabahın ferâğa ihtiyacı yoktur. Zâhir

budur ki Zât-ı Hakk Celle ve Âlâ’nın kemâl-i zuhûri hafâsına sebeb olmuĢtur. ‫الشيء اذا‬

‫ جاوز حده انعكس الى ضده‬yani bir Ģey haddinden tecâvüz ederse, zıddına münakis olur.

‫آن ياركو غير اومرايارى نيست وزكلشنى وصل او مراخارى نيست‬

‫درىستىء ذات او خفاى نيست‬ ‫كركنو حقيقتش خفايى دارد‬

[O yâr ki, benim ondan gayri yârim yoktur,


Ona vasıl gülĢenimden baĢka dikenim yoktur.

184
Ġbrahim Suresi 14/10.
140

Hakîkati künhünde gizlilik olsa bile,


Zâtının varlığından hiçbir gizlilik yoktur.]
Sûfiyye (k.s.) demiĢlerdir ki, zât-ı mââdûm adem-i mahz ve nefy-i sarfdan
menzil-i Ģuhûda ve mevtın-ı vücûda aslâ varamaz. ġöyle ki, mâ’dûm-ı mahz-ı vücûd
rengini kabul etmez. Mevcûd-ı hakîkî dahî adem-i levniyle muttasıf olmaz.
O ân içinde yokluk hissedilmez. Zirâ her anda yokluğa varlık teʽâkub tetâbuʽ
eder. Böyle müddet-i medîde herĢey varlık ile mütemâdî zannedilir.
[140]
MĠFTAH-I VAHDET-Ġ VÜCÛD
Vahdet-i vücûda kâil olan ehlullahın kelamlarından fehm olunan manâ budur
ki, vücûd birdir. Ol vücûd Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’nın vücûdudur. Hakk’ın
vücûdundan gayri bir Ģeyin vücûdu yoktur. Kesret-i kevniyyede görünen cemîʽ-i
kâinâtın varlığı bir zâttandır. ġekk yoktur ki, bu kâinâtın cemîʽ-i zerrâtında kendi
varlığını ve birliğini gösterdi. Binâenaleyh zerrât-ı kâinât bi-ecmaʻihâ ol zât-ı hakkın
vücûd ve vahdâniyyetine yâni varlık ve birliğine delâlet-i katʽîyye ile delâlet eder.
Zann olunmasın bunlardan birisi de baĢlı baĢına vardır veyahût cümlesi birden
vücûd-ı hakîki ile varolmuĢtur. Bu cümle eĢya yok idi. Ol zât-ı vâhid var idi. El-ân
kemâ kân var olan ol zât-ı vâhiddir. Ondan gayri mevcûd yoktur. Âlem denilen
mahlûkat onun birlik ve varlığının alâmetidir. Kesret-i kevniyyede cemîʽ-i kâinât bir
anda var görünür. Yine ol ân içinde yok oluyor ve varlık ile yokluk beyninde ziyâde
sürʽat ile inkılâbından her Ģeyin var olduğu his ile idrâk olunuyor. Ol ân içinde
yokluk hissedilmez. Zirâ her ânda yokluk varlığı teʽâkub ve tetâbuʽ edince müddet-i
medidede her Ģeyde varlık mütemâdî olur zannedilir. Mümkinâtta varlık ber-devâm
olmaz. Bir varlık gelip seyl gibi sürʽatle gider. Yine gelir yine gider. Her ân ve
lâhzâda biri gelip biri gitmekte olduğundan ne geldiği görünür ve ne gittiği hiss
olunur. Her Ģey aslen adem olduğundan pertev-i nûr-ı ilâhîden olan vücûd-ı
âriyyetîyi yine yokluk taʽkîb eder ve varlık [141] pertev gibi seyl gibi lâ-yenkatıʽ
seyelân etmekte olur. Yâhut dâire-i cevvâle misâli cevelân etmekte olur. Mecmuʽ-ı
âlem ol vârlık pertevi içinde bir zıll-i hayâlîdir. Bir var ki evvel ve âhir ol vardır.
Ondan gayri var yoktur. Bu âlem bir var imiĢ bir yokmuĢ meâlindedir. Yani ezel-i
âzâlde bir zât var idi. Ondan gayri hiçbir Ģey yok idi. O zât-ı âlînin ilminde bu âlemin
141

böyle olacağı var idi. Kendi vücûdunun pertevî ile bu âlemi olduğu gibi var eyledi ve
varlık sûretinde cümle mükevvinâtı ızhâr ve ibrâz ve âĢikâr eyledi. Yine her anda
yok eder ve var eder. Yokluk ile varlık arasında sunʽını ızhâr eder. Ezel-i âzâlde yok
olan her halde yoktur. Gerekse var sûretinde görünsün, gerekse görünmesin. Ezel-i
âzâlde var olan hemîĢe idi ve bu cümle eĢyâ ile yine var olan yine ol vardır. Mine’l-
ezel ile’l-ebed vardır, birdir. Birliğiyle bu cümleye kâdirdir. Ol Kâdir-i mutlak
kemâl-i kudretiyle kendi vücûd-ı zıllîsini sana ve bana ve zerrât-ı âlemin her
zerresine iʽtâ eyledi. Sen ve ben, senlik ve benlik ile birbirimizden seçilip mümtâz
oluyoruz. Binâenaleyh taʽayyün-i vücûd-ı hayâlî ile her birimiz baĢka baĢka
müteayyin olduk. Muktezâ-yı istiʽdâd-ı ezelîmize göre her birimize kendisine doğru
yol gösterdi.
‫[ اَ ْع ٰطى ُك َّل َش ْي ٍء َخلْ َقوُ ثُ َّم َى ٰدى‬Rabbimiz her Ģeye hilkatini veren, sonra da doğru yolu

gösterendir]185 ayet-i kerîmesi buna iĢârettir. Her birimize istiʽdâd-ı ezelîmiz


muktezâsınca Hakk Sübhânehû ve Teâlâ hidâyet verip pertev-i vücûdiyle nûr-ı
hidâyetini bahĢ ve iʽtâ eyledi fe-lillâhi’l-hamd hisse-i [142] mukadderemize râzı ve
hoĢnût olmak lâzım geldi. Bu meseleyi böylece zevken ve vicdânen bildikten sonra
kendi varlığına iʽtinâ eden ve senlik, benlik dâiresinde hakkın varlığından baĢka bir
varlığın olduğuna zâhib olup hakikî varlığa diğer varlığın tahsîline saʽy eyleyen abes
olarak zahmete giriftâr olur. Dâimâ iĢi âh u zâr olur. Belki bu yolda müstehikk-i
dûzâh ve nâr olur. Kendi varlığını görüp ve varlığına iʽtinâ ile iʽtimât edenin hâli
müĢkil ve dûĢvâr olur. Emma eğer kendimizden ol varlığı nefy ve selb edip vârı ve
varlığı zât-ı vâcibü’l-vücûda versek ona teslîm olup kendimizi yok yerine tutsak, ol
teslîm ile yokluk içinde devamda olsak bize Hakk’ın varlığı ber-vechle zâhir olur ki,
ol varlık tükenmez ve vüsʽatının nihâyeti bulunmaz ve füshatının sikleti olmaz. Bir
meydân-ı vahdettir ki, ondan kesret-i kevnîyyenin zahmeti olmaz. Mâdem ki, kendi
varlığımızı görmedikçe onda bize mezâhim yoktur. Hakkın varlığı sâyesinde rahat
içinde bâkî yaĢarız. Bundandır ki, kemâl-i dikkat ile merâtib-i tevhîde riâyete tenbîhe
ihtiyâc messetmiĢtir.

185
Tâhâ Suresi 20/50.
142

TEVHÎD-Ġ EFʽÂL
Maʽlûm ola ki, tevhîd-i ef’âl ile sâlik olan muvahhid-i ârife insandan,
melekten, hayvândan, ve sâireden sâdır olan efʽâli zevken ve vecden fiil-i hâkk bilip
ilim ü irfân ile merâtib-i vücûda riʽâyet edip, âdâb-ı Ģerîati gözetmek lâzımdır. Sâlik-i
muvahhid ibtidâʽ hakâika [143] ârif olmak lazımdır. Hakâyık iki kısmdır. Hakâik-i
ilâhiyye, hakâyık-i kevniyye. Emma hakâyık-i ilâhiyye esmâ-i hüsnâda olur. Meselâ
mertebe-i esmâda er-Rahmân, er-Razzâk gibi isimlerin müsemmâsı hakîkat-i vâhide
olmasıyla beraber her birinin medlûli bi-hasebi’l-mefhûm aharın medlûlüne
muğayirdir. Bi-hasebi’z-zât müteğâyir değil ise inde’l-akl hakâyık-ı mütemâyize
olurlar. Ârif bunların mâ-bihi’l-imtiyâz ve mâ-bihi’l-ittihâdlarını bilip her iki cihete
riâyet ile âdâb-ı Ģerîati gözetir. Hâkâyık-ı kevniyye esmâ-ı eĢyâdadır. Ġnsan, melek,
hayvan, cin gibi bu isimlerin müsemmâsı mertebe-i vâhidiyyetde taayyün-i evvel,
âlem-i ceberût, hakîkat-i muhâmmedîye dahi derler. Müsemmâsı vâhid ise de
vâhidiyyet mertebesinden tenezzül ile her biri kendi mertebesinde taʽayyün
eylemiĢdir. Lâ Ģekk bunlardan her biri kendi muʽayyenesi iʽtibâriyle aharın aynı
olmaz. Belki gayri olur. Hakâyık-ı kevniyyeden her hakîkatin müteayyin olanları
aklen ve hissen sâbit ve mütehakkık olurlar.
Ârif ehl-i Ģuhûd cemîʽ-i hakâyık-ı ilâhiyye ve hâkâyık-ı kevniyyede hakîkat-i
vâhide-i mutlakâyı müĢâhede edip cemîʽ-i efʽâl ve sıfâtı ona nisbet eder ise de, her
birinde inde’l-akl temeyyüz ve inde’l-hiss teʽayyün ile muttasıf olduklarını görüp iĢ
bu temeyyüz ve taʽayyünleri cihetiyle merâtib-i vücûda riâyet eder. KeĢf-i ayân ve
yahut keĢf-i ayâna imân ile bu vahdete kâil olanlardan hatâ ve halel mütesavver
değildir. Hata ve halelin tasavvuru meğer ki münkerde mevcûd olsa bu sûretle
vahdete kâil olanlar elfâz ve ibârât ile murâdlarını edâ etmekte hata ihtimâli vardır.
Zirâ bu nevʽ hakâyık ülfetleri olmadığından [144] tasavvur edilmemiĢ idi. Ve o
meʽânî mevzû’-ı elfâza dahî ârif olmadığından bu mânâları kelimât-ı mecâziyye ile
taʽbir etmek ister. Galebe-i muhabbetde tâmm taʽbirâta riâyet kâbil olmadığından
hatalar zuhûr eder.
Binâenaleyh bu mertebede lâyık ve lâzım olan oldur ki, vahdet-i vücûd takrîr
ve tahzîrinde lisân ve kâlemini hatadan muhâfaza etmeye ziyâde ihtimâm ve iʽtinâ
göstere. Zirâ vahdet-i vücûddan sırf elfâz ile taʽbir kâbil değildir. Elfâz-ı mütekessire
143

zımnında iĢʽârât ile ehline taʽbir edebilmiĢlerdir. Bundandır ki, ‫الحقيقة واحدة والتعينات متعددة‬

[Hakîkat birdir, taayyünler çeĢitlidir] buyurmuĢlardır. Ehl-i tahkîkin nazar-ı


ârifânesine sûret-i müteĢâbihede mütezâhire olan ayn-ı vâhidedir. Kesret-i
taʽayyünâtı gayrı mütenâhiye görüyor. Esmâ-i ilâhiyyeden Kâdir, Âlim, Hâlık, Râzık
gibi isimleri bi hasebi’l-mefhûm ihtilâf-ı meânîleriyle berâber bi’l-hâkîka medlûlleri
vâhid ve birdir. Esmâ-i ilâhiyyenin ihtilâf-ı meânîsi bir kesret-i maʽkûle iʽtibâr
olunur. Onların ayn-ı hakîkatte aslâ kesreti yoktur. Her ismin sûretinde görünen
tecellîyât-i müteʽâkibe-i müteĢâbihe hakîkatinde birdir. Taʽayyünât ile birdir,
mütekessirdir. Ârif ehl-i tahkîk indinde vahdet-i vücûdu idrâk kesret-i meĢhûde
zımnında sâbit olur merâtib-i vücûd-ı mutlak zuhûr eder.
Maʽlum ola ki, vahdet-i vücûd bâbında kuvve-i râsiha sâhibi olan bazı
sikâttan menkûldür ki, evvelâ vücûdun vahdetinde ve merâtibinde ihtilâf vâkî
olmuĢtur. Ekallî vücûd-ı hakkın iki mertebesi vardır. Birinci mertebede sıfât tasavvur
olunmaz. Tâkî birbirine mukâbil ve muhâlif ola. [145] ol mertebe zât-ı bahttır.
Ehâdiyyet-i âlem-i lâhût ve âlem-i lâ teʽayyün ve gayb-ı hüviyyet dahî derler. Ancak
zevk ile maʽlûm olur. Ġkinci mertebe zât ile berâber cemîʽ-i sıfât bulunur. Ol sıfât
birbirine muhâlif ve mütekâbil görünür.
Ol mertebeye hazret-i vâhidiyyet derler. Bunun iki vechi vardır. Biri bâtın,
biri zâhirdir. Vech-i bâtına hazret-i ulûhiyyet ve vech-i zâhire hazret-i rubûbiyyet
ıtlâk olunur.
Ve dahî merâtib-i vücûdun üç, beĢ, yedi ve daha ziyâde merâtib-i kesîre üzere
zuhûru kütüb-i kavmde mestûrdur. Gavsü’s-Sakaleyn Abdülkâdir Geylânî’nin hâfîd-i
emcedleri ġeyh Abdülkerim (k.s.) müellefâtından merâtib-i vücûda tahsîs buyurduğu
risâlede vücûd için kırk mertebe beyân etmiĢtir. Ve yine buyurmuĢlardır ki, ‫مراتب الوجود‬

‫[ كثىرة ال نحصى‬vücûd mertebeleri sayılamayacak kadar çoktur]

Ve’l-hâsıl aded-i mahsûr ile zikr eyledikleri merâtib-i vücûdun hadd ve hasrı
yokdur gayr-i mütenâhîdir.
Vücûdun vahdeti merâtibin sıhhatiyle maʽlûm oluyor. Merâtibi bilmek
vücûdun vahdetini zevk etmeye mütevakkıftır. Ol zevk muhabbetullâhın semeresidir.
Merâtib-i vücûd ve vücûd-ı vâhidin iʽtibâr ve cihet-i vechleridir. ġemsin eĢîʽası ayn-ı
144

