Sinner Dosyasının Kopyası Adlı Dosyanın Kopyası Adlı Dosyanın Kopyası

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 307

1.

bölüm
"İşte böylece Tanrı onları utanç verici tutkulara teslim etti. Kadınları bile doğal ilişki yerine doğal
olmayanı yeğlediler. Aynı şekilde erkekler de kadınla doğal ilişkilerini bırakıp birbirleri için şehvetle yanıp
tutuştular. Erkekler erkeklerle utanç verici ilişkilere girdiler ve kendi bedenlerinde sapıklıklarına yaraşan
karşılığı aldılar."

Yeni Ahit.

1.BÖLÜM

- GÜNAHKÂR -

Avlu kapısını araladığımda, güneş henüz yeni doğuyordu. Karşımda uzanan uzun ve dar patika yolunun
ucuna odaklamıştım bakışlarımı. Etrafı çepeçevre saran görkemli, baharın gelişiyle serpilmiş ağaçlar
rüzgârın her esişinde hareket ediyor, hışır hışır ses çıkarıyorlardı. Henüz etraf sakindi, diğer günlere
kıyasla daha erken uyanmıştım. Yüzümde silemediğim bir tebessüm vardı, dün gece detaylarını
hatırlayamadığım, hayal meyal gözümün önüne gelen kısa bir rüya görmüştüm. Anlıktı, resimleri
birleştiremiyor, görüntüleri kesik kesik hatırlıyordum. Buna rağmen bıraktığı his ferahtı. Bunca zaman
sonra ilk kez böyle bir sabaha uyanmıştım, ruhum yüklerin ağırlığında ezilmiyordu.

Kolumun altına sıkıştırdığım kitabı indirip sağ elime aldım. Yavaş adımlarla manastır kapısından ayrılmış,
etrafa bakına bakına yürümeye başlamıştım. Bugün babam ziyaretime gelecekti. Her hafta muhakkak
uğruyor, Rahip Yuhanna'yla derin bir sohbete giriyor, sonunda da benimle ilgili ufak bir değerlendirme
yapıyor ve gidiyordu. Yaklaşık on iki senedir bu kasabada yaşıyorduk. Geldiğimizden beri de babam,
kasabanın biricik Kilisesi'nin Papazlık görevini üstleniyordu. Kilise hayatına bağımlıydı, belki de olduğum
insandan daha şiddetli, daha derin bir şekilde tanıyordum babamı. İri ve siyaha çalan gözlerimi açtığımda
gördüğüm ilk yüz onundu. Bunu o anlatırdı, bakışlarımı bulduğu anda, irislerimde gördüğü Tanrı'nın
ışığıyla bağlanmıştık biz. Kan, gen, soy değildi. Ne anlattıysa inanmış, benimsemiştim. Bana hayatımın
amacını öğreten, hayatımı dinle bir bütün hâline koymam gerektiğini söyleyen, zamanımın her saniyesini
Tanrı'ya, O'nun öğretilerine, kutsal kelimelerine ve bu kirli dünyaya bıraktığı kendi eşsiz ayak izlerine
adamam gerektiğini öğreten oydu. Ne zaman Jeon Jeongguk'la tanıştıysam, o günden itibaren yalnızca
bunu öğrenerek yetişmiştim.

Annemi tanımıyordum. Aile kelimesi, tüm anlamıyla benim için babamdan ibaretti. Sorular yasaktı.
Sorgulamak yalnızca dini boyuttaydı. Kimseden bahsetmiyordu, bunu kesin bir dille yasakladığından beri
üstüne gitmiyordum. Çünkü babama karşı çıkmak, ne kadar anlamsız gelirse gelsin, benim için Tanrı'ya
karşı gelmekle neredeyse eş boyuttaydı. Dini bana tebliğ eden, öğreten ve aşılayan oydu. Önünde
duramıyor, söylediklerini reddedemiyor, yalnızca içten bir bağlılıkla kabulleniyordum. Sanki bunun için
doğmuştum, kulağa ne kadar dogmatik gelirse gelsin, varlığıma aşıladığım, öğrettiğim bir itaat etme
şekliydi. Aksini ne ben bilirdim, ne babam bilirdi.
Keşişlerle yaşıyor, onlarla büyüyordum. Manastıra benim gibi toy bir çocuğun alınması ve büyük âlimlerle
aynı yerde yiyip içmesi görüldük bir olay değildi. Buraya farklı şehirlerden gelen yaşıtlarımın aksine, bir
ruhban okulunda eğitim görmemiştim. Fakat kasabamız küçüktü, Peder'in oğluydum ve ayrıcalıklı
olduğum düşünülüyordu. Bu bana da aşılanmıştı etrafımdaki insanlar tarafından. Babam her seferinde
onlara, gözlerimde gördüğü ışığı öyle büyüleyici kelimeler kullanarak anlatırdı ki, yüzüme bakmayacak
insanları karşımda, benimle göz göze gelmek için çabalarken bulurdum. Dili düzgün ve etkileyici
kullanıyordu. Konuşup da ikna edemeyeceği tek bir insan tanımıyordum. Beni de kendisi gibi
yetiştirmeye çalışsa da, fark etmiyor değildim. Olmuyordu. Ona benzemiyordum bu konuda. Etkili
değildim, çekingendim. Pısırıktım. İnsanların üzerine gidemiyordum. Kabul ettirmek için onun kadar
üstün bir çaba sarf edemiyordum. Babam, en inatçı adamın bile yolunu değiştirebiliyorken, ben
gördüğüm ilk duvarın altında kalıyor, hiçbir şey olmamış gibi arkamı dönüp devam ediyordum. Bunu
kırmaya çalışıyordu, bu yüzden bugün yanıma bir günahkârla gelecekti.

Kim olduğunu, neyle ilgili günah işlediğini bilmiyordum. Detaylı bir bilgi vermeden, yalnızca onu ikna
etmem gerektiğini söylemişti. Babamın çok sevdiği ve kiliseye devamlı yatırım yapan, sık sık dua etmek
için gelen, dinine düşkün bir adamın oğlu olduğunu duymuştum yalnızca. Nedendir bilmem, sabah erken
uyanmamın sebebi buymuş gibi hissetmekten alıkoyamıyordum kendimi. Gergindim, heyecanlıydım.
İçimden bir şeyleri tekrar edip duruyordum. Fısıltılı sesim kulaklarıma ulaşıyordu ve duyduğum tek şey
İsa Mesih'ti. Adını söylüyordum. Bunun beni gevşetebileceğine, rahatlatabileceğine inancım o kadar
fazlaydı ki dudaklarım kuruyordu, yine de vazgeçmiyordum.

Gün daha da hareketlenmeye başladığı vakitler, elimdeki İncil'in okuduğum son satırlarını gözlerimle bir
defa daha takip ettim ve ayaklandım. Güneş tepedeydi, babamın gelmesine yakın zamanlardaydık. Uzun
yolu manastıra doğru yürümeye başladığımda, Rahip Velianos'un, heybetli vücudu girdi görüş alanıma.
Üzerindeki siyah cübbesi, çenesinden sarkan kirli sakalı, kel kafasına taktığı siyah fesiyle hantal hantal
yürüyordu. Biraz daha yakınlaştığımızda, mülâyim bir tebessümle yüzüme baktı. Ah, Tanrı şahidimdi, ne
zaman gözlerine baksam, sıkıntılarımdan, korkularımdan arınırdım. Gözlerinde şefkat, merhamet vardı;
yıllardır kendisini bu manastıra adamış olan, artık ellili yaşlarının sonuna doğru adımlayan bu adam, İsa
Mesih'in yansımalarını taşıyordu ruhunda. Kendini adadığı Tanrı'sının, yeryüzündeki gölgelerinden biriydi
artık.

"Tanrı'nın sevgisi üzerine olsun," Kısa ve tombul parmaklarıyla yavaşça Haç çıkardı. Bakışlarımı yere eğip,
yaptığı hareketi tekrar ettim. Yüzündeki gülümseme hâlâ silinmemişti. Birkaç adım daha attı bana doğru,
sağ elini omzuma yerleştirdi. "Dinlenmiş görünüyorsun, oğlum." Onaylar gibi üst üste başımı salladım.
Önümde bağladığım ellerime inmişti bakışlarım. Ürperiyordum, böyle yüksek rütbeli insanların
dokunuşlarından, sözlerinden, ilgilerinden ürperiyordum. "Evet, taze hissediyorum. Hava da pek güzel
bugün," Ekim ayının sonlarındaydık. Sonbahar adım attığım her yerde kol geziyordu. Gökyüzü grileşiyor,
ağır ağır kararıyor, yaşlı bir insanın bedenine bürünmüş gibi zor ve hırıltılı nefes alıyordu. Buna rağmen
ferahlık hissi dört bir yanımdaydı.

Rüzgâr usul usul saçlarıma esiyorken, Rahip Velianos'un arkasında bir hareketlenme baş göstermişti.
Bedenimi hafifçe yana eğip, karşıdan yaklaşan iki insana odakladım gözlerimi. Solda, üzerindeki şatafatlı
giysileriyle, eli cübbesinin kenarını tutan, yüzünde her zaman canlılığını koruyan ciddiyetiyle babam
duruyordu. Hemen sağında ise, babamdan birkaç santim daha uzun boyuyla, esmer bir çocuk. Az önce
sakin hareketlerle beni okşayan rüzgâr, fevri bir ruh hâline bürünmüş, onun koyu saçları arasında dans
ediyordu. Alnı kapalıydı, tek bir saniyede ters yönden gelip, aniden suratına çarpan ağır esintiyle, geriye
doğru savrulan saçları bana olanak sağlamış, yüzünü seçebilmeme izin vermişti.

Sertti. Babam kadar, manastırın her gün dokunarak sevdiğim duvarları kadar, ayak bastığım taştan zemin
kadar sertti. Bir an için kimliğimden soyutlanıp, karşıdan yan yana gelen iki adamı farklı bir gözle
seyrettim. Babam, artık bir yabancıydı. Tanıdığım Papaz değildi, kasabaya yeni gelmiş bir Keşiş'ti. Farkına
vardım ki, bilmesem eğer, gerçekten şu kimliksizliğimle görsem onları bir yerde, baba oğul sanırdım.
Yüzlerine yerleşmiş ifade aynıydı. İkisi de birbirinden katı, bedenlerini es geçip, geri kalan her canlı cansız
varlığın önüne tuğlalar dizmiş iki farklı ruhtu. Uzansan, dokunmak istesen, kırılırdın. Verdikleri izlenim
böylesine yoğundu.

Bakışlarımın değişen odağını fark eden Rahip, baktığım yöne doğru çevirdi başını. Yüzüne bakıyordum,
ifadelerine. Az önce merhameti baştan aşağı tekrar yaratan, dirilten çehresinin, tüm keskin hatlarıyla his
değiştirdiğini, aniden öfkeyle iç içe geçtiğini gördüm. Saniyede bir kırpıştırdığım kirpiklerim artık
gözlerimde batma yaptığında, göz kapaklarımı sabit tutmaya çalıştım. Bakışlarım tekrar ona değdi,
aramızdaki mesafe git gide kapanıyorken, onun da bana baktığını görmemle tüm bedenim kasılmıştı.
Korkuyordum. Hayır, hayır. İyi bir izlenim yoktu, vermiyordu. Sakince yere eğdim başımı, babam ve
yanındaki genç yanımıza ulaştığında dâhi, cesaret edip onlara bakamadım.

"Papaz Min Suk," Rahip Velianos, hafifçe bedenini eğerek babamı selamladığında, aynı şekilde onun da
karşılık verdiğini anlayabilmiştim. Bir günahkârla tanışacağımı, ona Tanrı'nın öğütlerinden bahsedeceğimi
öğrendiğim günden beri sakladığım, özenle büyüttüğüm cesaretim yerle bir olmuştu. Öyle ki başımı
kaldıramıyor, yüzlerine bakamıyordum. Biliyordum, babam bana bakıyordu. Onunla göz teması kurmamı,
onu selamlamamı, hazır olduğumu bedenen ve ruhen göstermemi bekliyordu. Değildim. Toydum,
yetersizdim ve korkuyordum. Yanlışı öğretecek, doğru kelimeleri kullanıp da farklı anlamlara yorulmasına
sebep olacak, günaha daha da teşvik edecek olmaktan korkuyordum.

"Jeon Jeongguk," Babamın pürüzlü sesini duyduğum anda, tüm düşüncelerimden sıyrılıp ona baktım.
Koyu gözlerinde beliren endişe ve merak, öylece beni içine çekmişti. "Peder Min Suk, biz de sizin
yolunuzu gözlüyorduk," Cümlemi kurar kurmaz önünde saygıyla eğildim, babam uzanıp saçlarımı
okşadığında dizlerimdeki titrek hareketlenme etkisini arttırmıştı. Belimi doğrulttuğumda, bakamadığım
genç çocuğun gözlerini üzerimde hissetmiştim. Ona dönemiyordum, bir defa daha gözlerimizi
buluşturacak gücü kendimde bulamıyordum. Günahı neyse, tek ve üç saniyelik bakışmamızda ruhuma
sıçramıştı sanki. Temas gerektirmeyen bulaşıcı bir hastalık gibiydi.

"Bugün kutlu bir gün, bugün senin başlangıcın. Bana bir şeyleri olması gerektiği gibi göstereceğine, artık
adımlarının sağlam olduğunu kanıtlayacağına şüphem yok," Tuhaf bir şekilde rahatsızlık duymuştum. O
yanımızda değilmiş, biz üç kişiden ibaretmişiz ve onun varlığını yok sayıyormuşuzcasına sohbet
ediyorduk. Aşağılayıcıydı. "Teşekkür ederim, elimden geleni yapacağım." Sesim güçsüzdü, babam
farkındaydı. Odaklandığım ve derinine indiğim irislerinde karşılaşmıştım açık bilinciyle. Derin bir nefes
aldı, kalçalarının üstünde bağladığı ellerini çözdü ve yanındaki gence baktı. Onun bakmasıyla, gözlerim
istemsiz bir refleksin kurbanı olmuş, hâlâ beni seyreden bakışlara tek bir saniye içerisinde karışmıştım.

"Sana bahsettiğim kardeşimiz, Kim Taehyung." Tek algıladığım adıydı. Cümlenin başı, buğulu bir cama
yansıyan görüntüm gibiydi. Seçememiştim. Kurumuş dudaklarım aralandığında, endişeyle elimi
kaldırdım. Aceleci hareketlerle Haç çıkardığımda, gözleri gözlerimden bir an olsun ayrılmamış, göğsümde,
karnımda ve alnımda gezinen parmaklarımı yok saymıştı. "Tanrı... Kutsasın bizi," Söylediklerimle beraber,
anbean gerilen yüzünü benden çevirmiş, soluna dizilmiş sonbahar izleriyle salınan ağaçlara bakmaya
başlamıştı. Küçük bir çocuk gibi babama bakmıştım, sessizce yalvarıyordum ona, yapamam, kalkamam
altından, ona iyi gelemem! Lütfen azat et beni. Kelimelerim babamla görünmez bir bağ kuruyor, zihnine
akıyordu. Algılıyordu, hissediyordu, okuyordu fikrimi. Buna rağmen reddediliyordum. Zorunda
bırakılmıştım ve altından kalkmakla yükümlüydüm.

Rahip Velianos, dakikalardır gence odaklı olan öfkeli bakışlarını çekmişti. Yüzüne, girdiği her yaş
tarafından bırakılmış derin çizgiler, gözlerini günahkâr olandan ayırdığı vakit refaha ermişti. Önce
babama, ardından bana döndü ve sakin bir ses tonuyla, "Kütüphanenin üst katındaki odayı kullanabilirsin
oğlum. Dikkatli ol, Tanrı'nın sözlerinden, emanetinden şaşma." Karşımızda duran genç, ani bir hareketle
bize dönmüştü. Rahip Velianos'u baştan aşağı süzmüş, ardından burnundan sesli bir nefes verip tekrar
soyutlamıştı kendisini bu çemberin içerisinden.

"Meraklanmayın," Söyleyebildiğim tek şey bu olmuştu. Hareket etme vaktiydi. Üzerimdeki cübbeye
sıkıca sarındım ve sağlam adımlarla manastıra doğru yürümeye başladım. Arkamdan geldiğini, kulağıma
ulaşan ayak sesleriyle fark etmiştim. Beni takip ediyordu. Bir günahkâr, beni takip ediyordu. Bir
günahkârın kurtuluş yolu hâline gelmiştim dakikalar içerisinde. Ardımdan yürüyor, nereye dönsem oraya
dönüyor, yavaşladığımda yavaşlıyor, hızlandığımda hızlanıyordu.

Manastırın içine girip merdivenleri çıkmaya başladık. Başlarda birkaç adım arkamdaydı, sonrasında
aradaki mesafe açıldı. Ben bir üst merdiveni tırmanıyorken, o bir altta kalanı aheste aheste çıkıyordu. Ara
sıra fark ettirmeden ona bakıyor, bakışlarını takip ediyordum. Duvarlarda asılmış resimlere, tavana
işlenmiş melek siluetlerine, Keruv'ların tasvirlerine dalıp gidiyor, keskin bakışlarıyla hepsini tek tek
hafızasına kazıyordu. Koyu kahverengi basamakları bitirdiğimde, karşıma çıkan işlemeli ve devasa kapıyı
araladım. Uzun bir koridora açılan bu katın her odası ilime adanmış, araştırma ve okuma amaçlı
kullanılıyordu. Ortalık sessizdi, zemine ulaşan her adımımın ardından yankısını duyuyordum ayaklarımın.
Titrek, endişeli, ürkek yankısını.

Parlak, fakat tarihin eskittiği duvarlar, koridorun iki ucunda duran küçük pencereler, pencerelerden
süzülen zayıf güneş ışığı, yaprakların hışırtısı ve her şeyden evvel Tanrı şahitlik ediyordu bu sahneye.
Kütüphanenin önünde duraksamış, kapı kulpunu tutmuştum. Arkamı dönmemle, yalnızca birkaç adım
uzağımda bekleyen gençle göz göze gelmem bir olmuştu. Bir şey diyecek gibi aralanan dudaklarından
alelacele kaçtım ve kulpta duran elimle aşağı doğru güç uygulayıp gürültüyle araladım kapıyı.

Kütüphanemiz büyüktü, kendi içerisinde ayrıntılı bölümlere ayrılıyordu ve her bölüme özel olarak en az
beş yüz kitap barındırıyordu. Zengindi, tür çeşitliliği fazlaydı. Arayıp da ulaşamadığım tek bir bilgi dâhi
olmamıştı bu zamana kadar. Kitab-ı Mukaddes'in çok eski basımları, insan eliyle değiştirilmesinden
önceye dayanan, Tanrı'nın sözcüklerinin saf ve kendi hâliyle bulunduğu hâldeki kutsal kitaplarımızı ayrı
bir bölümde saklıyorduk. O bölüm, köşede yedi basamaklık ufak bir merdiveni çıkınca, normal insan
boyutları esas alınarak hazırlanmış küçük bir tahtadan odaya aitti. İki kişi karşılıklı otursa, arada ufak bir
mesafe kalır, sohbet samimi bir şekilde devam ederdi. Şimdi oraya ilerliyordum, arkamdan sessiz sedasız
gelen genci peşimde sürüklüyordum. Şu ana dek kaçtığım gerçeklik, birazdan tam karşıma oturacak,
bana itiraf edecekti. Günahını söyleyecek, beklenti içerisinde gözlerime bakacak ve onu ikna etmem için
sabırsızlanacaktı.

Sürgü şeklindeki kapıyı sağa doğru çekiştirdim, açılan aralıktan hızlıca girdiğimde, anlık bir gafletle
arkama bakmış ve bir adım geride bekleyen çocukla göz göze gelmiştim. Yeniden tüm bedenimi ele
geçiren ürperme hissi, tenimin sıcaklığını kaybettirmişti bana. Soğuk ince ince yayılırken, tereddüt etmez
bir cesaretle odaya girdim ve kahverengi minderin üzerine oturdum.

İçeri adım attıktan hemen sonra sürgülü kapıyı tek hamlede kapattı. Karşıma geçti, üzerindeki siyah
pantolonunun baldır bölgesine birkaç defa vurdu toz silkeler gibi, ardından benim gibi mindere çöktü.
Bağdaş kurarak oturmuştu. Kollarını dizleri üzerine yerleştirmiş, dik bir ifadeyle yüzüme bakıyordu.
Sessiz, derin bir nefes alıp soluma uzandım. İkinci rafta duran ve İncil'in dört bölümünü de kapsayan kalın
kitabı nazikçe elime aldım. Birbirine yapıştırdığım bacaklarımın üzerine koydum kitabı, iki elimi
boynumun hizasında, avuçlarım birbirine değecek şekilde birleştirdim ve gözlerimi yumdum.

"Tanrı'ya şan ve şeref olsun, ezelde olduğu gibi şimdi, her zaman ve ebediyete kadar," Yüksek sesle
ettiğim bu dua sonrasında, engelleyemediğim bir cümle daha dökülüverdi dudaklarımdan, tonlamam her
ne kadar fısıltılı olsa da, karşımda oturan bu yabancının beni işittiğini biliyordum. "Merhametli Mesih İsa
ve şefkatli Meryem Ana, bana yardım edin..."

Gözlerimi aralamadan, yavaş hareketlerle Haç çıkardım. Derin, uzun ve sesli bir nefesi ciğerlerime
hapsettiğimde, vücudumun her bir köşesine yük olan günahkârın bakışları ağırlaştı, ağırlaştı ve göz
kapaklarımı irislerimin üzerinden çektim. Beni seyrediyordu. Dudakları aralıktı, dizlerinin üzerinde
bükülen bilekleri sallanıyordu. Tüm odağı bendim, Tanrı'nın affına sığınmak isteyen bir adamın kurtuluşu,
sığınağı ve tek yoldaşıydım. Bu an içerisinde yalnızca biz vardık, o ve ben. Sessizliği bölecek, onu İsa'nın
merhametine teslim edecektim.

"Öncelikle, Yüce Tanrı'nın ne denli bağışlayıcı, şefkat dolu olduğunu size hatırlatmak isterim. Nasıl bir
günah işlemiş olursanız olun, biz günahkârları yok saymaz, onları reddetmeyiz. Hepimiz kardeşiz ve
birbirimize doğru yolu göstermekle yükümlüyüz, yeri ve göğü, tüm âlemleri, sizi, beni, yıldızları, asırlardır
her sabah usanmadan doğan aydınlık Güneş'i, geceleri bulutların ardına konumlanan Ay'ı yaratan O'dur.
Eğer af dilerseniz, pişmanlığınızı dile getirirseniz..." Cümlemi bitirmek, titrek kelimelerimin sonuna bir
nokta koymak üzereydim ki, yabancı aralık dudaklarını hareket ettirdi ve beni susturdu.

"Bir pişmanlığım yok,"

Öylece kalakalmıştım. Bedeninin en kuytu köşesinden, üzerindeki toprağı atıp da bana ulaşmış olan derin
sesi, kelimeleri sert ve keskin telaffuz eden düzgün dili, yalnızca bir saniye içerisinde toparladığım
özgüvenimi yıkmıştı. Başımı hafifçe aşağı yukarı salladım, dudaklarımı ıslattım ve kucağımda duran
kitabın üzerine ellerimi yerleştirdim. Titriyordum. Parmaklarımı sertçe birbirine dolamış, bir zeminden
destek almak için kendimi Kutsal Kitap'a emanet etmiştim fakat hayır, etkisizdi. Zangır zangır titriyordum.

"Öyleyse... Günahsız mısınız?" Gözlerine odaklandığım yabancının bakışları ellerimdeydi. Kalın ve biçimli
dudakları ufaktan güler gibi olmuş, ön dişlerini biraz da olsa görebilmiştim. Ardından, bir defa daha
yaptığı gibi, burnundan sesli bir nefes verdi ve tam o esnada dilini üst dişlerinin altından sürterek
kaydırdı. Baygın gözleri tekrar beni bulduğunda, başını yavaşça sağına yatırdı.

"Sanırım buralarda yaptığım iş öyle adlandırılıyor, günah." Buralarda kelimesini söylerken etrafı baştan
aşağı süzdü ve tekrar bana döndü. "Ben öyle tanımlamıyorum,"

Kısılan bakışlarım dudakları ve gözleri arasında mekik dokuyordu. Eğer verimli bir konuşma olsun
istiyorsam, öncelikle doğru soruları sormalı, aldığım cevaplara göre bir çıkarıma varıp ona el
uzatabilmeliydim. "Pekâlâ, öyleyse neden buradasınız? İlk olarak bunu bilmeliyim. Lütfen... Bana
yardımcı olun. Tek başıma sizin affınız için çabalayamam,"

Yabancı, dudaklarını birbirine bastırdı ve yerinde kıpırdanarak dikleşti. Dizlerinde duran ellerini çekip
kasıklarının iki yanına yerleştirdi. Sırtını yavaşça geriye yasladı. Her hareketini kendimi zorlayarak
seyretmeye çalışıyorken, onun gevşek bir ifadeyle beni detaylı süzdüğünü görmek, her defasında
toparladığım gücüme sert bir darbe indiriyordu.

"Buradayım, çünkü babam burada olmamı istedi. İradem dışında yaşanan bir olay," Konuşma bu
noktadan itibaren dikkatimi tamamen üzerine çektiğinde, çatılı kaşlarımın farkına varmadan devam
ettim dinlemeye. "Dininize inanmıyorum, günahlarınızı, sevaplarınızı reddediyorum. Bu nedenle ne bir
pişmanlığım var, ne de affedilme arzum." Neredeyse yerimden sıçrayarak geriye çekmiştim bedenimi.
Gözlerim irileşmiş, göğsümün altında gün aydığından beri kuvvetli bir mücadelenin ortasında kalan
kalbim, kanadından incinmiş bir martı gibi çırpınmaya başlamıştı.

Karşımdaki yabancı, yüzümün ifadesini seyrederken, sırtını yasladığı yerden ayırdı ve benim uzaklaştığım
mesafe kadar bana yakınlaştı. "Bunu ikimiz içinde zor kılmayalım, küçük peder. Ne sen çabala, ne ben
vakit öldüreyim. İstedikleri zamanı geçirelim. Susarak, sessiz kalarak geçirelim gitsin. Ardından iflah
olmadığımı söyler, salarsın bu günahkârı."

Oturduğum yerde aniden dizlerim üzerinde yükselmiştim. Yükselmemle beraber kucağımdan kayıp giden
İncil'le, dudaklarımdan tiz bir çığlık dökülmüştü. Titrek ellerimle kitaba uzandım, "Tanrım, Yüce Tanrım!"
Kontrol edemediğim korkum, heyecanım, güçsüzlüğüm birbirine geçmişti. Duygu karmaşası içerisinde
yalpalıyordum. Kontrolsüzce bağırmaya başladım. Kitabı dudaklarıma götürüp öpüyor, göğsüme
bastırıyor, Tanrı'yı reddeden bir acizin karşısında kendimi kaybediyordum.

"Siz neler söylediğinizin farkında mısınız? Bu kirli zihninizle, Mesih İsa'nın izinde yürüdüğümüz kutsal
mekâna girip, bir de utanmadan onu reddettiğinizi mi söylüyorsunuz?" Karşımda sakince oturuyor, tek
kelime etmeden beni izlemeye devam ediyordu.

"İtiraf edeceksiniz,"

İki kelimemle yoğunlaşan bakışları, derin koyu gözlerinin içine siper almış benim bakışlarımı yakaladı.
"Günahınızı itiraf edeceksiniz," Usulca yerime geri oturduğumda, hâlâ her adımımı takip ediyordu.
"Buraya gelmeniz sebepsiz olamaz. Peder'in sizi bana getirişinde muhakkak bir hayır vardır," İncil'i
dizlerimin üzerine yerleştirdim ve dudaklarımı ıslattım. Nefeslerim yavaş yavaş düzene giriyordu.

"Günahımı itiraf edeceğim. Peki ya sonra? Tanrı'n sana beni affettiğini mi fısıldayacak, ya da
cezalandırılmam gerektiğini?" Her cümlesinde öfkem harlanıyordu, içim alev alevdi ve onu yakmak, onu
eritmek istiyordum. Çenem kasılmıştı, uzun zamandır ilk defa sinirlenmiştim. Hatta öyle uzun zaman
olmuştu ki, bu hissin yabancılığı bana kimliğimi unutturuyor, nasıl kontrol altına alacağımı bilmediğimden
etrafa kuduz bir köpek gibi saldırmak istiyordum. Reddediyordu, Tanrı'yı, Tanrı'mı, tek inancımı
reddediyordu.

"Günahınızı bir diğer kardeşinizle paylaşmak size rahatlık verir. Bu ikimiz arasında kalacak, kimseye
bahsetmeyeceğim. Size yol gösterecek, nasıl af dilemeniz gerektiğini öğreteceğim." Yabancı, sahte bir
gülüşle başını eğdi. Yüzü, onu ilk gördüğüm zamanki ciddiyetine büründüğünde, gözleri gözlerime aktı ve
ben ilk defa, ömrümde ilk defa, bir başkasının günahı altında parçalara ayrıldım. Ömrümde ilk defa, bir
başkasının günahının kefareti boynuma dolandı, nefesime engel oldu, utandım, utanarak küçüldüm, bu
koca manastır içerisinde bir toz tanesi oluverdim. Kurduğu tek bir cümleyle, bir vahşetin tam ortasında
kalakalmış, her yönden etime kemiğime susamış acımasız bir hayvanın bozgununa uğramıştım.

"Şehvete esir düştüm, bir adamla."

Gözlerimi gözlerinden ayıramıyordum. Keza, şu ana kadarki en yoğun bakışıyla izliyordu beni. Aramızdaki
ufak mesafe yok oluyordu zaman geçtikçe ve tam ortada buluşuyor, onun kirli ruhuna katılıyordum. Bir
yandan dehşet içerisindeydim, bir yandan ise itirafının hafifliği zihnimde bir yerleri sakin kılıyordu. O
birkaç dakika, uzayıp bir asra mâl olmuştu ve ben bakışlarındaki kirden sakınmak istercesine gözlerimi
kaçırmıştım. Boğazımı temizledim, hiçbir şey yoktu ve ağır bir günahın kamçıları altında inlemiyorduk.
Evet, hiçbir şey yoktu.

"Yalnızca bir kez mi?" Günahkârın, artık yalnızca bir beden uzvuymuş gibi bakamadığım dudakları
aralandığında, nefesimi tutmuştum. "Hayır, çok kez."

Ses etmedim. Usulca başımı salladım ve tekrar rafa uzandım. Ona okumam gereken, işitmesi gereken
ayetler vardı. Bu esnada da, soru sormaya devam ettim.

"Aynı adamla mı yaşandı hepsi?" Derin sesinden dökülen her kelime, bir tokat gibi yüzüme çarpıyordu.
"Hayır, birden fazla kişiyle,"

Kitabın sayfalarını karıştırıyorken, onun yerine utanarak sordum, "Bundan haz aldınız mı?" Ellerim
yeniden titreme eşiğine gelmişti, yaprakları hızlı hızlı geçiyor, vereceği her cevap arefesinde göğsüm
coşkuyla havalanıyordu. "Aldım, haz aldım."

Yutkunmuştum. Kitaptan yavaşça ayırdığım gözlerim, onun bana sabit bakışlarıyla çarpıştığında devam
etti. "Çok... Çok fazla haz aldım,"

Korkuyordum. Sanki saniyeler içerisinde Tanrı'nın gazabı üzerimize olacaktı, bu taştan duvarlar başımıza
devrilecek, hepimiz inim inim inleyecektik. Öyle rahat cevap veriyordu ki, onun bu umursamazlığı
yüzünden, ben katbekat fazla ıstırap çekiyordum.

Kitapta aradığım yeri bulduğumda, saniyelik bir zaman diliminde ona baktım ve ilgimi yeniden ayete
verdim. Dikkati uyanıktı, odağı bendim. Dinleyecekti. Öğrenecekti. Ayak uyduracaktı ve onu bu düştüğü
bataklıktan ben kurtaracaktım.

"Dinleyin," Pürüzlü sesimin ardından bir kez daha boğazımı temizledim ve okumaya başladım.

"Ve bir adam kadınla yatar gibi erkekle yatarsa, ikisi menfur şey yapmışlardır; mutlaka öldürüleceklerdir;
kanları kendi üzerlerinde olacaktır."

Levililer'den başlamıştım. Ona baktım, az önceki sert bakışları yumuşamıştı. Bulunduğumuz durumdan
keyif alıyordu. Sorgulamadım, üzerine gitmeyecek, onu zayıflığından vuracaktım. Dikkatimi dağıtmasına
izin vermeden, yeniden kitaba odaklandım. Bir diğer ayeti, yavaşça, sindire sindire okumaya başladım.

"Onlar yatmadan, kentin erkekleri -Sodom'un her mahallesinden genç yaşlı bütün erkekler- evi sardı.
Lut'a seslenerek, 'Bu gece sana gelen adamlar nerede?' diye sordular, 'Getir onları da yatalım.' Lut dışarı
çıktı, arkasından kapıyı kapadı. 'Kardeşler, lütfen bu kötülüğü yapmayın' dedi, erkek yüzü görmemiş iki
kızım var. Size onları getireyim, ne isterseniz yapın. Yeter ki, bu adamlara dokunmayın. Çünkü onlar
konuğumdur, çatımın altına geldiler."

Yaratılış'tan, Lut kavminin helâk olma sahnesinin başını okumuştum. Sodom ve Gomore şehirlerini, onlar
üzerine yazılan efsaneleri, dilden dile geçen hikâyeleri muhakkak herkes bilirdi. Detaylı olmasa bile, bu
karşımdaki yabancının da az çok haberi olduğundan emindim. Ona, Tanrı'ın doğru sözünü okumuştum.
Gerçeği sunmuştum, el uzatmıştım. Son bir kısım daha okuyacak, ardından işin en derin kısmına
girişecektik. Pişman olmalıydı.

Bir başka kitaba uzanıp, yerini bildiğim ayeti açtım. Yabancının bakışları bir defa daha ağırlaşmış,
göğsüme çöreklenmişti. Sıcak basıyordu yavaştan, bu küçük oda üstüme üstüme adımlıyordu.

"İşte böylece Tanrı onları utanç verici tutkulara teslim etti. Kadınları bile doğal ilişki yerine doğal
olmayanı yeğlediler. Aynı şekilde erkekler de kadınla doğal ilişkilerini bırakıp..." Okuduğum ayeti bölen
derin sesle, gün içerisinde üst üste aldığım darbelerin kıvrandıran sızısıyla bükülmüştüm. Çünkü
günahkâr, devam etmişti.

"Birbirleri için şehvetle yanıp tutuştular. Erkekler erkeklerle utanç verici ilişkilere girdiler ve kendi
bedenlerinde sapıklıklarına yaraşan karşılığı aldılar." Onun sesinden bu kutsal ayeti işittiğim anda, düz ve
kurak toprakların üzerinde bulmuştum kendimi. Bir adım önümde derin bir çukur vardı, ne zaman ki o
konuşmaya başladı, o zaman bu ayak ucumda bekleyen çukurun içerisinden yükselen alevlerin öfkesini
işittim tenimde.

Taehyung, olduğu yerde hareketlendi. Bir heykel gibi karşısında kalakalan bana uzandı, ellerimin arasında
tuttuğum kitabı kavradı. Bunu yaparken eklemlerime değen parmak uçları, hafifçe tenimi sıyırdı ve ben
öyle soyutlanmıştım ki anın içerisinden, kendimi geri çekme uğraşına girişemedim bile.
"Senin dinini, senden daha iyi biliyorum. Bana bunları okuma, bana bildiklerimi tekrar etme." Elinde
tuttuğu kitabın kapağını sertçe kapattı ve aldığım rafa geri yerleştirdi. "Öğrenmeden, araştırmadan
reddedecek kadar sığ bir insan gibi mi göründüm gözüne?"

Şimdi ayağa kalkmıştı. Nihayet kendime gelebilmiş, yukarıdan yukarıdan beni seyreden bu yabancı
gözlerin ağına, bir defa daha takılmıştım.

"Ben, senin gözünde bir günahkâr olabilirim. Tanrı'nın, babanın, rahiplerinin gözünde." Birkaç saniye
duraksadıktan sonra, üzerime doğru eğildi. Yakınlaşan yüzünde fark ettiğim bir detay, beni bundan sonra
söyleyeceği cümlelerin hepsinden soyutlamıştı.

"Ama Jeongguk, inan bana, düştüğüm o şehvetin tadı, sizin kutsal kitaplarınızda tarif edilen ateşin
içerisinde binlerce kez yanmaya değer,"

Cümlesini bitirir bitirmez uzaklaşmadı. Gözleri hareketlendi; alnıma, sağ ve sol gözüme, burnuma,
dudaklarıma, yanaklarıma, saçlarıma... Her yanıma hızlıca değdi bakışları ve en son yeniden gözlerimi
bulduğunda, bedenini dikleştirdi, tek bir kelime daha etmeden kapıdan dışarı çıktı.

Bense o detayın kurbanıydım bu ufak hesaplaşmanın sonunda. Birisi tek kapaklıyken, diğeri bir kusur
olmanın ötesinde çift kapak barındıran gözlerinin kurbanıydım.

Umarım severek okur, severek takip edersiniz, şahsen ben inanılmaz heyecanlıyım kurgu için. İlk adımı
atalım bakalım, son adıma dek ilginizi ve sevginizi diri tutmak istiyorum. Şimdiden gözlerinize sağlık.🌌
2.bölüm
"Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu.
İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı. Onları kutsayarak, 'Verimli olun, çoğalın' dedi."

(Yaratılış 1:27-28)

2.BÖLÜM

-EFSANE-

Tek katlı, ufak bir bahçesi olan evimize doğru yürüyordum. Haftasonuna girmiştik,
haftasonları babamın yanına geliyor, vaktimi manastırda kurduğum düzenden farksız
olarak onunla geçiriyordum. İbadet ediyor, dualar okuyor, dinsel konuların derinlerine
iniyor ve birbirimizden verim kazanmaya çalışıyorduk. Bana kalsa, ben babama bir
şeyler öğretecek, ona katacak kadar yoğun ve bilgili bir insan değildim. Buna rağmen o,
her insanın, bir diğer insandan çok şey öğrenebileceğini, bunun kişinin seviyesinden,
eğitim durumundan, dini inancından bağımsız olduğunu savunurdu. İnsan insanın
düşünsel dayanağıydı. Daima destekleyemediğim bu fikir, bazı zamanlar öyle güçlenirdi
ki reddedemezdim.

Hava yavaştan kararmaya başlamıştı. Küçük bir bahçesi olan, kasabanın en ağaçlık
yerine inşa edilmiş evimiz müstakildi. Her mevsimi bir ayna gibi yansıtırdı balkonundan
görülen manzara. Orada nefes almak, yeryüzünün tüm girinti çıkıntılarından arınmış,
henüz yeni yaratılan ve insan barındırmayan hâlinden ilk temiz nefesi çalmak gibiydi.
Arınırdım korkularımdan, üzüntülerimden. Yalnızca gördüğüm ve göreceğim güzelliklere,
eksiksiz yaratılışıma ve hayatıma şükretme isteğiyle dolup taşardım.

Henüz taşlık yola yeni girmiştim ki, bahçenin demirlik kapısında babam göründü. Hemen
arkasında da başını eğmiş, babama göre saçı ve sakalı daha toplu, ama yaşı hemen
hemen babamınkiyle aynı olan bir adam yürüyordu. Kapıdan çıktıklarında, evin hemen
karşı çaprazına park edilmiş bir araba görmüştüm. Ben yaklaştıkça, attığım her adımda
hareketlenen taşlar habercim oldu ve bu iki adam da aynı anda başlarını bana çevirdi.
Babamın yüzünde gördüğüm, başkasının anlayamayacağı ama benim hemencecik
tutunup sahiplendiğim ufak, belli belirsiz tebessüm içimi ısıtmıştı. Ona karşılık büyükçe
sırıttım ve hızlandım. Yanlarına ulaştığımda, yanındaki adam sözü ilk alan kişi olmuştu.

"İşte kasabamızın geleceği!" Coşkulu bir ses tonu vardı. Elini omzuma atıp vücudumu
hafifçe sarstığında, çekimser bir ifadeyle başımı eğmiştim. Kim olduğuna dair merakım
ağırlaşmıştı çünkü biliyordum, babamın kilise dışında halktan kişilerle evinde görüşmesi
çok nadir yaşanırdı. Önemli bir konu olmalıydı.

"Oğlum, bu beyefendi dün seninle tanıştırdığım kardeşimizin babası," Anında


donuklaşan bakışlarım adamın yüzünü bulduğunda, onun da eski neşesinin çoktan yok
olduğunu fark etmiştim. Bilinçsiz kasılan göğsümü, tuttuğum nefesimi rahat bıraktım ve
saniyeler içerisinde kuruyan dudaklarımı ıslattım.

"Öyle mi? Çok memnun oldum efendim," Önünde hafifçe eğildiğimde, bunun gereksiz
olduğunu söyler gibi aceleci hareketlerle bedenime tutundu ve beni engelledi.

"Seni bizzat karşımda görmek ne iyi oldu. Peder Min, gerçekten büyülü bir genç. Şu
ışıldayan gözlere de bakın. İnsanın feyiz alası geliyor," Söylediği güzel cümlelerin
ardından utançla babama baktım. Benim aksime o hâlinden memnun görünüyordu.
Gururlu bakışları yüzümde uzun uzun gezindi ve tekrar beni seyreden adamı buldu.

"Tanrı'ya şükürler olsun, o benim dünyevî ve uhrevî en özel hediyelerimden," Ne zaman


benimle ilgili böyle kuvvetli, sarsıcı cümleler kursa, tesirini en derinimde hissederdim.
Tüylerim ürpermişti. Bir kez daha utanarak tebessüm ettiğimde, arka taraftan gelen kapı
kapama sesiyle yerimden sıçradım. Omzumun üzerinden, evimizin karşısına park
edilmiş arabaya doğru dönmüştüm ki, onu gördüm.

Yorgundu. Bir günde ne kadar yorulabilirse bir insan, o kadar yorulmuştu sanki. Gözleri
bu anı kolluyormuş gibi bakışlarımı buldu. Yüzünü tüm hatlarıyla, çizgileriyle
seçebilmiştim; kendi isteğiyle açmıştı alnını, yanlara doğru ayırdığı kahverengi
tutamlarını dağıtacak bir rüzgâr da yoktu. Ellerini cebine sokup, kalçalarını arabaya
yasladı ve dik bakışlarını bir an olsun benden ayırmadı. Kaşlarım ufaktan çatılmaya
başlayınca yüzümü çevirdim. Babası dikkatle bana bakıyordu, söyleyeceğim iki kelimeye
muhtaçmışçasına seyrediyordu ifadelerimi.

''Dün kısa da olsa zaman geçirdiğinizi duydum. Birkaç gün daha talep ediyorum,''
Gözlerimi, henüz adını dâhi bilmediğim adamın, benim gibi genç bir çocuğa
yalvarırcasına odaklanmış bakışlarına sabitledim. Oğluyla ilgili nelerden haberdardı,
bizim dinimize, Tanrı'mıza inanmadığını biliyor muydu, merak ediyordum.

''Jeongguk, yarın kilise içerisinde de zaman geçireceksiniz.'' Babamın bir ricadan ziyade,
emir vererek konuşmasının altında güçlü bir sebebin yattığını biliyordum. Günahını
biliyorlardı, bunun kasaba içerisinde çok rastlanmayan tarzda bir olay olduğunu da.
Tedirginlerdi. Bunun yayılmasından, henüz genç yaştaki kardeşler arasında
duyulmasından, belki de merak uyandırmasından... Korkuyorlardı. Bilincindeydik çünkü,
günahların cezbedici yanı en çok gençleri vururdu.

''Sana... İtiraf etti, değil mi?'' Babasının sorusuyla daldığım zeminden bakışlarımı çektim.
Dudaklarımı aralamış, karşılık vermek üzereydim ki, arkadan gelen derin sesle dilimin
ucundaki tüm kelimeler boğazıma dizildi.

