Professional Documents
Culture Documents
Er Riyadüt Tasavvufiyye Makale
Er Riyadüt Tasavvufiyye Makale
Er Riyadüt Tasavvufiyye Makale
SELÇUK ÜNĠVERSĠTESĠ
ĠSĠMLĠ ESERĠ
Osman GÖRDEBĠL
DanıĢman:
KONYA - 2011
T.C
SELÇUK ÜNĠVERSĠTESĠ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
Osman GÖRDEBĠL
T.C
SELÇUK ÜNĠVERSĠTESĠ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
ÖZET
Ana Bilim/ Bilim Dalı Basic Islamic Sciences Master of Science Branch /
Tasavvuf
SUMMARY
Abdulhakim Arvasi was born in BaĢkale City of Van in 1860. The period he lived
coincides with last years of Ottoman State and primary times of Republical period. This
period includes a time which fast changes were experienced about Tasavvuf History of
Turkey. Abdulhakim Arvasi in this period had made a struggle to find an identity for himself
in Tasavvuf area.
In his work named er-Riyazu’t-Tasavvufiyye which he had written during the years he
had given lessons in Tasavvuf Platform of Suleymaniye Medrese, he examined subjects on
Tasavvuf with its main lines. The work evaluated with a different point of view the subjects
taking place in main sources of Tasavvuf.
This work gives information about Abdulhakim Arvasi’s life and his works and
includes transfering of his work named er-Riyazü’t-Tasavvufiyye to present Turkish. Analysis
of the work which transcribed in this work was also made in meaning of Tasavvuf.
1
ĠÇĠNDEKĠLER
ÖNSÖZ .......................................................................................................... 4
KISALTMALAR........................................................................................... 7
GĠRĠġ
I. BÖLÜM
B) ESERLERĠ .................................................................................................. 36
II. BÖLÜM
ER-RĠYÂZÜ’T-TASAVVUFĠYYE
III. BÖLÜM
ÖNSÖZ
Osmanlı Tarihi boyunca tasavvuf hayatın her zaman içinde yer almıĢtır.
Eğitim sistemi içerisinde yer alan medreselerin yanında, kalbî eğitim veren tekkeler
devlet tarafından desteklenmiĢ ve bu kurumlar tasavvuf eğitimi verme konusunda
çaba sarfetmiĢlerdir. Tekkeler kiĢilerin psikolojik durumlarına göre farklı metodlar
kullanarak insanlara tasavvufî terbiyeye yönlendirmiĢtir.
Osman GÖRDEBĠL
Ġstanbul-2011
7
KISALTMALAR
Yay. : Yayınları.
y.y. : Yüz yıl
9
GĠRĠġ
1
Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi , TTK Yay., Ankara, 1997, s. 204.
2
A. Halûk Ulman, 1860-1861 Suriye Buhranı, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yay., Ankara, 1966, s.
5-8.
11
eğitim sürecini tamamladıktan sonra 1882 yılında memleketine döner ve orada bir
medrese kurarak talebe yetiĢtirmeye baĢlar.
Bu bölge 1639 yılında Kasr-ı ġirin AntlaĢmasıyla çizilen Ġran sınırında yer
almaktadır. Dolayısıyla burada meydana gelen uluslararası olaylar genel olarak Ġran
ile Osmanlı arasındaki sınır sorunlarından müteĢekkildi.
3
Ġran ile ilgili olaylar için bkz. BOA, A. MKT. MHM. 666/8, 669/3, BEO 746/55938, DH. MKT.
525/45, 546/17.
4
BOA, BEO. 774/57979.
5
BOA, DH. MKT. 2114/82, DH. TMIK. M. 100/6.
6
BOA, A. }MKT. MHM. 642/2, 670/13.
12
altına girmesine bağlı olarak buradan ayrılmıĢ ve uzun bir yolculuktan sonra 1919
yılında Ġstanbul’a ulaĢmıĢtır.
7
Mustafa Kara, Tekkeler ve Zâvyeler, Dergâh Yay., Ġstanbul, 1999, s. 69.
8
Mustafa Kara, a. g. e. s. 168.
9
Ġsmail Kara, İslamcıların Siyâsî Görüşleri, Dergâh Yay., Ġstanbul, 2001, s. 74.
10
Mustafa Kara, a. g. e. s. 248.
11
Mustafa Kara, a. g. e. s. 256-261.
14
YaĢadığı bölge çok eski yıllardan beri tasavvuf geleneğine hakim bir yerdir.
Kendi medresesini kurduğu yer olan BaĢkale’de bu faaliyetleri ilk baĢlatan kiĢi kendi
dedelerinden olan Abdurrahman Arvâsî’dir. 18.yy da yaĢamıĢ olan Abdurrahman
Arvâsî bir Kâdiri Ģeyhi olup, kurduğu tekkeler ile bu bölgenin uzun yıllar tasavvuf
geleneğine bağlı kalmasını sağlamıĢtır. 14
12
Mustafa Kara, a. g. e. s. 226-244.
13
BOA, Y. EE. 140/38.
14
Hür Mamut Yücel, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (19. yy), Ġnsan Yay., 2004, Ġstanbul, s. 384.
15
BOA, DH, MKT. 1647/60.
16
BOA, BEO. 14/1010.
17
BOA, BEO. 1343/100699.
18
BOA, DH, MKT. 1687/83.
19
BOA, A. } MKT. MHM. 497/46
15
20
BOA, DH. ġFR. 539/112.
21
Mustafa Kara, a. g. e. s. 320.
22
Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, Zeus Kitapevi, 2006, Ġzmir, s. 182.
23
Mustafa Kara, a. g. e. s. 290.
24
Mustafa Kara, a. g. e. a. y.
16
gibi onun da sonunu getirmiĢtir. Tasavvufu bir yaĢam biçimi olarak benimseyen
kiĢiler bu değiĢim sürecinde tekke hayatını sosyal hayatın içerisine giydirme çabası
içerisinde olmuĢlardır. Bu çaba içerisinde olanlardan olan Abdülhâkim Arvâsî
Cumhuriyet Döneminde yaptığı çalıĢmalarının neticesini Necip Fazıl Kısakürek,
Hüseyin Hilmi IĢık gibi isimler ile almıĢtır.
17
I. BÖLÜM
ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ’NĠN HAYATI VE ESERLERĠ
18
25
Abdülhakim Arvâsî’nin hayatını kâleme alırken kullandığımız en önemli kaynak, Abdülhakim
Arvâsî’nin hatırâtıdır. Hâtırâtı biz Sefine-i evliyâ müellifi Hüseyin Vassaf Abdülhakim Arvasî’den
hayatını anlatan bir yazı istemiĢtir. Bu bağlamda Abdülhakim Arvâsî kendi hayatını kâleme aldığı
Osmanlıca bir eser meydana getirir. Aslının Hüseyin Vassaf’ta olduğunu düĢündüğümüz eserin, bir
nüshası aile yakınlarından Abdülhâdi Arvas tarafından bize ulaĢtırılmıĢtır. Ġbrahim Baz Abdülhakim
Arvasî’nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı isimli yüksek lisans tezinde bu hatırâtı Keşkül
ismiyle kullanmıĢtır. Fakat biz, Keşkül adında baĢka bir eserinin olduğunu tespit ettiğimiz için, bu
esere çalıĢmamız boyunca Hâtırât adıyla tıfta bulunacağız. Hâtırât, Arvâsî’nin kendi el yazısıyla
kâleme alınmıĢ olup, eserin sonunda h. 1360 tarihi yer almaktadır. bu tarih Abdülhakim Arvâsî’nin
vefaatından iki yıl öncesine rastlamaktadır.
26
Nihat Azamat, “Abdülhakîm Arvâsî”, D. İ. A. , Ġstanbul, 1996, c. I, s. 211.
27
Süleyman Kuku, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Külliyatı, Damra Yay,. Ġstanbul, 2004, c. I, s. 254.
28
Arvâsî, Hatırât, s. 5.
29
Kuku, a. g. e. , a. y.
30
Bilâl Kemikli, “ÜçıĢık, Abdülhakim Arvâsî”, Türk Dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi, Atatürk
Kültür Merkez Yay., Ankara, 2007, c. VIII, s. 450.
31
Arvâsî, Hâtırât, s. 7.
32
Azamat a. g. e. , a. y.
19
33
Kuku a. g. e. , a. y.
34
Kuku, a. g. e. , s. 219.
35
Arvâsî, Hâtırât, s. 3-4.
20
tahsil yapmak mümkin olmadığından, eğitim için dönemin irfân merkezi olan Irak’a
gitti. Irak’ta çeĢitli beldelerde, farklı kiĢilerden Ġslâmî ilimleri tahsil etti. Burada ki
eğitim sürecinde Müküs kazasının büyük önemi bulnmaktadır. 36
Müküs’deki ilmi hayatını Ģu sözlerle bize anlatmaktadır: “Müküs gibi
kazalardaki ulemâdan sarf, nahv, lugat, metn-i lugat, mantık, münâzara, vad’, beyân,
meânî, bedî’, kelâm, hikmet-i tabi’iyye ve ilâhiyye, riyâziyye, hendese, hesab, isbât-ı
vâcib, hey’et, tefsir, hadis, fıkh-ı Ģâfi’i ve hanefî ve bâzen de malikî, usûl-i fıkh ve
tasavvufu kemâl-i itkân ile tahsil edip üç yüz sene-i hicriyyesinin37 ibtidâsında icâzet
alarak vatana ric’at eyledim. Tahsîl-i ilm esnâsında sûret-i ciddiyede riyâzât ve
mücâhedât ile tarîk-i sûfiyyeye âmil ve meĢgûl oldum.” 38
Irak’ta çeĢitli hocalardan ilmi tahsil etmiĢ olmasının yanı sıra, tasavvufî
eğitim anlamında da büyük bir yol katetmiĢtir. Ancak tasavvufi eğitiminin büyük bir
kısmını memleketi BaĢkale’ye döndükten sonra Ģeyhi Seyyid Fehim Efendi’nin eliyle
tamamlamıĢtır.
Seyyid Fehim efendi Abdülhakim Arvâsî’nin manevi geliĢimi için özel bir
çaba sarfetmiĢtir. Onun bu çabasının asıl sebebi Hz. Peygamber (s.a.v.)’i bir gece
rüyasında görmesi ve Efendimiz’in ona “Abdülhakim’i sana ısmarladım”
demesidir. 39
Seyyid Fehim Efendi babası Taha Efendinin halifesidir. Taha Efendi ise
Mevlânâ Halid-i Bağdâdi’den icazet almıĢtır. Buradan anlaĢılacağı üzere
Abdülhakim Arvâsi NakĢibendiyye tarîkatından olan Ģeyhi Fehim Efendiden
naĢibendî usûlüyle tasavvuf ilmini öğrenmiĢtir. 40
Abdülhakim Arvâsî hicrî 1295 (M.1878) yılında Ģeyhi Seyyid Fehim
Efendi’ye intisâb etti. Bu tarihten sonra yine Ģeyhinin gözetiminde uzun ve yorucu
bir riyâzettten geçer. Bu eğitim sonucunda yaĢının küçük olmasına rağmen Ģeyhinin
yanında fazlaca itibar sahibi olur. Tarikat yoluna kabul ediliĢini kendisi Ģu sözlerle
anlatmaktadır:
36
Kuku, a. g. e. , s. 255.
37
H. 1300/1882 yılını kasdetmektedir.
38
Arvâsî, Hâtırât, s. 9.
39
(Komisyon), “Abdülhakim Arvâsî”, Evliyâlar Ansiklopedisi, Türkiye Gaz. Yay., Ġstanbul, 1992, c. I,
s. 310.
40
Arvâsî, Hâtırât, s. 25.
21
41
Arvâsî, Hâtırât, s. 22-23.
42
Arvâsî, Hâtırât, s. 24.
43
Ġbrahim Baz, Abdülhakim Arvasî’nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı (yayınlanmamıĢ yüksek
lisans tez), Ankara, 1996, s. 36.
44
(Komisyon), “Abdülhakim Arvâsî”, Evliyâlar Ansiklopedisi, c. I, s. 335.
22
45
BOA, A. }MKT. MHM 497/46.
46
BOA, ġ. D. 314/29.
47
Arvâsî, Hâtırât, s. 10.
48
Arvâsî, Hâtırât, s. 44.
49
BOA, Y. EE. 140/38.
23
yerler bulmak istedi. Dağlara çekilen halkın içerisinde zaten eli silah tutacak kimse
olmayıp ahâlinin yekûnunu kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlar oluĢturmaktaydı.
Dağlara çekilen halk hicret yolculuğu için iki farklı yol bulmuĢlardır.
Bunlardan bir kısmı Musul bölgesine, diğer bir kısmı ise Mâsirû’dan Gevâr
bölgesine doğru yola çıktılar. Abdülhakim Arvâsî ve ailesi de Gevâr bölgesine giden
ahâliyle birlikte hareket etmiĢtir. Bu göçler sırasında bölgede bulunan Ermeniler
halkın çoğunu telef etmiĢ, kadınları ve kızları esir etmiĢlerdir. Sağ kalan halkı ise
bundan sonra açlık ve doğa Ģartlarının zolukları beklemekteydi. Nitekim göç
sırasında bu zor Ģartlar nedeniye birçok kiĢi hayatını kaybetmiĢtir.55
Devlet savaĢın tamamen içerisi girmiĢ ve ülkede yaĢayan müslümanlardan eli
silah tutan hemen herkes cephede savaĢmak için yurtlarını terketmiĢlerdi. Cephe
gerisinde ise, halk düĢmanın yurtlarını istilâ etmeleri sebebiyle göç etmeye
baĢlamıĢtı. Bu çetin ve zor Ģartlar altında devlet muhâcirler için kiĢi baĢı üçer
kuruĢluk bir bütçe ayırmıĢtır.56 Ancak bu paraları dağıtmakla yükümlü olan
memurlar bu paraların büyük bir kısmını halka intikâl ettirmemiĢler ve zâten periĢân
durumda olan halk yollarda hepten telef olmuĢtur.
Abdülhakim Arvâsî ve onunla birlikte göç eden kâfile Gevâr kazâsından
ġemdinân’a ve oradan da Revandiz kazâsına gitmiĢleridir. Ancak yola çıkan
kâfilenin yüzde sekseni yollarda hayatını kaybetmiĢ ve yüzde onluk kesimi baĢka
yerlere dağılmıĢ olduğu için bu bölgeye yola çıkanlardan yalnız yüzde onluk bir
kesimi ulaĢabilmiĢtir.57
Seyyid Abdülhakim Efendi bu yolculuklarını Ģu sözlerle anlatır: “Bizimle
berâber Gevâr’dan ġemdinân’a, ġemdinân’dan Revandiz’a kadar yirmi dokuz köyün
ihtiyarları, kadınları ve çocukları, ıssız çöl ve sahrâlardan, derelerden, dağlardan bilâ
tedârik, hâli’an min hays-i lâ yahĢeb olarak teâyyüĢ ederek Revândiz’e o senenin
Haziran’ının birinci gecesi cümlemiz aç olarak girdik. Her iki kısm ahâlinin bir kısmı
ufak evlâtlarını sulara attılar ve dağlarda kucaklarına bir parça ekmek bırakıp taĢlar
ve dağlar arasında terk ettiler. Çoğu öldü. Vefât edenler defn edilemeyerek bırakılan
55
BOA, DH. ġFR. 586/70.
56
BOA, DH. ġFR. 67/26.
57
Arvâsî, Hâtırât, s. 33.
25
kısm da çok idi. Tıyar ve Nohub Nasturîleri ile Ermeni çeteleri ve murdar tıynetli
aĢâir eĢkiyâları tarafından katl ve itlâf edilenler de epeyce bir yekûne bâliğ oluyor.” 58
Revândız kazâsında Abdülhakim Arvâsî ailesi ile berâber doksan gün kadar
kalır ve oradan da Erbil’e geçerler. Ancak bu yolculuklar sırasında hasta ve âciz
düĢen kardeĢi Ġbrahim Efendi burada vefât eder.
Erbil’den sonra Musul’a geçerler. Bu yolculuğun bu kadar uzamasının sebebi
ise, Rus iĢgâlin gün geçtikçe ülkenin birçok yerine yayılmasıdır. Nitekim iĢgâl o
kadar büyük alana yayılmıĢtı ki, Süleymaniye’ye Rusların girmesine karĢın Musul
vâlisinin kuzeye doğru ilerlemesi bile istenmiĢti. 59
Musul’da on sekiz ay kadar kalan Abdülhakim Arvâsî burada kızı ġefia
Hanımı kaybeder.60 Buradan Asıl dedelerinin geldiği topraklar olan Bağdat tarafına
Abdülkâdir Geylânî’nin kabirlerinin olduğu diyarlara gitmek istemiĢse de, o bölgede
Ġngilizlerle Ģiddetle devâm eden savaĢlar nedeniyle bu karardan vazgeçmek zorunda
kalır. Hatta Musul’da bile yaĢayamayacak hâle düĢerler ve Musul’dan Adana’ya
doğru yola çıkarlar.
Adana’da halkın ve ulemânın Abdülhakim Arvâsî ve ailesini gözetmesi
hasebiyle orada toplam on sekiz ay kalırlar. Burada kaldığı zaman içerisinde yine
devlet tarafından gözetilmiĢ ve kendisine belli miktarda para gönderilmiĢtir.
Kendisine devlet tarafından gönderilen bu para, bir sefere mahsûs olmayıp birkaç kez
tekrarlanmıĢtır. 61 Haleb’in de düĢmesi üzerine Adana’da da istilâ edilme endiĢesi
oluĢmaya baĢlar ve Abdülhakim Arvâsî kendisi ile beraber olan 20 kiĢilik toplulukla
birlikte EskiĢehir’e doğru yola çıkarlar. Bu grupdan bazı kimseler Konya bölgesine
yönelmiĢ, kalanlar ise EskiĢehir’e ulaĢmıĢtır.
H.1337/M.1918 yılında oğullarından Enver Bey EskiĢehir’de hayatı
kaybeder.62 Burada muhacirlere gereği gibi davranılmamasından Abdülhakim Arvâsî
Bursa’ya gitmek için Ġstanbul’a doğru yola çıkar. Hicrî 1337/M.1918 yılının ġevvâl
ayında Ġsanbul’a gelirler.
58
Arvâsî, Hâtırât, a. y.
59
BOA, DH. ġFR. 514/28.
60
(Komisyon), “Abdülhakim Arvâsî”, Evliyâlar Ansiklopedisi, c. I, s. 335.
61
BOA, DH. ġFR. 92/294.
62
(Komisyon), “Abdülhakim Arvâsî”, Evliyâlar Ansiklopedisi, c. I, s. 335.
26
63
Arvâsî, Hâtırât, s. 36.
64
Bu dergah Eyüp Ġdris KöĢkü mevkiinde yer almaktadır. ġeyh YekçeĢm el-Hac Murtazâ Efendi
tarafından 1158/1745 tarihinide kurulmuĢtur. Abdülhakim Arvâsî’den önce bu tekkede ġeyh
Bahâeddin Efendi görev yapmıĢtır. Tekkenin kuruluĢ ve iĢleyiĢiyle ilgili geniĢ bilgi için bkz. Hür
Mamut Yücel, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (19. yy), Ġnsan Yay., 2004, Ġstanbul, s. 249-250.
65
Arvâsî, Hâtırât, s. 37.
66
(Komisyon), “Abdülhakim Arvâsî”, Evliyâlar Ansiklopedisi, c. I, s. 320.
67
Kuku, a. g. e. , c. I, s. 297.
68
Kuku, a. g. e. , c. I, s. 255
27
69
Hüseyin Vassaf, Sefine-i Evliyâ, Haz. Ali Yılmaz-Mehmet AkkuĢ, Sehâ Yay., Ġstanbul, 1999, c. II,
s. 122.
70
Abidin Dino, (1913 - 1993) ünlü Türk ressam. ÇağdaĢ Türk resminin öncülerinden olan Abidin
Dino, aynı zamanda bir yazar ve siyasetçidir. 23 Mart1913 günü Ġstanbul'da doğdu. 1. Dünya SavaĢı
baĢladığında Avrupa'da seyahatte olan ailesi, bir süre için Cenevre'ye yerleĢmiĢti. Bu nedenle
çocukluğu Ġsviçre ve Fransa'da geçti. Ailesi 1925'te Ġstanbul'a dönünce Robert Kolej'de öğrenim
görmeye baĢladı Ancak sanata duyduğu ilgi nedeniyle öğrenimini yarıda bırakıp, resim, karikatür ve
yazı alanında kendini geliĢtirmeye baĢladı. Ġlk desenleri Yarın gazetesinde, ilk yazıları Artist
dergisinde 1930'lu yılların baĢında yayınlandı. Bu yıllarda Nazım Hikmet'in Ģiir ve oyun kitaplarına
kapak desenleri çizdi. Çok genç yaĢta kendini bir ressam olarak kabul ettirdi. Dino, 1934 yılında
sinema öğrenimi görmek üzere SSCB'ye gitti ve 3 yıl kaldı. Yutkeviç'in yönettiği Madenciler filminde
çalıĢtı. 1937'de 2. Dünya SavaĢı nedeniyle Sovyetler Birliği tüm yabancı öğrencileri geri gönderince
Leningrad'dan ayrılmak zorunda kaldı. Dino, Sovyetler Birliği'nden sonra Londra ve Paris'e gitti.
Paris'te ressam ve dekoratör olarak film çekim çalıĢmalarında bulundu. 1939 yılında Türkiye'ye
döndü, 1941'de arkadaĢlarıyla Liman (Yeniler) Grubunun oluĢturdu. Yeniler Gurubu'nun Liman
çevresindeki balıkçıları konu alan ilk sergisini açtığı 1941 yılında Abidin Dino, siyasi nedenlerle önce
Mecitözü (Çorum)'ne, sonra Adana'ya sürgüne gönderildi. Adana'da Türk Sözü gazetesini yönetti. Kel
28
Sıcak bir ilkbahar günü, yanına Abidin Dino'yu da alır ve davet edildikleri
Eyüp sırtlarındaki eve gider. Orada yaĢananları Necip Fazıl Ģu sözlerle anlatır:
“Belki üç, belki beĢ saat süren o günden, o günkü konuĢmalardan
hatırladığım yalnız bir ahenk çağlayanı. BaĢka bir Ģey bilmiyorum. Sonra sonra,
seyrek de olsa otuz yıl süren temaslarım içinde, bahislerin hemen bütün
köprübaĢlarını kelimesi kelimesine hatırlıyorum da o günden, o günkü konuĢ-
malardan bende “KIoroform” tesiri gibi bir kendimden geçme hissinden baĢka
bir Ģey hatırlamıyorum. Evet, akĢam, Eyüp’ün üstüne bir seccade gibi bir
hamlede düĢmüĢ sandım. Evden çıkıp etrafıma bakınca akĢamın farkına vardım
da ondan. Sade akĢamın mı? Kendimin, nerede olduğumun, nereden gelip
nereye gittiğimin de…”71
Necip Fazıl dıĢında Abdülhakim Arvâsî’nin en önemli talebelerinden biri
de Hüseyin Hilmi IĢık’tır. Kendisi Abdülhakim Arvâsî ile tanıĢmadan önce tıp
fakültesinde okuyan bir üniversite öğrencisi iken, daha sonra onun tavsiyesi ile
tıp fakültesinden eczacılık fakültesine geçiĢ yapmıĢtır.
Hüseyin Hilmi IĢık’ın Abdülhakim Arvâsî ile ilk karĢılaĢması tıp
fakültesinde okurken Beyazıt Camiinde bir sohbette olmuĢtur. Sohbet evliyanın
kabirlerinin nasıl ziyaret edilmesi gerektiği konusu üzerinedir. Konu dikkatini
çeker ve sohbeti sonuna kadar takip eder. Sohbet bitiminde dersi yapan kiĢi
Hüseyin Hilmi Bey’e Rabıta-i Şerife isimli bir kitap verir. Kitabın altında
Abdülhakim ismini görür ve onun kim olduğunu sorar. Kitabı yazan kiĢi ile
dersi yapan kiĢinin aynı olduğunu ve Cuma günleri Eyüb’de vaaz ettiğini
öğrenir.
Bir Cuma günü Eyüp’e gider ve Abdülhakim Arvâsî’yi bir kitapçının
önünde görür, orada ayaküstü kısa bir görüĢmenin ardından, camideki sohbetten
sonra Abdülhakim Arvâsî onu evine davet eder. Hüseyin Hilmi IĢık bu günden
sonra her Cuma Abdülhakim Arvâsî’nin evine gitmeye baĢlar. Uzun süren
adlı bir oyun yazdı, ancak oyun hemen toplatıldı. Çukurova'nın pamuk iĢçilerini konu alan resimler
yaptı ve heykel ile ilgilenmeye baĢladı. 1943 yılında dilci Güzin Dino ile evlendi. Sürgün sona erince
Ġstanbul'a döndü. 1952'de yurt dıĢına çıkıĢ yasağı kalkınca kesin olarak Paris'e yerleĢti. Abidin Dino, 7
Aralık 1993 günü Paris'e hayatını yitirdi. Cenazesi Ġstanbul'a getirilerek AĢiyan'da toprağa verildi.
71
Necip Fazıl Kısakürek, O Ve Ben, Büyük Doğu Yay., Ġstanbul, 2007, s. 95-96.
29
sohbetler aralarında bir talebe hoca muhabbetine dönüĢmeye baĢlar. Ondan dînî
ilimler, edebiyat ve tasavvufa dâir Türkçe, Arapça ve Farsça kitaplar okur. 72
Abdülhakim Arvâsî 1925 yılında tekke ve zaviyelerin kapatılmasından
sonra KaĢgâri Dergâhında imâmet görevine devam etmiĢtir. Bu tarihten itibaren
onun ölümüne kadar geçen süre zarfında Türkiye’de dine ve dindarlara bakıĢ
değiĢecek, ülkede din adına hizmet etmek zorlaĢacaktı. Nitekim 1943 yılında
Menemen hadisesi bahane edilerek Abdülhakim Arvâsî’nin GümüĢsuyu’ndaki
evi polisler tarafından basılmıĢ, detaylı bir aramadan sonra Ġzmir’e götürülüp
orada sorgulanması istenmiĢtir. 73
Bu tutuklamanın asıl nedeni ise dönemin Ġstanbul valisi olan Lütfi Kırdar
tarafından gençler arasında Ġslâmiyet’i yayması ve Ģeriatı neĢretmesi sebebiyle
Ankara’dan tutuklanmasını talep etmesidir. 74
Abdülhakim Arvâsî sorgulanmak için Ġstanbul’dan Ġzmir’e götürülür. Orada
kırk, kırk beĢ günlük bir sorgunun ardından muhâkeme edilmek üzere hey’et-i vekîle
kararı ile Ankara’ya götürülür. Bu yolculuk sırasında çok fazla iĢkence ve hakârete
mâruz bırakılır. Kendisi bu sıkıntılara dayanmakta çok güçlük çeker ve hastalanır. 75
Bu sırada dönemin Hakkari vekili olan damadı Ġbrahim Arvas’ın ricâ ve
çabalarıyla Ankara’da ikâmeti Ģart kılınarak, tutuksuz yargılanmak üzere serbest
bırakılır. Bunun üzerine zaten az kalmıĢ olan ömrünün kalan kısmını yeğeni Fâruk
IĢık’ın Ankara’daki evinde geçirir. Burada çok zayıf ve halsiz düĢerek 27 Kasım
1943/H.29 Zilkâde 1362 tarihinde vefât eder. Cenâzesi Ankara’da Bağlum
Mezarlığına defnedilmiĢtir.76
Soyadı kanunu çıkınca Abdülhakim Arvâsî ÜçıĢık soyadını almıĢtır.
Abdülhakim Arvâsî’nin fiziksel görünüĢünü Hüseyin Vassaf Ģu sözlerle anlatmıĢtır:
72
Kuku, a. g. e. , c. I, s. 290-294.
73
Bu yıllarda Abdülhakim Arvâsî dıĢında birçok tarikat Ģeyhi ve kanaat önderi buna benzer sebeplerle
tutukanıp yargılanmıĢtır. Aralarında idam cezası alanlar bile olmuĢtur. (Dönemin siyâsi yapısının dine
ve dindarlara bakıĢ açısının daha iyi anlaĢılabilmesi için bkz. Ali Dikici, “Milli ġef Ġsmet Ġnönü
Dönemi Lâiklik Uygulamaları” Ankara Üniversitesi Türk İnkilâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu
Dergisi, sayı: 42, Ankara, 2008, s. 161-192. )
74
Kuku, a. g. e. , c. I, s. 365.
75
Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, Büyük Doğu Yay., Ġstanbul, 1997, s. 322.
76
Kuku, a. g. e. , c. I, 367.
30
“Kendisi orta boylu, beyaza karîb kır sakallı, esmeru’l-levm, mütenâsibü’l-endâm bir
zât-ı âlî-i kadrdir.”77
Abdülhakim Arvâsî din ilimlerinde üstün meziyyet sahibi olan bir âlim
olmasının yanı sıra, NakĢibendiyye tarîkatından bir kolun önemli Ģehylerindendir.
Kendisi hem BaĢkale’de hem de Ġstanbul’da insanları tasavvuf yoluna sevketmiĢtir.