Ģemsden zâid olmadığı gibi bu vechlerde vücûd-ı vâhidden zâid değildir. ‫فَاَيْ نَ َما تُ َولُّوا فَ ثَ َّم‬

‫[ َو ْجوُ ال ٰلّ ِو‬Nereye dönerseniz, Allah’ın yüzü oradadır]186 bu makâma iĢârettir. Vücûd-i

vâhidin mertebelerine vâsıl olanlardan ilimde râsih ve muhakkık bulunanlar üç


kısmdır. Birisi izmihlâl ehilidir. Yâni vücûd-ı vâhidden gayri [146] kendilerinde
vücûd vehm eder. Ol vücûd mevhûmu izmihlâle saʽî etmeye meĢgûl olurlar. Birisi
dahî inʽidâm ve fenâ ehlidir. Bunlar kendilerinde vehm ve zuʻm eyledikleri vücûdun
bâde’l-izmihlâl inʽidâm ve fenâsıyla mukayyed olup zuhûr ve bürûza gelmemelerine
saʽî edenlerdir.
Bu iki kısm vücûd-ı vâhidin vechlerini yani merâtib sıhhatini tamâmiyle
bilmediklerinden kendilerini muzmahill veya münʽadim ve fânî kılmak kaydına
giriftâr oldukları eclden ekserîsi Ģirk-i hafîden rehâyâb olamamıĢlardır. Bunlar
vücûd-ı vâhidin vechlerini vücûd-ı vâhidden baĢka tevehhüm edip, bu tevehhümden
Ģirk-i hafîye düĢerler.
Üçüncüsü vücûd-ı vâhidin vücûhunu Ģöyle bilenlerdir:
Cemîʽ-i eĢyâ ol vücûd-ı vâhidin vücûhundandır. ‫[ فَاَيْ نَ َما تُ َولُّوا فَ ثَ َّم َو ْجوُ ال ٰلّ ِو‬Nereye

dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır] 187 ona îmâdır. Bu halde insanda bulunan vücûh-ı
cehl dahî, vücûd-ı vâhidin vücûhundan bir vecihtir. Ve tâife-i ûlâ ve sâniye vech-i
cehlin muzmahill ve münʽadim olmasına zâhib oldular. Hicâb-ı cehlin izâlesini
talepte bulundular ki, vücûd-ı vâhid vech-i ilmle mütecellâ ola. Vücûh-ı mezkûre
vech-i mahsûs ile teʽayyünde vücûd-ı vâhide muğayir görünür ise de inde’t-tahkîk
vücûd-ı vâhid üzerine zâid değildir. Elhâkk muğâyir gördüklerinden Ģirk-i hafîden
tamâmiyle çıkmadılar.
Maʽlûm olsun ki menhiyyât ol vücûd-ı vâhidin vücûhundan derler ki, vech-i
cehlin zuhûruna sebep olmuĢlardır. Bu vech-i cehl gayret ve gayriyyet artırıyor. Bu
iʽtibâr ile cehl ve gayret ve gayriyyet vücûd-ı vâhidin vech-i kahrıdır. [147]
Binâenaleyh o evâmir-i Ģerîyye vücûd-ı vâhidin vech-i ilmîsidir ki, vech-i gaybiyyeti
artırıyor. Bu iʽtibâr ile ilim ve esbâb-ı ilm ve gaybet vücûd-ı vâhidin vech-i lutf ve
afv ve mağfiretidir. Evvelkisi müstelzim-i mücâzât, ikincisi müstevcib-i mükâfât
oluyor.

186
Bakara Suresi 2/115.
187
Bakara Suresi 2/115.
145

Sâlike lâzım olan bu makâmda vech-i cehl ile mütemessil yahut vech-i ilm ile
mütecellî olduğunu bilmektir. Vech-i cehl ile mütecellî olduğu takdirde zulmânî
midir, nurânî midir?
Vech-i ilm ile mütecellî ise dikkat-i nazar lâzımdır ki, bu nev’i tecellî fiilî
yâhut sıfâtî ve yahut zâtî midir? Bu takdirde beĢ mertebe oluyor. Vech-i cehlin
mertebe-i zulmânîsi ve mertebe-i nûrânîsi, vech-i ilmin mertebe-i fiilî ve mertebe-i
sıfâtî ve mertebe-i zâtî, altıncısı cemîʽ-i vücûhun vücûd-ı vâhidde cemʽiyle ayn-ı
vâhid bilip ve hiçbir Ģeyi zâid görmemektir. Buna mertebe-i cemʽ dediler. Yedincisi
vücûd-ı vâhidin vücûhı vücûd-ı vâhidden zâid olmayıp ayn-ı vâhid bilindiği halde
tefrîk ile ne cemʽ-i tefrîka ne de tefrîk-i cemʽe mâniʽ olmamak üzere taʽyîn etmektir.
Bu makâmâ cemʽü’l-cemʽ ve fark-ı sânî ve fark-ı bâ’de’l-cemʽderler. Evell emirde
bu merâtibi fark edip vücûd-ı vâhide muğâyir bilmemesi fark tesmiye olunduğu gibi.
MürĢid-i ârif ve kâmil ve vâsıl oldur ki, makâm-ı tefrîki makâm-ı cemʽ ile
câmi ola ve sûret-i bâtınîsinde cism-i tefrîk ve cânı cemʻ ola. Ol kimse ukûl-i kâsıra
ve nüfûs-ı nâkısaya kemâlât-ı ilâhiyyeden haber verip irĢâda sâlih ve müsteʽidd olur.
[148]
Cehlin hasâisindendir ki, vücûd-ı vâhidin vahdetini kesret-i mazâhirden
görmeyip mazâhirin kesreti sebebiyle cehlin sâhibi maʽlum-ı hakîkiden mahcûb
kalır. Ġlmin sâhibi kesret-i mazâhirde vahdet-i vücûdu isbât eder. Eʽûzü billahi min
zâlike’l-cehl. [böyle cahillikten Allah’a sığınırım]
Sûret-i bâtıniyyesi ayniyyet ile mütehallî olan ehl-i ilm ve ehl-i tevhîddir. Bu
makâmda âlim misin, câhil misin? Sana bilmek lâzim ise tekavvülâtına ve
tahayyülâtına iʽtibâr etme. Yani makâlâtındaki muhasenâta ve hayâlâtındaki
müstahsenâta ve mekrûhâta nazar etme. Bilki sûret-i bâtınında olan temessülât
gayriyyet ile midir, ayniyyet ile midir dikkat et. Gayriyyet ile ise, câhilsin cemîʽ-i
kitapların mefhûmları hıfzında ise de fi’l-hakîka âlim değilsin. Bâtınında olan
temesülât aynîyyet ile ise ümmî dahî olur isen hakîkatte âlimsin, âlim-i rabbânîsin.
Rabbi zidnî ilmen [Ya Rabbî ilmimi artır] duâsıyla terennüm edesin.
Temessülât-ı bâtınîyye mir’ât-ı kalbinde nefs-ı nâtıka ki, münʽakis ve
münkeĢif olan suver-i maʽânîdir ki, henüz fikirle hayâle ve hâricte lisân ile kâle
gelmezden mukaddem ona nazar olsa gayriyyet ile mi temessüldedir ayniyyet ile mi
tecellîdedir? Gayriyyet ile temessülde ise nefsine muğâyir ve hakkın gayri görünür.
146

Ondan sana gayriyyet hâsıl olduğundan kesret ve dağdağa ve fitneye düĢersen ve


vahdet-i vücûd zevkini bulamazsan ayniyyet ile tecellîde ise nefsine muğâyir gelmez
ve hakkın gayrî görünmez. Sana safvet ile muhabbet hâsıl olur. Ol muhabbet
sebebiyle kesret ve dağdağa ve vahĢetten halâs olup vahdet-i vücûdun zevkine nâil
olursun ve cemîʽi-i esrâr ve ulûm sana mütekeĢif [149] olur. Sûret-i bâtıniyyesi
gayriyyet ile mütemessil olan kimse vücûd-ı vâhidin vahdetini tasdîk eylese esbâb-ı
cehl ile muttasıf olduğundan zındıkaya düĢmesinden korkulur. Zîrâ esbâb-ı cehl var
iken vahdet-i vücûda kâil olmak hatardır.
Sûret-i bâtıniyyesi gayriyyet ile mütemessil iken, ol hâlde vücûd birdir.
Birden artık değildir ve vahdet-i vücûda kâil olup tasdîk eder ise ve esbâb-ı ilimle
muttasıf olup, dâima mârifetullah üzere terakkîde bulunsa ümid olunur ki, ol kimse
Ģirk-i hafîden halâs olup, ehl-i tevhîd ve vahdet-i vücûd sırrına muttaliʽ olur.
Mukaddemâ yazıldığı üzere muzmahill ve münʽadim olanlar zann ve vehm
sâhipleridir ki, Ģirk-i hafîden tamâmen halâs olmamıĢlardır. Tâlib-i ilâhî olan
kimsenin sûret-i bâtıniyyesi ayniyet ile mütemessil ve mütecellî olsa, fiil-i Hakk ona
hak görünür. Yani her gördüğünü fiil-i ilâhî bilip kendi zâtını ve temessülâtını ve
cemîʻ-i eĢyâyı zâhiren ve bâtınen ve zevken ve vicdânen onun efʽâlinden bilip
onlarda ayn-ı hakkı müĢâhede eder. Bu mertebeye tevhîd-i efʽâl derler. Tevhîd-i
efʽâlde olan sâlik ayniyyet ile temessülünde sûret-i bâtıniyyesi kesret-i zikr ile
latifleĢtirir ise kemâl-i letâfetten havâss-ı ecsâm-ı kesîfeyi idrâkten âciz kalsa yâni
gaĢy olarak bahr-ı meʽânî-i sıfâta gavvas olup dalsa ol esnâda Hakk Teâlâ’yı ancak
ilimle bilse, onun nûruyla mertebe-i tevhîd-i sıfâta ermiĢ olur. Bundan sonra ol
sâlikin sûret-i bâtıniyyesi ayniyyette daha ziyâde lâtif olup kemâl-i letâfet ile bir
gayeye bâliğ olur ki, havâss-ı zâhiriyyesi idrâkten ve aklı maʻkûlâtı [150] bilmekten
geri kalır, ol halde zevk ve vicdânında Hakk’ı hakk ile bulsa tevhîd-i zâta ermiĢ olur.
Maʽlûm olsun ki, havâtır-ı nefsânî ve Ģeytânî cehl ve zulmâtı mertebesindedir.
Havâtır-ı melekî cehl-i nûrânî mertebesindedir. Havâtır-ı kalbî tevhîd-i efʽâl
mertebesindedir. Havâtır-ı hakkânî tevhîd-i sıfât mertebesindedir. Tevhîd-i zâtta
havâtır yoktur. Ve’s-selâmü alâ men ittebeʽa’l-Hüdâ. [Selâm Allah’a tâbî olanadır]
147

VAHDETÜ’L-VÜCÛDUN MUKADDĠMESĠ
Vücûd; mebde-i her hayr ve kemâldir. Adem; menĢe-i her Ģer ve naksdır.
Vücûd tahkîken Vacib-i Teâlâ Celle Sultânühû’ya sâbit ve adem-i mümkin olan mâ-
sivâya nasîb-i hâss olduğundan cemîʽ-i hayr ve kemâl Hakk Teâlâ’ya âid ve mecmû-ı
Ģerr ve naks mümkinâta râciʽdir. Mümkine vücûd isbât etmek ve hayr ve kemâli ona
râciʽ kılmak fi’l-hakîkâ onu Hakk Celle Sultânühû’ya mülkünde Ģeriki isbât etmek
demektir.
Kezâlik mümkine Vâcib-i Teâlâ ġanehûnun aynıdır demek ve sıfât ve efʽâli
Hakk Teâlâ’nın sıfât ve efʽâlinin aynı olduğunu bilmek sû-i edebtir. Hakk Teâlâ’nın
esmâ ve sıfâtında ilhâddır. Kennâs-ı hasîs ki, naks ve hubs-ı zât ile mevsûftur. Mecâli
yoktur ki, menĢe-i hayrât ve kemâlât olan Sultân-ı âzimü’Ģ-ġân’ın aynı olmak üzere
tasavvur ve kendinin sıfâtı ve efʽâl zemîmesini Hâkk Teâlâ’nın sıfât ve efʽâl-i
cemîlesinin aynı olmak üzere tevehhüm eylesin.
Ulema-yı zâhir mümkine vücûd isbât etmiĢ, mümkinin vücûdunu mutlâkın
[151] efrâdından add eylemiĢlerdir. Nihâyet kaziyye-i teĢkîk üzere vâcib-i Teâlâ’nın
vücûdı için evlâ ve akdem demiĢlerdir.
Bu mânâ ise vücûddan neĢ’et eden kemâlât ve fezâilde vâcib-i Teâlâya teĢrik
mümkin-i mûcibdir. Teʽâlallahü an-zâlike ulüvven kebîrâ.[Allah Teâlâ bundan
yüksek ve yücedir]
Hâdis-i kutsîde gelmiĢtir. ‫[ الكبرياء رداءى والعظمة ازارى‬Kibriyâ ve azamet bana

mahsûstur]188 ulemâ-i zâhir bu dakîkadan agâh olsalardı, herkes mümkin için vücûdı
sâbit kılmazlardı. Ol Hazreti Celle ġanühû’ya mahsûs olan hayr ve kemâlde ihtisâs
iʽtibâr eylemezler idi. ‫اخ ْذنَۤا اِ ْن نَسينَاۤ اَ ْو اَ ْخطَاْنَا‬
ِ ‫[ ربَّنَا َال تُ َؤ‬Yarabbi unuttuğum ve yanıldığımız
َ
zaman bizi sorgulama]189 Sufîyye-i kirâm ale’l-husus müteahhirîni mümkini ayn-ı
vâcib bilmiĢler ve sıfât ve efʽâlini Hakk Teâlâ’nın sıfat ve efʽâlinin aynı zann
etmiĢlerdir ki, ‫[ ىمسايو و ىمنشين و ىمره ىمو اوست دردلق كدا و اطلس شو ىمو اوست‬KomĢu, arkadaĢ,

ve yoldaĢ O’dur. Zavallı, yoksul ve atlaslı Ģâh hep O’dur. Kalabalıkta fark ve tenhâda
cemʽ hep O’dur. Billahi O’dur, sümme billahi O’dur.] teĢrîk-i vücûddan tenezzüh ve
isneyniyetten girîzân olmuĢlar ise de, gayr-ı mevcûda vücûd bulup nâkâise kemâlâttır

