Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 9

Mimarlık Tarihi 2

Zamanın derinliklerine indikçe, İstan- bul tarihinin fiziksel bir gerçekten çok, bir efsane olduğu ortaya çıkar. Bizantion kenti yalnızca
antik metinlerde yaşar; Me- gara kolonisiyle ilgili toplanan bilgiler bir- kaç sayfayı geçmez. Tarihini anlatmaya çalışırken, belirsiz
tanımlara dayanmak zorunda kalırız. Geç Roma, Roma sonrası ya da ilk-Bizans Konstantinopolis'i de, epik bir destan ve bugünkü
İstanbul'un altındaki temel duvarlarından oluşur, ama Roma çağının özelliği olan anıtsallık ve tasarım cesareti, kent surlarında ve
Aya- sofya'da yeterince kendini gösterir. Bu bağlamda, tarihçilerin en sadık yardımcısı, düş gücü gibi görünmektedir. Ortaçağ
Konstantinopolis'ine ait veriler daha çok- tur, ama burada da kentin fiziksel tarihi- nin büyük bölümü yoruma açıktır. Bun- dan ötürü,
yazılı kaynaklar, somut tarihsel gerçeklerin yerini almak zorundadır. Türk dönemi daha çok bilgi, daha çok sanat ürünü ve daha çok
imge sunar. Ancak önemli anıtların dışında, bir kentsel tarih- çi için gerekli olan görsel malzemeden yoksundur. 16. ve 17. yüzyıl
İstanbul'unu yeniden kurgulama olasılığı zayıftır. Gez- gin Avrupalı ressamların desen ve tabloları

sayesinde kenti somut olarak görselleştire- bilmemize yardımcı olacak veriler, 17. yüzyılın ikinci yarısından sonrasına ışık tutar.
Bugün tarihsel kentten yüz kez daha büyük, 10 milyon nüfuslu bir megapol içine hapsolan İstanbul'un anıtsal mirası, sayıca etkileyici boyutlarda
olmakla birlik- te çok sınırlı bir alanı kapsamaktadır. Do- layısıyla İstanbul'un kentsel tarihinden söz etmek, yorumun tehlikelerini de berabe-
rinde getirir. Ancak, kentsel tarihçinin gö- revi kentin tarihiyle uyum içinde gibi gö- rünür, çünkü İstanbul gibi ünlü kentler, insanların
belleklerinde gerçek olgulardan çok, imgeler olarak yaşarlar. Çağdaş İstan- bullular için bile kent, fiziksel bir varlık ol- maktan öte bir imgedir.
Onun için bu kentte efsaneler ve imgeler, gerçekler ka- dar gerçektir.
Bu kitapta izlenen yöntem ya da karşı- yöntemle ilgili birkaç söz söylemek de yerinde olur. Bir durumu ya da süreci, bir olguyu ya da
fiziksel varlığı tanımlar- ken ve anlatırken, olabildiğince kusursuz olmasına özen gösterilir. Fakat İstan- bul'un kentsel tarihini
yazarken kusursuz bir anlatıma erişilebileceğini söylemek

abartılıdır. İstanbul'un tarihsel yoğunlu- ğu, coğrafyanın, politikanın ve kültürün etkileşimiyle dokunmuştur. Araştırmacıya olduğu
kadar bir öykücüye de onu anla- tacak geniş bir seçenek yelpazesi sunar. Ancak insan Pagan Roma, Hıristiyan Bi- zans ve
Müslüman Osmanlı başkentinin tarihini anlatabilmek için ne düzeyde bir anlama yetisine, hangi kültürel seçenekle- re ve ne tür
duyarlıklara seslenmelidir? İnsanların belleklerinde ve düşlerinde kentler, tarihsel konumlarını, kendine özgü kültürel bir eleme
yoluyla kazanan fatihlerin, hükümdarların, sanatçıların, anıtların ve büyük tarihsel olayların adla- rıyla yaşarlar. Bazan karmaşık bir
dizi ilgi- siz ad, bilinmeyen ortaçağ ya da Röne- sans kent görünümleri gibi, net olmasa da eşsiz bir imge uyandırır. Anlatılara
yansıyanlar tarihsel, gerçekler değil, çoğu kez çarpıtılmış imgelerdir. Bilim adamları bile tarihi, bir türkü ya da halk ezgisi gibi
hatırlarlar.
Osmanlı İmparatorluğu'nun son dö- neminde yaşayan Türk şair Tevfik Fikret İstanbul'u "bin kocadan arta kalan bakir dul" diye
tanımlar. Bu imge İstanbul'a çok uygundur. Gerçekten de Boğaz üze- rindeki bu kent, binyıllık bir çöküşe kar- şın, hâlâ bazı
köşelerde, bazı saatlerde bir genç kızın güzelliğini korumaktadır. Kar- maşık modern gelişmeler bu niteliği bütü- nüyle bozmuş
olabilir, fakat insan, her elli metrede geçmişin bir izi ile karşılaşabiliyor ya da doğal güzelliklerinden birini yakala- yabiliyor, ya da her
köşeyi döndüğünde karşısına ilginç ve zarif bir anıt çıkıyorsa, yüzyıllar boyu artarak süren bütün bozul- malara rağmen, hâlâ, eski
bir kitapçı dük- kânında duyulan bir zevki tadabilir.
Kent tarihçiliği, yalnızca birkaç uzma- nın yararlanabileceği el altındaki verilerle sayfalar doldurmak değildir. Kentsel tarih,
düşünceler ve tasarılarla, öykülerle, insa- nın hırsları ve zayıflığı ve günlük yaşamın gerçeğiyle değişen bir yapılı çevre imgesini
yansıtmak ve belki kentsel yaşamla bireysel
yaşamın göreli uzunluğunu, tarihin deği- şen yaşam üsluplarını ve ruh durumlarını da aktarmak zorundadır.
İstanbul tarihini, özellikle de Türk dö- nemi öncesini yazarken iki temel sorunla karşı karşıya kalınır: Hayaletler ve sayılar. Bilim
adamlarının metinlerde karşılaştığı çok sayıda mahalle, anıt ve yer adları tarih sayfalarında hayaletler gibi dolanırlar. Ja- nin'in
verdiği mahalle ve yer listesinin yalnızca üçte biri kabaca saptanabilmiştir ve yeri saptananlardan geriye, adlarından başka bir şey
kalmamıştır. Sayı sorunu da- ha az ürkütücü değildir. Roma ve ortaçağ ayak ölçüleri ve eski gözlemcilerin kabaca verdikleri ölçüleri
daha sonraki Avrupa ve çağdaş ölçülere dönüştürmek ve ortaçağ insanının, örneğin 300 trirem'i büyücek bir balıkçı sığınağı kadar
bir liman içinde gösterme gibi, sayıları büyüklük ifade eden bir araç olarak vurgulama eğilimleri, yorumları daha da zorlaştırır.
Ortaçağ ta- rihinin bu sıradan yetersizliklerine, bizim durumumuzda bir de edebi öykülerin mekân yorumları eklenir. Bunun sonu-
cunda, tarihçinin görevi olan ayıklama sü- reci, işin içine mekânsal dile çevrilmesi gereken olgular da girince, çok daha zor- laşır.
İstanbul'un en büyük İslam imparator- luğunun başkenti olmazdan önce binyıllık pagan, binyıllık da Hıristiyan yaşamı var- dır.
Bugünkü 10 milyonluk çağdaş mega- pol, hâlâ uzun geçmişinin bazı önemli ka- lıntılarını korumakta ve bunlar aracılığıyla olduğu
kadar olağanüstü topografyasıyla Bizantion'un, Konstantinopolis'in ve İs- tanbul'un tarihi imgelerini yansıtmakta- dır. Megara
kolonisinin ve onu izleyen imparatorluk başkentlerinin kuruluşuna katkıda bulunan tarihsel gerçekler, bu- günkü İstanbul halkı için
çok önem taşı- masa da, kentin kimliğini ve büyüleyici varlığını tarihine borçlu olduğunu kimse yadsıyamaz. Gerçi kişinin, tarihinin
çeşitli evrelerini yeniden kurgulayabilmesi için, olağanüstü bir düş gücü kadar bilgisi de