''Ettim. İtiraf ettim,'' Bu sefer omzumun üzerinden değil de, tüm bedenimi ona çevirerek
bakmıştım yabancının gözlerine. Kaşları alay eder gibi hafiften kalkmıştı, dudakları
aralıktı ve göğsünün ortasına dek çözdüğü gömleğinin düğmelerinden, esmer tenine
yansıyan turuncu sokak lambasını seçebiliyordum.

''İtiraf sorun değildi de... Söylediğiniz gibi olmadı. Hafiflemedim,'' Cümlesini bitirmesiyle
beraber ortamda oluşan gerici sessizlikle, tüm bedenim zehirli bir sarmaşığın esiri olmuş
gibi kalakalmıştım. Gözlerini benden çekmiş, aynı soğuk bakışlarla babasını
seyrediyordu. Aynı benim babamla kurduğum sessiz bağ gibi, bu iki yabancı da
bakışlarıyla, kelimeleri reddederek konuşuyordu fakat fark vardı. Biz babamla birbirimize
meydan okumazdık. Onların aksine biz, kaşlarımızı çatmazdık içimiz fısıltı şeklinde akıp
giderken zihinlerimize. Öfke, nefret, kabullenmezlik olmazdı.

Vücudum kasılmıştı. İki yanımda duran ellerimi birbirine kenetledim ve boğazımı sertçe
temizleyerek tekrar yönümü babama çevirdim. ''Sorun değil, yarın kilise bahçesinde
onunla tekrar görüşeceğim,'' Babam memnuniyetle gözlerini yummuş, bunun onu ne
denli tatmin ettiğini bir defa daha göstermişti bana. Yanımızda dikilen yabancı adam, bir
adım attı bana doğru ve önümde duran ellerimi avuçları arasına alıp hafifçe başını eğdi.

''Jeon Jeongguk, Tanrı'nın merhameti ve şefkati üzerine olsun. Tanrı seni korusun,''
Mahcubiyetle onun seviyesine kadar eğildim ve ufak bir tebessüm ederek onu
yatıştırmaya çalıştım. İçindeki coşkuyu hissediyordum, yansıttığı ve gösterdiğinin çok
daha fazlası vardı gözlerinde. Oğlunun bu hâli onun için oldukça kabullenilmez ve
korkunçtu. Onu iyileştirebileceğimi düşünüyordu, pişmanlık duymasını, İsa'nın
huzurunda af dilemesini sağlayabileceğimi. Nasıl yapacaktım? Daha dün gözlerini
gözlerime dikmiş, net ifadelerle Tanrı'mı reddettiğini söylemişken, aldığı hazzın
cehennemde defalarca yanmaya değeceğini söylemişken... Ne yapacaktım? İflah
olacağını sanmıyordum. İnatçı ve günahında ısrarcıydı.

Birkaç saniye içerisinde arkadan gelen kapı kapanma sesiyle, ürkerek yerimden
sıçramıştım. Aniden öfke basmıştı, gözlerim kapanmış, birbirine sertçe bastırdığım
dişlerim sebebiyle çenem kasılmıştı. Kabullenemiyordu. Kurtuluşu olarak gösterilen
kişinin, muhtemelen ondan küçük ve manastır eğitimi alan toy bir çocuk oluşu onu
sinirlendiriyordu. Bir an önce bitmesini istediği bir işkenceden ibaretti tüm bu olanlar.
Benim için de pek bir farkı yoktu, ona her baktığımda kirlendiğimi hissetmekten
alıkoyamıyordum kendimi. Neyse ki içimi kaplayan iman sevgisi, kötülüğe bulaşmış
insanlara tutunacak bir dal olma isteğinin yoğunluğundan reddedemiyordum onu.
Elimden geleni yapacaktım. Henüz şimdiden göstereceğim her türlü çabanın boşa
çıkacağını biliyorken, buna rağmen onun arsız ruhuna dokunacak cümleler dizmeye
çalışacaktım. Bu da bana ağır geliyordu. Bir günahkârla ilk imtihanım, böylesine zor
olmamalıydı.

Kısa bir süre sonra babamla selamlaşıp arabasına binmiş ve evimizin önünden ayrılmıştı
yabancı adam. Onu öğrenmiştim. Kim Choi Wook. Kasabanın en eski yerlilerindendi.
Babamın söylediğine göre Yahudi bir ailede yetişmiş, buna rağmen küçük yaşta kendi
aklıyla araştırıp, sorgulamış ve gizlice Hristiyan olmaya karar vermiş. Bunda onun için en
büyük etken de, gençlik zamanlarında tanıştığı güzel bir kadın olmuş. İlk ve tek aşkı.
Hristiyan bir kadın. Onunla kaçıp, bu kasabaya yerleşmişler ve ilk çocuklarına uzun bir
zaman sonra sahip olmuşlar. Ailesi sebebiyle o zamanlar mensup olduğu dinin eğitimini
fırsat bulup da bir ruhban okulunda ya da manastırda alamamış. Eksikliğini çok çektiğini
söylüyormuş her fırsatta, ulaşmak istediği makama gelemeyişi hâlâ onun için
unutamadığı, her hatırlayışında yeniden açılan ve sızlayan bir yara gibi taze kalmış.
Tüm bunları öğrenmemin üzerine, onun için oğlunun büyük bir utanç kaynağı oluşunu
daha iyi kavrıyordum. Dini için ailesinden vazgeçmiş, inandığının peşinde en büyük
değerlerini hiçe sayarak koşmuş bir adam için, oğlunun böylesine büyük bir günaha
girmiş olmasının etkilerini düşündüğümde, bugün gözlerinde gördüğüm saf utanç ve öfke
az bile geliyordu artık.

Günün geri kalanı oldukça hızlı geçmişti. Babamla yaklaşık bir saat sohbet edebilmiştik,
işleri olduğunu söyleyip erkenden odasına çekilince karşı gelememiştim. Onunla zaman
geçirmeyi ne kadar özlemiş olursam olayım, dini işlerle meşguliyetini bölmeye
kalkışamazdım. Küçük ve mızmız bir çocuk gibi bir kez olsun daha fazla kalmasını
isteyememiştim benimle. Düşününce, babama tek bir an olsun karşı da gelmemiştim.
Gözümde öyle yüksek bir mertebedeydi ki, ne dese kabulümdü ve ne dese doğruydu.
Her hareketinin altında muhakkak benim göremediğim bir mânâ vardı, bu sebeple benim
için en derinine incelenmesi gereken insandı. Konuşurken, kilise içerisinde hareket
ederken, rahiplerle sohbet ederken, pazar ayinlerini yaparken... Tanık olabildiğim her
anını tüm detaylarıyla hapsederdim zihnime.

Güneş henüz yeni doğuyorken aralamıştım gözlerimi. Sabahın ilk saatlerinin ve gece
başlangıcının insan ruhuna en yakın zamanlar olduğuna inanırdım. Yarım saat içerisinde
kilise önünde olmam gerekiyordu. Bu verimli zamanı, ne kadar isyan etmemesi için
ruhumun ağzını sıkıca bağlamış da olsam, bir günahkârla geçirecek olmak hoşuma
gitmiyordu. Hele ikna edemeyeceğim bir adama, bana açık ve net bir şekilde günleri
sessiz sedasız geçirip, sonra da babasına iflah olmadığını söylememi isteyen bir adama
dini bütünlülüğümü, Tanrı'ya olan bağlılığımı ve inancımı kullanarak dil dökmek...
Aklımdan bu cümleyi tamamlayacak çok fazla olumsuz kelime geçse de, bunu yapmak
zorunda oluşumu göz önüne alarak susturmuştum zihnimi.

Ayaklarımı yataktan sarkıtıp, uyku mahmuru gözlerimi ovuşturarak esnedim. Birkaç


saniye içerisinde haç çıkarmış, her sabah ettiğim duayı, parmaklarımı birbirine
kenetleyip alnıma yaslayarak etmiştim. ''Tanrım, ruhumu ve kalbimi sana sunuyorum,''

Sonrası hızlıydı. Atik bir insandım, evin içerisinde hızlı adımlarla ilerleyip işlerimi
halletmiş, yarım saat içerisinde de kendimi kilise kapısı önünde bulmuştum. Babam
bugün benden de önce uyanıp, kasaba dışındaki işlerini halletmek için yola koyulmuştu.
Muhtemelen birkaç saat içerisinde geri dönmüş olurdu. Ardından ikna aşamasının nasıl
geçtiğini, onunla bir ilerleme kaydedip kaydedemediğimi soracaktı. Şimdiden cevabımın
ne olduğunu biliyor olsam da, içimde küçücük bir umut kırıntısı vardı. Başını uzatıp
duruyordu, belki diyordum. Belki.

Kilise bahçesine girdiğimden itibaren on beş dakika geçirmiştim. Hava soğuktu, rüzgâr
hafif de olsa etkisini hissettirerek esiyordu. Saçlarım geriye doğru uçuşurken, iyice
gerilen sinirlerimle dudaklarımı büzmüştüm. Bacaklarımı öne doğru uzatıp, sanki
bakılacak bir şey varmış gibi ayakkabılarımın tozlanmış yüzeyini seyrediyordum. O
sırada ne düşünmüştüm, neler geçmişti aklımdan da öylesine dalmıştım bilmiyorum, en
derin yerinde görüş alanıma bir karartı düştüğünde irkilerek başımı kaldırdım.
Dudakları arasında yanan bir sigara vardı. Yolun ortalarında ya da kilisenin yakınlarında
yakmış olmalıydı. Bitmek üzereydi. Üzerinde dün gördüğüm siyah, yapısı bol ve kumaşı
akan gömleği vardı. Yakası yine dört düğmelik bir açıklığa sahipti. Dümdüz ifadesiyle
gözlerime bakıyordu. Ses etmeden ona bakmaya devam ettiğimde, benden ziyade
durum ona tuhaf gelmiş olmalı ki, kaşlarını kaldırdı ve sigarasından uzun bir nefes çekti.

''Konuşmamızın üzerine pes edersin sanıyordum,'' Dudakları arasından süzülen duman,


rüzgâr vasıtasıyla bana çarptığında hızla yerimden kalkmıştım. Buruşturduğum yüzümle,
neredeyse iğrenir bir ifadeyle gözlerine baktım.

''Lütfen onu söndürür müsünüz? İzmaritini de çöp kutusuna atın. Rahatsız oluyorum,''
Dediğimi ikiletmemesine şaşırmıştım. Arkasını dönüp köşede duran demirden yapılma
çöp kutusuna ilerledi, henüz bitmemiş sigarasından bir nefes daha aldı ve söndürüp geri
döndü.

''Ne konuşmayı planlıyorsun? Bana hâlâ öğretebileceğin bir şeyler olduğuna inanıyor
musun?'' Yüz ifadesi öyle ciddiydi ki, derin ses tonu ve keskin bakışlarının odağı olmak
bile küçülmeme sebep oluyordu. Bana böylesine soğuk bakıyorken ve kafamın içindeki
ses çığlık çığlığa onun en büyük günahlardan birisine bulaştığını haykırıyorken, doğru
kelimeleri seçmek zordu.

''Böyle uygun gördüler,'' Söylediğim şey üzerine sıkıntılı bir nefes aldı. Gözlerimden
çektiği bakışları kilisede geziniyordu şimdi. Ellerini cebine sokmuştu. Rüzgâr, etkisini
daha da arttırıp sertçe estiğinde, yabancının bedeninden kaçıp burnuma süzülen
kokusunu, aniden boşluğa düşmüş bir şekilde solumuştum. Sersemler gibi birkaç adım
geriye gittiğimde, bana hiç aldırmadan kiliseye bakmaya devam etti. Göğsüm hızla inip
kalkıyor, az önce ciğerlerime hapsettiğim bu eski bir tahta evde geçirilen sıcaklığı
hatırlatan kokuyu silmeye, yok etmeye çalışıyordum. Ancak bir kere hapsettiğim bu
zehir, kokulara duyarlı olan bünyemin kıskaçları arasına çoktan girmişti. Sıyrılamıyordum
bu histen, günahtı. Bu yabancıya bakmak, onu duymak, onun gözlerine bakmak,
kokusunu almak günahtı. Aksini kabul ettiremiyordum kendime, böyle öğretmiştim ve
böyle kalmıştı.

''Diğer insanların fikirlerine göre yaşıyorsun demek,'' Kurduğu cümlenin ardından, birkaç
adım atıp bana yakınlaşmıştı. Geriye gidersem korkak görüneceğimi bildiğim için,
kendimle büyük bir savaş verip olduğum yerde hareketsiz kaldım.

''Tanrı'nın istediği gibi yaşıyorum,'' Ayakkabısının ucu, benim ayakkabıma


sürtündüğünde sıkıca gözlerimi yummuştum. Sesli yutkunuşumun ardından başımı
eğdim, görüş alanımda bana temas eden yabancının ayakları duruyordu. Yüzü öyle
yakınımdaydı ki, tekrar ona bakmak için kafamı kaldıracakken hafifçe geri çekilmek
zorunda kalmıştım. Saçlarım tenine sürtünebilirdi çünkü. Olmamalıydı bu.

''Bu yüzden mi varsın? Tanrı'nın kıymetli isteklerini yerine getirmek için yaratılmış, aciz
bir varlık olarak yaşamını sürdürmek için mi?'' Fısıltılı sesi çok yakınımdaydı, öyle ki bu
yakınlık kelimelerinin gücünü de tetiklemiş, bitirdiği cümlesinin ardından hissedebildiğim
her yerimden geçen ince bir sızıyı hissetmiştim. Akıyor diyordum içimden, günahları
benim damarlarıma akıyor.

''O'nun isteklerini yerine getiriyor olmam size acizlik gibi mi geliyor?'' Bakışlarım isteğim
dışında göz kapakları arasında gidip geldiğinde, yabancının silik bir şekilde tebessüm
ettiğini fark etmiştim. O esnada irisleri hareketlenmiş, gözlerimden çekilip yüzümün her
yanında gezinmeye başlamıştı. Yakınımdaydı, yakındık. Ürkünçtü fakat engel
koyamıyordum aramıza. İğreniyordum, bir adamla şehvete düştüğü her aklıma
geldiğinde iğreniyordum bu bedenden.

''Kendi isteklerinin olmayışı bana acizce geliyor,'' Gözlerimiz arasında, kırmaya cesaret
edemeyeceğim bir bağ kurulmuştu. Koyu bakışları akıp benim bakışlarıma bulaşmış, tek
bir görüş alanına sahipmişim gibi kaçacak hiçbir yer bulamamıştım. Yasak olana
bulanmış, kirli ve edepsiz irisleri, bir akarsu gibi çoğalmış, taşmış ve beni içine çekmişti.
Boğucuydu. Tehlikeliydi.

''Babanızın, dini reddettiğinizden haberi var mı?'' Aniden akşam olurdu bazen, gökyüzü
aydınlıkken öyle anlamsız bir hızla kararırdı ki, şaşkın şaşkın kalırdım pencerenin
önünde. Şimdi de onun gibi, gözlerinde hava kararmıştı. Gök gürleyecekti, şimşekler
çakacaktı, yağmur öyle yağacaktı ki şehir sular altında kalacaktı sanki. Çenesi kasılmış,
kemikli yüzü daha da belirgin hâle gelmişti.

''Var. Ben nasıl dini reddediyorsam, o da bunu reddediyor. İnançsızlığımı reddediyor,''


Birkaç saniye içerisinde benden uzaklaşmış, onu beklerken oturduğum yere bırakmıştı
kendisini. Dizlerine dirseklerini yerleştirmiş, başını eğip zemini dikizlemeye başlamıştı.
Dün yüzünde canlı canlı şahit olduğum yorgunluk vücuduna sıçramıştı sanki. Aşina
olmadığım bedeninin hareketlerinden seçebiliyordum ruh hâlini. Belki kendimceydi,
yanlıştı, fakat böyle büyümüştüm çocukluğumdan beri. İnsanları seyrederek,
ezberleyerek, öğrenerek.

Yavaşça yanına oturdum. Oturağın iki ucundaydık. O önüne bakmaya devam ediyor,
bense çekine çekine ifadelerini seyrediyordum. Kucağımda duran ellerim itici bir güçle
birleşmiş, parmaklarım içimdeki savaşın yansıması gibi birbirlerine girmişti.

''Tanrı'nın gazabını davet eden dört günahı bilir misiniz?'' Öncekilere nazaran daha
ölçülü, buna rağmen daha canlı olan sesim, onun dikkatini çekmemde yeterli olmuştu.
Eğildiği yerde başını bana çevirdi, bıkkın gözleriyle buluştuğumda, dudaklarından fısıltılı
bir şekilde evet kelimesi döküldü. Haberi vardı. Hatırlatacaktım.

''İsteyerek adam öldürmek, fakirlere zulüm etmek, işçilerin ücretinde hile yapmak,'' Derin
bir nefes almıştım. Öyle dikkatli izliyordu ki beni, yolda yürürken ayağı aniden beliren bir
taşa takılıp yere düşen insanlar gibiydim, bakışlarının ağırlığı çelme takıyordu
kelimelerime. ''Bir de Sodom günahı,''

Taehyung, başıyla beni onayladıktan hemen sonra, boynunu gere gere gökyüzüne baktı.
Benimkinin aksine esmer olan teninde, tüm bu günahlarına rağmen tuhaf bir ışıltı vardı.
Pürüzsüzdü. Kaygan bir zemin gibiydi, dokunsan hiçbir çıkıntı hissetmezdin
parmaklarında.

''Sana söyledim, Jeongguk. Bana bildiklerimi tekrar etmemeni söyledim. Kurabileceğin


hiçbir cümle, beni günahımdan alıkoymayacak,'' Günahlardan, günah işleyen
insanlardan, inkârcılardan korkardım; ancak en korktuğum, en ürkünç bulduğum daima
günahında ısrarcı olanlardı. Şimdi öylece bana bakıyorken, gözlerinde her kurduğu
cümlenin samimiyeti, ciddiyeti belirginken, hâlâ nasıl oluyordu da onunla oturabiliyor,
kilise bahçesinde yüzüne bakabiliyordum? Katlanılmazdı. İçimde bir yük oluveriyor,
ağırlığıyla dibe çekiliyordum.

''Korkmuyor musunuz?'' Dudaklarını ıslattı. Birkaç saniye gözlerimde duraksadı,


ardından düşünür gibi bakışlarını karşıdaki ağaçlık alana dikti.

''Sen korkmuyor musun?'' Sorduğu sorunun ardından merakla başımı uzatmıştım ona
doğru. ''İnanıyor olmana rağmen, korkmuyor musun?'' Cevap vermeme izin vermeden
devam etti. ''Benden bile korkuyorsun, Jeongguk. Görüyorum; bulaştığımı
düşünüyorsun. Günahımın altında kalıyormuş gibi hissediyorsun. Öyleyse farkımız ne?''

Korkularını dışarı yansıtmadığına ikna edilmiş bir genç için, duyulabilecek en ağır
cümlelerdendi bunlar. Saklanabildiğimi, yalnızca Tanrı'ya açık olduğuma ikna ettiğim
benliğim sarsılmıştı. O görüyordu, günahkâr, korkularımı okuyabiliyordu.

''Ben korkularıma rağmen bir kurtuluş görüyorum. Sığınabildiğim bir Tanrı'ya sahibim, af
dileyebildiğim, merhametiyle arınabildiğim. Oysa siz, siz şiddetli bir fırtınaya kapılsanız,
koştuğunuz çamurlu suların arasında, an gelir dizleriniz üzerine çökersiniz. Bir bataklık
çeker içine sizi. O zamana dek sesinizi duyabilecek bir Tanrı olmadığına inandığınızdan,
o an kalkıp da yardım isteyecek olsanız, içli içli ağlasanız bile, bu sefer de Tanrı koşmaz
yardımınıza. Yok sayar sizi, görmezden gelir,''

Taehyung, gömleğinin yakalarını düzelterek ayağa kalktı. Hiçbir şey söylemeden


arkasını dönüp gideceğini sanmıştım ki, gevşek adımlarla önüme geçti. Yukarıda
yukarıdan gözlerime değen bakışları, tek bir saniye içerisinde dudaklarımı bulduğunda,
aynı kütüphanedeki gibi üzerime doğru eğildi. Tek eli baldırlarına yaslıyken, diğer eli
tereddüt içerisinde yanında duruyordu.

''İnsanların dudaklarında bulunan benlerle ilgili efsaneyi bilir misin?'' Sorduğu sorudan
ziyade, farkına vardığı detayda takılı kalmıştım. Odaklanmıştı, tam o kısma. Göz
kapaklarını sabitlemiş gibiydi, kapanmıyorlardı. Şaşkınlık ve korkuyla harmanlıydı
ruhum. Ne kadar bastırmaya çalışsam da bu hislerimi, artık yabancının beni
okuyabildiğini bildiğimden, çabamın boşa çıkacağını hissediyordum. Büyüttüğüm
gözlerimi ondan kaçırmış, sağda solda gezdirmeye başlamıştım.

''Efsaneye göre, insan yaratılacağı vakit, Tanrı'nın en masum bulduğu, en kendini


savunamayacak, en ürkek ve en sesi kısık kulları, erkek melekler tarafından
dudaklarından öpülmüş. Bu öpücük, insan dünyaya gönderileceği vakit koyu renkte bir
nokta hâlini almış. O kimseler ne zaman konuşamayacak olsa, cümlelerini
toparlayamayacak olsa, dudaklarına kondurulmuş öpücük onlara ses olurmuş,''
Taehyung, cümlesi bitti sandığım anda, yanında tereddütle bekleyen elini kaldırıp, işaret
parmağıyla dudaklarıma uzanmıştı. Dokunacağını sanarak korkuyla kendimi geriye
çektiğimde, parmağını hafifçe oynatarak dudağımın altına konumlanmış benimi daire
içine aldı. ''Efsanenin söylediğine göre, o öpücük öyle güçlü ve şehvetli bir melek
tarafından kondurulmuş ki, bazı zamanlar insanın sesini fazla açar, ona zarar verecek
kelimeleri dizermiş diline. Yanlışa sürüklediği olurmuş. Bu yüzden...'' Yüzüme doğru
biraz daha eğildiğinde, havada olan elini de indirip bacağına yaslamıştı. ''Dünya
üzerinde, dudaklarda bulunan benin, yine bir erkek tarafından öpülmesi gerektiğini söyler
efsane. Ancak o zaman dengeye otururmuş, o melekten insana akan bu gür ses.''

Söylediği cümleler algılarımdan içeri sızıp, zihnimin en kuytu köşesini bile korkuyla
sarstığında, ani bir hareketle elimi kaldırıp göğsüne koymuştum. Aramıza bir engel
mahiyetinde sabitlediğim ellerim, Taehyung'un açıkta kalan tenine değdiğinde, tenindeki
alev benim soğuk ellerimi tek bir saniye içerisinde ateşe vermişti.

Tek kelime etmeden, elim göğsünde öylece duruyorken bana bakmaya devam etti.
Ardından hafifçe geri çekildiğinde, göğsünden kayıp kucağıma düşen elime kaydı
gözleri. ''Yazık olacak, sana bahşedilmiş o ses, hiçbir zaman yolunu bulamayacak
çünkü.'' Yüzündeki soğuk ifade tekrar dirildiğinde, arkasını dönüp taşlı patikaya doğru
yürümeye başladı. Hava tamamen aydınlanmıştı, rüzgâr daha sakin geziniyordu etrafta.
Dağıtmadan, yıkmadan, bozmadan. Dokunup geçiyordu.

O sırada, yolun başında Taehyung'u bekleyen bir çocuğu fark etmiştim. Ağaçların
arasından çıkıp gelmişti sanki, boyu biraz daha kısa, buradan görebildiğim kadarıyla
yüzü de ona kıyasla daha minyondu. Saçları oldukça açık bir sarıydı, bu soluk sonbahar
renklerinin arasında direkt seçilebiliyordu. Taehyung ona yaklaştığında, elini omzuna
atıp çocuğu hızlı hızlı ters yöne, kasabanın dışına giden yola doğru yürütmeye başladı.
Görüş alanımdan çıkmadan önce son bir kez bana baktığını fark etmiştim, ardından
gözden kayboldular.

Kucağımda duran elimi hipnoz olmuşum gibi kaldırdığımda, işaret parmağım belli belirsiz
bir dokunuşla dudağımın altındaki beni buldu. Sanki dokunan ben, kendim değilmişim
gibi ürkerek geriye kaçırdığımda başımı, ne yapmak için gelip, neyle sonuçlandığını
düşündüğüm bu küçük buluşmamızın yeni farkına varıyordum. Daha henüz bilincine
varabildiğim bu gerçekle öfkelenerek ayağa kalktım. Kir ve pas içerisinde hissediyordum.
Ömrümde ilk defa, öylesine bir sabaha uyanmış ve hiçbir şey yapmamış oluşuma
rağmen hırpalanmış hissediyordum. Hızlı adımlarla kiliseye yöneldiğimde, aklımda olan
tek şey arınmaktı. İsa Mesih'in karşısında eğilmek, mahcup olmak ve merhamet dilemek.

*Bölümde geçen efsane gerçeğe dayalı değil, fic için kurgulandı.


3.bölüm
"Bir adam ruhunu kaybedip de bütün dünyayı kazanırsa neye yarar?

(Mt. 16, 26)

3.BÖLÜM

- ARINMA -

Günlerden pazardı. Kilise gittikçe kalabalık olmaya başladığı sıralar, arka koltuklardan birisine geçmiş,
temiz kıyafetlerimi ellerimle düzeltip babama kaldırmıştım başımı. Birazdan kutsal ayini başlatacaktı.
Kasabaya ilk geldiğimiz zamanları hatırlardım her pazar. Az kişi olurduk, az oluşumuza rağmen kilise
içerisindeki yoğun sevgi, inanç ve adanmış ruhların ağırlığını tümüyle hissederdim içimde. Gün geçtikçe
artmıştık, çoğalmıştık. İnsanlar dinlerine, gerekliliklere ve duaya daha fazla ihtiyaç duymaya başlamıştı.
Babamı karşılarına aldıkları, onun önünde mahcubiyetle her söylediğini kabullendikleri o silik anılar hâlâ
büyüleyiciydi. Buydu, istediğim tek şey onun gibi olabilmekti. Çabalıyordum. Henüz ilk savaşımda
heybetli bir duvarın gölgesi tarafından esir alınmıştım. Onca zaman topladığım inancım, kendime
güvenim havada süzülen bir duman gibi uçup gitmişti. Buna rağmen pes et, pes et Jeongguk, çekil
diyemiyordum. İçim kabullenmiyordu. İçimdeki reddediyordu.

Derin bir sessizlik oluşmuştu. Herkes ayinin başlaması için oturdukları yerde odaklanmış bir şekilde
babamı izliyordu. O ise sunağa doğru yürümüş, eğilip onu öpmüş ve ardından yavaş hareketlerle haç
çıkarmıştı. Başını kaldırarak kalabalığı süzdü, gür ve kalın, buna rağmen insanın içini okşayan yumuşak
sesiyle kalabalığa doğru seslendi.

''Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'un adına,''

''Amin,''

Cemaat tek bir ağız olmuş kadar birlik içerisindeydi. Omuzlarımda birkaç gündür beni ağırlaştıran,
vücudumu taşımayı ayaklarıma bir eziyet hâline getiren yük, hafiften yok olmaya başlamıştı. Ağır ağır
nefes alıyor, neredeyse tebessüm edecek kadar mayışmış bir yüz ifadesiyle babamı izliyordum. Tam o
sırada, sağ tarafımda bir hareketlilik baş göstermişti. Önce bakma ihtiyacı hissetmemiştim, ortamın
havasının, odağım değiştiğinde yanan bir mumun üflenip sönmesi gibi silineceğine inanırdım. Fakat
yanımda duran kişiden, henüz dün rüzgârın burnuma getirdiği o odunsu koku geldiğinde, algılarım
harekete geçmişti. Kendimden beklemediğim bir hızla başımı çevirdim.

Buradaydı.

Yabancı, hemen yanımda öylece ileriyi seyrediyordu. Sıyrılmıştım. Kiliseden, ayinden, babamın kulağıma
ulaşan buğulu sesinden. Onu kilisede, inanmadığı Tanrı'mın evinde görmek beni öyle öfkelendirmişti ki,
karşımda duran çehresini ellerimle bir boyayı sulandırır gibi dağıtmak istiyor, duvara asılmış bir tabloyu
andıran dik vücudunu ayaklarım altına almak istiyordum. Saniyeler birbiri ardında koşuşturuyorken, hâlâ
ona bakıyor olduğumun farkına varmış, yavaşça bana dönmüştü. Babam gözlerimi, bazı zamanlar en
temiz gecelerin ağına düşmüş, ışıl ışıl parıldayan, yanıp sönen yıldızlara benzetirdi. Bazen de durup bakar,
şimdi öylece yerinde günleri sayan, ışığı daim olan galaksiler gibi gözlerin, koca evrenin içinde yaratılmış,
küçücük bir göğün detayı olmuşsun derdi. Şimdi onun koyu gözleri bana odaklıyken, irislerime dizilmiş ne
kadar galaksi ve yıldız varsa, tek bir göktaşıyla etrafa saçılıp toz duman olmuş gibi hissediyordum.
Çarpmıştı, bakışlarındaki gerçeklik, meydan okuma, arsızlık, günahları... Çarpıp geçmişti.

Omzumun üzerinden hafifçe arkaya baktım, en sonda duran koltuk neyse ki boştu. Anlık bir rahatlamayla
onu görmezden gelmeye karar verdim. Kendimi kontrol altına almaya çalışacak, ona istediğini
vermeyecektim. Önüme döndüm. Devam eden ayine odaklanmak istiyordum, istemesine istiyordum. İzin
vermiyordu. Yabancı ağır hareketlerle biraz daha yakınıma gelip, omzunu omzuma sürttüğünde, henüz
almak üzere olduğum nefes göğsümün ortasında takılı kalmıştı. Üst dudağımı ağzımın içine doğru çekip,
öfkeyle dişlerimi tenime geçirdim. Olmuyordu, babamı duyamıyor, hep bir ağızdan ona eşlik eden
cemaate katılamıyordum. İyice gerilmeye başlamıştım, kilisenin duvarları, karşımda duran çarmıha
gerilmiş Mesih, duvarlardaki figürler, hatta ve hatta okunan dualar... Hepsi birden üzerime geliyordu. İlk
kez yaşıyordum, öyle şiddetli bunalmış, öyle derin batıyor gibi hissetmiştim ki bu basınç soyut dâhi olsa,
kulaklarımın uğuldadığını hissediyordum.

Zaman ağır ağır akıp gidiyorken, herkesin ayağa kalkması gerektiği kısma gelmiştik. İncil'den okunan
ayetler, babamın ara ara huşuyla kapanan gözleri, cemaatin ona ayak uyduruşu... Tutulmuş gibiydim.
Dudaklarımı yok sayıyordum artık, sesim bile uyuşmuştu. Titreyecek kadar sınıra gelmiştim. Ürkektim,
korkuyordum. Gözümün önüne olmadık sahneler geliyordu, kulağım bir kez işittiğinde bile sindiremediği
cümleleri tekrar duyuyordu. Taehyung'un dudaklarıma odaklanmış gözleri, bahsettiği efsane, dokunacak
gibi uzanan parmakları, günahı. Israrcı olduğu günahı. Ayağa kalkmıştım. Benimle beraber o da kalktı.
Üzerinde koyu renkli bir gömlek vardı, keten kumaştandı. Gömlek düğmelerinden bu sefer yalnızca bir
tane açıklık bırakmıştı. Daha efendi, temiz görünüyordu.

Yabancının bana odaklandığını fark ettiğimde ona çevirdim başımı. Göğsüm, aldığım derin nefeslerle
alçalıp yükseliyordu. Kaşları keyifle çatılmış, kendimle girdiğim bu kontrolsüz savaşı seyrediyordu.
Dudaklarını araladı, o esnada sol eli, yavaşça benim elime sürtündüğünde ürpererek yerimden
sıçramıştım. Diğer yanımda oturan ellili yaşlarındaki kadın, ağır ağır bize dönüyordu ki babamın sesiyle
tekrar ayine odaklandı. Telaşlıydım. Sanki tüm insanlar, gözleri başka yerlere odaklı olsa bile bizi
görüyordu, hepsi bize bakıyordu, yabancıdan bana akan, beni kirleten günahı biliyorlardı. Ayine eşlik
edemiyordum, iki yandan üzerime üzerime yıkılan tüm bu ruhsal yığın dümdüz etmişti beni. Taehyung'un
eli, bilerek yaptığı belli olacak şekilde tenime hafif hafif baskı uyguladığında kolumu sertçe çektim.

''Ne yapıyorsunuz?'' Fısıltıdan da kısık çıkan sesimi duymuştu. Babam haç çıkarmak için elini
kaldırdığında, aceleci hareketlerle cemaate ayak uydurup ona eşlik ettim. Günahkâr, utanmadan
yaptığımızı tekrar ettiğinde ona döndüm. Burada, aramızda olması, dinimize mensupmuş gibi davranması
yanlıştı. Yeniden elime uzanıp, parmaklarını usulca parmaklarımın arasına doğru sürttüğünde ikinci
irkilmemi yaşamıştım. Bu sefer herkesten önce, sunağın arkasında duran babamın bakışları, kısa
süreliğine Taehyung'u ve beni bulmuştu. Odağı tekrar kalabalığa dağıldığında, korkum kanlı canlı bir
insanmış gibi boğazıma sarılmış, nefeslerimi kesintiye uğratmıştı.

''Eşlik ediyorum,'' Duymamazlıktan gelmiştim. Babam İncil'i elleri arasına alıp dudaklarına götürdü, onu
öptü ve kısık bir sesle, ''İncil'in sözleri sayesinde günahlarımız bağışlansın,'' diye dua etti. Ayin sona
ermişti. Son kelimesini ettiği anda, solumda duran kadına döndüm. Yavaş yavaş yerinden kalkıyordu,
neredeyse hızlı olması için yalvaracak seviyedeydim. Arkamda bekleyen, aramızda hatrı sayılır bir mesafe
bulunan yabancının nefesleri ensemdeydi sanki. Kadın nihayet çıktığında, koşar adım oturma sırasından
çıkmış, birkaç adım atıp öylece duraksamıştım. Kulağım arkadaydı, gitmesini, buradan ayrılmasını
istiyordum. Şu an hiçbir şey, beni bundan daha fazla memnun edemezdi.

Kilise içerisindeki kalabalık dağılmaya yüz tutmuşken babamın bakışlarını bir kez daha üzerimde
hissettim. Gözleri beni kıskacına almış, bir şeyleri sorgular gibi saniyeler boyunca yarattığı o güçlü
çemberin içerisinde tutmuştu. Dün, günahkârla olan anlamsız görüşmemiz üzerine konuşamamıştık.
Sebebi vardı, kaçıyordum. İlk defa bildiğimi saklama ihtiyacı hissettiğim için beceriksizdim. Babam bir
şeylerin yolunda olmadığının farkındaydı. Yüzüm yoktu ona yapamadığımı, elimden gelen bir şeyin
olmadığını söylemeye. Ne dersem diyeyim bu geçerli olmayacaktı onun için, bu genç adamın dine
inanmadığını, babası zoruyla buraya getirildiğini söylesem dâhi bahane olarak görecekti. Düşecektim
gözünden. Toparlayamazdım.

Aceleci adımlarla kiliseden çıkmış, kalabalığın arasındaki rahiplere, tanıdık yüzlere, aynı eğitimi aldığım
kardeşlerime selam vere vere bahçenin arka kısmına doğru ilerlemiştim. Tüylerim ürpermişti, olduğum
yerde birkaç defa sıçradım. Tenimde dokunuşlarını tekrar tekrar hissediyor, öfkeyle geriliyordum.
Kontrolsüzdüm, nadir görülen bir hastalığa yakalanmış gibiydim. Bedenim nasıl tepki vereceğini
kestiremiyor, onun bu ani atakları beni endişelendiriyordu. Buna rağmen hiçbir şey yapmadım,
duraksadım ve derin derin nefesler almaya başladım. Başımı yavaşça göğe kaldırdım, gri ve kirli görünen
bulutlar, içimde henüz çizilmiş, kalem tutan parmaklarını hâlâ görebildiğim o korkunç elden çıkma
gibiydi. Gözlerimi sıkı sıkı kapattım, ağırdım. Ağırlaşıyordum. Eziliyordum.

Dakikalar birbirini kovalıyorken, sıktığım yumruklarım gevşedi. Başım hafifçe sağ omzumun üstüne düştü.
Gözlerimi ışığa kaldıramıyordum. Koyu renkli zemine odakladığım bakışlarımı çekip de karşıya, etrafa
bakacak cesaretim yoktu. Kilise bahçesindeydim, evimdeyim, özümdeydim. Fakat olmuyordu,
sıyrılamıyordum. Eskisi gibi hissedemiyordum. Burada istenmeyen, artık kirlenmiş, yapmaması gereken
bir şeyin içine düşmüş, günaha bulanmış bir insandım. Koşa koşa gitmek, içeri girmek ve günah çıkarmak
isteğiyle yanıp tutuşuyordum o an. Adımlarım neredeyse bana karşı koyamayacak hâldeydi, eğer birkaç
saniye içerisinde arkamdan yaklaşan insanın ayak seslerini duymasaydım, dönüp gidecektim. Korkmadan
konuşacak, arındığımı sanarken babamın ağır ithamlarıyla tekrar bulanacaktım kirlere.

"Her ayin bitişinde buraya mı kaçıyorsun?" Derin sesi kulaklarıma ulaştığında dâhi kaldırmadım başımı.
Yakınımda olduğunun bilincindeydim. Belki bir, belki iki adım arkamda öylece dikiliyordu.

"İlk kez oluyor," Terslemeden, öfkemin dinmesine dayanarak sakince cevapladım onu. Dalgalı saçlarım,
sert bir yel estiğinde sağıma doğru uçuştu, kirpiklerime değmeleri beni rahatsız ediyorken, o an uzanıp
ellerimle düzeltmeye tenezzül etmedim.
"Bugüne özel öyleyse," Sesi biraz daha kısıktı artık. Kokusunu alıyordum. Rüzgârı ellerimle durdurasım,
mevsimlerin sırasını değiştiresim vardı. Esiyordu, bana doğru, buram buram esiyordu.

"Evet, bugüne özel." Öylece arka arkaya durmuş, ciddi bir konuşmayı sırtım ona dönükken, birbirimizin
ifadelerini görmüyorken yapıyorduk. Kim olduğunu bilmediğim, doğru düzgün zaman geçiremediğim bu
yabancıyı tanımıyordum, tam anlamıyla kişiliğine dair konuşabilecek birikimim olmadığının farkındaydım.
Buna rağmen çıkarım yapmak zor gelmiyordu. Düşünmüştüm, düşünmek ve tartmaktan ziyade
inanmıştım da. Şu an gözlerime bakarak konuşamıyor oluşundan haz etmiyordu. Dediğimi destekler
nitelikteydi bir sonraki cümlesi.

"Yüzüme bak, Jeongguk. Böylesi anlamsız," Gülerek tepki vermiştim söylediğine. Koyu gözlerinin altında
gölgelendiği kaşlarını hayal edebiliyordum, çatık. Çatılmışlardı.

"Diğer türlüsünün de bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Gözlerinizin içine baksam bile, ne dediğimin
sizin için bir önemi yok," Kilisenin ön bahçesinden gelen insanların uğultusu, etrafımızı çepeçevre sarmış
ağaç yapraklarının hışırtısı, bir de en şiddetlisi, kendi kulaklarıma geçmişten ulaşan zehirli cümleler
dışında uzun bir süre sessiz kaldık. Sert nefesini duyduğumda, aynı ritimle göğsüm havalandı.

"Öyleyse neden bir kez daha görüşmeyi kabul ettin?" Sorusunun ardından sağ ayağımı zeminde ufalmış
olan küçük taşlara sürtmeye başladım. İlgisiz ve onu dinlemiyormuş gibi görünsem de, içten içe sorduğu
sorunun cevabını düşünüyordum.

"Doğru yolu gösterebileceğimi düşündüm. Düşündüm ki, babam bana böylesine güveniyorken,
gözlerimde Tanrı'dan saçılmış parlak bir ışık görüyorken, neden yapamayacakmışım? Sizi ikna
edebileceğimi sandım, ama artık değil. Artık inanmıyorum buna. Siz körelmiş bir ruha sahipsiniz. Sizi ne
ben kurtarabilirim, ne bir başkası. Kurtuluş için tutunacak bir ele ihtiyaç duyarsanız, içinize, kendinize
uzanmanızı tavsiye ederim. İnsanın en büyük kurtarıcısı kendisidir çünkü,"

Taehyung'un elini cümlem bittiği anda omzumda hissettiğimde, az önce sahip olduğum dinginlik camdan
bir vazoymuş gibi yere devrildi. Saçılan onca parça arasında, hiddetle arkamı döndüğümde elimde
olmadan bağırmıştım. "Dokunma bana!"

Öylece durdu. Nefretle, öfkeyle, korkuyla ve tüm bu hislerin arkasına sinmiş asıl vurucu olanla, endişeyle
dolu gözlerime baktı. "Dokunmayın bana," Fısıldayarak söylediğim cümle sonrasında, aramızdaki
mesafeyi taradı saniyeler içerisinde. Ardından tekrar bana baktı. Aldığı sıkıntılı nefes omuzlarını
yükseltmişti. Bakışlarını benden alıp, bir şeyleri çözmüş gibi dudaklarını ıslatırken yavaşça kafasını
salladı.

"Bana birisini hatırlattın Jeongguk," Günahkâr, üzerime doğru yürüdüğünde, aynı mesafeyi korumak
adına geri geri ilerledim. "Aynı senin gibi, başta ona dokunmamam gerektiğini söyleyen birisini,"

Bir süre sonra kaçmayı bırakıp, olduğum yerde duraksadığımda, aramızda ufak bir boşluk bırakmıştı. Çok
ufaktı, ayaklarımız bir önceki gibi değmiyordu fakat değmek üzereydi. Rüzgârda yan yana esen, eserken
dalları birbirine sürtünen iki çiçek gövdesi gibiydik. Ayrım basitti, onun dışında dikenleri vardı, benim
içimde. O başkalarına dokunduğunda acı veriyordu, ben ise her defasında kendime batıyor, kendimi
acıtıyor, kendimi kanatıyordum.

"Hikâyenin sonrası çarpıcı. Başlangıçlarınız aynı olsa bile, devamının o çizgide ilerlemeyeceğini
biliyorum," Neyden bahsediyordu, kelimelerinin altında hangi anlamlar yatıyordu çözememiştim. Gözleri
gözlerimden aktı, dudaklarımda durdu, gezindi ve ardından tekrar koyu irislerime daldı.

"Şimdi ise dokunuşlarımı hissedebilmek için yanıp tutuşuyor, ama ben yapamıyorum, ona
dokunamıyorum. Eskisi gibi değil," Yüzümün anbean şekil değiştirişine, söyledikleri karşısında
verebileceğim tek tepkinin iğrenmek oluşuna şahit olmuştu. Alnımda hareketlenen saç tutamlarıma
baktı, yüzünde belli belirsiz bir tebessüm belirmiş, sonrasında hemencecik silinmişti.

"Neden eskisi gibi değil?" Sorumu yanlış anlamasından çekine çekine, aniden değişen ruh hâlimin getirisi
olan kısık sesimle sormuştum. Bu küçük, ama değerli bir detaydı. İçinde yaptığı şeyin doğru olmadığını
savunan taraf uyandıysa eğer, belki de bu yüzden artık bir erkeğe şehvetle dokunamıyordu. Öyle sıkı
tutunmuştum bu dala, öyle umutlu bakmıştım ki yüzüne, bakışları saniyeler içerisinde derinleşti, büyüdü,
genişledi, olduğumuz andan silinip, mekân kavramının olmadığı, başrolü daima kişilerin üstlendiği bir ana
savruluverdik.

Taehyung dudaklarını aralamış, cevap verecekti ki arkadan gelen sesle aniden kendimi geriye çektim.
Afallamıştı, önce yüzüme, ardından arkasını dönüp gelen kişiye baktı. Babam, suratında şüphelendiğini
belli eder bir ifadeyle yavaş yavaş olduğumuz yere yürüyordu. Rengimin solduğuna emindim, dilim
damağım saniyeler içerisinde kurumuş, kalbim göğsüme dar gelir gibi genişlemiş, tenimi titretecek
şiddette atmaya başlamıştı.