188
Ahmed b. Hanbel II/248. Ġbn Mâce, Libas 27.
189
Bakara Suresi 2/286.
148

derler. Hiçbir Ģeyde Ģerâret ve naks zâtî değildir, nisbî ve izâfîdir derler. Semm-i
kâtilin insana nisbetle Ģerâreti vardır ki, hayatı izâle eder ve vücûdunda semm olan
hayvana nisbetle hayat ve tiryâk-ı nâfiʽdir. Bu ekâbirin iĢ bu emrde muktedâları keĢf
ve Ģuhûddur ki, zâhir olduğu mikdâra vâsıl olmuĢlardır. ‫اللهم ارنا الحق حقا وارزقنا اتباعو وارنا‬

‫[ الباطل باطال وارزقنا اجتنابو‬Ya Rabbî! Bize hakkı hak olarak göster ve ona uymamızı nasib et

ve bâtılı bâtıl olarak bize göster ve ondan kaçınmamızı nasib et]


Bu meselede olan müteʽahhirîn-i sûfiyyenin imâm ve muktedâsı bulunan
ġeyh Muhyiddîn b. Arâbî’nin zâhir-i Ģerʻa muğâyir görünen meshebîni beyân ederek
[152] sâniyen es-sıletü beyne’l-bahreyn ve’l-muslih beyne’l-fieteyn [iki denizi
birleĢtiren, iki gurubu barıĢtıran] ünvânını ihrâz buyuran müceddid-i elf-i sânî Ahmet
Fârûkî-i Serhendî’nin Ģerʽ-i Ģerîfe mutâbık olan keĢf-i sârih ve ilhâm-ı sahîhi tahrîr
olunur. Tâki iki mezhebin arasında ber-vech-i etemm fark hâsıl olup ehemmiyyeti
hasebiyle birbirine mahlut olmaya.
VAHDETÜ’L-VÜCÛD
Muhyiddîn-i Arâbî ve tâbîleri demiĢlerdir: Esmâ ve sıfât-ı vâcibi Celle
Sultânühû birbirlerinin aynı olup kezâlik zât-ı vâcib-i Teâlâ’nın aynıdırlar. Meselâ
ilm ve kudret ayn-ı zât-ı Teâlâ olduğu gibi birbirlerinin aynıdırlar. Ol makâmda
taʽaddüd ve tekessür ve ism ü resm olmayıp temâyüz ve tebâyün dahî yoktur.
Gayetün mâ fi’l-bâb, ol esmâ ve sıfât ve Ģuûn ve iʽtibârât hazret-i ilmde icmâlen ve
tafsîlen temâyüz ve tebâyün peydâ etmiĢlerdir. Temâyüz-i icmâlîye teʽâyyün-i evvel,
tebâyün-i tafsîlîye teʽâyyün-i sânî taʽbir ve tesmiye olunur derler. Teayyün-i evvele
vâhdet tesmiye edip onu hâkîkât-i Muhâmmediyye bilirler. Ve teʽâyyün-i sâniye
vâhidiyyet telkîb edip onu dahî sâir mümkinâtın hâkâyiki zânnederler. Ve bu hakâyık
mümkinâtı aʽyân-ı sâbite olmak üzere bilirler. Bu iki teʽâyyün ilmi ki, vahdet ve
vâhidiyyettir. Mertebe-i vücûbda isbât eder ve derler ki, bu aʽyân vücûd-ı hâricîden
râihâ istiĢmâm etmemiĢtir. Hâricte ehâdiyyet-i mücerrededen gayri hiç mevcûd
yoktur. Ve budur ki hâricte bir mevcûd münâkis olup ve vücûd-ı tahayyülü peydâh
etmiĢtir. Meselâ âyinede bir Ģâhıs münʽakis olup vücûd tahayyülü peydâ eder. Ol aks
için tahayyülden gayri [153] vücûd sâbit değildir. Ve mir’âte bir Ģey hulûl
etmemiĢtir. Âyinenin yüzünde birĢeyi müntakiĢ olmamıĢtır. Eğer intikâĢ var ise
tahayyüldedir. Rû-yı mir’âtte tevehhüm olunmuĢtur. Tevehhüm ve tahayyül olunan
149

bu intikâĢ çünkü sunʽ-i hüdâvendî Celle Sultânühû iledir ki, itkân-ı tâmm hâsıl
olmâğla vehm ve tahayyülün refʽiyle mürtefiʽ olmuyor ve sevâb ve azâb-ı uhrevî-i
ebedî onun üzerine müretteb oluyor derler. ‫ذي اَتْ َق َن ُك َّل َش ْي ٍء‬ ٰ
ۤ َّ‫صنْ َع اللّ ِو ال‬
ُ [Her Ģeyi sapasağlam
yapan Allah’ın sanatıdır]190 ona îmâdır. Hâriçte nümâyân olan bu kesret üç kısmdır:
Birincisi, teʽâyyün-i rûhî, ikincisi teʽâyyün-i misâlî, üçüncüsü teʽâyyün-i
cesedîdir ki, Ģehâdete teâlluk eder. Bu teʽâyyünât-ı selâseye teʽâyyünât-ı hâriciyye
derler. Ve mertebe-i imkânda isbât ederler. Tenezzülât-ı hamseye dahi hazarât-ı
hams derler. Çünkü ilimde ve hâricte zât-ı vâcib-i Teâlâdan gayrı ve aynı zât-ı Teâlâ
ve tekâddes olan esmâ ve sıfât-ı vâcibî Celle Sultânühû’dan gayri onların indinde
sâbit olmamıĢtır ve sûret-i ilmiyyeyi ayn-ı zî-sûret bilmiĢlerdir. Zî-sûretin Ģibh ve
misâli bilmemiĢlerdir. Kezâlik zâhir-i vücûd mirâtte nümâyân olan aʽyân-ı sâbitenin
sûret-i münʽakisesini ol aʽyânın aynî tasavvur edip, Ģebîhi olmak üzere tasavvur
eylememiĢlerdir. Nâçâr ittihât ile hükm ederek heme üst demiĢlerdir.
ĠĢte bu vâhdet-i vücûd meselesinde ġeyh-i Ekberin icmâlen mezhebi budur.
Bu ilm ve bunun emsâlidir ki, ġeyh onları hâtemü’l-velâyete mahsûs addedip
Fususü’l-Hikem’inde hâtemü’n-nübüvvet bu ulûmu hâtemü’l-velâyetten aks eder
derler. ġerrâh-ı fusûs onun tevcîhinde tekellüfât göstermiĢlerdir. El-hâsıl ġeyh’den
mukaddem olan tâife-i sûfiyyeden hiç biri bu ulûm [154] ve esrâr ile zebân-güĢâ
olmuĢlardır. Ve bu meseleyi bu nehc üzere beyân etmemiĢlerdir. Galebât-ı sekrde
onlardan tevhîd ve ittihâda dâir sözler zuhûra gelmiĢtir. Ene’l-Hakk ve Sübhânî
demiĢlerdir. Ama vech-i ittihâdî bu sûretde beyân ve izâh eylemiĢlerdir. Ve menĢe-i
tevhîdi bulamamıĢlardır. Binâenaleyh ġeyh bu tâifenin bürhân-ı mütekaddimîni ve
hüccet-i müteahhirîni olmuĢtur. Bununla berâber bu meselede dakâyık-ı kesîre
muhtefî kalmıĢ ve bu bâbda esrâr-ı gâmîzâ menassâ-i zuhûra gelmiĢtir. Ġmâm-ı
Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî ġeyh Ahmed Farûkî-i Serhendî bu dakâik ve esrârın
ızhârına muvaffak olup tahrîr ve tanzîmî ona müyesser olmuĢtur. ‫ْح َّق َو ُى َو يَ ْه ِدي‬ ُ ‫َوال ٰلّوُ يَ ُق‬
َ ‫ول ال‬

‫بيل‬
َ ‫الس‬
َّ [Allah doğruyu söyler ve doğru yola O eriĢtirir.]
191

190
Neml Suresi 27/88.
191
Ahzab Suresi 33/4.
150

VAHDET-Ġ VÜCÛDDAN ĠMÂM RABBÂNÎ’NĠN TAKRÎRĠ

Ehl-i Hakk (Ģekerallahû saʽyehüm) indinde vâcibü’l-vücûd Teâlâ ve


tekâddesin sıfât-ı semâniyyesi hâricte mevcûd olduğundan zât-ı Teâlâ ve
tekaddesden keyfiyyetsiz bir temeyyüz ile mütemeyyizdirler. Belki hazreti zât-ı
Teâlâ ve tekâddesin mertebesinde dahî bî-çîgûnegî bir temeyyüz sâbittir. ‫النو الواسع‬

‫[ بالوسع المجهول الكيفيو‬Çünkü O, keyffiyeti bilinmeyen bir ihâta ile ihâtâ edendir.] Bizim

fehm ve idrâkimizin ihâtâ eylediği temeyyüz ol cenâb-ı akdesden meslûbtur. Zirâ ki


tebaʽuz ve tecezzî ol mertebede mutasavver değildir. Tahlîl ve terkîb ve hâliyyet ve
mahalliyyet ol Hazreti Celle Sultânühûda mümkin değildir. Bi’l-cümle mümkinin
sıfât ve aʽrâzı ol Cenâb-ı Kudsden meslûbdur. ‫س َك ِمثْلِو َش ْي ٌء‬
َ ‫[ ل َْي‬O’nun benzeri hiçbir Ģey
yoktur.]192 Lâ fi’z-zât, lâ fî’s-sıfât ve lâ fî’l-efʽâl bu temeyyüz-i bîçûnî ve vüsʽât
bî-keyfî mevcûd ve hâsıl iken esmâ ve sıfât-ı vâcibî celle [155] sultânühû nihânhâne-
i ilmde dahî tafsîl ve temeyyüz hâsıl etmiĢtir ve münʽakis olmuĢtur ve her isim ve
sıfat-ı mümeyyizenin mertebe-i ademde bir mukâbili ve nakîzi vardır. Meselâ sıfât-ı
ilmin mertebe-i ademde mukâbili ve nakîzi adem-i ilm olur ki, cehl ile muʽabberdir
ve sıfât-ı kudretin mukâbili adem-i kudrettir ki, acz denir. Ve alâ-hâzihi’l-kıyâs ve ol
ademât-ı mütekâbile dahî ilm-i vâcibi celle sultânühûde tafsîl ve temeyyüz peydâ
etmiĢler ve kendi esmâ ve sıfât-ı mütekâbilelerinin merâyâsı olup onların akislerine
mazâhir olmuĢlardır. Ġmâm’ın indinde mezkûr ademât ol esmâ ve sıfâtın akisleri ile
berâber hakâyık-ı mümkinâttır. ġu kadar var ki ademât, ol mâhayânın usûl ve
mevâddı gibidir ve ol ukûse mevâdd-i mezkûre hulûl etmiĢtir. Binâenaleyh hâkâyık-ı
mümkinât ġeyh Muhyiddin indinde hemân mertebe-i ilimde mütemeyyiz olan esmâ
ve sıfâttır. Ġmâm-ı Rabbânî’ye göre esmâ ve sıfâtın ukûsiyle berâber onların nekâizı
olan ademâttır ki, merâya-yı ademâtta hâne-i ilmde zâhir olmuĢ ve birbiriyle
mümtezic olmuĢtur. Kâdir-i muhtâr celle sultânühû murâd ettiği anda mâhiyyât
mümtezice-i mezkûreden birisi ancak hazreti vücûddan pertev olan vücûd-ı zıllî ile
muttasıf olarak mevcûd-ı hâricî kalır. Bi’l-cümle hazreti vücûddan bir pertev bu
mâhiyyât-ı mümtezice üzere vâkî olup mebde-i âsâr-ı hâriciyye ittihâz olunmuĢlardır.

192
ġurâ Suresi 42/11.
151

Vücûd-ı mümkin vücûdda ve hâriçte onun sâir sıfâtı gibi hazret-i vücûddan ve onun
kemâlât-ı tâbiâsından bir pertevdir. Meselâ ilm-i mümkin ilm-i vâcib-i Teâlâ ve
Tekâddes’den bir pertev ve ondan bir zılldir ki, kendi mukâbilinde [156] münakis
olmuĢtur ve kudret-i mümkin dahî bir zılldir ki, onun mukâbili olan aczde münakis
olmuĢtur. Kezâlik vücûd-ı mümkin hazreti vücûddan bir zılldir ki, kendi mukâbili
olan merâtib-i ademde münakis olmuĢtur.
‫نودادی ىمو چيز من چيزتست‬ ‫نياوردم ازخانو چيزی نخست‬

[Ben öncesinde hiçbir Ģey getirmedim


Neyim varsa senindir ve hepsini sen verdin]
Lâkin Ġmâm-ı Rabbânî’ye göre bir Ģeyin zıllî o Ģeyin aynı değildir. Belki bir
Ģibhîdir, o Ģeyin misâlidir ki, diğeri üzere haml eylemek mümteniʽdir. Binâenaleyh
onun indinde mümkin ayn-ı vâcib olmadı. Zirâ mümkinin hakîkati ademdir ve bir
akistir ki, esmâ ve sıfâttan o ademde münʽakis olmuĢtur. Esmâ ve sıfât-ı mezkûrenin
Ģibh ve misâlidir, aynı değildir. Hemâ üst dürüst olmadı. Belki hemâ ez ust essahtır.
Zirâ mümkinin vasf-ı zâtîsi ademdir ki, menĢe-i naks ve Ģerâret ve hubstür. Kemâlât
cinsinden her ne ki, mümkinde var göründüyse gerek vücûd ve gerekse onun tevâbi’i
umûmen ol hazretten müstefâddır. Celle Sultânühû ve onun kemâlât-ı zâtiyesinden
bir pertevdir. Hakk Sübhânehû ve Teâlâ nûr-ı semâvât ve arzdır. Onun mâverâsı
zulmettir. Bundan ademin keyfiyyeti maʽlûm oldu ki cemiʻ-i zulûmâtın bu mebhasın
hakîkat-i vücûdî ve mâhiyât-ı mümkinâtın tahkîki bahsinde zikr olunur. Elhâsıl âlem,
ġeyh’in indinde esmâ ve sıfâttan ibârettir ki, hâne-i ilmde temeyyüz ve mirât-ı zâhir
ve vücûdda yâni hâricde nümâyiĢ ve zuhûr hâsıl etmiĢtir. Ġmâm’ın indinde âlem,
ademâttan ibârettir ki, esmâ ve sıfât-ı vâcibi celle sultânühû mertebe-i ilimde ol
ademâtta münakis olup ve hâricte Hakk Sübhânehû’nun icâdı ile ukûs ve ademât-ı
mezkûreden vücûd-ı zıllî [157] ile mevcûd olmuĢlardır. Binâenaleyh âlemde hubs-i
zâtî peydâ ve Ģerâret cibillî zâhir olup hayr ve kemâl cümlesi Hakk Celle ve Alâ’nın
cenâb-ı kudsine âid oldu.
152