olması gerekir. Bunlar süreklilikler ve bu sürekliliklere dayanan değişimlerin para- metreleridir. Anıtlar, surlar ya da limanlar, ya da
bir mahalle belli tarihsel ve coğrafi koşullar içinde kurulduktan sonra, gele- cek gelişmelerin yönünü belirleyen dina- mik etmenler
olurlar. Eski kentsel doku, mekânsal biçimlenmeler, ana yolların yö- nü ve eski anıtlar, yaşamın edilgen çerçe- veleri değil, hem
fiziksel, hem de tinsel düzenlerin yaratılmasında etkili olan, kentsel yaşamı zenginleştiren odak nokta- ları, kent çevresi
bileşenleridir. İstanbul, iniş-çıkışlı ve bazen de ters giden tarihsel kaderine rağmen, 20. yüzyıla değin ev- rensel rolünü korumuştur.
İsa'dan önce 7. yüzyılda Bizantion kurulduğu zaman, dünyanın en önemli kentlerinden çoğu henüz ortada yoktu. Kent, imparatorluk
başkenti statüsünü 20. yüzyıla kadar ko- rudu; dünyada başka hiçbir kent böylesi bir ayrıcalığa sahip olmamıştır. İstanbul 5. ve 6.
yüzyıllarda, 11. ve 12. yüzyıllarda ve 17. yüzyılda Avrupa'nın ve Ortadoğu'nun en büyük kentlerinden biriydi. Dünya kenti statüsünü
sağlayan bu tarihsel sü- rekliliktir.
Megara kolonisi Bizantion, Trakya'nın doğu ucunda, Boğaz'ın girişinde son bu- lan ve hemen eteğinde güvenli bir limana sahip,
kolay savunulabilir yüksek bir plato- nun tepesinde, uluslararası bir ticaret yo- lunun üzerinde kurulmuş küçük bir kent- ti. İÖ. 7.
yüzyıl Yunan kolonicileri için güzel Keras (Haliç) limanı ağzındaki tepe, arkasındaki bereketli topraklar, Pontus Euksinus'a
(Karadeniz) ve güneybatıdaki Avrasya bozkırlarına uzanan ticaret yolu üzerinde yeni bir kent kurmak için yeterli verilerdi. Coğrafi
konumu, antik yazarla- rın günümüze ulaşan gözlemlerinde sözü edilen güçlü surları, kentin uzun süre ba- ğımsız bir politika
yürütebilmesini sağla- mıştı. Kent, Septimius Severus tarafindan yakılıp yıkıldıktan sonra, yeniden, büyük bir olasılıkla daha büyük
ölçekte inşa edil- meye başlandığında artık bir Yunan kenti
olarak değil, Anadolu'daki birçok Roma dönemi kenti gibi, bir Roma kenti olarak tasarlanmıştı. Topografyanın etkileyici
özelliklerinden ötürü bu yeni yapılanma- larda işlevsel bir süreklilik gözlemlenmek- teydi: Liman olduğu yerde kalmak zorun- daydı,
agoranın yerine yeni bir forum ya- pıldı; fakat Hippodrom yapılırken topog- rafya Roma kent düzeninin gereksinimle- rine göre
değiştirildi.
Constantinus stratejik konumundan ötürü, Yeni Roma'yı burada kurmaya ka- rar vermişti. Çünkü kentin konumu Bal- kanlar'a, Doğu Avrupa'ya
ve Roma İmpa- ratorluğu'nun en zengin eyaleti olan Ana- dolu'ya egemendi. Roma başkentinin Bo- ğaz'ın girişine nakledilmesi, Anadolu He-
lenizmi'nin, hem pagan hem de Hıristiyan kaynaklar aracılığıyla yavaş yavaş üstünlük kazanması anlamına geliyordu; Konstanti- nopolis,
sonunda, kutsal bir Hıristiyan kenti ve antik dünyanın en büyük politik güçlerinden birinin merkezi oldu.
Kentin bulunduğu alan Romalı inşaat- çılar için becerilerini ortaya döktükleri bir deney alamıydı ve imparatorluk başkenti- nin uzun
yaratılış serüveninde yeni bir di- nin zaferi diye adlandırılabilecek bir nite- lik, anıtsal biçimlere yansıdı. Hippod- rom'un taşıyıcı
duvarları, bu görkemli duvarların arkasındaki platonun batı ya- macının, istenilen boyutlara ulaşabilmek için Romalı mühendislerce
nasıl doldu- rulduğunun tanığıdır. Iustinianos'a kadar bütün imparatorlar kenti, forumlar, anıt- sal sütunlar, zafer takları, saraylar,
revak- lar, hamamlar, sarnıçlar, sukemerleri, ka- mu yapıları, tapınaklar ve kiliselerle do- natmıştır. Büyük Teodosius'a kadar Ro-
ma İmparatorluğu'nun başkenti olan Konstantinopolis, Roma'dan daha az görkemli değildi ve bulunduğu yerin eş- siz güzelliğinden
ötürü, büyük olasılıkla, onu görenler için daha bile büyüleyiciydi. Roma ve Erken Bizans Konstantinopo- lis'i teatral bir kentti. Belki
yurttaşları da bir tiyatrodaymışçasına yaşıyordu. Ne ya-