Bilindiği üzere tasavvufî ekollerde Ģehylik mâkâmında bulunan kimse, kendisinden
sonra da irĢâd vâzifesinin devamı için belli hâlifeler bırakır. Abdülhakim Arvâsî
kimleri hâlife bıraktığı sorusuna Ģu sözlerle cevap vermektedir:
“…Buraya kadar izâha uğraĢtığım Ģartlara câmi’ bulduğum nesebi sahih
seyyidlerden âlim ve sâlih Muhammed Sıddık Efendiyi Van ve havalisine tarikat
nûrunu ikâm zımnındagöndermiĢ ve bu sûretle icâzet ve izin vermiĢtim. Senelerce
tarîkat erkânını ihyâ ve sohbetinde yüzlerce insan tarikate intisâb ile bâtın hallerinde
terakki ederlerdi. Bu hususta daha bir çok muvaffâkiyetlere mazhar olacağı me’mûl
iken harb-i umûmîde Ermenîler tarafından Ģehid edildi. Rahmetullahi aleyh.
Yalnız hatm-i hacegân okuyup ezkâr ve âdâba tergîb ve teĢvîk zımnında izin
vermiĢim. Hilâfet ve sefâret olarak değil. Van’da Fehim ve Necmeddin ve
Abdülmecid ve Ma’sum, Hakkari’de birâderim Ziyâeddin, Müküs’te Hüseyin ve
Hasan, Gevar’da Kasın ve Ġran’ın sünnîlerinden Muhammed ve Çal’da Haydar
Efendilere hatm-i hâcegân halkasının baĢında oturup hatm için izin verilmiĢtir.
Oralarda talib ve râgıb olursa, isimlerini yazarlar, ahvâlini bildirirler. Her nerede
bulunursam âdâb-ı tarîkati yazar gönderirim. Mûcibince amel ettikleri takdirde
fâidelenirler ve fâideleniyorlar.”78
V. Günümüze Tesirleri
Abdülhâkim Arvâsî yaĢadığı dönemde farklı coğrafyalarda hayat sürmüĢ
olmasına rağmen, bulunduğu her yerde o bölgenin insanı gibi etkin rol üstlenmiĢtir.
Yaptığı ilmî ve tasavvufî faaliyetler onun günümüzde bile adının çokça duyulmasına
ortam hazırlamıĢtır.
77
Vassaf, a. g. e. , c. II, s. 122.
78
Arvâsî, Hâtırât, s. 47.
31
bölgede olan etkinliğini kırmak için çok fazla çaba sarfetmiĢtir. 79 Bu çabaları
günümüzde dahî bu bölgenin sünnî olarak kalmasında onun etkisi olduğu fikrini akla
getirmektedir.
duracak bir muhalefet arayıĢına sürüklemiĢtir. Buna bağlı olarak iktidara alternatif
üretmesi açısından Celal Bayar ile görüĢmüĢ ve ona bu konudaki fikirlerini beyan
etmiĢtir.82
1943 yılında Büyük Doğu ismini ilk kez kullanan Necip Fazıl, bu isimle
çıkardığı dergisinde ana gayesi olan “Türk milletini en ileri ve üstün Ģartlar içerisnde,
kendi zaman ve mekanına topyekün hâkim kılma” 83 fikrini tüm detaylarıyla iĢlemeye
baĢlamıĢtır.
82
Ak, a.g.e. s. 34.
83
Ak, a.g.e. s. 33.
84
Ak, a.y.
85
Ak, a.g.e. s. 40.
86
Ak, a.g.e. s. 42.
33
1950 yılında yapılacak olan seçimlerde Büyük Doğu Cemiyetinin birkaç kiĢi
ile de olsa mecliste temsil edilmesi arzusunu taĢıyan Necip Fazıl yazdığı bir yazı
bahâne edilerek tutuklanır. O hapishânede olduğu zaman diliminde seçimler yapılır
ve Kısakürek’in bu düĢüncesi hayata geçmez. Ancak seçimi Demokrat Parti’nin
kazanması onu yapacağı faaliyetlerin önünün açılacağı düĢüncesiyle bir hayli
heyecanlandırır.89
Ancak Necip Fazıl o dönemde siyasi kanatta yer alan her iki partiyi ve
sonradan kurulacak olan Millet Partisi’ni aynı temel üzerinde yer aldıkları için çok
sert bir dille eleĢtirmiĢtir. Ona göre bu üç parti her ne kadar birbirlerine muhalif
görünseler de kuruluĢ gayelerini “Kemalizm ve inkılap ilkeleri” üzerine oturttukları
için temelde aynı noktada yer almıĢlardır. Dolayısıyla asıl mesele partiler değil,
yönetimin tabu hâline getirdiği bu fikir telakkisidir.90
87
Ak, a.g.e. s. 47.
88
Ak, a.g.e. s. 48.
89
Ak, a.g.e. s. 59.
90
Ak, a.g.e. s. 68.
34
Gazetede genel olarak Menderes yanlısı bir yol izler ve bu konuda yapılan eleĢtirilere
hiç kulak vermez. 91
1960 yılında yapılan ihtilâle kadar çalkantılı bir Ģekilde devam eden yayın
hayatı ihtilâl ile son bulan Adnan Menderes iktidarını destekler nitelikte devam
etmiĢtir. 27 Mayıs 1960 günü radyodan yapılan ihtilal açıklamalarından biri de zaten
kapalı olan Büyük Doğu’nun kapatıldığıdır. 92
Ġhtilalden sonra hapishanede 552 gün kalan Necip Fazıl, buradan çıktıktan
sonra bazı gazetelerde günlük köĢe yazıları yazar ve Anadolu’da konferaslar verir.
YaĢadığı zorluklar onu âdeta bir aksiyon adamı iken, köĢesine çekilmiĢ biri hâline
getirmiĢtir. Ancak Necip Fazıl bu 1970’li yıllarda ortamın gerginliğin atmasına bağlı
olarak Büyük Doğu’yu yeniden çıkarmaya baĢlamıĢ ve Büyük Doğu Fikir klübü
adında bir hareketle yeniden aksiyoner bir hale bürünmüĢtür.
1969 yılı seçimleri sonrasında dönemin çok partili hayatında yer alan
Necmeddin Erbakan’la yakınlaĢma içerisinde olan93 Necip Fazıl, Demirel ile
yakınlığı olan Hakîkat gazetesi tarafından eleĢtirilir. Bu gazete Abdülhâkim
Arvâsî’nin diğer bir talebesi olan Hüseyin Hilmi IĢık’ın damadı Enver Ören
tarafından çıkarılmaktadır. Aralarındaki bu siyasi söylem farkı Abdülhâkim
Arvâsî’ye nisbetle anılan bu iki kiĢiyi karkı karĢıya getirmiĢtir. 94
978 yılında Erbakan ile olan siyasî düĢünce farklılıkları onu Büyük Doğu’da
yazan birçok yazarla yollarını ayırmasına neden olur. Necip Fazıl’a yazılarını Büyük
Doğu’da yazmak istemediklerini bildiren yazar dostlarının bu tavrı karĢısında
“Veda” baĢlıklı son bir yazı kaleme alır ve 1943 yılında yayın hayatına baĢlayan
dergiyi tamamen kapatır.95
91
Ak, a.g.e. s.80-81.
92
Ak, a.g.e. s. 117.
93
Ak, a.g.e. s. 188.
94
Ak, a.y.
95
Ak, a.g.e. s. 222.
35
96
Ak, a.g.e. s. 200.
97
www.huseyinhilmiisik.com
36
yayınlamıĢtır. Daha sonra çeĢitli Ģirketler kuran Ören bütün bu Ģirketleri Ġhlas
Holding bünyesinde toplamıĢtır. 98
Bugün büyük çoğunluğu ticaret hayatı içerinde yer alan bu hareket, Ġhlâs
Vakfı ile bir miktar da olsa Abdülhâkim Arvâsî’den gelen kimlikte yer almaya
çalıĢmaktadır.
B) ESERLERĠ
I. Rabıta-i ġerîfe
1341 yılında Ġstanbul’da basılmıĢ olan eserini tasavvufî bir ilke olan rabıtanın
mahiyeti ve özü hakkında bilgi vermek için yazmıĢtır. Eser Necip Fazıl Kısakürek
98
(Komisyon), “Enver Ören” Yeni Rehber Ansiklopedisi, c. VI, s. 350.
99
Arvâsî, Hâtırât, s. 45.
37
II. Hâtırât
Abdülhakim Arvâsî bu eserde kendi hayatını tafsilâtlı bir Ģekilde 23 soruda
anlatmaktadır. 54 sayfadan oluĢan bu eserin baĢında yaptığı açıklamada Hüseyin
Vassaf Efendi kendisinden Sefîne-i Evliyâ isimli kitabında yer vermek için hayatını
anlatmasını ister. Bunun üzerine Abdülhakim Arvâsî bu eseri meydana getirir. 100
III. Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye
Ġstanbul’a geldikten sonra Sultan Vahdettin Han’ın irâde-i seniyyesi ile
Süleymaniye Medresesinde Tasavvuf hocalığına baĢlayan Abdülhakim Arvâsî,
burada ders verirken kullanmak üzere tasavvufun ana ilkelerini hâiz bir eser
oluĢturmak ister. Ankara ġerʽiyye Vekâletinin emrince de o dönemde zaten ders
veren hocaların kendi dersleriyle ilgili bir eser oluĢturma zorunluluğu vardı. Bu
sebeplere binâen oluĢturduğu eserinde, tasavvufa dair konuları tafsilâtlı bir Ģekilde
ele almaktadır. Tezimizin bundan sonraki bölümlerini bu eserin transkripsiyonu ve
değerlendirmesi oluĢturmaktadır.
IV. ReĢâhâtü’l-Kulûb
Abdülhakim Arvâsî tarafından yazılan mektublardan oluĢan bir kitabtır.
Müridleri tarafından yazılmıĢ olan mektublarda gördüklerini rüyâların taʽbir
edilmesini kendisinden taleb etmiĢler, o da bu mektublara verdiği cevablarda yalnız
rüyâ taʽbirleriyle yetinmemiĢ, bunlara ek olarak Ģerʽî konularda bir takım bilgiler
vermiĢtir. Bunların dıĢında kitapta dönemin önemli mevzûlarından olan Ģapka
meselesiyle ilgili de bir yazısı yer almaktadır.
Bu kitapta Abdülhakim Arvâsî’nin yazdığı bölümün dıĢında Muhibbi Ehl-i
Ġbâ’nın Kesâ-nâme isimli Osmanlıca nazım eseri, Ġmâm Gazâlî’nin yazdığı Keşfü
Ulûmü’l-Âhiret isimli risâlesinin Âhiret Halleri ismiyle tercümesi ve Manastırlı
Ġsmâil Hakkı’nın Şerhü’s-Sadr bi-Fazâili Leyleti’l-Kâdr isimli yine Osmanlıca
risâlesi yer almaktadır.
100
Arvâsî, Hâtırât, s. 3.
38
V. Sevânihü’l-Efkâr ve Sevâmihü’l-Enzâr
Abdülhakim Arvâsî tarafından yazılan mektublardan ve bir takım meselelere
verdiği cevaplardan oluĢan sekiz adet defterin birleĢtirilmesi sonucu meydana gelmiĢ
bir eserdir. Eserin mukaddimesinde Ġstanbul’a geldikten sonra sohbetler arasında
geçen sorular ile kendi isteği ile yazdığı mektublardan oluĢan notları -kendi ifâdesi
ile- bir keĢkül hâlini almıĢ ve bu notları Sevânihü’l-Efkâr ve Sevâmihü’l-Enzâr olarak
isimlendirmiĢ olduğunu yazmaktadır. Kitabın erbâbı nazarında çok muteber olacağını
da belirtmiĢtir.
Kitap içerisinde Abdülhakim Arvâsî’nin yazdıklarından baĢka iki farklı eser
de yer almaktadır. Bunlar Mevlânâ Halidü’l-Arûs’un Menâkıb-ı Şemsü’ş-Şumûs
isimli eserinin Osmanlıca tercümesi ile Mehmed Ağa Câmii ġeyhlerinden
Abdurrahman Efendi’nin yazdığı Te’dîbü’l-Mütemerridîn isimli eserin tercümesidir.
Bu kitapta Abdülhakim Arvâsî tarafından basılmayan eserlerdendir. Sevenleri
tarafından basılan bu eserde de basım tarihi ve yerine ait bilgi bulunmamaktadır.
Ancak yazdığı mukaddimede 1316/1899 tarihi yer almaktadır. eserin bu tarihte
tamamlandığı buradan anlaĢılmaktadır.
VI. KeĢkül
KeĢkül tasavvuf geleneğinde kullanılan bir taʽbir olup, eski dönemde sûfilerin
kollarının altında taĢıdıkları içerisine para veya yemek konulan kablara verilen
isimdir. Bir diğer anlamı ise, çok çeĢitli konuları içerisnde toplayan eserdir. 101
Abdülhakim Arvâsî bu tabiri bir araya getirdiği bazı yazıları için kullanmıĢ ve
talebeleri de keĢkül ismini bu anlamda kullanmıĢtır.102
Abdülhakim Arvâsî’nin sevenleri tarafından özel teĢebbüslerle bir araya
getirilmiĢ bir takım yazılarından oluĢan yazma bir eserdir. Ġçerisinde yukarıda da
bahsetmiĢ olduğumuz Sevânihü’l-Efkâr ve Sevâmihü’l-Enzâr isimli eserin yazma bir
nüshası bulunmaktadır. Bundan sonra sekiz bölümden oluĢan Ġslâm ve Ġmân Erkânı
101
Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabakçı Yay., Ġstanbul, 2001. s. 214.
102
Arvâsî, Sevânihü’l-Efkâr ve Sevâmihü’l-Enzâr, s. 1.
39
baĢlıklı bir bölüm mevcuddur. Ruh ve Namaz risâleleri bu sekiz bölümün içerisinde
yer almaktadır. son bölümünde ise, Hüseyin Hilmi IĢık tarafından yapılan
Muhammed Sencârî’nin Riyâzü’n-Nâsihîn isimli eserindeki Namaz bahsinin
tercümesi yer almaktadır.
Burada bahsettiğimiz eserlerin dıĢında kendisinin yazdığı farklı risâleler
mevcud olup bunlar kendi müridleri ve sevenleri tarafından farklı yerlerde
neĢredilmektedir. Hüseyin Hilmi IĢık’ın Sâadet-i Ebediyye isimli eseri bunlardandır.
Tezimizin esas konusu olmaması hasebiyle eserleri konusunda bu kadar bilgiyle
kifâyet etmekteyiz. 103
103
Eserleri hakkında daha geniĢ bilgi için bkz. Ġbrahim Baz Abdülhakim Arvasî’nin Hayatı, Eserleri
ve Tasavvuf Anlayışı isimli yayınlanmamıĢ yüksek lisans tezi, Süleyman Kuku, Son Halkalar ve
Seyyid Abdülhakim Arvâsî Külliyatı.
40
II. BÖLÜM
ER-RĠYÂZÜ’T-TASAVVUFĠYYE
41
A . ESERĠN TANITIMI
104
Arvâsî, Hâtırât, s. 47.
42
105
Arvâsî, Hâtırât, s. 48.
43
B. ER-RĠYÂZÜ’T-TASAVVUFĠYYE’NĠN GÜNÜMÜZ
HARFLERĠNE ÇEVĠRĠSĠ
MÜNDERECÂTI
1. Tasavvufun zevât-ı müteaddide tarafından ezmine-i mütehâlifede
târifi.
2. Zevat-ı mezkûrenin mahall-i tevellüt ve vefatları ve tarihleri.
3. Tasavvufun mebde’ ve menĢei
4. Tarik-i aliyyenin enva’ının târifleri.
5. Her nev’in kimden münĢeab olup zaman-ı teĢâubi.
6. Tarik-i aliyyenin kaç nev’ olduğu.
7. Bunların birbirine olan münasebeti ve târih-i iftirâkı.
8. Her bir tarikatın âdab ve ezkârı.
9. Velayâtın envaʽı ve her bir nev’in târih-i zuhûru.
10. Velayâtın âlâim-i zuhûru.
11. Bu velâyetlerin husul bulmasının esbâbı.
12. Velâyet-i suğra, velâyet-i Kübra, velâyet-i ulya, velâyet-i mele-i âlâ,
velâyet-i enbayânın târifleri ile alâimi.
13. Sûfî tasavvuf ve mutasavvıfa ıtlakının mebde-i tarîhi.
14. Hangâh ve tekâyânın sebeb-i inĢâ ve mebde-i binâları.
15. Kimler tarafından ihdâs edildiği.
16. Ġhdâs tarihleri.
17. Ġhdâs eden zevâtın mahalli ve tarih-i velâdet ve vefâtı.
18. Ricâl-i sûfiyyenin te’lîf ettikleri müellefât ve târih-i te’lifleri.
19. Tabakât-ı muhtelifede zuhur etmiĢ zevât-ı âliye.
44
[8]
MUKADDĠME
Ulum-i zâhirenin vüs’at mevzûʽu itibariyle ilm-i tasavvufa nisbeti bir katrenin
bir deryaya nisbeti gibi olduğu ekâbîr-i sûfiyyeden bazılarının cümle-i
tasrihatındandır. Zira tasavvufun mevzûʽu mahallinde bahs ve zikr olunacağı gibi
bi’l-meâl zât-ı bahs-i ilahîdir. Ulum-ı sâirenin mevzu’u ne kadar vâsi’ farz edilse de
mümkinâtın dairesinden harice çıkamaz. Âlem-i vücûba nisbetle âlem-i imkânın ne
olduğu beyândan müstağnîdir.
47
Binâenaleyh ilm-i tasavvuf zevk-i vicdânî olduğundan Ģânına lâyık bir suretle
elsine-i âklâm ile tahrîr ve lisan-ı insân ile takrîr-i kâbil değildir. Maʽa-zâlik
mensûbîni tarafından pek çok kütüp ve resâil tertîb ve te’lîf ile bi-kaderi’l-imkân
izâhâ bezl-i makderet edilmiĢ olup mu’zam-ı makâsıt ve mesâilede sâhibiyyetleri
esnâsında beyân ve izâh oluna gelmiĢtir.
Bu bâbda tabakât-ı muhtelifede bulunan ricâl-i âliye-i sûfiyye muhtelif
suretlerde ve mütenevvi’ meĢreblerde bulunan ekâbirin her birisi meĢrebine göre
beyânâtta bulunmuĢlardır. Bir kısmı belki kısm-ı aʽzâmı hakâyık-ı keĢfîyyede ve
dekâik-ı ilhâmiyyede “tavîlü’z-zeyl, müttehidü’l-mâl ve muhtelifü’l-ibâre” kitapları
yazılmıĢtır.
ġeyh-ı ekber bu mesleğin pîĢvâsıdır ki: Alâ rivayetin yazdıkları beĢ yüz
kitaptan kısm-ı gâlibi bu mevzu’u üzerinedir. Ez-cümle (Füsûsü’l-Hikem, el-
Fütühâtü’l-Mekkiyye, et-Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, et-Tenezzülâ’ü’l-Mevsıliyye, el-İsrâ ilâ
makâmi’l-Esrâ, Şerhu Hal’i’n-Na’leyn, Tâcü’r-Resâil, [9] Minhâcü’l-Vesâil,
Kitabü’l-Azame, Kitabü’l-Beyân, Kitabü’t-Tecelliyyât, Mefâtîhü’l-Gayb, el-
Ecvibetü’l-Müsekkitü an Esileti’l-Hakîm et-Tirmizî, el-Müsâmerât) gibi kitapları bu
meslek-i kutsiyyenin hakâyıkı beyânındadır. Bu kısmın felsefeye münasebeti vardır.
ġu kadar ki felsefe yalnız akla; bu kısm tasavvuf ise Ģerî ve akl-ı selîm dairesinde
keĢf-i sarîha müstened ve zevk-i sahîha mutâbıktır.
Bir kısmı dahî ricâl-i sûfiyye tabakâtını ve merâtibinin “min-haysü’l-keĢf”
beyânını ve kerâmâtını, târih-i tevellüd ve vefatlarını, mahâll-i irĢâd ve mevlidlerini
ve kimlerle mu’asır bulunduklarını ve tarz-ı hayatlarını merâkid ve mezârât-ı
muteberrikelerini ve sâir buna mümâsil ve müĢâbih mesâili ihtivâ eden kitaplardır ki:
adetâ bir tarih-i tasavvuf teĢkil eden bir fenndir. (Tezkiretü’l-Evliyâ ve Tabakât-ı
Şu’ara, Nefehâtü’l-Üns, Ravzatü’r-Riyahîn fî’l-Hikâyâti’s-Salihîn) ve emsâli gibi. Bu
kısm tasavvufun tarihe münâsebeti ziyâdedir. Ancak bu kitaplar ehâdis-i Ģerîfenin
anʽanâtı gibi mevsûk ve muʽteber ravîlerinin rivayetlerine müsteniddir. Her
meselesinde ihbâran ve tahdîsen an’anâta riâyet olunmuĢtur.
Bir kısmı dahî âdâb-ı sülük ve teslîkdir ki: makâmât-ı âliye-i velâyâta
terakkîye ve merâtib-i ricâl-i âliyeye eriĢip menâzil-i kurb-ı ilâhî ve seyr-i fillâh, ve
seyr-i billâh ve seyr-i minallâh vesâir irĢâd-ı ibâde vesîle olan eĢgâl ve aʽmâl-i
48
bâtınıyyeye aittir. Tasavvufun lübbü dahî budur. Havâss ve avâma nâfi’ ve mühim bu
kısmdır.
Bunun bir ciheti de kütüb-i fıkhiyyenin rub’-ı ibâdetine münâsebeti vâriddir
ki: Gazâli’nin İhya’sı, Gavs-i Aʽzâm’ın Gunye’si, Müceddid-i Elf-i Sanînin
Mektûbât’ı ve Evliyâ-yı Ahmediyyenin kütüb ve resâili gibi. Fakîr-i âcîz iĢbu
risâleye bu aksâm-ı selâseye ibtinâ etmeyi münasip gördüm.
[10] Bir kısmı dahî menâkıb ve kerâmât-ı evliyâ ve bazı ricâl-i mahsûsanın
fezâil ve kemâlâtı hakkında te’lîf ve tertîb olunan resâildir. Bu kısm resâilin fevâid
ve menâfi’i zikri sebk eden kısmlara nazaran az olduğundan ve hususîyle ihlâslarında
ifrâd edenlerin yalnız fikirlerinden münba’is olduğu cihetle o kadar Ģâyân-ı iʽtibâr
görülmediğinden iĢ bu risâlemiz bu resâil muhteviyâtının ekserîsinden hâlîdir. Bir
kısmı dahî evrâd ve ezkâr, ed’iye ve ahzâb ve havâss-ı esmâya ait olup ancak
sahiplerine nâfi’ ve müfîd olduğundan müridân ve sâlikîne nef’i ve fâidesi mahdûd
ve âdetâ ibâdet-i zâhiriyyeden ma’dûd ve münkatı’ olan eĢhâsa mahsûs olduğundan
risâlemiz buna da Ģâmil değildir.
Bir kısmı dahî ekâbir-i ehlullahın esnâ-yı sohbet ve tevcihâtında sâkît ve
murâkıb oldukları halde in’ikâs ve insibâb tarîkiyle ifâzâ olunan ulûm ve ma’ârif-i
rabbâniyyedir ki: kâl ve kalem ile beyânı kâbil olmadığından ancak bu meĢreb için
bir meleke-i râsihânın husulüne hıdmet ide gelmiĢ bir haldir. Bu da ancak sâhibine
hâcet olduğundan risâlemiz bu bahsden de hâlidir.
Rakîmü’l-hurûf kırk seneye mütecâviz bir zamanda ilm-i tasavvufun nazârî
ve amelisiyle meĢgul olmaya hasr-ı evkât etmiĢ olduğumdan bi-iʽnâyetillâhi teâlâ bu
rusûha bir nisbet tahsîl etmiĢimdir. Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-ʽaliyyi’l-
ʽazîm.
[11]
بسم اهلل الحمن الرحيم
وماتوفيقى االبك يا اهلل الحمد هلل الذى زين سماء الملة الخيفية ينجوم.ياربى عليك توكلت واليك انيب
وامل الشبو والحجب الظلمانية,االحكام الشرعية والنصايح الدينية وىدى بها من شرح صدره لالسالم وخلصو من
ثم بدأ من مطالع افق تلك السماء اقمار الرشاد ال رشاد اىل المراتب.ثم جمل بواطن آخرين باضواء االنوار االيمانية
االحسانية ثم بدأمن مطالع افق تلك السماء اقمار الرشاد الرشاد اىل المراتب االحسانية ثم اطلع من مشارق عنايتو
49
على قلوب الصفوة من تربية اصحاب الفنوس الزكية الهمهم السنية شموس المعارف الذوقية اليقينية ثم خاال لخالصة
صفوتو بانوار محبتو اسرار علومو الدينية واللدنيو ثم استخلص من صفوت تلك الخالصة قوماً اصطنعهم لنفسو
وتجلى لهم فى صفرة علمو المتعلق بو سبحانو وتعالى وجلهم بو جلي ًة ذاتي ًة ابدي ًة فاستجلى ماخفى عن سواىم من
الحقاءق االلهية والكونية (اولءك حزب اهلل االان حزب اهلل ىم المفلحون) وصلى اهلل وسلم على مرشدىم وسيدىم
ومقدمهم ورءيسهم مفتاح مفاتيح الغيب والمجلى عن قلوب المستعدين الخوتو بانواع ارشاده صداع كل شك وريب
سيد الخالءق محمد وآلو و اصحابو واخوانو المذكور شأنهم و الواضح عنده وعند ربو برىانهم صالةً جامعةً لكمال
االحكام االزلية ظاىرةً بها فى المراتب االبدية (اما بعد) فان جماعةً من المتقدمين والمتاخرين من اكابر الصوفية الفوا
كتباً حقيقيةً ورساءل تصوفيةً فى بيان اىل اهلل وصفوتو واحوالهم واذواقهم فاقتطفت من كالمهم تارةً والنقطت اخرى
بال وقا ٍع الواصل الى اهلل بالدفا ٍع موصل ارباب السلوك الى ساحة قرب ][12من صحبت من بو استنادى ولى اهلل
ملك الملوك االنسان الكامل و الفرد الشامل الفهيم السرار احبة اهلل الراصد لمنازل الحقايق القدسية جنيد اوانو
وطيفور زمانو مرجع اىل االستفادة فى اوطانو المألوفة من البالد الكردية اثبتها ىنالك متوكالً على اهلل ومتوسالً
بروحانية رسول اهلل صلى اهلل تعالى عليو و سلم ومستفنيضاً من بواطن اىل اهلل رضوان اهلل عليهم اجمعينظ
][13
yani “dünyanın safveti gidip kederi bâkî kalmıĢtır.”106 Bu hadîs-iصفو الدنيا وبقى الكدر
106
Ebü'l-Kâsım Zeynülislam Abdülkerim b. Hevazin KuĢeyri, er-Risâletü'l-Kuşeyriyye, Dârü'l-
Kütübi'l-Hadise, Kahire, 1972, s. 107. (Bu hâdisin varlığı tarafımızca mûteber hâdis kitaplarında tesbit
)edilememiĢtir.
50
olduğu bazı kütüb-i tasavvufîyyede mezkûrdur. Hatta Resûl-i Kirâm (s.a.v.)’in safvet
ile ittisâflarındandır ki: Kur’ân-ı Azîmü’Ģ-ġân’da (اصطفاء, اصطفى, يصطفى,)مصطفى
kelimeleri ânların Ģân-ı âlilerinde zikr buyurulmuĢtur. Demek oluyor ki: hâkâyık-ı
tasavvufiye ile ittisâf bi’l-cümle Resül-i Kirâm ve enbiyâ-i ʽizâm (a.s.)’ın
zamanlarında manzûr ve mu’teber olmuĢtur.
Her nebînin zamanında Ģerî’atleri ma’mûlün-bih olduğu gibi ahvâl-i
mâneviyelerinin meziyâtıyla da ittisâfî havâss-ı ümmetlerine ifâzâ ve ifâde
buyururlar idi. Safvet-i maneviyye risalet ve nübüvvet ile baĢlamıĢtır. Tasavvuf
Ģerîatın maneviyyatını muhassıl ve müsehhildir.
Üstad Ebu’l-Kasım demiĢtir ki: “Bu tâifeye sufî tabiri galebe ederek filan
kimse sufîdir, filan cemaat sufîyye ve mutasavvıfadır denilir. [14] Bu isim için cihet-
i arabiyyeden Ģehâdet ve kıyâs ve iĢtikâk olmayıp ızhâr olan ism-i mezkûrun bu
tâifeye lakap gibi olmuĢtur.”
Bazıları lâbis-i kâmîsten takammus ile hikaye edildiği gibi bu tâife dahî lâbis-
i sûff olduklarından hikaye olarak tasavvuf denildiğine zâhib olmuĢlardır. Kavmin
lebs-i sûfa ihtisâsı olmadığı malum ise de bu sebebin müvecceh görünmesi hükmen
eksere binâ edilmiĢ olmasına göredir.
ġeyh Sühreverdî’nin Avârif’inde mezkûrdur ki: “Bazıları sûfî kelimesinin
ıtlakındaki münasebeti tedkîk ederken demiĢlerdir ki: Kıymette ednâ, tevâzu’a akreb
bulunan ve çok zaman enbiyâ-i izâm (a.s.)’ın libâsları olan yünden giydiklerinden
dolayı kıyas-ı Arabiyyeye nazar etmeyerek sûfî telkîb olunmuĢtur.”