‫ك ِم ْن َسيّْئَ ٍة فَ ِم ْن نَ ْف ِسك‬ ِٰ ٍ ِ َ ‫[ ماۤ اَصاب‬Sana gelen iyilik Allah’tandır,


َ َ‫ك م ْن َح َسنَة فَ ِم َن اللّو َوَمۤا ا‬
َ َ‫صاب‬ ََ َ
baĢına gelen kötülük ise nefsindendir.]193 ayet-i kerîmesi bu mârifeti müeyyiddir.
Vallahû sübhânehû’l-mülhim.
Bu tâhkîkten maʽlûm oldu ki, âlem-i hâriçte vücûd-ı aslî ile ve belki bizâtihi
mevcûddur. Bu hâric dahi vücûd ve sıfât gibi o hâricin zıllîdir. Âlem için Hakk Celle
ve Alâ’nın aynıdır demek kâbil değildir. Zirâ beynlerinde teğâyir-i hâricî mevcûddur.
[El-isnân müteğâyirân” [ikilik varsa, farklılık vardır] ġahsın zıllî müsâmaha ve
mecâz tarîkiyle aynı Ģahıstır demek mebhastan hârictir. Suâl: ġeyh ve tevâbiʽi dahî
âlemi zıll-ı Hakk bilirler. Böyle ise Ġmâm’ın mezhebinden fark nedir? Cevab: Onlar o
zıllin vücûdunu, vehmin gayrîde zann eylemezler ve onun hakkında vücûd-ı
hâricîden bir Ģemme tecvîz etmezler. ġettân mâbeynehüma zıll-i asl üzere haml ve
adem-i hamle menĢe’-i zıll için vücûd-ı hâricînin isbâtı ve adem-i isbâtı oldu.
Çünkü onlar zıll için vücûd-ı hâricî isbât eylemediler. Lâbüdd asl üzere haml
ettiler. Ġmâm-ı Rabbânî çünkü zılli hâricte mevcûd bilir, hamle mübâderet etmez.
Zıllden vücûd-ı aslîyi nefy etmekte her ikisi Ģerîkler ve vücûd-ı zıllîyi isbatta
müttefiklerdir. Lâkin Ġmâm hâricte vücûd-ı zıllî isbât eder. Onlar vücûd-ı zıllîyi
vehmde tahayyül ederler ve hâricte ehadiyyet-i mücerrededen [158] gayrîyi mevcûd
bilmezler ve ehl-i sünnet ve’l-cemaât (r.a.) re’yleriyle hâricte vücûtları sâbit olan
sıfât-ı semâniyyenin vücûdunu dahî ilimden gayrîde isbât etmezler. Ulemâ-i zâhir ve
onlar (r.a.) iktisârın iki tarafını ihtiyâr buyurmuĢlardır. Hakk-ı mütevassıt, Ġmâm-ı
Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî’ye nâsîb olup hakka muvaffak olmuĢtur. Eğer onlar
dahi o hâricî zılli hâricte bulsalar, vücûd-ı hâricî-i âlemi inkâr eylemez ve vehm ve
tahayyülle iktisâr buyurmazlar idi ve sıfât-ı vâcibü’l-vücûdun vücûd-ı hâricîsini dahî
inkâr eylemezler idi. Eğer ulemâ dahî bu sırrdan âgâh olsalar dahî aslâ mümkine
vücûd-ı aslîyi isbât eylemezler, vücûd-ı zıllî ile iktifâ eylerlerdi. Bâzı mektublarında
mümkin için vücûd itlâk olunmak hâkîkat tarîkîyledir. Mecâz değildir diye tahrîr
buyurmaları bu tahkîke münâfî değildir. Zirâ ki, mümkin-i hâricte vücûd-ı zıllî ile
mevcûd olması hâkîkât tarîkiyledir. Yoksa onların zuʽm eyledikleri gibi tevehhüm ve
tahayyül tarîkiyle değildir. Suâl: Fütühât-ı Mekkîyye’nin sâhibi aʽyân-ı sâbiteye
vücûd ile adem arasında berzahlardır demiĢtir. Adem onun re’yine göre dahî

193
Nisa Suresi 4/79.
153

hakâyık-ı mümkinâtta dâhil olur. Buna binâen bu tâhkîk ile o kâvlin arasında fark
nedir? Cevâb: Bu itibâr ile berzah demiĢtir ki, suver-i ilmiyyenin iki yüzü yani iki
vechî vardır. Bir yüzü vücûd cânibinedir ve sübût-ı ilmî vâsıtasıyladır. Ve biri dâhi
adem cânibinedir ve adem-i hâricî vâsıtasıyladır. Zirâ onun indinde aʽyân, vücûd-ı
hâricî râyihâsını Ģemm etmemiĢdir ve o tahkîkte münderic olan adem hakîkât-i diğer
sâhibidir ki, kezâlik bâzı ekâbirin ibârâtında [159] dahî mümkin üzere adem ıtlâk
olunmuĢtur. Ondan murâdları mâʽdûm-ı hâricîdir, ve illâ bâlâdâ tahkîk olunan adem
değildir. Ġlimde taʽazzul ve temeyyüz bulup merâyâ-yı ademâtta münʽakis olup sânî-i
mümkinât olan esmâ ve sıfâtın Hakk Teâlâ verâü’l-verâsıdır. Cenâb-ı Hakk Azze,
bürhânühûnün âleme hiçbir vecihle münâsebeti yoktur. Ġnnallahe le-ğaniyyün ani’l-
âlemîn.[Allah alemlerden müstağnîdir.]
Hazret-i Ġmâm’ın bu mesele hakkında son kelâmları aynen budur. Hakk
Sübhânehû ve Teâlâyı âleme müttehid ve âlemin aynıdır bilmek bu fâkîre ziyâde
girân geliyor.
‫آن ايشاتند ومنچنينم يارب‬

[Onlar Öyle insanlardır, ben ise böyleyim Ya Rab!]


‫سبحان ربك رب العزة عمايصفون‬

[ġan ve kudret sâhibi olan Rabbim, sen onların taktıkları sıfatlardan


münezzehsin.]

Medrese-i Süleymâniyede tasavvuf muallimi fazîletli es-Seyyid Abdülhakîm


Efendi Hazretlerinin er-Riyâzü’t-Tasavvufîyye nâmındaki eserinin tab’ında bir
mahzur olmadığını mübeyyin iĢ bu vesîka müĢârunileyh hazretlerine i’tâ kılındı.
24 Kanun-ı Sânî
1340
Ġstanbul Vilâyeti Maârif
Müdürü Saffet
154
155

III. BÖLÜM
ER-RĠYAZÜ’T-TASAVVUFĠYYE’DEKĠ TASAVVUFĠ
KONULARIN TAHLĠLĠ
156

Abdülhakim Arvâsî yazdığı bu eserinde ele aldığı konuları, her ne kadar


kendisi tasnif etmemiĢ ise de üç ana baĢlık altında toplamak mümkindür. Kitabında
ilk olarak tasavvuf kelimesinin anlamı ile tasavvufun gayesi, kökeni ve konusu
üzerinde durmuĢtur. Ġkinci olarak tasavvufun ıstılâhı üzerinde durmuĢtur. Son olarak
tasavvuf ile ilgili mühüm konuları belli baĢlıklar altında toplamıĢ

A. TASAVVUFUN KELĠME VE ISTILAH ANLAMI

I. TASAVVUF KELĠMESĠNĠN MENġEĠ


Tasavvuf ve sûfî kelimesi Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde kullanılmayan
bir tabirdi. Onun yaĢadığı devirde müslümanlar için sahâbî kelimesi kullanılmıĢ ve
sahabe içerisinde zâhidâne yaĢayanlar için baĢka bir isim kullanılmamıĢtır. Ancak
daha sonraki dönemlerde Ġslâm coğrafyası geniĢlemiĢ ve müslümanlar içinde zühde
önem verenlere daha özel bir isim verme ihtiyâcı hâsıl olmuĢtur. 194
Abdülhakim Arvâsî eserinde bu baĢlık altında sûfî kelimesinin nereden
geldiğini anlatmaktadır. Bu konuda dört farklı görüĢe yer vermiĢtir.
a. Sûfî ve tasavvuf kelimelerinin “Sâfâ” dan geldiğidir. Çünkü sâfâ kelimesi
Kurân-ı Kerim’de Hz. Peygamber için farklı türeyiĢleriyle kullanılmıĢtır. Ayrıca
safvet; manevî temizlik anlamına geldiği için bu kelimeden müĢtak olabileceğini
söylemiĢtir. Ancak sâfvetin nisbeti safevî olarak geldiği için bu görüĢ pek tercih
edilmemiĢtir.195
b. Sûfî olarak isimlendirilen kimselerin sûf, yani yünden bir elbise
giyinmelerinden dolayı bu isim onlara verilmiĢtir. Bu görüĢ fazlasıyla itibâr
görmüĢtür. Efendimizin yün giymesi ilk dönem zahidlerinin de bu kıyafeti tercih
etmesinde etkili olmuĢtur.196
c. Âriflerin huzur-ı ilâhide saf durmaya büyük önem vermelerine binâen
onlara sûfi denilmiĢtir.197 Ancak Abdülhakim Arvâsî bu görüĢ sâf kelimesi ile sufî
kelimesinin lügât bakımından uyumsuzluğundan dolayı tercih etmemiĢtir. 198

194
Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 23.
195
Sühreverdî, Gerçek Tasavvuf, Çev. Dilaver Selvi, Semerkand Yay., Ġstanbul, 2007, s. 76.
196
Hucvirî, Hakîkat Bilgisi, Çev. : Süleyman Uludağ, Dergâh Yay., Ġstanbul, 1982, s. 125.
197
Sühreverdî, a. g. e. , a. y.
198
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 14.
157

d. Efendimiz (s.a.v.)’in mescidinin sofasına nisbetle bu ismin verildiği fikri


var ise de bu da lügât bakımından bir uyumsuzluk içermektedir demiĢtir. 199
Bu konuda yaygın olan görüĢlerin genelini söyleyip son olarak kendi
görüĢünü eklemiĢtir. Abdülhakim Arvâsî’ye göre sûfiler kalbi temizlemekle meĢgul
olan kimselerdir. Onlar bu yolda her zaman mühim olana öncelik vermiĢlerdir. Bu
sebebten bu kelimenin nereden türediği meselesi ile vakit harcamazlar. 200
II. TASAVVUFUN TARĠFĠ
Bilindiği üzere tasavvuf için, ilk dönem olarak kabul edilen zühd döneminde
ıstılâhî yapıdan söz etmek mümkin değildi. Hicrî III. asırdan itibâren oluĢmaya
baĢlayan ıstılâhların yanı sıra yine bu dönemde tasavvufun târifleri de yapılmaya
baĢlamıĢtır. 201
Abdülhakim Arvâsî bu eserinde tasavvuf için yapılmıĢ bazı târifleri söylemiĢ
ve ardından kendisi de bir tanım da bulunmuĢtur.
Verdiği diğer tanımlarda tasavvufun kiĢinin Allah’la bir olup nefsinden
korunması ve ahlâklı olma ilkeleri ön plana çıkmaktadır. Kendi yaptığı tanımda ise
tasavvufun kiĢiyi beĢerî sıfâtlardan melekî sıfâtlara ilâhî ahlâk ile yönlendirdiğinden
bahsetmiĢtir.202
III. TASAVVUFUN KÖKENĠ
Abdülhakim Arvâsî, tasavvuf ve diğer ilimlerin oluĢma sebebi olarak
müslümanlar arasında oluĢan ihtilâfları göstermektedir. Bunun da etba-ı tâbiîn
döneminde olduğunu bildirmektedir. Hicrî ikinci asrın sonlarında bilinen ilk sûfî
isminin Ebu HaĢim’e verilmesini o dönemde sûfîliğin varlığına delil olarak
görmektedir.
Ġlimlerin tedvîn edildiği dönemde Ġslâmî ilimler iki kısmda tasniflenmeye
baĢlamıĢtır. Bunlardan fıkıh gibi fetvâ yönüyle öne çıkan ilimler birinci kısmı
oluĢtururken, tasavvuf gibi ilimler ise dinin hâl yönü üzerinde durmuĢlardır. Bütün
ilimler kendi kitapların oluĢtururken, tasavvuf ehli de bu ilmin farklı yönlerini ortaya
koymuĢlardır.

199
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, a. y.
200
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 15.
201
Hülya Küçük, Tasavvuf Tarihine Giriş, Nükte Kitap, Konya, 2004, s. 67.
202
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 16.
158