zık ki bugün bu büyük insan tiyatrosun- dan, kent surları dışında, yalnızca birkaç dağınık iz kalmıştır.
Konstantinopolis, Roma İmparatorlu- ğu'nun merkezi olarak, pagan dünyadan Hıristiyanlığa geçişin gerçekleştirilmesine karar
verilen yerdi. Hıristiyan Konstanti- nopolis, öncelikli olarak politik gücün, sonra da Ortodoks Hıristiyanlığın kültür merkezi ve antik
bilgilerin Rönesans önce- si İtalya'ya geçmesinde önemli bir rol oy- nayan ortaçağ Avrupa'sının en etkili bilim kaynağı olarak
yaşamını bin yıl sürdür- müştür. Bizans kültürünün damarlarındaki Roma ile Konstantinopolis, papa ile patrik ve Yunan ile Latin
arasındaki üstünlük mücadelesi, kalıtımsal bir çatışmayı vurgu- lar biçimde her zaman sürmüştür. Aslında kente büyüleyici bir nitelik
kazandıran da bünyesinde barındırdığı bu tarihsel iki- lemdir.
Konstantinopolis, Doğu Hıristiyan uy- garlığının merkezi olarak, Slav dünyasını, erken ortaçağ Avrupa'sını ve Erken İslam'ı büyük
ölçüde etkilemiştir. Müslüman-Hi- ristiyan çatışması, Bizans başkentinde so- mutlaşmıştır. Gene de bu çatışma, mo- dern
zamanların Doğu-Batı çatışması bo- yutlarında değildir. Konstantinopolis'in kültürü Batılı olmaktan çok, Doğulu'ydu. Hıristiyan
tarihindeki Doğu-Batı bölün- mesi, yalnızca Roma İmparatorluğu'nun ikiye ayrılmasında değil, Helenizm ve Hi- ristiyanlığın Doğulu
karakterinde de ken- dini göstermiştir. 13. yüzyılda Haçlılar'ın kenti yağmalaması, yalnızca politik bir düşmanlığın ve ekonomik
açgözlülüğün göstergeleri değil, aynı zamanda Doğulu ve Batılı savaşçılar arasındaki kültürel fark- lılığın, hatta karşıtlığın da
ifadesiydi.
Doğu Roma İmparatorluğu'nun yazgı- sını, İslamiyet'in yükselişi belirlemiştir. Herakleios'tan sonra pagan dünyanın tan- tanasının son kalıntıları
da yok olmuştu. Bu, Roma görkeminin yavaş yavaş yitiril- mesi anlamına geliyordu. Ayasofya, henüz yeni olan Hıristiyan inancıyla aşılanmış
Geç Roma sanatının temsilcisiydi, ne var ki Iustinianos'tan sonra, 10. yüzyıla de- ğin, kentsel dokuda sürekli bir bozulma
gözlemlenir. Ortaçağ Konstantinopolis'i belki hâlâ anıtsal geçmişinin kalıntılarına sahipti ve birkaç yeni yapı da inşa edilmiş- ti, fakat
artık kesinlikle gerileyen ve hızla küçülen bir kentti. Bu fiziksel bozulma ortamında gelişen Hıristiyanlık, dinsel ve tinsel yaşamını
pekiştirmiştir. Konstanti- nopolis ve Bizans İmparatorluğu hem or- taçağ Hıristiyan dünyasında, hem de İs- lam ülkelerinde uzun
süredir sahip olduğu tarihsel ve tinsel itibarlarını korumuşlardır. IV. Haçlı Seferi ile Latinler, kentin yıkımı- nı hızlandırmışlar ve
Bizans İmparatorlu- ğu ile başkent de saygınlıklarını yitirmiş- lerdir. Constantinus döneminin kent im- gesi, nüfusu 50 bine düşen ve
neredeyse sur içine sığacak kadar küçülen bir devle- tin başkenti olarak süremezdi. Kentin son savunmasında askerler Türkler'e
karşı kah- ramanca savaşmıştı, fakat her şey boşunay- dı. Onları kuşatan güç, çoktan bir dünya imparatorluğu olmuştu.
Müslümanlar için Konstantinopolis, tam anlamıyla Hıristiyan dünyasının gü- cünü ve kültürünü simgeliyordu. Pey- gamber'in bir
deyişi, kentin fethini, İs- lam hükümdarları için kutsal bir görev kılarak kenti ele geçirecek imparatorun rolünü yüceltmişti. İslam
döneminin en parlak evresinde "Konstantiniyye", Bağ- dat ve Kordoba ile eşdeğerdi. Batı İslam dünyasının, bir Türk imparatorluğu
tara- findan yönetilmeye başladığı 15. yüzyıl- dan sonra, İstanbul, antik konumdaki bir Akdeniz liman kentinin anılarıyla bir İs- lam
kentinin (medine) karışımı gibiydi. Osmanlı İmparatorluğu Doğu Akdeniz ile Yakındoğu kadar Doğu Avrupa'daki boşluğu
doldurduğu için, politik açıdan, kalıtsal rolünü de benimsemiştir. İstan- bul Avrupa ile İslamiyet arasındaki sınır- da 15. yüzyıl gibi
erken bir tarihte Batı düşüncesine açılan bir kapı olmuştu. İs- tanbul, İslamiyet'i Doğu Avrupa'ya taşır-
ken, Batı düşüncesini de İslamiyet'e ak- tarıyor, İslam dünyasında daha önce benzeri görülmeyen bir durum yaratıyor- du. İstanbul-
Konstantinopolis'in derin tarihsel imgesi, Batı dünyası ile arasında- ki bu uzun siyasal ve kültürel tarihinin ortak yaşamsal
ilişkisinden kaynaklanıyor- du. Bu olağanüstü zengin kültürel karışı- mın yoğunluğu, onun çok güzel bir çev- rede tarihsel görkemine
yaraşan anıtların- da yüceltilmişti.
Türk dönemi, tarihsel Doğu-Batı ça- tışmasını sona erdiremedi. Dinsel içerik farklı da olsa sürmekte olan ikilik aynıydı. İslam-
Hıristiyan çatışması, Katolik ve Ortodoks kiliseleri arasındaki bölünme- den daha köktenci görünmekle birlikte, bu, İstanbul ile Batı
arasındaki sürekli ilişkiyi engellemedi. Osmanlı İmparator- luğu, Bizanslılar'dan ya da Ruslar'dan daha fazla Doğulu değildi. Bizans
tarihi- nin neredeyse bütün niteliklerini Osman- lilar'da bulmak olanaklıdır. Osmanlı İm- paratorluğu'nun kuruluşunda daha fazla
Doğulu öğe vardı; fakat İstanbul tarihi- nin katmanlarında, en az o kadar Avru- palı, özellikle de Balkan varlığı bulun- maktaydı.
Osmanlı İmparatorluğu, Geç Roma-Bizans İmparatorluğu'nun jeopo- litik kalıbına girince, benzer politik, coğ- rafi-tarihsel bakış
açıları yeniden üretildi. Fatih Sultan Mehmed, Roma ile Kons- tantinopolis'i aynı yönetim altında birleş- tirecek bir dünya
imparatorluğu vizyo- nuyla heyecanlanmış olmalıdır. İstanbul, hedefleri, ticareti ve politikasıyla yeni Konstantinopolis'ti. Ama II.
Mehmed'in politik hırsları, dinsel öğelerin yapısından ötürü engelleniyordu. İstanbul bir İslam imparatorluğunun ve bir İslam kültürü-
nün başkentiydi; yine de kent, yapısında, yalnızca kozmopolit niteliğiyle değil, coğrafyası ve Roma-Bizans geleneğinin varlığıyla,
her zaman Batılı bir öğe taşı- miştir.
Fetihle birlikte, Bizans'ın yerini yalnız- ca farklı bir dünya görüşü almakla kalma-
dı, kentin dünyayla ilişkileri de değişti. Osmanlı İmparatorluğu, Doğu Roma İm- paratorluğu'nun çökmesiyle ortaya çıkan boşluğu
doldurmuştu. Bu, coğrafi açıdan doğruydu ve coğrafi temelin Osmanlı İm- paratorluğu'nun dünya politikasının bi- çimlenmesinde
kesinlikle büyük bir ağırlı- ğı vardı; fakat İslam dünyasında ve onun toplumsal ve fiziksel örgütlenmesindeki kent kavramı, ilk
Konstantinopolis'inkin- den bütünüyle farklıydı. 16. yüzyılın so- nunda, İstanbul yeniden yarım milyonluk nüfusuyla Avrupa'nın en
büyük kentiydi, fakat bu yeni toplum, Roma'da olduğu gibi kentsel mekânın anıtsal boyutlarında kendini ortaya koymuyordu. Kamu
yapıla- ri, forumlar, revaklar, sivil bazilikalar, ti- yatrolar ve hipodromlar yok olmuştu. Bi- zans imparatorlarının İsa'nın yeryüzünde- ki
vekilleri olması gibi, sultanların gücü de dinsel liderlikle birleştirilmiş ve bu olgu sadece büyük külliyelerde ifade edilmiştir. Etrafı
duvarlarla çevrili Osmanlı sarayları belki gizli hazinelerdi, fakat Roma döne- mi saraylarıyla karşılaştırıldığında, boyutla- rı son
derece alçakgönüllüydü. Osmanlı İmparatorluğu'nun, dışardan bakanları büyüleyen başkenti İstanbul, sokaklarında pek az anıtsal
heyecan sunuyordu. 18. yüzyıla değin İstanbul, halkına ne yönetici ya da soylu sarayları, ne de halk gösterileri için bir mimari sahne
ya da kamu yapısı
sundu.
Çağdaş İstanbul, tarihin ağırlığının güç- lü biçimde hissedildiği uyarıcı bir manzara- ya sahiptir. Bu güzel çevre, büyük kültürel
değerleri olan anıtlarla donanmıştır. İslam öncesi geçmişin öğeleri ve Müslüman bir kentin benzersiz silueti, Geç Roma kent
surlarıyla kuşatılmıştır ve hepsi, son derece çeşitlenmiş bir kültürel tarihin etkili ve gü- zel ifadeleridir. Eski kent çekirdeği, çağdaş
megalopolis içinde artık yalnızca çok küçük bir alanı kaplasa da, bu küçük tarihi çekir- değin kent imgesindeki yeri hâlâ birincil
önemdedir. İstanbul artık ne bir imparator- luğun başkenti, ne de uluslararası kültürün

odak noktasıdır. O yalnızca taşıdığı tarihin anılarını ve büyüleyici ortamını sunmakta- dır. İstanbul'a kişiliğini veren tarihsel Do- ğu-
Batı ikilemi, çeşitli varoluş düzlemlerin- de yansımalarını bulur.
Okuyucu bu kitapta, kent tarihindeki gelişiminin kültürel ortamla bütünleştiğini görecektir. Uygarlığın en önemli
yanı kent
olgusudur ve ancak bu bütünlük içinde kavranabilir. Kentin tarihsel övgüsü, imge- lerle örülmüştür. Bu imgeler hem fiziksel varlığı,
hem de kurgusal olanı içerir. An- cak tarihsel bir kenti anlatacak imgeleri ayıklamak zor bir uğraştır. Bu kitapta bu- nun başarılmış
olup olmadığına okuyucu karar verecektir.

BİRİNCİ KİTAP
BİZANTİON VE KONSTANTINOPOLİS

SİT ALANI
"Böylece deniz kentin çevresinde bir çelenk oluşturur." Prokopios
İstanbul'u, yalnızca eşsiz tarihi değil, yer aldığı sit alanının güzelliği de yarat- mıştır. İstanbul, denizin yarattığı ve yaşam verdiği bir kenttir.
Surları, anıtları, sarayla- rı, kiliseleri ve camileriyle iki deniz arasın- da dev bir geminin teknesi gibi yükselir. Kent, tarihi boyunca bütün
dünyanın öv- güsünü toplamıştır. 16. yüzyıl Türk şairi Latifi şöyle der:
Bahr-1 Sefid ü siyâha mabeyn mecme'ü'l bah- reyn beyn'n-nehreyn bir şehr-i güzin pür ziyb ü zeyndir ki ve bir şehr-i şöhret-i
hâfikindir ki muhtâ- le-i acuze-i dehrin arus-1 zibâsı ve bânû-yı kühensâ- lin yüzünde hål-i bi-hemtâsıdır. Bir belde-i behişt- âbâd ü
irem bünyâddır ki irem-i zâtü'l-imad esas sefa iktibâsından kinâyetdir. Ve bir mekân-1 cennet- mekindir ki belde-i tayyibe bünyâd-1
huld iktibâsın- dan ibarettir. 1
Busbecq "Kentin kurulduğu alana ge- lince, burası sanki dünyanın başkenti ol- mak üzere doğa tarafından yaratılmış gibi- dir"2
derken, Lamartine kenti şöyle ta- nımlar: "Tanrı ile insan, doğa ile sanat, bu dünyada bir eşi daha olmayan bu olağa- nüstü güzel ve
karşılaştırılması olanaksız doğa parçasını yaratmak üzere işbirliği yapmıştır."3
Doğu Balkanlar, Boğaziçi'nin, Haliç'in ve Marmara Denizi'nin (Propontis) birleş- tiği noktada bir tepeyle son bulur. Yakla- şık 7.5 km
uzunluğunda doğal bir koy olan Haliç (Keras)4 bütün Kuzey Ege De-
nizi'nin en korunaklı limanıdır. Ağzında, kuzeye doğru uzanan tepeyle güney rüz- gârlarından korunan büyücek bir liman vardır. Bu
uygun alan, kentlerini burada kuran Yunan denizcilerle Megaralı koloni- cileri kendine çekmiştir. Haliç boyunca derin olmayan
vadilerle ayrılan tepeler (daha doğrusu platolar), Marmara yönün- de de Konstantinopolis'in yedinci tepesi olarak bilinen yüksek bir
plato vardır (bu- raya Yayla denir); öbür altı tepe Haliç bo- yunca sıralanan platolar ya da küçük yayla- lardır. Marmara yönündeki
güneybatı pla- tosu, Haliç'e bakan platodan Marmara Denizi'ne dökülen Lykos Deresi'nin (bu- gün Vatan ya da Menderes Bulvarı'nı
oluşturan Bayrampaşa Deresi) aktığı bir vadiyle ayrılır. İstanbul, Roma gibi yedi tepe üstüne kurulu bir kent olarak anlatı- lir, oysa
Constantinus'un surlarla çevrili ilk kenti, yalnızca Lykos vadisiyle ayrılan