Fil-hakîka fahr-ı âlem (s.a.v.) yetmiĢ adet enbiyâ-ı izâmın sûff giydiklerini
ihbâr buyurmuĢlardır. Ġsâ (a.s.)’ın yünden libâs giydikleri ma’lumdur. Hasan-ı Basrî:
“Ben ashâb-ı Bedrden yetmiĢ zât ile görüĢtüm, cümlesinin libâsı sûftan idi” demiĢtir.
Ebu Hüreyre ve Fudâyl b. Abîd (r.a.) ashâb-ı bedri vasfederken kâffe-i libâslarının
sûftan olduğunu tezkâr etmiĢlerdir.
Bazıları Kûfî Küfe’ye mensûb olduğu gibi sûfî de sûfa mensûbtur demiĢlerdir
ki: hırka pâre demektir.
Bazıları ârifânın huzur-ı ilâhide saff olmalarına nisbet etmiĢlerdir. Bunlar
min-haysü’l-maʽnâ doğru iseler min-haysü’l-luğa sûfî saffa nisbet edilmez.
51
olmasıyla târif etmiĢtir. Ebu Muhammet Cerirî tasavvufun târifinde demiĢtir ki الثصوف
[ الدخول فى كل خلق سنى والخروج من كل خلق دنىTasavvuf bütünüyle iyi ahlâka girip, yine
olmayan bir mücâhededir.] yani menahi-i Ģerʽiyye ve ahlâk-ı zemîmeye karĢı devam
ile mücâhededir.
52
Ma’rûf Kerhî buyurmuĢtur ki: التصوف االخلذ بالحقايق و اليأس ممافى ايدى الخاالءق
sevgilinin kapısında kovulsa da paspas olmaktır.] ve التصوف صفوة القرب بعد كدورة البعد
Cerîrî demiĢtir ki: [التصوف مراقبة االحوال واللزوم االدبTasavvuf halleri murâkabe ve
edebin lüzûmudur.]
Ebû Turâb demiĢ ki: [ الصوفى اليكدره شيء ويصفو بو كل شيءSûfî hiçbir Ģeyin kendisini
[ على كل شليءTasavvuf Ehli Allah Teâlâ’yı herĢeye tercih edendir. Bunu için de Allah
üzülmez.]
Hâsılı tasavvuf sıfât-ı beĢeriyyeden hurûc ile sıfât-ı melekiyye ve ahlâk-ı
ilâhiyye ile muttasıf ve mütehallik olmaya hâdim bir haldir.
[17]
53
ki: onda cemʽ olasınız diye istimzâcdan sonra Remle nam mevkide bir hangâh bina
etmiĢtir.) Mezkûr bina hakkında ġeyhü’l-Ġslâm demiĢtir ki:
خير دار حل فيها خير ارباب الديار وقد يوافق اهلل خيارا بالخيار
[Bir dağı iğne ile kazıp baĢka yere aktarmak, kalpten kibri söküp atmaktan daha
kolaydır] kelimât-ı kutsiyyelerindendir. [ اعوذ باهلل من علم الينفعFaidesiz ilimden Allah’a
107
Celâleddîn es-Suyûtî, Camiu’l-Ehâdîs, c: IX, s. 486. (Bu hâdisin varlığı tarafımızca mûteber hâdis
kitaplarında tesbit edilememiĢtir.)
56
ayet-i kerimelerden anlaĢılan zât-ı akdes-i ilâhî emrinden olup menfûhu bulunan
rûhtur.
ٍ [ َخلَ َقوُ ِم ْن تُرAllah onu topraktan yarattı]110 ve emsali ayât-ı
Ġkincisi ise: اب َ
kerimelerin medlûlünden müstebân olan hakîkattir ki: âlemin eczasından bulunan
anâsır olup bizzat sâfildir.
Her ikisinden müteĢekkil heyet-i vahdâniyye eczasından olan rûhun
letâfetinden dolayı anâsırın kesâfetini alması üzerine heyet-i mezkûrenin ahlâk-ı
seyyieye meyli tezâyüd ve maglûbun rûhunun hükmünden olan ahlâk-ı haseneye
108
Ġsrâ Suresi 17/85.
109
Hicr Suresi 15/29.
110
Âl-i Ġmrân Sûresi 3/59.
57
meyli tenâkus eder. Tarîk-i tasavvufa sülûk edip hakîkat-i rûha münasib olan zikr ile
meĢgul olunca [ من أحب شيئاً أكثرذكرهBir Ģeyi çok seven onu çok anar]111 hadis-i Ģerifinin
ve aksü’l-müstevisi bulunan [ من أكثرذكر شيء احبو غالياBir kimse bir Ģeyi çok zikrediyorsa,
اللماز, شفيق, عفيف, رفيق, حليم, شكور, رضى,وصول, وقور, صبور, قليل الزلل وىوبر, قليل الفضول, كثير العمل,الكالم
يرضى في, يحب في اهلل و يبغض في اهلل, بشاش, ىشاش, والعجول والحقود والبخيل والحسود, والمغتاب, والنمام,والسباب
[ اهلل و يبغض في اهلل فهذا ىو حسن الخلق و حققنا اهلل تعالى بمعاليوBazıları güzel ahlâkın alâmetlerini Ģu
umûmî maddelerde toplarlar. Çok hayâ insanlara eziyeti az, salâhı çok, sözü doğru,
konuĢması az, ameli çok, fuzûlisi az, yanlıĢı az deyip Ģunlarla açıkladılar deyip: Çok
iyilik, çok sabır, vakar, sıla-i rahim, rızâ, Ģükür, hilm, rıfk, iffet, Ģefkat sâhibi olmak
veyâ alay etmemek, sövmemek, söz taĢımamak, gıybet etmemek, aceleci olmamak,
kindâr, bahîl, hased edici olmamak, mütebessim, Ģen görüĢlü, Allah için seven, Allah
için sevmeyen, Allah için râzı olan, Allah için kızan, bunlar ahlâktır. Allah Teâlâ bizi
bu güzel ahlâk ile ahlâklandırsın.]
111
Beyhakî, II, 304.
58
Hasâis-i zemîme cümlesinden olan “hırs, haset, kibir, ucb, hıkd, kin, buğz,
adâvet, hakkı ilzamda lüzumundan fazla inat, husumet, mira’, cidâl, tevriye, fazla söz
söylemek, sibâb ve li’ân olmak, esrârı fâĢ etmek, half-i va’adde bulunmak, emânete
hıyanet etmek, zemm ve gıybet ve lüzumundan fazla meth ü senâ etmek, memdûhı
vicâhında methetmek, faydasız sualin lazım olmayan cevabını vermek” hakîkat-i
sâfilenin galebesiyle hâsıl olur.
Hasâil-i memdûhanın husulü ve ahlâk-ı zemîmenin zevâli hassaten sülûk-i
tarîk-i tasavvuf ile eshel ve eyser ve esra’ bir surette mümkindir.
Elhâsıl tasavvufun gayesi icmâlen hulk-i azîm peygamberî ile mütehallik ve
ahlâk-ı ilahiyye ile muttasıf olmak ve aʽmâl-i Ģeriyyeyi yüsr ve suhûletle îfâ etmektir.
ġu kadar var ki zikr olunan gaye tabakâ-i tâlibîn ve sâlikîne ait [24] olup
tabakâ-i vâsılîn ve kâmilîn ve daha yukarı mertebelerin bunlardan baĢka olan gâye-i
aliyyelerine mahallinde iĢaret olunacaktır.
TASAVVUFUN MEVZÛʽU
Tasavvufun mevzu’u min haysü’l-keĢf ve’l-ayân belki min-haysü’l-vecd ve’l-
vicdân zât, sıfat ve Ģûûn ve i’tibârât ve esmâ ve efʽâl-i ilâhiyyedir.
Ekmelü’r-Rusül fahr-i âlem (s.a.v.) veresesi olan ulemâ-i hakikiyye iki nevʽ
mirâsı terk buyurmuĢlardır. Biri ilm-i zâhir, diğeri ilm-i bâtındır. Ġlm-i zâhir; o ilm-i
nâfîdir ki sahabe-i kiram (r.a.e.) ecma’în hâce-i rusül (s.a.v.)’in efʽâl ve ahvâlinden
ahz ve telâkki etmiĢlerdir. Tabiʽin ve e’imme-i dîn ve selef-i salihîn o ilmi tetebbü’
ve taʽallüm ve taʽlim edip onunla amel kılmıĢ ve nâsı memur etmiĢlerdir. O da kitap,
sünnet, tefsir, ahbâr, asâr ve bunlara teferruʽ eden ulûm-i itikâdiyye ve fıkhiyyedir.
Ġlm-i maʽâdin, ilm-i tabakât-ı arz, ilm-i nebâtât, ilm-i hayvânât, ilm-i miyâh,
ilm-i menâfi-i a’za, ilm-i teĢrî’, ilm-i tıbb, ilm-i hesâb, ilm-i hendese ve ulûm-ı
riyâziyyenin aksâm-ı sâiresi ulûm-ı zâhireden olan ulûm-ı hakîmiyyedendir.
Bunlar Ģuru’ ve nakl ile ahz ü telakkî edilmiĢ olmasalardı bile akl-ı müstekîm-
i beĢerî istihraclarına kâfî idi.
Fahr-i âlem (s.a.v.)’in bunlarda kemâl-i ilm ile âlim olduğu فعلمت علم االولين و
112
Ġsmâil Hakkı Bursevî, Rûhü’l-Beyân, ter. Ömer Faruk Hilmi, Osmanlı Yayınevi, Ġstanbul, IX/190.
(Bu hâdisin varlığı tarafımızca mûteber hâdis kitaplarında tesbit edilememiĢtir.)
59
rivayet ettiği [ إن اهلل رفع لي الدنيا فأنا أنظر إليها وإلى ما ىو كائن فيها إلى يوم القيامة كما أنظر إلى كفيAllah
Teâlâ dünyayı kaldırıp gözümün önüne koydu. Ben onu ve içinde olanları avcumun
içini görür gibi görüyorum.] [25] ve Ebu Davud’un haber verdiği vecihle قام فينا رسول اهلل
[ ص مقاما فما ترك شيئا الى قيام الساعة االحدثنا بوPeygamber (s.a.v.) aramızdan kalktı, kıyametin
kopmasına kadar bir Ģey bırakmayıp her Ģeyi bize bildirdi.] hadis-i Ģerifleriyle
sabittir.
Ġlm-i batın ise; Ģu me’âninin mârifetidir ki: bilâ-vâsıta âlemü’l-gaybdan
makâm-ı ev-ednâda a’lemü’l-mahlûkât (s.a.v.)’in rûh-ı Ģerîfine ifâzâ buyrulmuĢtur.
[ فَاَ ْو ٰح ۤى اِٰلى َع ْب ِده َماۤ اَ ْو ٰحىVe Allah kuluna vahyini bildirdi.]113 ayet-i kerimesinin müĢtemil
olduğu ( ما اوحىmâ evhâ) kelimesinden müstebân olduğu vechle azîm bir irfân-ı âlî-i
bâtınîdir.
MeĢreb-i nübüvvet ve velâyetten tâlip-i kurb-ı ilahi olan ciğer-i sûhte-i visâlin
canına ol cam-ı mâlâ maldan bir cur’a dökülmüĢtür. Sıddîk-i aʽzamın hakkında vârid
olan [ ما صب اهلل في صدري شيئا إال وصببتو في صدر أبو بكرBenim göğsüme yerleĢen ne varsa ben
de aynısı Ebu Bekir’in göğsüne yerleĢtirdim.]114 hadis-i Ģerifi bu sırra iĢarettir. Ġlm-i
zâhir envâʽ ve aksâma ayrıldığı gibi ilm-i batın dahî aksâm-ı müteʽaddide ve envâʽ-i
mütenevviʽaya ayrılmıĢtır. Meselâ:
Ġlm-i Ġman; yani zevk ve vicdân ile hâsıl olan ilm-i imandır.
Ġlm-i Ġslâm; kezâlik zevk ve vicdân ile hâsıl olan ilm-i islâmdır.
Ġlm-i Ġhsân; [ إلحسان أن تعبد اهلل كأنك تراه فإن لم تكن تراه فإنو يراكĠhsân Allah Teâlâ’yı
görür gibi ibâdet etmendir. Sen onu görmesende o seni görür.]115 hadis-i Ģerifinin
delâlet ettiği ihsânı zevken bilmektir.
Kezâlik îkân, ayân, zühd, ihlâs, ma’rifet-i nefs, ma’rifet-i dil, tezkiye-i nefs,
tasfiye-i kalp, müĢâhedât, mükâĢefât, tevhîd-i tecelli-i zât, tecelli-i sıfât, makâmât,
ahvâl, kurb, vusûl, fenâ, bakā, sekr ve sahv, iĢʽârât ve ilhâm ve hitâb-ı nidâ-yı hâtif
ve kelâm ve mübâsata-i ilâhiyye gibi envâʽa tenevvu’ etmiĢtir.
113
Necm Suresi 53/10.
114
Ebü'l-Fida Ġsmail b. Muhammed Acluni, Keşfü’l-Hafâ, Dâru Ġhyai't-Türasi'l-Arabi, Beyrut, 1932,
c:II, s. 419. (Bu hâdisin varlığı tarafımızca mûteber hâdis kitaplarında tesbit edilememiĢtir.)
115
Buhârî, Ġman, 37.
60
EL-MAKĀLETÜ
FĠ’L-ISTILÂHÂTĠ’L-MÜHĠMMETĠ’T-TASAVVUFĠYYE
1- NEFS
Sukûn-ı fâ ile nefs luğatte ceset ve rûh ve bir Ģeyin vücûdu ve aynı
manâlarına gelmiĢdir. Istılâhât-ı sûfîyyede abdın evsâf-ı ma’lûle ve ahlâk-ı
mezmûmesi murâddır. ĠĢ bu evsâfın bir kısmı meʽâsî ve muhâlefât-ı evâmir-i
Ģerʽiyye gibi abdin kesbiyle olan Ģeylerdir. Bir kısmı dahi ahlâk-ı reddiyye ve
deniyyesi olup fî-nefsihâ mezmûm olanlardır. Bu kısm; mücâhede ve sâʽi ü ikdâmât-ı
116
Bakara Suresi 2/31.
61
2- MUHÂLEFET-Ġ NEFS
س َع ِن ال َْه ٰوى
َ [ َونَ َهى النَّ ْفNefsini kötü arzulardan uzaklaĢtırır.] Nazm-ı celîlinde
118
117
Furkan Suresi 25/70.
118
Naziât Suresi 79/40.
62
Muhâlefet-i nefs ve hevâ; nefs-i re’s-i ibâdettir. Tavârik-i nefsi tulû’ eden
kimsenin Ģevârık-i ünsî ufûl ve gurûb eder denilmiĢtir. Meyl-i nefsânî mani’-i üns-i
rabbânîyedir.
Sâlikin nefsinden razı ve hoĢnut olması ne vecihle sahîh ve maʽkûl [29] olur
ُّ ِارةٌ ب ِ
ki: Yusuf (a.s.) o makâm-ı âliye müterakkî olduğu halde السۤو َ ئ نَ ْفسي ا َّن النَّ ْف
َ س الََ َّم ُ َوَماۤ اُبَ ّْر
[Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefs aĢırı Ģekilde
kötülüğü emreder]119 buyurmuĢtur. Bu kelâm Züleyhâ’nın dahî olsa nefsin
emmârelik ile ittisâfını isbâta kâfidir.
Sâlikin müsâvî-i hâle ve mehâlik-i dareyne sâik olan Ģeylerden müctenib ve
mütebassır olması ashâb-ı ukûl-i selîme indinde en ziyâde makbûl olan ahvâldendir.
Hikem-i Atâiyye sahibinin; desâis-i nefs mebâhisinde bir te’lîfi vardır. “Nefs
su-i edeb üzere mecbûl ve abd edebe mülâzemetle me’mur olmasıyle daima nefsin
muktezâ-yı secîyesi üzere sahibini meydan-ı muhâlefete sevk etmek arzusuna karĢı
abd ânı sû-i metâlibden redd ve zecre cehd ve ibrâm eyler. Binâberîn inân-ı nefsi irhâ
ve ıtlâk eden kimse Ģerîk-i fesâdı olur demiĢtir.”
3- EL-UBÛDĠYYET
119
Yusuf Suresi 12/53.
63
noksan sıfatlardan münezzehtir]120 [ فَاَ ْو ٰح ۤى اِٰلى َع ْب ِده َماۤ اَ ْو ٰحىAllah kuluna vahyini
bildirdi]121 buyurmuĢtur. Ubûdiyyetten ecell bir vasıf olsa idi habîbini o vakt-i eĢrefte
ahvâlin âʽlâsında ânınla yâd ederdi. [ واعد ربك حتى ياتيل اليقينVe sana yakîn gelene kadar
Rabbine ibadet et]122 ayet-i kerîmesindeki sır dahi pek büyüktür. Âʽlâ-yı merâtib-i
insan olan yakînin husûlünü ( واعبدvaʻbud) kelimesiyle ubûddiyyete müteferri’
4- EL-ĠRÂDE
sûzîĢ-i dildir ki her bir si’âb-ı mehavifî tehvîn ve âsân eyler denilmiĢtir.
120
Ġsra Suresi 17/1.
121
Necm Suresi 53/10.
122
Hicr Suresi 15/99.
64
َ ت بِو فُ َؤ
اد َك ُ ّْالر ُس ِل َما نُثَب
ُّ [Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini tatmîn ve teskîn
edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz.]123 nazm-ı celîlini makâm-ı istiĢhâdda îrâd
eylemiĢtir. Mürîd ile murâddan suâle cevâb da: mürîd mütevelli-i siyâset-i ilm,
murâd mütevelli-i riâyet-i hakktır. Mürîd meyĢ ü seyrde ve murâd pervâz ve
tayarânda olup elbette seyr eden tayrân edene iltihâk edemez buyurmuĢlar.
[32]
5. EL-ĠSTĠKÂMET
123
Hud Suresi 11/120.
124
Fussilet Suresi 41/30.
65
ْ َواَ ْن لَ ِو
Teâlâ kadem-i sıdk üzere kıyâmdır. Ġstikâmet idâme-i kerâmeti mûcibtir. استَ َقامُوا
ۤء غَ َدقًا ُ َ[ َعلَى الطَّري َق ِة الََ ْس َق ْي نġayet istikâmet üzere olsalardı, bu hususta onlara denememiz
ً اى ْم َما
için bol su verirdik]125 nazm-ı celîlinde ( ْس َق ْي نَاsekeynâ) mahallinde eskaynâ
buyrulması devama iĢarettir. Mâ-ı ğadak mâ-ı kesîrdir. Ġstikâmetteki (سsîn) taleb
için olup murâd tevhid üzere taleb ikâmet ve uhûde riâyetle hıfz-ı hudûd üzerine
müdâvemettir.
6- EL-VAKT
125
Cin Suresi 72/16.
66
[34] ġöyle ki: ehl-i tahkîk indinde ma’lûm olmayan bir emr-i mevhûmun
zaman-ı husulünü tayin edecek emr-i mütehakkıkdan ibarettir. Meselâ bir kimse
borcunun edâsını vakt-i rebîa taʽlîk eylemiĢ ise ibtidâen rebîʽ ânın deyninin vakt-i
husuli olmuĢ oluyor. Rebîʽ ise emr-i maʽlûm-ı mütehakkıktır.
Bir insan her hangi Ģeyin istishâbında her hangi Ģeyle teveggul ve iĢtigal
ederse o Ģey onun vakti olmuĢ olur. Meselâ Ģugl-i dünyevi ise vakti dünya, ve Ģâyet
Ģugl-i uhrevi ise vakti uhrâ, sürûrda ise vakti sürûr, hüzünde ise vakti hüzündür.
Hâsılı bir insan üzerine ekvân ve ahvâlden her ne galip ise o Ģey o kimsenin vaktidir.
Bazen vakit ile insanın içinde bulunduğu zamanı murad edip mazî ve
müstakbel arası olan zaman-ı hâle tahsîs ederler.
Sûfî ibnü’l-vakttir derler. Bundan sâlikin içinde bulunduğu zamanın levâzım
ve îcâbâtını hüsn-i muhâfaza ve dikkat ve hîn-i hâcette mutâlib ve mesûl olacağı emri
ile kıyâm ve hareket eyler manâsını kastederler.
Filan sâlik hükm-i vakte tabîdir derler. Yani bilâ-ihtiyâr kendisine perde-i
ğaybden her ne lâyih ve zâhir olur ise ânâ tabî olur demek isterler. Bu kelâm makâm-
ı medhde îrâd edilmesiyle maksad hukuk-ı Ģeriyyeye münâfî olmayan Ģeyler olup
ihmâl-i evâmir ve irtikâb-ı menâhî gibi izâ’a-i ahkâm-ı Ģeriyye ile takdîre haml ü atf
eylemek ve nefsinden südûr eden taksîrâta adem-i takyîd ve mubâlât ile girizgâh-ı
tesâmuhda gezinmek ma’âzallahi teâla dinden hurûcdur.
[35] Bazı erbâb-ı zındıkânın kendilerine tasavvuf süsünü vermek için ızhâr
ettiği teslimiyetler bu kabîldendir.
Vakit; seyf-i kâti’dir, demelerinden murâd seyf, kâti’ ve nâfiz olduğu gibi
vakit dahî Hakk Teâlanın ânda vukû’unu imza buyurdukları hükm ve kazâ ile gâlib
ve hâkim olarak abd için sabır ve teslimden baĢka çare olmadığını beyândı.
Hükm-i vakte teslimiyet mûcib-i necât ve râhattır ve i’tirâz ve mukâvemet
bâ’is-i helâk ve meĢakkattir, kelâmları bu manâya iĢârettir.
Üstâd Ebu’l-Kâsım vakt insanı sahk eder buyurmuĢ ve iĢ bu manzûme ile
hasbihâl yani ezâ vü âzar gûnâ-gûn ile âzürde eder buyururlar idi.
كل يوم يمر يأخذ بعضى يورث القلب حسرة ثم يمضى
67
Yani vakit insanı ezâ vü âzâr gûnâ-gûn ile âzürde eder. Külliyen mahv ve ifnâ
etmez. Defʽaten ifnâ ve helâk etse ândan halâs ve azâd olarak mazîk ve tazyîkten
halâs olur idi demektir.
7- EL-MAKÂM
gelmektedir.] Malûm olsun ki: ġeyh-i Ekber Futuhât’ın 334. bâbında menâzilât-ı
hitâbiyeyi icmâlen izâh ve beyân ve ba’dehû cümle menâzilâtı 78 bâbta tafsîl ve
ityân etmiĢtir. Menâzile bir mahallde nuzüllerini ve yahut tarafeynden her birinin
[37] âhârı üzere nuzûl etmeyi talep edenlerin tarîkinden bir mevzi’-i muayyenede
ictimâ etmeleridir. Abddan bu nuzûl hakîkatte ve nefsü’l-emrde su’ûd ise de nuzûl
68
ِ
ْ َال َْي ِو ي
tesmiye edilmesi abdin bu su’ûd ile maksûd-ı hakka nâzil ve vâsıl olmasıdır. ص َع ُد
ِ
ُ ّْ[ الْ َكل ُم الطَّيOna ancak güzel sözler yükselir] buna iĢarettir ki: tesbîh ve tehlîl ve
ب 126
tilâvet-i Kur’an ve emsâlî kelimât-ı tayyibe ve a’mâl-i sâlihâ abdin Burak’ı olup
bununla Hakk’a seyr ve nüzûl eyler. Ve Hz. Hakk halk için nüzûl ile tavsîf ينزل إلى
[ السماء الدنيا كل ليلةHer gece dünya semâsına iner]127 hadisinde vârid olmuĢtur.
Abd için vasf-ı nuzûl abdden Cenâb-ı Bârî Teâlâya fakr ü sığârı olup Mevlâ-
yı Müteʽâl için vasf-ı mezkûr sıfât-ı ğınâ ve kibriyâdır.
8- EL-HÂL
Elsine-i akvâmda kesret üzere devrân eden elfâzdan biriside hâl taʽbiri olup
hâlden maksûtları mahzâ mevâhib-i ilâhiyyeden kalbe vârid olan tarab, hüzün, kabz,
bast, Ģevk, heybet ve emsâlî gibi meânidir ki: mükâsib ve müsâ’i-i abdin medhali ve
husûlünde kastı olmaksızın vürûd eder. Bu cihetten hâl ile makâm arasında fark
müteayyin olup hâsıl-ı ahvâl canib-i gaybetten mevhibe, makâmât, mücâhedât ve
riyâzât ile müktesebedir. Ahvâl; ayn-ı cûddan fâiz ve müterahhiĢ, makâmât ise bezl-i
mechûd ile hâsıl ve lâyıhdır. Sahib-i makâm makâmında kâim ve mütemekkin ve
sâhib-i hâl hâlinde mütehavvil ve mütelevvindir.
Zünnûn, hâlin ma’rûz-ı zevâl olduğuna iĢâret etmiĢtir.
[38] Bazıları berk-ı seyyâl gibi iltimâının tâkib-i zalâm-ı zevâl ile istitâr ve
tehâvvününe kâil olmuĢlardır. ġeyh-i Ekber Fütûhât’ın 192. bâbında hâl arza
müĢâbihtir, vücûd-ı zemânından gâyri bakāsı yoktur demiĢlerdir.
Hz. Cüneyd hâlden suâle cevapta:
طوارق انوار تلوح اذابدت فتظهر كتمانا وتخبر عن جمع
126
Fatır Suresi 35/10.
127
Müslim, Sâlat, 353.
69
9- KABZ VE BAST
kârib-i inĢirâh ve irtimâh hâsıl olur. ġayet sâlik tekellüf ile izâlesine meĢgul olursa
kabzın tezâyüd ve iĢtidâdına sebebiyet vermiĢ olur. Zevâl-i zamanı hulûl etmeden
evvel izâlesine sa’y ü gayret etmek sû-i edep mahzûrunu tevlîd, havfını îrâs eder.
128
Bakara Suresi 2/245.
70
[40] Bazen hâl-i bast dahî bu vecihle ale’l-gafle kalbe müteveccih ve musâdif
olarak sâlikde fart küĢâyiĢ ve inĢîrâh-ı sadr ile raks ve ihtizâza meyl-i tabî’î hâsıl
eder. O halde sâlikin muktezâ-yı hâli kemâl-i sukûnet ve metânetle edebe riâyettir.
Zirâ sahib-i bast hatar-ı azîmde olup meğer hâfîden ihtirâz ve mücânebet kemâl-i
ehemmiyetle lâzımdır. Bu manâda[ قف على اليساط اياك واالنبساطEdeb kiliminde sükûnet ve
zühd inbisâttan sakınır halde bulun] denilmiĢtir. Yani firâĢ-i edepte vukûf ve sukûnet
ve zühd ve inbisâttan mücânebet tenbih buyurulmuĢtur. Sâlikînden birçokları
kendilerine hâl-i basttan bir bâb açılmasıyla bu derîçenin meftûnu olarak zellede vâki
ve makâmlarından sâkıt ve mütenezzil olmuĢlardır. ĠĢbu kabz ve bast mâfevklerine
yani hakîkatte istihlâke nisbetle istiâze edilecek ahvâl cümlesinden addedilmiĢtir.
ġeyh-i Ekber Futuhât-ı Mekkiyyede kalbden vâcibü’l-iğtisâl olan fusûl-ı
aĢerede îrâd eylediği yüz elli kadar ahvâl-i vâride arasında kabz ve bastı dahi îrâd
etmiĢlerdir.
Bu iki hâl kabz ve bastın fevkindedirler. Kabz havfın, bast recânın fevkinde
olduğu gibi heybet kabzdan aʽlâ ve üns basttan ekmel ve etemmdir. Heybetin manâ-
yı luğaviyyesi vahĢet yani bir kimsenin haĢmetinden havf ve hazer ederek ürkmek
mukabili olan üns ülfetdir ki: alıĢık olmaktan ibârettir. Heybetin hazzı gaybet yani
huzurdan mubâ’adet olmasıyla her bir hâib gâib yani gayr-i hâzırdır. Hâib olanlar
gaybette [41] tebâyünleri hasebiyle heybette mütefâvittirler. Heybetin derecâtı
müddet-i gaybetin imtidâd ve kasrı ve noksan ve kemâli nisbetindedir. Makâm-ı
heybette bulunanlardan kiminin gaybette müddet-i sebâtı uzun ve kâmil ve kiminin
kısa ve nâkıstır.
Ünsün hakkı, Hakk ile sâhî olmaktır. Her bir müste’nis sâhî fakat hazz ve
Ģurbunun tefâvütü hasebiyle mütefâvitlerdir. Yani sahvları ünslerin derecesi
nisbetinde olup bazılarında nâkıs ve bazılarında zâiddir. Sahvdan murâd hâl-i sekrin
indifâ’ ve zevâliyle ayılmaktır. Mahall-i ünsün ednâsını tasvirde denilmiĢtir ki bi’l-
farz sahibi ateĢe idhâl edilse ünsünden tekeddür ve halinde teğayyür hâsıl olmaz.