"Jeongguk," Gözlerine bakamamıştım, selamlamak adına başımı eğmiş, bir daha da kaldıramamıştım.

"Peder Min," İnsanların yanında ona baba diye seslenemiyordum. Günahkâr bir kişi varken hele, çok
daha fazla dikkatli olmaya çalışırdım hep.

"Ne yapıyorsunuz burada? Sizi arıyordum dakikalardır," Taehyung'u görmezden geliyordu, çoğul
konuşmasına rağmen yok sayar bir tavrı vardı. Odağı bendim, tüm sorular bana yönelikti. Buna rağmen
sözü yabancı üstlendi, konuşmama fırsat tanımadan öne atıldı.

"Oğlunuz ufkumu açıyordu. Derin sohbetler içerisine girmiştik, zamanın nasıl geçtiğini fark edememişiz,"
Son anda imâlı bir surat ifadesiyle bana döndü, en fazla üç saniye süren bu bakışı, ayaklarımın desteği
olan zemini ikiye yarmış, beni derin bir çukurun içerisinde utançla hapsetmişti.

"Öyle mi? Her şey yolunda öyleyse?" Babamın yumuşayan yüzü dayanağım olmuştu, beceriksizce
tebessüm ettim ve gözlerimi, korkumu yok sayarak gözlerine odakladım.

"Evet, evet. Her şey yolunda," Memnun görünüyordu. Duydukları onu tatmin etmişti, elini, az önce
günahkârın dokunduğu omzuma koyduğunda, istemsizce yerimde kıpırdanmıştım. Bunu ne kadar babam
fark edemese de, gözleri omzum ve yüzüm arasında gidip gelen Taehyung'un durumu kavradığından
emindim. Yutkunmuş, ardından gözlerini devirerek başını benden ters tarafa çevirmişti.
"Güzel, bunu duyduğuma sevindim. Madem öyle, yakın zamanda kiliseye gelip günah çıkaracağını umut
ediyorum Taehyung," Nasıl tepki vereceğimi bilemez bir hâlde, birbirine odaklanmış bu iki çehre arasında
gidip geliyordu gözlerim. Kendime inanamıyordum, buna ortak olduğum için, en ufak bir ilerleme
kaydedemeyişimize rağmen bir umut var gibi gösterdiğim için. Başımı tekrar yere eğmiş, zamanın akıp
gitmesini, zamanın akıp giderken bulunduğumuz anı geçmişe hapsetmesini dilemiştim.

"Hazır hissettiğim bir gün geleceğim yanınıza," Sesi daha gür, daha kendinden emin çıkmıştı. Nasıl
böylesine soğukkanlı yalan söyleyebilirdi? Gitmezdi. Gidecek bile olsa sırf göstermelik olacaktı. Pişman
dâhi değildi ki, günah çıkarması için gerekli olan şeylerden yalnızca birini gerçekleştirmişti. O da itirafıydı.
Yeterli değildi.

"Bekliyor olacağım," Taehyung'a baktığımda, onu bana bakarken yakalamış, hemen babama çevirmiştim
başımı.

"Peder Min, izninizle evime gidip toparlanmam gerekiyor. Manastıra geçeceğim," Günahkârın gözleri
üzerimdeydi, garipti fakat ne zaman bana baksa, bundan emin olmak adına bakıp bakmadığını kontrol
etme ihtiyacı hissetmeden anlıyordum odağı olduğumu. Vücudumu uyuşturuyordu dikkati, özenli
seyredişleri, detayları kıskacına alışları. Ürkütücüydü.

"Elbette, elbette oğlum. Git, erkenden toparlan. Geldiğimde birlikte geçeriz," Babamın onayıyla, tek
kelime daha etmeden koşar adımla kilisenin ön kısmına doğru yürümeye başladım. Yanlarından
ayrıldığım gibi yüzüm değişmişti. Dudaklarımı aralamış, kontrolsüzce nefes alıp veriyordum. Dik
duramıyordum, hafifçe bükülmüştü belim. Olan biten her şey, bu kısacık yürüme mesafesinde aklıma
doluşup, beni yere boylu boyunca devirecek bir güçte nakavt etmişti. Hafiften vücuduma vuran yel, biraz
sertleşse düşecek gibiydim. Zihnim bas bas bağırıyordu, ayine katılamadın, ayine eşlik edemedin, yalana
ortak oldun...

Ön bahçede seyrekleşen kalabalığın arasından hızlıca geçip gidiyorken, yine aynı yerde, dün Taehyung'u
bekleyen çocuğu görmüştüm. Dudaklarına sigarayı götürmek üzereydi ki, beni fark ettiğinde duraksadı,
elini aşağı indirdi ve tuhaf bir ifadeye bürünerek kaşlarını çattı. Ne kötü bakıyordu, ne iyi. Yüzüm ona bir
şeyleri hatırlatmıştı, ya da arkadaşına yardım eden kişinin ben olduğum bilinciyle zihnindeki yerimi
sağlamlaştırmak istemişti. Hiçbir şey söylemeden yürümeye devam edecektim ki, olduğu yerde bana
doğru birkaç adım attı ve seslendi.

"Peder'in oğlu," Sesleniş tarzı, başkasında duysam belki bu kadar itici gelmezdi, öfkemi tetiklemişti. Hâli
hazırda dolmuştum, kanım kaynıyordu bir yerlerden hıncımı çıkarabilmek için. Onunla ayak üstü
muhabbet etmenin sırası değildi. Sakin kalamayabilirdim.

"Jeon Jeongguk. İsmim Jeon Jeongguk," Çocuk, biraz daha yakınlaştığında, artık yüzünü tam anlamıyla
seçebiliyordum. Beyaz bir teni vardı, yanakları hafif tombul, dudakları dolgundu ve gözleri samimi
bakıyordu. Boyu benden birkaç santim kısaydı. Ne kadar gülümser bir ifadesi olursa olsun, göz altlarında
topaklanmış bir morluk vardı, günlerdir uykusunu alamıyor gibiydi.

"Ah, evet. Evet üzgünüm. Duymuştum, hatırlayamadım." Birkaç saniye duraksadıktan sonra elini uzattı,
"Park Jimin, memnun oldum tanıştığımıza."

Kibardı. Beklemediğim kadar kibardı. Uzattığı eline boş bir suratla bakıp, sıkmayışıma rağmen, hiç
bozuntuya vermeden geri çekildi. Taehyung'un arkadaşı olmadığını bilseydim, dışarıda gördüğümde zarif
ruhlu bir insan olduğu kanaatine varırdım, fakat onunla bir bağı olduğunu bildiğimden, benimle sert bir
mizaçla konuşacağı beklentisine girmiştim.

Sessizce yüzüne bakmaya devam ettiğimde, dudaklarını birbirine bastırmış, mahcup bir bakışla sırıtmıştı.
"Ayin bittiğinden beri Taehyung'u bekliyorum, görmüş olabileceğini düşündüm. O yüzden seslendim
sana,"

Gün başlangıcından itibaren günahlarla harmanlanmış koca bir çığ yığınının altında kalmışken, bana
böyle nazik davranışına daha fazla kötü tepki vererek aşağılık duruma düşmek istememiştim. Vaziyetten
memnun değildim, ama sert de çıkmadım.

"Birazdan gelecektir, kilisenin arka bahçesinde..." Cümlemi tamamlayamadan, karşımda duran çocuk
arka tarafa bakarak elini havaya kaldırdı ve söylendi. "İşte, geliyor."

Ani bir refleksle o yöne dönme gafletinde bulunmuştum. Taehyung aramızdaki mesafeye rağmen
gözlerini gözlerime kilitlemiş, yanlış olacak hiçbir şey yaşanmadı rahatlığıyla yüzüme odaklanmıştı.
Tükendiğimi hissediyordum, hiçbir şey söylemeden hızla önüme döndüğümde, saniyelik bir zaman
aralığında çocukla göz göze gelmiş, ardından tek kelime etmeden yolun aşağısına doğru yürümeye
başlamıştım. Bir şey diyecek gibi olduysa da, yüzümün aldığı hâli iyiye yormamış olacaktı ki, ses etmedi.
Yok saydım, arkamda bıraktığımı da, insanlara verdiğim izlenimi de, karıncalanan ellerimi de. Yok
saydım.

Yolu her zamanki atikliğimle yürüyorken, hızlı adımlarım şekil değiştirmiş, bir anda koşmaya başlamıştım.
Gök, ben koşmaya başladığım anda şiddetle gürlediğinde, korkuyla başımı havaya kaldırdım. Tanrı'nın
öfkesiydi işittiğim, az bir zaman sonra kahve köpüğü gibi kabarmış bulutlar, üstüme salıvermişti iri su
damlalarını. Yağmur hızlı ve sert başlamış, eve gidene dek saçımdan ayak ucuma dek beni sırılsıklam
etmişti. Rahatsız olmamıştım bundan, temiz su her tenime değişinde, arınamadığım günahlarımın bir bir
silindiğine inandırmıştım kendimi. İtiraf edemediğim, dilimin söylemeye varmadığı ne varsa, bedenimden
akıp gidiyordu sanki.

Evden içeri girdiğimde, kapıyı kapatıp sırtımı geriye yaslamıştım. Hastalıklı hissediyordum, nefes seslerim
kulağıma boş bir odada alınıyorlarmuş gibi yankılı geliyordu. Alnımın köşelerinden akmaya başlayan ter
damlaları, tutturdukları yol boyu ilerleyip şakaklarıma süzülmüşlerdi. Evin açık pencerelerinden doğru
esen rüzgâr, ıslanmış tenimi soğutuyordu. Üşüyordum. Sırtımı kapıdan çekip, üzerimdeki uzun, koyu
renkli cübbeyi omuzlarımdan sıyırarak banyoya girmiştim.

Tüm hırsımı kıyafetlerimden çıkarıyordum. En büyük, en kutsal amacına tek bir adımı kalan, ama atacağı
adımın zemini gözleri önünde yerle bir edilmiş bir adamın öfkesi vardı içimde. Çırılçıplak, anadan doğma
hâlimle duşakabine girdiğimde, suyu sıcaklık ayarına bakmadan açtım. Tepemden saniyeler içerisinde
akmaya başlayan sıvı, hissedebildiğim her yerimi okşayıp mermere akıyordu. Önceleri ılık ılık geliyorken,
bir zaman sonra vücudumu sızlatacak kadar fazla soğumuştu. Tenimin her yanına aynı şiddette iğneler
batırılıyor gibiydi, buna rağmen düzeltme ihtiyacı hissetmedim. Soğuk, vücudumu buzdan bir tabutun
içerisine sıkıştırmıştı. Üşüdükçe daralıyordum, üşüdükçe hafifliyordum da. Bu ürküten keskin hava,
kendime verdiğim hafif, olabilecek en hafif cezalardan birisiydi belki de.

Tir tir titrer vaziyette yavaşça aşağı eğildim. Dizlerimi kırmış, iki büklüm şekilde sağ omzumu duvara
dayamıştım. Su damlaları aralık dudaklarımdan içeri sızıyor, verdiğim her sert nefeste geldikleri gibi
yumuşakça kayarak çeneme akıyorlardı. Kollarımı iki bacağımın etrafına doladım. Zaman geçtikçe
uyuşmuş, hassas tenime her akışında darbe bırakan soğuğa alışmıştım. Kıpırdayamıyordum. Düzensiz
zaman aralıklarıyla titriyor, yerimde sarsılıyordum fakat gözümde değildi. Değildi... Silinmiyordu
aklımdan günahkâr. Günahları, günahlarım. Babamı kandırmasına müsaade etmiştim, beni kendi
yanlışına alet edişine ses çıkarmamıştım, küçük ve şeytani oyunları yüzünden ayine odaklanamamıştım.
Tenimi yaralayacak kadar sert hareketlerle keselemek, tüm bu dengemi bozan, tepeme binen kir yığınını
yok etmek istiyordum. Buna rağmen ne ayağa kalkabilecek gücüm vardı, ne de tensel bir yıkanmanın,
ruhumda yer edinmiş kötü izleri temizleyebileceğine inancım. Teselli olabileceğim hiçbir şey yoktu.

Göz kapaklarımı yavaşça araladığımda, soğuk su damlalarının acısını görmezden gelerek buğulu cama
baktım. Islak dudaklarımı birbirine bastırmış, sesimi toplayabilmek adına serçte yutkunmuştum. Temkinli
hareketlerle doğrulup, dizlerimin üzerine oturdum. Eklemlerim dondurulmuştu sanki, her kımıldayışımda
gerçek mânâda bir kırılma sesi duyacak gibi oluyordum. Buna rağmen duyduğum tek şey, dudaklarımdan
dökülen cılız sesim, söylemeye hakkım yokmuş gibi çekine çekine ettiğim yalvarışımdı.

"Efkaristiya kutsal gizemi içinde bulunan Mesih İsa, bütün övgüler ve tüm iyi işler her an sana sunulsun,"
Başımı önüme eğmiş, ellerimi göğüs hizama getirip parmaklarımı kenetlemiştim. Dudaklarım titriyordu.
"Merhametine, affına, şefkatine... Sana ezelden bahşedilmiş, eksiksiz ruhunun sahip olduğu en yüce ve
erişilmez olan yanlarına sığınıyorum," Gözlerimde biriken yaşlar, yanağıma temas etmeden dizlerime
aktığında, güçsüz ve kırılan sesimle devam ettim.

"Affet... Yalanlarımı affet, günahkâra iyi olanı aşılayamayan bu beceriksiz kulunu affet. Ürkekliğimi affet,
güçsüzlüğümü affet." Sarsılıyordum. Vücudum soğuğun etkisinden çıkmış, şiddetli ağlayışımın katıksız,
saf öfkesi altında güçsüz düşmüştü. "Affet, itiraf edemediğim için affet. Korkularımı affet, tenime bir leke
gibi yapışmış onun izlerini affet," Hıçkırıklarım arasında eğdiğim başımı kaldırmış, güçsüzleşen kollarımı
iki yanıma bırakmıştım. Birikmiş su, kayalara çarpar gibi parmaklarıma takılıyor, bir süre sonra kabarıp,
onların üzerinden gidere doğru akıyordu. Titriyor, titremem dursun diye bacaklarımı kasıyordum.
Dakikalar içerisinde kelimeler, içimin en derinlerinden yükselip, büyük bir coşkuyla; itiraf edilecek,
kurtuluşa erişecek olmanın verdiği hazla dilime dizildiğinde, dudaklarımı tekrar araladım.

"Affet, bir kez olsun günaha bulamadığım bu zihnime, bir karabasan misâli çöken düşüncelerimi,
hayallerimi affet."
4.bölüm
"Ben Tanrı'yı seviyorum," deyip de insan kardeşine kin besleyen yalancıdır. Gözüyle gördüğü insan
kardeşini sevmeyen, görmediği Tanrı'yı sevemez."

Yuhanna, 4:20

4.BÖLÜM

-KOKU-

Gün yavaş yavaş aymaya başladığı sıralar, manastır bahçesinde, üzerimde kalın bir örtüyle göğü
seyrediyordum. Uyku tutmamıştı. Günlerden çarşambaydı, geçirdiğim zorlu hafta sonunun üzerine,
dinlenebileceğim bir zaman aralığı bulabileceğimi düşünmüştüm. Olmuyordu. Gecelerdir
uyuyamıyordum. Gözümü kapattığım anda ya günahkârın yüzünü görüyor, ya dokunuşlarını bir defa
daha hissediyor, ya da Tanrı'nın karşısında iki büklüm ezildiğim türlü türlü anlar görüyordum. Artık
uyuyamadığımı kabullendiğimde, hiçbir şey yapmadan yatakta kendimle cebelleşmek yerine, ruhsal
doyumluluğumu arttıracak verimli zamanlar geçirmem gerektiğini düşünmüştüm. Bahçeye çıkıp ya kitap
okuyor, ya dua ediyor, ya da manastır kütüphanesine gidip tozlu rafları temizliyor, yeni gelen kitapları
düzenliyordum. Az da olsa bu bedenen de ruhen de her yanımı sarmalamış yorgunluğun seyreldiğini
hissediyordum.

Üç gün oluyordu. Üç günden beri günahkârı görmüyordum. Peder'e söylediklerinden sonra, kendi
babasına da çok geçmeden yalanları ulaşmış olmalıydı. Günah çıkaracağını, yola girdiğini, pişman
olduğunu ve af dileyeceğini sanıyorlardı. Durumun çok aksine, gayet yüzsüz bir şekilde hayatına devam
ediyor olmalıydı. İşlediği günaha tekrar düşüyor, şehveti yasak olanın teninden kana kana içiyordu. Evet,
bunu düşünmek de, bunun düşünmenin ötesinde yaşanan bir gerçek olduğuna kanaat getirmek de
zorlamıyordu beni. Basit bir tahmindi.

Hava iyice aydınlanmaya başladığında, kimselere görünmeden odama geri çekilmiştim. Uykusu derin
oluşuna karşın, kapı gıcırtısını ne zaman duyacak olsa anında gözlerini aralayan arkadaşım için usulca
indirmiştim kulpu. Başarılıydım da, alışmıştım. Olduğu yerde birazcık hareketlendi, ellerinin konumunu
değiştirdi ve kaldığı yerden devam etti. Tepine tepine yatmasından kaynaklı, her defasında üzerine
örttüğü battaniyesi yerlere seriliyor olurdu. Hava esintili olduğundan dayanamamıştım. Kalktım, üzerini
iyice örttüm ve geri çekilmeden hemen bir saniye kadar önce, boynuna dolanmış kırmızı taşlı bir kolye
fark ettim. Genel mânâda kıyafetlerimiz belirgin olurdu, dışına çıkmaz, farklılaştıracak bir şey giymez ya
da takmazdık. Boynumuzda yalnızca haç kolyesini taşırdık. İlk kez onda öyle bir aykırılığa şahit
oluyordum. Kuralların dışına çıkmayı sevmeyen bir insan oluşuna rağmen, küçük ve ışıldayan taş öylece
duruyordu bronz teninin üzerinde. Garipsemiş, yine de üstüne düşmemiştim. Geri yatağıma dönmüş,
ortalık hareketlenene dek de yerimden kımıldamamıştım.

Rahip Velianos ile akşama kadar kütüphane içerisinde zaman geçirmiştik. Bugün, şehirden yeni basım
kitapların geleceğini öğrenince, hem ortalığı iyice bir temizlemek, hem de onları koyacak yerleri
belirlemek için işe koyulmuştuk. Tüm din adamlarının, özellikle bizim manastır içerisindeki kütüphaneye
ilgili olduğu, diğer kasabalarca da, kitapların koli koli geldiği şehirlerce de bilinirdi. Herkes önem veriyor,
el üstünde tutuyordu ancak Rahip Velianos için durum daha başkaydı. Onun için bir kitap, kitap değildi.
Eğer dini bir kitap okuyorsa, araladığı her kapağın ona cennete giden uzun ve üzüm bağlarıyla dolu bir
yolu aralayan kapılara dönüştüğünü söylerdi. Diğer rahiplerin aksine, yalnızca bu tarz kitaplar okumazdı
da. Eski edebiyata olan sevgisi ölçüsüzdü. Klasikleri karşısına dizer, günleri böler ve hepsini bir sıraya
koyardı. Onun bu önüne geçemediği okuma sevdası sebebiyle, manastırımız kitap açısından oldukça
zengindi. Kimsenin onun kararlarına saygısızlık ettiğini de bu zamana dek görmemiştim. Muhakkak bir
fayda vardır deyip, ses etmiyorlardı.

Gök yavaştan kararmaya başladığında, kitapları taşıyan kargo arabasının kasaba girişinde beklediği
haberi geldi. Onları, demirden çubuklar ve sık dokunmuş kumaşlarla elde edilen çuvalları birleştirerek
yaptığımız küçük el arabalarına yüklüyor, manastıra dek sürüklüyorduk. Kasaba girişi bir nebze
ürkütücüydü. Ağaçlık bir alana çıkıyordu önü, o ağaçlık alanda da terk edilmiş, tahtadan bir ev vardı. Hafif
bir yokuşa sahipti, yokuşun aşağısında da yapım aşaması yeni tamamlanmış, ulaşımı daha kolay sağlayan
bir yol bulunuyordu. Ne kadar el arabası kullansak da, bazı zamanlar kitaplar öyle ağır yükler hâline
geliyordu ki ağrısı insanı kıvrandırıyordu. Yol uzuyor, yokuş dikleşiyor, manastır git gide uzağa çekiliyordu
sanki. Buna rağmen hayırlı bir iş için, Tanrı'yı memnun etmek, ona lâyık olabilmek için yapıldığında, insan
teninden akan her ter damlasının, Cennet'in ırmak sularından damlatılmış birer su zerresi olduğunu
düşünüyordu. Tatmin ediyordu beni.

Normal şartlarda beraber gidecek, kitapları beraber yüklenecektik. Çıkacağımız vakte yakın, manastır
içerisindeki en genç kardeşlerden bir tanesi, hastalığı sebebiyle ağır bir krize yakalandığında, herkes işini
gücünü bırakmış, onun yardımına koşmuştu. Söz konusu sıhhat olduğunda, şifalı bitkilerle, doğal
hazırlanmış ilaçlarla oldukça ilgisi olan Rahip Velianos devreye giriyordu. Gencin o hâlini görünce,
kitapları benim almamı, kısa bir zaman içerisinde arkamdan gelip taşımada yardımcı olacağını söyledi.
Karşı çıkmadım, ne kadar yanında kalmak ve çocuğa ettiği yardım esnasında ona üçüncü el olmak
istesem de, bunu kabul etmeyeceğini biliyordum. Bir üçüncü el olacaksan, git ve kitaplarımı bana getir
derdi muhtemelen. Zihnimde onun sesiyle yankılanan bu cümle sonrası, yük arabasını aldım ve istediği
gibi yola koyuldum.

Hava kararmıştı. Bir sonbahar gününe nazaran, gece yıldızlı ve parlaktı. Ağaç yapraklarından yayılan hafif
bir esinti vücudumu okşuyor, sonrasında beni geride bırakıp devam ediyorlardı. Huzurluydum. Günlerdir
beni alt eden bu ruhsal eziyet, ilk kez şimdi dinmiş, içimdeki kavgayı yatıştırmıştı. Uzun nefesler alıyor,
nemli toprağın kokusunu yalnızca ciğerlerime değil, tüm organlarıma dolduruyordum. Yüzümde silik,
buna rağmen en içten duygularımla edişimden kaynaklı, tesiri büyük bir tebessüm vardı. Huzurluydum.
Yalnızdım, bir başımaydım, kirli olduğuna inandığım yanlarımın temizlendiğini hissediyordum.

Evler seyrekleşmeye başladığı anda, ağaçlık yola girmiş, terk edilmiş tahtadan eve doğru devam
etmiştim. Yollar taşlı ve çıkıntılı olduğundan hızım düşmüştü. Araba sekiyor, büyük kayalara takılıyor,
beni de yavaşlatıyordu. Az kaldı diye diye teselli ediyordum kendimi. Evi gördükten sonrası yokuşa
kalıyordu, yokuşu da sağ salim inersem, kitapları yüklenebilecektim.
Birkaç dakika geçmiş, tahtadan ev görüş alanıma nihayet girmişti. Etraf karanlıktı, ağaçların arasından
gelen vızıltı sesleri tüylerimi ürpertiyordu. Hâl böyle olunca da, sağlam adımlarım tökezlemiş, sarsıla
sarsıla yürümeye başlamıştım. O esnada tek bir şey, sahip olduğum tüm sakinliği, önemsiz korkuları bir
anda silmiş, odağımı tamamen üzerine toplamıştı. Tahtalı eve yaklaştığım sıralarda, aniden kapı önünde
bir ışık yanmış, evin içerisinden parkeleri oynatan adım sesleri gelmeye başlamıştı. Kalakalmıştım, kapı
önünde, elimde yük arabasıyla öylece eve bakıyordum. Korkum beni harekete geçirecek kadar değil,
hareket etmemi önleyecek kadar yoğundu. Vücudum kabiliyetini kaybetmişti sanki, toprağın üzerine
dikilmiş, rüzgâr devirmesin diye çubuğa sabitlenmiş bir fidan gibi orada donakalmıştım. Buna rağmen en
kötüsü bu da değildi. Kısa bir zaman içerisinde kapı aralanmış, felaketim gözlerimin önünde belirmişti.

Önce ona odaklandım, baştan aşağı simsiyah giyinmişti. Saçları dağınık ve ıslak görünüyordu. Yüzünde
durgun bir ifade vardı. Sağ eli, geçenlerde henüz tanıştığım arkadaşının beline sarılıydı. Onu hafifçe öne
ittirmiş, kapıdan geçmesi için yer açmıştı. Tepkisizdim. Ne ses çıkardım, ne de onları görmezden gelip
yoluma devam edebildim. Hâliyle, saniyeler sonra Taehyung başını kaldırdı, kaldırdığı gibi de, karanlığın
içerisinde, bu terk edilmiş sandığım evden vuran ışığın aydınlattığı beni görmüştü. Kaşlarını çattı,
varlığıma inanamaz gibi bir süre bakmaya devam etti ve ardından, Jimin'in belinde duran elini geri çekti.

Ne yapacağımı bilemez hâldeydim. İkisi de karşımda öylece bana bakıyorlardı. Sessizdik, kimin sessizliği
bozması gerektiğinden emin olamadım. Olsam bile, ne diyecektim ki? İşimiz bitmişti. Yalanlarını dizmiş,
babamı da, babasını da bir şeylerin yoluna girdiğine ikna edip köşesine çekilmişti. Belli ki çekildiği köşesi
de, şu an altında, yanındaki çocukla dinlendiği bu ev oluyordu. Tüm kasaba boş olduğunu zannediyordu,
hatta üzerine onlarca hikâye yazılmış, evde insan dışı varlıklarla karşılaştığını söyleyenler çıkmıştı ortaya.
Tüm bu uydurmalara rağmen, Taehyung yerini seçmiş, zekice davranıp kimsenin girmeye cesaret
edemeyeceği evi kendine mesken edinmişti.

Elimde tuttuğum arabayı öne doğru oynattığım esnada, konuşma ihtiyacı hissetmiş olmalı ki sözü Jimin
almıştı.

"Burada ne yapıyorsun?" Sesi kaba değildi, rahatsız olmuş bir tonlaması da yoktu. Yalnızca kasaba
dışında, hava kararmışken ve elimde bir yük arabası duruyorken merak ediyordu sebebini.

"Kitapları alacağım. Şehir dışından kütüphanemiz için gelen yeni basım kitapları," Yüzüne doğru düzgün
bakamamıştım, çünkü her gözleriyle odağı kurduğumda, yanında sessiz sedasız dikilen Taehyung'un
varlığı beni ürpertiyor, bakışlarındaki adlandırılamayan ağırlık bedenimi yükler altına sokuyordu.

"Anlıyorum, güzel. Güzel öyleyse," Jimin, cümlesini kurmasının ardından Taehyung'a döndü. Genç
çocuğun ona baktığını idrak ettiğinde, bende takılı kalmış bakışlarını çekip, o da Jimin'e karşılık verdi
gözleriyle. Birkaç saniye anlamlı anlamlı birbirlerini izlediler, günahkâr hâlâ çözülemeyecek kadar kapalı
kutu olan durgun yüz ifadesini koruyor olsa da, Jimin hafiften tebessüm ediyordu. O sırada beyaz ellerini
yavaşça uzattı, Taehyung'un eline sürttü, ardından küçük parmaklarını onun bileğine sardı. Ses
çıkarmadan konuşuyor gibiydiler, içinde bulundukları durumu çözmek zor değildi. Buna şahit olmak,
şüphelerimi daha da doğrulamıştı bir yandan da. Onunla yaşamaması gereken şeyler yaşıyordu. Günaha
giriyordu, şehvete düşüyordu, bu evde. Küçük bir zaman aralığında zihnim, Tanrı'yı hatırlatırcasına
bulanıp, beni andan kopardığında gözlerimi onlardan çekmiştim. Gitmek, ayrılmak istiyordum buradan,
fakat yine de günahkârla son yaşananları konuşmamız gerektiğinden, iki dakika da olsa durmak, olanı
biteni sonuca bağlamak zorundaydım.

Ben kendi içimde hülyalara dalmıştım ki, kapı önündeki hareketlenmeyi gördüğümde başımı tekrar o
yöne çevirdim. Jimin merdivenleri inmiş, bana bakmadan yanımdan geçip kasabanın içerisine doğru hızlı
adımlarla yürümeye başlamıştı. Tam evden ayrılacağı vakte denk geldiğimin bilincindeydim, yine de beni
günahkârla burada bırakıp gideceğini düşünmemiştim. Sessizlik hükmü geri aldığında, gözlerim etrafta
gezindi ve sonunda bu savaşa karşı yenik düşüp, onun gözlerini buldu. Merdivenin başında öylece
dikiliyor, elleri cebinde beni seyrediyordu.

Cesaretimi toplayıp ellerimi arabadan çektim, birkaç adım atıp merdivenin ilk basamağında duraksadım.
Daha yakındık, yüzü daha seçilebilirdi şimdi. Sorgularcasına gözlerini kısmış, ardından beni baştan aşağı
süzmüştü.

"Bir şey mi söylemek istiyorsun?" Gariptir ki, günlerdir duymadığım sesi kulaklarımı doldurduğunda
aniden afallamıştım. Bu kadar kısa süre içerisinde yabancılaşmasını beklemiyordum belli ki, bildiğini
sandığı bir şeyin, çok başka olduğuyla yüzleşmiş bir insanın şaşkınlığı vardı gözlerimde.

"Evet, evet. Bu tesadüfi karşılaşma ön ayak oldu, aksi hâlde sizi bir defa daha görmem zor olacaktı,"
Kısacık bir cümle kurmama rağmen dudaklarımın nemi çekilmişti. Beni öyle dikkatli dinliyordu ki,
üzerimde böylesine yoğun bir bakışın olmasına alışkın olmadığımdan vücudum bilincim dışında tepkiler
veriyordu.

"Zor olurdu, doğru." Bir süre daha yüzüme baktı, ardından cebindeki elini çıkarıp çenesini kaşıdı. "Seni
dinliyorum."

Beni dinliyordu. Sessiz kalışımı. Gözlerine baktım, elimi merdiven demirliklerine koydum ve bedenimi
yukarı iterek bir basamak çıktım.

"Dine inanmayışınızı anlıyorum. Mantığıma, aklıma, fikrime sığdıramasam da anlıyorum. İnanmadığınız


bir ahlak ve dinsel bütün kurallarını uygulamanızı da beklemiyorum sizden. Tüm bunlara rağmen,
kendimi ağır bir günah işlemiş kadar suçlu hissettim, hissediyorum. Sizin yalanınıza ortak olduğumdan,
yaptığınızı doğru buluyor gibi davrandığımdan... Bu benim için ağır," Bir defa başını salladı, devam
etmemi bekliyordu.

"Peder günah çıkarmanızı bekliyor, babanız da öyle. Eğer gitmezseniz, kendinizi zora sokacaksınız," Beni
bölerek, cümleme kendi eklemesini yaptı.

"Kendimi ve seni. Seni de zora sokacağım," Usul usul onayladım onu. Dudaklarını ıslatıp çevrede göz
gezdirdi. "Bu raddeye gelmemiz gerekmiyordu. O an, orada yalanıma eşlik ediyorken düşünmeliydin,
karşı çıkmalıydın. Doğruyu söylemediğimi, bir yalancı, günahkâr ve ıslah olmayacak kadar eğitimsiz bir
insan olduğumu anlatmalıydın babana,"

Aniden öne doğru uzanmış, sesimi yükselterek karşı çıkmıştım. "Böyle söylemeye hakkınız yok. O an... O
an öyle şaşkındım ki korkmadan, yüzsüzce kiliseye gideceğiniz ve günah çıkaracağınızı söyleyişinize, bir
şey diyemedim. Sonrasında da Peder'e gidemedim, neden şimdi söylediğimi sorgulayacaktı, kızacaktı
bana,"

Taehyung kaşlarını kaldırmış, ciddiyetsizleşen yüz ifadesiyle bana bakmaya devam ediyordu. Aldığı derin
nefesle göğsü yükselmişti, düşünüyordu. Ne geçiyordu aklından, hangi cümlesini toparlamaya çalışıyor,
hangilerini silip atıyordu merak ediyordum. Derindi. Başını eğmiş, merdiven basamaklarını seyretmişti bir
süre. Ardından tekrar bana baktı.

"Ne istiyorsun? Durumu düzeltebileceğimizi mi düşünüyorsun? Söyle öyleyse, ne yapmalıyım?" Bu kısım,


benim toparlayamadığım kısımdı. Onlara gerçeği söylerse, babam da, onun babası da bir günahkâr
tarafından kandırıldığımı, ya da günahına ortak olduğumu düşünecek, gerçek bir Tanrı lütfu olarak
gördükleri ben, gözlerinden düşecektim. Öte yandan rol yapıp günah çıkarmaya gidecek olsa, bu sefer en
büyük ihaneti yapacak, Tanrı'mı alaya alırcasına pişman olmadığı hâlde af dilenecekti. Hayır, hayır. Kabul
edilemezdi. Çıkış yoktu. Çıkış yoksa, içeride sıkışıp kalacak mıydım?

"Bilmiyorum," Sesim fısıltılıydı. Düştüğüm yenilgiyi kabulleniş tonumdu bu. Yine gözlerinden kaçmış, az
önce onun yaptığı gibi merdiven basamaklarını seyretmeye başlamıştım. Ortak oldu bana, hiçbir şey
söylemedi. Dakikalar ardı ardına ilerledi. Düşündüm, düşündü. Kızgındım. Kendi ellerimle bir zindana
girmiş, kapıyı üstüme kilitlemiş, tek olan anahtarı, bedelini onun yerine ödediğim insanın avuçlarına
bırakmıştım. Günahı olan, suçu işleyen, yanlışa düşen bendim. O başından beri buydu, olduğu insanın
dışına çıkmamıştı. Çizgiyi aşan, kötüye bulaşan bendim.

"Ne düşünüyorsun?" Sesi, uçurum kenarında atlamaya hazır olan bir adama ulaşıyordu sanki. Nazikti,
korkumu tetiklememek için sakince konuşuyordu.

"Siz bu işin içinden bir şekilde sıyrılacaksınızdır. Sınırları olmayan bir insansınız. Yasağınız da yok,
imkânsızınız da," Gözlerimiz buluştuğunda, bedeninin biraz daha bana yakınlaştığını fark etmiştim.
Merdiven basamağında öne doğru adımlamıştı, ayakları uçta duruyordu.

"Ya sen?" Dudaklarından bana dair, benimle ilgili olan, beni barındıran herhangi bir şeyi duymak, anında
etrafımızı çepeçevre saran bu gerilimli çemberi daraltıyordu. Sen öznesi, ufacık bir kelime. Bu adamın
ağzından çıktığında, aklımı dağıtacak kadar farklı bir boyut kazanıyordu. Herhangi bir yerde, günahı
böylesine büyük bir insanla karşılaşacak olsam köşe bucak kaçar, Tanrı'ya sığınırdım. Biliyordum. Ancak
şimdi durumumuza baktığımda, bunun normalleşecek olmasından, bir adamla şehvete düştüğünü
görmezden gelip, ona sıradan bir insanmış gibi muamele edecek olmaktan korkuyordum. Ona her
baktığımda, ondan önce günahını görecektim daima. Değişmeyecekti bu, fakat yine de korkutmayacaktı
da. Bir süre sonra korkutmayacaktı.

"Dinime uygun davranacağım. Kendimi terbiye edeceğim," Gülümser gibi oldu. Kollarını göğsünde
bağladı kalçasını merdiven demirliğine yaslarken.

"Oruç tutacaksın, değil mi?" Bilgiliydi. İnkâr edemezdim. Yüzümü sabit tuttum, ifademi değiştirmeden
onayladım onu.

"Öyle yapacağım. Affedilme arzusuyla, ruhumun hafiflediğini hissedene dek terbiye edeceğim kendimi.
Tanrı beni duyacak, bağışlayacaktır. Samimiyetimi görecektir," İnanmayışına, bunu mantıksız buluşuna
rağmen dalga geçer gibi değil, ciddiyetle dinliyordu söylediklerimi. Birkaç saniye içerisinde, yeniden
gülümser gibi oldu, ardından tekrar ciddileşti ve fısıltıyla, belli belirsiz, "Görecektir," dedi. Görecektir.

Sohbet edecek bir şeyimiz kalmamıştı. Yeniden, elimde bir hiçle ardımı dönüp gidecektim. Sonuca
ulaşamıyorduk hiçbir şekilde. Büyük bir hevesle adım atıyor, henüz zemine basamamışken geri
çekiliyordum. Olduğum yerde sayıyordum hep. Bu faydasızlık, başarısızlık hissi gururumu zedeliyordu.
İnsan kaybettiğini bir defa görüyor, yıkılıyordu. Bir defa daha kaybedince, yıkıntıları cana geliyor,
kıvrandıyordu. Üçüncü kez olduğundaysa siliniyordu yeryüzünden, bir hiç oluveriyor, bunu da içselleştirip
kabul ediyordu. Hâlim buydu. Bir hiçtim kendimce, işe yaramazdım.

İçime çekilmiştim, düşüncelerimin beni hırpalamaya başladığını anladığım vakit daldığım sulardan yüzeye
çıkmıştım. Fark edememiştim o an, Taehyung aramızda olan iki basamağı da inmiş, bir önümdekinde
duraksamıştı. Basamaklar çok yüksek olmadığından, aramızdaki boy mesafesi de fazla değildi. Gözlerim
direkt olarak dudakları ve burnu arasındaki o küçük çukura bakıyordu. Nasıl olmuştu da görememiştim
bilmiyorum, alt dudağının sol kısmında küçük bir ben duruyordu. Bu zamana dek hep göz kapaklarına
odaklandığım bu günahkârın, ilk kez dudaklarını seyrediyordum. Anlattığı efsane, onun sesinden
kulaklarıma ulaştığında hafifçe kaşlarım çatıldı. Bedenlerimiz böylesine yakınken, üstten üstten bana,
yüzüme böyle bakıyorken, ben bulunduğum durumu şaşırmış, sahip olduğu o küçük kahverengi noktayı
inceliyordum. Erkek bir meleğin izini, ilk önce kimin sildiğini düşünüyordum.

"Yalan söylediniz bana," Sesim kısık, güçsüzdü. Taehyung'un nefesi süzülüp, saçlarımın arasından tenime
değdiğinde irkilmiştim.

"Öyle mi yapmışım?" Onun da sesinin benimkinden farkı yoktu. Derindi, girdaptı. Günahkâr ne zaman
konuşsa, onu yalnızca kulaklarımla duyduğumu reddediyordum. İşitiyordu. Organlarımın tümü, onu
duyuyor, hissediyordu.

"Dudaklarınız bir erkek tarafından öpüldü. Efsaneye göre siz, sesi artık dengesini bulmuş olanlardan
sayılmalıydınız," Derin bir nefes almış, ardından dudaklarındaki bakışlarımı gözlerine çıkarmıştım. "Bu
doğru değil. Efsane yalandı, öyle değil mi? Siz... Sesi gür çıkanlardansınız. Kelimelerini seçemeyen,
tartamayan bir adamsınız."

Taehyung, iki gözüm arasında dolandırmıştı bakışlarını. Ardından az önce benim ona yaptığım gibi, o da
dudaklarıma odaklandı, kirpikleri titremişti. Gözlerini açık tutamaz gibi bir hâli vardı. Teni ışıldıyor, tahta
evin turuncu ışığı yüzünü gölgeliyordu. O esnada sert, bu geceye ait olmayan yabancı bir rüzgâr
aramızdan esip gittiğinde, saçlarım uçuşarak alnıma örtülmüş, fakat ben yine uzanıp da düzeltecek gücü
kendimde bulamamıştım. Günahkârın kokusu, karanlığın altında yoğunlaşmıştı sanki, keskin bir dalgayla
esip burnuma süzülmüştü. Solumamak için nefesimi tuttuğumda, Taehyung bunu fark etmiş, gözlerine
bakmamı ister gibi bakışlarıyla beni kovalamıştı ve sonunda başarmıştı. Oradaydım, gözlerinde.

"Efsaneler gerçek değildir, Jeongguk. Gerçekmiş gibi anlatılır yalnızca," Nefesi, başımı hafifçe
kaldırdığımdan, artık alnıma değiyordu. Sıcaktı. Buna rağmen tenime her değişinde üşüyordum. Buz
kesiyordu elim ayağım.
Günahkâr, sessiz kaldığımızda gözlerimdeki gözlerini benden aldı, yavaşça, ürkütmeden yüzüme
yaklaştığında başımı eğmiş, bir şeyi inceler gibi bakışlarımı ayaklarıma odaklamıştım. Saniyeler içerisinde,
alnıma dökülmüş tutamların arasında ağır ağır soluyan yabancıyı hissettiğimde bedenim titremişti.
Geriye sıçramak, bana değmek üzere olan göğsüne vurmak, içimdeki tüm alçalmışlık duygusunu, öfkeyi,
nefreti; göğsümün orta yerine oturmuş, ihanet ettiğimi haykıran o güçlü sesin acısını ondan çıkarmak
istiyordum. Yapamadım. Korkumla kalakaldım, hükmüne girdim, kontrolüne.

"Bakışlarında hep Tanrı'nın ışığını gördüklerini söylerlerdi," Burnunu, saçlarımın arasında biraz daha
iteklemiş, hafifçe tenime sürtmüştü. Derin bir nefes daha aldığında, memnun olmuş gibi dudaklarından
garip bir mırıltı döküldü. "Peki ya kokun... Kokun da mı ondan sıçradı tenine?"

Söylediklerinin hemen ardından, bir defa daha sertçe rüzgâr esmiş, bedenim yalpalayarak öne gittiğinde
göğsüne sürtünmüştüm. Vücudumun dengesi ortalık sakinleşince tekrar geri gelmişti. Geri çekildim,
yalnızca birbirine temas eden göğüslerimizi uzaklaştıracak kadar geri çekilebildim. Hâlâ beni soluyordu.
Her bir nefesinin sesini duyuyordum.

"Eğer bu koku, inandığın, yücelttiğin o Tanrı'ndan sıçradıysa sana, güzel bir Tanrı'n var Jeongguk,"
Uyuşmuştum. Parmaklarımı avcuma doğru bükmek istedim, eklemlerime demirden bir engel konulmuştu
sanki, yapamadım. Bu anı reddediyordum, öyle fazla gerçeklikten uzaktı ki, bu anın yaşandığını
reddediyordum. Evet, evet. Geri çekilemeyişim, tepki gösteremeyişim, onu itemeyişim bundandı. Bir
kâbusun eşiğindeydim, uyanacaktım. Toz bulutlarının dağılışı gibi öylece geçip gidecekti tüm bu
yaşananlar.

"Bu koku, çirkin bir varlığa ait olamaz," İlerledi, burnunu tenimden sürte sürte saçlarıma kadar çıkardı,
ardından uzun bir nefesi alıyorken, hızlıca olduğu yerden kayarak şakaklarıma dek indi. Tüm yol boyunca
çekmişti beni içine, kokumu solumuştu. Yabancının duyularındaydım. Gözleri, kulakları, burnu, teni...
Hepsine hapsolmuş, tüm yaptıklarım yeterince fazla değilmiş, hepsinin altında ufacık bir böcek misali
ezilmemişim gibi buna da izin vermiştim.

Bir süre sonra, belime hafifçe dolanan sağ elinin varlığı, beni daha da korkunç bir gerçekle
yüzleştirdiğinde, üzerinde durduğum basamağı geriye adımlayarak indim. Az önce doğru düzgün
aralayamadığım gözlerim, soğuk bir su fırlatılmışçasına irileşmişti. Benim aksime, günahkârın bakışları
öyle diri ve utanmazdı ki, aramızdaki o çember dağıldığı anda yeniden farkındalık tokadını yemiştim
yüzüme.