iki plato üstüne kurulmuştu. Haliç'e para- lel uzanan öbür plato vadilerle birbirinden ayrılarak Haliç'e uzanan sırtlardan oluşu- yordu. Vadilerin
sonundaki yüksek nokta- ların (bu noktalar genellikle büyük anıtlar- la vurgulanmıştır) tepe diye adlandırılması âdet olmuşsa da bunlar tepe
değildir. 16. yüzyıl Fransız gezgini Pierre Gilles de bunlara tepe demekle birlikte, yarımada- daki tepelerin, Roma'nın altı tepesi kadar kolay
ayırt edilemeyeceğini biliyor ve şöyle diyordu:
Bunlar en tepede birleşiyorlar, ayrıca arkadan bakıldığında, önden görüldüğü gibi de yüksek de- ğiller; onun için bunlara, her biri
vadilerle birbirin- den ayrılan sürekli sırtlar demekten başka çarem yok. 5
=
İstanbul yarımadasının ortasında bir berzah (kıstak) vardır ve Haliç ile Marma- ra'yı birbirinden ayırır. C. Mango'nun ya- rımadanın
özgün biçimiyle ilgili olarak, Bizantionlu Denys ile Zosimos'a dayanan savını, yani dar bir kıstağın (5 stadia 925 m) sit alanını ikiye
böldüğünü kabul etmek zordur.6 Limanların ve kıyıların za- manla dolduğu açık olmakla birlikte Fatih tepesi ile Şehzadebaşı
Külliyesi arasında, üzerinden Bozdoğan Sukemeri'nin geçtiği vadi (Atatürk Bulvarı), topografik açıdan Haliç ile Lykos'un ağzını
birleştiren en uygun yoldur. Ne var ki kıstağın uzunlu- ğu özgün şekliyle 1.8 km'den daha az, ya- ni Mango'nun öne sürdüğü gibi
925 m olamaz.
Pierre Gilles'in, 16. yüzyılda yarımada- nın biçimiyle ilgili geometrik belirlemele- ri, yarımadanın 19. yüzyılda yapılan daha bilimsel
belirlemelerine kadar en doğru saptamaları içerir. Bu belirlemede ilginç gözlemler vardır: Kent üç yanı olduğu için bir üçgen
biçiminde tanımlanmıştır, ama aslında bir üçgenden çok, kesişen üç çember yayının tanımladığı bir alandır. Bir üçgen olarak
düşünülürse, tabanı ba- tıya bakar, tepe noktası ise yarımadanın başladığı doğu yönündedir. Bu üçgenin kenarları birbirine eşit
değildir; bati kena-
rı bir hilal gibi kıvrılır. Daha ötede ise ku- zeyden güneye bir eğri çizerek, kuzeye (Haliç'e) bakan kenarı bir yayı anımsatır. Üç
kenardan Marmara Denizi'ne bakan kenarla, Trakya yönündeki kenar eşit uzunluktadır, ama Haliç yönündeki üçüncü kenar öbür
ikisinden 1600 m ka- dar daha kısadır. Kentin genişliği birkaç noktada farklılaşır. Doğudan kent merke- zine 1600 m kadardır, fakat
hiçbir nokta- da 2400 m'yi geçmez. Yarımada bu mer- kezde eni ve boyu neredeyse birbirine eşit olan iki kola ayrılır. Surlar içindeki
kentin biçimi, kanatlarını açmış ve eğilerek sola bakan bir kartalla karşılaştırılabilir. Gaga- sında padişah sarayının bulunduğu birinci
tepe, gözünde Ayasofya, başının alt bölü- münde Hippodrom, boynunda ikinci ve üçüncü tepeler vardır. Kentin geri kalan bölümleri
ise kanatlarıyla gövdesini oluş- turur. Haliç yaklaşık 300 m genişliğinde- dir ve ağzından içeri doğru 4 km kadar, büyük gemilerin
girişine olanak tanıyacak derinliktedir. İki küçük akarsu, Alibeyköy Deresi (Kidaros) ve Kâğıthane Deresi (Barbisos) sularını Haliç'e
boşaltır. Ha- liç'in kuzey kıyısında, liman girişinde ya- maçları kıyıya dik inen bir plato uzanır. Sykai (sonradan Galata) kenti, Bizanti-
on'un kurulduğu tepeye bakan bu ya- maçlarda kurulmuştur. Galata'yı Haliç'in kuzey kıyılarındaki öbür limanlardan Ka- sımpaşa
Deresi (Cibon) ayırır. Bu yakada- ki tepe ve vadilerin biçimi de karşı yakaya benzer. Clavijo'nun belirttiği gibi "dün- yanın en güvenli
ve iyi limanı"dır.8 Asya ve Avrupa arasındaki 31 km'lik uzun ka- nal, yani Boğaz, Antik Çağ'dan beri ma- salsı manzarası, korularla
bezeli tepeleri, dar vadileri, dereleri ve küçük limanlarıyla tanınır. Boğaz, Karadeniz girişinde 3.6 km, Marmara girişindeyse 1.7 km
genişli-

ğindedir. En dar yeri (698 m) Boğaz'ın ortalarındaki iki Türk kalesinin (Anadolu- hisarı ve Rumelihisarı) arasıdır. Bu kıv- rımlı su yolu
Büyükdere ve Beykoz'da iki büyük koy oluşturur. Karadeniz girişi ile Kandilli'de Boğaz'ın derinliği 100-120 m'ye ulaşır.
Karadeniz'den Marmara'ya kuvvetli bir akıntı vardır, ayrıca kanalın biçiminden ötürü oluşan ters akıntılar ve anaforlar da, buharlı
gemilerin icadından önce yelkenlilerin ve kürekli gemilerin geçişini zorlaştıran etmenlerdi. Geçişin zorluğu, Altın Postu bulmak için
Bo- ğaz'dan geçerek Kolkhis'e (Kafkasya) gi- den Argonotlar'ın öykülerinde şiirsel bir dille anlatılmıştır. 10
Boğaziçi'nin Avrupa yakasında, defne, erguvan, kestane, ıhlamur, incir, ceviz ve çınar ağaçları gibi Akdeniz bitki örtüsüy- le kaplı,
ortalama yükseklikleri 100 m olan küçük tepeler bulunur. İç plato, Ka-
radeniz kıyısına yakın yerlerde 150-200 m yüksekliğe erişir. Asya yakasında da to- pografi hemen hemen aynıdır. En yüksek tepe
(Büyük Çamlıca Tepesi, 262 m) bü- tün İstanbul ve çevresine hâkim bir man- zaraya sahiptir. Çevredeki küçük dereler- den en
önemlileri, yakındaki köye adını veren Büyükdere, Anadoluhisarı'ndaki ünlü gezinti ve piknik alanı olan Göksull ve daha güneydeki
Küçüksu'dur (Küçük Göksu). Boğaziçi kıyısında ve kentin ke-