Bu bağlamda meseleyi ele alan Abdülhakim Arvâsî, tasavvufun baĢlangıcını


bizâtihi nübüvvetin baĢlangıcı ile eĢ tutmuĢtur.203
IV.TASAVVUFUN GAYESĠ
Abdülhakim Arvâsî tasavvufun çıkıĢ yeri ve târifini yaptıktan sonra, onun
gâyesinin kiĢinin kötü ahlâktan uzaklaĢıp, güzel ahlâkla süslenmesi olduğunu
söylemiĢtir. Ona göre Hz. Peygamber (s.a.v.)’in “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için
gönderildim” demesine binâen tasavvuf yolunda bulunanlar ahlâkî açıdan kendilerini
yetiĢtirme gâyesinde olmuĢlardır. Çünkü mutasavvıflar her iĢlerinde Hz.
Peygamber’e tâbî olmak maksadını üzerlerinde taĢırlar.
KiĢinin güzel ahlâkla muttasıf olmasını sağlayan hakîkâtleri Abdülhakim
Arvâsî üç kademe olarak belirtmiĢtir. Bu hakîkat mertebelerini aĢan kiĢinin avâm
tabakasından olacağını ve kötü ahlâk sâhibi olmaktan kurtulacağını bildirmiĢtir.
Tasavvufun gâyesi hakkında birçok mutasavvıf bu fikir üzerinde ittifâk
etmiĢlerdir. Ancak güzel ahlâka ulaĢtırân yollar hakknda çeĢitli görüĢler ortaya
koymuĢlardır. Bir kısmı bu gâyeye zikir ve ibâdetle ulaĢılır derken baĢka bir kısm ise
aĢk ve riyâzetle bu gâye elde edilir demiĢlerdir. 204
Abdülhakim Arvâsî, bu gâyeye zikir ile ulaĢılır diyenlerdendir. Bu konu ile
ilgili olarak “Bir Ģeyi çok seven onu çok anar” hadîs-i Ģerifini beyân ederek, Allah
yoluna ve güzel ahlâka ulaĢmak isteyen kimsenin çokça zikir yapması gerektiğini
söyler. Ona göre zikrinde Allah lafzını çokça bulunduran kiĢi, bu sâyede ruhunda bir
letâfet elde eder ve bu letâfet o kiĢiyi beĢerî alıĢkanlıklardan uzak tutar. Bu sâyede
kiĢi tasavvufun gâyesi olan güzel ahlâka ulaĢmıĢ olur.205
V. TASAVVUFUN KONUSU
Ġslâmî ilimler zahirî ve bâtınî olmak üzere iki kısma ayrılmıĢtır. Zahirî ilimler
Hz. Peygamber’den bize kadar nakil yoluyla gelen ilimlerdir. ġeriât ve tabiât ilimleri
bunlardandır. Bâtınî ilimler ise zevken bilinen ilimlerdir. Yani kiĢinin imân, islâm ve
ihsânı zevkî olarak bilmesidir.206
Tasavvufun konusu bâtınî ilimdir. Bazı âlimler bâtınî ilimin olmadığını
söylemiĢlerdir. Ebû Nasr Serrâc et-Tûsi’ye göre Ģeriât zâhir ve bâtın amelleri bir
203
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 20.
204
Yılmaz, a. g. e. , s. 59.
205
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 22.
206
Mahir Ġz, Tasavvuf, Rahle Yay., Ġstanbul, 1969, s. 72.
159

arada tutan bir ilimdir. Zâhir ve bâtın amellerin birbirinden ayrı düĢünülemeyeceği
gibi, bâtınî ilminde varlığı hiçe sayılamaz.207
Tasavvufun konusu olan bâtınî ilmi Efendimiz (s.a.v.) “ihsan” olarak
nitelemiĢtir. Ġhsânı “Allah’ı görür gibi ibâdet etmek” olarak tanımlandıran Hz.
Peygamber, burada aslında ibâdette öz ile Ģekil arasında bir bağ kurmaktadır. Bu bağ
bize dinin görünmeyen öz boyutu ile yaĢanan Ģekil boyutu kadar önem arz ettiğini
göstermektedir.208
Abdülhakim Arvâsî Hz. Peygamber’den bu zâhirî ve bâtınî ilimlerin kaldığını
söylemiĢtir. Zâhirî ilimler Hz. Peygamber’den bize kadar ulaĢan Kuran, tefsir, itikâd
v.b. gibi ilimler ile dünyevî ilimlerdir. Bâtınî ilim ise; gayb âleminde Hz.
Peygamber’in ruhuna vâsıtasız Ģekilde Allah tarafından vahyolunana ilimdir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’e verilen bu ilimden bir parça da velilik makâmında
bulunanların nasibdâr olduğunu bildiren Abdülhakim Arvâsî, bunun sebebi olarak da
veliliğin nübüvvetten müsmer olduğunu söylemiĢtir. Ona göre bir ilmin
mertebesindeki yücelik o ilmin konusu ile paralellik arzeder. Bu bağlamda konusu
Allah Teâlâ olan tasavvuf ilmî diğer zâhirî ilimlerden daha yücedir.
Tasavvuf ilminin diğer ilimlerden yüce olduğunu söyleyen Abdülhakim
Arvâsî, kiĢiye bâtınî ilimleri öğreten üstâdının anne ve babasından bile üstün
olduğunu bildirir. Çünk anne ve babası kiĢinin dünyaya gelmesine sebebtir. Ama
bâtınî ilimlerin hocası o kiĢinin ebedî hayatını imâr eden bir vesîledir. 209

B. TASAVVUFÎ ISTILAHLAR

Abdülhakim Arvâsî eserinin bu bölümünde tasavvuf literatüründe yer alan bir


çok ıstılâhı tafsîlatlı bir Ģekilde açıklamıĢtır. YetmiĢ adet kavramı ayrı baĢlıklar
halinde anlatan Abdülhakim Arvâsî, bunlara ek olarak bazı terimleri kısaca açıkladığı
iki baĢlık oluĢturmuĢtur. Bunlardan birini Farsça, diğerini ise Arapça olarak kâleme
almıĢtır. Bu bölümde son olarak kendisinin de halifesi olduğu tarîkat olan
NakĢibendiyye tarîkatının on ilkesini birer birer açıklamıĢtır. Ancak bunlardan

207
Ebû Nasr Serrâc et-Tûsi, El-lum’a (İslam Tasavvufu), Ter. , H. Kâmil Yılmaz, Altınoluk Yay.,
Ġstanbul, 1996, s. 23.
208
Dilaver Gürer, Düşünce ve Kültürde Tasavvuf, Ensar NeĢ., Ġstanbul, 2007, s. 33-34.
209
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 25-26.
160

Nigâh-DaĢt’ı açıklamayı sehven atlamıĢtır. Bu sebepten NakĢîbendîlik’teki esasların


yalnız on tanesini müellifin kaleminden okumaktayız.
Daha önce de bahsettiğimz üzere Abdülhâkim Arvâsî bu eserini bir ders
kitabı olarak hazırlamıĢtır. Bu bağlamda tasavvufa dâir kavramların en çok
kullanılanlarına eserinde yer vermeye çalıĢmıĢtır. Bunu yaparken Kuşeyrî Risâlesi’ni
ölçü olarak benimsemiĢ ve Ġmam KuĢeyrî’nin tasavvufa âit ıstılahlar, sûfilerin
makâm ve halleri baĢlıkları altında sıraladığı birçok kavramı büyük ölçüde bozmadan
eserine iĢlemiĢtir. Kavramların açıklanmasında Kuşeyri Risâlesi’nden farklı olarak
yapılan izâhatlarda senet zikretmemiĢtir. Bunun dıĢında bu bölüm Ġmam KuĢeyrî’nin
eserinin özenle hazırlanmıĢ bir özeti niteliğindedir.
Bunun dıĢında kavramları açıklamada kaynak olarak kullandığı diğer bir eser
de Muhiddin b. Arâbî’nin Fütühât-ı Mekkiyye’sidir. Kuşeyri Risâlesi’nde geçen
açıklamalardan sonra konuyla ilgili olarak Ġbn Arâbî’nin sözlerine de bazı baĢlıklar
altında yer vermiĢtir.
Zevk ve ġurb’u açıklarken bunlara bir de Reyy kavramını, mahv ve isbâtı
açıklarken ise Mehk kavramını eklemiĢtir. Bu kelimelerden Mehk Ġmam KuĢeyrî’ce
hiç kullanılmamıĢtır. Ancak Reyy kelimesi farklı yerlerde açıklanmıĢtır.
Yine Abdülhâkim Arvâsî, Kuşeyrî’den farklı olarak Sukut kavramını Samt
olarak iĢlemiĢ, ancak bu kelimeyi yine sukut ifâdesiyle aynı paralelde izah etmiĢtir.
Ayrıca Ahlâk baĢlığına Ahlâk-ı Hasene, Mârifetullah kavramına da Mârifet olarak
kitabında yer vermiĢtir.

C. TASAVVUF EHLĠ ĠÇĠN KULLANILAN ĠSĠMLER

Tasavvufun sistemli bir yol halini aldığı dönemlerden beri bu yola giren
kimseler için çeĢitli isimler kullanılmıĢtır. Bu isimler kiĢilerin durum ve hâllerine
bağlı olarak farklılık oluĢturmuĢtur.
Abdülhakim Arvâsî bu baĢlık altında mutasavvıfların belirli tabakalara
ayrıldığını anlatmıĢ ve bu tabakalarda yer alan guruplara verilen isimleri izâh
etmiĢtir.
Ġmam Sühreverdî’nin Avârif isimli eserinde mutasavvıfları üç tabakada
incelemiĢtir. Bu tabakaların ilki için tabâkât-ı ülyâ denilmiĢtir ki; bu tabakada
161

peygamberler, sahâbîler ve Ġslâm ümmetinin önde gelenleri yer almaktadır. Ġkinci


tabaka ise tasavvuf yolunda ilerlemiĢ kimselerdir. Son tabaka ise bu yolda ilerleme
çabası çinde olan tâliblerdir.
Bu ayrımdan bahseden Abdülhakim Arvâsî daha sonra, sülûk ehli için iki
farklı tabakadan bahseder. Bunlardan birincisi maksadı ilâhî nihâyete ulaĢıp Allah’ı
bulmak isteyenlerdir, diğeri ise cennet tâliplileridir. 210
Allah’ı bulmak isteyen tâifeyi bu yolda kullandıkları metoda göre ikiye
ayırmıĢtır. Birincisi kendisinden önceki sûfilerin vasıflarıyla sıfatlanarak bu neticeye
ulaĢmak isteyenler, diğeri ise yaptıkları hâyrı gizleyip, Ģerlerini de ızhâr edenlerdir.
Bu tâifeye Melâmîler denilmiĢtir. Abdülhakim Arvâsî Melâmîler içerisinde hâk olan
bir grup olduğunu ve onların bu iĢlerinin doğruluğunu söylemiĢtir. Ancak bu
davranıĢlarıyla Melâmîlerin kendi nefsleri ve çevresindeki insanlara önem verdiğini
göstermekte olduğunu ve bu durumun da kiĢiyi ağyârden uzaklaĢtırmadığını
bildirmiĢtir.211
Bir diğer tâife olan cennet tâliplilerini de dört sınıfa ayırmıĢtır. Bunlar
Zahidler, âbidler, fakirler ve hâdimlerdir.
Zâhid kelime olarak dünyaya rağbet etmeyen, kendisini bütünüyle Hakk’a
veren kimse demektir.212 Abdülhakim Arvâsî zâhidlerin imân ve yâkîn sâhibi
olduklarını ve bu sayede Allah Teâlâ’nın emirlerinin güzelliğini anlayabildiklerinden
bahseder. Bu sâyede dünyâ hayatının yerine âhireti ve cenneti tâlib olurlar. Bu
tâifenin sûfîlerden farkının ise, onların nefislerinin isteği olan cennetin tâlibi olmaları
sebebiyle Hakk Teâlâ’dan gâfil olmaları olarak bildirmiĢtir. 213
Fakir kelimesi gerçek anlamıyla yoksul demek iken, tasavvufî mânâda
derviĢin kendisine âit birĢeyin olmadığını, gerçek mülk sâhibinin Allah Teâlâ
olduğunu düĢünmesidir.214 Abdülhakim Arvâsî fakir olarak nitelenen kiĢinin her ne
kadar malı da olsa, kendisini her yerde Allah’a muhtaç hissettiği için bu Ģekilde
vasıflandırıldığını bildirmiĢtir. Bu tâifenin sûfilerden farkını anlatırken sûfilerin
Hakk’ı istemelerine karĢın fakirlerin cenneti talep ettiğini bildirmiĢtir. Fakirlerin sûfî

210
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 115.
211
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 116.
212
Uludağ, Tasavvufî Terimler Sözlüğü, s. 389.
213
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s.
214
Uludağ, a. g. e. , s. 131.
162

tâifesinden üstün olduğu yönü olarak ise, onların her türlü hâl ve makâmlardan
kendisini sıyrılmıĢ görmesine karĢın, sûfi tâifesi makâm ve hâllerle bir mertebe
sahibi olmaktadırlar.215
Hâdim hizmet eden demektir. Tasavvufta sûfî olmadığı halde tekke ehline
hizmet eden kimseler için kullanılmıĢtır. Hizmet etmenin sevabındaki yücelik
sebebiyle çoğu zaman hâdimlerle Ģeyhler eĢit sayılmıĢtır. 216 Ancak Abdülhakim
Arvâsî’ye göre bu eĢitliği bozan önemli bir sebep vardır. O da huddâmın amacının
sevap kazanmak olmasına karĢın, Ģeyhlerin muradları kurb-ı ilâhîdir. 217
Âbid ise ibâdet ve amel eden, tâatte bulunarak cehennemden kurtulmaya ve
cennete muttalî olmaya çalıĢan kimsedir. 218 Arvâsî’ye göre bu tâifenin sûfilerden
ayrılmasının en önemli sebebi, bu kimselerin ibâdet yapmalarının yanı sıra dünya
hayatından da uzak kalmayabilir olmalarıdır. Çünkü âbid olan kimse hem ibâdet
yapıp hem de dünyalık kazanç getiren bir iĢ sahibi olabilir. Ancak sûfîlerin dünyaya
rağbetleri yoktur.219
Abdülhakim Arvâsî bu tâifelerin dıĢında bir de meczulardan bahseder.
Meczubların tasavvufi hâllerinden bahseden Arvâsî onların yalnız bir yönü üzerinde
durmuĢtur. Ona göre meczub olan kiĢi fenâ makâmında bir takım parıltılar gibi bu
makâma dâir görüntülere vâsıl olur. Bu sâyede beĢerî hâllerinden o an için sıyrılır.
Ancak daha sonra bu hâl kendisinden uzaklaĢtığı vakit yine eski beĢerî hâllerîyle
vasıflanır.220
Meczublar ile ilgili kaynaklarda bahsedilenler bununla sınırlı değildir.
Meczun kelime olarak cezbeli, deli, dîvâne anlamlarıa gelir. 221 Meczub olan kimse
tasavvuf ehlinin mücâhede ile elde ettiği makâmları çilesiz perdenin kendisi için
açılması ile elde eder. Meczub olan kimse kendisinde bu cezbe hâli oluĢtuğu vakit
dîne muğâyir sözler sarfedebilir. Böyle hâllerde onlar aklî melekelerden uzak
kalmaları sebebiyle mükellef sayılmazlar. 222 Meczublar kendilerine açılan bu sır

215
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 118-119.
216
Uludağ,a. g. e. , s. 152.
217
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 119.
218
Uludağ, a. g. e. , s. 20.
219
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 119.
220
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 121.
221
(Komisyon), Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet ĠĢl. BĢk. Yay., Ankara, 2007, s. 414.
222
Uludağ a. g. e. , s. 240.
163

perdeleriyle elde ettikleri makâmları daha sonra seyr-i sülûk ile temkine bağlarlar.
Çünkü onlar Hakk’ın kendi tarafına çektiği âĢıklarıdır.223