71
Cüneyd; sâlikin hâli bir hadde resîde olur ki: seyfle cerh edilse haber ve Ģuûru
olmaz demiĢtir. Sırrı bu keyfiyyet benim için mûcib-i tereddüd olmuĢtu. Fakat bi’l-
âhire hakîkati bana da zâhir ve mütebeyyin oldu.
كرتيغ ادر از كوى آن ماه كردن نهادم الحمد هلل
[ على الماءEğer Su bulamamıĢsanız] ile tefsîr edilmiĢtir. ( جcim)’in sükûnu ile “vecd”
َّ [ َو ِى َي تَ ُم ُّر َم َّرSen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa ki onlar
ِ الس َح
اب
129
Nisâ Suresi 4/43.
72
130
Neml Suresi 27/88.
73
13- CEMʽÜ’L-CEM
Ehl-i tasavvuf fenâ ile sâlikin sûkût-ı evsâf-ı zemîmesine ve bakā ile evsâf-ı
memdûhanın kıyâmına iĢâret ederler.
Sâlik bunlardan birisiyle muttasıf olunca ahlâk-ı zemimesinden fâni olur.
Evsâf-ı seyyiesinden fânî olan sâlik de elbette hâsâil-i memduhâ zâhir olur. Bilâkis
ahvâl-i mezmûmesi gâlip bulunan sâlikde sıfât-ı memdûha müstetir ve gâib olur.
Ġnsanın ittisâfı efʽâl ve ahlâk ve ahvâl iledir. Onlardan hâlî değildir.
[47] Efʽâlde fâil muhtârdır. Ahlâk hulkî ve cibillîdir. Hilâfını iʽtiyât ve
âdetinde devam ve istimrârı iltizâm edenler de tedricen maglûb olan âdet-i gâlibe
tebeddül eder.
75
Ehl-i tasavvuf sâlikin hâl-i gaybetinden sonra hâlet-i hiss ve Ģuʽûra rucû’una
sahv ıtlâk ederler. Sahvın mukâbili sekr olup kalb-i sâlike lâîh olan vâridin kuvveti
hâsebiyle sâlikin ihsâstan tecerrüd ve gaybetine sekr ıtlâk olunur. Sekr ile gaybet
arasında ziyâde ve noksanlık cihetinden fark ve tefâvüt mevcuttur. Sâlik-i sükrânın
vârid-i müstevfî olmamasıyla sekri tâm olmayıp, gaybet ve ihsâs dâiresinde
mütereddid ve mütelevvin kalır.
Bu ise mertebe-i gaybetten nâkıs olarak kendinde mesâğ ihsâs bulan sâlik
mütesâkirdir. Bazen vâridi kaviyy ve müstevlî olmasıyla sekri tâm olup hakkan ki
mertebe-i gaybet üzerinde zâid olur. Hâsılı sekr sahibinin vâridi kavîyy ve müstevfi
olduğu surette gaybeti sâhib-i gaybetin hâlinden eĢedd ve müstahkem olur. Vâridi
müstevfi olmadığı takdirde sâhib-i sekrden sâhib-i gaybetin hâli ezyed ve etemm
olur.
Sekrin menĢe-i vâridi bazen rağbet ve recâî ve bazen havf ve heybeti mûcib
olan bir husûs olup kalb üzerine gâlib ve müstevlî olur.
Sekr ancak ashâb-ı mevâcîde hâs olub her ne vakt abd, na’t-ı cemâl ile
mükâĢefe olunur ise husûl-i sekr ile rûh için tarab ve [51] sürûrdan neĢeân ve kalpte
aĢk ve heyecân husûle gelir. Ve sahv, sekr hasebiyle olub sekri Hakk ile olan sâlikin
sahvı dahî Hakk ile olur.
Sekri huzûz ile meĢʽûb ve muhtelit olan sâlikin sahvi dahî hazz-ı sahîha
mashûb ve muhâlit olur ve hâlinde muhıkk ve müstekîm olan sâlik, vakt-i sekrinde
mahzûz ve mestûr olur ve sekr ile sahv teferrukâdan bir cihete iĢâret olup her ne vakt
sultân-ı hakîkât zâhir olsa sıfât-ı sâlik müstehlik ve makhûr olur. ُْجبَ ِل َج َعلَو ِ ٰ
َ فَ لَ َّما تَ َجلّى َربُّوُ لل
صعِ ًقا ٰ [ د َِّكا َو َخ َّر ُمRabbi o dağa tecelli edince, onu paramparça etti. Musâ da baygın
َ وسى
düĢtü.]131 Nazm-ı celîli ile iĢâret buyurulduğu vechle tecelli-i rabbânî sırasında
Cebel-i Tûr salâbet ve kuvvetiyle beraber mütezelzil ve menfûĢ ve Hz. Kelimullah
(a.s.) ulviyyet-i mertebe-i risâlet ve celâletleriyle beraber Ģiddet-i hevlden sâkıt ve
medhûĢ olmuĢlardır.
131
Araf Suresi 7/143.
78
Sâlik sekr hâlinde Ģâhid-i hâl ve hâl-i sahvında Ģâhid-i ilmdir. Hâl-i sekrinde
kendi mübâĢeret ve tekellüfü olmaksızın mahfûz ve hâl-i sahvında kendi tasarrufuyla
mutehaffızdır.
Sahv ve sekr zevk ve Ģurbtan sonra husûle gelir.
muhabbeti kâse kâse nûĢ eyledim, ne bâde-i hâmhâne-i hâkikât hitâm buldu ve ne de
ben teĢnegî-i dil-i harûrdan âzâde oldum.
sûfiyyede mahvın fevkindedir. Mahv sıfât-ı zâileden bir eserin bakāsıyla tahakkuk
ediyor. Mehkte âsâr ve itlâldan bir Ģey kalmaz. Cenâb-ı Hakk Celle ve Alâ sâliki
meĢhûdât-ı mâneviyyesinden mahv ve mehk ederek ondan sonra redd ü ircâ’ etmez.
[ ما رجع من رجع االمن الطريقDönenler hep yolda iken dönmüĢlerdir] setr ve tecellî ما
[ ينكشف للقلوب عن انوار الغيوبKalplere guyûb nurlarından baĢka bir inkiĢâf olmaz]
denilmiĢtir. Bunun mukâbili envâr-ı guyûbun adem-i inkiĢâf ve zuhûru olan setrdir.
Guyûbun cemʽinden anlaĢılır ki mevârid-i tecellî-i müteaddidedir. Zirâ esmâ-i
ilâhiyyeden her birisinde vech ve hıytaları itibâriyle tecelliyyât-ı mütenevvi’a vardır.
[54] Ve bitânet ve sitâresinden tecelliyyât zuhûr eden guyûb yedidir. Bunlara
ümmehât-ı seb’a ta’bir ederler.
Cenâb-ı Bârî Teâlâ ve Tebâreke’nin haysiyyet-i zâtiyyesinden sâlike
mütecellâ olmayıp belki; tecellî-i ilâhiyyesi hucub ve esmâdan birinin verâsından
husûl bulur.
Mebdeinin zât ve sıfâttan birine tahsîsini itibâr etmek tarîkiyle iki kısma tefrîk
edilmiĢtir. Evvelkisi tecelli-i zatî olup bu da sıfâttan bir sıfât iʽtibâr edilmeyerek
mücerret zâtın mebde’-i tecelli ittihâz edilmesinden ibârettir. Diğer kısmı tecelli-i
sıfâttır ki zâttan mümtâz olarak bir sıfât-ı muʽayyenenin mebde’-i tecellî add
olunmasıdır. Aralarındaki fark emr-i iʽtibârîdir. Âvâm-ı sâlikîn gıtâ-i setrde ve
hâvâss Ģuʽâʽ-ı devam-ı tecellîdedir.
[ ان اهلل اذا تجلى لشيئى خشع لوAllah Teâlâ her Ģeye tecellî edince o Ģey O’na huĢû
içinde olur] buna iĢârettir. Tecellî, sükûn ve itmi’nân îrâsiyle mûcib-i huĢû ve sebeb-i
tevâzû ve huzu’ olur.
132
Râ’d Suresi 13/39.
80
Sâhib-i setr vasf-ı Ģuhûd ile kâim ve sâhib-i tecellî nâ’t-ı huĢû ile dâimdir.
Avâm-ı sâlike setr ukûbet ve hâvâssa rahmettir. Cenâb-ı Vacibü’l-Vücûd
Teâlâ ġe’nühû havâss-ı ibâdına keĢf buyurduğu Ģeye setr ile takip eylemez ise sultan-
ı hâkîkât indinde mütelâĢî ve müteferrik olurlar. Lâkin Cenâb-ı Hakîm-i Raûf onlara
nasıl izhâr ve ibdâ’ eyler ise öylece setr ü ihfâ eder. –Sübhânü’l-Mebde’ ve’l-Mu’îd-
bu tâife-i Ģerîfe âvâmının îĢleri tecellîde ve belâları zevâl-i tecellî ile setrdedir.
[55] Havâss îĢ ü tâyĢ beyninde olup vakt-i tecellîde tayĢ ve tarab ve hîn-i
setrde, îĢ ve sükûnettedirler. وسى َ ِْك بِيَمين
ٰ ُك يَا م َ [ َوَما تِلġu sağ elindeki nedir? Ya Musâ!]
133
ayet-i kerîmesi ve [ انو ليغان على قلبىKalbime bir bulanıklık gelir]134 hâdis-i Ģerîfi bu hâle
remz ve iĢârettir.
gaybûbetiyle beraber vücûd-ı erbâb-ı muhâzara âyât-ı ilâhiyye ile merbût ve eshâb-ı
mükâĢefe sıfât-ı sâmedâniyye ile mebsût ehl-i müĢâhede zât-ı akdes ile mülâkî ve
fâiz-i [56] Ģeref-i likâdırlar. Ashâb-ı muhâzarayı akl-ı hâdî ve erbâb-ı mükâĢefeyi
ilm-i hâvî ve ehl-i müĢâhedeyi mârifet-i mâhîdir.
133
Tahâ Suresi 20/17.
134
Ebû Dâvud, Ġstiğfâr, 26.
81
135
Meryem Suesi 19/62.
82
mütekayyid olmayan basar için envâr-ı zâtiyye ve sabahât-ı vechiyyeden lâih olan
ِ
َ [ َول ُك ٍّل ِو ْج َهةٌ ُى َو مُ َولHerkesin yöneldiği bir kıble vardır] levâih ve levâmi’ ve
Ģeydir. ّيها 136
Bâ )’(بnın fethîyle bevâde lafzı lugatte bir kimsenin nâm ve niĢân, nâ-bûd
olacak sûrette helâke gitmesi manâsınadır. Istılâh-ı sûfiyyede füc’e-i ilâhiyye olarak
hazret-i gaybdan bağteten kalbe mufâce’e ve ansızın lâih olan vâride ıtlâk olunur.
Hükmü ise; ya ferah-ı kalbdir, sâhibini hândân ve yahut hüzün ve kederdir,
sâhibini giryân eder. Bestâmî buyurmuĢtur ki: [ ضحك زماناً وبكيت زماناBazen güler, bazen
ağlarım] hâl-i bevâdîhden hâl-i âzîmete intikâline iĢâret olarak وانا اليوم الاضحك والابكى
136
Bakara Suresi 2/148.
83
görür gibi ibâdet etmendir. Zirâ sen onu görmesende o seni görür]137 hadîs-i Ģerîfiyle
müfesserdir. Allah Sübhânehû ve Teâlâ’yı müĢâhede eder gibi ibâdetten ibârettir.
Sâlik-i nasîbedâr didâr olamazsada Hâkk Celle ve Alâ onu rü’yet eder.
137
Buhârî, Ġman, 37.
84
138
Hadîd Suresi 57/4.
85
23- EL-HAVÂTIR
Kulûb ve zamâire vârid olan hitâbtan ibârettir. Ġlgâ-yı melek ile olur. Bazen
ilkâ-yı Ģeytân ile de olur ve bazen ehâdîs-i nefsten ibârettir.
[62]
Hakk Sübhânehû ve Teâlâ kıbel-i celîlinden olur. Melekden olana ilhâm, nefs
cihetinden olana hevâcis, Ģeytandan olana vesvâs, Hakk Sübhânehû ve Teâlâ
tarafından olana hâtır-ı hakk taʽbir olunur.
Bunların cümlesi kelâm-ı nefs kabîlindendir. Kıbel-i melekten olanın sıdkına
alâmet muvâfakat-i Ģerîʽattir. Zâhir-i Ģerîʽatten Ģâhidi olamayan hâtır bâtıldır
denilmiĢtir. Cihet-i Ģeytandan olanın ekserîsi ma’âsîye davettir. Bazen zâhirinden
taʽât olarak gösterir ise hafî, hafî mekâidinden olan bir isyânâ dâvet eder.
Ekâbir-i muhakkıkîn-i sûfiyye me’kel ve melbesi harâm olan sâlikin ilhâm ile
vesvâs beynini fark ve teĢhîse kâdir olamayacağında müttefiklerdir.
Melek ilhâm ile vârid olan hâtırâya sâlik gâh muvâfık ve gâh muhâlif olabilir.
Kıbel-i ilâhîden mülhem olan hâtırâya sâlikin cânibinden muhâlefet gayri
mütesavverdir.
Yakîn rayb ve Ģekden ârî manâsına olup esmâ-i ilâhiye tevkîfiyye olması
akvâl-i ercahadan olduğundan tavsîf-i ilâhîde yakîn tabiri gayri câizdir.
Ġlm-i yakîn berâhîn-i akliyye ile sâbit olup ehl-i ukûle âittir. Hakk-ı yakîn keĢf
ve müĢâhedeye müstenid olup, hakk-ı yakîn istihlâk-ı sıfât-ı beĢeriyye ile sâlikin
ilmen ve Ģuhûden ve hâlen Hakk Celle ve Alâ ile bakāsından [63] hâsıl olan ilmdir.
Yakîn-i evvel; ilm-i ehl-i zâhir, yakîn-i sânî; ilm-i havâss-ı ümmet, yakîn-i sâlis;
ehass-ı havâssa mahsûstur. Ulûm-ı selâse kütüb-i seyr-i sülûkde mufassalen
gösterilmiĢtir.
86
25- VÂRĠD
26- ġÂHĠD
27- TEVBE
de sever]140 Ģâbb-ı tâib yâni sinni kemâle bâliğ olmadığı halde maʽâsîden tevbe ve
rücû’ eden mü’minden ziyâde mahbûb ve sevgili kimse olmadığına ehâdis-i Ģerîfede
iĢâret ve sarâhatler vardır. Tâib tevbe-Ģikenlik edip tekrar irâdesi nefsini tecdîd-i
tevbeye haml ve terğîb eder ise, bunlar bi’d-defe’ât naks-ı ahd ve azîmet edenlerin
139
Nûr Suresi 24/31.
140
Bakara Suresi 2/222.
87
tevbesinden kat’-ı recâya mesâğ olmayıp belki bunlardan mazhar-ı tevfîk olanların
kesreti mütevâtir ve sâbittir. Havf-ı itâb ile maʽsiyetten rücû’ eden sâlike mübtedî,
tâib tama’-ı sevâb ile rücû’ eden sâlik mütevassıt-ı münîb, ragbet-i sevâb ve rehbet-i
itâbdan tehy-i hâtır olup mücerred emre riâyeten müntehî-i evvâbdır.
Tevbe cânib-i rubûbiyyete teveccüh-i tâmmedir demiĢlerdir. Avâmın tevbesi
maʽâsîden, havâssın tevbesi gaflettendir. Tevbenin Ģurût-ı edâsı fezâil [65] ve
semerâtı hükm ve mesâlihi, fevâid ve menâfi’i vesâir ahkâmı kütüb-i fıkhıyye,
tasavvufiyye, ahlâkiyyede mufassalen mezkûrdur.
28- EL-MÜCÂHEDE
141
Ankebût Suresi 29/69.
88
Manâları mütekâribdir. Halve; tenhâ bir mahallde ser-i âzâde-i gavâil-i agyâr
olarak müsterîh olmak. Uzle; halkden iftirâk ile ülfet-i istînâsdan ferâğatı ihtiyâr
etmektir.
Üstâd Ebu’l-Kâsım uzlet sıfat-ı ehl-i safvet ve halvet alâmet-i vuslatdır. ġöyle
ki: sâlik-i mübtedîye bidâyet hâlinde uzlet ve nihâyet emrinde üns-i Hakk ile
tahakkuku için ihtiyâr-ı halvet levâzım-ı istikâmetdendir.
Sâlik için ehemm olan hasâilden birisi ve belki birincisi kendisinde halk üzre
vechen mine’l-vücûh rüchân-ı meziyyet görmeyip tasannûsuz olarak zevk-i
vicdânında istisğâr-ı nefs eden uzletinde uzletini nâsı kendi Ģerr ve mazarrâtından
selâmette olmak niyetine binâ edip yoksa bilâkis halkın Ģerr ve mazarrâtında kendi
nefsinin selâmeti itikâtında ise bu itikât hasâil-i zemîmenin en muzırlarındandır.
Muktezâ-yı kibr ve gururdur.
Ruhhâbîn-i kadîmeden birisinden suâl olunmuĢ ki: rahib misin? “Hayır!
Değilim ancak ben hâris-i kelbim, zirâ nefsim bir kelb-i akûrdur. Halka tasallut
etmesi havfından tebâ’ud eyledim. Tâki Ģerr ve keydinden selâmetde olayım” cevâb-ı
hakîmânesini îrâd etmiĢtir.
[67]
Halvet, uzlet-i fezâilinde pek çok nakl ve akle muvâfık asâr var ise de,
avâmın anlayıĢı gibi zâhirî halvet ve uzlette olması murâd değildir. Belki; zâhirî halk
ile bâtınî hakk ile olmak murâddır.
Hakîkat-i uzlet; hasâil-i mezmûmeden i’tidâlde olup yoksa diyâr ve vatan ve
dâr-ı niĢîmenden buʽd ve tenâî değildir. Onun için ârifin taʽrifinde denilmiĢ ki: ârif
kâin ve bâindir.
Murâd-ı hâlk ile zâhirinde kâin ve sırrıyla onlardan râci’ ve bâin demek olur.
Üstâd buyurmuĢlar ki: nâs ile birlikte olmak, giydikleri elbiseyi lâbis ve
yedikleri taʽâmdan mütenâvil ol da, ancak sırrınla yani kalbinle onlardan infirâd ile
Allah ile ol.
89
30- TAKVÂ
takvâsı en çok olanınızdır.]142 nazm-ı celîli ile ibâd-ı müttekî tebĢîr buyurulmuĢtur.
Takvâ ancak helâl-i mahzda olup harâm-ı müĢtebihâtı terk etmek zaten
vezaif-i diniyyedendir, takvâdan addolunmuyor.
[68]
31- EL-VERA’
32- EZ-ZÜHD
Zühdün maʽnâsı bir Ģeye meyli terk etmektir. Istılâh-ı sûfiyyede menâhi-i
ilâhiyyeden zevken ve vicdânen buğz ve nefret edip i’râz etmektir.
Zühd ancak haramda olur. Helâl Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’nın emriyle ibâhâ
edilmiĢ olduğundan ondan zühd için mesâğ yoktur. Ancak bu kadar var ki, zâhid
dâire-i mubâhâtı darlaĢtırır, vâcibât ve sünen dâiresinden hurûc etmez. Zühd
mekâsib-i mâliyyeyi ve mubâh olan Ģeyleri terk etmek değildir.
Cüneyd: Zühd, yedin hâlî olduğu Ģey’den kalbin dahî hâlî olmasıdır demiĢtir.
Ahmet b. Hanbel: terk-i haram, zühd-i avâmdır. Havâss-ı ibâdın zühdü fuzûl-i
mubâhâttan ictinâbtır. Ġrfânın zühdü kalbini Cenâb-ı Hakk’ın mâ-sivâsiyle meĢgûl
etmeden i’râz etmektir.
142
Hucûrat Suresi 49/13.
90
[69]
33- ES-SAMT
Samt lugaten susmak manâasınadır. الصمت حكمة من كثر كالمو كثر سقطو,من صمت نجاء
[Susan kurtulur. Susmak hikmettir, çok konuĢanın hatâsı da çok olur] vârid olmĢtur.
Samt afât-ı lisândan bâis-i necât ve selâmet ve muvâfık-ı hikmet ve mûcib-i vakar ve
rezânettir. Bilakis kesret-i kelâm sebeb-i kesret-i hatîât ve zellât olduğundan müntîc-i
nedâmettir. Ancak vâcib olan Ģerʽ-i Ģerîfin iʽtibârıdır. Muktezâ-yı emr ve nehyi
gözeterek mîzân-ı Ģerʽ tekellümü iktizâ ederse tekellüm ve sükûtu iktizâ ederse sukût
etmektir.
Bazı evkatta sukût sıfât-ı haseneden ve gâh nutk simât-ı müstahseneden olur.
Haktan sukût eyleyen Ģeytân-ı ahres, hakkın gayrinden sükût adâb-ı hazrettir.
Hükemâ; samt ve tefekkür ile vâris-i hikmet olmuĢlardır.
Baʽzan bir mecliste hükm ve hakâyıkten tekellüm eden zâta bilâ-ihtiyâr samt
ve sukût ârız olur. Ve bu keyfiyet kendisinden a’lem ve akdem bir zâtın meclis-i
tekellüme dâhil ve hâzır olmasındandır. O zâtın vürûdundan ma’lûmât olmazsa
te’sîrât ve kuvvet-i ulviyyet hâl makâmından neĢ’et eder. Baʽzan bilâ ihtiyâr hâl-i
sükût ârız oluyor. Bu mecliste îrâd olunan kelâmı istimâ’a ehl-i mahrem olmayan
kimse mevcûd olmasındandır.
Lisân-ı mütekellim hıfz ve vikâye buyuruluyor. MeĢâyih-i tarîkat baʽzan
mecliste cereyân eden kelâmı istimâ’a ehil olmayan ecsâm ve ervâhın mevcûd olması
sebeb-i sukût olur demiĢlerdir. Avâmın samt [70] ve sükûtu lisân ile, irfânın kulûb
ile, muhibbînin esrâr-ı muhabbetten samt ve sükût olur.
34- EL-HAVF
Havf veya hulûl mekrûh veyahut kuvvet-i mahbûbenin tevakkîsiyle olur. اي ِ
َ ََّواي
ِ [ فَارَىبYalnız benden korkun]143, [ ي َخافُو َن ربَّ ُهمOnlar Rablerinden korkarlar]144 ي ْدعُو َن ربَّ ُهم
ونُْ ْ َ َ ْ َ َ
143
Bakara Suresi 2/40.
144
Nahl Suresi 16/50.
91
buyurduğu havftır.
ِ [ اِنَّما ي ْخ َشى ال ٰلّ َو ِمن ِعبKullardan
Ġkincisi muktezâ-yı ilm olan haĢyettir. اد ِه الْعُلَٰۤم ُؤاَ ْ َ َ
ancak âlimler Allah’tan gereğince korkarlar]147 buna iĢârettir. Üçüncüsü Ģart-ı
ma’rifet olan heybettir. ُ[ َويُ َح ّْذ ُرُك ُم ال ٰلّ ُو نَ ْف َسوAllah kendisine karĢı gelmenizden sizi
35- ER-RECÂʽ
145
Secde Suresi 32/16.
146
Ali Ġmran 3/175.
147
Fatır Suresi 35/28.
148
Ali Ġmrân 3/28.
92
36- EL-HÜZÜN
149
Burada yazılan kelime aslında “Ģuhûd” olmasına rağmen , anlatılmak istenilen manaya uymadığı
için bu kelime bizce baskı hatası olarak görülmüĢtür. Bu sebeple kelimeyi “Ģehved” olarak çevirmeyi
uygun gördük.
93
Dinden en evvel zâyi’ edilen Ģey huĢûdur. HâĢi’ olan kimseye nefs ve Ģeytan
tekarrüb edemez. alâmât-ı huĢûʽdan birisi bir sebeb üzerine iğzâb olduğu ve yahut
ra’yine muhâlefet ve kelâmı reddedildiği vaktte kendi nefsi için müteessir olmayıp
hakkı kabule teveccüh ve istikbâl etmektir denilmiĢtir.
Cüneyd: huĢû kalbin alâmü’l-ğuyûbe tezellülüdür. HuĢû galeyan-ı heybet ve
azamet-i ilâhiyye ile istiğrâk-ı kalbin mukaddemâtıdır. Sürʽat-i meĢy isrâ-yı hâcet ile
berâber huĢû’a münâfîdir.
[73]
39- EL-HASED
Sâhib-i nîmet olan bir kimseden nîmetin zevâlini murâd etmektir. Ol kimse
nîmet-i mezkûreye sâlih ise, bu hased haram olur.
(Beyit)
االعداوة من عاداك عن حسد كل العدوان قد ترجى ازالتها
40- EL-GIYBET
Ğayn (’)غın kesrîyle gıybet din kardeĢinin kürbe addeylediği Ģey ile hâl-i
iyâbında kasd-ı nakîsa ile zikr eylemektir. Hz. Musâ salavâtullahi alâ nebîyyinâ ve
aleyh vahy-i ilâhî olmuĢ ki: gıybetten tevbe edipte ba’dehû vefât eden kimse cennete
dâhil olacak ehl-i imânın âhiri ve gıybete bilâ tevbe fevt olanlar nâr-ı cehîme duhûl
edeceklerin evvelidir.
Yahyâ Muâz der ki: mü’minin senden hâz ve nasîbi hasâil-i selâse olsun.
ġöyle ki eğer bir kimseyi fâide-mend olacak bir Ģey ile tatyîbe kâdir olamaz isen
ızrâr ve hasârına kasd etme ve bir sûretle mesrûr edemez isen mûcib-i hüzün ve
teessür bir muâmele ile gamgîn etme. Medh ve ĢitâyiĢinde bulunmak istemez isen
94
bâri zemm ü kadhini revâ[74] görme. من القى جلباب الحياء عن وجهو فال غيبتوYani yüzünden
perde-i hayâyı sıyırıp atan Ģahıs bi-hâya için gıybet yoktur. Çünkü mefhûm-ı gıybette
hakkında söylenilen kelâmı kerih addetmek ve nakîse kastetmekte zikr edildiğinden
bu makûle bi-ayârlar ise aleyhlerinde müsâvîleri zikr olunması ile kat’iyyen
müteessir olmayıp belkide iftihâr ederler.
41- EL-KANAAT
Kanaat hırs ile helâli kesb etmek ve mutlaka harâma sarf etmeğe mânîdir. Ebu
Bekr Merağî der ki: Âkil olan kimse oldur ki rızk-ı hasen ile kanaat eder. Rızk-ı
hasen oldur ki: ne dünyada ve ne de ahirette iktisâbı mezmûm ve makdûh olmaya.
Nâsın ehl-i kanaati ol kimsedir ki halka meâvenet-i kesîr ve me’ûneti yani nâse
tahmîl-i umûri kalîl ola. BeĢ Ģey mevâzi’-i hamsede vaz’ edilmiĢtir. Ġzz ve Ģeref, taat
ve inkıyâd-ı ilâhîde züll ve hakâret ma’siyette, heybet ve celâli kıyâm-ı leylde, ulûm
ve hikmeti batn-ı hâlîde, gınâ ve serveti iktisâb-ı helâl ile iktifâ, meĢru’ olmayan bir
kesbden ihtirâz etmektir.
42- ET-TEVEKKÜL
Tevekkül, esbâb-ı meĢrû’aya tevessül ile Hakk Celle ve Alâya tefvîz-i umûr
etmektir. Sehl bin Abdullah Tüsterî buyurmuĢ ki: mütevekkilin alâmet-i tevekkülü
esbâb-ı meĢrû’a ile helâli iktisâb edip suâl ve taleb [75] etmemek, redd ve men’
eylememek, malını mahallinde sarf etmekten tevakkî etmemekten ibârettir. Tevekkül
üç derecedir.
Evvelkisi Hakk Celle ve Alâ’nın vaʽdine iʽtimâd, ikincisi teslîm, üçüncüsü
tefvîzdir. Tevekkül bidâyette, teslîm vasatta, tefvîz nihâyette olur.
Sehl bin Abdullah der ki: kesb ve harekete ta’n eden Ģerʽ ve sünnete ta’n ve
itirâz eden, imâna ta’n itirâz etmiĢ olur.
95
43- Eġ-ġÜKR
Cenâb-ı Hakk [ لَئِ ْن َش َك ْرتُ ْم الََزي َدنَّ ُك ْمEğer Ģükrederseniz muhakkak nîmetimi
44- EL-YAKÎN
Yakîn bir Ģeye ilmden nazar-ı istidlâl ile Ģübheyi nefy ve izâle ederek itkân
ihtikân etmektir. Küllü cüz’den a’zam ve on adedinin üç adetten ekser olduğuna
kanaatden ibârettir. Yakîn üç kısma münkısmdır. Ġlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-
yakîn. Bunlar da mahallinde tafsîl edilmiĢtir.
45- ES-SABR
46- EL-MURÂKABE
150
Ġbrahim Suresi 14/7.
96
47- ER-RIZÂ
48- EL-UBÛDĠYYET
49- EL-ĠSTĠKÂMET
50- EL-ĠHLÂS
Ġhlâs Ģirk ve riyâdan halâs ve mahz olup din ile Cenâb-ı Mâbûd’a ibâdet
edilmesinin emrini müteâkîb din-i hâlisin vâcibü’l-vücûda ihtisâsı ityan edilmiĢtir.