narındaki kıyı şeridi dar olmakla birlikte, Asya yakasında doğuya doğru geniş düz- lükler bulunur. Yüksekçe tepelerden Ka- yışdağı (438 m) ve
Alemdağı (442 m) ile çevresi tarihte yazlık gezi alanlarıydı. Bu bölge ayrıca kaynak sularıyla ünlüydü. Boğaziçi'nin her iki yakasında çok sayıda
ünlü kaynak suyu vardı ve eski İstanbul- lular içtikleri suyun hangi kaynaktan gel- diğini bilmekle övünürlerdi.
Kentin güneyinde, Anadolu kıyısına bakan ve Sarayburnu'ndan yaklaşık 20 km uzaklıkta bir grup küçük ada bulunmakta- dır;
bunlardan dördünde, Kınalı (Proti), Burgaz (Antigoni), Heybeli (Halki) ve Büyükada'da (Prinkipo), Erken Bizans döneminden itibaren
küçük yerleşmeler ve manastırlar kurulmuştu.
Batida Doğu Trakya hafif engebeli bir bölgedir. Kentin hemen yakınındaki Yeşil- köy (eski Ayastefanos) dolayında Ayama- ma
(Ayios Mamas) Deresi akar; biraz batı- da da, kentin doğal hinterlandının yakın sınırlarını çizen iki gölcük, Küçükçekmece (Region)
ve Büyükçekmece (Atiras) bu- lunmaktadır. 20. yüzyılın ortalarına kadar İstanbul çevresinin bir av cenneti olduğu- nu anımsamak
gerekir.
Kentin kuzeyinde ve kuzeybatısındaki, kente en yakın orman alanı (Belgrad Or- manı)12 tarih boyunca kentin ana su hav- zası
olmuştur. Roma döneminden beri en önemli göletler, barajlar ve suyolları bu bölgede kurulmuştur. Terkos Gölü de kentin en önemli
su kaynağıydı.13
İstanbul 40.45-41.50 kuzey enlemler- le 28-30 doğu boylamlar arasındadır. Hem Karadeniz, hem de Akdeniz iklim kuşaklarının
etkisi altındadır. Kentin mik- ro-klimasında iki ana, bir de ikincil rüz- gâr etkilidir. Kuzeydoğudan esen kuvvet- i poyraz (boreas)
soğuk hava, batı-kuzey- batıdan esen karayel de soğuk rüzgârların yanı sıra yoğun yağış getirir. Güneybatı- dan esen lodos
(Bizans'ta votos) daha ilik olup, o da yağış getirebilir. Halk arasında yaygın olan "kışın poyraz, yazın lodos"
li
deyimi, bu rüzgârların günlük yaşamdaki önemini ifade eder. İstanbul'un ılıman, ama değişken bir iklimi vardır. Kısa bir ilkbaharı
çoğu kez sıcak ve nemli bir yaz izler. Sonbahar uzun ve güzeldir. Her ne kadar ara sıra İstanbul'da yoğun kar ya- ğışlarına
rastlansa da kış ender olarak ağır geçer. Yıllık ısı ortalaması 14 derecedir. Nem oranı yüksektir, ama çoğunlukla sık sık esen
rüzgârla hafifler. 20. yüzyılın or- talarına kadar Boğaziçi, kentin en ideal yazlık tatil bölgesiydi. Anadolu kıyıları ile Adalar daha ılık
bir Akdeniz iklimine sa- hiptir. İstanbul bölgesi son derece bere- ketlidir ve gerek bahçelerde, gerek meyve bahçelerinde her türlü
sebze ve meyve yetiştirmek olanaklıdır. Balık boldur. Bi- zantion, Konstantinopolis ve İstanbul halkı, üstünde yaşadıkları toprakların
zenginliğinden ve bereketinden ötürü her zaman doğa aşığı olmuşlardır. Fakat kent birinci derece deprem kuşağı üze- rindedir.
İstanbul bütün tarihi boyunca kenti yüzyıllık aralıklarla sarsan ve çok sa- yıda önemli anıtın yıkılıp harap olmasina neden olan birçok
kuvvetli deprem yaşa- miştir.
20. yüzyılın ortalarına değin yapım et- kinlikleri doğal çevreyi ve yeşil alanları fazla bozmamıştır. Bir başka deyişle, in- san yapısı
çevre doğal çevreye saygılı ol- muştur. Ancak bu tarihten sonra bu uyum ve ortakyaşam büyük ölçüde yok edilmiştir. Bitki örtüsü
azalmış, her türlü kirlilik ile nüfus artışının doğurduğu yo- ğun yapılaşma doğal güzellikleri geri dö- nüşü olmaksızın yok etmiştir.
Yine de in- sanın hâlâ eski kentin doğal çevresinin güzelliklerini yakalayabildiği çok sayıda perspektif vardır.

İLK YERLEŞMELER
İstanbul içinde ve çevresinde yapılan bütün kazılarda Paleolitik Çağ'a tarihle- nen buluntular ortaya çıkarılmıştır. Kü- çükçekmece'nin
kuzeyindeki Yarımburgaz Mağarası'nda bulunan Orta Paleolitik Çağ'a ait aletler, bu yörede balıkçılık ve avcılıkla geçinen insan gruplarının
varlığı- na işaret eder. Mağaranın Bizans dönemi- ne değin kullanıldığı anlaşılmaktadır. 14 İÖ 4. binyıl sonrasına tarihlenen en önemli Kalkolitik
Çağ buluntuları Anadolu yaka- sındaki Fikirtepe'de ortaya çıkmıştır. 15 Burası kerpiçten gelişigüzel yapılmış kulü- belerin bulunduğu ve
gelişmemiş bir ta- rım etkinliğinin sürdürüldüğü bir avcı ve balıkçı köyüydü Çok sayıda çanak-çömlek de üretilmişti. Gene Anadolu yakasında
Kadıköy yakınlarındaki Kurbağalıdere kı- yılarında ortaya çıkarılan ve Troia'nın er- ken katlarıyla çağdaş olan buluntular, Kal- kolitik kültürün
Marmara çevresinde yay- gın olduğunu gösterir. İÖ 3. binyıldan ilk Trak istilasına (İÖ ykş. 1200) kadar başka bir yerleşim izine rastlanmaz, ama
İÖ 1. binyılda Traklar, Frigler ve Bitinyalılar di- ye bilinen halklar Avrupa'nın ve Asya'nın en ucundaki Boğaz'da yerleşmişlerdi. İs- tanbul'a
bağlanan ilk demiryolunun yapı- mı sırasında (1871) ortaya çıkarılan büyük temel duvarı kalıntılarının, Yaşlı Plinius'un sözünü ettiği efsanevi
Ligos kentine ait olduğu öne sürülmüştür. Kadıköy'de yaşa- yan bir Fenike ticaret kolonisine ait oldu- ğu düşünülen birkaç başka buluntu daha
ortaya çıkarılmıştır

MARMARA DENIZI
İstanbul çevresi Paleolitik dönemden bu yana insan topluluklarının yaşam ve kültürlerine yuva olmuş büyüleyici bir do- ğal çevreydi.
Bir yüzyıl öncesine değin İs- tanbul'da ilkel balıkçı ve avcı toplulukların yaşadığı kırsal ve şiirsel ortamı düşleyebile- cek köşeler
vardı. Çağdaş İstanbul artık bu tür olanaklar sunmuyor. İÖ 8. ya da 7. yüzyılda Megaralılar küçük tekneleriyle Ege ve Marmara
kıyılarını izleyerek Bo- ğaz'ın girişine ulaşıp, büyük olasılıkla eski bir Trak yerleşmesinin üstüne yerleştikle- rinde, kuşkusuz bu
alanın evrensel bir yazgısı olacağını düşünmemişlerdi.