D. EVLĠYÂNIN ÇEġĠTLERĠ

Velîler, dostlar anlamına gelen evliyâ; Allah’ın kendilerine ilhâm ve kerâmet


verdiği, duâları Allah katında makbul sayılan, Allah’ı kendilerine dost edinmiĢ ve bu
sâyede Allah’ın da onları dost edindiği kimselerdir.224
Hz. Mevlâna Celâleddîn Rumî evliyâyı Ģu sözlerle tanımlamaktadır: “Yüce
Hak, bir kulunu kurbiyetine, yakınlığına lâyık kıldı mı,ona ebedî lütuf Ģarâbını
tattırır. Zâhirini gösteriĢten, münâfıklıktan arıtır; bâtınında da kendisinden
baĢkalarının sevgisini onun gönlüne sokmaz. Gizli lütfu gösterir ona. Böylece o
varlık âleminin hakikatine ibret gözüyle bakar. Sanat eserinden o eserin sâhibini
görür. Takdîr edilmiĢ olanlardan takdîr edene ulaĢır o kul…” 225
Tasavvufta bu anlama gelen evliyâyı Abdülhakim Arvâsî daha farklı bir
tanımla anlatmaktadır. Hadis-i ġerifte geçen Allah’a gizli ibâdet eden bu sâyede
Allah’ın kullarının en sevgilisi ve takvâlısı olan kimselerin evliyâ olduğunu söyleyen
Arvâsî evlayânın üç tabakadan oluĢtuğunu bildirmiĢtir.
Ona göre bu üç tabakadan birincisi, kalpleri yalnız Allah ile birlikte olup, bu
sâyede manevî derecelerine engel olan illetlerden kurtulanlardır. Ġnsanlar onların bu
hâle hangi metod ve yollarla geldiklerini bilmezler. Allah Teâlâ onların nefesleri
hürmetine belâları giderir.
Ġkinci tabaka temkin ve istikâmet ehli olanlardır. Bunlar tasavvuf yolunun
önde gelenlerinden olmalarına karĢın kendilerini avâmdan biri gibi gösterirler.
Ġbâdetlerini keĢf ve muhabbet için yapıyor olmalarına karĢın zâhirî âlimler gibi sevap
niyetiyle bu ibâdetleri yaptıklarını söylerler.
Üçüncü tabaka ise gizli olan evliyâlık makâmının en düĢük seviyesidir. Bu
kimselerin iç hâllerini Allah Teâlâ kendisi ile meĢgul etmiĢtir. Bu meĢguliyete binâen
bu tâife kendilerinden bile bîhâberdirler. Bu kısm evliyâ irĢâd vazifesiyle yükümlü

223
Yılmaz, İslâm Tasavvufu, s. 492.
224
Uludağ, a. g. e. , s. 130.
225
Gürer, Mecâlis-i Sebʽa’dan Seçmeler, Rûmî Yay., Konya, 2007, s. 81.
164

değillerdir. Çünkü onların içlerinde Allah tarafından bir muhabbet ateĢi yakılmıĢ ve
bundan dolayı nerede olduklarını ve ne yaptıklarını bilmezler. 226
Abdülhakim Arvâsî bu üç tabakada yer alan velîlerin sayısını her zamn da
dört bin olarak bildirmiĢtir. Onlar ile Allah Teâlâ risâleti kıyamete kadar bâkî
kılmaktadır.
Velîlerin kendilerinin velî olduklarını bilip bilmemeleri meselesinde iki farklı
görüĢ vardır. Bu kiĢilerin velîliklerini bilmesinin kendilerindeki Allah’tan korku
hâlini yok edeceği düĢüncesinden dolayı câiz olmadığını söyleyenlerin yanı sıra,
bunun böyle bir sorun oluĢturmayacağı fikriyle buna câiz diyenlerde olmuĢtur. 227
Abdülhakim Arvâsî’nin velîlerin bâtın hallerinin kendilerinden gizli olduğunu
söylemesi onun birinci görüĢle aynı noktada birleĢtiğinin göstergesi olmuĢtur.
Ferûdiddin Attar’dan rivâyetle evliyâdan Üveysî olarak bilinen bir gruptan
bahseden Abdülhakim Arvâsî, bunları Resûlullah (s.a.v.)’in bulundukları yerde
vâsıtasız terbiye ettiğini bildirir.228 Üveysîlik Veysel Karânî ile ilintili olarak bu ismi
almıĢtır. Bütün tarîkatler üveysîliğin varlığına inanırlar. Ancak bunun yanında sağ bir
mürĢide bağlanmayı efdal görürler.229
Evlayânın çeĢitlerinden biri de abdâllardır. Bunlarla ilgili olarak Hz.
Peygamber’den vârid olmuĢ hadislere yer veren Arvâsî, bunların sayısının kırk erkek
ve kırk kadın olduğunu bildirmiĢtir. Bunların otuz erkeğin kalplerinin Ġbrâhim
(a.s.)’ın kalbî üzerine olduğunu bildiren hâdis-i Ģerîfi naklettikten sonra kalan on
erkek ile kırk kadının kalplerinin diğer peygamberlerin kalpleri üzerinde olduğunu
söylemiĢtir.
Abdallarla ilgili olarak tasavvuf kaynaklarında birçok vasıf sayılmıĢtır. Bu
kimselerin en çok bahsedilen özellikleri, ölmeyecek kadar yemeleri, tâkat verecek
kadar uyumaları ve zaruret olmadıkça konuĢmamalarıdır. 230
Bunlara abdal denilmesinin sebebini Ġmam Sühreverdî bu kimselerin kötü
ahlâklarını iyi ahlâka çevirmeleri olarak bildirmiĢtir. 231 Ancak Abdülhakim

226
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 122-124.
227
Abdülkerim KuĢeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, Semerkand Yay., Ġstanbul, 2009, s. 644.
228
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 126.
229
Uludağ, a. g. e. , s. 369.
230
Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 196.
231
Sühreverdî, a. g. e. , s. 300.
165

Arvâsî’ye göre bu kiĢilerden birisinin ölümüyle o kimsenin yerine bir altındaki


evlayânın geçmesi sebebiyle onlara abdal denilmiĢtir. 232
Arvâsî abdalları ikiye ayırmaktadır. Bunlardan birinci kısmdakilerin evlilik
hayatları yoktur. Bu kimselerin irĢâd gibi bir görevi yoktur. Bunların öldükleri zaman
kabirleri herkes tarafından bilinmez. Bunların bu yolda elde etmek istedikleri Ģey
kutupluk makâmıdır. Diğer kısmdakileri ise kutubluk makâmına yükselmiĢ olan
abdallardır. Bunlar evlenir ve çocuk sâhibi olurlar. Bunlar peygamberlerin en büyük
mirasçılarıdır. Bu yüzden irĢâd vazifesiyle yükümlüdürler. Bu görevleri sebebiyle
tıpkı peygamberler gibi bunlar da halk tarafından eziyet görürler. 233
Kutubların özelliklerinden birisi de Hızır (a.s.) ile görüĢmeleri olduğunu
söyleyen Abdülhakim Arvâsî, bundan sonra Hızır (a.s.)’ın yaĢayıp yaĢamadığı
hakkında detaylı bir maʽlumat vermiĢtir. Farklı kiĢilerin görüĢlerini sıraladıktan
sonra konuyla ilgili olarak kendi görüĢünü bildirmiĢtir. Ona göre Hızır (a.s.) bedenen
ölmüĢtür ancak rûhen yaĢamaktadır. Onun bedenî olarak yaptığı iĢleri ise Allah Teâlâ
bir ikrâm olarak ona baĢetmiĢtir.234

E. TEVHÎDĠN MERTEBELERĠ VE ERBÂBI

Sözlükte bir Ģeyin tek olduğuna hükmetmek ve onun böyle olduğunu bilmek
anlamına gelen tevhid, ıstılâhta Allah’ın zâtını bütün tasavvurlardan soyutlamaktır. 235
Allah tarafından gönderilen peygamberlerin insanlara ilk dâveti tevhid inancı
olmuĢtur. Kulun Rabbini tevhid etmesinden önce Allah Teâlâ tevhîdi üç kısmda var
etmiĢtir. Bunlardan birincisi Hakk Teâlâ’nın kendisinin bir olduğunu bilmesi ve bunu
kullarına bildirmesidir. Ġkincisi kulu için tevhîd inancını yaratmasıdır. Üçüncüsü ise,
halkın Allah Teâlâ’yı tevhîd etmesidir. 236
Abdülhakim Arvâsî tevhîdin dört mertebesi olduğunu söylemiĢtir. Bunlar
tevhîd-i imânî, tevhîd-i ilmî, tevhîd-i hâlî ve tevhîd-i ilâhîdir.
Tevhîd-i imânî Allah Teâlâ’nın varlığını ve birliğini ayet ve haberler ıĢığında
kalben tasdik edip bunu dil ile ikrâr etmek olduğunu söyleyen Arvâsî, bu tevhîdin

232
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 128.
233
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 129.
234
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 131.
235
(Komisyon), Dini Kavramlar Sözlüğü, s. 660.
236
KuĢeyrî, a. g. e. , s. 560.
166

kiĢiyi açık Ģirkten kurtardığını bildirmiĢtir. Bu Allah Teâlâ’nın yarattığı tevhîdin son
hâli olan halkın O’nu tevhid etmesidir.
Tevhîd-i ilmî tasavvuf yoluna yeni girmiĢ olan sûfîler için olan tevhîddir. Bu
ancak bâtınî ilimle elde edilebilir diyen Abdülhakim Arvâsî, bu tevhîde ulaĢan
kiĢinin yeryüzünde gördüğü her sıfatı Allah’ın sıfatlarından bileceğini söylemiĢtir.
Ayrıca tevhîd-i ilmîye sahip olan kiĢinin bununla gizli Ģirkten tam mânâsıyla
kurtulamayacağını da bildirmiĢtir.
Tevhîd-i hâlî ise, tasavvuf yolunda gayret sarfeden kimsenin bu sayede zâtınâ
ait olan insânî hâllerden sıyrılıp, bunların hepsinin tevhid nurunun altında eridiğini
hissetmesidir. Arvâsî tevhîd-i hâlînin sahibini gizli Ģirk korkusundan büsbütün
kurtardığını söyler.
Tevhîd-i ilâhî ise, Allah Teâlâ’nın ezelde kendi vâhdaniyetini baĢka biri
tevhîd etmeden bildiği gibi tevhîd etmektir. Bu tevhîd kulların tevhîdinden çok daha
üsttedir. Çünkü insanların varlığındaki tabîi hallerden dolayı Allah’ı tam olarak
tevhîd etmeleri düĢünülemez. 237
Abdülhakim Arvâsî tevhîdin mertebelerinden bahsettikten sonra Allah’ın
zâtının görünmemesi ve düĢünülmemesi üzerinde durmuĢtur. Ona göre Hakk
Teâlâ’nın bilinmesi onun zâtının müĢâhede edilmesiyle değil, yarattıkları üzerindeki
nûrunun zuhûruyla bilinir. Bu da iki Ģekilde olur. Birincisi Allah’ın kendisini
insanlara idrâk ettirmesiyle olur. Ġkincisi ise, O’nun zâtının tam Ģuur ile idrâk
edilmesidir. Yâni Allah’ı görmek ya da bu seviyede onu müĢâhede etmektir. Bu
sadece Hz. Peygamber (s.a.v.) gibi seçkin kimselere bahĢedilmiĢtir. 238

F. VAHDET-Ġ VÜCÛD

Vahdet-i vücûd meselesi belki de tasavvuf tarihinin en fazla tartıĢılan konusu


olmuĢtur. Bu mesele H. VII. asırda yaĢamıĢ olan Muhyiddin b. Arabî
(ö.638/1240)’den çıktığı düĢünülüyor olsa bile, aslında tasavvufun ilk dönemi sayılan
zühd döneminde bile bu düĢünceye rastlamak mümkündür.239 Meselenin tasavvuf

237
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 132-134.
238
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 135.
239
Yılmaz, İslâm Tasavvufu, s. 537.
167

literatüründe fazlaca tartıĢılmasının nedeni Allah Teâlâ’ya ulaĢma gayreti içinde olan
sâlikin, sonradan yaratılmıĢ olması ile Rabbine ulaĢıp ulaĢamayacağı endiĢesidir 240.

Vâhdet-i vücûd bir bilmek, Allah’tan gayrı varlık olmadığının biliç ve


idrâkinde olmak demektir.241 Yani Allah Teâlâ’nın varlığına nisbetle diğer vaarlklar
yok hükmündedir. Görünen bu eĢyânın varlığı onun zuhur mahallidir. Dolayısıyla
eĢyanın varlığı gölgenin varlığı gibidir. Nasıl ki gölgenin varlığı bir cisme bağlı ise,
eĢyanın varlığı da Hakk Teâlâ’nın varlığına bağlıdır.242

Ġlk dönem sûfilerinden bir çok kimse vahdet-i vücûd olarak sonradan
isimlendirilecek olan varlığın vahdâniyeti düĢüncesine sahip olmuĢlardır. Bu
düĢünceye ulaĢanlar bunu bir felsefî doktrin olarak ortaya koyarak elde
etmemiĢlerdir. Bilakis tasavvuftaki mücâhede ve seyr ü sülûkleri sonucunda bu fikre
hâkim olmuĢlardır.243

Bâyezid-i Bestâmî, Hallac-ı Mansur gibi ilk dönemde yaĢamıĢ bazı sûfiler,
kendi iç dünyalarında yaĢamıĢ oldukları bu düĢünceleri açığa vurmak istemiĢler,
ancak yaĢadıkları yoğun cezbe hâlleri bu durumu ifâde etmekte kendileri için bir
engel olmuĢtur. Onların kendi benliklerinin varlığının olmadığı, aslında var olanın
yaratıcının bir yansıması olduğu fikri, lisânlarında çok farklı tezahür etmiĢtir.
Söyledikleri “Ene’-Hakk, kendimi tesbih ve tenzih ederin” Ģeklindeki sözleri birçok
insan tarafından küfür olarak addedilmiĢtir. 244

Ancak tasavvuf literatürü bu sözlerin kesinlikle bir küfür ve ilâhlık iddâsı


olmadığını beyan etmektedir. Hâlbuki birçok mutasavvıf Ģerîat sistemine aykırı
olarak söylenen her söze itiraz etmiĢtir. Çünkü tasavvuf eğitimi Ġslâm ġeriatının
üzerine binâ edilmektedir. Nitekim Bâyezid-i Bestâmî’ye nisbet edilen “Kendimi
tesbih ve tenzih ederin ve abamın altında Hakk’tan baĢkası yoktur” sözlerinin yanı
sıra yine Bâyezîd-i Bestâmî “Bir adamı kerâmet olarak havada bağdaĢ kurup oturmuĢ
olarak görseniz onun bu hâline aldanmayın. Kendisinin Allah’ın emir ve yasaklarına

240
Hülya Küçük, Tasavvufa Giriş, Dem Yay., Ġstanbul, 2011, s. 41.
241
Uludağ, a. g. e. , s. 371.
242
Yılmaz, İslâm Tasavvufu, s. 538.
243
Yılmaz, İslâm Tasavvufu, a. y.
244
Sühreverdî, a. g. e. , s. 99.
168

nasıl uyduğunu, ilâhî Ģerîatı nasıl muhafaza ettiğini ve dinin edeplerini nasıl yerine
getirdiğini görmeden bu hallerine itibar etmeyin” demiĢtir. ġeriatı ön planda tutan bu
kimselerin bilinen bu özelliklerine bakılarak onların Ģeriata muğâyir görünen
sözlerine bakılıp küfürle addetmek doğru görülmemiĢtir. Bilakis onların bu
davranıĢlarının asıl sebebi bulundukları mânevi hâllere bağlı olarak bu sözleri
bizâtihi Allah Teâlâ’dan iĢitmiĢ olmalarıdır. 245