Tek kelime edemedim. Ellerim titriyordu, o da bunun bilincindeydi. Savunmasız, korunmaya ihtiyaç
duyan küçük bir çocuk olmuştum karşısında. Dokunmuştu, ağır gelmişti. Onun hareketleri, kendi ruhuna
hiçbir şekilde ağırlık olmazken, ben her defasında yerle bir oluyor, kendime düşman kesiliyordum. Bir kez
daha farkına vardım o an, bendim. Günahlarımı bir halat hâlinde boynuma dolayan, ayaklarımı yerden
kesen ve nefesime katil olan bendim. O değildi.

Arkada bıraktığım küçük el arabama koşuşturdum. Tutacakları kavrayıp, ona bir defa daha bakmadan
yokuş aşağı inmeye başladım. Görüş alanından çıkana dek, kontrolünü kaybetmiş bir sürücü misali
ayaklarımı kontrol edememiş, son anda fark ettiğim büyük bir taşı es geçebilmiştim. Bilincine
varamadığım hızım oldukça fazla olmalıydı ki, kendimi dakikalar içerisinde yeni yapılmış yolun kenarında
bulmuştum. Nefes nefeseydim, bedenim titriyor, olduğum yerde sabit kalamıyordum. Bir o yana bir bu
yana yürümüş, tenime değen sıcak solukların taze hissi yok olana dek rüzgâra teslim etmiştim kendimi.

Bir süre sonra, kendi aklımın asıl öldürücü darbesinin kıskaçlarındaydım. Günahkârın yanında zaman
kavramı silinmişti zihnimden; kütüphane için almam gereken kitapları, Rahip Velianos'u, beni bekleyen
arabayı unutmuştum. İşte artık günahlarım bana kalmayacaktı, tek yanan, tek acı çeken, sıcağın dalgaları
içinde eriyip giden o tek kişi ben olmayacaktım. Ne diyecektim? Ne söyleyecek, nasıl bir bahane
sunacaktım önlerine? Korkum zehir gibi tüm yanıma yayılmış, içten başlayıp dışıma doğru tenimi yara
yara kesikler bırakmıştı. Üst üste biniyordu her günahım, her yalanım, her dokunuş cehennemden bir
kapı aralıyordu bana. Tanrı'dan çekiliyordum; ne merhametini, ne şefkatini hak ediyordum. Daha henüz,
bugün inanabilmiştim affolduğuma. Günlerce başım eğik atmıştım her adımı. Beni görsün, utancımı
bilsin, içimdeki şiddetli savaşın seslerini işitsin diye. Şimdiyse yeniden, daha da derinlere gömüldüğümü
hissediyordum. Elimi bu pis kokan, çürümüş topraktan uzatıp da temiz havaya ulaşacak yüzüm yoktu
artık.

Benim bu silineceğine inandığım kir, günahkârın tenime damgalayacağı bir leke hâline geliyordu günden
güne.
5.bölüm
"Günah bir insan (Adem) yoluyla, ölüm de günah yoluyla dünyaya girdi. Böylece ölüm bütün insanlara
yayıldı. Çünkü hepsi günah işledi."

Romalılar, 5:12

5.BÖLÜM

-SAHTE ARINMA-

Yeniden doğma ihtiyacıyla doluydum. Tanımadığım, yüzünü görmediğim, kokusunu bilmediğim, bir kez
olsun bedenseli dâhi geçtim; ruhsal olarak hissedemediğim annemin rahminden, tertemiz doğma
ihtiyacıyla kavruluyordum. Sıfırlanmak, arınmak, annemin kanıyla kaplı tenimle bir kez daha gelmek
istiyordum dünyaya. Saf, insanın özüne ait bir kirle alınmak istiyordum kucağa. Attığım her adımı bir defa
daha atmak, bir defa daha babamı seyretmek, onu önüme koyup, gittiği her yolu tereddüt etmeden
yürümek, Tanrı'ya adanmak, Tanrı'nın sözüne güvenmek ve her halükârda sevebileceği aciz bir kul
olmak.

Gazabını hak edeceğim bir günah işlemeden büyümek.

Bir elimdeki boş arabaya, bir yüzüme bakan Rahip Velianos, önce olanı biteni anlamlandıramamıştı
hâliyle. Bir süre şaşkınlıkla seyretti etrafı, beni. Ardından kaşlarını çattı ve kendi tuttuğu arabayı bırakıp
telaşlı adımlarla yanıma geldi.

"Jeongguk, oğlum. Kitaplar hâlâ gelmedi mi yoksa?" Bu ihtimale tutunuyor olması, içimde harlanmış olan
alevi daha da büyütmüş, kanıma susamış zehirli bir yılan misali sinsice bedenimden içeri süzülmüştü.
Alevlerin yaktıkça daha bir hırsla katlediş seslerini işitiyordum kulağımda.

"Bilmiyorum. Gecikmiş olmalıyım. Ağaçlık yoldan geçiyorken çok fazla takıldı araba. Zamanı nasıl
harcadığımı idrak edemedim," Kekeliyor, yüzüne bakamıyordum. Ellerimi önümde bağlamış, hemencecik
eğilmiştim karşısında. "Özür dilerim, çok özür dilerim. Affedin, affınıza sığınıyorum. Özür dilerim,"

Aniden yükselen sesim ve birbirine geçen kelimelerim onu telaşlandırmıştı. Buna rağmen, bilincim
sonuna dek açık olsa da, görmezden geliyordum olanı biteni. Sırası değildi insanoğlundan korkmanın. Ne
denli değerli, kutsal, Tanrı sevgilisi bir kişilik olsa bile, en büyük korkum gökteki Mesih'ti. Zihnim benimle
büyük bir oyun oynuyordu. Öyle ki kaldıramayacağım kadar yüklenmiş, ait olduğu bedeni göz ardı edip
kendince labirentler kurmuştu kafamın içine. Bu zamana dek sahip olduğumu sandığım iradem bozguna
uğramıştı. İçimde kurulu olan düzenin temelinden sarsıldığına şahit oluyor, yıkılan her bir parçayı
utanmadan seyrediyordum. Uzanıp da yeniden birleştirecek ne gücüm vardı, ne yüzüm.

Rahip Velianos, usulca elini omzuma koyduğunda, zemine odaklı bakışlarım titremişti. Sıkıntılı bir nefes
aldığını işittim, ardından elini birkaç kez olduğu yere vurdu ve boğazını temizledi.
"Oğlum, doğrul. Hadi," Kıpırdayamadım. Dudağımın içinden ufak bir et parçasını dişlerim arasına
sıkıştırmış, hem ruhsal acımı dindirmek, hem de sınırında olduğum yeni bir krizi önleyebilmek adına
canımı yakıyordum. Sözünü dinlemediğimde, uzanıp önümde duran ellerimi kavradı. İtaat etmekten
başka çarem kalmamıştı, yavaşça belimi dikleştirdim, bakışlarımı gözlerine değdirmeden etrafa
dağıtmıştım. Onun aksine. Dikkati tüm pürüzsüzlüğüyle üzerimdeydi. Beni izliyordu. Bunun kaçacak,
gizlenecek yanı kalmamıştı artık. Susacaktım, bu bir şeye engel oluşturamayacaktı. Çünkü farkındaydı. Bir
sorun olduğunun farkındaydı. Bir kez gördüğünün, sezdiğinin, bir daha peşini bırakmayan bir adamın
ellerine düşmüştüm şimdi. Öğrenmek isteyecekti.

"Birkaç güne yeniden geleceklerdir kasabaya, haber ederim. Uğrarlar. Dert etme," Ona bakmamı
bekliyordu. Rahip Velianos, günahların en çok gözlerde saklı olduğuna inanırdı. Bir insan, Tanrı'ya
adanmış başka bir insandan esirgiyorsa eğer bakışlarını, orada daima yanlış bir şeylerin olduğunu
savunurdu. Diyorum ya, bilincindeydim. Eğer kontrolüm altına alabilseydim kendimi, Jeon Jeongguk'u,
bakardım gözlerine. Sırf şüphe duymasın, yanlışı düşünmesin diye utancımı, kirimi, yanlışımı içimdeki
alevlere fırlatır, ona bakardım. Olmuyordu, esirdim. Kendi kendimin esiriydim.

Beni konuşmaya zorlamadı, gece vaktiydi. Bu saatlerde kasabanın tenha yerlerini güvenli bulmazdı
büyüklerimiz. Geç saatlerde dönmüştük kiliseye. O esnada Rahip, ulaşım için farklı bir yol
kullanabileceğimi göstermişti. Varlığından haberdâr olmama karşın, ormanlık yolu her yürüdüğümde
özüme açılan bir kapıyı aralar gibi hissederdim. Temiz hava, canlı oluşuna rağmen sesi çıkmayan bitkiler,
ağaçlar, hayvanların cılız bağırışları... Bir yandan iliklerine dek yalnız olduğunu anımsatıyor, bir yandan ise
her tarafının konuşamayan, ama seni bilen Tanrı hediyeleriyle dolu olduğunu hatırlatıyordu. Ferahtı,
dinlendiriyordu.

Kimseye tek kelime etmeden odama girmiştim. Namjoon, oda arkadaşım, ibadet için birkaç genç
kardeşle beraber aşağı kattaki geniş salona inmişti. Seslerini duymuştum merdivenleri çıkıyorken.
Fırsattan istifade etmiş, odanın ışığını karartıp yatağıma atmıştım kendimi. Üzerime örttüğüm örtüye
sıkıca sarılmıştım. Bacaklarımı kendime doğru çekmiş, sağ tarafıma dönerek kasılmış, sara krizi eşiğindeki
bilinci sarsılan bir hasta gibi titremeye başlamıştım. Susturamıyordum kafamda dönenleri, günahkârın
sesi ve kendi sesim iç içe geçiyor, beni birer zincir hâlini alıp kırbaçlıyorlardı her yanımdan. Tekrar tekrar
işitiyordum, "Peki ya kokun... Kokun da mı ondan sıçradı tenine?"

İrkiliyordum. Her hatırlayışımda, alnıma sürten, beni soluyan burnunu, derin nefesini, belime sardığı elini
her hatırlayışımda daha büyük devriliyordum. Ne oluyordu? Neydi tüm bu olan biten? Açıklamasızdım.
Savunmasızdım. Verecek cevabım yoktu, tüm bu kargaşanın içerisinde, yüzlerce cümlenin art arda
tepindiği zihnim, sorularıma daimi sessiz kalıyordu. Beni ben yapanın, artık benimle olmadığını
hissediyordum. Büyük bir felâketin eşiğinde bekliyor, Tanrı'ya sığınıyor, Tanrı'ma sırt çeviriyordum.

Titremem kesilmemişti. Yavaşça yatağımda doğruldum, boynumda asılı olan Haç kolyesini parmaklarımla
kavrayıp göğsüme bastırdım. Elimin altında can çekişen kalbimin, acıyı ve kabullenişi reddeden zihnimin
aksine kıvrandığını, benimle beraber iki duvar arasında sıkıştığını hissetmiştim. Dudaklarımın arasına
doğru süzülen göz yaşımın tadı dilimdeyken, kısık sesim ulaştı kulaklarıma.

"Kadir ve ebedi olan Tanrı, yarattığın tövbekârların günahlarını bağışlarsın. Bizlerin içlerinde yeni ve alçak
gönüllü yürekler var et ki, günahlarımız üzerine yas tutan ve kötülüğümüzü ikrar eden bizler, merhamet
Tanrısı olan senden günahlarımız için olan mükemmel bağışlamayı alabilelim; yaşayan ve seninle
hükmeden, Kutsal Ruh ve tek olan Tanrı'nın birliğinde, Rab İsa Mesih'e şimdi ve sonsuza dek yücelik
olsun," Sonlara doğru, zaman belirterek içimde yücelttiğim Tanrı'ma, ilerleyen günlerde bir kez daha
ihanet etmenin korkusu belirmiş, ağlamamı şiddetlendirmişti. Öne doğru iki büklüm olmuştum,
yanaklarımda birbirinden bağımsız ıslak yollar vardı. Görüş açım bulanıktı, içli içli ağlıyor, hıçkırıklarım
arasında duama devam ediyordum.

"Yüce Tanrı'm, seni hoşnut eden orucu tutmayı bizlere öğret. Bizlere hayatımız için olan isteklerini
anlama gücü ver. Bağışlaması büyük olan şefkatli, merhametli Mesih, orucumuz zamanında bizlere
günahlarımızı görüp dönme gücü ver, seni hoşnut eden şeyi bilmek için, bizlerde hoşnut olmadığın
alanları görmek için bizleri bereketle. Orucumuz boyunca hayatımızdaki kurak alanları yeşert ve
hayatımızın günleri boyunca doğru, pak ve razı olduğun işleri kazanmamızı sağla. Amin,"

Günahımın bedelini, nefsimi terbiye ederek ödeyecektim. Peder'e itiraf edemiyordum, bunun vereceği
azabı zihnimde canlandırdığım anda dahi ürperiyor, koyu gözlerimi koca bir evrene benzeten babamın,
bana bakamayacağını, bakışlarını benden kaçıracağını düşündükçe kendi içime daha bir kuvvetle
çekiliyordum. Tanrı ve benim aramda büyüyen, koca bir çığ hâlini alan bu yanlışı, bedensel ve ruhsal açlık
çeke çeke yok edecektim. Bağımızın kuvvetini biliyordum, bunun incelmesine de, gücünün azalmasına da
izin veremezdim. Ne zaman ki affedildiğimi hisseder, boynuma doladığım halatların gevşeyip yere
düştüğünü işitirdim; o zaman emin olacaktım temizlendiğimden, Tanrı'nın affından. Aksini
reddediyordum, aksi yoktu. Olmamalıydı.

Örtünün altına girip, başımı yastığa koydum. Sol gözümden süzülen ıslaklık, burnumun üzerinden hafifçe
kayıp diğer gözümden akana karıştı. Yumdum. Günlerdir uyuyamıyordum, günlerdir yorgundum.
Bugünün de bir farklı olmayacaktı. Farkındalık, gerçeğe müdahale edemiyordu. Önüne bir engel koyup
da akışını durduramadığım cümlelerim, zihnimin her köşesinden üstüme üstüme geliyordu. İçimde dolup
taşan kızgınlığın, pişmanlığın, korkunun, endişenin, dışıma yoğun bir dinlik hâliyle yansımasını sık
yaşıyordum. Yine o hâldeydim. Öylece uzandım yatağımda. Namjoon sessizce odaya girdiğinde de, ışığı
açmadan yatağına oturduğunda da, sesini çıkarmamaya dikkat ederek ağladığında da, aydınlık; küçük bir
pencereden üzerimize doğru yayıldığında da uyanıktım. Tepkisiz ve uyanık.

Gün, diğerlerinden farklı başlamamıştı. Aynı koşuşturma, aynı hareketlilik manastırın her tarafında
devam ediyordu. Kendimi doyurmadan tutmaya kalkıştığım orucum, midemin içinde bir oyuk oluşturmuş,
beni deniyordu. Açtım, güçsüzdüm ve bunun sancısı, benim ödemem gereken bir bedeldi. Şikayet
etmedim, aklımdan geçen hiçbir şeytani fikre fırsat vermedim. Bedensel anlamdaki yorgunluğumu, bu
defa ruhuma sıçratmak istemiyordum. Yeterince yıpranmıştı, onaracaktım. İyileşecektik. Beraber
iyileşecek, tıpkı günaha bulanmadan önce, bir başına ve kirlenmemiş yürüyebilen Jeongguk gibi, kirle
yıkanmış yüzlerce insanın arasından, bir tanesine bile teğet değmeden geçip gidecektik.

Öğleden sonra, kardeşlerden en genç olanı kütüphaneye, yanıma gelmiş; babamın manastır bahçesinde
beni beklediği haberini vermişti. Aklımda değildi, unutmuştum bugün içerisinde geleceğini. Varlığının
birkaç kat aşağıda, sonbaharın kol gezdiği bahçede olduğu gerçeği, utancımı tetiklemişti. Dün bir türlü
gözlerine ulaşamadığım Rahip Velianos gibi, bugün de babamın bakışlarından köşe bucak kaçacak
olmaktan korkuyordum. Yine de adımlarım sağlamdı, merdivenleri hızla inmiş, büyük kapıyı etrafı
gözlerimle taraya taraya geçmiştim.

Tek bir saniyemi aldı gözlerine ulaşmak. Babamın biraz ötesinde, elleri cebinde, dik bakışlarıyla beni
izliyordu. Olduğum yerde aniden duraksamıştım, dudaklarımın tenimin rengini aldığını, zamanı
ölçemeden kupkuru olduklarında anlamıştım. Binlerce soru... Aynı anda, yüksek sesle yüzüme yüzüme
bağırıyorlardı. Neden? Neden buradaydı? İki yanımda duran ellerimin titrek bir vaziyette üzerimdeki
siyah kumaşa sürtündüğünü hissettim, ardından derin bir nefes. Gözlerimi ondan almış, babama
odaklamıştım. Onlara doğru attığım her adım, geri dönüş yoluna, benim için açılmış tuzak niyetine büyük
delikler yaratıyordu. Omuzlarımı düşürmedim, başımı eğmedim. Artık sebep ve sonuç ilişkisini, zihnim
hâlâ diriyken kuruyordum. Belli edersen, Tanrı'ndan önce, Tanrı'nın kulları yakacak seni.

"Jeongguk," Babamın gözlerine yansımamı görebilirmişim gibi bakıyordum. Odağım şaşmasın diye öyle
kuvvetli sabitlemiştim ki bakışlarımı, düz duran kaşları hafiften çatıldı. Ardından elini uzatıp koluma
dokundu okşar gibi.

"Peder Min, şeref verdiniz," Dudaklarımda beliren samimiyetsiz tebessüm, babama farklı hissettirmemiş
olmalıydı ki, o da karşılık olarak hafifçe gülümsedi.

"Bugün güzel bir gün. Kutsal bir gün." Bakışları, arkasında duran günahkârı buldu. "Taehyung, sabahın
erken saatlerinde kilisenin önündeydi. Günah çıkarmak için geldiğini söyledi," Neredeyse irkilmiştim,
hızla başımı ona çevirdiğimde, mimik oynamayan yüzünün hâlâ bende takılı olduğunu fark ettim. Gözleri
gözlerim arasında mekik dokudu, ardından başını eğdi ve işaret parmağını burnunun alt kısmına sürttü.

Yanlışa yürüyordu, yalnız kalmak istemez gibi, beni de peşine takmıştı. Nasıl tepki vereceğimi, bu
yaşanmak üzere olan felâketi nasıl durdurmam gerektiğini bilmiyordum. Henüz konuşmuş, bir çözüm
yolu olmadığına karar vermiştik. Üzerine tek kelime daha edilmemişti. Şimdi ne değişmişti de günah
çıkarmaya gelmişti babama? Alay edecekti. Tanrı'mla alay edecekti. Beni inancımın karşısında küçük
düşürecek olmaktan zevk alıyordu. İçimde ona yardım etmek için kısa bir süreliğine de olsa sahip
olduğum isteği aleyhime kullanıyordu. Beni yıkıyor, beni mahvediyor, beni kendi karşıma koyup, bana ait
olan iki bedenin ellerine de silah tutuşturuyordu.

"Senin de orada olmanı istedim. Ne de olsa böylesine yüce bir sevabı, kendi inancın doğrultusunda, kendi
inancının kuvvetiyle işledin. Tanık olmak hakkındır,"

Tekrar babama baktığımda, aldığım nefesler ardı ardına koşan, birbirini yakalamayı amacı hâline getirmiş
düşmanlar oluvermişti. Göğsümün kontrolsüz hareketleri bir şeyleri belli etmesin diye dudaklarımı
birbirine bastırıp başımı eğdim. O esnada bir kez daha sahte bir tebessüm etmiştim babama. Bir sorun
olduğunu sezecek olursa, herkesten saklanabilsem dâhi, ondan kaçamazdım.

Normal şartlarda, günah çıkaracak olan kişinin kim olduğunu asla Peder'in bilmemesi, aradaki paravan
sayesinde yüzünü de görmemesi gerekirdi. Kurallar olduğu gibi kilisede işleniyordu, ancak kasaba küçük
olduğundan, babam istemsizce seslerini ezberlediği insanların kim olduğunun farkına varıyordu. Yine de
günahlar, duyulduktan ve karşı taraf hafifletildikten sonra aniden silinirdi hafızasından. Bunun Tanrı
mucizesi olduğunu söylerdi, zihninin anında boşaldığını ve bir daha bilinçli de olsa bu itiraflar üzerine
düşünemediğini birkaç kez paylaşmıştı benimle.

Şimdi, Taehyung için durumlar farklıydı. Kasaba içerisinde bu günahla Peder'in kapısını çalacak olan kişi
belliydi. Babam, bizzat kendisi onu itirafa, pişman olmaya çağırmıştı. Bu yüzden, sır üçümüzün
oluşturduğu bu küçük alan içerisindeyken, durumun bir sorun ya da yanlış teşkil etmediğine karar
vermişti.

"Buna lâyık gördüğünüz için teşekkür ederim, ancak..." Babamın, cümle yönünü değiştirdiği anda düşen
suratına sabitlenmiştim. Dudaklarım titredi, kelimeler oraya buraya kaçıştı, yine de noktayı koyana dek
devamını getirebildim. "Ancak, bugün oruçluyum. İbadet ederek günü geçirmek istiyorum, izniniz
olursa,"

Babamın orucumun sebebini sorgulayacak bir insan olmadığını, bunu dinime sebep, Tanrı'yla bağımı
kuvvetlendirmek için yaptığımı düşünecek olduğunu bildiğimden rahatça söylemiştim. Buna rağmen
babamın yüzünde beliren şüphe, tek bir anlığına beni darmadağın ettiğinde, bakışlarım saniyelik olarak
günahkârın gözlerine değmişti.

"Oruçlusun demek..." Soru sormak istiyordu da, kendi içinde onu şüpheye düşüren küçük şeytancıklarını
görmezden gelmek için çabalıyordu sanki. "Olsun, oruçluyken faydasını göreceğin güzel bir an bu. Fazla
vaktini almayacak, sen de orada olacaksın."

Üzerine söz söylememem gerektiğini belli etmişti kullandığı kelimeyle. Başımı aşağı yukarı salladığımda,
tatmin olmuş, buna rağmen içini kemiren bir şeylerin olduğunu belli eden yüzünü, benden ters tarafa
çevirmişti. Günahkârın gözleri, babam ona döndüğü anda onunkileri bulmuştu. Temas çok uzun sürmedi,
o manastır kapısına doğru yürümeye başladığı an, tereddüt etmeden arkasına takılmış, yanımda sessiz
sedasız bizi takip eden yabancıyı görmezden gelmeye çalışmıştım.

Olmuyordu. Adımlarımı, sırf yanımda yürümesin, hızlarımız değişiklik göstersin de geride kalsın diye
sürekli farklı atıyor da olsam, bir şekilde bana ayak uyduruyordu. Bununla da kalmayıp, ona bakmayı
reddettiğim her an yüzünü bana çeviriyor, rahatsız eden bir dikkatle gözlerimi kendi çekim alanına
katmak için bekliyordu. Reddetsem de, karşı da koysam, yolu yarıladıktan bir süre sonra, önceden yaptığı
gibi yakınlaşıp parmaklarını elimin üzerine sürtmesiyle irkilerek ona dönmüştüm. Koyu gözleri gözlerimi
bulduğu anda, dün yalvararak ettiğim dualar, tuttuğum oruç bakışlarıma bindi ve irademi zor da olsa
elime alıp başımı yere eğdim. Kolay yolu es geçmiştim, bu en sağlam çözüm olarak göründüğünde, biraz
daha hızlanıp babamın yanında devam ettim yürümeye. Arkamdaydı. Arkamda adımlıyordu. Nefesi uzun
bir yolu koşup, ensemde duraksıyordu sanki. Rahat edemiyordum.

Kiliseye vardığımızda, babam içeriyi hazırlamak için bizden önce girmişti. Dışarıda beklemesi gereken
günahkârın yanında, ben de bir kurban misali durmak zorunda kalmıştım. Koca alanın ortasında, yanımda
onun, benimle aynı havayı soluyup aynı havaya nefeslerini bıraktığını bilmek dâhi gerici geliyordu. Sırtımı
ona dönüp, arka bahçeye doğru ilerlemeye başladım. Hava kapalıydı, bulutlar belirgin değildi. Üzerimize
gri bir boya gelişigüzel saçılmış gibiydi. Rüzgâr yavaştı, yumuşaktı. İnsanı üzmeyen, kırmayan, tene
dokunup geçen samimi esintilerle dağılıyordu havada.

"Günahlarının bedeline karşılık oruç tutuyorsun," Arkamdan gelen yoğun ses beni ürkütmemişti. Bir
şekilde biliyordum, beni takip edeceğini, bir şeyler söyleyeceğini. Yüzümü ona döndüm, gözlerimiz
buluştuğunda üst dudağını ağzının içine doğru çekiştirdi.

"Evet, böyle olması gerektiğini biliyorsunuz," Bana doğru birkaç adım attı. Gözleri, öncekilerde olduğu
gibi aheste aheste yüzümde gezindi.

"Hayır, benim bildiğim senin gibi dinine bütün insanların bizzat gidip günah çıkarması gerektiği," Meydan
okur gibi kıstığı gözleri, dudaklarıma indiğinde bakışlarını dağıtabilirmişim gibi başımı hızlı hızlı iki yöne
salladım. Etkisizdi.

"Sizinle dinimi tartışmayacağım," Öfkeliydim. Aceleci adımlarla yanından geçip gideceğim sırada, kolumu
kavramıştı. Neye uğradığımı şaşırmış, iri iri olmuş gözlerimi gözlerine yerleştirmiştim. Kendimi geri
çekmek için çabalayışıma karşılık gücü öylesine yoğundu ki, üstünlük kurmadı dâhi beni olduğum yerde
tutabilmek için. Çırpınışlarımı sakin sakin seyretti, bir fayda alamayacağımı fark edip duraksadığımda,
dolmuş gözlerime odakladı bakışlarını. Kaçıncı yenilgimdi, yetişemiyordum.

"Benimle dini değil, kendini tartışıyorsun. Hatta benimle değil, her gün, her saniye kendinle giriyorsun bu
savaşa. Söyle, yanılıyor muyum?" Dişlerimi öylesine sert birbirine bastırmıştım ki, kasılmış çenemden
kemiklerime ve kaslarıma güçlü bir sızı yayıldı.

"Size bir şey anlatmak zorunda değilim. Kolumu bırakın," Bir defa daha kendimi çekmeye çalışmış, yine
başarısız olmuştum.

"Babana gidemiyorsun, etrafında itiraf edebileceğin kimse yok. Yanıyorsun, değil mi? Günahlarının
arasında sıkışıp kaldın, bir yerden atılacak en küçük bir odun parçası kül eder seni,"

Bana bakıp kimsenin göremediğini onun görmesinin, beni dinleyip kimsenin işitemediğini ondan, bir
yabancıdan duyuyor olmanın şaşkınlığıyla omuzlarımı düşürmüştüm. Gözlerimde biriken ıslaklık, onun
karşısında yaşayacağım bir diğer devrilmeye zemin hazırladığında başımı göğe kaldırdım. Kirpiklerimi
birkaç kez kırpıştırmış, ıslaklık kuruyana dek yüzüne bir defa daha bakmamıştım.

"O en küçük odun parçası kimin elinde, biliyor musun?" Kolumdaki tutuşunu sıkılaştırdı, bedenimi tek bir
hamleyle kendi bedenine çektiğinde, başımı omzumun üzerinden sola doğru çevirmiştim. Yüzünün
yakınlığını kaldıramıyordum, gözlerinin üzerimde olduğu gerçeği her defasında daha da acımasızlaşıyor,
gücümü kırıyordu.

"Benim, Jeongguk. Benim elimde," Alnına dökülen saçları kulağıma sürtmüş, nefesi boynumun ince
derisinden içeri süzülmüştü. Hafifçe dokunan saçları, bir süre sonra onun isteğiyle benim saçlarımın
arasına karıştığında sahip olduğum tüm gücün, sıkı sıkı sardığı kolumda toplandığını hissetmiştim. O anı
fırsat bilip, sertçe kendimi geriye çektiğimde, sarsılan bedenini görmezden gelip bana bakmayı sürdürdü.
Aralık dudaklarından dökülen nefesleri keskindi. Bir farkım yoktu ondan. Göğsüm öyle bir heyecanla
yükseliyor, alçalıyordu ki saniyeler içerisinde yorgun düşmüş, olduğum yere yığılacak kıvama gelmiştim.
Tek kelime daha etmedim. Koşar adım kilise önüne geldiğimde, o da beni takip etmiş, bir süre sonra
babam geldiğinde de yüzüme bakmadan içeri girmişti. Sürünür gibi oturağa ilerlemiş, ardından bedenimi
geri atmıştım. İnsan, doğumundan itibaren kendisini bilerek büyürdü. Etrafında gördüklerini öğrenmekle
kalır, öğrendiklerini süzgeçten geçirir, bazen buna gerek bile duymaz, benliğine katardı. İnsan mutlaka en
iyi kendisini bilirdi, kendi derinliğini, sırlarını, sınırlarını, düşüncelerini... Yirmi iki yıldır tanıştığım bu genç
adam, bana kimsenin karşı durmadığı kadar ters düşüyor, kimliğini kaybediyordu. Bunu bir yandan
istemsizce yapsa da, önüne geçemediğini söylese de, biliyordum aklımda olup biteni. Dile getiremesem
de, zihnimde dönüp duran her şeyden haberdardım.

Yaklaşık yarım saat sonra Taehyung göründü kapıda. Kilise merdivenlerini yavaş adımlarla indi. Bana
bakmamıştı. Hafifçe vücudunu eğip, siyah pantolonuna bulaşmış tozu elleriyle silkeledi. Ardından
doğruldu, yanımdan geçip gideceği esnada, beni olduğum yerde birkaç dakika bekletecek o cümleyi
kurdu derin ve kısık sesiyle.

"Bir dahakine daha dikkatli olacağım. Babana, babama karşı mahcup olmaman için,"

Boş gözlerle kiliseyi seyrettim o arkasına bakmadan gidiyorken. Dudaklarım aralıktı, rüzgâr saat
ilerledikçe etkisini arttırmıştı. Kurumuş tenime çarpıyor, ardından karşımdaki Tanrı evinin heybetli
duvarlarına uçuşuyordu. Birbirine ateş açmış iki ülkeyi yaşatıyordum aklımın ortasında. Hangisinin atışı
isabet olursa olsun, vurulan, devrilen her seferinde ben oluyordum. Yüceltilmek için durduramadığım bir
arzuya sahip olan ruhum, böyle bir enkaz altında kalacağını bilseydi söner miydi, onu düşünüyordum.
Babama, dinime, Tanrı'ma lâyık olmak için koştuğum onca yol, şimdi önüme tuzaklarla dolu bir diğer yolu
çıkarmıştı. Öyle ki çıkışım yoktu, yürümek istiyorsam ya devam etmeli, ya da tereddüt etmeden geri
dönmeliydim. Olduğum yerde beklersem, günahkârın da dediği gibi, küçük bir odun parçasının gelip beni
bir alev topuna çevirebileceği korkusuyla yaşayacaktım.

Kiliseden ayrıldığımda yalnızdım. Hava kararmıştı, birkaç saate gece yarısı olacaktı. Manastır yoluna
girdiğimde, ayaklarım birbirine dolanmaya başlamıştı. Gözlerim uykusuzluktan kapanıyor, açlığım artık
beni yerle bir edecek güçte kazıyordu organlarımı. İleride bir dönemeç vardı, oraya yürüyebilirsem eğer,
el yapımı yöresel yiyeceklerin satıldığı küçük bir dükkâna ulaşacaktım. Aklımın hatırlatması, onu
yönlendirmem için kolaylık sağlamıştı. Gücümü biraz daha toparladım, yolu bitirip soluma döndükten
hemen sonra, kapıyı kilitlemek üzere olan satıcıyı fark edip elimi kaldırdım.

"Bekleyin, bekler misiniz?" Koşuyordum bana kalsa, ancak durumlar dışarıdan gören insanların gözünde
öyle değildi. Bakışlarından belliydi, hastalıklı duruyor olmalıydım. Adam, beni gördüğü gibi tanımıştı. Ben
de onu tanıyordum, adını hatırlayamamıştım o an. Yıllardır kimseyle bir muhabbeti olmasa da, zararı da
dokunmamıştı en azından. Şüpheli bakışları yüzümde gezindi bir süre.

"Kurabiyeniz kaldı mı? Kurabiye almak istiyorum," Adam, normal şartlarda kapıyı kilitleyip gidecekti.
Buna rağmen yüzümü, rengi atmış tenimi, telaşımı görünce karşı koyamamıştı. Kapıyı geri açtıktan sonra,
hemen girişinde duran dolaptan iki tane kurabiye uzattı ellerime.

"Efendim, yanımda param yok. Söz, inanın. Ertesi gün ücreti getirip size teslim edeceğim, inanın lütfen,"
Adam, yüzünde ilk defa gördüğüm tebessümle baktı bana. Ardından elini kalbine götürdü. Hızlı hızlı
başını salladı.

"Olur, olur delikanlı. Senin gibi bir Tanrı dostunun sözüne inanmamak mümkün mü?" Son cümlesini
duymuş olmama rağmen, algılarımı kapatıp birden fazla kez üzerine düşünmemek adına içeri sızmasına
engel olmuştum. Teşekkür mahiyetinde eğildim önünde. Kurabiyeleri paketlerinden çıkarıp, zamanın
geldiğinin bilincine vararak dudaklarıma götürdüm. Çok aç kalmış, çok kez yaşamıştım bu vaziyeti. Buna
rağmen ilk defa, açlığımın öldürücü raddede sert tavırlı olduğunu hissediyordum. Yuttuğum her lokmayı,
aç bir kurdun tadından haz etmediği bir et parçasını yiyişi gibi kabul ediyordu bedenim. İkisini de
dakikalar içerisinde bitirmiş, gücü yerine gelen bacaklarım üzerinde daha sağlam durmaya başlamıştım.

Bir süre sonra dizlerime yasladım avuçlarımı, belimi büktüm. Ağır ağır nefesler alıyor, aklımdan geçeni
kendime yedirmeye çalışıyordum. Gözlerimi yummuş, parmaklarıma kadar sızmış olan korku eşliğinde
geceyi solumuştum. Yerimden doğrulduğumda, bir defa daha düşünme fırsatı tanımadım kendime.
Manastırı es geçip, geldiğim yolun tersini yürümeye başlamıştım. Bir süre sonra düzenli ve ritmik
adımlarım hızını şaşırmıştı, koşma hâlini bulan ayaklarım benden bağımsızdı. Eklemlerim sancılanıyor,
rüzgâr her yüzüme çarptığında nefesim kesiliyordu. Durmadım, şakaklarımdan terler akana dek koştum.
Ruhum da, bedenim de tatminliği yaşayana dek, gözlerim karşısında kalmak istediği manzarayı görene
dek koştum.

Önümde duran kapıya koydum elimi. Parmaklarım pürüzlü doku üzerinde titriyordu. Soluklarımın sesi
kulaklarımdaydı, kemiklerim eriyecekti sanki. Kuyruk sokumumdan yola çıkan güçlü bir sızı, ensemde son
buldu. Öylece kapıyı seyrettim bir süre, ardından hafifçe eğilip, alnımı elimin üzerine dayadım. Kuruyan
dudaklarımı ıslattığımda, ağaçlık alandan gelen rüzgârın sesi belimi doğrulttu ve tek bir an daha
düşünmeden yumruk hâline getirdiğim ellerimle kapıyı tıklattım.

Zaman katledilmişti o gece. Ben eşikte bekliyorken, vücudum koştuğu yolların yorgunluğunu es geçip, az
sonra karşı karşıya kalacağı gözlerin hayaliyle yıkıma geçtiğinde hissetmiştim bunu. Tam gücümün
bittiğine, dizlerimin beni taşıyamayacağına inandığım anda, içeriden gelen ayak sesleri bana dayanak
oldu ve aynı vakitte, saniyeler içerisinde aralanan kapının ardında gördüğüm yüz, bu yaşıma dek somut
dâhi hissetmediğim kuvvetli bir tokadın, tenimde yankılanmasının biricik sebebi hâline geldi.

Günahkârın gözleri, gecenin bölünmez karanlığına dağıldığında, beni düşürecek, beni kanatacak, beni
benden edecek o tuzaklı yola ilk adımımı atmıştım.
6.bölüm
"Arayın, bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır. Çünkü dileyen alır, arayan bulur, kapı çalana açılır."

Matta 7:7-8.

6.BÖLÜM

-ŞEHVET-

Akıl ve iradeyi tam anlamıyla kavradığım yaşımdan itibaren, dünyayı, evrenin büyüklüğünü her
düşündüğümde; sonsuzluğun insanı içine çeken o korkutucu girdabına kapılır giderdim. Bunu yalnızca
soyut olarak değil, somut olarak da hissediyordum. Yerimden irkilirdim her defasında, omuzlarım titrer,
bakışlarım kayar, bedenimin üzerinden iri bir insan cüssesi geçip gitmiş gibi bitap düşerdim.

Şimdiyse, karşısında beni görmenin verdiği şaşkınlıkla yüzümü seyreden günahkâr; o, ben ve ev dışındaki
tüm canlı cansız varlıkları süpürüyor gibiydi. Herkes... Her şey. Tüm bu karmaşayı hissediyorken
sağımdan solumdan süzülen her bir toz tanesi bile, yok olmuştu. Zihnim, onu ilk gördüğüm andan
itibaren sarıp sarmaladığı anlamsızlığı, savaşı, ikilemi bir kenara fırlatmıştı. Şu an, şurada bulunuyor
oluşum irademi ayaklarımın altına aldığımdandı; fakat bir yandan da ilk kez irademin böylesine diri
olduğunu biliyordum. Yok saydım. İşittiğim, bana meydan okuyan iç sesimi yok saydım. Diğer türlüsüne
kalkışacak olursam, bedenimin en zayıf noktasından bir darbe alacak, henüz ilk adımımda kaybedecektim.
Yenilgiye bu sefer hiçbir koşulda tahammül edemezdim.

Gözlerimde gezinen bakışları, yorgunluktan iki büklüm olmuş bedenimde dolandı bir süre. Nefeslerim
öyle güçlü ve sertti ki, sırf dizginleyebilmek adına dudaklarımı birbirine bastırmış, göğsümün hareketleri
yavaşlasın diye soluklarımı düzene sokmaya çalışmıştım.

"İçeri girebilir miyim?" Sesim kırılmıştı. Dudaklarım kupkuruydu. Kaşlarını çattı, sağ elinde tuttuğu
sigarayı bacağının arkasına doğru saklarken geriye çekildi. Dumanın üzerime gelmesini engellemeye
çalıştığını fark edince, bana karşı olan bu ince tavrını kabullenemez gibi bakışlarımı ondan kaçırıp usulca
içeri girdim. Hâlâ oturtamıyordum onu zihnimde belli bir yere, resim netleşeceği esnada üzerine kaynar
bir su dökülüyor, renkleri oraya buraya dağıtıyordu her seferinde.

Bir iki adım attıktan sonra, evin içerisinde sahibinden habersiz ilerlemek ayaklarımı bağlamıştı. Bedenimi
tümüyle ona çevirdim. Kapı eşiğinden çıkmış, sigarasından son bir duman soluyup izmaritini ağaçlık alana
doğru fırlatmıştı. Kapıyı kapatmasının ardından, başını çevirip ona baktığımı gördü ve olduğu yerde
duraksadı. Aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi, gözlerimiz iç içe geçerek kırıp parçalara ayırıyordu. Öyle
yoğun, öyle diri, öyle yakıcı bakıyordu ki; ömrüm boyunca hiçbir histe şahit olmadığımdan böylesine,
bünyeme fazla geliyordu.

"İçeri geç," Konuşması donuktu. Kıpırdamasa dudakları ondan çıktığına inanmayacağım kadar derin bir
sesle söylemişti bunu. İkiletmedim. Arkamı dönüp, beni karşılayan geniş bir salona ilerledim. Birkaç
adımın ardından, burnuma dolan kokuyla afallamış, etrafı seyreden gözlerimin gezintisine ara vermiştim.
Teninden alınan esans, küçük bir kavanoza hapsedilmiş, ardından evin duvarlarına dökülmüştü sanki.
Günahkârın teninden soluduğum ahşap, sıcak yuva kokusu gerçekti. İçeride rüzgâr olmamasına karşın,
yine bana doğru esiyordu tüm gerçekliğiyle. Aldığım derin nefeslere ara verdim. Ellerimi nereye
koyacağımı bilemiyor, bakışlarımın değdiği her yerde, arkamda duran varlığıyla yüzleşerek irkiliyordum.
Buradaydım. Onun evinde. Onunla. Yasaktı bu. Doğru olan, tutulur tek bir yanı yoktu.

Geniş salonun sol kısmında gri renginde rahat bir kanepe vardı. Kanepenin üzerinde birkaç yastık, kol
kısımlarına katlanıp konulmuş birkaç battaniye. Hemen karşısında, bu zamana dek yalnızca şehir
evlerinde gördüğüm büyük bir şömine duruyordu. Sönmüştü. Belki de günlerdir yakılmıyordu. Oda
sıcaklığına bakacak olursak çok da mantıksız bir yorumlama değildi. Burnumun ucu yavaş yavaş üşümeye
başlamıştı.

Şöminenin hemen yanında, kapısı kapalı başka bir oda duruyordu. Işığı yanmıyordu. Merak ediyordum,
nerede uyuyordu? Bir yatağı var mıydı? Önüme döndüm. Küçük, iş görür mutfağı, salonun hemen
karşısına konumlanmıştı. Tezgâhı, tezgâhın üzerindeki kirli tabakları görebiliyordum. Burada, tek kişilik
bir hayat kurmuştu kendisine. Kasaba halkının artık gözden çıkardığını biliyor olmalıydı, fırsata çevirmişti.
Kimsenin uğramaya cesaret dâhi edemeyeceği yeri, kendisine yuva yapmıştı. Babasıyla bu durumu nasıl
idare edebilmişti, ona takılmıştı aklım bir süre. Ardından, günahkârın sesi kulaklarımı doldurdu. Kendi
düşüncelerime yer veremeyecek bir konumda olduğumu hatırlattı bana. Temize çıkardığım zihnim,
tekrar bulanmaya başladığında ona döndüm.

"Bir şeyden mi kaçıyordun?" Yüzü ifadesizdi. Ben kendi ayaklarımla koştuğum, bitirdiğim yola,
dokunuşundan ürktüğüm adamın yanında oluşuma ne kadar inanamıyorsam, o da buna o kadar anlam
veremiyordu. Öyle ki, korkup kaçacağım bir şey olsa dâhi, böyle bir durumda soluğu onun yanında
alacağım, saklanmak ve güvende hissetmek için onun evine sığınacağım ihtimaline inanabilmiş, bunu
aklından geçirebilmişti.

"Belki," Cevaplarım üzerinde durmuyordum. Tartamadım. Hayır diyebileceğim hâlde, topuklarım


ağrıyana dek tepindiğim yolların her köşesinde, kaçtığım birisi olduğunu hatırladım. Kendim. Benliğim.
Jeongguk. Ondan kaçıyordum.

Bakışlarını derin bir nefes alıyorken yere eğdi. Gözleri bir yerde durmuyor, evinin zemininde bir oraya bir
buraya kaçışıyordu. Üst dudağını yine ağzının içine çekmiş, dişleriyle ezmeye başlamıştı. Kısa bir süre
sonra, tekrar bana baktı. Tuhaf bir histi verdiği; iki üç saniye içerisinde, tek ses etmeden konuşmuştu.
Adımı söylemişti, sorular sormuştu. Duyamadım, kısılan gözlerini bir kez daha benden çektiğinde,
şömineye doğru yürüdü.