BİZANTİON KENTİ
Megara kolonisinin Boğaz girişindeki Akra'da (Sarayburnu) kurulmasından ön- ceki ilk Megara yerleşmesi Bitinya kıyıla- rında,
denizle Kurbağalıdere arasında yer alan küçük bir plato üzerindeki Halke- don'da (bugün Kadıköy) kurulmuştu. Herodot,
Halkedon'un Bizantion'dan 17 yıl önce kurulduğunu söyler.1 Öte yan- dan Bizantionlu Dionisios'a göre Ha- liç'in sonunda Kidaros
ile Barbisos'un ağızları arasında bir başka Yunan yerleş- mesi vardı. Ünlü bir kurban yeri olan Se- mistra sunağı buradaydı. Bir
başka yerleş- me de Bizantion'un karşısında, bugün Galata'nın bulunduğu yerdeki yerleşmey- di (Sykai). Bu ad Yunanca incir
sözcü- ğünden geliyordu. Antik kaynaklara göre bu tepeler incir ağaçlarıyla kaplıydı. Ger- çekten de incir Boğaz yöresinde çok yay-
gın bir ağaç türüdür. Asya yakasında Bo- ğaz'ın girişinde bulunan bir başka yerleş- me de, hakkında pek az bilgi bulunan
Hrisopolis'ti (Altın Kent). Pers egemenli- ği sırasında Bizantion'un tersanesi, sonra- dan Scutarion (bugün Üsküdar) olarak anılan
Hrisopolis'teydi. Burası, bugün dolmuş olan bir koy çevresine (Üsküdar Meydanı) kurulmuş küçük bir yerleşme olmalıdır.
Halkedon'un kurulmasından sonra, ikinci bir grup Megaralı'nın danıştığı kâ- hin onlara "körün karşısında yerleşmeleri- ni"
öğütlerken Halkedonlular'ı kör ola-
rak nitelemişti, çünkü onlar gemileriyle daha önce bu yöreye geldiklerinde, bütün zenginliğine rağmen Sarayburnu'nu seç- meyip daha yoksul bir
bölgeye yerleşmiş- lerdi.3
Balkan Yarımadası'nın güneydoğu ucundaki plato, Avrasya bozkırlarını Ak- deniz bölgesine bağlayan deniz yolu üze- rindeydi.
Bizans Akropolisi'nin kuruldu- ğu tepeciğin eteğinde çok iyi korunmuş bir liman vardı. Haliç (Keras) ise Akde- niz'deki en güvenli iç
limandı. Asya ile Avrupa arasındaki bu kolay geçiş nokta- sında kurulan kent aynı zamanda Trakya ile Bitinya arasındaki bağlantıyı
da denet- leyebiliyordu. Megara kolonisinin gele- cekteki görkemini belirleyen en önemli iki özellik, kentin iki tarihsel ticaret yolu-
nun kavşağında ve kolaylıkla savunulabile- cek bir yerde olmasıdır. Dolayısıyla birkaç göçmen grubunun Boğaz girişinin çevre-
sinde küçük köyler kurdukları söylenebi- lir. Bunlardan bazıları Anadolu yakasında topraklarını sürüyor, kimileri de balıkçılık ve
ticaretle uğraşıyordu. Avrupa yakasın- daki tepede bulunan yerleşme, sonradan Bizantion oldu. Öbürleri ise, bağımsız kentler
olarak yaşamlarını sürdürdü, son-

radan da Konstantinopolis'in diş mahalle- lerini oluşturdular.


Megara kolonisinin Boğaz'da kurduğu Bizantion kenti klasik Antik Çağ tarihinde önemli bir yer tutmakla birlikte yalnızca yazılı tarihte
yaşamaktadır. Anıtlarının ad- larından başka bir şey kalmamıştır, hayali bir rökonstrüksiyona olanak verecek yeter- li arkeolojik veri
yoktur. Ancak, sit'in to- pografyası, kentin temel öğelerini tanına- bilir bir ilişki içine oturtabilecek fiziksel bir çerçeve tasarlamaya
olanak verir. Os- manlı sultanlarının sarayının bulunduğu platonun tepesindeki Akropolis alanı ha- len varlığını sürdürür, eteğindeki
limanlar, deniz surlarının yönü ve kara surlarının en batı ucu bilinmektedir, fakat kentin rö- konstrüksiyonu, sınırlarını tahmini olarak
gösteren birkaç çizgiden oluşmaktadır.
BİZANTİON'UN TARİHİ
İlk grup Megaralılar'ın önderi kente adını veren Bizas'tı. Ancak sözcüğün kö- kenine ilişkin bir başka söylenceye göre, Bizas bir
Trak kralı ile su perisi Semest- ra'nın oğludur, arkadaşı da Antes'tir. Ken- tin adı bu adların birleşimidir (Biz + Ant + ion). Sevimli bir
uydurmaca. Bizantionlu Dionisios'a göre kent İÖ 695'te kurul- muştur. Yunan koloniciler büyük olasılıkla daha önceki yerleşmenin
halkıyla kaynaş- mış ve Bizans kültürü eski kültürlerin kimi özelliklerini korumuştur. Kültü iyi bilinen Zeus Hippios'un (Zeuksippos)
Traklar'ın atlı tanrısı olduğu varsayılır.
Bizantion, IS 196'da Roma İmparato- ru Septimius Severus tarafından yıkılma- dan önce Yakındoğu tarihinin bütün önemli
olaylarına karışmıştı. Büyük Dari- us İskit seferi (İÖ 513) için Trakya'ya gi- derken Boğaz'dan geçmiş ve hem Bizan- tion, hem de
Halkedon onun egemenli- ğini kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu iki kent Atina önderliğindeki öbür kent- lerle birleşerek Pers
boyunduruğuna karşı ayaklanmışlardır. Persler'i Platea'da boz- guna uğratan (İÖ 479) Spartalı komutan
Pausanias, ertesi yıl Bizantion'u almış ve kenti İÖ 477'ye kadar elinde tutmuştur. Pausanias kısa egemenliği sırasında kentte yeni
yapılar inşa ettirmiş ve bir olasılıkla kenti onararak genişletmiştir. İÖ 5. yüz- yılda Bizantion'da zengin bir ticaret ve balıkçılık vardı,
altın sikkeleri de bütün Akdeniz bölgesinde geçerliydi. Pausani- as'tan sonra Bizantion Atina donanması- nın üssü olmuş, ama
Atina'nın önderi ol- duğu Delos Birliği'nin çökmesinden son- ra İÖ 411'de kent kısa bir süre için yeni- den bağımsızlığını
kazanmıştır. İÖ 409'da Alkibiades kenti almış, ama Ispar- ta Savaşı sırasında İÖ 405'te kent bu kez Spartalılar'ın eline
geçmiştir./Ksenefon "On Binler"le Persler üzerine düzenledi- ği seferden dönerken İÖ 400'de Bizanti- on'dan geçmiştir. İÖ 378'den
sonra Bi- zantion İkinci Attika Deniz Konfederas- yonu'nun bir üyesi olmuş ve İÖ 357-355 arasında yapılan savaşlara katılmıştır. O
sı- ralarda Halkedon kent topraklarına katıl- mıştı. Bizantion'un Selimbria (Silivri) gi- bi komşu kentlerle iyi ilişkileri vardı, bu da
Makedonyalılar'ı kızdırıyordu. Kent Makedonya Kralı II. Filippos'un kuşat- masına değin (İÖ 340/339) Spartalı- lar'ın egemenliği
altında kaldı. Bizantion ve çevresi bu kuşatmada büyük hasar gör- mesine rağmen, balıkçılık ve bereketli toprakları sayesinde
kendini kısa sürede toparladı. Bu olay, surların onarılması ve yeniden yapılması için bir başka firsat ya- ratmış olabilir. İskender'den
sonra Lisi- mahos ve Antigonos arasında yapılan sa- vaşlarda Bizantion taraf tutmadı. Daha sonra Antigonos'un egemenliğini kabul
etmekle birlikte iç işlerinde bağımsızlığını korudu. Bütün bu dönemlerde kenti ayakta tutan Kuzey Karadeniz'den Mi- sır'a uzanan
deniz ticareti ile Anadolu- Güneydoğu Avrupa arasında sürdürdüğü kara ticaretiydi.
İÖ 3. yüzyılda ortaya çıkan yeni tarihsel eğilimler kentin geleceği üzerinde etkili ol- maya başladı. Bu dönemde Bizantion, böl-

geyi istila eden ve Halkedon'u yağmalayan Galatyalılar Konfederasyonu'na yıllık vergi vermek zorundaydı. Aynı dönemde kent Bitinya ve
Makedonya krallıklarının da bas- kısı altındaydı; İÖ 260'ta Selevkos Kralı II Antiohos ile Halkedon'u alan Makedonya Kralı V. Filippos'un, İÖ
202'de de Bitinya Kralı I. Prusias'ın saldırılarına uğradı. İÖ 2. yüzyılda Bizantion Makedonyalılar'la Pon- tus'a karşı Roma'dan korunma istedi.
İÖ 146'daki Makedonya savaşından sonra Romalılar egemenlik alanlarını Bal- kanlar'ı, Ege'yi ve Anadolu'nun bir bölü- münü
kapsayacak kadar genişlettiler. Böy- lece Bizantion da Roma Cumhuriyeti'ne bağımlı bir kent-devlet oldu ve Vespasi- anus'un
egemenliği sırasında (İS 73) Ro- ma'nın Bitinya-Pontus eyaletine dahil edildi.
Bizantion halkı Septimius Severus'un rakibi Pescennius Niger'den yanaydı. Se- verus neredeyse üç yıl süren bir kuşatma- dan (193-196) sonra
kenti harabeye çevir- di ve halkı kılıçtan geçirdi. Kentin statüsü- nü düşürerek, Herakleia Perinthos'un (Marmara Ereğlisi) kome'si yaptı. Bu yıkı-
min boyutları tam olarak bilinmemekle birlikte kentin jeopolitik öneminden ötü- rü oğlu Caracalla'nın desteğiyle Severus, kenti yeniden inşa
etmeye başladı. Septi- mius Severus, kent surlarını genişletmiş ya
da yalnızca onarmış ve kenti bir dizi yeni yapıyla donatmıştır. Bunlardan biri olan Hippodrom sonraları Konstantinopolis sosyal
yaşamının merkezi olmuştur. Seve- rus'un yaşamı boyunca kent Antoninia ya da Antoniniana adıyla anılmıştır. Konstan- tinopolis'in
kurulmasına değin varlığını sürdüren bu Roma kentiyle ilgili bilgiler az olmakla birlikte kent, İmparator Dioc- letianus'un (285-305)
yeni örgütlenmesi- nin içinde hâlâ Europa eyaletinin başken- tiydi. Hıristiyanlık Bizantion'a 2. yüzyılda girmişti.4
J
BİZANTİON KENTİ
Arkeologlar için en çetin sorun kentin boyutları ve biçimidir. Geçerli arkeolojik buluntular olmadığından tartışmalar te- melde antik
metinlerin yorumlarına daya- nir. Mango'ya göre eski kentin sınırları Büyük Constantinus dönemine (324- 337) değin
değişmemiştir,5 ama bu ol- dukça tartışmalı bir savdır, çünkü kentin Roma döneminde yaklaşık 140 ha'lık bir alanı kapladığı bilinir.
Oysa Miletos 2. yüzyılda olası 80 binlik nüfusu ile yalnızca yaklaşık 220 hektarlık bir alan kaplıyordu. Klasik Dönem'de Bizantion'un
nüfusu- nun 20 bin olduğu varsayılmaktadır; Me- garalılar bu kadar büyük bir kenti inşa et- mek bir yana, bu büyüklükteki bir kenti
koruyamazlardı bile. Kent surları daha sonraları Ispartalılar'ın işgali ve Romalı- lar'ın kenti yeniden inşa etmeleri sırasında birkaç
kez genişletilmiş olabilir.
Bölgenin topografisi, Akropolis surla- rının, en azından doğu ve batı yönünde- kilerin yaklaşık biçimini açıkça gösterir Birçok bilim
adamı için bu alan Topkapı Sarayı'nın iç bölümüne denk düşer. Pse udo-Kodinos'un, Hesykhios'a dayanarak