Bu konuda diğer bir görüĢ ise; Hallac-ı Mansur gibilerin “lâ ilâhe illallah”
zikrini fazlaca yapmıĢ olmaları ve bunun sonucunda bu zikrin kalbinden rûhuna
ulaĢtığıdır. Allah Teâlâ’nın ismi o ve onun gibi olanların rûhuna ulaĢınca bu kimseler
dünya ve dünyanın içindekilerini ve dahi kendi isimlerini bile unuttular.
Bulundukları aĢk âlemi onları beĢerî âlemden soyutlamıĢtır. Bu yüzden bu kimseler
kendi benlikleri ile ilgili olan suâllere hep Allah Teâla’nın sıfatlarıyla cevap
vermiĢleridir. 246

Vâhdet-i vücûd meselesinde yapılan tartıĢmaların odağında bu meseleyi


felsefî bir öğe hâline getiren Muhyiddîn b. Arâbî yer almaktadır. Onun bu konuyla
ilgili sözlerinde iman dâiresinde çıktığını söyleyenler bile olmuĢtur. Bu fikre karĢılık
onun sözlerinin küfür niteliği taĢımadığını söyleyenler ise, onu küfürle itham
edenlerin aslında vâhdet-i vücûdu anlamadığı kanaatindedirler. Bu tartıĢmaların
tasavvufî yönünü ele alan Vâhdet-i vücûd ve İbn Arabî adılı eserin sâhibi Ġ. Fenni
Ertuğrul bu eseri niçin yazdığını Ģu sözlerle açıklamaktadır:

“Ulema-yı kiramımızdan bir zümrenin vahdet-i vücuda kail olanlara ve bil-


hassa Muhyiddîn b. Arabî hazretlerine karĢı bir hıss-i nefret ve husûmetle mütehassis
olduklarını gördüm ve bunun esbâbını anlamak için içle-rinden bazılarıyla
mübahasede bulundum. Bunların vahdet-i vücud mesele-sini layıkıyla tetkik
etmediklerine ve bunu vücudiyye mezheb-i felsefîsinden ibaret bildiklerine yakîn
hasıl ettim. Sadüddin Teftazânî’ye isnad olunan risa-le ile Ġbn Teymiyye ve Ali el-
Kari gibi bazı meĢâhir-i ulemanın bu babdaki itirazât ve beyanâtını dahi kemal-i

245
Sühreverdî, a. g. e. , a. y.
246
EĢrefoğlu Rumî, Müzekki’n-Nüfûs, Haz. Ahmet Kasım Fidan, Semerkand Yay., Ġstanbul, 2011, s.
418.
169

dikkat ve hüsn-i niyyetle okudum. Bunları dahi kendilerinin Ģöhret-i ilmiyeleriyle


gayr-i mütenasib bir takım istidlâlât-ı sathıye ve isnâdât-ı vahiyeden ibaret buldum.

Netice-i tetkikâtımda hâsıl etdiğim fikre göre gerçi ulema-yı müĢarün


ileyhimin ihtisasları olan ulumda behre-i küllileri nâkâbil-i inkâr ise de beynlerinde
câri olan tabirât ve ıstılahât ve mebâdi müddet-i medîde tevaggul neticesi olarak
zihinlerinde o derece derin bir intiba hâsıl etmiĢ ve kendilerine o kadar büyük bir
vüsuk ve itimad vermiĢdir ki, bunlara muhalif görünen bir Ģeyde sıhhat ve isabet
olabileceğini artık hatıra bile getirmemiĢlerdir. ĠĢte maksad-ı âcizânem bu cihetteki
nok-sanları göstererek mezheb-i mutasavvıfînin öyle onların iddia ettikleri gibi bir
mezheb-i küfr ve ilhaddan ibaret olmayıp bi’l-aks kalpleri mehbit-ı envâr-ı hakikat
olan bir takım kibâr-ı evliyâullahın keĢf-i sahihlerine müstenid ve edille-i kaviyye-i
nakliyye ve akliyye ile müeyyed bir mezheb-i celil-i irfân olduğunu meydana
koymak ve bununla beraber yine herkesi fikir ve itika-dında serbest bırakıp ancak
vahdet-i vücudu kabul eden ekâbir-i ümmet ve ihvân-ı dini küfür ve dalâlete nisbet
fezıhasından vikaye etmek ve bu vechile uhuvvet-i diniyye üzerine icrâ-yı su-i
tesirden hâli kalmayan bir vesile-i nifâk ve Ģikâkı ortadan kaldırmaktır.”247

Ġbn Arâbî aleyhinde konuĢan insanların genel kanaati onun vahdet-i vücûd
düĢüncesi ile Ģeriât çizgisinden saptığıdır. Ancak bu düĢünce Ġbn Arâbî hakkında bir
yyanılgıdan ibârettir. Çünkü Ġbn Arâbi manevî derece uygulama ve idrâk
derecelerinin dört olduğunu ve bunların; Ģeriât, tarikat, hakîkat ve mârifet olduklarını
bildirmiĢtir. Ona göre bu idrâk derecelerinin her biri bir öncesinin üzerine binâ edilir.
Yani mârifetullaha ulaĢma kaygısında olan bir sâlik, ilk önce Ģeriât ilmiyle muttalî
olması gerekir. Bu düĢüncede olan bir kimsenin Ģeriâta muğâyir davranması
düĢünülemez.248

Vâhdet-i vücûd ile ilgili bir diğer tartıĢma konusu da bu düĢüncenin


panteizm249 ile aynı olduğu fikridir. Bu anlayıĢın da temelinde vâhdet-i vücûd

247
Ġsmail Fenni Ertuğrul, Vahdet-i Vücud ve İbn Arabî, Haz. : Mustafa Kara, Ġnsan Yay., Ġstanbul,
1991. s. 3-4.
248
Robert Frager, Kalp Nefs ve Ruh, Çev. Ġbrahim Kapaklıkaya, Gelenek Yay., Ġstanbul, 2005, s. 14
249
Panteizm: Ġlk defa 18. Yüzyılda Ġrlandalı J. Toland tarafından kullanılmıĢtır. Bu anlayıĢ, Allah ile
âlemi bir ve aynı, O’nu âlemin yegane cevheri sayan felsefî bir meslektir. Tanrı ile âlemin ontolojik
170

meselesinin tam olarak idrâk edilememesi barınmaktadır. Çünkü panteizm


düĢüncesiyle öne çıkmıĢ filozofların görüĢleri incelendiğinde bu iki düĢünce
sisteminin birbirinden tamamiyle bağımsız olduğu ortaya çıkmaktadır. Panteistlerin
akla fazlaca güvenmeleri, sudûra inanmaları ve “Allah; ruhun bedenle birleĢmesi gibi
âlemle birleĢmiĢtir” demeleri gibi noktalardan sûfîlerden ayrılmaktadırlar.250

Abdülhâkim Arvâsî vâhdet-i vücûd meselesi üzerinde detaylı bir Ģekilde


durmuĢtur. Eserinde bu konuyla ilgili sözleri incelendiğinde onun vahdet-i vücûdun
Ģiddetli bir savunucusu olduğu görülmektedir. Miftâh-ı vahdet-i vücud baĢlığı altında
vahdet-i vücûdun tanımını yapan Abdülhâkim Arvâsî, Allah’tan gayrı varlığın
mevcûdiyetinden bahsedilemeyeceği ve diğer varlıkların O’nun tezâhürü olduğunu
bildirmiĢtir. Allah Teâlâ’nın varlığının bir pervevi olan bütün âlemin varlığından söz
edilemez derken, bu durumu zevken ve vicdânen tadan birinin Hakk’ın varlığı
dıĢında bir varlık aramasını boĢ bir zahmet olarak niteler. Hatta bu uğraĢın kiĢi
Cehenneme bile müstehak kılabileceğinden bahseder.251

Varlığın bir olması olarak bilinen vahdet-i vücûdu anlatırken bu konunun


içerisinde fiillerin birliği meselesi olan tevhid-i efʽal baĢlığına da yer vermiĢtir.
Tevhîd-i efʽali kâinatta bulunan her varlığın fiillerinin de bir olması olarak izâh
etmiĢtir. Abdülhâkim Arvâsî bu fiilleri Hakk’ın fiili olarak bilen bir muvahhid sâlik
için irfân ile vücûd mertebelerini bilip, Ģerîat adâbına riâyet etmesi gerekir der ve
vücûd mertebelerinin anlaĢılması için var olan iki hâkikati izâh eder. Bunlardan
birincisi hakîkat-i ilâhî, diğeri ise hakîkat-i kevnîdir. Ġlâhî hakîkatlerin Allah
Teâlâ’nın esmâ ve sıfatlarında olduğun, kevni hakîkatlerin ise insan, melek, hayvan,
cisim gibi eĢyânın isimlerinde olduğunu bildirmiĢtir.

Hakikatlerdeki bu ayrılığı idrâk edip, bütün fiil ve sıfatları Allah’a nisbet


eden bir kimsenin bu konuda hata edebilmesi düĢünülemez diyen Abdülhâkim
Arvâsî, ancak kiĢinin bu durumu söz ve ibârelerle izâh ederken hata edebileceğini

özdeĢliği temeline dayanan bir görüĢtür. Bu düĢüncenin tanınmıĢ simalarından biri de Spinoza’dır.
Süleyman Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, Akçağ Yay., Ankara 1990, s. 201-202.
250
Ertuğrul, ag. e. s. 62-70.
251
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 140-142.
171

bildirmiĢtir. Bu bakımdan vahdet-i vücûdu izâh edenlerin dillerini ve kalemlerini


hatadan korumaya özen göstermeleri gerektiğini ifâde etmiĢtir. 252

Sözü vesîka sayılan kiĢilerin vücûdu vâhidiyyet seviyesine gelmeden evvel


mertebelere ayırdığını bildiren Arvâsî, bu konuda öne çıkmıĢ birkaç görüĢe yer
vermiĢtir. Bu görüĢlerden Ģu veya bu doğrudur dememiĢtir. Ona göre bu konuda
önemli olan mertebelerini tanıyarak vücûdun vahdetinin zevkine varmaktır.

Vahdet-i vucûdu idrâk etme noktasında Abdülhâkim Arvâsî insanları üçe


ayırmıĢtır.

1. Varlığı mutlak olan vücûdun yanısıra kendilerinde de bir vücûd var edip,
sonra bu vücûdu yok etmek için uğraĢanlar.

2. Bu kısm ise yok olma metebesinde olanlardır. Bunlar kendilerinde var


ettikleri vücûdu yok edip, tekrar vücûda gelmemesi için çalıĢanlardır.

3. Bu kısm insanlar ise vücûdu “her Ģey onun bir vücûdunun vechindendir”
diye bilenlerdir. Bu gruplardan ilk ikisi bu görüĢleri sebebiyle gizli Ģirke düĢmek
durumuyla karĢılaĢabilirler. Çünkü bunlar son kısmdakiler gibi vücûdun vecih
mertebesinden uzak kalmıĢlarıdr. Bunlar insanda var olan cehâlet yüzünü de bu
bağlamda yok saymıĢlardır. Çünkü onlar vahdet-i vüudu cehalet perdesinden uzak
kalıp ilim perdesiyle zuhur etsin istemiĢlerdir. Abdülhâkim Arvâsî bu düĢüncelerinin
bir vücûda uymadığı fikri kalplerini kaplaması sonucu bu iki grubun gizli Ģirkten tam
anlamıyla kurtulamadığını bildirmiĢtir.253
Bu sözlerin ardından Abdülhâkim Arvâsî vahdet-i vücûd fikrinin savunucusu
olan Muhyiddin b. Arabî ve onun savunucularının fikrini izah etmiĢtir.
Ġbn Arabî’ye göre Allah Teâlâ’nın vücûdu ile onun esmâ ve sıfatlarının ayrı
olmadığını bildirmiĢ ve Hakk Teâlâ’nın esmâ ve sıfatlarının aynaya düĢen bir
görüntü gibi olduğunu bildirmiĢtir. Nasıl ki aynada var olan görüntü bir tevehhüm
mesâbesinde ise Allah Teâlâ’nın sıfatlarıda onun zâtından gayrı değildir. Bizâtihî
onun vücûdu ile birdir.

252
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 143-144.
253
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 145-147.
172

Ġbn Arâbî’ye göre kesret ile vahidiyyet arasındaki farkı anlamakta akıl
yetersiz kalır ve aklın bir güç gösterisi olan muhâkeme yeteneği de bu durum
karĢısında acizdir. Ona göre bu durumu ancak gerçek arifler fark edebilir. 254
Abdülhâkim Arvâsî Ġbn Arabî’nin bu konuda bu ilmin evlîyaların
sonuncusuna mahsûs kılması ve Hz. Peygamber’in de bu ilmi o son evlîyâdan alacağı
fikri olan Hatmü’l-Evliyâ fikrini birçok âlimin açılamakta zorlandığını bildirmiĢtir.
Bu beyânından Abdülhâkim Arvâsî’nin de bu konuda Ġbn Arabî ile aynı fikri
taĢımadığı kanaati hasıl olmaktadır. Ancak vahdet-i vücûd meselesini Ġbn Arabî’den
önce iç dünyalarında yaĢıyor olmalarına karĢın kimsenin izâh edememesi ve konuyla
ilgili fikirlerinin kendisinden sonraki insanlara bir hüccet olması sebebiye
Abdülhâkim Arvâsî taĢıdığı bu fikri açıkça izhâr etmemiĢtir.255
Bu açıklamalardan sonra konun eksik kalmıĢ önemli noktalarını Ġmâm-ı
Rabbânî’nin izâh ettiğini bildirmiĢ ve meseleyi onun fikirlerini beyan ederek
sonlandırmıĢtır.
Ġmâm-ı Rabbânî’ye göre Allah Teâlâ kendisine var olan sıfat ve esmâsının
zıtları olan ademâtıda yine o sıfatlar ile birlikte vâr etmiĢtir. Hakk Teâlâ murad ettiği
vakit bu sıfatları ve onların zıtlarını pir parıltı gibi zıllî olarak hariçte vâr eder.
Ġnsanın ilmi Allah’ın ilminden bir pertev iken cehâletide bu ilme bağlı olarak ilim
sıfatının münakisidir.
Burada en önemli durum bir Ģeyin zıllî yani görüntüsü o Ģeyle aynı olmadığı
fikridir. Çünkü bu düĢünce Ġbn Arabî’nin vücûdun vahdeti anlayıĢıyla ayrılmaktadır.
Abdülhâkim Arvâsî bu konuda Ġmam-ı Rabbâni’nin orta hak yol sahibi olduğu
fikrindedir. Çünkü Ġbn Arabî’nin vücûdun zıllinin vücûddan ayrı olmadığı fikrine
karĢılık hâriçte bir vücûdun varlığını izâh edemediği kanaatine sahiptir. 256

254
Toshihiko Ġzutsu, İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar, Çev. Ahmet Yüksel Özemre,
Kaknüs Yay., Ġstanbul, 2005, s. 125.
255
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 148-150.
256
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 154-159.
173

SONUÇ

Abdülhâkim Arvâsî 19.yy’ın sonu ile 20.yy’ın baĢı olan yıllarda yaĢamıĢ
mutasavvıf bir âlimdir. Van’ın BaĢkale ilçesinde doğan Abdülhâkim Arvâsî ilimle
meĢgul olan bir âileye müntesip olması bakımından ilme yönlenmiĢtir. Doğum yeri
olan Arvas’ın ilk kurulduğu günlerden beri tasavvuf ve tekke hayatıyla iç içe olması
onun tasavvuf yoluna girmesi hususunda adetâ bir rehberi olmuĢtur.