Üstâd buyurmuĢtur ki: ihlâs mülâhaza-i halktan tevakkî ve sıdk mülâhaza-i
nefsten tenakkî olup muhlisin riyâsı ve sâdıkın i’câb-ı nefsi olmaz.
51- ES-SIDK
151
Tevbe Suresi 9/119
97
sıddîk ünvânıyle kabul olunur. Sâlik âhir kizb ile me’lûf olarak taharrî-i kizb ve
dürûğdan hâlî ve zâil olmayıp indillah kezzâb olmakla merdûd olur.
Sıdkın ekall derecesi sırr ve alâniyyede müsâvâttır. Sâdık akvâlinde ve sıddîk
ekvâl, efʽâl ve ahvâlinde doğruluk olan kimsedir.
52- EL-HÜRRĠYET
53- EZ-ZĠKR
mütelâĢî oldukları bir vakit hevl-nâkda “ümmetî ümmetî” münâcâtını miftâh-ı ebvâb-
ı Ģefâat ve hevl-i zehr-çâk-ı mahĢer ile kulûb-ı ibâdın berg-i bîd gibi kemâl-i ızdırâb
ve irtiʽâdı vaktinde nefs-i nefislerinin kat’â tekayyüdinde olmayarak ümmet-i
merhûmeleri mefârikina bast-i cenâh-ı sehâbetle arsa-i mahĢeri ru’Ģedâr zilâl-i
fütüvvet buyuracaklardır.
Cüneyd buyurur ki: Fütüvvet ġam’da, lisân Irak’da ve sıdk Horasan’dadır.
Fütüvvet sâlikin kendi nefsi için gayrisi üzerine fazl ve meziyyet görmemesinden
ibârettir. Hatîât usrât ibâdın bâ’de’l-i’tirâf [80] afv ve safh ile ferd-i âferîdeye zâtî bir
husûmet ile adâvet etmemek ile tefsir edilmiĢtir.
Husn-i hulk ve ızhâr-ı nimet ile tefsîr edilmiĢtir. Herkesin semerât-ı
fütüvvetinden takdîr eylediği bir eser-i mahsûsî ayn-ı fütüvvet olmak üzere ıtyân,
setr-i uyûb-ı esdıkâ ve husûsî ile muhâfaza-i Ģemâtat-ı a’dâ dahi muktezâ-yı
fütüvvettir.
55- EL-FĠRÂSET152
“fâ” ( )فnın kesriyle ra’î ve zann ve idrakte dikkatle nazar edip isâbet
etmektir. Ekserî delâil ve tecârüb vesâtatı ile olur. Ve ıstılâh-ı ehl-i hakîkatte
kerâmâttan ve zann-ı hadesin âsârındandır. Bu nevi’dir ki: Vâcib-i Teâlâ kulûb-i
evliyâsına îkâʽ ederek onunla bazı nâsın ahvâli malumları olur. Mütevessimîn
müteferrisin ile tefsîr edilmiĢtir. [ اتقوا فراسة المؤمن فإنو ينظر بنور اهللMü’minin firasetinden
152
Ana kaynaklarda bu kelime Ferâset olarak geçmektedir. Ancak müellifin bu kelimenin ilk harfinin
“i” sesiyle okunması gerektiği vurgusuna binâen bizde bu kelimeyi Firâset olarak çevirdik.
153
Tirmizî, Süre-i Hicr, 3127.
99
murâd Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’nın iĢ bu abd için tahsîs ve ihsân buyurduğu nûr-ı
basiret ile nazardır.
[81]
56- EL-AHLÂKU’L-HASENE
58- EL-GAYRET
154
HaĢr Suresi 59/9.
100
haram kılmıĢtır]155 buyurulmuĢtur. ġiblî der ki: Gayret iki kısm olur. Birisi nufûs
üzere gayret-i beĢeriyye ve diğeri kulûb üzere gayret-i ilâhiyedir.
59- EL-VELÂYET
Lafz-ı velî faʽîl bi maʽnâ el-meʽfûl olup murâd emr ve Ģânını Cenâb-ı Rabb-ı
Kerîm’in tevellî ve nusret buyurduğu kimsedir. حينِ َّ [ وىو ي ت ولَّىO salihlerin
َ الصال َ ََ َ ُ َ
60- ED-DUÂ
155
Araf Suresi 7/33.
156
Araf Suresi 7/196.
157
Yunus Suresi 10/62.
101
61- EL-EDEB
Hakîkat-i edeb hisâl-i hamîdenin ictimâ’ıdır. Edîb olan kimse câmi’-i cemî’-i
hisâl-i hamîde olan zâddır. Edeb hudûda riâyet etmek demektir. Allah Celle
ġânuhû’ya karĢı edeb hudûd-ı ilâhiyyeyi muhâfaza etmektir. Zâhir-i Ģerʽ-i Ģerîfe
tevfîk-i amel ile avâm, bâtınını envâr-ı nûr-ı zikr ile tenvir ve mâ-sivâllâhı serinden
ihrâc ile havâss-ı edib olur.
62- ES-SEFER
63- ES-SOHBET
158
Nahl Suresi 16/36.
102
tecâhül etmektir. Bir kimse Ġbrâhim Edhem’e: bende bir ayıba muttaliʽ olursanız
tenbîh ve îkâz buyurmanızı niyâz eylerim demesiyle cevâbında ben sizi ayn-ı rızâ ve
muhabbetle muhâlâza ediyorum sizden meĢru’ olarak her ne gördüysem istihsân edip
bir ucb ve kusûr müĢâhede etmedim. Eğer kendinizce Ģübhe varsa âhardan suâl
ediniz diye buyurmuĢlardır.
ملكن عين السخط تبدى المسا ويا لعين الرضا عن كل عيب كليلة
64- ET-TEVHÎD
ِ [ واِٰله ُكم اِٰلوٌ وĠlâhınız bir tek olan Allah’tır.]159 ve emsâli ayet-i kerîmelerde
اح ٌد َ ْ ُ َ
beyân buyurulmuĢtur. Tevhîdin derecât-ı erba’ası vahdet-i vücûd meselesinin
mukaddimâtında zikredilecektir. Tevhîdin dördüncü mertebesine yani tevhid-i
ilâhîye vâsıl olan sâlikin dünyadan hîn-i irtihâlindeki ahvâline dâir birkaç sözdür:
ِۤ ٰ
َ ّْيه ُم ال َْم ٰلئ َكةُ طَي
بين َ َّ[ اَلOnlar iyi ve hoĢ olarak meleklerin canlarını alacakları
ُ ّذين تَ تَ َوف
kimselerdir.]160 nazm-ı celîli onların hâline iĢârettir. Yani ruhlarını tayyib nefisleriyle
fedâ edip Mevlâlarına rucû’ları kendilerine sakîl ve girân gelmez. Seyyidü’l-
Mürselîn (s.a.v.) bir Ģâbbe hâlet-i nezi’de kendini nasıl buluyorsun diye suâl
buyurmuĢlardır. Cenâb-ı Bârî Teâlâdan duâ ve zünûbumdan havf etmekteyim
demesiyle Hazreti ġefi’-i Ümmet (s.a.v.) bu halde yani hâl-i intikâl-i âhirette havf ü
reca kalb-i abdden ictimâ’ etmez. Ġllâki Cenâb-ı Hakk celle ve Alâ abd-i mezkûre
recâ ettiği Ģeyi atâ ve hâvf ettiği Ģeyden te’mîn eder. Üstâd Ebu’l-Kâsım
buyurmuĢlardır ki: Evliyâullahın vakt-i irtihâlinde olan ahvâli muhtelifedir.
Bazılarına heybet ve bazılarına recâ galebe eder. Bazıları için o halde sükûn ve
vusûk-i cemîlî îcâb edecek Ģey münkeĢif olur ve bazılarının iĢtiyâki nûr-i cemâl-i
ilâhîden tayarân ruhlarıyla tevâcüdleri ziyâde olur. Fusûs’un hikmetlerinde ve bazısı
Risâle-i Kuşeyri’de ve bazısı Ravza-i Reyyâhîn’de zikr edilmiĢtir.
[86]
159
Bakara Suresi 2/163.
160
Nahl Suresi 16/32.
103
65- EL-MÂRĠFET
[ َوَما قَ َد ُروا ال ٰلّ َو َح َّق قَ ْد ِرۤهAllah’ı kadrini gereği gibi takir etmediler]161 ayet-i kerîmesi
[ َوَما عرفوا ال ٰلّ َو َح َّق معرفتوAllah’ı gereği gibi bilmediler] ile taʽbir edilmiĢtir. Lisân-ı ulemâda
mârifet ilmden ibârettir. Her ilm mârifet ve her mârifet ilmdir. Istılâh-ı sûfiyyede
mârifet ismen ve sıfât-ı ilâhiyyeyi bilip Allah Teâlâ’ya karĢı sâdık ve ahlâk-ı
redîesiyle âfâtını ifnâ ederek nefsini baʽde’t-tenkıye bâb-ı ihlâsda mütemâdiyen kâim
ve kalbiyle i’tikâfta dâim olan ve cemîʽ-i ahvâlinde Allah Teâlâ ile sıdkı vazîfe
edinmektir. Hevâcis ve vesâvis nefs-i münkatı’ olur. Mâ-sivânın muhabbetine dâ’î ve
sâik olan havâtırı ısğâ etmeyen zevâtın sıfâtıdır. Ekâbir-i sûfiyyenin her biri için
kalplerine vâkiʽ olan tulûattan nutk ve ibrâz ve vaktlerinde buldukları sünûhâta îman
ederek mârifette baĢka baĢka ibârât ile tekellüm ve’l-hâsıl ihrâz eyledikleri
makâmâta göre terennüm etmiĢlerdir. Mârifetullahın emârâtından birisi cenâb-ı
ehadiyyetten husûl-i heybet olarak her kimin mârifeti ziyâde olsa ona kıyasen heybeti
dahî kesb-i izdiyâd eder. Ġlm mûcib-i sükûn ve ârâm olduğu gibi mârifet dahi temkîn
ve sükûneti iktizâ eder.
Mârifeti terâkkî eden sâlikin sekîneti mütezâyid olur. Ârife alâmet ve
muhibbe Ģekvâ ve abde dâʽvâ ve tâife karar olmaz.
66- EL-MUHABBET
161
En’am Suresi 6/91.
162
Maide Suresi 5/54.
104
68- ES-SEMA’
Hakk Celle ve Alâ’nın ibâd-ı müttekîni için vaʽd ve iʽdâd buyurduğu derecâtın
tezekküriyle zellât ve ma’âsîden tevakkî ve terakkîsini mûcib olarak kalbinde
müeddî-i safâ olan iĢʽârın semâ’-ı muhtârıdır. Ekâbir-i eslâf elhân ile istimâʽ-i ebyât
eylemiĢlerdir.
Müstağni-yi beyândır ki kulûbun esvât-ı tayyibe ile kesb-i telezzüz ve neĢât
ederek nağâmât-ı latîfeye meyl ve iĢtiyâkı müteyakkîn ve etfâl-i razîʽada huyûl ve ibl
ve emsâli hayvânât ve tuyûrda meĢhûd olan alâim teessürât ile de müberhendir. Ebu
Bekr ed-Deynûrî’den müberhendir ki kabâil-i arabdan bir kabîlede müsâfir
olmuĢtum. Bulduğum haymenin etrafında bir çok deve lâĢesiyle bir de mukayyed ve
esir bir köle gördüm. YanaĢtım sebeb-i kaydini suâl eyledim. Bu hâne sâhibinin
kölesi olduğunun beyân etti. Ne gibi bir esâetle âsî olmuĢsun Ģu te’dîbe dûçâr bend-i
itâb olmuĢsun diye sorduğum zaman benim afvımı recâ edersen kâide-i urban olarak
seyyidim beni afv eder ve ondan sonra keĢf-i râz ederim dedi.
Sahib-i hâneden oğlanın afvını diledikçe bu çocuk beni dûçâr-ı fakr ve zayân
eylemiĢtir demesiyle îzâh-ı keyfiyyeti temenni eyledim. Cevâbında bu köle
hârikulâde hüsn-i sâvt ve elhân-ı tayyibeye mâlik olup benim esbâb-ı maʽîĢetim ise
birkaç mehâr deveden ibâret olup nakl-i zehâir için gönderdiğim üç günlük mesâfe
olan mahallden develere ağır yükler tahmîl ile beraber teğannî ederek bu kadar
mesâfeye bir günde [90] kat’ ile vusûllerinde cümlesi meĢhûd olduğu vechle hâk-ı
helâke serilmiĢtir. Hâk-ı zayfâne riâyet vecîbeden olmasıyla size terk ve hibe
eyledim deyip bendini hall ve cezâsını affeyledi. Ben dahî ale’s-sabâh gulâm-ı
mezkûrun istimâ-ı sözünü arzu ve bir Ģey söylemesini ricâ eyledim. Teğannîye
baĢlamasıyla beraber suya götürülmüĢ olan develer halʽ-i uzâr ve her biri bir tarafa
reftâr ederek ben dahî yüzüm üzere düĢüp sükût ettirmeye mecbûr oldum. Hazreti
Dâvûd (a.s.) Zebûr-ı ġerîfi tilâvetlerinde ins ü cin ve vuhûĢ ve tuyûr te’sîr-i
sadâlarıyla ğâĢy olarak meclis-i tilâvetlerinden dört yüz kadar cenâze kaldırıldığının
vukûʽu mervîdir.
69- KERAMÂT
dikkat ve riâyet ederek edeb ve huzur ile telâkkî eylemek kerâmât-ı maʽneviyye-i
evliyânın cümlesindendir.
Kısm-ı sâniye müĢârik olanlar ancak melâike-i mukârrebîn ile ehlullahtır.
Ârife ve havâss-ı ibâde mâ’lûm ve avâma mechûldür. Hazret-i ġeyh’in iʽtâ buyurmuĢ
oldukları maʽlûmât-ı nefîse ve mühimmenin hülâsası bundan ibârettir.
Ebu Bekr ed-Dekkâk buyurmuĢtur ki: Sâhrâ-yı Tîh’ten geçerken ilm-i
hakîkât-i Ģerîâte mubâyindir diye kalbime bir hâtıra gelmesiyle beraber bir ağacın
altından bir hâtif nidâ etti: Ya Ebâ Bekr! [ كل طريقة وحقيقة ردتها الشريعة فهى الحاد وزندقةġeriatin
Sâlikin cânib-i baht-ı ilâhîden kalbine gelen mübeĢĢirât üç kısm olup [93]
sâlik-i mübtedîye menâmâtda yani ru’yâlarda sâlik-i mütevassıta vâkıâtta, müntehî
kısmına mükâĢefâtta zuhûr eder. Menâmâtın ale’l-ekser bir öĢrü te’vîl ve tefsîrsiz
sâdık ve dokuz öĢrü te’vîl ve taʽbire muhtaç ve hatayı muhtemeldir. Vâkıâtta nısfı
nısfına taʽbirsiz ve tefsirsiz zahir olursa da nısf-ı diğeri taʽbir ve te’vîle muhtâc
olmasıyla beraber hakîkate muğâyir olarak zuhûruda muhtemeldir. MükâĢefâtın
yüzde doksanı hak ve hakîkate muvâfık ve yüzde onunun ihtimâl-i hatası garîbtir.
Ancak ihtimâl-i hatadan biri olan vahîdir. Bunun aksâm ve envâʽı kütüb-i
hikemiyyede, vâkıât ve mükâĢefâtın envâʽı ve aksâmı kütüb-i mebsûta-i sûfiyyede
aranılması lâzımdır.
[94]
Ġhlâs: Haktan gayrisinden beri olmak ve halkı görmekten sarf-ı nazar etmek.
Îman: Âlem mertebesinin fenâsına diyorlar. Kabe-kavseyn makâmına da
iĢarettir.
Bakâ: Fenâdan sonra bâkî kalan ve rehberlik eden. Zâtının kendi zâtıyla
vücûd bulması.
Bûse: Ruhun cisimsiz lezzet alması. Devamlı murakabeye de denir.
Pîr-i harâbât: MürĢid-i kâmil ki, ikbâl ve kötü sıfatları mahv edip, sıfât-ı
ilâhî hâline çevirir.
Piyâle: Ġdrâk ve irfandan kinâyedir ve zerrelerin her zerresinden kinâyedir.
Tekvin: Doksan dokuz mertebesi var. Adem [yokluk] tekvin mertebesidir.
Temkinden murad beĢeriyetin zevâli olup, buna fakr ve fenâ derler.
Tevhîd: Kalbi Hakk Teâlâdan baĢkasını bilmekten kurtarıp tecrîd etmek.
Tefrika: Yani Hakkı halksız görmek; yani çeĢitli sebeplere bağlılığı
sebebiyle kalbi dağınıklıktan kurtarmak demektir.
Tecelli-i ġuhûdî: Mevcûdâtın zuhuru aynı zu-hûr-i Hakdır.
[95]
Tersâ: MürĢid-i kâmil ki, istesin istemesin bütün mevcûdât yüzünü ona
dönmüĢtür.
Tersâ beççe: Beççe [çocuk] kâmil olmalı ki, ma'nevî irâdette baĢka bir
kâmile muhtâc olsun ve tecerrüd ve inkıtâ [dünyadan kesilmiĢ] bulunsun. Ve o
kâmil baĢka bir kâmile nesilden nesile ki, evliyâ yoludur. Böylece silsile
Resûlullah'a (sallallahü Teâlâ aleyhi ve sellem) ulaĢır. Ve ilim ve dirâyet bundan
baĢka bir yolla müyesser olmaz.
Cemʽ: Halk olmadan Hakkın Ģühûdu.
Cemʽü’l cemʽ.-Halkın Hakla kaim olan Ģühûdu.
Celâl: Hakkın mânendden [benzeri olmaktan] hicâbı Kahhâr sıfatına da
derler.
Cemʽiyyet: Vâhidin [birin] müĢâhedesi ile her Ģeyden dönüp, Onunla
meĢgul olasın ki, varlığından gafil olasın. Bilmelisin ki, senin vücûdun nefsinin
tefrikası [periĢanlığadır. Nefis üçtür: Emmâre ki, tabiat süflî Ģehvete mâil kalır.
Levvâme, Yani gafletten sakınıp hikmet tarafına doğru yol alan. Mütmeinne ki,
ahlâk-ı reddiyeden temizlenip, Hakkın zikrinde huzûra erer.
109
kimsedir ki, o yoktur. Yani pîrinde ve Resûlullah'da mahv [yok] olmuĢ olsun. Tıpkı
güneĢin aydınlığında yıldızların yok olduğu [görünmediği] gibi.
AĢk: Hakkın zâtına derler. Son zamanlardaki sofiye dilinde, buna âlem-i
ehadiyyet ve âlem-i lâhût derler.
AĢık: Ġsimlere derler ve vâhidiyyet mertebesi ve âlem-i mâsiva ve meânî
ilmi ve baĢkaları için kullanılır.
Akl-i küll: Bazen Cebrail aleyhisselâma, bazen araz, bazen ümmül-kitab ve
bazen bir kısm için olur.
Âlem-i misâl: ġehâdet [görünen madde] âleminden yukarıda ve ruhlar
âleminden aĢağıda. Âlem-i Ģehâdet misâl âleminin görüntüsüdür.
Adem: Ġlmi sûretlerden ibarettir.
ĠĢve: Tecelli-i cemâl.
ĠĢaret: Hal esnasında sâilikin Hakk Teâlâ ile olma lezzeti.
Ârif: Allahu Teâlâmn sıfat ve isimlerini müĢahede edene derler. Yani
kendinden geçmiĢ ve Allahu Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklanmıĢ.
Ġlim: Zât, sıfat ve esmâ-i ilâhînin matla'ı [çıkıĢı, zuhuru].
[98]
Gayb: Kendinden gayb olmak ve huzûrun zuhuru.
Gamze: Havf ve recâdan ibarettir.
Feyz-i akdes: Rûh-i a'zam vasıtasıyla Hakk Teâlâ’nın feyzidir.
Feyz-i mukaddes: Yani hayrin zuhûruna sebeb olan isimlerin tecellileri.
Öyle hayır ki onun istidâdı hâric-i vücudda muktezadır.
Fena: Tefrikanın zail olmasından ve kıdem ile hudûs arasında temeyyüzden
ibâret olup, hakîkî failde mahv olmasının ardından sâlik arada kalmaz.
Firak: Makâm-ı vahdetten gaybete derler.
Pakr: Fenâ fillahdan ibârettir.
Fakır: Allahu Teâlâdan baĢka hiçbir Ģeye ihtiyacı kalmayan.
Kurb: Hakk ile kul arasında ahde vefâdır. Yani Ģerîat, tarikat ve hakîkate
tâbi' olmağı devam ettirmek.
Kurb-i nevâfîl: Sâlik fail ve müdrik olur ve Hakk Teâlâ Onun ilâhı.
Kurb-i ferâiz: Fâil Hakk Teâlâ olur.
Kahr: Kendi aslına olan muhabbetten ibarettir.
111
164
Bu bölümde müellif Arap Dilinde bulunan tasavvufî ıstılahları yine Arapça olarak açıklamıĢtır. Biz
bu bölümün Türkçe’ye çevirisine çalıĢmamızda yer verdik.
113
El-Heyûlâr: Ġçinde sûret-i vâhidiyyeden zâhir olan Ģeye nisbetle bir Ģeyin
ismi.
El-Vâhid: Zâtın itibârı ile ismi.
El-Vârid: Bir müdâhale olmadan kalbe gelen ma'nâlar.
El- Vâkı'a: Hangi yolla olursa olsun, gayb âleminden kalbe gelen.
Vâsıtatü’l-feyz ve vâsıtatü’l-meded: Ġnsan-ı kâmil. Hakk ile halk arasında
iki tarafın münâsebetiyle olan râbıta. "Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım" gibi.
El-Vücûd: Hazreti vucûd ismi verilen zâtı ile Hakkın zâtını bulmak.
Vechetü’l-inâye: Cezbe ve sülük
Vechetü’l-ıtlâk: Ġtibarlann sâkıt olması hasebiyle zâtın itibâr ciheti ve
itibarların isbâtı hasebiyle zâtın itibârı ciheti.
Vechü’l-hak: ġeyin kendisiyle hak olduğu. Çünkü Onsuz hiçbir Ģeyin
hakîkati yoktur.
Vechetü cemʽü’l-âbid: Hazreti ilâhiyye.
El-Verka: Külli nefs ki, âlemin kalbidir. O da Levh-i mahfuz ve kitâb-ı
mubîndir.
El-Vasfüzzâtî lil-hak: Ehadiyyet-i cemʽ yahud vücûb-i zâtî.
[106]
Verâü’l-lebs: Hazreti ehâdiyyette Hak.
El-Vas- fi’z-zatî li’l-halk: Ġmkân-ı zâtî ve fakr-i zâtî.
El-Vasl: Butûn ve zuhûr arasında vahdet, hakîkat-i vâsile.
Vaslü’l fasl: Kesretin vahdette zuhûru.
Vaslü’l-vâsi: Nûzülden sonra uruc.
El-Vefâ bi’l-ahd: Rububiyyeti ikrâr, ya'nî evet zamanındaki ahdinden
çıkmamak. Kulluğunu unutmamak.
El-Vakt: Hâzır olan hal.
El-Vaktü’d-Dâim: Ġki makâm arasında duraklama.
El-Vukufu’s-Sâdık: Hakkın muradı ile bulunmak.
El-Velî: Vâli [Ġdâre] hakkını yüklenen.
El-Vâlî: Hakkı yüklenen.
El-Velâyet: Kulun fenâda Hakla kıyâmı [bulunması].
Ez-Zâcir: Kalbin vâizi.
116
[107]
olan o “hâ”dır ki ism-i Ģerîfin cereyânı olmaksızın hiçbir Ģey hayata müstehikk
olmaz.
Tâlib-i hûĢmende oldur ki, Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’ya âgâhlık nisbetinde
bu hârf-i Ģerîfi teneffüs ve telâffuzda zât-ı akdesin hüviyyeti melhûz olarak nefesin
duhûl ve hurûcunda öyle vâkıf ola ki huzur-ı ma’allah keyfiyyetinden hiçbir nevʽ
fütûr-târî olmaya ve bu manânın hıfzına ol mertebeye varıncaya kadar saʽy ve gûĢiĢ
eyleye ki zahmetsiz bu nisbet onun gönlünde hâtırı ola. Belki teklifsiz ve zahmetsiz
bu nisbeti hâtırından çıkarmaya kâdir olmaya. Ehl-i târîk ıstılâhında bu hüviyyet-i lâ
tüʽayyen itibârıyla Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’nın zâtından ibârettir. Belki ıtlâk ile
dâhi mukayyed olmaya. Bu mertebede ona hiçbir ilim ve idrâkin taalluku kâbil ve
mümkin olmaz. Bu haysiyette mechûl-i mutlâktır.
[109]
Nazar ber kadem sâlikin gidip gelmesinde, Ģehirde, sahrâda ve her yerde
nazarı kademi üzere ola. Tâ ki kalbi hâtırât ile perîĢân ve perâkende olmaya ve
baktığı Ģeye taalluk-ı hâtırî hâsıl olmaya nazar ber kadem sâlikin varlık mesâfelerini
katʽ ve had-perestlik akabelerini tayyda sürʽât-i seyrinden ibârettir. Yani sâlikin
nazar-ı bâtınîsi her nereye yetiĢse filhâl kadem-i müntehâ-yı nazarına bakmaktır. ادب
Sefer der vatan sâlikin ahlâk-ı zemîme ve sıfât-ı tabîʽat-ı beĢeriyyeden sefer
eylemesi yani sıfât-ı beĢeriyyeden sıfat-ı melekiyyeye ve sıfat-ı zemîmeden ahlâk-ı
hamîdeye intikâl etmesidir. ġahs-ı habîs nerden nereye sefer eder ise habâisi zâil
olmaz. Sıfât-ı habîseden intikâl etmeyince kurtulmaz. Binâenaleyh sefer bu seferdir.
MeĢâyıhın bazısı ibtidâda sefer ve nihâyette ikâmet ve bazısı aks, bazısı ise ikisinde
de ikâmet ve bazısı ikisinde de seferi münâsib görmüĢlerdir. Cümlesinin garaz-ı
sahih ve niyyet-i sâdıkaları vardır.
[110]
Hacegân-ı nakĢibendiyye seferi mürĢid-i kâmili buluncaya kadar münâsib
görmüĢler. Ondan sonra o mürĢidin hizmetinde mukîm olmak lazımdır demiĢlerdir.
Eğer kendi vatanlarında böyle kimseler bulsalar terk-i sefer edip onun hizmetinde
tahsîl-i meleke ve âgâhı ve tekmîl-i irfân-ı ilâhîde sa’y ü ihtimâm ederler. Bu meleke
husûlünden sonra ikâmet ve sefer filhâkîkâ ale’s-seviyyedir. Meleke-i nisbet-i
hâcegânı elde ettikten sonra her ne tarafa gider ise mânî yoktur. Tarîk-i sûfiyyede
sefer der vatan filhâkîkâ letâif-i hamseden usûlüne ve usûlünden aslu’l-usûlüne sefer
ِ [ وفي اَنْ ُف ِس ُكم اَفَ َال تُ ْبKendinizdendir, görmüyor musunuz?]165 ayet-i kerîmesi
etmektir. ص ُرو َن ْ َۤ
buna iĢârettir.
باتو در زيرکليم است ىر چو ىست ىم چونا بينا مبر ىرسوی دست
165
Zâriyât Suresi 51/21.
119
5. YÂD-KERD
Hatılamak demektir. ġöyle ki: mürîd kendi kalbini hazır ede, Ģeyhin kalbî
mukâbelesinde tuta ve gözünü kapayıp, ağzını da tutup, dilini damağına yapıĢtıra.
Nefesini göbeğinin altında hapsede. Ta’zîm-i tamâm ile kelime-i tevhîdi “lâ ilâhe
illallah” ile zikre Ģurûʽ ede. Kalbîyle söyleye lisânıyla demeye ve haps-i nefesinde
sabreyleye ve bir nefeste üç kere diye. Tâ ki zikrin hâlâveti ve eseri gönlüne eriĢe.
Zikirden maksud odur ki; kalp dâimî suretle Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’dan
muhabbet ve ta’zîm vasfıyla âgâh ola.
Bu âgâhlık ki; hulâsa-i zikrden ibârettir. Erbâb-ı cemʽiyyet sohbetinde hâsıl
olur. Hakîkat kalp-i derrâk olan bir müdrikden ibârettir ki her tarafa gider. Dünya ve
mesâlih-i dünyayı o tefekkür eder. Tarfetü’l-aynda yerleri ve gökleri ve kâffe-i âlemi
seyretmek ona müyesserdir. Onu cümle fikirlerden ayırıp zikr ile meĢgûl etmekde bu
tarîk iledir ki; kelîme-i lâ’yı hayâlen göbeğinin altından yukarı çekip kelime-i
ilâhe’yi altından sâğ tarafına meylettirerek illâllah kelimesini kalbe indire. Tâ ki
harâreti cemîʽ-i aʽzâya eriĢe.