"Yakayım bunu, ev soğuk." Kenarda duran, gri bir bezden yapılma çuvalın ağzını araladı. İçerisinden ince
ince budanmış, kuru meşe odunlarını alıp, sol kolu ve bedeni arasında sıkıştırdı. Şömine önüne, ayakları
üzerinde çömelmeden önce, son kez bana baktı. Baştan aşağı bedenimi süzdü, bir şey söylemedi.
Geriliyordum. Dudaklarına baktığımda bile görebileceğim boyuttaydı bu, ağzında birikmiş onlarca cümle,
soru... Hiçbirisini dile getirmiyordu. Kalabalıktı. Buna rağmen susuyordu, ama hissini biliyordum.
Şimdilikti. Ürkek bir kuş gibi karşısında duran, küçüldükçe küçülen bedenimin, ev içerisinde kendi hâlini,
rahatlığını bulmasını bekliyordu. Ardından tutmayacaktı içinde. Dökecekti ne varsa.

Odunları soluna bırakıp, içerideki külleri iyice temizledikten sonra yakma aşamasına geçmişti. Ateşin
çıkardığı her çıt sesi, günahkârın henüz bugün söylediği cümlelerin içimde yankı yapmasına sebep
oluyordu. Yanıyorsun, değil mi? Küçük bir odun parçası. Benim elimde. İşittiğim ses, tenime tekrar tekrar
vuran sıcak nefesleri bir anlığına vücudumu titretti. Birkaç adım geriye gitmiş, iki elimle örtmüştüm
yüzümü. Parmak uçlarımın soğukluğu, sıcak alnıma temas ettiğinde, içinde bulunduğum ikilemi bir defa
daha hatırlamıştım. Bu öyle bir şeydi ki, insanı aklından, mantığından, inandığından ediyordu. Daha çok
kendin olacakmışsın, yanlıştan döndükçe daha fazla büyüyecekmişsin gibi hissettirse de, hayır. Doğrusu
bu değildi. Tadı güzel gelen her yanlış, kısa bir süre içerisinde zaafı oluyordu insanın ve Tanrı'nın ışığı
gözlerine yansımış bir ben bile her defasında karşı karşıya kaldığım bu ikilik içerisinde, ilk ve tek zaafıma
yenik düşüyordum. Dokunuşa yeniliyordum.

Parmaklarım alnıma daha da sert baskı yapmaya başladığında, başımı, zihnimin içinde dönüp duranları
ezmek ister gibi iki elim arasına almıştım. Ellerim, yavaşça yerlerinden kayıp saçlarımın arasından
enseme gitti. O esnada, bir süreliğine tıkamış olduğum kulaklarıma, alevlerin haz alır gibi büyüyen
çığlıkları ilişti. Bakışlarımı kaldırdım. Günahkâr, ayağa kalkmış, toz çamur olmuş ellerini bedeninden uzak
tutar hâlde, öylece beni izliyordu. Dik duran başını hafifçe sağına eğdi, aramızdaki mesafeden
görebiliyordum gözlerinin hangi hatlarımda gezindiğini. Yüzümü detaylarıyla taradı, her bir uzvumda ince
ince içti beni. Yolunu kaybetmiş gibi, bir ara boynuma indi bakışları, yakamı tamamen kapatan manastır
giysisi önünü kestiğinde, tekrar gözlerime yükseldi.

"Aç mısın?" Dağılmış saçlarımı hızlı hızlı düzelttim, utanıyordum. Karşısında durabiliyor olmak dâhi, asıl
gücüme, şu tükenişime bakılacak olursa fazlaydı benim için.

"Hayır, değilim." Kirli ellerini birbirine sürttü, parmaklarını inceliyorken, eğdiği başıyla salınan saçları
alnına döküldü. Elinin tersiyle geriye çektiği tutamlar tenini aralamıştı.

"Oruç tuttuğunu söyledin," Düz bakışlarla gözlerine bakmayı sürdürdüm. Cevap vermeyeceğimi
anladığında devam etti. "Gitmedin değil mi? Kiliseden ayrıldın. Ezberlediğin yolu tutturdun. Aynı
öğretilmiş olanı, başka insanların fikirlerini benimseyen zihnin gibi. Yapman gerekeni yapacaktın, ama bu
sefer olmadı. Manastıra gidemedin. Bana geldin,"

Eğer biraz da olsa sahip olduğumu sandığım irademi kullanabilseydim, şimdi, gözlerinden anında
çektiğim gözlerim gibi, beni her defasında içsel yolculuğuna katan bu adama bir defa daha bakmadan
döner arkamı giderdim. Kendi aklımın karmaşıklığı, dürtmeleri, soruları ve cezalandırması yetmezmiş gibi,
bir de onun bakışları, hissettirdikleri, reddettiğim ne varsa gün yüzüne çıkaran kelimeleri boğuyordu beni.
Evet, boğuluyordum. Derin bir suyun içerisine atılmış; öldürmeyen, bundan daha beterini yapıp, aynı
acıyı defalarca yaşamam için nefesimi bir kesip, bir geri veren koca bir okyanusun ortasında çırpınıp
duruyordum.

"Gözlerime bak," Şimdi sesi daha kısık, daha hükmediciydi. Karşı koyamamış, anında bakışlarına karşılık
vermiştim. Bir yanıt arıyordu, ufak adımlarla yakınıma geldi. Ürkütmekten çekinir gibiydi her hareketi. İki
gözüm arasında mekik dokuyan günahkâr, bir süre sonra durdu. Bu sefer içimi göremesin diye,
bakışlarımı kaçırmamak adına kendimi yormuş, kasmıştım. Aramızda bıraktığı bir mesafe vardı, önceki
zamanların aksine, bedenimizin hiçbir kısmı temasta değildi.

"Madem buradasın, buraya gelme cesaretini gösterebildin; kaçırma bakışlarını," Meydan okuyordu. Bu
zamana dek somut olarak karşı karşıya kalmadığım asıl tutkusu, şimdi gözlerinden bir beden hâlinde
ellerini uzatmış, parmaklarıyla boynuma sarılmıştı. Anlamlandıramıyordum, tarifini kendi içimde yapacak
olsam, kendime düşman kesiliyordum. Her defasında, yüzüne verilmiş, günahlarına rağmen sahip olduğu
bu güzelliği konuşacak olsam, Tanrı'm diyor, kesiliyordum. Öyle bir zamanın içerisindeydik şimdi,
günahkâr, karşımda gözünü kırpmadan bana bakıyor, ben içimden tek bir kelimeyi tekrar edip
duruyordum. Tanrı'm, Tanrı'm...

"Şöminenin önüne geç, ısınırsın." Hızlı hızlı başımı salladım. O sırada arkada duran geniş bir minderi alıp,
oturmamı istediği yere koydu. Hareketlerini izliyor, isteğini gerçekleştiremiyordum. Bakamıyordum
yüzüne. Deviriyordu insanı; onca kez susturmak istediğim kendi zihnim, onun karşısında diz çöküyor,
kesiyordu sesini. Tek yankılanan ses günahkârın kelimeleri oluyor, beynimin duvarlarına yansıyan tek
görüntü, karşımda durup beni seyreden bu adamın çehresi oluyordu. Öyleydi ya, onun dokunuşlarına
karşı koyamayışımın sebebi de buydu. Bildiğim doğru ve yanlış ayrımını söküp alıyordu aklımdan,
hissettirdiği ne varsa, yegâne gerçek olarak kalıyordu elimde.

Turuncu alevler yükselip alçalıyordu. Ellerim ve ayaklarım ısındıkça, bedenim de gevşemişti. Günahkâr bir
süre kapısı kapalı olan odaya girmiş, ardından mutfağa gitmiş, sonrasında da arkamdaki kanepeye
kurulmuştu. Olan biten ne varsa, hâlâ gerçekliğini kavrayamıyordum. Ses etmiyorduk, ikimiz de
susuyorduk. Ateş konuşuyordu, ateş yakıyordu. Isınıyorduk. Isındıkça, bir kalıba soktuğumuz,
soğuttuğumuz ne kadar his varsa eriyip tenimize akıyordu. Bunu sonrasında fark etmiştim. Artık gece
kasabaya tam olarak çöktüğü vakitler, evin ışığı yavaş yavaş sönüyorken, günahkârın kokusu usul usul
süzülüyorken burnumdan... Ciğerlerime doluyorken. Gece tehlikeli, gece davetkârdı. Bizim bu yerini
koruduğumuz suskunluğu, keskin bölecekti.

Şömineyi sağıma almıştım. Dizlerimi kırmış, hafifçe öne uzattığım ayaklarımı birbirine yapıştırmıştım.
Başım eğikti, bacaklarıma sardığım ellerimi seyrediyordum. Gecenin böyle ilerleyecek olması bir sorun
teşkil etmiyor da olsa, bu yaşıma dek bir kez olsun tatmadığım şehvetin, yanan alevlerin yanında
bedenimi bir buz topuna dönüştürmesiyle fark etmiştim ne için burada olduğumu. Bilincime ağır bir
darbe yemiş, üzerini eze eze yürüdüğüm o gerçeğin ağırlığıyla olduğum yerde irkilmiştim ve saniyeler
sonra, hemen yanı başımda beliren gölge, hissetmediğim rüzgârı da yedirmişti tenime.

Oynattığım parmaklarım duraksamış, hafifçe sallanan bedenim hareketi kesmişti. Önce direnmek istedim,
beni seyrediyor oluşunu, karşılık bekliyor oluşunu yok saymak istedim. Ancak öyle olmadı, bir anlık
gafletle başımı kaldırıp, koyu gözleriyle çarpıştığımda, parçalara ayrılmış, saçılmıştım etrafa. Bacaklarıma
sıkı sıkı sardığım ellerim çözülüp iki yanıma düştüğünde, günahkâr üstten üstten bakmayı kesti; birkaç
adımla karşıma geçti, ardından dizleri üzerine oturdu.

Ayaklarımı toplayıp, onu taklit ederek dizlerimin üzerine oturdum. Öylece karşı karşıya durmuş,
birbirimizin gözlerine bakarak zamanı öldürüyorduk. Gece durumdan tatmindi; pencerenin ardından
uğuldamaya başlayan yel, ağaç dallarının kesintisiz hışırtısı, ardından bir anda bastıran yağmur. Arkamı
dönüp buğulu camlara baktım, ıslaklık nokta nokta değildi; birleşip büyük su damlaları oluşturuyorlardı.
Sertti; hava sertti. Gökten düşen bu çığlığın, Tanrı'nın irislerime bir hediye mahiyetinde verdiği ışığı söküp
alacağını düşünüyorken bile, önümü döndüğümde karşılaştığım adamın bakışlarından sıyrılamadım.
Alevlerin hışırtısı kulaklarıma dokundukça, içimde baş gösteren bu şeytani şehvet, dört kolla sarıp
sarmalamak istediğim koca bir duygu topu hâline gelmişti.

Taehyung'un gözleri yavaşça dudaklarıma indiğinde, olduğum yerde yükselip, ona temas edene dek
yakınına gittim. Dizlerimiz çarpıştığı anda ıslak dudaklarını araladı. Göğsü aldığı derin bir nefesle
yükselmiş; bakışları, tıpkı bulutların gölgelemesiyle, aydınlattığı bir evden geri çekilen Güneş gibi
kararmıştı. Kucağımda duran ellerim titriyor, göğsümün solunda yer edinmiş kalbim, etimi kemiğimi
tokatlayarak atıyordu yerinde.

Göz gözeydik. Dakikalarca, zamanın artık ölçülemeyecek kadar sert vuruşlarla geçip gittiği bu evde göz
gözeydik. Parmak uçlarım uyuşuyor, kanım kaynıyordu. Ellerini kıpırdattı, gördüğüm hareketlenmeyle
bakışlarım kucağına kaydığında, bana dokunacağını sanıyorken hiçbir şey yapmamasıyla tekrar yüzüne
baktım. Bakışlarında karşılaştığım endişe, içimi kendi kuruntularımdan temizlemem için yeterli derecede
diriydi. Düşünmedim bir kez daha, dizlerimi hafifçe hareket ettirdiğimde, sürtünen bacaklarımızın
ardından hafifçe ona uzandım. Gözlerini benden ayırıp, havada duran, yüzüne koymaya çekindiğim titrek
ellerime odakladı. Aralık dudaklarımdan dökülen her nefesi işitiyordu, acele etmedi. Ettirmedi de. Öylece
bekledi, bekledi, bekledi... Ta ki soğuk parmak uçlarım, yanağına değene dek.

Dokunmamla eş zamanda gözlerini yumdu. İç geçirmişti. Sertçe yutkunduğunda, bana bakmıyor


oluşundan kuvvet alarak parmaklarımı pürüzsüz tenine sürttüm. Yanağında boylu boyunca gezindim,
ardından irislerini örtmüş göz kapaklarının üzerinden geçtim, kaşlarını okşadım baştan sona dek, alnına
dökülmüş olan saçlarını itekledim. Burun kemeri üzerine koyduğum işaret parmağım, usul usul aşağı akıp,
dudaklarının üzerindeki o çizgilerde duraksadığında, gözlerini araladı. Verdiği her nefes parmaklarıma
çarpıyor, tenimden içeri süzülüp kanıma karışıyordu. Başını yavaşça yukarı kaldırdığında, parmağım biraz
daha aşağı indi ve istediği gibi, istediğim gibi dudakları üzerinde duraksadı. Gözlerini gözlerimden
çekmeden, yavaşça parmağımın ucunu öptüğünde, sabit tutamadığım bakışlarım dengesini kaybetmiş,
görüş alanımı bulanıklaştırmıştı. Islaklığını tenimde hissetmiştim; bu öyle fazlaydı ki, şimdiden alaşağı
etmişti beni. Tüm vücudumda ayak seslerini duyuyordum tutkunun, bana bulaştırdığı bu yanlış, ruhumun
içine içine çekildiği bir bataklık hâlini almıştı.

Net bir ifadeyle beni seyreden gözleriyle tekrar buluştuğumda, elimi yüzünden çekmiş, geri kucağıma
koymuştum. Taehyung bir süre bekledi, sanki bir şeyleri sindirmeye, kendisini iknâ etmeye çalışır gibiydi.
Sonrasında aniden, dizlerini iki yana doğru ayırdı. Bacaklarının arasında oluşan o boşluğa baktığımda, ne
istediğini anlamama fırsat vermeden elimi tutmuş, beni kendine doğru çekmişti. Usul usul yerleştim
oraya, bacaklarının iç kısmıyla sıkıca sarmıştı beni. Yüzlerimiz artık yakındı; aynı seviyedeydik. Öylesine
baş döndürücüydü ki, yalnızca bana bakışı bile göz kapaklarıma ağırlık oluyordu.

Yaşamım boyunca lâyık olmak istediğim babamın yüzünü hayal edemiyordum, görsem belki durduracaktı
beni. Aşağılık hissedecek, kalkıp gidecektim. Olmadı. Büyülenmiştim, beni mahvetsin istiyordum. Aklım,
vicdanım, mantığım... Hepsi birer birer geri çekildi ve arzumla baş başa kaldım. Şimdiye dek gücünü
bilmediğim bu his, günahkârın karşısındayken yalnızca bir duygu olmaktan çıkıyor, bütünüyle bir ben
oluveriyordu. Ben buydum; Taehyung'un dokunuşları altındayken, bir duygunun bedenine
bürünmüştüm.

Ellerini, yavaşça dizlerim üzerinde duran ellerimin üzerine yerleştirdi. Yeni doğmuş bir bebeğe dokunur
gibiydi; parmaklarıyla tenimin üzerini seviyor, eklemlerimi okşuyordu. Damarlarımın üzerinde kayıp
giden dokunuşları, bir süre sonra yükselip çeneme tutundu. İşaret parmağıyla hafifçe başımı kaldırmam
için geri itekledi, ardından boylu boyunca gerilmiş boynuma değen parmakları, gırtlağımın tüm
boğumlarını hissede hissede aşağı süzüldü. Üzerimdeki manastır kıyafeti, yakamdan aşağısına
dokunmasına engel oluşturduğunda, gözlerime baktı. Bakışlarımla karşılaştığı anda, teslimiyetimi somut
bir hâlde karşısında görmüş olmalıydı ki, kıyafetimin düğmesine giden parmakları, birkaç saniye
içerisinde istediğini almış, dokunabileceği alanı açmıştı ona. Beklemedi, parmakları kıyafetimin
içerisinden süzüldüğünde, elinin altında hissettiği titreyişle daha bir şevke gelmiş, tekrar sertçe soluyarak
kemiklerimin üzerine doğru baskı uygulamıştı. Elini biraz daha hareket ettirdi. Uzun parmakları sol
omzumu kavradığında, dokunuşları altında hızla yükselip alçalan göğsüm, aynı bana yaptığı gibi onun da
şehvetini tetiklemişti.

Aniden, elini kıyafetimin içerisinden çekti ve diğer elini de işe katıp, yüzümü avuçları arasına aldı. Soluk
soluğaydı, bu zamana dek uyanık tuttuğu iradesi kırılmıştı. Alnını alnıma yaslamış, hafifçe yukarı aşağı
hareket ederek saçlarımızı birbirine sürtmüştü.

"Neden geldin bana?" Fısıltılı sesi öyle derininden yükseliyordu ki, gücü benim sesimi kısmıştı sanki.
Dudaklarımı araladım. Ona cevap vereceğimden değildi bu, nefesini hissetmek istediğimdendi. Hiçbiri
ziyan olmasın, hepsi bana hapsolsun istediğimdendi. Aynı anda yükseliyor, aynı anda alçalıyorduk ve
sıcaklığımız birbirine geçiyordu. Dakikalar öncesinde tüm varlığımı esir alan soğuk, şimdi kırılmış,
şöminenin alevini yok sayacağım bir ateşle yığılmıştı üzerimize. Tenlerimiz kavruluyordu, tutuşuyorduk.
Tutuşuyordum. Yabancısı olduğum bu his, beni artık korkutmuyor, kapısını açık tuttuğu bir zindanın
içerisine girmemi bekliyordu. Tamamen, tüm varlığımla teslim oluşum için hazır oldaydı.

"Cevap dâhi veremiyorsun, değil mi?" Baş parmakları yanaklarımı okşuyor, her konuştuğunda
dudaklarından dökülen kelimeler, birer kadeh şarap hâlini alıp, benim dudaklarımdan içeri süzülüyordu.
"Jeongguk... Sana bugün söyledim. Duymadın mı beni?"

"Duydum, sizi duydum. İşittim her söylediğinizi," Güçsüz sesim kulaklarına ulaştığında, memnun olmuş
gibi hafifçe geri çekildi. Tek bir saniye içerisinde ıslattığı dudaklarını tenime sürttüğünde, ellerim hızla
kollarına tutundu. Sıçramıştım; onu böylesine gerçek, böylesine yoğun hissediyor olmak elimi ayağımı
bağlıyordu. Her dokunuşu farklı bir cehennemin kapısını aralıyor, ruhumu darlayan bu korkuya rağmen,
adımlarım hızını kesmiyordu. Yürüyordum, hangi yol önüme açılırsa açılsın, geri duramıyordum.

Dudakları usul usul yanağıma sürtüyor, solumda duran eli ensemdeki kısa saç tutamlarını okşuyordu.
Parmakları, daha fazlasını isteyen bedenini frenlemek istercesine sert bir şekilde tenime tutunduğunda,
bacakları arasında hareketlenmiş, kendimi istemsizce ona itmiştim. Bununla beraber, yanağımda hareket
eden dudakları aniden çeneme indi, kulağımın başlangıcına dek, uzun bir nefesi içine çeke çeke sürükledi
kendisini.
"Kokun... İnsanı sürgüne iknâ eder," Söylediği cümleyle kapalı göz kapaklarım aralanmış, kolundaki
tutuşum gevşemişti. Bunun ne demek olduğunu biliyordum, kasaba içerisinde huzursuzluk yaratacak
herhangi birinin, neler yaşayabileceğinden ikimiz de haberdârdık. Bana, günahını da, yanlışını da sırtlanır;
senin için evimden vazgeçebilirim diyordu. Bana, kokunu duyularımda daim kıl, bunu soluyabilmek için
verilebilecek en ağır cezaya dâhi kabûlüm diyordu. Bana, seni tek bir cümlemle, günahkâr diye
seslendiğin bu adama hapsedebilirim diyordu.

"Böyle söylemeyin," Boynuma sürtünen burnunu hafifçe geri çekti, sonrasında yerini dudakları aldığında,
aniden gerilen vücudum, içimden yükselen bir tepkiyi davet etti dudaklarıma. Kendimi sıkı sıkı tuttum,
oturduğum yerde kıvrandırıyordu beni, böylesi nasıl yürütülür, nasıl hareket edilir bilmiyordum. Buna
rağmen, tek bir saniye içerisinde sağ elimle ensesine tutunmuş, bununla da kalmayıp yavaşça onu
kendime bastırmıştım. Parmaklarımı saçları arasında hissettiği gibi, araladığı dudaklarının arasına çekti
kavradığı etimi. Nereye değdiğini biliyordum, tenimin üzerine konumlanmış küçük, kahverengi benime
bırakmıştı izini. Dudakları geri çekildiğinde, boşluktan yayılan soğuk havayla ıslattığı yer üşümüştü. Isıtsın
istedim, bir kez daha... Bir kez daha çeksin beni içine.

"Küçük bir oğlan çocuğusun," Tam karşımda duruyordu şimdi yüzü, dudaklarımız arasında ufacık bir
mesafe vardı. Bakışları gözlerimde değildi, orada duruyordu. Benime bakıyordu.

"Bana yenildin." Gözleri, birkaç saniyelik gözlerime değmiş, ardından tekrar eski yerine geri dönmüştü.
"Tanrı'nın gazabını hak eden dört günahı bilir misin?"

Sorduğu soruyla elimi aniden dudakları üzerine koymuş, dikkatini dağıtmıştım. Tenim onu sarhoş
ediyordu sanki; bakışları gevşedi, hafifledi, dudağına değen parmaklarıma sürttü kendisini.

"Susun, lütfen susun. Lütfen..." Beni duymuyordu. Odağı tenimdi, dudaklarını parmaklarıma boylu
boyunca sürtmeye devam etti. Katlanan alt dudağından tenime bulaşan ıslaklık başımı döndürüyordu.
Dokunduğu ufacık yerden, hızını kesmeden büyüyen bir deprem yaratıyordu bedenimde.

"Nasıl hissettiğini söyle bana," Sesi öyle kısıktı ki, kelimelerini zar zor seçebilmiştim. Dudakları
parmaklarımı es geçip, avucumu bulduğunda, uzun bir öpücük bıraktı kokumu içine çekiyorken. Onu
karşımda böyle seyretmek, benimle temas hâlindeyken, şehvet içerisinde kaybolduğunu görmek... Nasıl
olurdu da günahından zevk alırdım? Cevaplayamadım. İstediğini vermemi bekleyen adama odakladım
gözlerimi.

"Kimse bana böyle dokunmadı," Avuçlarımda gezinen dudakları yetmemişti. Bir eliyle bileğimi kavradı,
beyaz tenimin iç kısmına değen dudaklarıyla dayanamaz gibi sesli bir nefes vermiştim. "Işık hüzmelerini
bilirsiniz, değil mi? Bazısı öyle yoğundur ki, varlığından şüphe duymazsınız; oradadır ama buna rağmen
arkasında sakladığı manzaradan haberiniz olmaz. O yoğun aydınlığa bakamazsınız, fakat etkisi oradadır.
Güçlüdür, gözünüzü alır." Kolumu bırakmıştı, gözleri gözlerime değdiği anda, kuracağım tüm cümlelerin
önünü kesmişti. Dilim dolandı bir süre, devam edemeyecek gibi oldum. Ancak sonrasında, kollarımı
kavrayıp omuzları üzerine koymuş, ellerini belimin iki yanına sarmıştı sıkı sıkı.

"Devam et," Başını boyun girintime koydu, gözlerim tedirginlikle etrafta geziniyor, aralık dudaklarımdan
hızını alamayan keskin nefeslerim süzülüp gidiyordu.

"Hissettiğim şey, o ışık hüzmesinin ardında kalan manzara. Bu nedenle size gerçek bir tarif veremem.
Ama etkisinden haberdârım... Her dokunuşunuz, gözlerimi kamaştıran o ışık hüzmesi hâlini alıyor,"

Güler gibi bir ses çıkardığında, yanlış bir kelime kullanmış olma korkusuyla kaşlarımı çattım. Günahkâr,
yavaşça başını kaldırıp, dudaklarını aniden dudaklarımın dibine getirdiğinde, yerimden sıçrayacak olmuş,
son anda duraksamıştım.

"Öpmek istiyorum seni," Gözleri gözlerimdeydi, sağ eli yavaşça birbirine kuvvetlice bastırdığım
bacaklarımın arasına süzüldü, etimi sıkı sıkı kavrayıp, ardından yavaşça okşadığında, kasıldığımı belli
ederek titremiştim dokunuşları altında. Parmaklarının kasıklarıma olan yakınlığı beni ürkütmüştü. Bunun
farkına vardığında, elini biraz daha geriye çekip, başını yana eğerek nefesini dudaklarıma üfledi.

"Dudaklarıma dokunmayın..." Ellerimi yükseltmiş, yüzünü kavramıştım. "Ben zaten sesi kısık bir kulum.
Bahsettiğiniz dengeye oturursam, kelimelerimin kökü kesilir. Silinirim," Taehyung, bir süre uzunca
dudaklarımı seyretti. Kendisine meydan okuyor, arzusunu dizginleştirmeye çalışıyordu sanki. Baş parmağı
tereddütle oraya uzandı, benimi yavaş yavaş okşarken, hafifçe yerinde yükselip, dudaklarını saçlarımın
arasından alnıma bastırdı. Yüzünün iki yanından kayıp giden ellerim, bacakları üzerinde duraksamıştı.
Kendime engel olamamıştım; tecrübesiz parmaklarım, eşofmanı üzerinden tenini seviyor, okşuyordu.
Bakışları ellerime kaydığında, ben durana dek hareketlerimi seyretti.

"Birkaç saatim kaldı," Gözlerine baktım, anında yakaladı bakışlarımı. "Manastır kapıları açıldığı vakit
gizlice içeri girmem gerek. Yokluğumu fark etmemeliler," Başını sallayarak onayladı beni. Doyumsuzdu.
Elleri saçlarımı bulduğunda, tutamları ince ince kavramış, elleri arasında sevmişti. Hoyrat değildi, nazikti.
İçimde defalarca çamur fırlattığım, baştan aşağı kir pasa buladığım bu adamdan bana yansıyan
merhamet, beni mahcup ediyordu.

Başını eğdi, ellerini istemeyerek, zorla kendine çektiğinde yavaştan hareketlenmişti. Ayağa kalktığında,
birkaç adım attı bana doğru. Yavaşça üzerime eğilip, çenemi baş ve işaret parmağıyla kavradı.

"Uyumak ister misin?" Usul usul başımı salladım. Çenemden geri çekilip, elini tutmam için uzattı.
Tereddüt etmeden avucuna bıraktığım parmaklarımı sıkı sıkıya kavradı ve kalkmam için bana destek
verdi. Ayaklarımız üzerinde, karşı karşıya bakıyorken, aniden az önce yaşanan her bir anın utancı toplandı
vücudumda. Bakışları gözlerimde eriyip giden günahkâr, ondan kaçacağım esnada bunu fark etmiş gibi,
"Hayır," diye fısıldamış, ona itaat etmem üzerine memnuniyet dolu bakışlarla yüzümü seyretmişti.

Parmaklarını, gözlerime baka baka parmaklarıma kenetlediğinde, henüz bugün tenime sürtünen elini
reddettiğim an aklıma doluştu. Defalarca kendime ters düşmüş, şimdiyse beni benden edecek o yanlış
yolun ortasında, dokunuşuna karşılık vermiştim. Yavaş adımlarla beni kapısı örtülü olan odaya sürükledi.
Kulpu indirdi, içeri geçmem için bedenini hafifçe geriye çekti. İkimiz de odaya girdiğimizde, kapının
kapanma sesini duymuş, Taehyung'un köşede duran ışık düğmesini kaldırmasıyla aydınlanan odada, bizi
bekleyen yatakla karşı karşıya gelmiştim.

İnsan zayıftı, henüz kendisine karşı koymayı bilmeyen aciz bir kul, şehveti tenine dizen bir başka
adamdan nasıl kaçabilirdi? Dizlerim üzerindeydim, gözlerim önünde belirip yok olan Mesih İsa, ensemde
hissettiğim sıcak nefesle terk etmişti zihnimi. Hiçbir şey söylemedim, bu gece, karanlığın içinde koşmaya
başladığım zamandı yenilgiyi kabullenişim. Şimdi, o yatağa doğru attığım hiçbir adım, kulaklarımın
dibinde bas bas bağıran birer bedene dönüşmüyordu. Kimsesizdim, ömrümde ilk defa, Jeon
Jeongguk'tan ibarettim.

O gece, aynı yatağın içerisine girmiştim bir adamla. Bir gün kiliseye gelen, kurtarıcısı olacağımı sandığım
günahkâr bir adamla, günahına bulanmıştım. Adımlarımı sessiz sessiz takip edişi dün gibi aklımdaydı.
Korkusuzca pişman olmayışını söyleyişi, dinimi, inancımı reddedişi... Olan biten her şey, hafızamdan kanlı
canlı geçip gitmiş, ardında onu bırakmıştı. Aslolanı. Birbirimize bir kez olsun dokunmadık, değmedik.
Aramızda ufacık bir mesafeyi koruyarak, uykuya sığınacağımızı sanıyorken, gözlerimize teslim olduk.
Saatim gelene dek, öylece beni seyretti. Onun bakışlarının uyuşturan etkisi, yorgun bedenimi diriltmiş,
konuştukça beni kazdığı mezara iten zihnimin kirli kelimelerini öldürmüştü. Gün yavaştan ağırana dek,
sıcaklığımı ona bıraktım. Çarşafına. Vücuduna sarmaladığı örtüsüne.

Öldürür sandığım bu günah, yıllardır Tanrı'm, babam, dinim için yok saydığım beni diriltmişti. Savaşın
içerisindeydim, bir savaşın içerisindeydim ve elleri kılıç tutmuş, vücutları kalkan kuşanmış tüm bu
insanlar arasında savunmasızdım.
7.bölüm
"Eğer ayağın günah işlemene neden olursa, onu kes. Tek ayakla yaşama kavuşman, iki ayakla cehenneme
atılmandan iyidir."

Markos 9; 45-46.

7.BÖLÜM

-SİNEMA-

Gece, yavaştan yerini gündüze teslim edecekti. Kapıdan çıktığım andan itibaren, çalılıkları eze eze
ilerlediğim her saniye, birkaç metre ötemde, ayak seslerimin yansıması olan günahkârın adımlarıyla
ürperiyordum. Yanlışın kollarından çıkmış, şimdi yanlışın önünde yürüyor; ruhumda şiddetli bir kasırga
geleceğini bas bas bağırıyorken, kendimi susturuyor, kulaklarımı tıkıyor, bu gerçek dışı hissettiren ve dur
durak bilmeden izlerini bir kez daha tenime bırakan yaşanmışlığı görmezden geliyordum.

Ormanlık alan bitene dek, günahkâr peşimi bırakmamıştı. Kasabanın aydınlık sokakları ufaktan
görünmeye başladığında, yol boyunca bir kez ardıma dönüp bakmamış oluşuma karşın, duraksadım. Ben
durduğumda o da durmuş, sessizce beklemişti. O an dâhi zamana ihtiyaç duydum; arkamda beni
bekleyen bir çift gözün varlığı, henüz bakışlarıma değmemişken karşıma geçmiş, gece boyunca
yüzleşmeyi reddettiğim ne varsa önüme sermişti. Yarım saat önceydi, yalnızca otuz dakika. Otuz dakika
önce yatağındaydım, karşısında duruyor, gözlerini kırpmadan çehremi adımlayan bu genç adamın
yüzünde, zamanı öldürüyordum. Geçmeyecek miydi bu? Her defasında daha da ağırlaşıyordu sanki. Artık
hoşluğunu, etrafında güzel kokulu ağaçların dizili olduğunu fark edecek kadar yürüdüğüm bir yolun keşfi
ve o keşfin heyecanı, tekrar ediyordu.

Yavaşça arkamı döndüm. Önce omuzlarında beklettiğim bakışlarım, saniyeler sonra günahkârın gözlerine
yükseldi. Koyu irislerinin ardından bana ulaşan, bana değdiği anda da görüş alanıma giren ne varsa, bu
koyu karanlığa düşman kesilip aydınlatan ışık, tek bir saniye içerisinde alt etmişti beni. Gözlerime
Tanrı'dan bulaştığını söyledikleri o parlaklık, en alçak sayılabilecek günahlardan birisiyle yargılanan bu
adama nereden gelmişti? Yalnızca ben mi şahit oluyordum yoksa buna? Sessizce yutkundum. Kolları
öylece yanında duruyor, saatlerce bakmasına karşın doyamamış gibi hâlâ yüzümü seyrediyordu.

Hiçbir şey söylemedim. İhtiyaç da duymadım. Birkaç dakika kadar birbirimize baktık, bu suskunluğu onun
da kesmeyeceğini sandığım sıralar, usulca kıpırdadı dudakları.

"Dikkatli ol," Saatlerdir işitmediğim sesi, bu çıt çıkmayan tenhalıkta kulaklarıma değil de, kanıma,
damarlarıma ulaşıyordu sanki. Duyularıma değildi dokunuşları, bütünüyle varlığımaydı. Aralık dudakları
kapanmaya karşı çıktı önce, bir şey daha söyleyecek gibi oldu. Ancak devam etmedi. Derin, uzun bir
nefes çekti ciğerlerine. Ardından arkasını dönüp, beraber yürüdüğümüz o yolda gözden kayboldu.

Gün henüz ağarmaya başladığı vakit, manastıra giden tepeliği aşmış, öfkeli ve kararmış bulutların
esintisini saçlarımda hissede hissede manastıra ulaşmıştım. Henüz yirmili yaşlarının ortasında olan Rahip,
araladığı iki kapının ardından, ellerini önünde bağlayıp arka bahçeye doğru yönelmişti. Fırsattan istifade,
aceleci adımlarla içeriye girdim. Buradan sonrası için tereddüt etmek istemesem de, geceleyin
yokluğumun farkına varıldıysa eğer, bunu telafi edebilecek tek şey yoktu elimde. Kilisede, babamla
olduğumu biliyor da olsalar, onlara evimde kaldığım yalanını söyleyemezdim. Haddini bilen, yasakları
çiğnemeyen, varı yoğu her şeyini Mesih'e adamış, Peder'in biricik oğluydum gözlerinde. Akıl
erdiremezlerdi bunu yapacak olmama.

Günahsız ve temiz kalabileceğime inanıyorken, şimdi büyük bir yanlışın eşiğindeydim ve bir diğerini de
ekleyecek olursam eğer, Tanrı'ya olan mahcubiyetimi, kendime olan düşmanlığımı, babamın şefkatli
bakışlarını kaldıramayacağımı düşünüyordum. Artık günden güne, her anımda daha da dibine girdiğim bu
bataklık, ağzımdan içeri dolmaya başlayacak, nefesimi kesecek, önünü alacaktı sesimin. İçimdeki hayvani
yönler, ağırlaştırılmış tutkular, tadını bilmediğim hazlar... Hepsi onu beklemişti sanki. Karşıma geçip beni
güçsüz düşürebilmek için, kaderimin 'zaman geldi' diyerek hükmü vermesini beklemişlerdi. Bu öyle
kuvvetliydi ki artık; başımı dinim karşısında eğdirecek, yürüdüğü yolu tek bir an şüpheye düşmeden
adımladığım babamın önünde boynumu bükecek kadar korkutucu ve boğucuyken, aniden kaçtığıma
yakalanmış olarak buluyordum kendimi. Nasılını düşünemiyordum, bir cevabı olsa dâhi, bunu verebilecek
kadar ezememiştim gururumu.

Ortalıkta ses yoktu. Rahipler uyanmış olsalar da, büyük ihtimal odalarında sabah dualarını yapıyor
olmalılardı. Merdiven basamaklarını parmak uçlarımda çıktım, kimseyle karşılaşmadan odamın önüne
dek gelebilmiştim. Şu andan sonrası, en azından şimdilik sıkıntı yaratmayacaktı. Kapı kulpunu usulca
büktüm, Namjoon'un uyuyor olma ihtimalini göz önüne alarak hassas davranmıştım. Ancak içeriye
girdiğimde, yatağında öylece oturan, önünde bağladığı ellerini seyreden arkadaşımla göz göze gelmiş,
kalakalmıştım.

Birkaç saniye göz göze kaldık, ardından yavaşça kapıyı kapatıp içeriye girdim. Tedirgindim. Her duyguyu
olduğu saflığıyla yüzüne yansıtan birisi için, bu yaşadığım an tedirginliğin de üzerine çıkıyordu.
Bakışlarından kaçtım, bir şey söylemeden yatağıma doğru adımlıyordum ki, Namjoon'un pürüzlü sesiyle
ona çevirdim başımı.

"Neredeydin?" Yorgun bakıyordu. Bir sorgudan ziyâde merak vardı gözlerinde. Endişe vardı. Tam
karşısına oturduğumda, önünde bağladığı ellerini çözüp dizlerine yerleştirdi.

"Uyku tutmadı yine, bahçede sabah olmasını bekledim," Sesim beklediğimin aksine kırılmadı, netti. Bana
güven verecek kadar yeterli bir tonu olsa da, Namjoon'da yarattığı etkiyi seçemiyordum.

"Kiliseye gittiğinden beri, ilk kez şimdi görüyorum seni. Gece geç girdim odaya, buraya hiç uğramadın mı?
Hava da soğuktu," Hareket etme ihtiyacı hissediyordum. Yatağımın üzerindeki battaniyeyi kaldırıp içine
girdim. Çıkan hışırtı seslerinin, içimde galeyana gelmiş her bağırış arasına sakinleştirici olarak
süzüldüğünü hissediyordum. Sessizlik beni ürkütüyordu.

"Manastıra geldiğimde gece yarısı olmak üzereydi. Oruçluydum, bir şeyler yedikten sonra..." Yalan
söylediğimin bilincindeydi. Cümlemin devamını, gözlerine baktığım anda getiremeyecek gibi oldum. Buna
rağmen, susmanın daha büyük bir sarsıntı yaratacağını düşünmüş, yalanımı sürdürmüştüm.

"İbadet için odalardan birisine kapattım kendimi," Yastığımı yatak başlığına dayamış, sırtımı oraya
yaslamıştım. Dümdüz ileriye bakıyor, kucağımda duran parmaklarımı birbirine sıkı sıkı kenetleyip
gevşetiyordum.

"Tüm kardeşlerin ortak alan olarak kullandığı ibadet odasında değildin. Öyleyse bireysel kullanılan, özel
olanlara girdin. Anahtarları nasıl buldun peki?" Öfkelenmiştim. Hızla başımı ona çevirdiğimde, çatık
kaşlarımı görmesiyle olduğu yerde doğruldu.

"Neden sorguluyorsun? Güvenmiyor musun yoksa bana?" İki yabancı, odaları ortak kullanma
zorunluluğu olduğundan birbiriyle konuşan iki insan değildik. Manastıra benden aylar sonra gelmişti
Namjoon. O sıralar öyle yabancı, öyle sessiz ve içine kapanıktı ki; kimsenin ona ulaşmasına izin vermiyor,
yalnızca ibadet ederken aralayabiliyordu dudaklarını. Rahipler öyle söylerdi onun için, "Onun dili insana
küskün, Tanrı'ya adalı," Üzerine gitmez, sohbetlerimize dahil olsun diye zorlamazdık. Zaman geçtikçe ve
aynı oda içerisinde konuşmak durumunda kaldıkça, bana açıldı. Suskunluğunun, çekingenliğinin
sebeplerini hiçbir zaman öğrenememiş de olsam, bir yük altında ezildiğini, bu yükten sıyrılabilmek için de
kendisini dine hapsettiğini biliyordum. Önemli olan rahatlamasıydı, ruhunun temize çekildiğine olan
inancı güçlendikçe, zehir saçtığını düşündüğü dili, küskünlüğünü bir kenara atıp bize ulaşabilmişti.

Ayağa kalkıp, yatağını düzeltmeye başladı. Soruma cevap vermemesi daha da işkillendirmişti beni.
Omuzlarım düştü, dizlerimi kendime doğru çekip, başımı oraya yasladım. Kendimle baş başa
kalamayacaktım artık. Çünkü gözlerim ne zaman kapansa, tüm renklerin sonunu getiren bu karanlık, beni
günahıma davet ediyordu. Seyret kendini, bir kez daha. Hisset. Bir erkeğin şehvetini, teninde hisset.

"Kasabaya yarın akşam film geliyormuş. Aylar önce şehirde vizyona girmiş. Çok seveni, izleyeni olmuş
diye duydum," Aniden konuyu değiştirmesiyle başımı kaldırdım, hâlâ yatağıyla ilgileniyor, bir yandan da
konuşmaya devam ediyordu.

"Sinemanın tadını merak ediyordun hep, fırsat senin için. Belki bir kaçamak yapmak istersin. Yarın çıkış
günün. Bize şans yok, ama sen değerlendir." Nihayet işini bitirdiğinde, sıkıntılı bir yüz ifadesiyle bana
döndü. Yüzündeki bulutlu hava yavaştan dağılmaya başladığında tebessüm etti.

"Nasıl yapacağım, babam duyarsa ne der? Hem, tek başıma keyif alamam ki," Tavrıları daha da
rahatlamıştı. Ellerini koyu kahve saçlarına atıp, tutamlarını ince ince düzeltiyorken yatağına oturdu.

"Kötü içeriği olan bir film değil. Dert olmasın içine, git. Sevmezsen çıkarsın. Hevesliydin çok, kasabaya
yılda bir ancak geliyor böylesi," Aklımı çelmişti. Dudaklarımı ufak ufak dişliyorken, bu tatmak istediğim
zararsız hevese kavuşabilme ihtimalimle heyecanlanmıştım. Çok durmaz, sonunu da beklemezdim.
Tadını alınca çıkardım içeriden, evime dönerdim. Birkaç dakika bile olsa yeterdi.

"Teşekkür ederim, bir yarın olsun da. Belki giderim," Başıyla onayladı beni. Yüzüne yerleşmiş ifadesinde,
kısa bir süreliğine karşılaştığım merhamet öyle düşmanca geldi ki, başımı eğdim ve odadan çıkana dek
dönmedim yüzümü ona. Şimdiye dek kimde tanık olursam olayım kucakladığım bu duygu; ömrümde ilk
kez böylesine yabancı, böylesine kin dolu bakmıştı bana. Hak etmediğimi bağırıyordu sanki, bir
arkadaşımdan ulaşıyorken bana, bu kadar utanca boğuyorsa eğer, nasıl olacaktı da babamın gözlerine
bakabilecektim, merak ediyordum.

Gün, başladığından itibaren ilk kez bir eziyet gibiydi. Ruhsal çektiğim ızdırap, mevkisi yüksek, Tanrı
katında değer gören bu kulları arasında dolandığım her vakit katlanarak büyüyordu. Tüm bu çektiğim
eziyet bana öyle ağır gelmişti ki; sürekli kontrol ettiğim zaman yükümü almış, taşıdığı bu günah onun da
hareketlerini kısıtlamış, yavaşlatmıştı. Geçmek gitmek bilmedi, kimin tarafında olduğumdan bihaberdim.
Bir taraf var mıydı, seçmem ve arkasında durmam gereken bir fikir var mıydı, artık onu dâhi bilmiyordum.
Elim göğsüme gidip de haç çıkardığı her an, bedenime değen parmaklarım ufak birer hançer oluyor,
derimden kemiğime geçiyordu acımasızca. Kan yoktu, ulaşılabilirlik yoktu, somut değildi. Buna rağmen,
kimselere yansıtmadan içime içime döktüğüm bu irinli su; ulaştığı yerde kontrolünü kaybediyor, öfkeyle
tırnaklarını geçiriyordu organlarıma. Kıvranıyordum. Kıvranıyor, kendime ulaşamıyordum.