yaptığı tanıma göre kent surları tepenin kıyıdaki en yüksek noktasından başlıyor, batıya doğru yönelerek Eugenios Kule- si'ne
(Haliç'in girişindeki son kule) ulaşı- yor, burada yön değiştirerek güneye yö- nelip Strategion'a doğru yükseliyordu.7 Strategion
yakınlarında, ortaçağda Urbici- us Kemeri olarak anılan bir kapı vardır. Surlar bundan sonra aynı yönde yüksele- rek, sonraları
Halkoprateia olarak anılan
semte ulaşıyor, buradan eski kentin bir a başka kapısına denk düşen Roma dönemi Milion'una ulaştıktan sonra yön değiştire- rek
doğuya dönüyor, Bizans döneminin Topoi'sinden geçiyor, bugünkü fenerin (Ahırkapı Feneri) bulunduğu yere yakın bir noktada
kıyıya inip kuzeye doğru kıyı- yı izleyerek Sarayburnu'ndaki kulede son buluyordu. Deniz surları kara surları ka- dar yüksek
olmayıp, dalgakıranlarla ko- runmuştu. Bu surlarda 27 kule (burç) vardı. Bütün bu alan aşağı yukarı Topkapı Sarayı ile çevresini
kapsar. Ancak bu tanı- min bazı sakatlıkları da yok değildir. Bu durumun gösterdiği gibi Akropolis'in ku- zeydoğu köşesi kıyıya
yakındır, ama 40 m yüksektedir; dolayısıyla kıyıda düz bir şe- rit bulunmalıdır. Ayrıca 27 kulenin tümü surların uzunluğu ile dengeli
değildir. Klasik Antik Çağ surlarının çoğunda iki kule arasındaki uzaklık 40-80 m arasında değişir. Eğer kule aralıklarını ortalama 50
m olarak alırsak, 27 kulenin 1400 m'lik bir çembere denk düştüğünü görürüz.9 Strategion'un, ilk kent agorası ile aynı yerde olduğu
saptaması, agoranın limana yakın bir yerde olduğu varsayımına daya- nır. Ama Strategion'dan daha geç dönem yazarlar da söz
ederler. En erken kayıt İs- kender dönemine ait olduğu sanılan bir tripod la (üç ayak) ilgilidir.10 Kentin batı kapısı Trakion Kapısı'dır,
ama yeri tam olarak saptanamamıştır. Yerlerin adıyla il- gili kaynaklarda çelişkili bilgilere rastlanır. Surların hemen dışında güneyde
konum- lanmış olan Trakion, önceleri bir pazar yeri olup, kentin sonraki gelişimi sırasında agoraya dönüştürülmüştür. İlk Megara
kentinin sınırları içinde olup olmadığı bi- linmez. İlk Megara yerleşmesinin kesin biçimini yeniden kurmak olanaksızdır. 1871'deki
demiryolu inşaatı sırasında bu- lunan kimi 2 m'den büyük duvar taşları11 ilk Megara sur sistemine ait olabileceği gibi, Yaşlı
Plinius'un Megaralılar'ın üstü- ne yerleştiğini öne sürdüğü efsanevi Trak kenti Lygos'a da ait olabilir. Yunan ya da Erken Roma
surlarına ait olduğu sanılan çok büyük taş bloklara, kuzeydoğu Mar- mara kıyılarında yalnızca iki yerde rastlan-

miştir. 12 Bunlar büyük olasılıkla ilk kentin deniz surlarını izliyordu. Saray çevresinde ortaya çıkarılan tek tük buluntular, Bizan- tion kentinin
fiziksel boyutlarına ilişkin kesin sonuçlara ulaşmamız için yeterli de- ğildir. 13
LKlasik Dönem'e ait ikinci sur sistemi, Septimius Severus'un kenti yıkmasından önce Bizantionlu Dionisios'un sözünü ettiği
surlardır. Çevresi 35 stadia (yakla- şık 5 km) olan bu alan çok daha büyük- tür. Birinci tepenin yanı sıra ikinci tepe- nin bir bölümünü
ve aralarındaki vadiyi de içine alan bu surlar kabaca bugünkü Babıâli Caddesi'ni izlemiş olmalıdır. Kay- naklarda sözü edilen üç
liman da sur için- deydi. 14 Hem Dion Cassius, hem de He- rodianos, 3. yüzyılın ortalarında bu surla- rın ne kadar güçlü
olduklarından söz ederler. Büyük taş bloklar ve metal kenet-
lerle inşa edilen bu surlarda taşlar "öyle bitişik yerleştirilmişti ki sanki kentin çev- resinde kayadan yapılmış bir duvar gö-
rüntüsündeydi." Antik yazarlara göre bu surlar, Yunanlar'ın yaptığı Messene ve Rodos surlarından sonra dünyanın en güçlü
surlarıydı. Dion Cassius ayrıca, Tra- kion Kapısı ile Haliç arasındaki yedi hari- ka kuleye de değinmiştir. 15 Millingen bu