[112]
6. BÂZ-GEġT
Zikirden ferağât olundukça hâsıl olan âgâhîyi muhâfaza için “ilâhî ente
maksûdî ve rızâke matlûbî” kelâmıyla kalbini meĢgul etmektir. Tâ ki zâkirin zikri
hâlis ve sırrı mâ-sivâdan fâriğ ola. Nigâh-dâĢt hâvâtır-ı murâkabe etmekten ibârettir.
166
Nur Suresi 24/37.
120
ġöyle ki; bir anda çok defalar hâtırından mâ-sivâyı geçirmemek suretiyle kelime-i
tayyibeyi geçire.
Nigah-dâĢt bir saat veya iki saat veya daha ziyade müyesser olduğu takdirde
mâ-sivâ onun hâtırına yol bulmaya.
7. YÂD-DÂġT
8. VUKUF-Ġ ZAMANÎ
Vukuf-ı zamanî ile sâlikin iĢi tamam olur ve sırr-ı menzil-i maksûde erer.
Vukûf-ı zamanî her anda hâlinden haberdâr olmaktır ki, hâli mûcib-i Ģükür müdür,
yâhud mûcib-i özür müdür?
[113]
9. VUKUF-I ADEDÎ
Zikirde adede riâyet etmekten ibârettir. Meselâ zikr-i nefy ve isbâtı her
nefeste bir veya üç veyahut yedi veyahut da dokuz ve yirmi bire kadar zikr
eylemektir. Zikr-i nefy ve isbâtın yevmiye-i hadd-i asgarîsi bin yüz ve zikr-i celâlin
hadd-i asgarîsi de beĢ bindir.
[ فَ ثَ َّم َو ْجوُ ال ٰلّ ِوNereye dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır]167 ayet-i kerîmesi buna iĢârettir.
167
Bakara Suresi 2/115.
121
[11. NĠGAH-DAġT]168
kerîmesi onlara iĢâret olmak gerektir. Sâbikûn bi’l-asâle enbîyâ-yi izâm (a.s.) ve bi’t-
tabʽ âshâb ve tâbiîn ve etbâ-ı tâbiîn ve bi’l-verâse müctehidîn ve müfessirîn ve
muhaddisîn ve eʽâzım-ı sûfiyyedir ki, Rasûlullah (s.a.v.)’e kemâl-i mutâbaʽatları
vâsıtasıyla zâhiren ve bâtınen mertebe-i vusûlde ve tetmîm-i mekârim-i ahlâkta
terakkî etmiĢ olup, rucu’ ve hubût ve tarîk-i mutâbaʽata halâiki dâvete me’zûn veya
me’mûr olmuĢlardır. Bu tâife kâmil ve mükemmellerdir. Fazl ve inâyet-i îzidî onları
murâd ve müctebâ kılmıĢtır. Ayn-ı cemʽiyyet-i ahâdiyyetde ve lücce-i tevhid-i
hakîkiyye kaʽrında müstağrak iken sahâ-i fenâdan meydan-ı bakāya îsâl
edilmiĢlerdir. Bu tâife-i aliyye halâikî saadet-i dareyne îsâl için [115] ilmen ve
zevken derecât-ı âliyeye terakkîye ve ahlâk-ı reddiye ve deniyyeyi ahlâk-ı hâmîde ve
haseneye tebdîl ve tahvîle delâlet ederler. Sâlikîn derece-i kemâle vusûlünden sonra
tekmîl-i halâik ile emr olunmamıĢlardır. Yani müstağrak-ı bahr-ı Ģuhûd iken sâhil-i
bakāya eriĢdirilmemiĢlerdir. Sükkân-ı kıbâb izzet sebbâh-ı deryâ-yı hayret
zümresinde münselîk olmuĢlardır. Bunlar evliyâ-yı müstehlikîn taʽbir
buyurulmuĢdur. Bu nevʽ ehl-i sülûk dahî iki kısmdır. Birincisi; maksad-ı aksâya tâlib
168
Müellif eserin bu bölümünde NaĢîbendiliğin on bir ilkesini açıklamıĢtır. Ancak kanaatimizce
bunlardan on birincisi olan Nigah-DaĢt’ı sehvet atlamıĢtır.
169
Hasan Kâmil Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar NeĢr. , Ġstanbul, 2004, s. 260.
170
Vâkıa Suresi 56/10.
122
ve vecdullaha râğıb olanlardır. Mürîd-i ahiret ve târik-i dünyadır ki; dünya menâhi-i
Ģerʽiyyeden ibârettir. Diğeri de tâlibân-ı cennet ve mürîdân-ı âhirettir. Bunlara
sülehâ-yı ümmet dahî taʽbir ederler. Tâlibân-ı Hakk dahî iki kısmdır. Birisi
mutasavvifedir ki, nefsin sıfât-ı reddiyyesinin bâzısından halâs ve sûfiyye-i kirâmın
ahvâl ve evsâfının bazısıyla mevsûf olmuĢlardır. Bu ahvâlin nihâyetine terakki ve
ıttılâʽa cehd edip sıfât-ı nüfûsun ezyâline yapıĢmıĢ ve bu sebebe mebnî ehl-i kurb ve
sûfiyyenin gayesine vusûlden geri kalmıĢlardır. Diğeri melâmiyye-i hakkadır.
Riâyet-i ihlâsta ve muhâfaza-i sıdkta saʽylerini mebzûl ve ihfâ-yı tâʽatte mubâlağa ve
aʽmâl-i sâlihadan hiçbir sünnet ve müstehabın dahi terkine rıza göstermezler. Cemîʽ-i
fezâil ve nevâfile temessükü levâzım-ı tarîkin cümlesinden addederler. Onların
meĢrebi kâffe-i evkâtta manâ-yı ihlâs ile mütehakkik olup lezzetlerini kendinin a’mâl
ve ahvâlini Cenâb-ı Hakk’ın nazarında münferid ve müteferrid olmakta bulurlar.
Âsîlerin izhâr-ı ma’siyetden hazerde bulunmaları gibi bunlar dahî ızhâr-ı tâatten
hazer ederler ki kâide-i ihlâsa halel gelmeye.
[116]
Melâmiyye târifinde bazıları: [ المالمى ىو الذى اليظهر خيرا وال يضمر شراMelâmî hiçbir
hayrı ızhâr etmeyip, Ģerri de gizlemeyendir] demiĢlerdir. Yani melâmî, hiçbir hayrı
ızhar ve Ģerri ızmâr etmeyenlerdir. Azîzü’l-vücûd ve Ģerîfü’l-hâl iseler de müĢâhede-i
tevhîd ve muâyene-i ayn-ı tefrîdden mahcûb kalmıĢlardır. Zirâ nazar-ı halktan ihfâsı
aʽmâl ve setr-i ahvâl vücûd-ı halka ve kendi nefsine i’tây-ı ehemmiyyeti müezzin ve
müĢʽir bir rü’yettir ki bu da mâni-i mânâ-yı tevhiddir. Çünkü nefs cümle-i
ağyârdandır. Sâlikin kendi ahvâline nazarı bâkî kaldıkça, muâmele-i hakka ve
mütalaʽa-i cemâl-i mutlâkda ağyâri bi’l-külliyye nazarlarından ihrâc edemezler. Bu
tâife ile sûfiyye arasındaki fark budur ki cezbe-i inâyet-i kadîr sûfiyi bi’l-külliye o
ahvâlden ayırmıĢ ve halk ve enâniyyet hicâblarını onların Ģuhûdu nazarından refʽ
etmiĢdir. Binâenaleyh ityân-ı itâatde kendilerini ve halkın vücûdunu ortada
göremezler. Halâıkın nazar-ı ıttılâʽına ehemmiyet vermeyip setr-i hâl ve ihfâ-yı tâat
ile mukayyed olmazlar. Eğer vaktin maslahatını tâatin ızhârında görürlerse ızhâr;
ihfâsında görürlerse ihfâ ederler. Buna binâen tâife-i melâmiyye kesr-i lâm ile
muhalleslerdir. Tâife-i sûfiyye feth-i lâm ile muhalleslerdir. ص ٍة ِذ ْك َرى الدَّا ِر ِ ِ
َ اى ْم بِ َخال ْ َانَّاۤ اَ ْخل
ُ َصن
123
[Biz onları ahiret yurdunu düĢünen ihlâslı kimseler kıldık]171 ayet-i kerîmesi
sûfiyyenin vasf-ı halleridir.
Tâlibân-ı âhiret dört tâifedir: zühhâd, ibâd, fukarâ, huddâm.
Zâhid: Nûr-ı îmân ve îkân ile cemâl ve evâmir-i ilâhiyyeyi müĢâhede ederler
ve menâhî-i ilâhiyyeyi sûret-i kabîhada bulurlar. Onların müzahraf [117] ve fânî
telezzüzâtına iltifât etmeyip zînetlerinden i’râz ve cemâl-i bâkî-i hakîkiyyeye rağbet
ederler. Bu tâifenin sûfiyyeden farkı budur: Zâhid kendi hazz-ı nefsîyle Hakk
Teâlâ’den mahcûb ve gâfildir. Nasıl olmasın ki, cennet hazz-ı nefs makâmıdır. فيها َما
َ َو
س ِ
ُ [تَ ْشتَهيو ْاالَنْ ُفOrada nefislerin istediği, gözlerin hoĢlandığı her Ģey vardır]
172
ayet-i
[ الدنياDünya âhiret ehline, âhiret ise dünya ehline haramdır. Bunların ikisi de Allah
ِ 173
ُ[الْغَن ُّي َواَنْ تُ ُم الْ ُف َق َراۤءAllah zengindir, siz ise fakirsiniz] ekâbir-i remz ve iĢârettir. Fakir
tanınmıĢ olan zât kendisini mâ-sivâdan bildiği eclden fakîr dediği zaman kendi
nefsinden kinâyedir. Fakîr denilince bazı insanların evliyayı ve sahâbe-i [118] kirâmı
fakr-i hâl ile fâkir olduklarına zâhib olurlar ise bildikleri gibi değildir. Böyle olsa idi
enbiyâ-yı izâm (a.s.) ile sahâbe-i kirâm ve belki piĢvâ ve reisleri bulunan Ebû Bekr
171
Sâd Suresi 38/46.
172
Zuhruf Suresi 43/71.
173
Muhammed Suresi 47/38.
124
makâmın izzetinden Ģeyh ile hâdim müsâvî bulunurlar. Ancak hâdimin ameli amel-i
ebrâb ve Ģeyhin bâtını bâtın-ı mukârrabîn olduğuna ıttılâʽ hâsıl olmaz. Zirâ hâdimin
nazarı sevâpta, Ģeyhin murâdı ise mücerred kurb-ı ilâhîdedir.
Ġbâda gelince: Ġbâd-ı dâimî vezâif-i ibâdâta ve envâʽ-i nevâfil ve mesûbâta
muvâzebet ve mülâzemet edenlerdir. Muʽzam-ı maksatları sevâb-ı uhrevîye nâil
olmaktır. Dünyaya rağbet vâr iken sûret-i ibâdet [120] mümkindür. Bir Ģahıs envâ-ı
mekâsib ile meĢgûl olduğu halde ibâdet edebilir.
MüteĢebbîhler: Erbâb-ı vusûl ve ashâb-ı sülûkün müteĢebbihleri iki kısmdır:
birisi muhıkk, diğeri mubtıldir. Erbâb-ı vusûl yani sûfilerin müteĢebbih-i muhıkkına
mutasavvıfa derler ki sûfîlerin ahvâline tekellüfle muttaliʽ olup müĢtâk-ı vüsûl
olmuĢlardır. Taʽallukât-ı sıfâtın bakāyâsiyle maksûd ve maksûde buluğdan geri
kalmıĢlardır.
Sûfîlerin müteĢebbih-i mubtılı ise, zî sûfî ile tezeyyün etmiĢ ve sûret-i sûfî ile
olup onların akâid ve ahvâl ve aʽmâl-i bâtıniyyesinden ârî olanlardır. Ribka-i taati
boyunlarından çıkarıp halîu’l-ʽizâr yani yularsız ibâhat otlağında otlarlar. Ahkâm-ı
Ģerʽiyye ile mukayyed olmazlar. Nazarları zevâhire maksûrdur. Havâss-ı ümmetin
ahvâl-i bâtıniyyelerinden ârî ve gâfildirler.
Meczûblar: Yani vusûl ve muhâbbet-i Hakk’ta müstağrak kalıp dâvet-i halk
sâhiline çıkamayanların müteĢebbih-i muhıkkı ehl-i sülûkten öyle bir tâifedir ki:
onların seyri henüz menâzil-i sıfât-ı nüfûsun katʽında ve harâret-i talebin pertevinden
kalak ve ızdırâbtadır. Makâm-ı fenâda istiğrak ve temekkün ve tebâĢîr-i subh, keĢf-i
zât zuhur etmeden evvel gâh gâh bevârık-ı keĢften bir berk-i lâmiʽ onların keĢf-i
Ģuhûd nazarına lâih ve lâmiʽ olur. Ve fenânın mehebbinden ahyânen nefehât-ı vusûl
eserleri onların gönülleri meĢâmmına eriĢir. Nefislerinin zulümâtı o berkin lemeʽâtı
nûrunda muntavî ve mütevârî olur. [121] Ve o nefhânın hubûbiyle bâtınlarında taleb
ve ızdırâb ateĢinin âlâmından istirâhat ve ârâm hâsıl olur ve o berk münkâtıʽ olunca
nefhâ sükun bularak nefsin sıfatı zuhûr edip hararet taleb ve Ģevk ve kalak avdet
eder. Sâlik bu halde vücûd-ı beĢerînin sıfâtı melâlinden insilâh ve inhilâʽ ile vücûd
taʽyîninin kesretinden halâs ve kendisini bahr-i fenâda gark etmek ister ise de bu hâl
sâlikin makâmı olmadığından gâh gâh bu makâma vasıl ve nâzil ve onun batınî kasrı
olarak o makâma muttaliʽ ve müĢtâk olur. ĠĢte bnlara meczub denildiği gibi vâsılînin
müteĢebbih-i muhıkkı dahî denilir. Bahr-i fenâda istiğrâk aynı tevhidde istihlâk
126
[ الباليا باهلل العصمةوالتوفيق وبيو ازمة التحقيقĠyi isim yapmaktan ve riyâdan Allah Teâlâ’ya
ile takvâ sahipleridir]174 hadîs-i Ģerîfinin mazharı olan ashâb sırr ve hafâya tabâkât-ı
muhtelifeye münkasımdır. الطبقة اوالن طاءفة علت ىممهم وصفت قصودىم وصلح سلو كهم ولم يشر اليهم باال
174
Ebü'l-Fazl Celaleddin Abdurrahman b. Ebî Bekr Suyuti, Câmiü’l-Kebîr, Dârü'l-ĠĢrak, Beyrut, 1988,
I/975. (Bu hâdisin varlığı tarafımızca mûteber hâdis kitaplarında tesbit edilememiĢtir.)
127
صابع اولءك ذخاءر اهلل تعالى حيث كانوYani tabakâ-i ûlâ himmetleri âlî, kalbleri Hakk
وىم على غيره غيرة عليهم تسترىم وادب فيهم يصونهم وظرف يهذيم
Et-Tabakâtü’s-Selâse: طاءفة اسر ىم الحق عنهم فاالح الءما اذىلهم عن ادراك ماىم فيو وىيمهم عن
شهود ماىم بو وضن بحالهم على عليهم معرفة ماىم ب و فاستتروا عنهم مع شواىد تشهدلهم بصحة مقامهم من قصد صادق
ىيجة وغيب حب حقيقي يخفى عليهم مبداء علمو و وجد غريب ال ينكشف لهم موقده وىذا من رقة مقامات اىل الوالية
175
Ahzab Suresi 33/4.
129
bazıları kemâl-i etbâʽ-ı peygamberîden tasarruf-ı rûhânî ile terbiye olunurlar. Pîr-i
zâhir ittihâz etmeyen eimme-i dîn ve muktedâ-yı mü’minîn olan müfessirîn ve
muhaddisîn ve fukahâ ve müctehidîn ve sâhib-i tarîkât olan evliyâ-yı güzîn
onlardandır. ġeyh Bezr-i Küvâr Ebu’l-Kâsım Gürgânî ve Necmüddîn-i Kübrâ ve
Ebu’l-Hasan Harkânî halkasından Ebu Said Ebû’l-Hâyr onlardandır.
MürĢid-i erbâb-ı tarîkât, kâĢif-i esrâr-ı hakîkât, câmi’-i ulûm-i zâhire ve
bâtıne, eĢ-ġeyh Muhammed Pârisâ b. Mahmud el-Hâfız el-Buhârî Kitâb-ı Fâslü’l-
Hitâb’ında îrâd etmiĢtir ki ġeyh Alâüddevle es-Semnânî buyurmuĢlardır ki: “Bi-
tariki’l-keĢf âlem-i gaybda bir cemâati müĢâhede ile selâmlaĢtım. Onların hüsn-i
makâmlarından ve sıhhat-i hallerinden taaccüb ettim. Nisbetlerinden sordum.
Nisbetimiz sûfiyyedir, tabâkâtımız yedidir. Tabaka-i tâlibîn, tabaka-i mürîdîn,
tabaka-i sâlikîn, tabaka-i sâilîn, tabaka-i sâriîn, tabaka-i vâsılîn, tabaka-i aktâbdır
dediler. Her zamanda o zamana mahsûs bir kutb vardır. Onun kalbi Muhammed
(s.a.v.) üzeredir.
Ekâbir-i nakĢibendiyyenin beyânât-ı hakîkiyyesine göre kutb iki kısmdır.
[127] bir kısmı kutbu’l-irĢâddır ki, feyyâz-ı hakîkinin irĢâd-ı hidâyete âid ifâzâsına
vâsıta olandır. Âlem-i Ġslâmiyetin bakāsıyla mevcûd ve vâriddir. Ve diğeri kutb-ı
176
Maide Suresi 5/54.
130
medârdır. Vücûd ve bakāya taʽalluk eden ifâzâya vâsıta olup âlemin bakāsıyla
mevcûddur. Kutbü’l-irĢâd baʽde’l-vefât vâzîfe-i irĢâdda kâim olması mümkin ve
vâkîdir. Binâenaleyh kurûn-ı mütetâvilede bir zuhûr eder. Kutb-ı medârın her
zamanda ber-hayât olması lâzımdır. Kutb-ı irĢâddan istifâza üç nev’i iledir: birincisi;
sâlikin hâline müteveccih olup bâtınına ifâde-i nûr-ı rüsd ve hidâyet etmesidir.
Sâlikin onu bilip teveccühüne vukûfu lazım değildir. Ġkincisi sâlikin ona müteveccih
olarak istifâza-i nûr-ı rüĢd ve hidâyet eylemesidir ki bunda da kutbun Ģahsını bilmek
lazım değildir. Üçüncüsü tekrâr ve kesret-i ismullah ile kalbi meĢgûl edip, âlemi
bihasebi’l-bâtın istilâ eden bahr-ı feyz-i ilâhî menbaı olan, kutb-ı irĢâdın kalbinden
muhabbet-i ihlâs mikdârınca teraĢĢuh ile hâsıl olmaktadır ki, bunda dahî sâlikin ve
kutbun birbirlerine vukûf ve ıttılâʽları lâzım değildir.
األبدال في ىذه األمة ثالثون مثل إبراىيم خليل الرحمن عز و جل كلما مات رجل أبدل اهلل تبارك وتعالى مكانو رجال
[Peygamber (s.a.v.) Ģöyle buyurmuĢtur: “Bu ümmetin abdalları otuz kiĢidir. Onların
kalpleri Ġbrahim (a.s.)’ın kalbi üzerinedir. Onlardan biri ölürse, Allah Teâlâ onun
yerine baĢka birini geçirir.]177 Abdâlın adedi kırk ricâl ve kırk nisâdan ibâret olup,
ġâm’da oldukları rivâyet edilmiĢtir. Ricâlin otuzunun kalbi Halîl’in [Ġbrahim(a.s.)]
kalbi üzere olup, nisâdan olan kırk adediyle ricâlin bakiyyesi olan on adedinin
kalbleri enbiyâ-yı sâire (a.s.) kalbleri [128] üzerinde olmasıyla tevcih edilmiĢtir.
Meârif-i ilâhiyyede mütekallib olurlar. Zirâ vâridât-ı ulûm-ı ilâhiyye kalblerine fâiz
olduktan sonra, onların kalbleri üzerinde olan evlayânın kalblerine feyezân eder.
Onlardan münâsebetleri ziyâde olan sâlikîne vâsıl olur.
Abdâl tesmiyelerindeki vech-i münâsebet, birisinin vefâtıyla mâʽdûnunda
bulunan evliyâdan birinin veyahut irâde-i ezeliyye-i ilâhiyyenin taʽalluk ettiği insanın
onun makâmına isʻâd edilmesidir. Hâkim-i Tirmizi rivâyet eder ki: Küre-i arz
nübüvvetin inkitâʽından dolayı Hakk Celle ve Alâ’ya Ģekvâ ve tazarruʽ makâmında
bulundu. Cevâben [ سوف اجلل على ظهرك اربعين صديقا كلما مات منهم رجل ابداهلل مكانو رجالSırtında kırk
sıddîk bulunduracağım. Onlardan biri ölürse, yerine yeni birisini bedel ederim]
fermân-ı ilâhiyyesini telâkkî etti. Ebu’l-Abbas Mürsî der ki: Üstâdım Ebu’l-Hasan
ġâzelî’nin karĢısında oturuyordum. Bir cemaat içeriye girdi. Buyurdular ki; bunlar
abdâldırlar. Bende bunların abdâl olmadıklarını biliyordum. Bu kelâma karĢı taaccub
177
Ahmed b. Hanbel, V, 322.
131
ettim. Bunlar seyyiâtı hasenâta tebdîl buyurulmuĢ olan evliyâdır diye söyledi. Demek
oluyor ki abdâl iki kısmdır. Bu iki kısmın alâmeti oldur ki, bu makâma terakkî
edenler abdâllığa terakkî ettikten sonra evlâd doğurmazlar. Mâkâm-ı âlî-i kutbiyyete
terakkî eden Abdâlın evlâd doğurması mümkindür. Makâm-ı kutbiyyetde olanların
evlâdı, ezvâcı, ensâlî, emvâlî ve emlâkı bulunur. Nâs onlara hased eder. Onları inkâr
eder ve zahmet verirler. Zira bunlar ekmel-i verese-i enbiyâdandırlar. ما أوذي نبي مثل ما
mazharlardır. Bu tâife-i Ģerîfe enbiyâ-yı izâmın halkı Hakk’a dâvet [129] etmekte
halîfeleridir. Bunları kemâl-i mârifetle kimse bilmez ve bunların her biri sıfât-ı
beĢeriyyenin kıbâbı altında nâ-mahrem olan avâmın nazar-ı ilmîsinden mestûrdurlar.
Mürîd hakîkati onların bâtınından istifâzaları miktârınca tanıyabilirler.
Abdullah b. Mes’ûd (r.a.) rivâyet eder: hadîs-i nebevî bize haber vermiĢtir ki,
ان هلل فى االرض ثالثمائة قلوبهم على قلب آدم ولو اربعون قلوبهم على قلب موسى ولو سبعة قلوبهم على قلب ابراىيم ولو
خمسة قلوبهم على قلب جبريل ولو ثالثة قلوبهم على قلب ميكائيل ولو واحد قلبو على قلب اسرافيل فاذا مات الواحد ابدل
اهلل مكانو من الثالثة واذا مات من الثالثة ابدل اهلل مكانو من الخمسة واذا مات من الخمسة ابدل اهلل مكانو من السبعة واذا
مات من السبعة ابدل اهلل مكانو من االربعين واذا مات من االربعين ابدل اهلل مكانو من الثالثمائة ابدل اهلل مكانو من العامة يدفع
[ اهلل بهم البالء عن ىذه االمةAllah Teâlâ’nın üç yüz kulu vardır. Kalbleri Adem (a.s.)’ın kalbi
üzeredir. Kırk kulu vardır, kalbleri Musâ (a.s.)’ın kalbi üzeredir. Yedi kulu vardır,
kalbleri Ġbrâhim (a.s.)’ın kalbi üzeredir. BeĢ kulu vardır, kalbleri Cebrâil (a.s.)’ın
kalbi üzeredir. Üç kulu vardır, kalbleri Ġbrâhim (a.s.)’ın kalbi üzeredir. Bir kulu
vardır ki, kalbi Ġsrâfil (a.s.)’ın kalbi üzeredir. Bunlardan biri ölse Allah Diğerlerinden
onun yerine bir bedel verir. Allah onlar sayesinde bu ümmetten belâyı kaldırmıĢtır.]
Enbiyâ (a.s.) zamanlarında mansıb-ı kayyûmiyyet ruhâniyyet-i alîyyelerine tefvîz
buyurulmuĢ idi. Bu kutbiyyetten murâd kutb-ı irĢâd olmalıdır ki zamân-ı saʽâdette
kutbiyyet-i medâriyye mertebe-i aliyyesi Üveys-i Karnî’nin amcası bulunan Ussâm-ı
Karnî taalluk etmiĢ idi. Ashâb-ı Kirâmdan Huzeyfe el-Yemânî sâhib-i sırr-ı râsûlillah
idi. Bu ricâlin Resûlullah (s.a.v.)’e olan maʽruzâtını huzura îsâl ve telâkkî eylediği
fermân-ı peygamberîyi onlara iblâğ ederdi. Ondan gayri bu hâle muttaliʽ kimse yok
178
Bu hâdisin varlığı tarafımızca mûteber hâdis kitaplarında tesbit edilememiĢtir.
132
idi. Sâhîbü’s-sırr ile müĢtehir idi. Bunlar huzur-ı peygamberîye hâzır olurlar. Onunla
namaz kılarlar idi. Ondan istifâde-i Ģerʽ ve istifâza-i nûr ederlerdi. انى الجدريح الرحمان من
Ussâm-ı Karnî’ye aid olduğuna kâil olanlar da vardır. [130] Zamân-ı saâdetten
iʽtibâren hicriyyenin üç yüz onuna kadar aktâbın on dokuz adede bâliğ olduklarını
ehl-i keĢf rivâyet etmiĢlerdir.
Bu aktâbın beĢeriyetteki ahvâli bizim ahvâlimiz gibidir. Avâmdan hiçbir farkı
yoktur. Avâmdan murâd o mansıb-ı âlîye suʽûd etmezden mukaddem ki ahvâl ve
evzâʽ sâhibidir. Herkes gibi yerler, içerler, teehhül ederler, ticâret ve sanat ve ziraat
hizmetiyle muĢgul olurlar. Kısm-ı küllîsi tedrîs ile iĢtiğâl ederler. Evlâda, emlâka,
mâlik olurlar. Abdâl tabakasında bulunan evliyâ evlâd ve ezvâcdan hâlî kalırlar. Yâni
muâmele-i zevciyyetde bulunmazlar. Sünnet-i seniyyeye kemâliyle riâyet ederler.
Hilâfü’l-evlâdan dahî ictinâb ederler. Kısm-ı küllîsinin kabirleri yeryüzünden
mürtefiʽ değildir. Binâ-yı irtifâʽlarından alâmetleri yoktur. Yâni kubûrı ekseriyâ
herkese maʽlum değildir. Birbirlerinin kabirlerini ziyâret edenler de vardır. Beyʽ ve
Ģirâda bulunurlar, sokak ve pazarda gezeler. Me’kûlât ve meĢrubât ve edviye ve sâir
levâzımı hânelerine götürmekten ictinâb ve iʽtizâr etmezler. Hastaları iyâdete
giderler. Muâvenet-i bedeniyyede bulunurlar. Cenâzelerde hazır olurlar. Kimseden
istiğnâ etmezler. Çokca hasta olurlar. Edviye istiʽmâl eder ve hamamlara giderler.
Mâkâm-ı kutbiyyete terakki edenler Hızır ile mülâkî olurlar. Hızır ve Ġlyas’ın
hayatları beyne’l-islâm öteden beri meĢhûrdur. Bazı müfessirîn, muhaddisin, fukahâ
ve sûfiyye-i kirâmın kısm-ı küllîsi hayatlarına kâniʽdirler. Bunlarla mülâkî olanların
aded ve hesâbı yoktur. Havâss-ı evlayânın kâffesi ve avâm-ı evlayânın kısm-ı küllîsi
ve avâm-ı mü’minînin bâzısı mülâkî [131] olmuĢlardır. Hîn-i mülâkâtlarında
bilmedikleri halde keĢf ile Hızır ve Ġlyâs olduklarını bilenler dahî çoktur.
Ebu Bekr NakkâĢ tefsîrinde Ali Rızâ ibn Musâ el-Kâzım’dan ve Muhammed
b. Ġsmâil en-Neccârî’den nakleder ki: [ ان الحضر ماتMuhakkak ki Hızır ölmüĢtür] ve
Buhârî’ye Hızır’ın hayatı suâl olundukda ان على رأس مأة اليبقى على وجو االرض ممن ىو عليها احد
ĠĢbu hadis-i Ģerif Ġbn Amr’dan mervi ve Buhârî Sahîhinde tahrîc ve îrâd
buyurulmuĢdur ki Hızır’ın mevtine kâil ve hayatını inkâr edenlere umdedir.