Geceleyin yokluğumu tek fark eden belli ki oda arkadaşım olmuştu. Normal şartlarda her zaman toplanır,
sayım yapılırdı fakat kurallar manastırda son zamanlarda eski etkisini korumuyordu. Başrahibin hastalığı
sonrası, bazı şeyler aksamaya başlamış, eğitim alan öğrencilere duyulan güven arttıkça, bu kontroller
seyrekleşmişti. Peder'in oğlu olduğumdan bana verdikleri yetkiler hep üst düzeydeydi, diğerlerinden
eğitim alanında bir yüksekliğim olmasa dâhi, beni gözlerinde öyle özel bir yere koyuyorlardı ki; şu an
onlara ihanet eden kişinin ben olduğum gerçeğini silemiyordum zihnimden. Ağırdı, ağırlaşıyordu. Gün
bitene dek boğuşmuştum tüm bu gerçeklerle, zamanın yavaşlaması bir diğer yandan günahkârın
aklımdaki yerini genişletmişti. Doğruyu düşünüyorken, yanlışın altından sürüne sürüne çıkmaya
çalışıyorken dâhi oradaydı. Zihnimde oluşu bir işkenceye dönüşüyor, fakat yanında olduğum zamanlar
bildiğim tüm kötülükler aklımdan uçup gidiyordu. Bu ikilem arasında ben, üzerime üzerime gelen iki
duvar arasında öylece sıkışıyordum.

Ertesi gün olduğunda, öğleden sonra rahiplerle bizzat tek tek görüşmüş, babamın yanına gideceğim
haberini verip manastırdan ayrılmıştım. Haftasonu alışkanlığına dönüştürmek istemediğim bu eylem, son
zamanlarda alışılmış olmanın da ötesine gidiyor, bir ihtiyaç, kuvvetli bir istek hâlini alıyordu. Taştan bir
yığının içerisinde Tanrı'ya hizmet etmek daima zorunlulukken benim için, şimdilerde evime gitmek,
ibadetimi babamın yanında yapmak istiyordum. Gün yüzünü özlüyordum. Sokakları gezmek, kasaba
halkının içine karışmak, insanları seyretmek... Rastlamak. Birilerine rastlamak.

Eve doğru attığım adımlarım, Namjoon'un söyledikleri aklıma geldiğinde tereddüte düşmüştü. Filmlerin
ayda yılda bir uğradığı sinema salonuna pek de uzak sayılmazdım. Kalabalığın arasına girip, kendimi
kimseye fark ettirmeden bir koltuğa atmak, hevesimi aldıktan hemen sonra da evime dönmek istiyordum.
Üzerimde manastır kıyafetleri de yoktu, babam bu hafta içerisinde yenilerini diktireceğini söylediğinden,
kullandıklarımı çıkarıp çantama koymuştum. Ancak yüzler tanıdıktı, insanlar kim olduğumu biliyorlardı.
Ne dönerdi sonradan dillerde? Peder'in oğlu şehirden gelen filmi izlemeye gitmiş, hem de manastır
izninde, dışarı çıktığı gibi sinemanın yolunu tutmuş diyeceklerdi.

Buna rağmen bir diğer ihtimal de orada duruyordu benim için. Belki de çok kalabalık olmayacaktı bu
saatlerde, tek bir gösterim olmadığını duymuştum. İnsanlar şimdi işlerinin başındaydı, pek sanata düşkün
bir halkın içerisinde değildik. Güçlü bir kilise, zengin bir manastır, lafı keskin bir kurşun gibi nişan aldığını
bulan Peder, dine bağlılığı kuvvetli olan insanlar arasındaydık. Bir ihtimal... Görmezlerdi beni. Olanak
vermezlerdi küçük pasajın içerisinden girdiğim zaman, filme gideceğime. Ne olacaktı sanki? Ufacık bir
zaman dilimi. Koca ekranda seyretmek istiyordum aktörleri, hissetmek istiyordum duyguları. Yabancılık
çekiyordum. Tanışma zamanı gelmişti artık.

Tüm bu ihtiyaç birikimi, adımlarımın yönünü çoktan değiştirmişti. Kasaba merkezine giden yola girmiş,
elimdeki ufak bezden çantayı bacaklarıma bastırarak hızlı hızlı yürümeye başlamıştım. Manavların,
aktarların, terzilerin dükkânları önünden geçip gidiyor, kimsenin yüzüne bakmamaya dikkat ediyordum.
Saat kaçtı haberim dâhi yoktu, güneşin hareketlerine göre karar veriyordum gecikip gecikmediğime. Bu
aceleci yürüyüşü kesmeyecek olursam, belki birkaç dakikasını kaçıracaktım yalnızca. Sonrası benimdi,
ömrümde ilk kez bir hevesim doyuma kavuşacaktı. Bunun heyecanı göğsüme gelip konduğunda,
araladığım dudaklarımdan derin bir nefes döküldü. Yol bitmek üzereydi.

Nihayet pasaja ulaştığımda, önümden kaldırıp da bir kez etrafa bakmadığım gözlerim tedirgince gezindi
insanların üzerinde. Pek kalabalık değildi, herkes kendi işine bakıyordu. Alt kata giden merdivenleri hızlı
hızlı indim. Uzun, kahverengi kapının ardından gelen yüksek sesi duyduğumda, ilk defa oyun oynamanın
tadını alan küçük bir çocuk gibi tebessüm etmiştim. Koşar adım, küçük bir odanın içerisinde duran adama
ilerledim. Camdan bir engel vardı aramızda, beni gördüğünde uyuşuk hareketlerle sürgüyü çekti.

"Filme mi girmek istiyorsun?" Ses etmeden başımı salladım. Ücret için ellerini uzattığında, cama yazılmış
rakama bakıp hemencecik elimi çantamdan içeri attım. Cüzdanımda pek para yoktu, birikimim vardı
ancak yanımda taşımıyordum. Olanın hepsini eline tutuşturdum o anki coşkuyla. Faza olduğunu söyleme
ihtiyacı duymamıştı, ben de kuracağı cümleyi duyamayacak kadar uzaklaşmıştım çoktan. Kapıyı yavaşça
araladığımda, farklı bir dünyaya adım atar gibi, koca gözlerle şimdiden görebildiğim ekrana odaklandım.

Koltuklarda oturan, filmi seyredalmış insanları detaylarıyla inceleyememiştim. Yalnızca, tahmin ettiğim
üzere pek bir kalabalık yoktu. Çıt çıkmıyordu ortamda, kapı aralandığında birkaç başın bana doğru
döndüğünü görmüş, onlara karşılık vermeden dümdüz ekrana bakmaya devam etmiştim. Siyah beyaz bir
filmdi, orta yaşlarında bir adam, önünde durduğu yemek masasına, yavaşça çiçek saksısı bırakıyordu.
Afallamıştım, gözlerimi ondan ayırmadan, arka kısımlarda bir yere usulca ilerledim. İlk kez tanık
oluyordum böylesine. Kasaba halkında televizyona sahip evler varsa da, babam bizim için bunu uygun
görmemişti. Gereği olmadığını söylerdi hep, biz yolu belirlenmiş, adanmış insanlardık. Zaman, azıcık da
olsa gevşemek için, böyle uygunsuz işlere harcanmamalıydı.

Orta yaşlarındaki adam, bir süre sonra yanına gelen ufak bir çocuğa dikmişti gözlerini. Çocuk, parmak
uçlarında yükselerek masaya bakmış, ardından çiçeği görmüştü. Bakışları adamı buldu, hiç konuşmamıştı.
İri gözleri, karşımdaki ekranda genişleyerek bir çukur hâlini alır gibi büyümüştü. Yüzü daha da
yakınımdaydı şimdi, burnunun ucuna yerleşmiş çilleri görüyordum. Küçük elini, sandalyesinde oturan
adamın dizine yasladı. Adam düşünceliydi; çocuğa bakıyor, ama başka bir şey görüyordu sanki. Ne vardı
yüzlerinde? Kucağımda sıkı sıkıya kenetlediğim ellerimle oynuyor, sırtımı bir türlü geriye
yaslayamıyordum. Ne kadar da heyecan vericiydi, nasıl çıkardım ki filmden hevesimi alıp? Şimdiden
sonunu merak ediyordum. Çocuğun bakışlarında yatan o anlamı nereye bağlayacaklarını merak
ediyordum.
Dakikalar ardı ardına geçiyorken, kendimi iyice filme kaptırmıştım. Öyle ki ekrandaki karakter ne zaman
kaşlarını çatsa yüzüm o hâli alıyor, ne zaman gülecek olsa tebessümümü zor zaptediyordum. Ne zaman ki
ufak çocuk, aniden renklenen filmde, yemyeşil çayırlar arasında koşuşturmaya başladı; o an ensemde
sıcak bir nefes hissettim. Korkuyla yerimden sıçramıştım. Filmde ekrana gelen akarsuyun sesi gürültüydü,
salonu olduğu gibi doldurmuş, benimkinin üzerini örtmüştü.

Başımı tam anlamıyla çevirememiştim bile, hemen dibimdeydi, dönecek cesareti bulamamıştım.
Kokusunu alıyordum, tüm tazeliğiyle süzüldü burnumdan. Sıcak nefesi bir kez daha tenime çarptığında
omuzlarımı yükseltmiştim, kasılıyordu vücudum. Burnunun ucunu, ensemdeki saçların arasına
sürttüğünde kendimi öne çektim. Temasımızı kesecek kadardı, bu onu durdurmadı. Fısıltılı sesi,
dudaklarından çıktığı anda bana ulaşmıştı.

"Yanıma gel," Filmden, salondan, varlığımı somut olarak hissettiğim her yerden sıyrılmıştım. Böyle bir
tesadüfü yaşayacağımız öyle uzak bir ihtimaldi ki, aklımdan geçirememiştim bile. Sinemaya ilgisi
olabileceğini düşünmediğim günahkâr, burada, hemen arkamdaydı. Şaşkınlığım yavaş yavaş yerini
korkuya bıraktığında, içeri girdiğimde dikkat etmediğim her yüzün sahibini, şimdi arkadan arkadan
endişeyle süzüyordum. İnsan içerisindeydik ve o, buna bir anlam yükleyemeyecek kadar arsız bir kişiliğe
sahipti.

"Hayır, gelemem. Lütfen konuşmayın, fark edilecek." Kelimelerim öyle bozuk ve kısık dökülmüştü ki
dudaklarımdan, anlayıp anlamayacağı tereddütüne düşsem dâhi, verdiği cevaba bakınca hepsini iyice
işittiğine kanâat getirdim.

"Ya sen gelirsin, ya ben gelirim." Öfkeyle arkamı döndüm, öne doğru eğilmiş bedeni öylece karşımda
duruyordu. Saçları dalgalıydı, rastgele dökülmüştü alnına tutamlar. Gözlerine değdiğim gibi içimde sesi
yükselen mahcubiyet, utanç ve pişmanlık; saf bir heyecana bulanmış ruhuma ilk darbeyi atmıştı.

"Gideceğim, çok bile durdum zaten." Ayağa kalktığım sıra, o da benimle ayaklanınca korkuyla geri
oturdum. Hızlıca insanları taramıştım gözlerimle, kimsenin bize baktığı yoktu.

"Neden yapıyorsunuz bunu? Bırakın gideyim, diğer türlüsü uygun olmayacak. Filmi izlemeye devam
edin," Sırtım ona dönüktü, hafifçe omzumun üzerinden, sağıma bakarak konuşuyordum.

"Yalnızca yanımda oturmanı, filmi benimle seyretmeni istiyorum. Sırtını döndüğünden, yüzüne bakıp da
heyecanına tanık olamıyorum. Bu kadar korkak olma, yanıma gel." Elim ayağım buz kesmişti. Onunla
herhangi bir temasımızda, hiç beklemeden bedenimi esir alan titreme, yeniden usulca süzülmüştü her
yanıma. Yavaşça yerimden kalktım, ses çıkarmamaya özen göstererek bir arka sıraya geçmiş, günahkârın
yanında duran boş koltuğa oturmuştum. Yüzüne bakamıyordum; öylece ekrana odakladığım gözlerim,
siyah beyaz filmde akıp giden hiçbir sahneyi yakalayamıyordu. Boşluğu seyretmekten farkım yoktu şimdi,
yanımda oturan adam, ses çıkarmadan öylece yüzüme bakıyordu. Artık, tanık olmak istediği o ilk kez film
seyrediyor olma heyecanı uçup gitmişti. Şimdi tek ürkekliğim, hemen solumda duran günahkârın teni,
bakışı, kokusu, dokunuşuydu.

Artık gözleri, soluk çehremde oyalanmanın sınırını aşmıştı. Sanki kusurlarım artıyor, tenimde haberimin
olmadığı yaralar açılıyordu. Titreyen bacaklarımı sıkı sıkıya birbirine bastırmıştım, kenetlediğim ellerimi
çözüyorken, yavaşça ona döndüm. Anında gözlerimi bulmuştu, az önce beni kusura boğan bakışlarının
ağırlığı, şimdi içi gider bir hâl almıştı tüm gerçekliğiyle. Yüzümün her zerresinde adımladı, başı bana
doğru eğikti. Dudakları aralanmış, sonrasında uzun bir nefes dökülmüştü ciğerlerinden. Sıcak,
ürkütmeyen, vücudumu çepeçevre saran bir samimiyetteydi. Önüme döndüm. Duyulan her ses kesiliyor,
gördüğüm her şey bulanıklaşıyordu.

"Biraz daha yaklaş, kokunu alayım," Fısıltılı derin sesi, uzaklardan ulaşıyordu bana. Hareket edemiyordum,
öyle fazla kasılmıştım ki, bacak kaslarım ağırdan sızlamaya, acı vermeye başlamıştı. Başımı önüme eğdim,
baş parmaklarımı avucuma doğru bükmüş, diğer parmaklarımı onun üzerine örtmüştüm. 137

Dediğini yapmayacağımı anladığında yerinde kıpırdandı. Bedenini bana doğru çevirmişti, yüzüme uzanan
elini fark ettiğim gibi gözlerimi yummuştum. Teslimiyetim dilimde değil, ruhumdaydı, oradan vücuduma
sıçrıyordu. Parmakları usulca boynuma dolandı, beni kendisine doğru çektiği anda, burnu; kulağımın
yanındaki küçük saç tutamlarına dokunmuş, oradan sürtüne sürtüne şakaklarıma tırmanmıştı. 57

İçine içine hapsettiği derin nefesler kesildiğinde, olduğu yerden geri çekilmemişti. Eli boynumda duruyor,
ondan uzaklaşmamı engelliyordu, ki ne denirdi, bu engeli kaldıracak dâhi olsa, ondan geri çekilecek
gücümü, dokunuşu bana ulaştığı an reddetmiştim. Alnını başımın sol tarafına yaslamış, öylece duruyordu.
Boynumdaki parmakları usulca hareketlendi, üzerimdeki bol, siyah renkli kazağın yakasına tutunmuştu.
Başını geriye çektiğinde, ona bakmamı istediğini anlayabilmiştim sessizliğinden, duraksayışından.
Karşılığını saniyeler içerisinde aldı, baygın gözlerim gözlerine değdiği an, beklemeden öne eğildi. Hafifçe
aşağı sıyırdı yakamı, ardında görünen tenim, ıslak dudaklarıyla temasa girdiği an göğsüm sert bir
hamleyle yükselmiş, başım geriye düşmüştü. Dudaklarım tepki olarak aralanmıştı; hızlı hızlı soluklanıyor,
köprücük kemiğime yasladığı teniyle baş etmeye çalışıyordum. Titreyişim boyut atlamıştı, soğukta kalmış
çıplak bir bedenden farksızdım. Yumuşak dokunuşları kesildi, başını kaldırdığında, gövdesi neredeyse
önümdeydi. Yüz yüzeydik; eli yavaşça yanağıma yerleştiğinde, korkarak gözlerimi aralamıştım. 153

"Demek ilk kez film izliyorsun," Beni olduğum andan kaparan onca dokunuş sonrası, kuracağı ilk
cümlenin bu oluşuna şaşkındım. Yüzüme yansıtamamış da olsam, kurumuş dudaklarımı ıslatıp,
dudaklarına takılı kalan bakışlarımı gözlerine çıkarmıştım. Usulca başımı salladım, ardından yanağımda
duran eli, koluma indi. Durduğu yeri sıkıca kavramış, baş parmağıyla etime baskı uygulamaya başlamıştı.
Masaj gibiydi, gerginliğimi ne kadar silemiyor da olsa, tenime iyi geliyordu.

Önce burnundan sert bir nefes verdi, ardından alnını alnıma yaslayıp, bir defa daha gözlerimi sıkıca
yummama sebep oldu.

"Tenini aklımdan atamıyorum," Kısık sesi her kulaklarıma ulaştığında, işitsel bir haz yaşıyor gibi tatmin
oluyordum. Şimdi bunun da ötesinde, kurduğu cümle beni etkisi altına almış, çifte bir atak yapıp
göğsümdeki alevi harlamıştı.

"Eksik... Eksik konuşuyorum," Kendi kendisine mırıldanır gibiydi, kolumu kavramış eli yavaşça aşağıya inip
bacaklarıma sürtündüğünde bir kez daha irkilmiş, onun şevkine daha da bir heyecan katmıştım.
Parmakları, üst bacağımı aşağı yukarı usulca okşuyor, bu önünü alamadığım tutkum her dokunuşta
zihnimin duvarlarında çığlık çığlığa bağırıyordu. Daha fazlası, daha fazlasına muhtaçsın...

"Tanrı'n seni, bana yasak etti, öyle mi?" Alnını alnımdan ayırmış, dudaklarını kulağıma sürte sürte devam
etmişti. "Öyleyse neden böylesine baştan çıkarıcısın Jeongguk? Söyle bana. Zarif oluşlarıyla nam salmış
hangi şehirli kadında var böyle ince bir bel? Hangi kadının dudakları, henüz ıslatılmamışken bile davet
ediyor uzun, soluk kesen bir öpücüğe," Başını doğrultup, direkt olarak gözlerime baktı. "Hangi kadın
sahip, soluduğum anda bedenimi uyuşturan bu saf, tenine aitleşmiş kokuya?"

Titriyordum. Kuvvetli kelimeleri beni sıkı sıkıya kavramış, bir halat hâlini alıp hareketlerimi kısıtlamıştı.
Sanki, bu her yeri kapalı salonun tepesi aniden açılmış, kış ayından kalma bir soğuk hız kesmeden içeri
süzülmüştü. Üşüyordum, asıl tezatlık buradaydı işte. Aynı anda sırtımdan akan ter damlasını hissetmiş,
yaşadığım ikilemler arasında sıkıntıyla kendime sığınmıştım. Kendime sığınmanın, şimdilerde doğru
bildiğim her şeye sırt dönmekten farkı yoktu.

"Evet, öyle. Siz bana yasaksınız, ben size yasağım. Bu mutlak gerçek, reddetmeyin. Ne olur, en azından
benimleyken kalkışmayın buna." Taehyung, parmaklarıyla çenemi kavramış, hareketlerimi engelleyerek
doğrudan ona bakmamı sağlamıştı.

"Benim doğrularım ve senin doğruların daima çakışacak. Buna rağmen, artık biliyorum; ters yöne bakan
iki yolu her defasında koşacağız Jeongguk, kaçar gibi, saklanır gibi koşacağız. Ancak her bitişinde, senin
sonun ben olacağım, benimkiyse sen olacaksın." Baş parmağı yavaşça alt dudağıma dokundu, baştan
sona dek okşadığı tenim kupkuru olmasına rağmen, bundan rahatsızlık duymuyordu. Odağı olmak
yorucuydu, kimsenin böylesine dikkatle incelediği bir insan olamamışken, Taehyung'un karşısında,
yüzlerce çift gözün etkisi altına girmiş kadar fazla geriliyordum.

"Benim gitmem gerekiyor..." Aniden hareketlendiğimde, elleriyle omuzlarımı kavrayıp beni durdurdu.

"Bekle," Kucağımda duran elimi kavrayıp, ilk öpücüğünü kondurduğu işaret parmağımı dudaklarına
yükseltti. Aynı yeri, o gece ki gibi bir defa daha öptüğünde, öylece kalakalmıştım. Bunu yapıyorken
gözlerime her defasında daha bir içten bakıyor, dokunuşları yeterince yakmıyormuş gibi, bir de
bakışlarıyla atıyordu beni bu diri ateşe.

"Git hadi," Bir kez daha düşünme fırsatı tanımadım kendime. Günahkâr, istemeyerek geri çekildiğinde
ayağa kalktım. Dizlerime, eklemlerim doğrulduğu gibi keskin bir sancı girmişti. Dondurulmuş ve
çözülmeye yüz tutmuş bir su kütlesi kadar uyuşuk hissediyordum. Bir defa daha yüzüne bakmadım, yavaş
hareketlerle öne ilerleyip, yerde duran çantamı aldım. Gözleri gittiğim her yerde beni takip ediyordu,
karşılıksız bırakmıştım. Sahip olduğum tüm gücümü bacaklarıma yükledim, uyuşukluğu bir kenara bırakıp
koşar adım çıkışa ilerlemiş, gürültüyle araladığım kapıdan, beni bekleyen gerçek, acımasız hayatıma geri
dönmüştüm.
Merdivenleri titreye titreye çıkmış, pasajın iki yöne açılan büyük kapılarına geldiğimde, neredeyse
devrilecek olan bedenimi bir dükkânın camına dayamıştım. Derin derin soluklanıyor, eve gideceğim,
babamla yüz yüze geleceğimi hatırladıkça daha fazla çabalıyordum dik durabilmek için. Fakat, o an;
bundan da büyük bir korkuya esir düşeceğimi bilmeyerek seyrettiğim insanlar, aniden etraftan silindi.
Çünkü aralarında durmuş, çatık kaşlarıyla öylece bana bakan babamla buluşmuştu gözlerim.

İnsan, kendi planları arasında gezinebileceğini sanıyorken, Tanrı'nın onun için çoktan çizdiği yola
hapsoluyordu. Müdahale edemeyeceğim bu gerçekle, en sert yüzleşmeyi yaşıyordum şimdi. Tek bir
cümleyi tamamlayabilmişti zihnim, devamı koca bir karmaşaydı. İşitemedim.

Günahlarının bedelini, artık sen kendine ödetemeyeceksin, Tanrı'n sana ödetecek.


8.bölüm
"Salt sizi sevenleri severseniz ne yararınız olur? Günahkârlar bile kendilerini sevenleri sever."

(Luka, 6:32)

8.BÖLÜM

-DAVET-

Penceresi açık olan salonda sakin bir rüzgâr kol geziyordu. Kırık beyaz olan işlemeli perdelerimiz
uçuşuyor, odanın sol duvarına dayanmış yemek masasına sürtünerek aşağı iniyordu. Yıllar öncesinde,
ben henüz doğmamışken alınan bir eski Fransız usûlü vazo vardı üzerinde. Rengi günden güne daha da
soluyordu sanki, ev içerisinde varlığımdan önceye dayanan tek eşya olduğundan, ona her baktığımda
annemi hatırlardım. Yemek masasına her oturuşumuzdan önce, vazoyu elime alır, birkaç dakika
seyrederdim. Bir şeylere dalıp gitmek, bana ilahi bir güç katacakmış gibi hisseder, çocuksu bir heyecanla
kararan gözlerimin önünde annemin çehresini görebileceğimi düşünürdüm. Bir parçasını... En ufak bir
parçasını. Olmazdı hiç. Bundan sonra da olacağına dair inancım kalmamıştı, parmak uçlarımla ürkek
ürkek desenlerini sevdiğim bir vazo, cansız bir eşya; bana hayatımda bir sözcük, bir kavram dışında
somut olarak hissedemediğim annemi ne getirebilirdi, ne hayal ettirebilirdi.

Kanepenin köşesine oturmuş, ellerimi birbirine kenetlemiştim kucağımda. Başım eğikti, babam hemen
karşımdaydı. Bir sağa, bir sola yürüyordu. Yavaş attığı her adım, evin parkelerinde küçük cızırtılara sebep
oluyor, duyduğum her seste içimde bir yerin korkuyla ayaklandığını hissediyordum. Tek kelime etmemişti,
yüzüme bakmamıştı. Gözleri gözlerimde değilken, benden çekiliyorken başımı kaldırıp da odağımı babam
hâline getirecek cesareti bulamıyordum kendimde. Utancım, endişem, kuşkum, pişmanlığım, öfkem...
Hepsi diri, hepsi canlıydı. Bunca gerçek duygunun arasında, aklımın kuytu köşesinden önüme süzülen
günahkârın yüzünü reddediyordum. Kendi içimde büyük, çok büyük bir ikilem içerisinde kalıvermiştim.
Başlarda gerçekliğinden dâhi, yaşıyor olurken şüpheye düştüğüm zaman anlamıştım; asıl gerçeğin, asıl
yaşamımın o andan, o saniyeden itibaren başladığını. Nereye yürüdüğümü, nasıl yürüdüğümü, kiminle
yürüdüğümü gayet iyi kavramışken, bir zaman geliyor bildiğim ne varsa unutuyordum. Ben, bana öyle
yabancılaşmıştım ki, ezbere bildiğim en iyi duygu olan saygım, hissettiklerim arasında geri plana gidiyor,
en başta da kendime duyduğum hâliyle tükeniyordu.

"Neden manastırdan çıkıyor ve bilgim olmadan kasaba merkezine iniyorsun?" Duraksadı. Öylece bana
bakıyordu. Yüzünün ne hâlde olduğunu hayal edemiyordum bile, babam bana kızgın olmazdı. Ona bunu
yaşatan kişi olmanın burukluğu, gözlerine nasıl yansımıştı, bilmiyordum.

"Haber vermek için eve uğrarsam, zaman kaybedeceğimi düşündüm." Babamın hayret edercesine aldığı
nefesle gözlerimi yumdum, başımı biraz daha eğmiştim. Yapabilecek herhangi bir açıklamam yoktu.
Çünkü onun gözünde olan tek yanlışım habersizce kasaba merkezine inmek ve film izlemekken; benim
kendimde bildiğim bu ağır günah, asıl suçumun ne olduğunu hatırlatıyordu her defasında. Asıl
mahcubiyetim, asıl eğilişim bükülüşüm bundandı. Henüz haberi dâhi yokken karşısında böyle ufalmak,
bugüne dek sahip olduğum ve sahip olmaya zorlandığım onurumu da, gururumu da ayaklarımın altına
sermişti.

"Zaman kaybedeceğini düşündüğün için, babanın haberi olmadan kasaba merkezine inmekte karar kıldın,
öyle mi? Bir de film izlemek için," Yeniden yürümeye başlamış, bir süre sonra bana biraz daha
yakınlaşarak sesini yükseltmişti.

"Bana bak, Jeongguk. Yüzüme bak. Utancın hatanı örtemez," Utanç... Tüm bunların yalnızca utanmaya
dayalı olduğunu zannediyordu. Eşiğindeydim, ağlamanın kıyısında, acımı başka yöne çekme çabası
içerisinde direniyordum. Ancak durum ortadaydı, ben ilk kez böylesiyle tanışıyordum. Başka bir yola
koymak için acımı tutup, kucaklayabilsem bile öyle bir yol yoktu, başka bir acı yoktu. Kalakalır, başladığım
yere geri dönerdim.

Bedenim kasılmıştı. Buna rağmen yavaşça başımı kaldırdım. Babamın iri ve öfkeyle bezenmiş gözleriyle
buluştuğumda, aniden tekrar başımı eğmiş, sonrasında kendimi tutamayarak ağlayışımı koyvermiştim.
Aynı ritimle akan iki damla, sağ ve sol yanağımda izlerini bırakmış, çenemde takılı kalmıştı. Birkaç saniye.
Babam tekrar konuşmaya başladığındaysa, ardından gelecek olanların ağırlığını hissederek yüklenmişler,
çenemden bacaklarıma akmışlardı.

"Şuna bak... Oğlum, biricik oğlum gözlerini benden kaçırıyor. Babasından esirgiyor gerçeğini." Birkaç
adım daha attı bana doğru, hemen önümde duruyordu. Bir gereklilik durumu olmadığı sürece bana
dokunmayan babam, usulca çenemi kavradığında irkilmiştim. Parmaklarının değdiği yerde, bir
günahkârın izinin olduğunu, olmaktan da öte yaşadığını, o izin her saniye tenimde tüm gerçekliğiyle
canlandığını biliyor olmak beni mahvetmişti. Başımı zoraki kendisine kaldırdığında, ıslak gözlerim
gözleriyle buluşmuş, bir daha da kaçmaya cesaret edememişti.

"Pişmanlığını görebiliyorum," Dokunuşu, tuttuğu yerden en ufak bir şekilde kaymadan kesilmişti. İçine
içine baktığı irislerimi söküp atmak istiyordum yerinden, sanki ortadan yarılıyorlar, zihnime akan yolu
babama açıp, işlediğim günahı tüm ayrıntılarıyla önüne seriyorlardı. Ağırdı, bu yük şimdiden öyle ağırdı ki;
ardı arkası kesilmeden akan göz yaşlarımın hepsi, sıkıştırılmış ruhumdan kopup dökülüyordu tenime.
Bedensel bir boyutu yoktu.

"Bembeyaz bir kumaş hayal et. Taze bir süt kadar ak, parlak. Üzerinde gördüğün en ufak bir leke nasıl da
gözlerini rahatsız eder, öyle değil mi? Bu yüzden öfkem, şaşkınlığım." Yalnızca bakışlarıyla beni Tanrı'nın
ayak ucuna oturtan, oraya lâyık olduğumu hissettiren adamdan böyle cümleler duymak yükümü
ağırlaştırmıştı. Görüş alanım bulanıklaşıyor, göz kapaklarımı sıkmamla birlikte tekrar ferahlıyordu.
Ağlayışım kesilmemişti.

"Seni affedeceğim. Pişman ve üzgünsün. Tanrı da seni affedecektir. Temiz bir kulsun sen Jeongguk. Saf,
anadan doğma hâliyle kim kalabilmiş bu yaşına kadar? Değişmeyecek bu. Affedileceksin, yenileneceksin."
Başımı yeniden önüme eğmiştim. Babam, parkelerin sesini daha da arttıracak kadar sert adımlarla
salondan ayrılmış, odasına gitmişti. Akşam yemeğini ayrı yiyeceğimizi o zaman anlamıştım. Her ne kadar
benim arınacağıma, Tanrı katındaki mevkim yüzünden affedileceğime inanıyor da olsa, kendisi öfkesini
çabucak yenemiyordu. Muhtemelen ertesi günün sabahına dek beni kendi içerisinde temize çıkaracak,
sonrasında eskisi gibi devam edecekti aramızdaki ilişkiye. Bir gün bile sürmeyecek olan yalnızlığım,
günahlarım her bir yanımdan üzerime geliyorken gözümde büyümüş, aylara, yıllara kadar uzayıp gitmişti
gözümde.

Bir süre kanepede oturmaya, ses çıkarmamaya özen göstererek ağlamaya devam ettim. Dizlerimi sıkıca
birbirine bastırıyor, önüme eğdiğim başım nedeniyle yanaklarıma değmeden bacaklarıma akan göz
yaşlarımı takip ediyordum. Kumaşa değdiği anda ıslaklık daha geniş alana yayılıyordu. Birden fazla nokta
vardı; noktaların her biri, daima temiz ve kendi öz rengiyle kalacağına inandığım kalbim üzerine açılmış
lekeleri hatırlatıyordu. Zaman, benim kendi iç çekişmelerim arasında durmuyordu. Gidiyordu, akıyordu,
beklemiyordu kimsenin yetişmesini. Geride kalıyordum, kendime yetişemiyordum. Aklım içerisine sızıp
da düzene koyduğum hiçbir gerçeği hayatıma dahil edemiyordum. Herkesin ömründe bir defa da olsa
muhakkak küçük bir kıyamet yaşayacağını söylerdi babam, ben o kıyamete ellerimle uzanmış, kendime
davet etmiş, bununla da kalmayıp benliğimle özdeşleştirmiştim. Bu sebeple ne kadar sarsıntı yaşanırsa
yaşansın, kaçamazdım. Çünkü her birisi içimdeydi, benimleydi. Kaçamayacağım kadar yakınımdaydı.

O akşam yatağıma aç girmiştim. Bir ara mutfaktan tıkırtılar duyunca, babamın midesini tutması için bir
şeyler yediğine kanâat getirmiştim. Ayaküstü atıştırmalardan, duasız başlanan yemeklerden, kopuk aile
bağlarından haz etmezdi. Buna rağmen, bugün içerisinde yaşananlar birer istisnaydı. Ne o, artık gözümde
günah anlamında bir değeri dâhi kalmamış habersiz kaçamağımı yedirebiliyordu; ne de ben ona yalan
söyleyişimi, bu şahit olduğunun; zifiri, insanın aydınlığına katil olacak bu karanlığın görünen ufak bir kısım
olduğunu kabullenebiliyordum. Koca bir çıkmazın içerisinde, döndüğüm her köşede mağlûp oluyor,
başladığım yere geri dönüyordum.

Gece vaktine az bir zaman kala, babam yavaşça odamın kapısını aralamıştı. Gözlüğünü burun kemerine
indirmiş, alttan alttan yatakta iki büklüm olan bedenime bakmıştı. İçeride onu görmemle birlikte
ayaklanmış, doğrulmuştum. Sıkı sıkı yumduğum gözlerimi aralamak, aralanan kapının ardından gelen
beyaz ışığın etkisiyle büyük bir sızı yaratmıştı. Yüzüm, bu loş oda içerisinde bile yorgunluğumu açığa
döküyor olmalıydı ki; babamın bakışları bir süre ağır ağır uzuvlarımda dolandı. Ardından sıkıntılı bir nefes
döküldü dudaklarından.

"Yarın özel bir akşam yemeğine davetliyiz. Sabah ben olmayacağım, şehirde birkaç işim var. Güneş
batmaya yakın dönmüş olurum. Zaman kaybetmeden çıkarız," Usulca onayladım onu. Söyleyeceklerinin
bundan ibaret olmadığını, cümlesinin bitmiş olmasına rağmen kapı ağzında duraksayışından anlamıştım.
Bir süre beklemiş, ardından devam etmişti.

"Ben gelene dek uzun uzun düşünmeni istiyorum. Evde ol, bir yere gitme. Kendinle ve Tanrı'yla zaman
geçir. Vaktini affedilmeye ada, dualar et. İçinde yer edinmiş sıkıntını giderecektir bu. Yarın seni,
tazelenmiş ışığınla görmek istiyorum," Bir şey söylememe fırsat vermeden çıkmıştı odadan. Bir süre
öylece oturmuş, kendi sesimle kulaklarımda işittiğim her hayali cümlenin arasında sessizce beklemiştim.
Zihnimin bu denli ayakta oluşunun aksine, sessiz, bitik ve yorgundum. Karanlığa gömülmüştüm bir kez
daha, yavaş hareketlerle yatağıma geri yattığımda, üşüyor oluşuma rağmen battaniyeyi ayaklarımla aşağı
iteklemiş, kendi beden sıcaklığıma sığınarak gözlerimi yummuştum. Bu şiddetli sarsılmaların ardından
içine çekildiğim sakinlik, hiçbir yönüyle iyi hissettirmiyordu, ancak yaşadığım an için bir nebze de olsa
görmekten kaçındığım gerçeği buğuluyordu. Şimdilik, şimdilik bu duruma sığınabiliyordum.

Sabah, her zaman uyandığımdan daha geç bir vakitte açmıştım gözlerimi. Evde ses yoktu, salonun iki
penceresi de açık bırakılmıştı. Hafiften yağmur çiseliyor, buna karşın soluk bulutların arasından ince bir
çizgi hâlinde süzülen güneş, havanın sertliğini kırıyordu. Yaptığım ilk iş ayna karşısına geçmek olmuştu.
Üstüm açık uyumama rağmen terlemiştim, saçlarım alnıma dökülmüştü. Gözlerim şişmiş, tenim solmuş,
dudaklarım kurumuştu. Tüm bunlar es geçilebilirdi o an için, yansımamda asıl görmek istediğimle karşı
karşıya kalamamıştım. Gözlerime bakıyordum, dışarıdan bir insanla bakışlarımızı birbiri içinde
eritiyormuşuz gibi derin bakıyordum. Silinmişti. Göremiyordum hediyemi, varlığıma karşılıksız katılmış
ışığa ulaşamıyordum. Tek bir gecede, ölüp sonsuz evrenin karanlığına gömülen yıldızlar gibi sönmüştü.
Kendi aklımın oyunu muydu bu, babamın dün söylediklerinin etkisi altında mı kalmıştım, bilemiyordum.
Tek düşündüğüm silindiğimdi. Günden güne, Tanrı'nın beni koyduğu o özel makamdan aşağı düşüyor, bir
daha bakacak yüz bulamadığımdan eğdiğim başımla aşağılanışlarımı kabul ediyordum.

Ayna karşısından çekilip de odama geri kapandığımda, babamın dediklerini tek tek yapmaya karar
vermiştim. Önce uzun bir süre düşündüm, karmaşıklığım arasından sıyrıla sıyrıla, doğruyu ve yanlışı
keskin tavırlarla ayıra ayıra ölçtüm kendimi. Ardından dua etmek, İsa Mesih'e, O'nun yüce merhamet ve
şefkatine sığınmak için temizlendim. Bedenimi saf, berrak suyun altına koyduğumda, ellerimin arasındaki
kese her defasında boynuma, enseme, onun izini en şiddetli hissettiğim yerlere gidiyordu. Bunun bir
getirisi olmadığını bildiğim hâlde, ümitsiz ve cahil bir insan rolüne bürünmüş, hızımı kesmeden kirden
arındırmıştım tenimi. Su bedenimde kayıp gidiyorken, soyut bir varlık olan ruhuma uzanıp dokunabilen
günahkârın aksine, tensel bir temizleniş dışında hiçbir yanıma ulaşamayan sıvının, içimi de arındırdığını
sanıyordum. Bunu kabullenmeyen aklım uyanık da olsa, kendimi kandırmak için fazla hevesliydim. Sudan
çıkıp dua ederken de, yalvar yakar dizlerim üzerine kapaklanırken de, sesim her yükseldiğinde kollarımın
Tanrı'ya ulaştığını zannederken de, kendimi kandırıyordum.

Akşam saatleriydi, babam söylediği vakitte ulaşmıştı eve. İçeri girdiğinde yüzüme bir defa bile bakmadan
odasına girmiş, ardından seri adımlarla işlerini halledip çıkmamız gerektiğini söylemişti. İkiletmedim.
Manastır kıyafetlerinin dikildiği kumaştan yapılma bir takım vardı üzerimde, babam aylar önce diktirmişti.
Siyahtı renkleri, oldukça da boldu. Eğitim zamanı giydiklerimden pek bir farkı olmasa da, gömlek
pantolon ikilisi olarak görünüyor olduğundan, manastır kıyafeti olmadığını net olarak ayırt edebiliyordun.
Alışkın olduğum giysiler, kumaşlar, renkler bunlardan ibaretti. İçinde büyüdüğüm gerçeklik bana ne
getiriyorsa, onu kabullenmiştim çünkü. Karşılaştıracağım bir diğer doğru bile olmamıştı, ta ki birkaç hafta
öncesine kadar.

Araba yolculuğumuz kısa sürmüştü. Kasaba merkezini geçmiş, biraz daha ıssızlaşan, buralardaki tek suluk
alan olan Livonya adlı gölün yakınlarında bir yerde durmuştuk. Yağmur yeniden başlamıştı, silik çizgiler
misali ufak ufak serpiliyordu yere. Önünde durduğumuz asil, sade evin bahçe kapısından girdiğimizde,
zengin bir ailenin davetine geldiğimizi anlayabilmiştim. Babam her insanın mahremine girip, yemek
yiyecek bir adam değildi. Belli ki tanıdığı, güvendiği ve Tanrı katında kendi gözünden değer biçtiği bir
insanın evine gelmiştik. Özenli görünüşü, ciddi surat ifadesine karşın samimi bakan gözleri, dik duruşu, ki
bu onun vücudunda daimdir, kapıya vuruşu... Her şey ona özgün de olsa, bir noktada daha da bir dikkatli
ve saygın görünmek istediği barizdi. Çok beklememiştik, kısa bir süre içerisinde kapı açılmıştı. Önce orta
yaşlı, hizmetli olduğunu düşündüğüm eli yüzü düzgün bir kadın görünmüş, ardından ise, henüz şimdiden
yiyeceğim tüm lokmaları boğazıma dizecek, beni olduğum andan koparıp alacak o çehreyle
karşılaşmıştım.

Kim Choi Wook, üzerindeki koyu takım elbisesiyle önce babama, ardından bana bakmıştı. Yüzümdeki
şaşkınlık ifadesi onu bir anlığına afallatmış olmalıydı, gülümser bakan gözleri gevşemiş, kaşları ufaktan
çatılmıştı. Saniyeler içerisinde, sabah biraz da olsa silkeleyip hafiflettiğim ruhuma, yenilenen bir kanser
hücresi gibi dadanan bu utanç hissi, olduğum yere mühürlemişti beni. Babam, karşısındaki adamın yüz
ifadesini görünce bana dönmüş, ardından usulca koluma dokunmuştu.

"Jeongguk," İrkilerek ona dönmüştüm. Boş bakan gözlerim, dünden beridir ilk kez bakışlarına değiyordu.
O an, sanki yeriymiş gibi aklıma düşmüştü, yenilenmiş miydi ışığım? Görebiliyor muydu babam, eskisi gibi?
Daldığım koyu irislerinden kendimi çektiğimde, zoraki bir gülümsemeyle, günahkârın babasına döndüm.
Saygıyla önünde eğildikten hemen sonra, elini davet edercesine içeri uzatmıştı. Tereddüt etmez
adımlarla salona girdiğimde, içimde başa saran bir duanın kaçıncı tekrarına girmiştim, bilemiyordum.
Evde olmasın, burada olmasın. Tanrı'm, görmeyeyim yüzünü. Lütfen... Lütfen burada olmasın.

Kapının hemen ilerisinde, sağ kısımda kalan ve üst kata çıkan bir merdiven vardı. Merdivenin ağzına
bakan, salona gittiğini düşündüğüm odaya alındığımızda, şık bir dekor ve özene bözene hazırlanmış bir
yemek masasıyla karşılaşmıştım. Ev, sarı ve loş bir ışıkla aydınlatılıyordu. Tavana asılmış, yeni üretilen
gösterişli bir avize vardı. Şamdana benzeyen bir yapıdaydı. Sekiz kolu vardı, sekizinde de odayı aydınlatan
ufak ampuller takılıydı. Her yer düzenliydi, bir kadın elinin değdiği barizdi. Ancak o kadının, günahkârın
annesi olmayışının sebebini merak ediyordum. Bu konu bu zamana dek aklımda dönüp dursa da,
merakımı gidereceğim bir ortam oluşmadığından, cevapsız kalmıştı.

Babam ve Choi Wook, derin bir muhabbete girdikleri esnada, merdivenden gelen gürültülü ayak
sesleriyle korkarak başımı kapıya çevirdim. Başlarda kimse görünmemiş, tam rahatlayacağım esnada,
eşiğe çıplak ayağıyla adım atan, hayatımı kısacık bir zaman içerisinde tek bir parmağının kontrolüne alan
onunla karşılaşmıştım. Koyu renkli saçları alnının iki yanına dağılmıştı, üzerinde, onda bu kadar yabancı
duracağını tahmin etmediğim beyaz bir gömlek vardı. Ne kadar duru bir renk olursa olsun, irislerinde yer
edinmiş karanlık bir mürekkep hâlini aıp, bu pak rengi daimi bir gölgeye boğuyordu sanki. Yakasını açık
bırakmıştı. Direkt olarak gözlerime odakladığı bakışları, bir süre sonra silikleşmişti. Çünkü o an, Taehyung
hayatıma dâhil olduğundan beri ilk kez bana tebessüm etmişti. Gizli saklı, altında tonlarca anlamın
yaşadığı, hafif bir gülümsemeydi bu. Duru, temiz, derin; buna karşın heyecanımı elle tutulur bir boyuta
ulaştırıp, göğsümde düzenli aralıklarla hareket eden kalbimi yoldan çıkaracak kadar da arsız. Titremiştim.
Anında başımı eğmiş, göz kontağımı kesivermiştim. O esnada babası araya girmişti. Aramızda, yalnızca
ikimizin farkına varabildiği bu görünmez bağ, gece sonunda dolanıp duracak, en sonunda da kurban
olarak boynuma sarılacak gibi hissediyordum.