surların yapımını Pausanias dönemine, Persler'in Bizantion'dan atılmalarından sonraya tarihler.16 Herodianos da kısa bir
egemenlik süresi olmasına karşın Pausani- as'ı Bizantion'un kurucularından biri ola- rak gösterir. Bu surlar daha sonra II. Fi-
lippos'un kenti kuşatması sırasında Arkon (arheion = üst yönetici) Leon tarafından da onarılmıştır. Büyük olasılıkla kent sur- ları
değişik dönemlerde birkaç kez büyü- tülmüş ve tamir edilmişlerdi.
LİMANLAR
Bütün Yunan kentleriyle ticari bağları olan Bizantion'un iki limanı vardı: Batida Neorion ve hemen bitişiğinde doğuda Bosporion.
Bizantionlu Dionisios, bu iki limanın arasında daha derin ve mendirekle korunmuş bir üçüncü limandan daha söz eder. 17 Limanın
sonunda Haliç'e doğru, kara surları ile deniz surlarının birleştiği noktada büyük bir dairesel planlı kule var- dı. Limanlar, mendirekler
ve saldırı sıra- sında gerilen zincirlerle korunuyorlardı. Ana liman olan Neorion'un girişi dalgakı- ranlar ve kulelerle çevrelenmişti.
Bugünkü Sirkeci bölgesinin genellikle Neorion'a denk düştüğü kabul edilmekle birlikte, ye- rini ve alanını belirleyecek hiçbir fiziksel
veri bulunmamaktadır.
ÖNEMLİ YERLER VE ANITLAR
Tepenin doruğundaki Akropolis ile de- niz arasında, üstünde tapınakların, bir gymnasion, bir stadion ve başka yapıların bulunduğu
bir dizi teras ve düzlük vardı. Trakion o zamanlar, Ksenefon'un askerle- rini sıraladığı geniş boş bir alandı.18 Traki- on Kapısı
Neorion'a varan ana caddenin sonundaydı. Strategion olarak bilinen böl- gede de bazı kamu yapıları bulunuyordu.
Antik Çağ yazarları çok sayıda anıtın varlığından söz ederler. Akropolis'te sara- yın yanı sıra Zeus, Atena, Apollon-Heli- os,
Afrodites ve Artemis-Selene (ya da Hekate-Fosforos) tapınakları vardı; Pose- idon Tapınağı'nın da Akropolis'te, ama
denize daha yakın bir noktada olduğu söylenir. Bu tapınak büyük olasılıkla ku- zeydoğu yönündeki aşağı teras üstündey- di. Atena
Ecbasia'nın tapınağı Poseidon Tapınağı'nın yanında, Afrodites'inki ise biraz üstteydi. İÖ 3. yüzyılda I. Ptolema- ios'la olan iyi ilişkiler
sonucu Mısır tanrı- ları Serapis ve İsis için de birer tapınak ya- pılmıştı. Akropolis ile Neorion arasında, tepenin kuzeybatı
yamacında da bazı ka- mu yapıları inşa edilmişti. Stadion, Akro- polis'in eteğindeydi ve yanında cavea'si denize bakan ve Boğaz'ın
manzarasına hâkim bir tiyatro vardı. Kentteki birkaç hamamdan en ünlüsü Ahilleus Hama- mı'ydı; yanında da bir gimnasion bulunu-
yordu. Hesikios göre aynı bölgede Bizans dönemine kadar varlığını sürdüren bazı depolar vardı. Yunan döneminin bir başka önemli
anıtı da içinde Metroon ile kentin koruyucusu, Tihe'si olan Rea'nın bir hey- kelinin bulunduğu Basilike Stoa idi. Rea (sonradan
Kibele) kentin kuruluşundan beri koruyucusuydu. Daha sonra kentin agorası ile yanındaki bu stoa bazı geç dönem yazarlar
tarafından karıştırılmış gi- bidir. Bu üst agora sonradan Severus dö- neminde Tetrastoon'a dönüşmüştür. Su sistemiyle ilgili kesin
bilgiler olmamakla birlikte, Hadrianus'un hamamları doldu- rabilmek için kente su getirdiği bilinir. Valens Sukemeri olarak anılan
sukemeri birçok kez yeniden inşa edilmiş olsa da başlangıcında bu eski su sisteminin bir parçası olarak yapılmış olabilir. 19
Kent öbür Yunan kentleri gibi heykel- ler ve anısal anıtlarla donatılmıştı.20 Ago-

ra'nın ortasında Trak tanrısı Zeuksip- pos'un anıtsal sütunu, kent dışında kıyıda da çok sayıda sunak ve hieron vardı. De- meter
Melaforos ve Kore tapınakları, İÖ 513'te Persler tarafından yıkılan Hera ta- pınağı ve İÖ 340'ta II. Filippos tarafından yıkılan Pluto
tapınağı da Haliç kıyıların- daydı. Boğaz kıyılarında ise, Karadeniz gi- rişine yakın Zeus Urios ve Rea tapınakları ile Apollon,
Ahilleus ve Aias sunakları bu- lunuyordu. Sonradan Ayios Mamas olarak bilinen yerde, Zenon döneminde (474- 491) yıkılan bir
Zeus tapınağı vardı. Bo- ğaziçi kıyılarında küçük balıkçı köyleri di- ziliydi. Batıda, kent surları dışında yedinci tepe (Kserolofos)
olarak anılan yerde bir Zeus Tapınağı daha bulunuyordu. Sur di- şındaki ünlü Blahernai mahallesi Constan- tinus'tan önce
kurulmuştu.
Geç dönem Bizantion'un nekropo- lis'leri (mezarlık) sur dışında batıda ve Haliç boyunca kıyıdaydı. İlk Megara ken- tinin nekropolisi
büyük olasılıkla surların hemen güneyi ile batısındaydı, ama surlar genişletildiğinde büyük olasılıkla yok edi- lerek üstüne inşaat
yapılmıştı. II. Filip- pos'un saldırılarına karşı koyabilmek için surları büyük bir hızla onaran Arkon Le- on, bezemeli yapı taşlarını
kullanarak, baş- ka bir deyişle eski yapıları kısmen yok ede- rek belki de ilk nekropolisi ortadan kaldı- ran kişi olmuştu.21
İstanbul'da yapılan da- ğınık kazılarda, Constantinus Forumu ile Akropolis arasındaki bölgede hiçbir mezar kalıntısına
rastlanmamıştır.
SEVERUS YENİLEMESİNDEN SONRA KENT
Septimius Severus'un kent surlarını ve Yunan dönemine ait belli başlı yapıları yık- tığı bilinse de bu barbarca eyleminin bo- yutları belirsizdir.
Yaygın yargıya göre bu yeniden inşa döneminde kent surları ge- nişletilmiş ve yeniden yapılmıştır.22 Seve- rus'un ölümünden sonra yazan Dion
Cas- sius, böylesi kuvvetli bir savunma sistemi- ni yok ederek, kenti barbarca saldırılara
karşı savunmasız bıraktığı için Severus'u eleştirir. Herodianos ise surların 3. yüzyı- lin ortalarında hâlâ harabe halinde olduk- larını
söyler, ama surların, Gotlar'ın 250- 260 arasındaki saldırılarından önce yeni- den yapılmış olmaları gerekir. Yeni kentin sınırlarının
daha geniş olup olmadığı ya da yeni surların eskileriyle aynı çizgiyi izleyip izlemediği tartışmalıdır. Hesikios'a göre "Bizantion surları
Constantinus Foru- mu'ndan öteye geçmiyordu";23 Teofanes de forumun daha önce kapının bulundu- ğu yerde olduğunu
söylüyordu.24 Genel- likle kabul edilen bu ikinci görüştür. Geç dönem surların güneydoğu doğrultusu bi- linmez, ama platonun
topografisi izlenir- se, surların kısa bir süre doğuyu izledikten sonra Hippodrom'u içine alabilecek bi- çimde kıyıya, yani
kuzeydoğuya yönelmiş olması gerekir. Dolayısıyla Severus sonrası kent surlarının, bugünkü Eminönü Mey- danı'nda bir yerden
başlayıp, güneye doğ- ru yükseldiği ve kentin ana kapısının Trak- ya düzlüğüne açıldığı geç dönem Cons- tantinus Forumu
(bugünkü Çemberlitaş) dolaylarında tepeye ulaştığı varsayılır. Mango'nun savı, Severus'un yeni surlar inşa ederek kenti
genişlettiğine ilişkin hiç- bir ipucu olmadığıdır. Ona göre Seve- rus'un inşa ettiği varsayılan surlar aslında Yunan Bizantionu'na
aittir.25
Severus'un kısmen yıktığı surlar 250- 260 arasındaki Got istilası sırasında iyi du- rumdaydı, ama Severus dönemi gibi Seve- rus sonrası
onarımlara ilişkin de hiçbir bil- gi yoktur. Severus'un, Hippodrom'un ya-

pımına başladığı ve Zeuksippos Hamam- ları'nı inşa ettiği savı da tartışmalıdır. Fa- kat Severus'un böylesi büyük yapıları inşa edip, yıkık surları
onarmadan bırakmasına inanmak zordur.
Kentin içinde Agora'nın portikolari ye- niden yapılmış (Tetrastoon) ve Agora'dan ana kapıya uzanan yeni bir yol (Mese) açılmıştır.
Bu yol ve uzantıları, modern ça- ğa kadar tarihsel kentin belkemiğini oluş- turmuştur. Severus'un yeniden inşa döne- minin en
önemli yapısı Hippodrom ol- makla birlikte, yapının I. Constantinus dönemine değin bitirilemediği, dairesel sfendone ile katisma'nın
da (imparatorluk locası) bu dönemde tamamlandığı anlaşıl- maktadır.26 Roma döneminde limanlar onarılmış, belki yeniden
biçimlendirilmiş, ayrıca yeni tapınaklar inşa edilmiştir. Seve- rus, Akropolis çevresinde, içinde vahşi
hayvan gösterilerinin yapıldığı Knegion olarak anılan bir de anfitiyatro inşa etmiş-
tir. Bu yapı 8. yüzyılda hâlâ ayaktaydı ve idam kararları burada infaz ediliyordu.27 Severus ayrıca, eski kentte Haliç'e bakan yeni bir
tiyatro, Hippodrom'un yanında Konstantinopolis tarihinin en ünlü hama- mi olan Zeuksippos Hamamları'nı, Apol- lon-Helios ve
Afrodites tapınaklarını da inşa etmiştir. Tetrastoon'daki Helios-Ze- uksippos heykeli de bu dönemde Apollon tapınağına
nakledilmişti.
Bugün neredeyse bütün fiziksel varlığı- nı yitirmiş olan Bizantion, bugünün İstan- bul'unda, özgün yerleşmeyi çağrıştıran önemli sayıda
topografik işaret aracılığıyla yaşamının anılarını sürdürmektedir.

You might also like