Ebu’l-Hasen ibnü’l-Münâvî Hızır’ın tercümesinde cemʽ eylediği kitapta Ġbrahim
el-Harbî’den nakleder ki: [ ان الحضر ماتMuhakkak ki Hızır ölmüĢtür.]
zâtı zât-ı mutlakın nûr-ı vücûdunun pertevinden zuhûr ve pirûze gelmiĢ bulur. Herbir
sıfatı sıfat-ı mutlakın nûrundan bir pertev fehm [133] eder. Her ne de ilm ve kudret,
irâdet, semiʽ, basar bulsa, ilim ve kudret ve irâdet ve semiʽ ve basar-ı ilâhînin
asârından bir eser olduğunu anlar alâ-hâze’l-kıyâs.
Tevhîdin bu mertebesi mutasavvıfa ve ehl-i sülûkün merâtib-i tevhidinin
evâilinde husûl bulur. Bu tevhidin mukaddimesi tevhid-i avâmın âhiriyle merbûtdur.
Bu mertebeye müĢâbih bir mertebe vardır ki, ilm-i sülûkde kûteh nazarlar tevhîd-i
ilmî sanarlar. Halbuki buna tevhid-i resmî ıtlâk olunur. Derece-i iʽtibârdan sâkıttır.
MenĢe’-i husûlü zekâ ve fetânetten, kütüb-i felâsifeyi mütalaʽâ ile teveğğul ve
mecâlis-i sûfiyyede tevhide müteʽallık kelimât-ı istimâʽ eylemekle maʽnâ-yı
tevhîdden bir sûretin zihinde mürtesim olub bahs ve münâzara esnâsında gâh gâh
tevhîdin hâlinden bir eser yok iken kendisini bu hâl ile muttasıf göstererek tevhîdden
çok söz söyler.
Tevhîd-i ilmînin tevhîd-i hâlî ile birlikte zuhûru bir miktar imtizâcdan hâlî
olmayan sâlikte bulunur. ب بِ َها ال ُْم َق َّربُو َن ٍ اجوُ ِم ْن تَ ْس
ُ نيم َع ْي نًا يَ ْش َر
ِ
ُ [ َوم َزMuhtevâsı Tesnîmdendir. O
Tesnim Allah’a yakın olanların içecekleri bir pınardır]179 âyet-i kerîmesi bu
mümtezic Ģarâb-ı tevhidin vasfıdır. Bu tevhid sâhibi ekseriyâ zevk-i rûhi duyuyor.
Sürûr ve hubûr içinde kalıyor. Hâlin imtizâcı vâsıtasıyla rusûm ve âdât-ı tabîʽiyye
zulmetlerinin bazısı mürtefiʽ oluyor. Bazen efʽâl-i ilâhînin râbıtaları olan esbâbın
ortadan nazar-ı keĢfî ile mürtefi’ olduğunu görür, bazen zulmet-i vücûd sebebiyle
âleminin muktezâsı olan esbâba nazar-ı keĢfî bâkî kalır. Binâenaleyh Ģirk-i hâfî
râyihasından bi’l-küllîyye hâlî kalmaz.
[134]
Tevhîd-i Hâlî: Tevhid-i hâlî sâlik-i muvahhidin zâtına vasf-ı lâzım-ı rusûm
ve adât-ı tabîʽiyye zulumâtının cümlesi nûr-ı tevhîdin iĢrâkında telâĢî ve izmihlâl
bulur. Muktezâ-yı beĢeriyyetten olan cüzî bir bakiyye bazen zuhûr-ı nûr-ı âftâb-ı
kevâkibin envârında münderic olur. فلما استبان الصبح أدرج ضوؤه بالسفاده اضواء انوار الكواكب
[Ġnsanlık icâbı olan az bir kalıntı, güneĢin ıĢıkları zuhur edince yıldızların
kaybolması gibidir.]
179
Mutaffifîn Suresi 83/27-28.
135
[ وليكون اهلل تعالى كمالم يزلTevhîd bir mânâdır ki, onda rusûm ve âdetler yok olur. Bütün
ilimler ona münderic olur.] Tevhîd-i ilmînin menĢei murakabe olduğu gibi tevhîd-i
hâlînin menĢei nûr-ı müĢâhededir. Bu tevhîdde rusûm-ı beĢeriyyet ekseriyâ mantıkî
olur. Tevhîd-i ilmîde rusûmun kısm-ı kesîri tevhîd-i hâlîde rusûmun cüzîsi bâkî
kaldığına sebeb sâlik-i muvahhidden tertîb-i efʽâl ve tehzîb-i suduru mümkin ve kâbil
olmasıdır. Bu cihetle muvahhidin hayatı hâlinde tevhîdin husûlü [135] hakkında ke-
mâ yenbagî çalıĢılamaz. Ebu Ali Dekkâk (k.s.) demiĢtir: التوحيد عزيم ال يقضى دينو وغزيب
[Onun zâtından baĢka herĢey yok olacaktır]180 Hâlik kelimesi ism-i fâil olarak
zikrinden murâd-ı cemîʻ-i eĢyânın vücûdu onun vücûdunda bu gûn hâlikdir. Bu hâlin
müĢâhedesini ferdâye havâle etmek gâfiller ve mahcûblar hakkındadır. Ve illâ erbâb-
180
Kasas Suresi 28/88.
136
i ilâhî bir tevhîddir ki, vasf-ı noksandan berîdir. Tevhîd-i halâık noksân-ı vücûdları
[136] hasebiyle nâkıstır. ġeyhülislâm (k.s.) Menâzilü’s-Sâirîn adlı kitabında bu iki
beyit ile hatm-i makâl eylemiĢtir.
کانجا ىميشو يادبدست است دامرا عنقاشکار کس نشود دام باز چين
tanıyamadık] 182 ve yine buyurmuĢlardır ki: ان اهلل احجبت عن العقول كما احجبت عن االبصار و ان
[ المالء اال على يطلبونو كما يطلبون انتمAllah Teâlâ gözlerden saklı olduğu gibi, akıllardan da
perdelidir. Mele-i âlâ da onu, sizin talep ettiğiniz gibi talep eder.]
181
Taha Suresi 20/110.
182
Ġsmâil Hakkı Bursevî, Rûhü’l-Beyân, ter. Ömer Faruk Hilmi, Osmanlı Yayınevi, Ġstanbul, III/60.
(Bu hâdisin varlığı tarafımızca mûteber hâdis kitaplarında tesbit edilememiĢtir.)
137
[ ذات اهلل فانكم لم تقدروا قدرهAllah Teâlâ’nın yarattıklarını düĢünün, zâtını düĢünmeyin.
nedir?] diye suâl ettikde Musâ (a.s.) Zât-ı Hakkın künhünü bilmek muhal olduğunu
iĢʽâr ve Hakk Teâlâ’nın sıfâtlarının beyânıyla cevap vererek, Firavun Musâ’nın
cevaba muktedir olmamasını îmâen kavmine olan hitâbesinde Musâ (a.s.)’ı cünûna
nisbet etti. Musâ (a.s.) gayet vâzıh ve rûĢen bir sûretle Cenâb-ı Hakk’ı vasıflarıyla
beyân ederek Firavun’un cünûnuna imâen ve cevâben: [ ان كنتم تعقلونġayet akıl sâhibi
183
Ebu Hamid Huccetülislam Muhammed b. Muhammed Gazzali, İhyâ-i Ulûmu’d-Dîn, ter. Ali
Arslan, Yaylacık Matbaası, Ġstanbul, 1972, c. IV, s. 435. (Bu hâdisin varlığı tarafımızca mûteber hâdis
kitaplarında tesbit edilememiĢtir.)
138
ibâdına tecellî eder. Ġbâdı onu görmeksizin yani tecellî etmeksizin dahî ibâdına
nefsini bildirir.
Birisi dahi onun zâtını Ģuûr-ı tâm ile idrâkdir. Bu da havâssa belki ehass-ı
havâssa mahsûs bir haldir. Hazreti Kerrâr-ı Haydâr buyurur: رأيتو معرفتو فعبدتو لم اعبد ربالم اره
Yani ben Rabbimi gördüm, onu bildim, bildimde ona ibâdet ettim. Ben görmediğim,
bilmediğim perverd-gâra ibâdet etmem.
ġeyh-i Ekber Füsûsü’l-Hikem’in fasl-ı tevhîdinde der ki: ان للحق فى كل خلق ظهورا
خاصا فهو الظاىر في كل مفهوم وىو الباطن عن كل فهمYani Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’nın cemîʽ-i
صد فتنو شود كريكويم بكس وبن طره كو آنجو ميشود ىم ظاىر
[139]
Hakk Celle ve Alâ’yı ne sûretle tasavvur eder isek ol sûret-i tasavvur hicâb
olur.
البتو بصورتى در آيد زاروكو بعقل چون در آيد
nedir? Buyurdular ki: اغنى الصباح عن المصباحyani sabahın ferâğa ihtiyacı yoktur. Zâhir
budur ki Zât-ı Hakk Celle ve Âlâ’nın kemâl-i zuhûri hafâsına sebeb olmuĢtur. الشيء اذا
جاوز حده انعكس الى ضدهyani bir Ģey haddinden tecâvüz ederse, zıddına münakis olur.
184
Ġbrahim Suresi 14/10.
140
böyle olacağı var idi. Kendi vücûdunun pertevî ile bu âlemi olduğu gibi var eyledi ve
varlık sûretinde cümle mükevvinâtı ızhâr ve ibrâz ve âĢikâr eyledi. Yine her anda
yok eder ve var eder. Yokluk ile varlık arasında sunʽını ızhâr eder. Ezel-i âzâlde yok
olan her halde yoktur. Gerekse var sûretinde görünsün, gerekse görünmesin. Ezel-i
âzâlde var olan hemîĢe idi ve bu cümle eĢyâ ile yine var olan yine ol vardır. Mine’l-
ezel ile’l-ebed vardır, birdir. Birliğiyle bu cümleye kâdirdir. Ol Kâdir-i mutlak
kemâl-i kudretiyle kendi vücûd-ı zıllîsini sana ve bana ve zerrât-ı âlemin her
zerresine iʽtâ eyledi. Sen ve ben, senlik ve benlik ile birbirimizden seçilip mümtâz
oluyoruz. Binâenaleyh taʽayyün-i vücûd-ı hayâlî ile her birimiz baĢka baĢka
müteayyin olduk. Muktezâ-yı istiʽdâd-ı ezelîmize göre her birimize kendisine doğru
yol gösterdi.
[ اَ ْع ٰطى ُك َّل َش ْي ٍء َخلْ َقوُ ثُ َّم َى ٰدىRabbimiz her Ģeye hilkatini veren, sonra da doğru yolu
185
Tâhâ Suresi 20/50.
142
TEVHÎD-Ġ EFʽÂL
Maʽlûm ola ki, tevhîd-i ef’âl ile sâlik olan muvahhid-i ârife insandan,
melekten, hayvândan, ve sâireden sâdır olan efʽâli zevken ve vecden fiil-i hâkk bilip
ilim ü irfân ile merâtib-i vücûda riʽâyet edip, âdâb-ı Ģerîati gözetmek lâzımdır. Sâlik-i
muvahhid ibtidâʽ hakâika [143] ârif olmak lazımdır. Hakâyık iki kısmdır. Hakâik-i
ilâhiyye, hakâyık-i kevniyye. Emma hakâyık-i ilâhiyye esmâ-i hüsnâda olur. Meselâ
mertebe-i esmâda er-Rahmân, er-Razzâk gibi isimlerin müsemmâsı hakîkat-i vâhide
olmasıyla beraber her birinin medlûli bi-hasebi’l-mefhûm aharın medlûlüne
muğayirdir. Bi-hasebi’z-zât müteğâyir değil ise inde’l-akl hakâyık-ı mütemâyize
olurlar. Ârif bunların mâ-bihi’l-imtiyâz ve mâ-bihi’l-ittihâdlarını bilip her iki cihete
riâyet ile âdâb-ı Ģerîati gözetir. Hâkâyık-ı kevniyye esmâ-ı eĢyâdadır. Ġnsan, melek,
hayvan, cin gibi bu isimlerin müsemmâsı mertebe-i vâhidiyyetde taayyün-i evvel,
âlem-i ceberût, hakîkat-i muhâmmedîye dahi derler. Müsemmâsı vâhid ise de
vâhidiyyet mertebesinden tenezzül ile her biri kendi mertebesinde taʽayyün
eylemiĢdir. Lâ Ģekk bunlardan her biri kendi muʽayyenesi iʽtibâriyle aharın aynı
olmaz. Belki gayri olur. Hakâyık-ı kevniyyeden her hakîkatin müteayyin olanları
aklen ve hissen sâbit ve mütehakkık olurlar.
Ârif ehl-i Ģuhûd cemîʽ-i hakâyık-ı ilâhiyye ve hâkâyık-ı kevniyyede hakîkat-i
vâhide-i mutlakâyı müĢâhede edip cemîʽ-i efʽâl ve sıfâtı ona nisbet eder ise de, her
birinde inde’l-akl temeyyüz ve inde’l-hiss teʽayyün ile muttasıf olduklarını görüp iĢ
bu temeyyüz ve taʽayyünleri cihetiyle merâtib-i vücûda riâyet eder. KeĢf-i ayân ve
yahut keĢf-i ayâna imân ile bu vahdete kâil olanlardan hatâ ve halel mütesavver
değildir. Hata ve halelin tasavvuru meğer ki münkerde mevcûd olsa bu sûretle
vahdete kâil olanlar elfâz ve ibârât ile murâdlarını edâ etmekte hata ihtimâli vardır.
Zirâ bu nevʽ hakâyık ülfetleri olmadığından [144] tasavvur edilmemiĢ idi. Ve o
meʽânî mevzû’-ı elfâza dahî ârif olmadığından bu mânâları kelimât-ı mecâziyye ile
taʽbir etmek ister. Galebe-i muhabbetde tâmm taʽbirâta riâyet kâbil olmadığından
hatalar zuhûr eder.
Binâenaleyh bu mertebede lâyık ve lâzım olan oldur ki, vahdet-i vücûd takrîr
ve tahzîrinde lisân ve kâlemini hatadan muhâfaza etmeye ziyâde ihtimâm ve iʽtinâ
göstere. Zirâ vahdet-i vücûddan sırf elfâz ile taʽbir kâbil değildir. Elfâz-ı mütekessire
143
zımnında iĢʽârât ile ehline taʽbir edebilmiĢlerdir. Bundandır ki, الحقيقة واحدة والتعينات متعددة
Ve’l-hâsıl aded-i mahsûr ile zikr eyledikleri merâtib-i vücûdun hadd ve hasrı
yokdur gayr-i mütenâhîdir.
Vücûdun vahdeti merâtibin sıhhatiyle maʽlûm oluyor. Merâtibi bilmek
vücûdun vahdetini zevk etmeye mütevakkıftır. Ol zevk muhabbetullâhın semeresidir.
Merâtib-i vücûd ve vücûd-ı vâhidin iʽtibâr ve cihet-i vechleridir. ġemsin eĢîʽası ayn-ı
144
Ģemsden zâid olmadığı gibi bu vechlerde vücûd-ı vâhidden zâid değildir. فَاَيْ نَ َما تُ َولُّوا فَ ثَ َّم
[ َو ْجوُ ال ٰلّ ِوNereye dönerseniz, Allah’ın yüzü oradadır]186 bu makâma iĢârettir. Vücûd-i
dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır] 187 ona îmâdır. Bu halde insanda bulunan vücûh-ı
cehl dahî, vücûd-ı vâhidin vücûhundan bir vecihtir. Ve tâife-i ûlâ ve sâniye vech-i
cehlin muzmahill ve münʽadim olmasına zâhib oldular. Hicâb-ı cehlin izâlesini
talepte bulundular ki, vücûd-ı vâhid vech-i ilmle mütecellâ ola. Vücûh-ı mezkûre
vech-i mahsûs ile teʽayyünde vücûd-ı vâhide muğayir görünür ise de inde’t-tahkîk
vücûd-ı vâhid üzerine zâid değildir. Elhâkk muğâyir gördüklerinden Ģirk-i hafîden
tamâmiyle çıkmadılar.
Maʽlûm olsun ki menhiyyât ol vücûd-ı vâhidin vücûhundan derler ki, vech-i
cehlin zuhûruna sebep olmuĢlardır. Bu vech-i cehl gayret ve gayriyyet artırıyor. Bu
iʽtibâr ile cehl ve gayret ve gayriyyet vücûd-ı vâhidin vech-i kahrıdır. [147]
Binâenaleyh o evâmir-i Ģerîyye vücûd-ı vâhidin vech-i ilmîsidir ki, vech-i gaybiyyeti
artırıyor. Bu iʽtibâr ile ilim ve esbâb-ı ilm ve gaybet vücûd-ı vâhidin vech-i lutf ve
afv ve mağfiretidir. Evvelkisi müstelzim-i mücâzât, ikincisi müstevcib-i mükâfât
oluyor.
186
Bakara Suresi 2/115.
187
Bakara Suresi 2/115.
145
Sâlike lâzım olan bu makâmda vech-i cehl ile mütemessil yahut vech-i ilm ile
mütecellî olduğunu bilmektir. Vech-i cehl ile mütecellî olduğu takdirde zulmânî
midir, nurânî midir?
Vech-i ilm ile mütecellî ise dikkat-i nazar lâzımdır ki, bu nev’i tecellî fiilî
yâhut sıfâtî ve yahut zâtî midir? Bu takdirde beĢ mertebe oluyor. Vech-i cehlin
mertebe-i zulmânîsi ve mertebe-i nûrânîsi, vech-i ilmin mertebe-i fiilî ve mertebe-i
sıfâtî ve mertebe-i zâtî, altıncısı cemîʽ-i vücûhun vücûd-ı vâhidde cemʽiyle ayn-ı
vâhid bilip ve hiçbir Ģeyi zâid görmemektir. Buna mertebe-i cemʽ dediler. Yedincisi
vücûd-ı vâhidin vücûhı vücûd-ı vâhidden zâid olmayıp ayn-ı vâhid bilindiği halde
tefrîk ile ne cemʽ-i tefrîka ne de tefrîk-i cemʽe mâniʽ olmamak üzere taʽyîn etmektir.
Bu makâmâ cemʽü’l-cemʽ ve fark-ı sânî ve fark-ı bâ’de’l-cemʽderler. Evell emirde
bu merâtibi fark edip vücûd-ı vâhide muğâyir bilmemesi fark tesmiye olunduğu gibi.
MürĢid-i ârif ve kâmil ve vâsıl oldur ki, makâm-ı tefrîki makâm-ı cemʽ ile
câmi ola ve sûret-i bâtınîsinde cism-i tefrîk ve cânı cemʻ ola. Ol kimse ukûl-i kâsıra
ve nüfûs-ı nâkısaya kemâlât-ı ilâhiyyeden haber verip irĢâda sâlih ve müsteʽidd olur.
[148]
Cehlin hasâisindendir ki, vücûd-ı vâhidin vahdetini kesret-i mazâhirden
görmeyip mazâhirin kesreti sebebiyle cehlin sâhibi maʽlum-ı hakîkiden mahcûb
kalır. Ġlmin sâhibi kesret-i mazâhirde vahdet-i vücûdu isbât eder. Eʽûzü billahi min
zâlike’l-cehl. [böyle cahillikten Allah’a sığınırım]
Sûret-i bâtıniyyesi ayniyyet ile mütehallî olan ehl-i ilm ve ehl-i tevhîddir. Bu
makâmda âlim misin, câhil misin? Sana bilmek lâzim ise tekavvülâtına ve
tahayyülâtına iʽtibâr etme. Yani makâlâtındaki muhasenâta ve hayâlâtındaki
müstahsenâta ve mekrûhâta nazar etme. Bilki sûret-i bâtınında olan temessülât
gayriyyet ile midir, ayniyyet ile midir dikkat et. Gayriyyet ile ise, câhilsin cemîʽ-i
kitapların mefhûmları hıfzında ise de fi’l-hakîka âlim değilsin. Bâtınında olan
temesülât aynîyyet ile ise ümmî dahî olur isen hakîkatte âlimsin, âlim-i rabbânîsin.
Rabbi zidnî ilmen [Ya Rabbî ilmimi artır] duâsıyla terennüm edesin.
Temessülât-ı bâtınîyye mir’ât-ı kalbinde nefs-ı nâtıka ki, münʽakis ve
münkeĢif olan suver-i maʽânîdir ki, henüz fikirle hayâle ve hâricte lisân ile kâle
gelmezden mukaddem ona nazar olsa gayriyyet ile mi temessüldedir ayniyyet ile mi
tecellîdedir? Gayriyyet ile temessülde ise nefsine muğâyir ve hakkın gayri görünür.
146
VAHDETÜ’L-VÜCÛDUN MUKADDĠMESĠ
Vücûd; mebde-i her hayr ve kemâldir. Adem; menĢe-i her Ģer ve naksdır.
Vücûd tahkîken Vacib-i Teâlâ Celle Sultânühû’ya sâbit ve adem-i mümkin olan mâ-
sivâya nasîb-i hâss olduğundan cemîʽ-i hayr ve kemâl Hakk Teâlâ’ya âid ve mecmû-ı
Ģerr ve naks mümkinâta râciʽdir. Mümkine vücûd isbât etmek ve hayr ve kemâli ona
râciʽ kılmak fi’l-hakîkâ onu Hakk Celle Sultânühû’ya mülkünde Ģeriki isbât etmek
demektir.
Kezâlik mümkine Vâcib-i Teâlâ ġanehûnun aynıdır demek ve sıfât ve efʽâli
Hakk Teâlâ’nın sıfât ve efʽâlinin aynı olduğunu bilmek sû-i edebtir. Hakk Teâlâ’nın
esmâ ve sıfâtında ilhâddır. Kennâs-ı hasîs ki, naks ve hubs-ı zât ile mevsûftur. Mecâli
yoktur ki, menĢe-i hayrât ve kemâlât olan Sultân-ı âzimü’Ģ-ġân’ın aynı olmak üzere
tasavvur ve kendinin sıfâtı ve efʽâl zemîmesini Hâkk Teâlâ’nın sıfât ve efʽâl-i
cemîlesinin aynı olmak üzere tevehhüm eylesin.
Ulema-yı zâhir mümkine vücûd isbât etmiĢ, mümkinin vücûdunu mutlâkın
[151] efrâdından add eylemiĢlerdir. Nihâyet kaziyye-i teĢkîk üzere vâcib-i Teâlâ’nın
vücûdı için evlâ ve akdem demiĢlerdir.
Bu mânâ ise vücûddan neĢ’et eden kemâlât ve fezâilde vâcib-i Teâlâya teĢrik
mümkin-i mûcibdir. Teʽâlallahü an-zâlike ulüvven kebîrâ.[Allah Teâlâ bundan
yüksek ve yücedir]
Hâdis-i kutsîde gelmiĢtir. [ الكبرياء رداءى والعظمة ازارىKibriyâ ve azamet bana
mahsûstur]188 ulemâ-i zâhir bu dakîkadan agâh olsalardı, herkes mümkin için vücûdı
sâbit kılmazlardı. Ol Hazreti Celle ġanühû’ya mahsûs olan hayr ve kemâlde ihtisâs
iʽtibâr eylemezler idi. اخ ْذنَۤا اِ ْن نَسينَاۤ اَ ْو اَ ْخطَاْنَا
ِ [ ربَّنَا َال تُ َؤYarabbi unuttuğum ve yanıldığımız
َ
zaman bizi sorgulama]189 Sufîyye-i kirâm ale’l-husus müteahhirîni mümkini ayn-ı
vâcib bilmiĢler ve sıfât ve efʽâlini Hakk Teâlâ’nın sıfat ve efʽâlinin aynı zann
etmiĢlerdir ki, [ ىمسايو و ىمنشين و ىمره ىمو اوست دردلق كدا و اطلس شو ىمو اوستKomĢu, arkadaĢ,
ve yoldaĢ O’dur. Zavallı, yoksul ve atlaslı Ģâh hep O’dur. Kalabalıkta fark ve tenhâda
cemʽ hep O’dur. Billahi O’dur, sümme billahi O’dur.] teĢrîk-i vücûddan tenezzüh ve
isneyniyetten girîzân olmuĢlar ise de, gayr-ı mevcûda vücûd bulup nâkâise kemâlâttır
188
Ahmed b. Hanbel II/248. Ġbn Mâce, Libas 27.
189
Bakara Suresi 2/286.
148
derler. Hiçbir Ģeyde Ģerâret ve naks zâtî değildir, nisbî ve izâfîdir derler. Semm-i
kâtilin insana nisbetle Ģerâreti vardır ki, hayatı izâle eder ve vücûdunda semm olan
hayvana nisbetle hayat ve tiryâk-ı nâfiʽdir. Bu ekâbirin iĢ bu emrde muktedâları keĢf
ve Ģuhûddur ki, zâhir olduğu mikdâra vâsıl olmuĢlardır. اللهم ارنا الحق حقا وارزقنا اتباعو وارنا
[ الباطل باطال وارزقنا اجتنابوYa Rabbî! Bize hakkı hak olarak göster ve ona uymamızı nasib et
bu intikâĢ çünkü sunʽ-i hüdâvendî Celle Sultânühû iledir ki, itkân-ı tâmm hâsıl
olmâğla vehm ve tahayyülün refʽiyle mürtefiʽ olmuyor ve sevâb ve azâb-ı uhrevî-i
ebedî onun üzerine müretteb oluyor derler. ذي اَتْ َق َن ُك َّل َش ْي ٍء ٰ
ۤ َّصنْ َع اللّ ِو ال
ُ [Her Ģeyi sapasağlam
yapan Allah’ın sanatıdır]190 ona îmâdır. Hâriçte nümâyân olan bu kesret üç kısmdır:
Birincisi, teʽâyyün-i rûhî, ikincisi teʽâyyün-i misâlî, üçüncüsü teʽâyyün-i
cesedîdir ki, Ģehâdete teâlluk eder. Bu teʽâyyünât-ı selâseye teʽâyyünât-ı hâriciyye
derler. Ve mertebe-i imkânda isbât ederler. Tenezzülât-ı hamseye dahi hazarât-ı
hams derler. Çünkü ilimde ve hâricte zât-ı vâcib-i Teâlâdan gayrı ve aynı zât-ı Teâlâ
ve tekâddes olan esmâ ve sıfât-ı vâcibî Celle Sultânühû’dan gayri onların indinde
sâbit olmamıĢtır ve sûret-i ilmiyyeyi ayn-ı zî-sûret bilmiĢlerdir. Zî-sûretin Ģibh ve
misâli bilmemiĢlerdir. Kezâlik zâhir-i vücûd mirâtte nümâyân olan aʽyân-ı sâbitenin
sûret-i münʽakisesini ol aʽyânın aynî tasavvur edip, Ģebîhi olmak üzere tasavvur
eylememiĢlerdir. Nâçâr ittihât ile hükm ederek heme üst demiĢlerdir.
ĠĢte bu vâhdet-i vücûd meselesinde ġeyh-i Ekberin icmâlen mezhebi budur.
Bu ilm ve bunun emsâlidir ki, ġeyh onları hâtemü’l-velâyete mahsûs addedip
Fususü’l-Hikem’inde hâtemü’n-nübüvvet bu ulûmu hâtemü’l-velâyetten aks eder
derler. ġerrâh-ı fusûs onun tevcîhinde tekellüfât göstermiĢlerdir. El-hâsıl ġeyh’den
mukaddem olan tâife-i sûfiyyeden hiç biri bu ulûm [154] ve esrâr ile zebân-güĢâ
olmuĢlardır. Ve bu meseleyi bu nehc üzere beyân etmemiĢlerdir. Galebât-ı sekrde
onlardan tevhîd ve ittihâda dâir sözler zuhûra gelmiĢtir. Ene’l-Hakk ve Sübhânî
demiĢlerdir. Ama vech-i ittihâdî bu sûretde beyân ve izâh eylemiĢlerdir. Ve menĢe-i
tevhîdi bulamamıĢlardır. Binâenaleyh ġeyh bu tâifenin bürhân-ı mütekaddimîni ve
hüccet-i müteahhirîni olmuĢtur. Bununla berâber bu meselede dakâyık-ı kesîre
muhtefî kalmıĢ ve bu bâbda esrâr-ı gâmîzâ menassâ-i zuhûra gelmiĢtir. Ġmâm-ı
Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî ġeyh Ahmed Farûkî-i Serhendî bu dakâik ve esrârın
ızhârına muvaffak olup tahrîr ve tanzîmî ona müyesser olmuĢtur. ْح َّق َو ُى َو يَ ْه ِدي ُ َوال ٰلّوُ يَ ُق
َ ول ال
بيل
َ الس
َّ [Allah doğruyu söyler ve doğru yola O eriĢtirir.]
191
190
Neml Suresi 27/88.
191
Ahzab Suresi 33/4.
150
[ بالوسع المجهول الكيفيوÇünkü O, keyffiyeti bilinmeyen bir ihâta ile ihâtâ edendir.] Bizim
192
ġurâ Suresi 42/11.
151
Vücûd-ı mümkin vücûdda ve hâriçte onun sâir sıfâtı gibi hazret-i vücûddan ve onun
kemâlât-ı tâbiâsından bir pertevdir. Meselâ ilm-i mümkin ilm-i vâcib-i Teâlâ ve
Tekâddes’den bir pertev ve ondan bir zılldir ki, kendi mukâbilinde [156] münakis
olmuĢtur ve kudret-i mümkin dahî bir zılldir ki, onun mukâbili olan aczde münakis
olmuĢtur. Kezâlik vücûd-ı mümkin hazreti vücûddan bir zılldir ki, kendi mukâbili
olan merâtib-i ademde münakis olmuĢtur.