ÇalıĢmamızın giriĢ ve ilk bölümünde Abdülhâkim Arvâsî’nin çevresi ve


kendi yaĢamı üzerinde durmaya çalıĢtık. YaĢadığı dönem coğrafyamızın en çok
sıkıntı ile yoğruldu yıllara rastlaması onun hayatının da çileli geçmesine neden
olmuĢtur. Her ne kadar BaĢkale’de müderrislik yaparken Ġstabul’un medrese ve
tekkelerinin tartıĢtığı birçok gayri elzem konulardan uzak kalmıĢ olsa da bölgenin
sosyal sorunlarıyla hep iç içe olmuĢtur. Kendi ifâdesi ile bölgenin mezhep
çatıĢmalarıyla, arĢiv kaynaklarına göre de bölgedeki diğer tekke Ģeyleri ile maddi
konularda mücadele etmek zorunda kalmıĢtır.

SavaĢ yılları onun için meĢakkatler getirmiĢ olmasına karĢın onu Ġstanbul’a
sürüklemesi sebebiyle bu yıllar tasavvuf kültüründe yer etmesi bakından iyi sonuçlar
da doğurmuĢtur. Kanaatimizce savaĢın hüküm sürdüğü, Anadolu ile bağları günden
gne kopmakta olan Ġstanbul’un BaĢkale’de bir müderris olan Abdülhâkim Arvâsî’yi
tanıması çok zor bir durum olacaktı. Bu bağlamda günümüz insanı için Abdülhâkim
Arvâsî’nin tanınması çok da önem arz etmeyecekti. Ancak görüyoruz ki Abdülhâkim
Arvâsî Ġstanbul’a gelmesi ile birlikte kendini ilim çevresinin içerisinde bulmuĢ, hatta
dönemin en mühim öğretim mekanlarından olan Süleymaniye Medresesi’nde ders
okutmakta görevlendirilmiĢtir.

Tekkelerin kapatıldığı ve Ġslâmî hizmet konusunda gayret sahibi kimselerin


sıkıntıya dücâr bırakıldığı Cumhuriyetin ilk yıllarının sancısını en çok çeken
kiĢilerden olan Abdülhâkim Arvâsî’nin bu yıllarda da insan yetiĢtirme çabası onun
gayreti konusunda bizlere fazlaca ıĢık tutmaktadır.
174

ÇalıĢmamız içerisinde Abdülhâkim Arvâsî’nin eserlerinden bahsetmeye


çalıĢtır. Onun esrlerinin bir çoğu vefaatından sonra sevenleri tarafından bir araya
getirilmiĢ çalıĢmalardır. Ġçlerinde kendisi tarafından kâmil bir eser olarak ortaya
koymuĢ olduğu tek eser olan Er-Riyâzü’t-Tasavvuf isimli kitabı hakkında detaylı bir
çalıĢma yapmaya çalıĢtık.

Abdülhâkim Arvâsî bu eserini Süleymaniye Medresesi derslerinde okutmak


için yazmıĢtır. Eserin yapısı detaylı olarak incelendiğinde bu amaç doğrultusunda
fazlaca uğraĢ verilmiĢtir. Muhtevası bakımından tasavvuf literatürü kitaba
aktarılırken meselenin özü anlatılmak istenmiĢtir.

Eser tasavvuf kelimesi ve tasavvufun temeli hakkında farklı fikirleri dile


getirerek baĢlamıĢtır. Ardından tasavvuf literatürüne âit olan kelimeler izâh
edilmiĢtir. Bu kelimelerin izâhı yapılırken tasavvufun ana kaynaklarından Kuşeyrî
Risâlesi kaynak alınmıĢtır. Yine onun yanı sıra Ġbn Arabî’nin Fütühât-ı
Mekkiyye’sinden örnekler verilmiĢtir. Bundan sonra tasavvuf tarihi boyunca bu
ilimde var olan tartıĢmaların önemli gördüklerine detaylı açıklamalar yapılmıĢtır.

Abdülhâkim Arvâsî bu eseri hazırlarken Ġmam KuĢeyrî’nin Kuşeyrî Risalesi,


Ġbn Arabi’nin Fütühât-ı Mekkiyye ve Füsusü’l-Hikem’i, ġihâbüddin Sühreverdî’nin
Avârifü’l-Meʽârif isimli eserlerinden falaca yararlanmıĢ, bunun dıĢında ara ara
tasavvufun diğer ana kaynaklarına da baĢvurmuĢtur.

Eserini yazdığı dönemde Meclis-i MeĢâyih’in tasavvuf eğitiminin yeniden


gözden geçirilmesi gerektiği ve bu eğitimin Kuşeyrî Risâlesi ekseninde
yoğunlaĢtırılması gerektiği Ģeklinde bir kararı bulunmaktaydı. Ancak Abdülhâkim
Arvâsî âdetâ tasavvufun felsefi yönünün geri plana atılmasını talep eden bu kararın
zıttına, tasavvuf kaynaklarının bir bütün olması gerektiği fikriylr bu eseri meydana
tirmiĢtir. Öyleki eserinde tasavvufun ilim yönü olan Kuşeyri Risâlesi’nden alıntılar
yaparken, tasavvufun felsefi yönü üzerinde duran Ġbn Arabi’den, Ġmâm-ı
Rabbânî’den de görüĢlere yer vermiĢtir. Bu onun tasavvuf anlayıĢının geleneğe ve
ilme fazlaca bağlı, felsefî yönü de yok saymayan bir çizgide olduğunu bize
göstermektedir.
175

Günümüz harflerine aktarmaya ve tasavvufi açıdan tahlil etmeye çalıĢtığımız


bu eser 20. yy’da yazılmıĢ olan ilk tasavvuf tarihi denemesi olması bakımında da
büyük önem arz etmektedir. Bu bağlamda eserin tasavvuf ilmine bir çok katkısı
olacağına inanıyoruz. Ümid ediyoruz ki bu eser bundan sonraki nesillere detaylı bir
Ģekilde aktarılsın ve Abdülhakim Arvâsî tasavvufî ve ilmî kimliğiyle daha detaylı
olarak tanınsın.
176

BĠBLĠYOGRAFYA

Acluni, Ebü'l-Fida Ġsmail b. Muhammed, Keşfü’l-Hafâ, Dâru Ġhyai't-Türasi'l-


Arabi, Beyrut, 1932.

Ak, Suat, Sistem Karşısında Gerçek Muhalefet, Rasyo Yay., Ġstanbul, 2009.

Armaoğlu, Fahir, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi , TTK Yay., Ankara, 1997.

Arvâsî, Abdülhakim, Hatırât, 1360.

---------, Sevânihü’l-Efkâr ve Sevâmihü’l-Enzâr.

---------,Abdülhakim, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye.

AĢkar, Mustafa, Tasavvuf Tarihi Literatürü, Ġz Yay. Ġstanbul, 2006.

Aybars, Ergün, İstiklal Mahkemeleri, Zeus Kitapevi., Ġzmir, 2006.

Azamat, Nihat, “Abdülhakîm Arvâsî”, D.İ.A., Ġstanbul, 1996.

Baz, Ġbrahim, Abdülhakim Arvasî’nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı,


Ankara, 1996, (YayınlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi).

Bolay,Süleyman Hayri, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, Akçağ Yay., Ankara,


1990.

Bursevî,Ġsmâil Hakkı, Rûhü’l-Beyân, ter. Ömer Faruk Hilmi, Osmanlı


Yayınevi, Ġstanbul.

Develioğlu, Ferit, Osmanlıca- Türkçe Ansiklopedik Lugat, Aydın Yay.,


Ankara, 2010.

Dikici, Ali, “Milli ġef Ġsmet Ġnönü Dönemi Lâiklik Uygulamaları” Ankara
Üniversitesi Türk İnkilâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, sayı: 42, Ankara,
2008.
177

Ebû Nasr Serrâc et-Tûsi, El-lumʽa (İslam Tasavvufu), Ter. H.Kâmil Yılmaz,
Altınoluk Yay., Ġstanbul, 1996.

Ertuğrul, Ġsmail Fenni, Vahdet-i Vücud ve İbn Arabî, Haz.: Mustafa Kara,
Ġnsan Yay., Ġstanbul, 1991.

EĢrefoğlu, Rumî, Müzekki’n-Nüfûs, Haz. Ahmet Kasım Fidan, Semerkand


Yay., Ġstanbul, 2011.

Feyizli, Hasan Tahsin, Feyzü’l-Furkan, Server ĠletiĢim Yay., Ġstanbul, 2007.

Frager, Robert, Kalp Nefs ve Ruh, Çev. Ġbrahim Kapaklıkaya, Gelenek Yay. ,
Ġstanbul, 2005.

Gazzali, Ebu Hamid Huccetülislam Muhammed b. Muhammed, İhyâ-i


Ulûmu’d-Dîn, ter. Ali Arslan, Yaylacık Matbaası, Ġstanbul, 1972.

Gürer, Dilaver, Düşünce ve Kültürde Tasavvuf, Ensar NeĢ., Ġstanbul, 2007.

-------------------, Mecâlis-i Sebʽa’dan Seçmeler, Rûmî Yay., Konya, 2007.

Hucvirî, Hakîkat Bilgisi, Çev.: Süleyman Uludağ, Dergâh Yay., Ġstanbul,


1982.

Ġz, Mahir, Tasavvuf, Rahle Yay., Ġstanbul, 1969.

Ġzutsu, Toshihiko, İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar, Çev.


Ahmet Yüksel Özemre, Kaknüs Yay., Ġstanbul, 2005.

Kanar, Mehmet, Farsça Türkçe Sözlük, Say Yay., Ġstanbul, 2010.

Kara, Ġsmail, İslamcıların Siyâsî Görüşleri, Dergâh Yay., Ġstanbul, 2001.

Kara, Mustafa, Tekkeler ve Zâvyeler, Dergâh Yay., Ġstanbul, 1999.

Kemikli, Bilâl, “ÜçıĢık, Abdülhakim Arvâsî”, Türk dünyası Edebiyatçıları


Ansiklopedisi, Ankara, 2007.

Kısakürek, Necip Fazıl, Çile, Büyük Doğu Yay., Ġstanbul, 2007.


178

-----------------------------, Son Devrin Din Mazlumları, Büyük Doğu Yay.


Ġstanbul, 1997.

----------------------------, O Ve Ben, Büyük Doğu Yay., Ġstanbul, 2007.

(Komisyon), “Abdülhakim Arvâsî”, Evliyâlar Ansiklopedisi, Türkiye Gaz.


Yay. Ġstanbul, 1992.

(Komisyon), Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet ĠĢl. BĢk. Yay., Ankara, 2007.

(Komisyon), “Enver Ören” Yeni Rehber Ansiklopedisi, Ġstanbul, 1993.

Kuku,Süleyman Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Külliyatı, Damra Yay,. Ġstanbul,


2004.

KuĢeyrî Abdülkerim, Kuşeyrî Risâlesi, Semerkand Yay., Ġstanbul, 2009.

KuĢeyri, Ebü'l-Kâsım Zeynülislam Abdülkerim b. Hevazin, er-Risâletü'l-


Kuşeyriyye, Dârü'l-Kütübi'l-Hadise, Kahire, 1972.

Küçük, Hülya, Tasavvuf Tarihine Giriş, Nükte Kitap, Konya, 2004.

Küçük, Hülya, Tasavvufa Giriş, Dem Yay., Ġstanbul, 2011.

Mutçalı, Serdar, Türkçe Arapça Sözlük, Dağarcık Yay., Ġstanbul, 2004.

Sami, ġemseddin, Kâmûs-i Türkî, Çağrı Yay., Ġstanbul, 2008.

Suyuti, Ebü'l-Fazl Celaleddin Abdurrahman b. Ebî Bekr, Câmiü’l-Kebîr,


Dârü'l-ĠĢrak, Beyrut, 1988.

Sühreverdî, Gerçek Tasavvuf, Çev. Dilaver Selvi, Semerkand Yay., Ġstanbul,


2007.

Ulman, A. Halûk, 1860-1861 Suriye Buhranı, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi


Yay. Ankara 1966.

Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabakçı Yay., Ġstanbul,


2001.
179

Vassaf, Hüseyin, Sefine-i Evliyâ, haz.: Ali Yılmaz-Mehmet AkkuĢ, Sehâ


Yay., Ġstanbul, 1999.

Yılmaz, Hasan Kâmil Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar NeĢr.,


Ġstanbul, 2004.

Yılmaz, Hasan Kâmil, İslâm Tasavvufu, Altınoluk Yay., Ġstanbul, 1996.

Yücel, Hür Mamut, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (19.yy), Ġnsan Yay., 2004,
Ġstanbul.

ARġĠV BELGELERĠ

BOA, A.}MKT.MHM 497/46.

BOA, A.}MKT.MHM. 642/2.

BOA, A.}MKT.MHM. 666/8.

BOA, A.}MKT.MHM. 669/3.

BOA, A.}MKT.MHM. 670/13.

BOA, BEO. 774/57979.

BOA, BEO 746/55938.

BOA, DH.MKT. 525/45.

BOA, DH.MKT. 546/17.

BOA, DH.MKT 1647/60.

BOA, DH.MKT. 2114/82.

BOA, DH.MKT 2701/99.


180

BOA, DH.ġFR. 472/4.

BOA, DH.ġFR. 514/28.

BOA, DH.ġFR. 562/91.

BOA, DH.ġFR. 586/70.

BOA, DH.ġFR. 67/26.

BOA, DH.ġFR. 92/294.

BOA, DH.TMIK. M. 100/6.

BOA, ġ.D. 314/29.

BOA, Y.EE. 140/38.

You might also like