"Gel, Taehyung. Misafirlerimiz de henüz girdiler içeri," Yavaş yavaş girdi içeri. Önce babamın önünde
eğildi, bunu yaparken haz etmediğini yüz ifadesinden öyle iyi anlıyordum ki, gerginliği az önceki
heyecanıma daha da hırs katmış, kasılarak tekrar bakışlarımı ondan kaçırmıştım.
Babamın önünden çekilip de karşıma geçtiğinde, elim ayağım birbirine dolanmıştı. Ufak bir çocuk misali
kontrolsüz hareketlerle ayağa kalktım. Karşılıklı olarak birbirimizi selamladığımzda, alttan alttan
gözlerime bakmış, benim endişeyle bakışlarımı kaçırmamla da durumu uzatmamıştı. Neyse ki, kanepeye
oturmasına fırsat kalmadan, hizmetli kadın yemeğe buyur etmişti hepimizi. Ayağa kalktığımızda, önce
babam ve Choi Wook karşı karşıya oturmuşlardı. Ardından günahkâr ve ben de yanlarına oturmuş,
birbirimizi görüş alanımıza direkt olarak almıştık. Keskin bakışları yüzümde gezinmişti bir süre,
sonrasında odağını benden çekti. Servis yapılıyorken, ben karşısında yokmuşum gibi rahat tavırlarla
yemeğine odaklanmış, ardından dua kısmı geldiğinde çatalı bıçağı usulca tabağının yanına koymuştu.

Ellerimizi önümüzde birleştirmiş, başımızı eğmiştik. Ona bakamıyordum, bunu usta bir oyuncu misali
üstlenerek, en iyi şekilde rolünü yerine getirerek tekrar ettiğine şüphem yoktu. Bu sahtelik, o esnada
öylesine ağır geldi ki, birbiri karşısında dümdüz duran parmaklarım öfkeyle büküldü ve isteğim dışı
birbirine kenetlendi. Babamın tok sesi kulağıma ulaştığında, derin bir nefes almıştım.

"Bizi takdis et, Rabbim, bize verdiğin şeyleri ve lûtfunla bize vereceğin şeyleri takdis et. Rabbimiz Mesih
İsa'nın adına. Amin." Herkes sessizce haç çıkarıyorken, günahkâr bıkkın bir ifadeyle babama bakmış,
ardından zorunluluk gereği tekrar etmişti. Hepsi, tüm bu olanlar öyle fazlaydı ki benim için... Karşımda,
bile isteye yalan söyleyen bir adama ses çıkaramamak, hem de ihaneti, dalgası, samimiyetsizliği Tanrı'ma
aitken... Bu ufalmış bedenimin içerisine, evrende yaşayan koskoca kara deliklerden birisi yerleşmişti
sanki. Ne var ne yok savruluyor, oraya doğru çekiliyordu.

"Buyrun lütfen, başlayın. Afiyet olsun," Choi Wook'un da cümlesiyle, servisi yapılan yemekler yenilmeye
başlamıştı. Babam, çorbasını içerken hiç ses etmemiş, ana yemeğe geçildiği vakit ellerini çenesi altında
birleştirip, Taehyung'a dönmüştü.

"Nasıl hissediyorsun? Her şey yolunda diye ümit ediyorum," Babama odaklanmış ciddi bakışları, kısa bir
süreliğine beni bulduğunda hızlıca başımı eğmiştim. Elim ufak ufak titremeye başladığından, tuttuğum
kaşığı korkuyla tabağıma bırakmış, yemeği reddeder gibi ellerimi kucağımda birleştirmiştim.

"Sağ olun. Yolunda, evet. Kilise bağışını da bu ay içerisinde yapacağım toplu olarak," Ses tonundaki zoraki
samimiyeti fark ettiğim anda titrek parmaklarımı birbirine geçirmiştim. Sıkı sıkı kenetlediğim eklemlerimi
kontrol altına alamıyordum bir türlü. Önümde duran kaşığa, çatala uzanacak gücüm yoktu.

"Oğlunuza minnettarım. Birkaç gün içerisinde Taehyung'u doğru yola sokmuş olması öyle olağanüstü ki...
İnanın, Tanrı'nın yeryüzüne gönderdiği en kutlu varislerden birisi olacaktır zamanı geldiğinde,"
Dudaklarımdan dökülen titrek soluk, ensemden sırtıma doğru süzülen soğuk ter damlaları, dizlerime
kadar yayılmış titremem... Şimdiye dek bir kez olsun böylesine kuvvetli hissetmediğim utancım, o an tüm
bu insanların gözleri önünde beni yerle bir ediyordu. Başımı kaldırıp da yüzümde gezinen bakışlara
karşılık verecek haysiyeti bulamıyordum kendimde.

"Öyle... Öyle elbet, buna hiç şüphem yok." Babam usulca başını bana çevirdiğinde, ani bir tepkiyle ona
döndüm. Üst üste ıslattığım dudaklarım, solmuş tenime az da olsa renk gelsin diyeydi. Belli belirsiz ettiği
tebessüm, olduğu yerde küçülen bedenimi görmesiyle silinmişti. Buna rağmen üzerine gitmedi, önüne
bakıp yemeğine devam etti.
Zar zor kontrol altına aldığım titrememi göz ardı ettim. Babam, karşısındaki kültürlü ve okumuş adamla
derin bir dini muhabbete girmişti. Tekrar çatal ve bıçağa uzandığım sırada, ayaklarımda hissettiğim
temasla irkilmiş, tek bir saniye içerisinde, işlemeli peçeteyle dudaklarını silen günahkâra kaldırmıştım
başımı. Ayaklarımı kendi önüme çekmiştim hızla. Tedirgin gözlerle yanımızda oturan bu dine adanmış iki
adamı kontrol ettim, bizden habersizce yemeğe ve sohbete devam ediyorlardı. Rahatlatıcı değildi,
rahatlatmamıştı. Günahkâr tatmin olmamıştı, gözlerimiz bir defa daha buluştuğunda kaşlarını çatmış,
tehditkâr bir bakışla hafifçe başını yana eğmişti.

Göğsümde git gide büyüyen korku, şehveti irislerine akmış bu adam karşısında celallenmiş, nasıl
olduğunu bilmediğim bir şekilde kuvvetli bir arzuya dönüşmüştü dakikalar içerisinde. Gözlerine her
değdiğimde, dudaklarıma doğru beni öpmek istediğini fısıldıyordu bir kez daha. Gözlerine her
değdiğimde, bu zamana dek tenimde can bulmuş her dokunuşu yeniden alev alev adımlıyordu
bedenimde. Masanın üzerinde duran ellerimi usulca kucağıma indirdiğimde, günahkâr yerinde hafifçe
kıpırdanmış, bacaklarını biraz daha bana doğru uzatmıştı. İç geçirmiştim istemeden, kendi kendine
kapıldığı her duygu, en kuvvetli şekliyle bana da nüksediyordu.

Bir süre sonra, nasıl kapıldığımı anlamadığım bu savsak ruh hâli, tüm benliğimi esir aldı. Önce, sanki
istemiyormuş, bana o mesafeden ulaşabileceğini bilmiyormuş gibi ayaklarımı oldukları yerden biraz daha
öne ittirdim. Gözlerim, yarım kalmış yemeğimden ayrılmıyordu. Boş bakıyordum, bakıyor olmama
rağmen görmüyordum. Aklım, fikrim, zihnim... Her yanımdaydı. Hissettiğim ve hissetmek istediğim tek
şeydi o an. Kendime yediremiyor oluşuma karşın, kendime dayanıklı da kalamıyordum. Sağımdan,
solumdan üstüme üstüme gelen tüm dini unsurlar, dualar, kesin emirler beni es geçip gidiyor, üzerimde
etkilerini daim kılamıyorlardı. Böyleydi demek esir olmak diyordum içimden o an, şehvetin esiri olmak
böyle bir şeydi.

Çıplak ayakları, önce ayak parmak uçlarıma sürtündü. İçime çektiğim her nefesin titrediğini
hissediyordum. Göz kapaklarım henüz şimdiden ufak dokunuşlarıyla yüklenmişti, ağırlaşıyorlardı. Aralık
dudaklarımı, sert bir soluğu içime hapsederek birbirine bastırdım. Yavaş yavaş hareket ettirdiği ayağı, sol
ayağımın üzerine doğru yumuşakça çıktığında, bakışlarımı ona kaldırdım. Hâli hazırda beni bekliyordu,
saniyesinde buluşmuştuk. Bana bakarken teninden akandan daha kuvvetli hissettiğim o istek, gözlerinde
hareket kabiliyeti kısıtlanmış bir insan misali tutuklu kalışımın en güçlü sebebiydi. Sessiz sedasız
birbirimizi seyrediyorken, hareketlerini ilerletmiş, ayağını pantolonumun bol paçasından içeri sokup,
bacağıma dokunmuştu. Yeniden aralanan dudaklarımdan kısık bir nefes döküldü, vücudum olduğum
yerde yükseldiğinde, Taehyung aldığım hazzı seyrediyor olmaktan öyle büyük bir keyif duymuştu ki, aynı
benim gibi onun da göz kapaklarının yavaştan ağırlaştığına şahit olmuştum. Parmakları usul usul
pürüzsüz tenimi okşuyorken, kendime engel olamamış, bacaklarımı daha fazla ona itmiştim. Anında
ağzının içine çekilmişti alt dudağı, burnundan verdiği sesli soluğun tek işiteni bendim o an. Karşı karşıya
birbiri için yanıp tutuşan iki adamdık, iki adam... Tek günah. İki günahkâr.

Parmaklarını tenime sürte sürte zemine indirdi. Ayaklarımız hâlâ birbirine değiyorken, bu sefer ben
hareketsiz kalamamış, onun yumuşak dokunuşlarının aksine, daha belirgin tepkilerle parmak uçlarımı
bileklerine değdirmiştim. Utançla gözlerimi ondan kaçırırken son gördüğüm, gülmek üzere olan
yumuşamış ifadesiydi. Vücudumda bana yabancı olan, alt bedenimde acı verecek kadar kuvvetlenen
hareketlenmeyle bacaklarımı birbirine bastırmıştım. Günahkâr, bunu fark edince dudaklarını ıslatmış,
ardından sanki dayanamıyormuş gibi gözlerini yumup dirseklerini masaya dayamıştı. Alnına koyduğu bir
eli, tenine sertçe baskı yapıyorken, gözüm diğer eline takıldığında duraksadım. Zihnim, tattığı bu eşsiz
hissin onlarca rengi arasında kaybolmuş, silikleşen doğrusunu gözden çıkarmıştı. Aldığım hızlı nefesler
nedeniyle kuruyan dudaklarımı kısa aralıklarla ıslatıyor da olsam, yeterli gelmiyordu.

Hafifçe, ses çıkarmadan oturduğum yerde geriye yaslandım. Bakışlarım, tereddüt ve utanç karışımıyla
masa altına kaydığında, son anda yakaladığım ufak hareketle başımı babama çevirmiş, ardından tekrar
günahkâra dönmüştüm. Sağ eli, karnının üzerinden kayıp kasıklarında duraksamış, parmaklarını ani bir
vazgeçişle durdurarak, avucunu sertçe kendisine bastırıp elini boşluğa bırakmıştı. Ürkmüştüm. Bu
görüntüye şahit olmak dâhi, kendimi anın tüm gerçekliğinden çekip almama sebep olmuştu. Birbirine
usul usul değen ayaklarımızın bağını kestim, yeniden kendime doğru toplamıştım bacaklarımı.
Günahkârın, edepsizce dudaklarıma takılmış bakışlarını görmezden gelmiş, tabağımda kalan yemeği
yemeğe koyulmuştum. Zerre açlık hissetmiyor oluşuma rağmen, ufak bir kırıntı dâhi bırakmadan ne var
ne yok yemiştim. Görüş alanıma, az önce şahit olduğum görüntü her geldiğinde daha da iştahla
saldırdığım yemek, mideme oturmuştu. Bakışları üzerimdeydi. Hâl böyleyken, rahat olabilecek ne bir
alanım vardı, ne de hakkım. 51

Dakikalar içerisinde büyükler de yemeklerini bitirmişti. Sofradan kalkmadan önce son kez dua etmiş,
ardından ayaklanmıştık. Günahkâr, masadan kalktıktan sonra salondan çıkmış, biz kalkana dek de aşağı
inmemişti. Yarım saat kadar süren sohbet, ne kadar derin olursa olsun içine giremeyeceğim kadar
havada kalıyordu. Aklım dağınıktı. Zihnim bulanıktı. Yine yolunu kaybetmiş bir derviş gibi kendi içimde
adımlıyor, karşılaştığım her manzaranın yabancısı olarak kalıveriyordum ortada. Topladığım tüm güç, tam
anlamıyla ayaklarımdan akıp gitmişti vücudumdan. Oturduğum yerde köşeye büzülmüş, babam gitmemiz
gerektiğini söyleyene dek de kıpırdamamıştım. 22

Ayağa kalktığımız vakit, görüşme faslında salonun kapısında bekleyen günahkârı görmemle, vücudum
yeniden farklı bir heyecanın içerisine girmişti. Önde babam, arkasında Choi Wook, onun arkasında da
ben odadan çıkıyorduk ki, köşede bekleyen Taehyung anı kollayıp, yanından geçiyorken parmaklarını
elime sürtmüş, kokumu aradığını anlayacağım şekilde derin bir nefes çekmişti içine. Refleks olarak ona
dönecek gibi olduysam da, kendime engel olmuştum. Tepki vermeden yanından geçip gittim. Dış kapıya
çıktığımızda, gece için teşekkürlerimizi etmiştik. Babam ne kadar müteşekkir olduğundan bahsediyorken,
son kez, ufak bir heyecanla, arkada dikilen günahkârın gözlerine baktım. Öyle diri ve tazeydi ki bana
bakışları, üzerimdeki yumuşak tesiri, ilk kez canımı sıkmayacak bir utanca neden olmuştu. Başımı eğmiş,
babam son sözünü diyene dek kaldırmamıştım. Ardından veda edildi, bahçeden çıkana dek kapıyı
kapatmayan adam, arabamıza ilerlediğimizi görünce evine geri girmişti.

Babam, şoför koltuğuna oturacağı sırada, sokağın başında, ağaçların yanında dikilen bedeni görmemle
duraksamıştım. Jimin, uzaktan uzaktan yüzüme odakladığı bakışlarını, beni görmesiyle çekmiş, gövdesi
onu saklayacak kadar büyük ve geniş olan ağacın arkasına çekilmişti. Yabancısı olduğum bir duygu kanımı
baştan aşağı ele geçirirken, yerime oturmuştum. Aklımdan geçen tek bir soru vardı, neden? Gecenin bu
vaktinde, neden sokağın başında duruyordu? Derin bir uykuya çekildiğini sandığım mantığım, tüm
coşkusuyla ayaklanıp karşıma dikildiğinde, duygularıma eziyet eder gibi en aşağılık cevapları dizmişti
önüme. Onu bekliyor, dokunuşu için Tanrı'nı yok saydığın adamı bekliyor. Sana değen parmakları, bu
gece de onun bedeninde yaratacak, adını dâhi bilmediğin dokunuşları.

Babam arabayı çalıştırdığında, zihnimde dönüp duran her cümlenin keskin vuruşlarını, ses çıkarmadan
kabullenmek zorunda olduğumu anlamıştım. Yol boyunca içim içimi yemiş, aklımda yarattığım türlü türlü
senaryoların ruhuma ettiği eziyeti defalarca kez yaşamıştım. Tüm gece, gözümde koca bir felâkete
dönüşmüştü. Zararlı çıkan, hasar gören, tamir edilemeyecek olan yine bendim. Tüm göğsümü eksiksiz
gezen bu zehir, kuvveti daha da büyüyemez sandığım sıralar, bir diğer darbesini de işitsel olarak
geçirmişti bedenime.

Araba durduğunda evimize geldiğimizin farkına varmıştım. İnmek için yeltendiğim esnada, babam uzanıp
bileğimi kavramış, keskin gözleri, benim bakışlarımı yakaladığında, dokunuşunu kesmişti. Çatık kaşları
daha da çatıldığında, korkum tenime bir yılanın dilinden akıttığı keskin zehir misali bulaşmış, babam
dudaklarını aralamıştı.

"Tanrı'nın, oğlumu kötü olandan korumam için verdiği bir işaret miydi bu, bilmiyorum. Ne sen soru sor,
ne de ben açıklamasını yapayım. Detaylar önemsizdir böyle meselelerde, sonuç her zaman aynı doğruya
çıkar çünkü," Boğazını temizlemiş, ardından devam etmişti. "Taehyung'la görüşmeyecek, konuşmayacak,
iletişime geçmeyeceksin. Böyle bir ortamın yaratılacak olması zaten zor olsa da, seni uyarıyorum. Arınmış
bir ruha ev olan beden, hâlâ her baktığımda huzursuz hissettiriyorsa bana, orada muhakkak bir yanlış
vardır. Sözlerimi dikkate al, ikiletme." Ardı ardına dizdiği cümleleri son bulduğunda, araba kapısını usulca
açmış, dışarı çıkmıştı. Gün sonunda en büyük darbeyle dizleri üzerine yığılmış bir insandan farksız
oluşuma karşın, zoraki hareketlerle onu takip etmiştim.

Attığım her adım, yerin altında fokur fokur kaynayan alevleri bana ev hâline getiriyor da olsa,
hatırladığım bir cümleyle, yenik düştüğüm günahkârın çehresi geldi gözlerim önüne. Bakışlarım
donuklaşmış, kirpiklerimde takılı kalan dolgun bir göz yaşı, usulca dudaklarım arasına yerleşmişti.

"Ama Jeongguk, inan bana, düştüğüm o şehvetin tadı, sizin kutsal kitaplarınızda tarif edilen ateşin
içerisinde binlerce kez yanmaya değer,"

Her birinize tek tek güzel yorumlarınız için cevap veremiyor da olsam, burada küçük bir teşekkür
etmek istedim. Sizin şevkle okuyor oluşunuz, benim yazma isteğimi en kuvvetli tetikleyen unsur. Bu
yüzden teşekkür ederim, umarım ilginiz daim kalır.♥
9.bölüm
"Fakat bütün şeylerin sonu yakındır; şimdi akıllı olun ve dua etmek için ayık olun; her şeyden evel
birbirinize olan sevginiz coşkun olsun, çünkü sevgi birçok günahları örter."

1.Petrus 4:7-9

9.BÖLÜM

-VAZGEÇİŞ-

Ayna karşısında gördüğüm yansımam, zaman uzayıp kıyımdan köşemden geçtikçe soluyordu. Ellerimi
lavabonun kenarlarına dayamış, yüzümü seyrediyordum. Boşluğa bakar gibiydim; alışkın olduğum bu
çehre git gide yabancılaştığından, seyrettiğim insanın kendim olduğunu kabullenemiyordum. Gözlerimin
içine baktıkça, kimsenin uzanıp da göremediği günahlarım birer birer dökülüyordu önüme. Koyu, sözde
kutsal sayılan irislerime yerleşmiş her nokta, yasak bir tenden aldığım şehveti bağırıyordu kulaklarımın
dibinde. İşitmeye aşina olduğum bu ses artık beni titretmiyordu. Yaşamadın, hepsi birer sanrıdan
ibaretti diyerek kandırdığım benliğim; artık aslolanı ayırt edecek kadar uyanıktı. Şahit olmuştum; temiz
sandığım insanın içindeki bastırılmış karanlığa, masumluğumun arkasında tüm sinsiliğiyle gizlenmiş
şeytanıma, ihtiyaçları olan utanmaz erkekliğime, dirilmek için yıllardır bekleyen uykudaki hislerime,
hissedeceği en ufak sıcaklığa teslim olabilecek kadar muhtaç, doyumsuz ruhuma... Şahittim artık.
Kabullenilmiş, korkunç bir gerçekle yüz yüzeydim.

Vakit kolay harcanıyordu. Kiliseye gecikmek istemediğimden, yerimden doğrulduğumda attığım her
adımı hızlandırmıştım. Üzerimde lekesiz, şehirdeki iyi bir sanatkâr tarafından dikilmiş, henüz ilk defa
giydiğim manastır kıyafetlerim vardı. Hayatımda yeni olan herhangi bir şey, diğer tüm unsurları etkiliyor
gibi hissettiğimden, baştan başlıyor olduğuma karar vermiştim. Dün gece üst üste aldığım darbeleri
silemiyordum aklımdan. Onu bildiğimden, öğrendiğimden beri bıraktığı hiçbir ize uzanıp da etki
edemiyordum. Ancak artık sınırdaydım; tüm değerlerimin altında öyle kuvvetle eziliyordum ki, başa
çıkmak, üzerine üzerine yürümek, koyvermek yoktu zihnimde. Silecektim, olmamış sayacaktım. Devam
edecektim kaldığım yerden. Görmezden gelecektim. İnandığım ne varsa koruyup kollayacak ve ağır bir
günaha esir düşmüş, dinimi alaya alan bir genç adamın ağına düşmeyecektim. Biliyordum,
yapabileceğimi biliyordum. Neden olmayacaktı ki? Gece boyu Tanrı'ya yalvarmıştım, işittiği mahcup ve
buruk sesime karşılık verecekti şüphesiz. İçimde birkaç saat içerisinde yer edinen bu tutkulu güç, O'nun
belki de tüm bu yanlışlarımın üzerine verdiği son hediyeydi. Değer bilen bir kul olacak, karşısında utançla
başımı eğmeyecektim bir kez daha.

Kilise bahçesine yaklaştığım sıralar çalınan çan, insanları kapı önüne toplamıştı. Her ayinde görmeye
alışık olduğum yüzlerin arasında korkuyla gezindim. Oyununa devam etme zorunluluğu hissettiğinden,
hayatını bu şekilde daha rahat yaşayabileceğine inandığından, şimdi, tüm sahteliğiyle Tanrı'mın evinde
olma olasılığı oldukça yüksekti. İri gözlerim, etraftaki kalabalığı yüzeysel olarak taramış, buna rağmen
ona rastlamamıştı. Derin bir rahatlama eşliğinde indirdiğim omuzlarım, yavaştan yüklerini bırakır gibiydi.
Yenileniyordum, kuvvetli inancım ne zaman bir boşluğu esir alıp, beni yarattığı kutsal alana çekse,
dünyevî tüm varlığımdan arınırdım.

İçeri girdiğimde, daha fazla bakınmamakta karar kılmıştım. Yüzünü görecek olmak, az sonra edeceğim
dualar esnasında aklımı bulandırabilirdi. Geçen sefer kalkıştığı gibi, arsızca yanıma gelip, dokunmakta
ısrarcı olabilirdi. Göz yumamazdım bu defa, sessiz kalıp da ona yer veremezdim. Bu yüzden yok saydım;
henüz kesinliğinden emin olamadığım varlığını da, yokluğunu da yok saydım. Koltuklarına yerleşen
insanlar arasında, gözlerim babamın üzerinde sabitlenmişken yürümeye devam ettim. Ön taraflarda
bulduğum boşluğa geçmiş, aynı eski, sıradan fakat buna rağmen belirli bir düzene sahip olan hayatımdaki
gibi, yolunu harita bellediğim adamı seyredalmıştım. Tüm ayin boyunca da, bir an olsun beni girdiğim bu
ruhanî derinliğin içerisinden çekebilecek etmenleri düşünmemiş, günahkârı hatırlama gafletine
düşmemiştim.

onlara yaklaştığımızda, herkes ses çıkarmadan ayağa kalktı. Her pazar takındığı ciddiyet ve buna rağmen
eksiltmediği samimiyetiyle haç çıkaran babamı takip ettik. Tüm cemaat, tek bir ağızdan, "Rabbimiz, İsa
Mesih, sana övgüler olsun," dediğinde, babam İncil'den bir kısım okumuş, ardından, "Dinlediğimiz bu
kutsal sözler için, İsa Mesih'e şükredelim," demişti. İnsanlar bir kez daha toplu olarak şükrünü ettikten
sonra, İncil'i dudaklarına götürüp sakin bir edâyla öptü. Elindeki kitabı sıkı sıkı tutuyorken, yavaşça başını
kaldırdı. Gözleri gözlerimi buldu. Söyleyeceği cümlenin ne oluğunu bildiğimden, bu esnada bana bakıyor
olması ruhumu sıkmıştı. Bakışlarımı ondan esirgemedim. Alçalttığı sesiyle, "İncil'in sözleri sayesinde
günahlarımız bağışlansın," dedi ve ayini bitirdi.

Yanımdan geçip giden insanlar arasında, bir süre olduğum yerde bekledim. Her defasında son bulduğunu
sandığım bu eziyet, kaybolduğu zamanlar daha da yüklenip, zamanını kolluyor ve ortaya çıkıveriyordu
sanki. Bir şey görmediğinden, bilmediğinden kesinkes emin olduğum babam, Tanrı'nın ona verdiği güçlü
sezgilerle tutumlarını belirliyordu şimdi. Oğlunda bir gariplik hissettiğinin bilincindeydim. Ölçüp biçiyor,
hiçbir detayı kaçırmayan keskin gözleriyle beni her anımda tartıyordu. Önceden şahit olmadığı bir
yabancılık vardı, adanmış varlığımın aksadığını, sarsıldığını görüyordu. Henüz sahip olduğu bu düşüne
yalnızca bir öngörüyken, bunun onu ne denli rahatsız ettiğini, şüpheye düşürdüğünü anlayabiliyordum.

Bir anlığına daldığım ellerimden çektim bakışlarımı. Kilise içerisinde tek tük insan kalmış, onlar da
bahçeye doğru ilerliyorlardı. Uyuşuk hareketlerle ayağa kalktım. Arkamı döndüğümde, kapının hemen
girişinde, babamın birisiyle sohbet ettiğini görmüştüm. Karşısındaki kişi her kimse, merdivenin sol
kısmına doğru yaslandığından görüş alanıma alamıyordum. Ancak onlara doğru ilerlediğimde, babamın
yüzünde git gide sertleşen ifadeye tanık olmak iyi hissettirmemişti. Öyle ki bir an duraksadım; korkum
dört bir yanımdan alelacele vücuduma tutunmuş, atmak üzere olduğum her adımın önünü kesmişti.
Buna rağmen, şimdi ne yaşanıyorsa karşısındaki insanla arasında, müdahale edip etmememin bir yararı
dokunmayacaktı kimseye. Dâhil olmak, en azından içimi kemirecek şiddetli bir şüphenin şimdiden
sonunu getirirdi. Tekrar yürümeye başladığımda, bitireceğim o yolun sonunda, henüz birkaç gün önce
kurabiyelerinden aldığım adamı görmeyi beklemiyordum.

Adam, kapıyı geçtiğim gibi gözleriyle yakalamıştı beni. Yüzünde sakin bir tebessüm vardı, babamın aksine
durum onun açısından bir sorun yaratmamış gibiydi. Başıyla beni selamladıktan sonra, varlığımın hemen
arkasında olduğundan haberdâr oluşuna karşın, yüzünü tenezzül edip de dönmeyen babama odakladı
bakışlarını.

"Ah, evet. İşte bu genç. Oğlunuz, gece vakti kurabiyelerimden yemişti," Kalakalmıştım. O gece, o kapıdan
ayrılıp da koştuğum yollar, yolun çıktığı ev, evin içerisinde yaşananlar, günahkâr... Hepsi bir bir aklıma
sızdığında, yeni başlangıcıma ayak uydurmak için zorladığım neyim varsa darmaduman olmuştu. Nasıl
unuturdum verdiğim sözü? Kendime, az da olsa babama yansıyan tüm ikilemlerim, topluma da
yansıyordu şimdi. Babama çevirdim bakışlarımı yavaşça, göğsü hızla alçalıyor, yükseliyordu. Bakışları,
karşısındaki adamın göğsüne değiyordu. Utandırmış mıydım onu? Gözlerimi yumdum. Önüme
kenetlediğim ellerim hâli hazırda üşümüş de olsa, içimdeki bu tedirginlik geçen her saniyede soğuk soğuk
vuruyordu darbesini tenime. Kaçışım yoktu.

"Pek saygın, pek uysal. Kiminle bir muhabbet içerisine girsem, muhakkak duyuyorum adını," Cesaret edip
de babama bakacak yüzüm yoktu. Dudağımın içerisinde ufak bir et parçasını kavramış, insanların
karşısında kendimden önce onu, tek dayanağımı, küçük düşürmemek için kendime eziyet ediyordum.
Bedensel acım harekete geçip, içsel olanın önünü kapatabilsin diyeydi tüm bu çabam.

"Öyledir. Sağ olun," Başını bana çevirmişti. Karşılık veremeden, usulca zemini seyretmeye devam ettim.
Vücudum kasılmıştı. Ellerimi öyle sert kenetlemiştim ki birbirine, titreyişleri bileğime dek tenimi kapatan
kalın kumaşı sarsıyordu. Derimin üzerinde belirginleşmiş açık yeşil damarlarım, kan akışı aksadığından
kalınlaşmış, belirginleşmişti. Dudaklarımı serbest bıraktım, ciğerlerime hafifçe süzülen temiz hava
eşliğinde araladım gözlerimi. Hemen çaprazımda duran adam, bakışlarını bana çevirdiğinde, içinde
bulunduğum ruh hâlinden hızlı sıyrılamamıştım. Donuklaşan gözlerim, adamın erittiği sıcaklığına karışmış,
ardından yapmacık bir samimiyetle ışıldamıştı.

"Çok üzgünüm efendim, aklımdan çıkmış. Size o kadar da söz verdim oysa, affedin. Kendimi mahcup
hissediyorum," Babamın üzerimdeki bakışları gittikçe genişliyordu, insana kendi rotasını şaşırtan şiddetli
bir akıntı gibiydi, ona doğru çekiliyor olmama rağmen direniyordum. Bakmamakta ısrarcıydım.

"Üç beş kuruşun lafını, Tanrı dostuna yapar mıyım hiç? İçini rahat tut. Saygıdeğer pederimize denk
gelince, laf üstü aklıma geliverdin. Manastır eğitiminden konuşuyorduk. Kardeşlerin kasaba içerisinde
dolaşmak için izne pek tabî tutulmuyor, biliyorsun. Seni hava kararmışken gördüğümü hatırlayınca, akıl
karışıklığımı gidereyim istedim," Babam, adamın edebileceği herhangi bir kelimeye daha tahammülsüzdü.
Lafı uzatmadan, üzerimdeki gözlerini çekip, adama odakladı. Bakışları tereddütsüz, hiçbir utanç yahut
suçluluk duygusu içermiyordu. Her zamanki özgüveni, dik duruşu, etkisi altına alan keskin ses tonu
yerindeydi.

"Gün içerisinde uğrayacağım küçük dükkânınıza. Bir kez sözünü vermiş oğlum, başka sefere zengin
gönlünüzden olsun," Sonrası hızlı gelişmişti. Babamın sözleri üzerine, adam ısrarcı olmadı. Selamlamasını
yaptı, mahcubiyetle gözlerime baktı, ardından çekip gitti. Koskocaman bir alanda, Tanrı evi önünde,
bahçedeki insanlar arasında, yalnızca iki kişi kalmış gibiydik. Ne o bana bakabiliyordu, ne ben ona. Bir
süre öylece yan yana dikildik, gözleri, arkadaki kalabalıkta dolandı, ardından sıkıntılı bir nefes verip bana
döndü.
"Eve uğra, ardından da manastıra dön. Başka bir şeyle meşgul olma. Bu hafta ziyaretine erken
geleceğim," Ses çıkarmadım. Babam bir kez daha başını kaldırıp, bahçede belli bir yere bakmış, ardından
kısa süreliğine gözlerimi bulmuştu. O ufacık zaman diliminde öyle bir bakmıştı ki, günlerdir kaçırdığı
gözlerinde, benden alıp da sakladığı ne var ne yok sığdırmıştı içine. Yine de bir yorumda bulunamadım,
dilimde ilk kez böylesi bir tutukluk vardı. O kilise içerisine geri dönerken, ben de eve gitmek için
merdiven basamaklarına yönelmiştim.

Attığım adımlar savsaktı. Hangi yolu yürüdüğümün ayrımında değildim, zihnim ezberlerini ayaklarıma
akıtmıştı. Ben başka bir varlıktım, bir makineden farksız bedenim başka. Bugüne özel nazik muamele
ediyordu bana, yerinde olmayan algılarımı görmezden geliyordu. Önüme çıkan irili ufaklı her taşa
vuruyordum bilinçsizce. Sağımdan, solumdan gelen türlü türlü ses vardı. İnsanların, eriyen bir mumun
boyut kaybedişi gibi gittikçe belirsizleşen kelimeleri, arabaların gürültülü motorları, esnafların bağırışları...
Sokaklar ardı ardına girdikçe, kendi iç sesim arsızca önümü kesmiş, şiddetle kanıtlanma çabasına girmişti.
Etraf sessizleşti, kendimde kaybolduğumu sanıyorken yolları karıştırdım. Öyle ya, farkındalık dâhi
durdurmadı beni. Yürüdüm, yürüdüm, attım adımlarımı... Ta ki ardımdan yükselen, gürlüğüne rağmen
tereddüt barındıran o coşkun sese dek.

"Jeongguk,"

Duraksamam bir saniye ya sürmüş, ya sürmemişti. Bu tonlamanın, bu derinliğin hangi insandan bana
ulaştığını anında kavramıştım. Çölde susuz kalmış bir derviş kadar yorgun hisseden vücudum, aniden
doğrulmuş, hızlı adımlarla önündeki yolu yürümeye başlamıştı. Nereye kaçarsam kaçayım, nereye
saklanırsam saklanayım, bir şekilde bana ulaşacağını biliyordum. Buna rağmen ümitsizce, çaresizce
koştum. Üst üste gelen bunca yıkım sonrası, ellerimde sebebi olduğum ölü bir bebeğin bedenini taşır gibi
hissettiren bu günahı, onun çehresinden bir kez daha içmeyecektim. Bugün, artık gücümün beni terk
ettiğini, birbirine dolanan, beni düşmenin eşiğine getiren ayaklarımla fark etmiştim. Vücudum beni
taşıyamayacak kadar bitkin, nefret doluydu. Bunca koşuşturma arasında, tüm girintilerine çıkıntılarına
âşina olduğum bu kasabanın, çıkmaz sokağına girmemle, kaçışım son bulmuştu.

Etrafı birkaç saniyede taramış, her yanı yaşlı meşe ağaçlarıyla kaplı bu dar sokakta, kaçacak yer
olmadığını fark edince arkamı dönmüştüm. Dönmemle, hemen ardımda bekleyen günahkârın göğsüne
çarpmam bir olmuştu. Saçları, bu kısacık zaman dilimi içerisinde tenime sürtündüğünde, korkuyla geriye
adımladım. Yüzünde, durumun anlamsızlığına bir tepki olarak beliren kuşkunun yanında, sertliği ve
ciddiyeti yerinde duruuyordu. Ne kadar hatırlamaktan haz etmiyor da olsam, hâlâ onu ilk gördüğüm
zamanki gibi, bana babamı anımsatıyordu.

Ondan uzaklaşan bedenimi süzdü baştan aşağı. Koşuşturmalarıma ayak uydurmuş olmalıydı ki, aynı
benim gibi nefes nefeseydi. Aralık dudaklarından çıkan her soluğu, tenini kurutuyor, göğsündeki
hareketlenmeyi daha da görülür kılıyordu. Siyahlar içerisindeydi bugün de, saçları dalgalıydı. Kaliteliydi
giyindiği her kumaş, kasaba içerisinde bulunmaz türdendi. Hâli vakti yerinde olan babasını düşününce,
kıyafetlerini şehirden aldığı kanâatine varmıştım. Bakımlıydı. Teninde hiç solmayan, doğal bir ışık
kaynağından üretilmiş gibi göz alan parıltı belli ediyordu kendisini.

"Kaçıyorsun," Tek bir kelimesi, sıkıntılı bir ifadeyle yeri seyreden gözlerime esmiş, akışını durdurabilmek
için türlü türlü çabalar verdiğim gözyaşlarımın yolunu açmıştı. Omuzlarımı yükseltecek kadar derin bir
nefes aldım. Hayatının hiçbir döneminde, saygısından hariç hiçbir sebeple başını eğmeyen ben, şu sıralar
utanmaktan, korkmaktan kimseye bakamaz olmuştum. Göğsüm titriyordu, parmaklarımda ince bir sızı...
Artık katlanması güçleşen bu acı, ellerime birikmişti sanki.

"Çekilin önümden," Aramızdaki mesafeyi kolluyordum. Ayaklarımızın altında, en ufak bir hareketimizde
patlayacak, ortalığı toz dumana katacak birer mayın varmış gibiydi. Birbirimizle karşı karşıya geldiğimiz ilk
anki duruşumuzu bozmamıştık. O, hâlâ inatla yüzümü seyrediyordu, artık yabancısı olmadığım bakışları,
tanıdık bir ağırlıkla binmişti sırtıma.

"Çekilmeyeceğim, konuşacaksın benimle." Aniden başımı kaldırmıştım. Yüzünü es geçip, henüz öğle
vakitlerinde oluşumuz sebebiyle, gri bulutların arasından sızan, rengi silikleşmiş güneş ışığına baktım.
Gözyaşlarım tenime değmesin, karşısında güçsüz düşmeyeyim diyeydi tüm çabam. Ağlamak, hele ki tüm
yanlışlarımın yegâne sebebi olan bu adam karşısında ağlamak, gururumu perişan ederdi.

"Ne sanıyorsunuz kendinizi? Bana emir verebilecek haddi nasıl bulabiliyorsunuz kendinizde?"
Dakikalardır köşe bucak kaçtığım gözlerinin esiriydim o an. Bakışlarımız değdiğinde, dudaklarımdan
dökülecek olan hiçbir kelimenin samimiyet içermeyeceğini kavrayabilmiştim. Kendime ne kadar
yabancılaştığımı düşünürsem düşüneyim, içimde görmezden geldiğim o kişinin, gerçek benliğim
olduğunu biliyordum. Ancak bu açıklığı, yine yalnızca kendime gösterebilirdim. Çünkü henüz tanıştığım
bu yeni çocuk, bu yeni genç, aslım olduğunu sandığım Jeon Jeongguk'un tüm hayatına, değerlerine,
inanışlarına tersti.

Günahkâr, alaya alacağını sandığım cümlelerimi, başından beri takındığı ciddiyetiyle dinlemişti. Kaşları
çatılacak gibi olduğunda kendisini durdurdu. Ardından başını eğdi, bir süre sessizce bekledi. Siyah
botlarıyla, sokak taşları arasına girmiş koyu kahverengi toprağı eziyordu.

"İçinde tutabilecek misin?" Yüzüme bakmadan konuşmuştu. Sanki önemli bir şeyle ilgileniyormuş gibi,
ayağının ucundaki toprağı eşelemeye devam etti. "Gün geçtikçe gözlerin gölgeleniyor Jeongguk,"

Son cümlesinin ardından başını kaldırmış, işittikleri sebebiyle sarsılan beni, göz hapsine almıştı. Çenem,
ellerim, bacaklarım... Tir tir titriyordum. Parmaklarımı avucumun içine doğru bükmüştüm; kısacık olan
tırnaklarımı derime keskin bir hamleyle batıracak kadar kuvvetli sıkıyordum kendimi. Tek varlığı, tek
armağanı ve yine tek sığınağı, Tanrı'nın gözlerine kondurduğu parıltı olan bir kul, aciz bir insan için
duyabileceğim en ağır cümleyi işitmiştim. Bana öğretilen buydu; çocukluğumdan beri kabul ettirilen
buydu. Ben seçilmiş, kutsal, kirlenmeyecek olandım. Günah kavramı yoktu, günaha sebep olabilecek
hiçbir kavram ne aşılanmış, ne yaşatılmıştı bana. Şimdiyse zorda, çıkmazdaydım. Hem sokağın çıkmazı,
hem ruhumun çıkmazı beni ıssız bir ormana hapsetmişti. Ne tarafa yürürsem yürüyeyim, adımlarım yıllar
sürse bile aydınlığa erişemezdim.

"Siz de mi göremiyorsunuz?" Sesim kırılmıştı. Konuşmaya başladığım anda, iki gözümden birden akan
gözyaşlarım, kuru dudaklarım arasına yerleşti. Günahkâra doğru bir adım attım hevesle, parmaklarımı
gevşetmiş, kasılmaktan ağrıyan eklemlerimi görmezden gelmiştim.
"Gerçekten... Göremiyor musunuz? Artık orada değil mi?" Ses çıkarmıyordu. Bozguna uğramış gibiydi.
Ömrümün ilk ve belki de sonrasını, canıma mâl olacağından yaşatmayacak olan küçük kıyametim,
karşımda benimle beraber yaşıyordu yıkımımı sanki. Düz bakışlarla yüzümü seyrediyor, bulanıklaşmış
görüş alanımdan seçebildiğim kadarıyla, ağır ağır nefesleniyordu.

"Günahlarım gölgeledi ışığımı, çaldılar. Sebep oldular," İçli içli ağlıyordum. Ne gururum, ne utancım, ne
endişem vardı. Aklım durmuştu, titreyerek ağlıyor, çaresizce etrafa bakınıyordum. Kirli ve lekelenmiş bir
ruha ait beden, karşıma geçmiş ve bana, ışığımın günden güne silindiğini söylemişti. Bunu ondan duyuyor
olmak dâhi böylesine ağır geliyorsa, bir gün babam da bana bakar, övündüğü biricik, kutsal hediyemi
göremezse... Ne yapardım? Nasıl başa çıkardım?

İki elimi de yüzüme kapatmış, belimi büküp öne eğilmiştim. Hıçkırıklarım ardı ardına dudaklarımdan
dökülüyorken, bir süre öylece beklemiş, ardından zorakî bir güçle ağlayışımı kontrol altına almıştım. Islak
yüzümü silerek doğruldum yerimde. Artık ruhsal diye diye bastırdığım bu ağrı, sızı, darbe; öyle bir boyut
değiştirmişti ki, soyut olarak hissediyor oluşuma karşın, şimdi bedenime veriyordu taşıyamadığı ne varsa.
Çırılçıplak bırakılmış, onlarca insan tarafından ıslak odunlarla, acımasızca dövülmüş gibiydim. Etimde,
kemiğimde yaşıyordu acı. Sonunun gelmeyeceğini, bunun dinmeyeceğini bağırıyordu yüzüme yüzüme.

"Henüz bir defa olsun bana güldüğünü görmemişken..." Günahkârın cümlesiyle, gözlerimi gözlerine
yükselttim. Sertçe yutkunmuş, ardından bakışlarını kaçırıp devam etmişti. "Ağlıyorsun karşımda. Oysaki
onca zaman sabretmiştim. Yarın... Olmadı yarın, olmadı bir diğer yarın. İllâ ki gülümser diye diye, burada
buldum kendimi,"

Çenemin titreyişi durmak bilmiyordu, alt dudağımı ağzımın içine çekip, üst dişlerimi sertçe tenime
bastırmıştım. Bildiğim tek çareydi bu, acının yönünü değiştirmek. Reddeder gibi yavaş yavaş iki yana
salladım başımı. Yeryüzünde bir defa olsun şahit olmadığım deprem, tüm insanlığı es geçip ayaklarımın
altında can bulmuşken, benden tebessüm arz eden bu yabancıya ne denirdi? Ne denirdi de dinlerdi
sözümü? Bilmiyordum. Henüz kendime bile laf geçiremiyorken, onu isteklerime göre
yönlendirebileceğimi sanmıyordum.

Günahkâr, aramızdaki iki adımlık mesafeyi kapatacak gibi olduğunda, hareketlenen ellerini gördüğüm
gibi korkuyla geriye sıçramıştım. Hafifçe bükülmüş kolu öylece kalmıştı. Dudakları aralandı, ardından
gözleriyle aynı anda kapandı. Eli tekrar bedeni yanına düştüğünde, ilk kez bu durumun bana ettiği
eziyetten bir yansıma görmüştüm yüzünde. Yapmacıklıktan, oyundan, saf tutkudan arınmış, yalnızca
gerçek bir hüzün. Orada, üzerini örttüğü irislerindeydi.

"Dokunmayın bana. Ne olur dokunmayın," Gözyaşları içerisindeydim. Sessiz ağlayışlarım, yenilginin


kabûlünü yaşamış bir askerin, savaşı kaybedişine artık çare bulamayacağını bildiği hâlde, mahcup düşüşü
sebebiyle önüne geçemediği pişmanlığını taşıyordu.