نودادی ىمو چيز من چيزتست نياوردم ازخانو چيزی نخست
193
Nisa Suresi 4/79.
153
hakâyık-ı mümkinâtta dâhil olur. Buna binâen bu tâhkîk ile o kâvlin arasında fark
nedir? Cevâb: Bu itibâr ile berzah demiĢtir ki, suver-i ilmiyyenin iki yüzü yani iki
vechî vardır. Bir yüzü vücûd cânibinedir ve sübût-ı ilmî vâsıtasıyladır. Ve biri dâhi
adem cânibinedir ve adem-i hâricî vâsıtasıyladır. Zirâ onun indinde aʽyân, vücûd-ı
hâricî râyihâsını Ģemm etmemiĢdir ve o tahkîkte münderic olan adem hakîkât-i diğer
sâhibidir ki, kezâlik bâzı ekâbirin ibârâtında [159] dahî mümkin üzere adem ıtlâk
olunmuĢtur. Ondan murâdları mâʽdûm-ı hâricîdir, ve illâ bâlâdâ tahkîk olunan adem
değildir. Ġlimde taʽazzul ve temeyyüz bulup merâyâ-yı ademâtta münʽakis olup sânî-i
mümkinât olan esmâ ve sıfâtın Hakk Teâlâ verâü’l-verâsıdır. Cenâb-ı Hakk Azze,
bürhânühûnün âleme hiçbir vecihle münâsebeti yoktur. Ġnnallahe le-ğaniyyün ani’l-
âlemîn.[Allah alemlerden müstağnîdir.]
Hazret-i Ġmâm’ın bu mesele hakkında son kelâmları aynen budur. Hakk
Sübhânehû ve Teâlâyı âleme müttehid ve âlemin aynıdır bilmek bu fâkîre ziyâde
girân geliyor.
آن ايشاتند ومنچنينم يارب
III. BÖLÜM
ER-RĠYAZÜ’T-TASAVVUFĠYYE’DEKĠ TASAVVUFĠ
KONULARIN TAHLĠLĠ
156
194
Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 23.
195
Sühreverdî, Gerçek Tasavvuf, Çev. Dilaver Selvi, Semerkand Yay., Ġstanbul, 2007, s. 76.
196
Hucvirî, Hakîkat Bilgisi, Çev. : Süleyman Uludağ, Dergâh Yay., Ġstanbul, 1982, s. 125.
197
Sühreverdî, a. g. e. , a. y.
198
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 14.
157
199
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, a. y.
200
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 15.
201
Hülya Küçük, Tasavvuf Tarihine Giriş, Nükte Kitap, Konya, 2004, s. 67.
202
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 16.
158
arada tutan bir ilimdir. Zâhir ve bâtın amellerin birbirinden ayrı düĢünülemeyeceği
gibi, bâtınî ilminde varlığı hiçe sayılamaz.207
Tasavvufun konusu olan bâtınî ilmi Efendimiz (s.a.v.) “ihsan” olarak
nitelemiĢtir. Ġhsânı “Allah’ı görür gibi ibâdet etmek” olarak tanımlandıran Hz.
Peygamber, burada aslında ibâdette öz ile Ģekil arasında bir bağ kurmaktadır. Bu bağ
bize dinin görünmeyen öz boyutu ile yaĢanan Ģekil boyutu kadar önem arz ettiğini
göstermektedir.208
Abdülhakim Arvâsî Hz. Peygamber’den bu zâhirî ve bâtınî ilimlerin kaldığını
söylemiĢtir. Zâhirî ilimler Hz. Peygamber’den bize kadar ulaĢan Kuran, tefsir, itikâd
v.b. gibi ilimler ile dünyevî ilimlerdir. Bâtınî ilim ise; gayb âleminde Hz.
Peygamber’in ruhuna vâsıtasız Ģekilde Allah tarafından vahyolunana ilimdir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’e verilen bu ilimden bir parça da velilik makâmında
bulunanların nasibdâr olduğunu bildiren Abdülhakim Arvâsî, bunun sebebi olarak da
veliliğin nübüvvetten müsmer olduğunu söylemiĢtir. Ona göre bir ilmin
mertebesindeki yücelik o ilmin konusu ile paralellik arzeder. Bu bağlamda konusu
Allah Teâlâ olan tasavvuf ilmî diğer zâhirî ilimlerden daha yücedir.
Tasavvuf ilminin diğer ilimlerden yüce olduğunu söyleyen Abdülhakim
Arvâsî, kiĢiye bâtınî ilimleri öğreten üstâdının anne ve babasından bile üstün
olduğunu bildirir. Çünk anne ve babası kiĢinin dünyaya gelmesine sebebtir. Ama
bâtınî ilimlerin hocası o kiĢinin ebedî hayatını imâr eden bir vesîledir. 209
B. TASAVVUFÎ ISTILAHLAR
207
Ebû Nasr Serrâc et-Tûsi, El-lum’a (İslam Tasavvufu), Ter. , H. Kâmil Yılmaz, Altınoluk Yay.,
Ġstanbul, 1996, s. 23.
208
Dilaver Gürer, Düşünce ve Kültürde Tasavvuf, Ensar NeĢ., Ġstanbul, 2007, s. 33-34.
209
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 25-26.
160
Tasavvufun sistemli bir yol halini aldığı dönemlerden beri bu yola giren
kimseler için çeĢitli isimler kullanılmıĢtır. Bu isimler kiĢilerin durum ve hâllerine
bağlı olarak farklılık oluĢturmuĢtur.
Abdülhakim Arvâsî bu baĢlık altında mutasavvıfların belirli tabakalara
ayrıldığını anlatmıĢ ve bu tabakalarda yer alan guruplara verilen isimleri izâh
etmiĢtir.
Ġmam Sühreverdî’nin Avârif isimli eserinde mutasavvıfları üç tabakada
incelemiĢtir. Bu tabakaların ilki için tabâkât-ı ülyâ denilmiĢtir ki; bu tabakada
161
210
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 115.
211
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 116.
212
Uludağ, Tasavvufî Terimler Sözlüğü, s. 389.
213
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s.
214
Uludağ, a. g. e. , s. 131.
162
tâifesinden üstün olduğu yönü olarak ise, onların her türlü hâl ve makâmlardan
kendisini sıyrılmıĢ görmesine karĢın, sûfi tâifesi makâm ve hâllerle bir mertebe
sahibi olmaktadırlar.215
Hâdim hizmet eden demektir. Tasavvufta sûfî olmadığı halde tekke ehline
hizmet eden kimseler için kullanılmıĢtır. Hizmet etmenin sevabındaki yücelik
sebebiyle çoğu zaman hâdimlerle Ģeyhler eĢit sayılmıĢtır. 216 Ancak Abdülhakim
Arvâsî’ye göre bu eĢitliği bozan önemli bir sebep vardır. O da huddâmın amacının
sevap kazanmak olmasına karĢın, Ģeyhlerin muradları kurb-ı ilâhîdir. 217
Âbid ise ibâdet ve amel eden, tâatte bulunarak cehennemden kurtulmaya ve
cennete muttalî olmaya çalıĢan kimsedir. 218 Arvâsî’ye göre bu tâifenin sûfilerden
ayrılmasının en önemli sebebi, bu kimselerin ibâdet yapmalarının yanı sıra dünya
hayatından da uzak kalmayabilir olmalarıdır. Çünkü âbid olan kimse hem ibâdet
yapıp hem de dünyalık kazanç getiren bir iĢ sahibi olabilir. Ancak sûfîlerin dünyaya
rağbetleri yoktur.219
Abdülhakim Arvâsî bu tâifelerin dıĢında bir de meczulardan bahseder.
Meczubların tasavvufi hâllerinden bahseden Arvâsî onların yalnız bir yönü üzerinde
durmuĢtur. Ona göre meczub olan kiĢi fenâ makâmında bir takım parıltılar gibi bu
makâma dâir görüntülere vâsıl olur. Bu sâyede beĢerî hâllerinden o an için sıyrılır.
Ancak daha sonra bu hâl kendisinden uzaklaĢtığı vakit yine eski beĢerî hâllerîyle
vasıflanır.220
Meczublar ile ilgili kaynaklarda bahsedilenler bununla sınırlı değildir.
Meczun kelime olarak cezbeli, deli, dîvâne anlamlarıa gelir. 221 Meczub olan kimse
tasavvuf ehlinin mücâhede ile elde ettiği makâmları çilesiz perdenin kendisi için
açılması ile elde eder. Meczub olan kimse kendisinde bu cezbe hâli oluĢtuğu vakit
dîne muğâyir sözler sarfedebilir. Böyle hâllerde onlar aklî melekelerden uzak
kalmaları sebebiyle mükellef sayılmazlar. 222 Meczublar kendilerine açılan bu sır
215
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 118-119.
216
Uludağ,a. g. e. , s. 152.
217
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 119.
218
Uludağ, a. g. e. , s. 20.
219
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 119.
220
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 121.
221
(Komisyon), Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet ĠĢl. BĢk. Yay., Ankara, 2007, s. 414.
222
Uludağ a. g. e. , s. 240.
163
perdeleriyle elde ettikleri makâmları daha sonra seyr-i sülûk ile temkine bağlarlar.
Çünkü onlar Hakk’ın kendi tarafına çektiği âĢıklarıdır.223
D. EVLĠYÂNIN ÇEġĠTLERĠ
223
Yılmaz, İslâm Tasavvufu, s. 492.
224
Uludağ, a. g. e. , s. 130.
225
Gürer, Mecâlis-i Sebʽa’dan Seçmeler, Rûmî Yay., Konya, 2007, s. 81.
164
değillerdir. Çünkü onların içlerinde Allah tarafından bir muhabbet ateĢi yakılmıĢ ve
bundan dolayı nerede olduklarını ve ne yaptıklarını bilmezler. 226
Abdülhakim Arvâsî bu üç tabakada yer alan velîlerin sayısını her zamn da
dört bin olarak bildirmiĢtir. Onlar ile Allah Teâlâ risâleti kıyamete kadar bâkî
kılmaktadır.
Velîlerin kendilerinin velî olduklarını bilip bilmemeleri meselesinde iki farklı
görüĢ vardır. Bu kiĢilerin velîliklerini bilmesinin kendilerindeki Allah’tan korku
hâlini yok edeceği düĢüncesinden dolayı câiz olmadığını söyleyenlerin yanı sıra,
bunun böyle bir sorun oluĢturmayacağı fikriyle buna câiz diyenlerde olmuĢtur. 227
Abdülhakim Arvâsî’nin velîlerin bâtın hallerinin kendilerinden gizli olduğunu
söylemesi onun birinci görüĢle aynı noktada birleĢtiğinin göstergesi olmuĢtur.
Ferûdiddin Attar’dan rivâyetle evliyâdan Üveysî olarak bilinen bir gruptan
bahseden Abdülhakim Arvâsî, bunları Resûlullah (s.a.v.)’in bulundukları yerde
vâsıtasız terbiye ettiğini bildirir.228 Üveysîlik Veysel Karânî ile ilintili olarak bu ismi
almıĢtır. Bütün tarîkatler üveysîliğin varlığına inanırlar. Ancak bunun yanında sağ bir
mürĢide bağlanmayı efdal görürler.229
Evlayânın çeĢitlerinden biri de abdâllardır. Bunlarla ilgili olarak Hz.
Peygamber’den vârid olmuĢ hadislere yer veren Arvâsî, bunların sayısının kırk erkek
ve kırk kadın olduğunu bildirmiĢtir. Bunların otuz erkeğin kalplerinin Ġbrâhim
(a.s.)’ın kalbî üzerine olduğunu bildiren hâdis-i Ģerîfi naklettikten sonra kalan on
erkek ile kırk kadının kalplerinin diğer peygamberlerin kalpleri üzerinde olduğunu
söylemiĢtir.
Abdallarla ilgili olarak tasavvuf kaynaklarında birçok vasıf sayılmıĢtır. Bu
kimselerin en çok bahsedilen özellikleri, ölmeyecek kadar yemeleri, tâkat verecek
kadar uyumaları ve zaruret olmadıkça konuĢmamalarıdır. 230
Bunlara abdal denilmesinin sebebini Ġmam Sühreverdî bu kimselerin kötü
ahlâklarını iyi ahlâka çevirmeleri olarak bildirmiĢtir. 231 Ancak Abdülhakim
226
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 122-124.
227
Abdülkerim KuĢeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, Semerkand Yay., Ġstanbul, 2009, s. 644.
228
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 126.
229
Uludağ, a. g. e. , s. 369.
230
Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 196.
231
Sühreverdî, a. g. e. , s. 300.
165
Sözlükte bir Ģeyin tek olduğuna hükmetmek ve onun böyle olduğunu bilmek
anlamına gelen tevhid, ıstılâhta Allah’ın zâtını bütün tasavvurlardan soyutlamaktır. 235
Allah tarafından gönderilen peygamberlerin insanlara ilk dâveti tevhid inancı
olmuĢtur. Kulun Rabbini tevhid etmesinden önce Allah Teâlâ tevhîdi üç kısmda var
etmiĢtir. Bunlardan birincisi Hakk Teâlâ’nın kendisinin bir olduğunu bilmesi ve bunu
kullarına bildirmesidir. Ġkincisi kulu için tevhîd inancını yaratmasıdır. Üçüncüsü ise,
halkın Allah Teâlâ’yı tevhîd etmesidir. 236
Abdülhakim Arvâsî tevhîdin dört mertebesi olduğunu söylemiĢtir. Bunlar
tevhîd-i imânî, tevhîd-i ilmî, tevhîd-i hâlî ve tevhîd-i ilâhîdir.
Tevhîd-i imânî Allah Teâlâ’nın varlığını ve birliğini ayet ve haberler ıĢığında
kalben tasdik edip bunu dil ile ikrâr etmek olduğunu söyleyen Arvâsî, bu tevhîdin
232
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 128.
233
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 129.
234
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 131.
235
(Komisyon), Dini Kavramlar Sözlüğü, s. 660.
236
KuĢeyrî, a. g. e. , s. 560.
166
kiĢiyi açık Ģirkten kurtardığını bildirmiĢtir. Bu Allah Teâlâ’nın yarattığı tevhîdin son
hâli olan halkın O’nu tevhid etmesidir.
Tevhîd-i ilmî tasavvuf yoluna yeni girmiĢ olan sûfîler için olan tevhîddir. Bu
ancak bâtınî ilimle elde edilebilir diyen Abdülhakim Arvâsî, bu tevhîde ulaĢan
kiĢinin yeryüzünde gördüğü her sıfatı Allah’ın sıfatlarından bileceğini söylemiĢtir.
Ayrıca tevhîd-i ilmîye sahip olan kiĢinin bununla gizli Ģirkten tam mânâsıyla
kurtulamayacağını da bildirmiĢtir.
Tevhîd-i hâlî ise, tasavvuf yolunda gayret sarfeden kimsenin bu sayede zâtınâ
ait olan insânî hâllerden sıyrılıp, bunların hepsinin tevhid nurunun altında eridiğini
hissetmesidir. Arvâsî tevhîd-i hâlînin sahibini gizli Ģirk korkusundan büsbütün
kurtardığını söyler.
Tevhîd-i ilâhî ise, Allah Teâlâ’nın ezelde kendi vâhdaniyetini baĢka biri
tevhîd etmeden bildiği gibi tevhîd etmektir. Bu tevhîd kulların tevhîdinden çok daha
üsttedir. Çünkü insanların varlığındaki tabîi hallerden dolayı Allah’ı tam olarak
tevhîd etmeleri düĢünülemez. 237
Abdülhakim Arvâsî tevhîdin mertebelerinden bahsettikten sonra Allah’ın
zâtının görünmemesi ve düĢünülmemesi üzerinde durmuĢtur. Ona göre Hakk
Teâlâ’nın bilinmesi onun zâtının müĢâhede edilmesiyle değil, yarattıkları üzerindeki
nûrunun zuhûruyla bilinir. Bu da iki Ģekilde olur. Birincisi Allah’ın kendisini
insanlara idrâk ettirmesiyle olur. Ġkincisi ise, O’nun zâtının tam Ģuur ile idrâk
edilmesidir. Yâni Allah’ı görmek ya da bu seviyede onu müĢâhede etmektir. Bu
sadece Hz. Peygamber (s.a.v.) gibi seçkin kimselere bahĢedilmiĢtir. 238
F. VAHDET-Ġ VÜCÛD
237
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 132-134.
238
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 135.
239
Yılmaz, İslâm Tasavvufu, s. 537.
167
literatüründe fazlaca tartıĢılmasının nedeni Allah Teâlâ’ya ulaĢma gayreti içinde olan
sâlikin, sonradan yaratılmıĢ olması ile Rabbine ulaĢıp ulaĢamayacağı endiĢesidir 240.
Ġlk dönem sûfilerinden bir çok kimse vahdet-i vücûd olarak sonradan
isimlendirilecek olan varlığın vahdâniyeti düĢüncesine sahip olmuĢlardır. Bu
düĢünceye ulaĢanlar bunu bir felsefî doktrin olarak ortaya koyarak elde
etmemiĢlerdir. Bilakis tasavvuftaki mücâhede ve seyr ü sülûkleri sonucunda bu fikre
hâkim olmuĢlardır.243
Bâyezid-i Bestâmî, Hallac-ı Mansur gibi ilk dönemde yaĢamıĢ bazı sûfiler,
kendi iç dünyalarında yaĢamıĢ oldukları bu düĢünceleri açığa vurmak istemiĢler,
ancak yaĢadıkları yoğun cezbe hâlleri bu durumu ifâde etmekte kendileri için bir
engel olmuĢtur. Onların kendi benliklerinin varlığının olmadığı, aslında var olanın
yaratıcının bir yansıması olduğu fikri, lisânlarında çok farklı tezahür etmiĢtir.
Söyledikleri “Ene’-Hakk, kendimi tesbih ve tenzih ederin” Ģeklindeki sözleri birçok
insan tarafından küfür olarak addedilmiĢtir. 244
240
Hülya Küçük, Tasavvufa Giriş, Dem Yay., Ġstanbul, 2011, s. 41.
241
Uludağ, a. g. e. , s. 371.
242
Yılmaz, İslâm Tasavvufu, s. 538.
243
Yılmaz, İslâm Tasavvufu, a. y.
244
Sühreverdî, a. g. e. , s. 99.
168
nasıl uyduğunu, ilâhî Ģerîatı nasıl muhafaza ettiğini ve dinin edeplerini nasıl yerine
getirdiğini görmeden bu hallerine itibar etmeyin” demiĢtir. ġeriatı ön planda tutan bu
kimselerin bilinen bu özelliklerine bakılarak onların Ģeriata muğâyir görünen
sözlerine bakılıp küfürle addetmek doğru görülmemiĢtir. Bilakis onların bu
davranıĢlarının asıl sebebi bulundukları mânevi hâllere bağlı olarak bu sözleri
bizâtihi Allah Teâlâ’dan iĢitmiĢ olmalarıdır. 245
Bu konuda diğer bir görüĢ ise; Hallac-ı Mansur gibilerin “lâ ilâhe illallah”
zikrini fazlaca yapmıĢ olmaları ve bunun sonucunda bu zikrin kalbinden rûhuna
ulaĢtığıdır. Allah Teâlâ’nın ismi o ve onun gibi olanların rûhuna ulaĢınca bu kimseler
dünya ve dünyanın içindekilerini ve dahi kendi isimlerini bile unuttular.
Bulundukları aĢk âlemi onları beĢerî âlemden soyutlamıĢtır. Bu yüzden bu kimseler
kendi benlikleri ile ilgili olan suâllere hep Allah Teâla’nın sıfatlarıyla cevap
vermiĢleridir. 246
245
Sühreverdî, a. g. e. , a. y.
246
EĢrefoğlu Rumî, Müzekki’n-Nüfûs, Haz. Ahmet Kasım Fidan, Semerkand Yay., Ġstanbul, 2011, s.
418.
169
Ġbn Arâbî aleyhinde konuĢan insanların genel kanaati onun vahdet-i vücûd
düĢüncesi ile Ģeriât çizgisinden saptığıdır. Ancak bu düĢünce Ġbn Arâbî hakkında bir
yyanılgıdan ibârettir. Çünkü Ġbn Arâbi manevî derece uygulama ve idrâk
derecelerinin dört olduğunu ve bunların; Ģeriât, tarikat, hakîkat ve mârifet olduklarını
bildirmiĢtir. Ona göre bu idrâk derecelerinin her biri bir öncesinin üzerine binâ edilir.
Yani mârifetullaha ulaĢma kaygısında olan bir sâlik, ilk önce Ģeriât ilmiyle muttalî
olması gerekir. Bu düĢüncede olan bir kimsenin Ģeriâta muğâyir davranması
düĢünülemez.248
247
Ġsmail Fenni Ertuğrul, Vahdet-i Vücud ve İbn Arabî, Haz. : Mustafa Kara, Ġnsan Yay., Ġstanbul,
1991. s. 3-4.
248
Robert Frager, Kalp Nefs ve Ruh, Çev. Ġbrahim Kapaklıkaya, Gelenek Yay., Ġstanbul, 2005, s. 14
249
Panteizm: Ġlk defa 18. Yüzyılda Ġrlandalı J. Toland tarafından kullanılmıĢtır. Bu anlayıĢ, Allah ile
âlemi bir ve aynı, O’nu âlemin yegane cevheri sayan felsefî bir meslektir. Tanrı ile âlemin ontolojik
170
özdeĢliği temeline dayanan bir görüĢtür. Bu düĢüncenin tanınmıĢ simalarından biri de Spinoza’dır.
Süleyman Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, Akçağ Yay., Ankara 1990, s. 201-202.
250
Ertuğrul, ag. e. s. 62-70.
251
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 140-142.
171
1. Varlığı mutlak olan vücûdun yanısıra kendilerinde de bir vücûd var edip,
sonra bu vücûdu yok etmek için uğraĢanlar.
3. Bu kısm insanlar ise vücûdu “her Ģey onun bir vücûdunun vechindendir”
diye bilenlerdir. Bu gruplardan ilk ikisi bu görüĢleri sebebiyle gizli Ģirke düĢmek
durumuyla karĢılaĢabilirler. Çünkü bunlar son kısmdakiler gibi vücûdun vecih
mertebesinden uzak kalmıĢlarıdr. Bunlar insanda var olan cehâlet yüzünü de bu
bağlamda yok saymıĢlardır. Çünkü onlar vahdet-i vüudu cehalet perdesinden uzak
kalıp ilim perdesiyle zuhur etsin istemiĢlerdir. Abdülhâkim Arvâsî bu düĢüncelerinin
bir vücûda uymadığı fikri kalplerini kaplaması sonucu bu iki grubun gizli Ģirkten tam
anlamıyla kurtulamadığını bildirmiĢtir.253
Bu sözlerin ardından Abdülhâkim Arvâsî vahdet-i vücûd fikrinin savunucusu
olan Muhyiddin b. Arabî ve onun savunucularının fikrini izah etmiĢtir.
Ġbn Arabî’ye göre Allah Teâlâ’nın vücûdu ile onun esmâ ve sıfatlarının ayrı
olmadığını bildirmiĢ ve Hakk Teâlâ’nın esmâ ve sıfatlarının aynaya düĢen bir
görüntü gibi olduğunu bildirmiĢtir. Nasıl ki aynada var olan görüntü bir tevehhüm
mesâbesinde ise Allah Teâlâ’nın sıfatlarıda onun zâtından gayrı değildir. Bizâtihî
onun vücûdu ile birdir.
252
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 143-144.
253
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 145-147.
172
Ġbn Arâbî’ye göre kesret ile vahidiyyet arasındaki farkı anlamakta akıl
yetersiz kalır ve aklın bir güç gösterisi olan muhâkeme yeteneği de bu durum
karĢısında acizdir. Ona göre bu durumu ancak gerçek arifler fark edebilir. 254
Abdülhâkim Arvâsî Ġbn Arabî’nin bu konuda bu ilmin evlîyaların
sonuncusuna mahsûs kılması ve Hz. Peygamber’in de bu ilmi o son evlîyâdan alacağı
fikri olan Hatmü’l-Evliyâ fikrini birçok âlimin açılamakta zorlandığını bildirmiĢtir.
Bu beyânından Abdülhâkim Arvâsî’nin de bu konuda Ġbn Arabî ile aynı fikri
taĢımadığı kanaati hasıl olmaktadır. Ancak vahdet-i vücûd meselesini Ġbn Arabî’den
önce iç dünyalarında yaĢıyor olmalarına karĢın kimsenin izâh edememesi ve konuyla
ilgili fikirlerinin kendisinden sonraki insanlara bir hüccet olması sebebiye
Abdülhâkim Arvâsî taĢıdığı bu fikri açıkça izhâr etmemiĢtir.255
Bu açıklamalardan sonra konun eksik kalmıĢ önemli noktalarını Ġmâm-ı
Rabbânî’nin izâh ettiğini bildirmiĢ ve meseleyi onun fikirlerini beyan ederek
sonlandırmıĢtır.
Ġmâm-ı Rabbânî’ye göre Allah Teâlâ kendisine var olan sıfat ve esmâsının
zıtları olan ademâtıda yine o sıfatlar ile birlikte vâr etmiĢtir. Hakk Teâlâ murad ettiği
vakit bu sıfatları ve onların zıtlarını pir parıltı gibi zıllî olarak hariçte vâr eder.
Ġnsanın ilmi Allah’ın ilminden bir pertev iken cehâletide bu ilme bağlı olarak ilim
sıfatının münakisidir.
Burada en önemli durum bir Ģeyin zıllî yani görüntüsü o Ģeyle aynı olmadığı
fikridir. Çünkü bu düĢünce Ġbn Arabî’nin vücûdun vahdeti anlayıĢıyla ayrılmaktadır.
Abdülhâkim Arvâsî bu konuda Ġmam-ı Rabbâni’nin orta hak yol sahibi olduğu
fikrindedir. Çünkü Ġbn Arabî’nin vücûdun zıllinin vücûddan ayrı olmadığı fikrine
karĢılık hâriçte bir vücûdun varlığını izâh edemediği kanaatine sahiptir. 256
254
Toshihiko Ġzutsu, İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar, Çev. Ahmet Yüksel Özemre,
Kaknüs Yay., Ġstanbul, 2005, s. 125.
255
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 148-150.
256
Arvâsî, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye, s. 154-159.
173
SONUÇ
Abdülhâkim Arvâsî 19.yy’ın sonu ile 20.yy’ın baĢı olan yıllarda yaĢamıĢ
mutasavvıf bir âlimdir. Van’ın BaĢkale ilçesinde doğan Abdülhâkim Arvâsî ilimle
meĢgul olan bir âileye müntesip olması bakımından ilme yönlenmiĢtir. Doğum yeri
olan Arvas’ın ilk kurulduğu günlerden beri tasavvuf ve tekke hayatıyla iç içe olması
onun tasavvuf yoluna girmesi hususunda adetâ bir rehberi olmuĢtur.
SavaĢ yılları onun için meĢakkatler getirmiĢ olmasına karĢın onu Ġstanbul’a
sürüklemesi sebebiyle bu yıllar tasavvuf kültüründe yer etmesi bakından iyi sonuçlar
da doğurmuĢtur. Kanaatimizce savaĢın hüküm sürdüğü, Anadolu ile bağları günden
gne kopmakta olan Ġstanbul’un BaĢkale’de bir müderris olan Abdülhâkim Arvâsî’yi
tanıması çok zor bir durum olacaktı. Bu bağlamda günümüz insanı için Abdülhâkim
Arvâsî’nin tanınması çok da önem arz etmeyecekti. Ancak görüyoruz ki Abdülhâkim
Arvâsî Ġstanbul’a gelmesi ile birlikte kendini ilim çevresinin içerisinde bulmuĢ, hatta
dönemin en mühim öğretim mekanlarından olan Süleymaniye Medresesi’nde ders
okutmakta görevlendirilmiĢtir.
BĠBLĠYOGRAFYA
Ak, Suat, Sistem Karşısında Gerçek Muhalefet, Rasyo Yay., Ġstanbul, 2009.
Armaoğlu, Fahir, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi , TTK Yay., Ankara, 1997.
---------,Abdülhakim, Er-Riyâzü’t-Tasavvufiyye.
Dikici, Ali, “Milli ġef Ġsmet Ġnönü Dönemi Lâiklik Uygulamaları” Ankara
Üniversitesi Türk İnkilâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, sayı: 42, Ankara,
2008.
177
Ebû Nasr Serrâc et-Tûsi, El-lumʽa (İslam Tasavvufu), Ter. H.Kâmil Yılmaz,
Altınoluk Yay., Ġstanbul, 1996.
Ertuğrul, Ġsmail Fenni, Vahdet-i Vücud ve İbn Arabî, Haz.: Mustafa Kara,
Ġnsan Yay., Ġstanbul, 1991.
Frager, Robert, Kalp Nefs ve Ruh, Çev. Ġbrahim Kapaklıkaya, Gelenek Yay. ,
Ġstanbul, 2005.
(Komisyon), Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet ĠĢl. BĢk. Yay., Ankara, 2007.
Yücel, Hür Mamut, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (19.yy), Ġnsan Yay., 2004,
Ġstanbul.
ARġĠV BELGELERĠ