"Dokunmayın, yalvarırım... Beni bana düşman ediyorsunuz, beni bana kırdırıyorsunuz. Yaklaşmayın,"
Havada duran, aslında içimdeki asıl arzuya ters düşen cevabımın tepkisi olarak iki yana salladığım elime
bakıyordu. Hayır dercesine, ki neye hayır dediğinden bihaberdi, iki yana gidip duruyordu. Yavaşça
dizlerime doğru indirdiğimde, tüm gücüm çekilmiş gibi, esen bir rüzgârla yerimde sendelemiş,
günahkârın endişeyle öne atılmasına sebep olmuştum. Ancak yine izin vermedim, bana uzandığını
görmek dâhi içimi kavuruyordu. Eğer dokunursa, biliyordum. Yeniden, daha ağır, daha kuvvetli
mahvolacaktım.

"Gücümü kırdınız. Yürüdüğüm yolları, attığım adımları, zihnimi, fikrimi kire buladınız. Ben ilk kez,
ömrümde ilk kez babamın yüzüne bakamadım. Bunun ne denli ağır olduğunu kavrayabilir misiniz? Hayır,
hayır. Sizin bildiğiniz duygular değil bunlar. Siz şehveti bilirsiniz, dokunuşun yarattığı ateşi bilirsiniz,
geceyi arzuya bulamayı bilirsiniz. Siz yoksunsunuz böyle hislerden. İnancı olmayan bir adam, nereden
bilebilir ki yasağın, yanlışın çiğnenmesinin ne denli büyük hasarlara yol açabileceğini? Korkunuz,
endişeniz yok sizin. Hayat keyfinize uygun, ayağınızın altına serdiğiniz bir halı. Konforunuzdan,
neşenizden ödün vermezsiniz. Peki ya ben? Beni hiç düşündünüz mü?"

Nefessiz kalmıştım. Ardı arkası kesilmeyen cümlelerimin sonunda, titreyen göğsümün kısık bir soluk için
açtığı alandan yararlanıp, akciğerlerime temiz hava hapsettim. Tüm ciddiyetiyle beni dinliyor, gözünü
kırpmıyordu.

"Bana dokunurken, tenime katran gibi yapışan bu lekeyi düşündünüz mü hiç? Gitmiyor da... Biliyor
musunuz? Çıkmıyor. Hep orada. İlk günkü tazeliğiyle," Titrekliği kesilmeyen parmaklarımla gözlerimi,
yanaklarımı silmiş, ardından ıslaklığını üzerimdeki yeni, bana ihtiyacım olan başlangıcı yaratacağını
sandığım kıyafetime silmiştim. Onun da artık, bir öncekinden farkı kalmamıştı.

"Lütfen unutun. Size kendi ayaklarımla geldiğim o geceyi silin aklınızdan. Size müsâade ettiğim anları yok
sayın. Beni yok sayın, ben sizin şehvetiniz karşısında, çaylak bir çocuktan farksızım. Ne istediğinizi
verebilirim, ne de şu saatten sonra buna göz yumabilirim," Hava, öğlen saatlerine rağmen anbean
kararıyor, içimin kiri göktekinden yere akıyordu sanki. Bu köhne sokağın ortasında, karşı karşıya
durduğum adamı es geçip gitmek istediysem de, gözlerime öyle derin, yoğun bakıyordu ki; kalkışacağım
anda engel olacağını biliyordum.

"Sen unutabilecek misin?" Bana doğru birkaç adım attığında, gücümün son damlasını, az önceki
kelimelerimle tükettiğimi bildiğimden, geri kaçamamıştım. Ayakkabısı, benim ayaklarıma değene dek
yakınlaşmıştı. Durdurabildiğimi sandığım ağlayışım, günahkârın kokusu burnuma süzüldüğü anda
şiddettini arttırarak geri dönmüştü. Gözlerim, gözlerine değmenin ne denli bir yıkıma sebep olacağını
bildiğinden, yere odaklanmıştı. Bakışları beni kovalıyordu, düz duran başını usulca soluna eğdiğinde fark
etmiştim bunu.

"Susuyor oluşun beni cevapsız bırakmıyor. Bilincindeyim; aklında neler dönüyor, nelerden korkuyorsun,
hangi yükün altına girdin de böylesine perişan hâldesin," Duraksamış, kokumu soluduğunu anlayacağım
şekilde burnundan uzunca bir nefes hapsetmişti içine. "Hangi dokunuşumun, hediye mâhiyetindeki
ışığını çaldığının... Bilincindeyim," Bakışlarım hâlâ ondan hariç her yerdeydi. Kirpiklerimde asılı kalmış
yüklü bir gözyaşı düşeceği vakit, günahkâr anı kollarmış gibi işaret parmağını çenemin altına getirmiş,
tenime ufak bir mesafede duraksamış, ardından ıslaklık ona bulaştığında elini geri çekmişti. Tam
göğsünün önünde, sırf görebileyim diye yakınımda tuttuğu ellerine baktım. Parmağının üzerinde duran
tuzlu yaşı, bir diğer parmağıyla teni üzerine dağıtmış, benden olanı kendisine katmak ister gibi özenle
okşamıştı cildini.
"Ne okumuştum geçenlerde, biliyor musun?" İşaret parmağını yükseltmiş, dudakları arasına götürüp,
gözyaşımın olduğu yeri usulca emmişti. "Demiş ki yazar, arzu ne kadar güçlü olursa, boyun eğme de o
kadar güçlü olur." Bir süre ses etmemiş, sonrasında yüzünü iyice yüzüme yakınlaştırıp, nefesini
dudaklarıma vererek konuşmuştu. "Ve yine bir diğeri, arzu yakınlıkta yer alır, temasta yok olur demiş,
kaleminden kâğıdına akıtmış," Burnunun ucu neredeyse burnuma değmek üzereydi, ancak engel oldu
buna. Yakınlaşmadı. Olduğu yerde devam etti.

"Yetiştiriliş tarzına, inancına, Tanrı'na olan kuvvetli bağına rağmen bana geldin. Jeongguk, yürüyerek de
değil, koşarak geldin kapıma. Nefes nefeseydin. Ürkek bir kuş gibiydin elimin altında. Damarlarında akan
kanı parmak uçlarımda hissettim, yanı başımızda cayır cayır yanan ateşe rağmen buz kesmişti bedenin.
Boyun eğdin. Sen, bu içinde yer edinmiş, sesini kesmeyen, durdurak bilmeden bağıran arzunu yok
sayabilecek misin? Atabilecek misin aklından?"

Beni böylesine kuvvetli yerlerden yakalayışı, karşısında bir kez daha mağlûp oluşuma sebepti.
Vücutlarımız arasından esip giden rüzgâr, bir sonbahar günü yüklendiği tüm soğukluğu, iki beden
arasında kaybediyor, sıcaklığımızla eriyip yok oluyordu. Günahkâr, iki elini kaldırmış, yüzümü avuçlayacak
gibi yanaklarımın yakınına kadar getirmişti. Tenlerimiz değmedi, mesafeyi koruyordu.

"Mâdem böylesine aşağılanmış hissettiriyorum sana, olduğum yerde kalacağım. Karşına çıkmayacak,
gözlerine bakmayacak, şehvetimi sana bulaştırmayacağım." Ondan duymak istediğim tek cümle buyken,
ulaşmak istediğim tek yer burasıyken, şimdi söyledikleri öyle kuvvetle acıtmıştı ki canımı, kaçırdığım
gözlerim anında gözlerini bulmuş, her karşılaştığımda yeryüzünün cehennemine sürgün eden, buna
rağmen de yaşatan bakışlarına dalmıştım.

"Ama, küçüğüm, bu söylediklerimi unutma. Senin özünde var olan, köşe bucak kaçtığın bu gerçek, en kısa
zamanda ayağına dolanacak," Günahkâr, dayanamıyormuş gibi derin bir nefes daha almış, kontrol
edemediği isteğini gözden çıkararak, dudaklarını yorgun bir arzuyla yanağıma sürtmüştü. "Düşeceksin.
Benim ayaklarımın dibine düşeceksin. Bu düşüş gururunu kırmayacak, çünkü ben sana Tanrı'n gibi, baban
gibi üstten üstten bakmayacağım." İki yanımda duran ellerinden birisini indirmiş, diğeriyle alnımdan
başlayarak saçlarımı kavramış, geriye doğru yumuşak dokunuşlarla ittirmişti. "Sana uzanacak, seni ayağa
kaldıracak, istediğini vereceğim." Saçlarımdan kayan dokunuşları enseme inmişti, parmakları terli tenimi
usul usul severken, devam etti. "İstediğimi alacağım. Doyurmayacak, yetmeyecek. Ama içeceğim seni.
Kana kana, suya hasret bir köle gibi... Tadını içeceğim,"

Taehyung, bir süre ensemdeki kısa saç tutamlarını sevmiş, ardından zamanı daha fazla tüketmek istemez
gibi, yavaşça geriye çekilmişti. Tek bir kelime daha etmedi. Biraz da uzaktan seyretti, gözlerimin içine
içine bağırdı eskittiği her cümlesini. Ardından duraksamadan, tereddüt etmeden bana sırtını döndü ve
sokaktan ayrılıp, bir dahaki yenilgime dek benden vazgeçti.
10.bölüm
''Örtülü olup da açığa çıkarılamayacak, gizli olup da bilinemeyecek hiçbir şey yoktur. ''

Luka, 12:2

10.Bölüm

-ZEHİR-

Güneş henüz doğuyordu. Yatakhâne koridorunun ufak penceresi önünde öne doğru eğilmiş, sonbaharın
eskittiği doğa manzarasını seyrediyordum. Günlerden perşembeydi. Zaman hızlıca akıp gidiyor, beni de
eskitemediği hislerimle birlikte arkasından sürüklüyordu. Sonu gelir sandığım öz hesaplaşmam dur durak
bilmiyor da olsa, neredeyse aylar sürmüş gibi gelen bu dört günlük boşluk, içimi sakinleştirmişti. Oradan
oraya saldırmıyor, önünü kesmek istediğim cümleler için koşuşturup durmuyordum. Buna rağmen, tek
bir şey öyle kuvvetle sarmalamıştı ki tümüyle varlığımı, uykum haricinde her anımda, düşmanını tetikte
bekleyen bir asker edâsıyla yanımda yöremde geziniyordu.

Söz konusu günahkâr olduğu vakit kavram karmaşasına düşüyordum. Her hareketi, her sözü, her bakışı
içimde yabancısı olarak büyüdüğüm duyguların tetikleyicisiydi. Bir şeylerin uyandığının, kıpraştığının; bir
şeylerin tüm gücü, tüm tutkusuyla beni zayıflığımdan yakalayıp, ele geçirmeye çalıştığının farkındaydım.
Ne kadar uzak olursam olayım, beni kavuran, yakıp yıkan, içimde harlandıkça harlanan, arttıkça artan bu
his; özlemden başkası değildi.Elimi ayağımı bağlıyor, anlık şahlanışlarıyla aklımı bulandırıyor, günahkârın
dokunduğu her yanımı tir tir titretiyordu. Başa çıkamıyordum. Sorgulamıyordum. Yalnızca getirisi olan
açlık hissiyatı ve doyma ihtiyacıyla savaşıyordum, o kadar. Zorlanıyor, yeri geliyor kendimi küçük bir
odaya kapatıp, sırtımı yasladığım duvar önünde derin derin soluklanıyordum. Vücudum, henüz tanıştığı,
benim için yeni yaratılmış bir hissiyattan farkı olmayan bu ağırlığı, diğerlerine göre abartılı karşılıyordu.
Ne yazık ki tek bir çaresi vardı, onu da ben reddediyor, kendi iç sesimle muhatap oluyorken şiddetle karşı
çıkıyordum.

Aniden yanımda beliren bedenle sağıma döndüm. Namjoon, ufak pencereden vuran cılız ışığın hemen
önünde duruyordu. Kısa, seyrek kirpiklerini ilk kez böylesine belirgin görüyordum. Aydınlanan yüzündeki
çoğu ince detayı inceledim, ardından önüme dönüp, kaldığım yerden manzarayı seyretmeye devam
ettim.

"Uykusuz kalıyorsun," Pürüzlü sesiyle ani bir sohbet başlatmıştı. Ne bunun derdine yanacak isteğim, ne
de sebebini hatırlayıp, getirileriyle cebelleşecek hâlim vardı. Buna rağmen sessiz kalmadım.

"Olumsuz etkilemiyor. Çocukluğumdan alışkınım hem, zorlanmıyorum da." Sağ omzunu yavaşça duvara
dayamış, ışığın önünden çekilmişti. Tüm odağı bendim, göz kontağını kurana dek bekledi, sonrasında
devam etti.

"Buraya ilk geldiğim vakitler, geceleyin yatağına girdiğin zaman ki huzurunu nâdir bulabildiğini
söylemiştin. Hatırlıyor musun? Gün boyu ibadet edip, Tanrı yolunda çabalayıp, onun rızasını kazandığını
düşünerek uykuya dalmanın, burada, böyle kutsal bir yerde... Özel, seçilmiş kulların sahip olabileceği bir
ayrıcalık olduğunu düşünürdün,"

Gözlerine bakıyorken, bahsettiği geceyi hatırlamış, baktığım yerden zamanda geriye gidip o gün içerisine
kurulmuştum sanki. Fikirlerimi, geçmişe aitleştirmiş bir şekilde konuşmasıyla aniden celallenmiş,
gözlerimi irileştire irileştire tepki vermiştim.

"Hâlâ, hâlâ öyle düşünüyorum!" Oda arkadaşım, usulca başını sallamış, ardından dudaklarını birbirine
bastırıp başını hafifçe yana eğmişti.

"Muhakkak, Jeongguk. Şüphem yok," Bir süre duraksamış, sonrasında devam etmişti. "Ancak... Her ne
kadar seni, bir dayanağa sahip olmayan fikirlerimle rahatsız etmek istemesem de, içinde sıkışıp kaldığın
bir şeyler olduğunu seziyorum. Bir çıkmaz..." Yeniden bir gayretle öne atıldığımda, Namjoon kaşlarını
kaldırmıştı.

"Hayır, hayır. Bir çıkmaz yok ortada, yanlış seziyorsun. İnan yok. Yalnızca... Yetersiz hissediyorum bazı
anlar. Lâyıkıyla yerine getiremiyorum görevlerimi," Bir ihtimal dâhi olsa, bendeki değişimi ve sessizliği
fark etmiş olması ürkünçtü. Her seferinde, bir insan ne zaman açığımı yakalasa, onu diğerleriyle
kıyaslıyordum. Ya onlar da sezdiyse, ya sadece bana belli etmiyorlar, dile getirmiyorlarsa...

"Sana saygı duyuyor, büyük bir güven besliyorum. Ağzından çıkan ve çıkacak olan her lafa tâbiyim. Ancak,
sen de şunu bil ki; içinde sıkı sıkı kapılarını kilitlediğin odalar, bir yerde bir şekilde aralanıyor. Gözlerinde
görüyorum gölgelerini. Kimseler farkına varamaz, sakın endişe etme. Biliyorum seni, herkesin şahit
olabileceğini sanma gafletine düşersin. Düşme. İyi saklıyorsun, yalnızca... Yeterince iyi değil."

Üzerine tek bir kelime edemedim. Başımı öne eğmiş, derin düşüncelere dalmıştım. Yalnızca kendisinin
gördüğünü sandığı gölgeleri gören bir diğer kişi de, günahkârdı. Tam anlamıyla aynı kelimeyi kullanmıştı
hatta. Babam, işin daha çok belirginlik kısmındaydı. Ufak bir hatama şahit olduğundan, kendi aklı
içerisinde binbir kuşkuyla boğuşur hâldeydi ve git gide sönüyor olduğunu sandığı ışığımı, hafta başında
ziyaret için geldiğinde yeniden canlı gördüğünü dile getirmişti. Sebebiyse, başrahipten duyduğu övgü
dolu, her babanın gururunu okşayacak cümlelerden başkası değildi. Çoğu ortak bir fikrin yolcusuydu;
buradan kilometrelerce uzakta olan bir şehirde, ülkenin en köklü ve en disiplinli manastırına, bir keşiş
olarak yerleşebileceğimi düşünüyorlardı zamanı geldiğinde. Bilgilerim taze, hafızam duru ve tempolu,
bağlılığım ise kuvvetliydi. Onların gözünden... Yanımda gerçekleştirilen ufak değerlendirme esnasında,
yine gözlerimi, hayatımda bu denli kutsal gördüğüm iki insandan esirgemiş, buna rağmen utancımın ve
pişmanlığımın önüne geçememiştim. Kötü bir pazartesi sabahıydı. Babamı, onca zaman sonra içten bir
tebessümle görmeme rağmen, günün geri kalanını bir eziyet hâline getirmişti.

Başımı kaldırdığımda, söylemek istediğim cümlelerin hepsini arka plana atmıştım. Namjoon'un boynunda,
bir kez daha karşılaştığım kırmızı taşlı kolyeye gözlerim dalmış, bunu fark eden oda arkadaşım ise telaşla
olduğu yerden doğrulmuştu. Aceleyle gerdanına bakmış, ardından garip bir tebessümle tekrar bana
odaklanmıştı.
"Ah, evet. Bu bakışlarında haklılık payın var," Ses tonu samimiyetsiz bir coşku içerisinde ulaşıyordu
kulaklarıma. İstemsizce kaşlarımı çatmış, ben tek kelime etmeden açıklama ihtiyacı hisseden karşımdaki
tereddütlü adamı dinlemeye devam etmiştim.

"Annemden yadigâr. Neredeyse on sene önce, kıtlık zamanı satayım da, elime geçecek üç beş kuruşla
sefalete düşmeyeyim diye yollamıştı bir aracıyla," Yüzündeki tebessüm yavaştan soluyorken, az önce
benim yaptığım gibi başını eğdi. "Sonrasını biliyorsun... Biz ayakta kaldık diye şükürler ediyor, neşeyle
cıvıldıyorken, kendisi sefil oldu,"

Annesinin, siyasi olarak karışık bir dönem içerisinde açlıktan, telef olmaktan hayatını kaybettiğini
biliyordum. Babasıysa, Namjoon henüz çocuk yaşındayken verem hastalığına yakalanmış, kısa bir süre
sonra da ölmüştü. Anlattığına göre tek çocuktu, ailesini kaybettiğinde de genç yaşında yapayalnız
kalmıştı. Ona yardım eli uzatacak ne bir akrabası vardı, ne de aile dostu. Kendi imkânlarıyla yaşam
mücadelesi vermiş, sonrasında da kaderi onu buraya, manastıra getirmişti. Yaşadığı bu ailevî problemi, o
zamanlar kendine huy edindiği suskunluğunun asıl sebebi sanıyordum başlarda. Ancak sonrasında, içinde
hâlâ cesaret edip de insanlara gösteremeyeceği bir yaşanmışlığın varlığını görmüş, bana açılsın, anlatsın
diye onu zorlamamıştım. Ufak yanılgımı göz ardı etsem de, şimdi, bu endişeli ruh hâline rastlamak, az da
olsa merakımı tetiklemişti.

"Toparlanalım. Kahvaltı yapar, öğleden sonra ormana ineriz," Kaşlarımı hızla çatmış, tüm ilgimin üzerinde
olduğunu belli edercesine bedenimi ona çevirmiştim.

"Ormana mı? Neden inecekmişiz ormana?" Kasabanın bir çıkışında, bir de Livonya Gölü'nün arka
kısmında kalan iki ağaçlık alan vardı. Asıl orman diye adlandırdığımız kısım, günahkârın evinin
yakınlarındaki geniş araziydi. Gölün orada yer alan ise daha çok ağaçlandırılmış, dar bir toprak
parçasından ibaretti ancak zenginliğini hepimiz bilirdik. Verimliydi, ektiğini sana en sağlıklı, en güzel
şekliyle geri veriyordu. Tür çeşitliliği de oldukça fazlaydı.

"Bitki toplayacağız. Kış yaklaşıyor, herhangi bir salgın hastalığa karşı önlemimiz yok. Başrahip bizzat
istemiş. Şimdiden genç kardeşlerin çoğu sonbahar nezlesine yakalandı. Hava daha da sertleşip yeşilliği
harap etmeden gidip alalım ihtiyacımız kadarını," Gerilmiştim. İki tarafta da onunla karşı karşıya gelme
ihtimalim çok yüksekti. Birisi babasının eviydi, öteki herkesten gizli saklı kendisine aitleştirdiği eviydi.
Bunca gün kontrolüm altında tuttuğum ne kadar his varsa, hepsinin iştahla içimde tepindiğini hissediyor,
ayak seslerini işitiyordum.

"Yalnızca biz mi gideceğiz? Neden benim haberim yok?" Namjoon, ellerini kalçası üzerinde bağlayıp, aynı
az önce benim yaptığım gibi pencere önüne eğildi. Dışarıyı gözden geçirirken cevapladı sorumu.

"Yalnızca biz. Rahip Velianos özellikle senin gitmeni istiyor. Bitkilerle haşır neşir olmasını, yeterli bilgi ve
tekniğe ulaşmasını arzuladığı kişi sensin. Benim durumumu zaten biliyorsun, babadan kalma."
Namjoon'un babası, kendi yaşadığı küçük şehrin şifacısı olarak bilinirmiş. Her hastalığa deva olabilecek
ilaçları doğadan hazırlar, bitkilerle arasındaki bağı daima sıkı tutarmış. Her ne kadar becerikli ve bu
konuda bilgin bir insan da olsa, kendi hastalığına çare bulamayışı, hatta çare arayacak vakte dâhi sahip
olamayışı, Namjoon için hâlâ içinde eskitemediği bir acıdan ibaret.
"Pekâlâ, gidelim öyleyse." Pencere önünden ayrılıp da yemek salonuna ilerlediğim vakitler, aklımda türlü
türlü senaryolar canlanmıştı. Karşılaşmamız hâlinde ne yapar, nasıl tepki verirdim kestiremiyordum. Onu
görmüyorken ve görmeyeceğimin bilincindeyken her şey daha kolaydı. Ancak ne zaman bir bakışı değse
gözlerime, tenime ufacık dokunsa, içime işleyecek bir cümle söylese... Tüm iradem yerle bir oluyor,
istekle ayaklarımın altına yatıyordu çiğneyip geçmem için. Yok, hayır. Bunca gün önünde durduğumu,
yeniden diriltmeyecektim. Tanrı'mla aramın yavaş yavaş düzeldiğine, beni affediyor olduğuna, arındığıma
ve ışığıma ulaştığıma inanıyorken, tekrar bir deprem yaratmayacak, enkaz altında kalmayacaktım.

Gün hızlı başlamıştı. Uzun, içten bir ibadet sonrası, ellerimize hasırdan yapılmış torbalar alıp yola
koyulmuştuk. Sessiz başlayan yolculuk, birisi başka uca, öteki başka uca giden ayrıma geldiğimizde, karar
vermek zorunda olduğumuzdan canlanmıştı. Namjoon, ayrılıp, iki orman içerisinde toplanması gereken
bitkileri yüklenip, tekrar burada buluşmamızın daha hızlı olacağını söyleyince karşı çıkmamıştım. Asıl
sorun, hangisini seçmem gerektiğiydi.

"Gölün oradaki ya da kasaba çıkışındaki. Sen karar ver, benim için fark yok." Ellerimi belimin iki yanına
koymuş, derin derin nefesler alarak bir sağımı, bir solumu seyretmiştim. Normalde olsa bir saniye
düşünmez, dilimin ucuna ilk gelen neresiyse orayı seçer, giderdim. Ancak şimdi durumlar farklıydı.
Kendimle büyük bir çelişki içerisine düşmüştüm. Günlerdir yabancılaştığım bu kargaşa, yeniden, daha da
canlanarak karşıma çıktığından afallamıştım. Onu görebilecek olma ihtimalim de, göremeyecek olma
ihtimalim de beni çıldırtıyordu. İki türlüsü de darbe olacak, iki türlüsü de günümü büyük ölçüde
mahvedecekti.

Gözlerimi yumup, bir süre ayak ucumu seyrettim. Böylesine ufak bir meselede, büyük bir ciddiyet
takınmam, Namjoon tarafından nasıl görünüyordu, bilmiyordum ancak ses etmedi. Bekledi. Ardından,
içten gelen bir sesle, olması gerekenin bu olduğuna karar vermiş, bir defa daha düşünmeden kasaba
çıkışındaki ormanı seçmiştim. Namjoon usulca onaylamış, bir, bir buçuk saat içerisinde işleri halletmiş
olmamız gerektiğini söylemişti. Sonrasında yine burada buluşacak, birlikte manastıra gidecektik. Arkasını
dönüp de yokuşu çıkmaya başladığında, içimde henüz şimdiden baş gösteren ufak kıvılcımları göz ardı
edip, yoluma devam ettim.

Adım attıkça, yaklaştıkça içimdeki endişe büyüyordu. Tedirgin gözlerle etrafı kolaçan ediyor, çayırların
üzerine dâhi, etraftaki daim sessizliği bölmek istemediğimden yavaşça basıyordum. Ağaçların arasından
arada yükselen kuş sesleri, bir süre sonra kesilmiş, orada bulunan tüm canlılar beni seyredalmıştı sanki.
Ne yapacağımı merak ediyorlardı. Yolumu sola doğru çevirirsem, günahkârın evine ulaşacak, belli bir
mesafeden de olsa orada olup olmadığını görebilecektim. Düz ilerlersem ormanın içine girecek, ona
görünmeden, onu görüp göremeyeceğim ihtimaliyle boğuşmadan işlerimi halledecek, ardından hiçbir
yük sırtlanmadan manastıra dönecektim. Basit ve en zararsız olanı buydu. Aklıma, mantığıma, vicdanıma
ve inancıma ters düşmeyecek olan, yapılması gereken buydu.

Ancak zihnim, bir süreliğine ev sahipliği yaptığı ufak savaşıma hasret kalmıştı. Kendince türlü türlü
bahaneler üretmiş, günahkârı sebepler arasına katmadan, ormanın eve yakın olan kısmından bitki
toplamam gerektiği kanâatine varmıştı. Hızlı, buna rağmen temkinli adımlarla yoluma devam etmiş,
ağaçlar yavaştan seyrekleşmeye başladığı vakit duraksamıştım. Göğsüm, hızlanan nabzımın heyecanı ağır
geldiğinden sıkışıyor, aldığım her nefesi bir öncekinden daha da güç hâle getiriyordu. Dudaklarım
kurumuştu. Gözlerimi yummuş, titreyen ellerimi bacaklarıma sürtmüştüm hızlı hızlı. Ardından öne doğru
uzanmış, parmaklarımla yaprakları sağa doğru iteklemiştim.

Karşımdaydı. Ölü bir bedenden farksızdı ev. Tek bir canlılık belirtisi yoktu. Ne çekilmiş perdeler sebebiyle
içeriyi görebiliyordum, ne de etrafta, onun burada olduğunu gösterecek bir kanıt. Omuzlarım düşmüştü.
Hiç beklemediğim bir anda kanıma dolan saf öfkeyle öne doğru eğildim. Yol boyunca, ya göremezsem
ihtimali her aklıma sızdığında, üzerinde durmamış, bunun benim için çok da yıkıcı bir sonuca sebep
olmayacağını düşünmüştüm. Şimdiyse, asıl benliğimin ne denli çocuksu bir ümitle beklentiye girdiğini
fark ediyordum. Kızgınlığım kendime, en çok da onu göremeyişimeydi. Belki de babasının evindeydi, kim
bilir? Yanlışı seçmiştim. Bir yandan da mutlak doğruyu.

Bir anda yorgun düşmüştüm. Hevesim kalmamıştı. Tüm bedenim, istediğini alamayan, doyuramadığım,
aç bırakılan ruhumun hayvanî öfkesine eşlik ediyordu. Uyuşarak. Dizlerim üzerine çökmek, o gelene dek
beklemek istedim. Ne olurdu? Kısa bir zaman diliminde, en azından görsel olarak tatmin olur, ardımı
dönüp giderdim. Fazlasında gözüm yoktu. Fazlasına göz koyamıyordum. Bana getireceği zararı, benden
götüreceği ışığı bildiğimden, cesaret edemiyordum.

Öfkemin, kırgınlığa evrildiği sıralardı. Bükülmüş kaşlarım, evin oradan gelen seslerle aniden havalanmış,
vücudum keskin bir heyecana esir düştüğünden irkilerek geriye gitmişti. Yaprakların arasından, bir
hevesle diktiğim gözlerim, Jimin'in ufak bedeniyle karşılaştığında donakalmıştı. Yalnızca gözlerim de değil,
tüm bedenim. Öylece kalakalmıştım. Kirpiklerim dâhi hareketsizdi. Bir süre zihnimi oldukça meşgul eden
bu genç adamın, Taehyung'un evinde olabileceği ihtimalini yaratmamıştım bile kendime. Fakat, evet;
oradaydı. Aralanan kapıdan çıkmış, elindeki odun dolu çuvalı sürte sürte duvara dayamıştı. Sarı saçları
nemliydi, ellerindeki tozu umursamadan alnına dökülmüş tutamları geriye attı. Etrafta kısa bir süre göz
gezdirdi, yüzünde memnun bir ifade vardı. Başını göğe kaldırmış, hafifçe tebessüm etmişti. Ne
gördüğünü görmek istediğimden onu tekrarladım, aynı onun gibi başımı kaldırıp, gri, şekilsiz bulutları
seyrettim. Huzurlu hissettirmiyordu. Ona bulaşan sonbahar tazeliği, benim tüm gücümü kırıp geçiyordu.

Çok beklemedi, arkasını dönüp kapıdan içeri girdiğinde, kapanma sesiyle bir defa daha irkilmiş, sırtımı
eve doğru dönmüştüm. Şahit olduğum görüntü, günahkârı görmemiş olmaktan daha da fazla rahatsız
etmişti beni. Geçen pazar, Taehyung'un evinin oradayken göz göze geldiğimiz gece hissedip,
yabancıladığım duygu; daha da şiddetli bir hazla kanımda geziniyordu. Aldığım her nefes ağırlaşıyor,
büyük birer kaya misali çöküyordu kemiklerim üzerine. Öfkeli, bir yandan durgundum. Müdahale
edemeyeceğimi bildiğim bir gerçekle karşı karşıyaydım. Ben onun hayatına, çok daha sonraları dahil
olmuş bir manastır talebesiydim. Tadına düşkün olduğu şehvet, benim tenimden almaya kalkışacak olsa
silikleşir, su katılmış bir üzüm suyu gibi asıl aromasını kaybederdi. Yakınlıktan, yasaktan, oyundan haz
alıyordu. Dahası yoktu. Günahkâr için, peşinde düştüğü ve yakalaması kolay olan bir avdan farksızdım.
Kendince eğleniyor, gerçekten beni arzuluyormuş gibi davranıp, karşısında titrer hâle gelişimi alay
meselesi ediyordu içinde. Evet, evet. Durum böyleydi.

Ormanın içine doğru adımlayacağım esnada, arkadan gelen seslerle olduğum yerde duraksamış,
bedenimi geriye çekmiştim. Korka korka sağ omzumun üzerinden baktığımda, görüş alanıma önce Jimin,
ardından o girdi. Renkleri olduğu gibi algılayamayan, gittikçe körelen irislerim; yeniden yaratılıp da
bedenime yerleştirilmiş kadar capcanlıydı. Günahkârın yüzünü yakalamıştım, kahverengi saçları alnına
dökülmüştü. Üzerinde koyu gri bir kazak vardı, pürüzsüz tenine öyle yakışmıştı ki; açık arttırmaya çıkacak
nâdide bir tablonun son dokunuşu gibiydi. Bütün renkler, bedenine ilahî yerleştirilmiş öz tenine, akıl
almaz bir ahenk sağlıyordu. Dalmıştım. Aralık dudaklarımdan dökülen her kısık nefesi işitiyor, kurumuş
tenimi ıslatmaya yeltenmiyordum.

Taehyung, arka cebinden çıkardığı sigara paketinden bir dal çekti. Dudakları arasına koyduğu ince dalı
yakmak için etrafı yokladığı sırada, Jimin uzanmış, masa üzerinde duran kibrit kutusunu eline almıştı.
Günahkâra doğru birkaç adım attı, içinden çıkarıp da ateşe verdiği kibritle sigarayı tutuşturmuş, ardından
öylece karşısında duran adamı seyredalmıştı. Uzun bir nefes çekişini, dumanı başını çevirip, rüzgârın
bana sürükleyeceğinden emin olduğum yöne doğru üfleyişini, durgun hâlde ağaçları izleyişini... Başımı
önüme eğdim. Tahammülüm ilk defa böylesine zayıf, böylesine yorgundu. Çifte bir yenilgiyle,
yüklenebileceğimden daha fazlasını omuzlarıma almış, ruhen çoktan yere yığılmış olan varlığımı,
bedensel olarak ayakta tutmaya çalışıyordum. Son defa onlara doğru baktığımda, Jimin, günahkârın
dudaklarındaki izmariti kendi parmakları arasına almış, kendi dudakları arasına sıkıştırmış, aldığı derin
nefes sonrası, zehirli dumanı yavaş yavaş, onun yüzüne doğru üflemişti.

Titremiştim. Hızla ters bir yöne çevirdim başımı. Ses çıkmasını, fark edilmeyi umursamadan, ormanın
içine doğru adımlamaya başladığımda, kanı vücudundan son damlasına dek çekilmiş bir beden, zorla
yürütülmeye çalışılıyormuş hissiyle ilerliyordum. Şakaklarımdan akan terleri elimin tersiyle sildim. Sıkı sıkı
tuttuğum hasır torbanın ağzını açmış, tüm kızgınlığımı parmaklarıma yükleyerek, önüme çıkan her bitkiyi
agresif tavırlarla çekiştirmeye başlamıştım. Hangilerini alıyordum, gerekli miydi, istenen miydi... Üzerinde
duramamıştım. Zihnim odağından şaşmıştı. Az önce karşılaştığım görüntü, durmadan başa saran bir plak
gibi tekrar ediyordu. Dudaklarının değdiği izmariti, bir başkasının kendi dudaklarıyla sarmalaması öyle
iğrenç hissettirmiş, benimle ilgili olmayışına karşın öyle aşağılanmıştım ki; farkında olmadan kastığım
çenem, yavaştan ağrımaya başladığında ağız kaslarımı gevşettim. Somut olanı isteğim doğrultusunda
yönlendiriyor da olsam, asıl önünü kesemediğim sızı, içimde git gide büyüyerek ilerliyor, değdiği her yeri
kül ediyordu. Buna çaresizdim, uzanıp da durduramıyordum ateşini.

Bitkileri hırsla toplamaya devam etmiş, bir süre sonra yorgun düşmüştüm. Parmaklarımın birkaçı,
dallardan batan dikenler sebebiyle yaralanmıştı. Yine de umursamadım. İç çebimde duran mendille akan
kanı silmiş, işime devam etmiştim. Büyük kayalıkların ormanı ikiye ayırdığı alana geldiğimde, elimdeki
hasır çantayı köşeye bırakmış, Rahip Velianos'un en değer verdiği bitkilerden olan ısırganları fark
etmemle birlikte gün içerisindeki en ferah nefesi almıştım. Tehlikeli ve insan dokunuşuna düşman
olduklarından, üzerimdeki manastır giysisini toplamış, altımdaki bol, kumaş pantolonun paçalarını
yukarıya sığırmıştım. Çıplak tenim soğukla karşılaştığında anlık bir irkilme yaşamıştı. Sert hava etkisini git
gide arttırıyor, gök karardıkça kararıyordu.

Taşların altına doğru uzanan bitkiye ulaşmak için, ellerimle kavradığım büyük kayayı, tüm gücümle geriye
doğru ittirmeye başladım. Ağırlığı fazla olduğundan, ben taşı zorladıkça sırtıma, kol kaslarıma, boynuma
ince bir sızı yayıldı. Ancak duraksamadım; büyük kayalık, yerinden hafifçe oynadığı esnada, galibiyete
yakınlaştığımı hissedip daha da güce gelmişken, tüm algılarımın önünü kesecek şiddette bir acıyla yere
yığılmış, göz göze geldiğim yılanın aralık ağzını görmemle, gırtlağımı yakacak kadar kuvvetle çığlık atmam
bir olmuştu.

Hayvan, yanımdan sürüne sürüne hızla kaybolduğunda, sıkı sıkı tuttuğum bacağıma eğdim bakışlarımı.
Akan kanı ve henüz taze olan diş izlerini görmemle başımı geriye atmış, yeniden acı içerisinde
bağırmıştım. Kontrolsüzdüm. Keskin ve git gide etkisini arttıran sızı, bacağım boyunca canıma okuya
okuya geziniyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor, korkuyla etrafa bakınıyordum. Bir yandan burada, yapayalnız
ve çaresiz bir hâlde nasıl yarama müdahale edebileceğimi düşünüyor, öte yandan ise, hayvanın yeniden
gelip de bir şey yapabilecek olma ihtimali elimi kolumu bağlıyordu.

Aklımı yitirmenin eşiğindeydim. Zihnimin her yanı korkuyla ayaklanmıştı, türlü türlü ölüm sahneleri...
Zehrin tenimden içeri sızıp da aktığı yer öyle kuvvetli sızlıyordu ki, her geçen saniye acı eşiğim düşüyor,
dayanamayacağım korkusuyla ağlayışım şiddetleniyordu. Titreyen ellerimi bacaklarımdan çekmiştim, ne
yapacağımı bilmiyordum. Doğrulmak için hareket etmeye kalktıştığım anda, sanki yeni bir saldırıya
uğramışım gibi acı kuvvetlenmiş, beni bir kez daha olduğum yere sertçe geri atmıştı. Göğsüm şiddetle
sarsılıyor, yanaklarımdan akan her ıslaklık tutturduğu ince yolu kaybetmeden boynuma, oradan bol
yakamdan içeri doğru ilerliyordu. Tekrar öne eğildim, yarayla karşı karşıya gelmemle birlikte,
boğazımdan yeniden bir çığlık kopmuş, kuvvetle sarsılan bedenim gücü tükenmiş gibi boylu boyunca
yere uzanmıştı.

Tükenmiştim. Bir çıkış yolu olmadığını, burada acı geçene, acı beni benden geçirene dek mahkûm
olduğumu kabullendiğim sıralar, ağaçların arasından gelen sesle belimi doğrulttum. Günahkârın
büyümüş, endişeli gözleri gözlerimi bulduğu anda, kalan son kuvvetimi harcamış, öne doğru eğilerek acı
içerisinde yüzüne bakmıştım. Çaresizliğe esir olduğumu sandığım anda, onunla karşılaşmak, hassas
ruhuma iyi bir etki bırakmamıştı. Keskin sızıya ağlıyorken, şimdiyse zor zamanımda bana yetişen kişinin o
oluşuna, tanıdık bir yüz görüşüme, bir başıma olmadığımı bana hatırlatışına ağlıyordum.

Koşar adım yanıma geldi. Dizleri üzerine çöktüğünde, bir süre kendinden geçmiş gibi bacağımdaki yaraya
baktı. Aldığı her nefesi, kendi ciğerlerime akıyormuş kadar canlı hissediyordum. Gözlerini, odağını
toparlayabilmek adına sıkıca yummuş, tekrar araladığındaysa yüzüme yakınlaşmıştı. Bakışlarına, artık acı
vücudumu uyuşturduğundan, baygın bir şekilde karşılık vermiştim. Dudaklarını ıslattı. Ardından sağ eliyle
bana uzanıp, terli saçlarıma dokundu.

"Korkma, korkma sakın. Halledeceğim,"

Cümlesini bitirdikten sonra birkaç saniye daha gözlerime baktı, ardından tekrar bacağıma dönmüş, bol
pantolonumun kumaşını tereddüt etmeden tek hamlede yırtmıştı. Eline aldığı uzun bir parçayı, ısırığın
olduğu yerin bir iki karış üzerine sıkı sıkı bağladı. Çıplak tenimde yeniden bir yanma hissettiğimde acıyla
inlemiş, günahkârın gözlerinin bir kez daha bana kaymasına neden olmuştum. Daha da kontrollüydü
bakışları. Titreyen ellerini gördüğümde, anın duygusallığı ve zorluğundan mıdır bilmem, içimde bu
zamana dek kimseye böylesine akıtmak istemediğim merhametim ayaklanmıştı.

Beklemedi. Bir elini diz kapaklarımın altından geçirmiş, diğer eliyle belimi sıkı sıkı kavramıştı. Vücudum,
kolları arasına girdiğinde, sığınağına, güvendiği evine ulaşmış ufak bir çocuk gibi gevşemişti. Sıkı sıkı
tutundum omuzlarına, hızlı adımlarla ağaçların arasına doğru ilerledi. Zaman kaybetmiyordu. Arada, içli
içli ağlayışlarımı işitiyor, endişeyle yüzüme bakıyordu. Hiçbir şey söylemedi. Bir kendi sızlanışlarımı, bir de
dudaklarından dökülen sert solukları duyuyordum. Boynundaki damarı şişmiş, kasları gerilmişti.
Yorulmuş olmasına rağmen hızını kesmedi. Nihayet evine ulaştığımızda, kapıyı ayağıyla tek hamlede
açmış, içeri girmemizle beraber beni nazikçe kanepeye yatırmıştı.

Attığı her adım aceleciydi. Önce bir süre yaramı inceledi, ardından birkaç adımda önüme gelmiş, üzerime
doğru eğilmişti. Bir elini kanepeye dayamışken, boşta kalan eli öyle istekliydi ki bana uzanmak için,
dokunuşunu istemediğimi hatırladıkça kendisine engel olur gibiydi. Aralık dudaklarından çıkan her sıcak
nefes tenime çarpıyor, soğuyarak havaya karışıyordu.

"Buradan şehre gitmek çok zaman alır. Kalkışmayacağım," Bakışları bir süreliğine bacağımı bulduğunda,
öfkeyle gözlerini yummuş, ardından devam etmişti. "Zehri temizleyeceğim. Sakın endişe etme, tamam mı?
Korkacak bir şey yok, korkacak hiçbir şey yok." Bendense, daha çok kendini iknâ etmeye çalışır gibiydi.
Gözlerimdeki bakışları bir anlık içimi titretmişti derinliğiyle. Endişesi öylesine samimiydi ki, bacağımda git
gide etkisini arttıran bu soluksuz sızıyı, kısacık bir süreliğine de olsa unutabilmiştim. Beklemedi,
doğrulduğunda asıl koşuşturma başlamıştı.

Evin içerisinde bir o yana bir bu yana gidiyor, gerekli olan her şeyi kanepe önüne bırakıyordu. Cesaret
edip de neler getirdiğine bakamamıştım. Böyle ciddi bir vakaya rağmen, kendimi tereddüt etmeden onun
ellerine bırakıyor oluşumu aklım kavrayamıyordu. Ancak ruhum... İhtiyacı olan tek dokunuş bencilliğiyle
göğsünü kabartmış, canımı hiçe sayarak bunu kabullenmişti.

Aniden, damarım içeriden bir darbe almış gibi acıyla attığında, belim gerilmiş, boğazımdan ufak bir inilti
kaçmıştı. Günahkâr, koşar adım yanıma gelip dizleri üzerine oturdu. Elindeki beyaz bez parçasına,
yanında duran opak şişeden bir sıvı dökmüş, ardından tenime bastırmadan önce kaygıyla gözlerime
bakmıştı.

"Jeongguk," Nefes nefeseydi. Kontrol altına almak istediği korkusunu, gözlerini sıkı sıkı yumup, derin bir
soluğu içine hapsederek gözden çıkarmıştı. "Canını biraz yakacağım. Dayanmaya çalış. Eğer
dayanabilirsen... Kısa sürecek," Koyu irislerini benden almış, ardından tereddüt etmeden elinde tuttuğu
bezi, yaramın üzerine bastırmıştı.

Belli ki acıyla kıvranacağımı biliyordu, bu yüzden boştaki eliyle bacağımı sıkı sıkı tutuyor, hareket etmemi
önlüyordu. Yaranın üzerini yumuşak dokunuşlarla siliyor da olsa, üzerine döktüğü sıvı öyle yakıcıydı ki,
dinmiş ağlamam tekrar baş göstermişti. Vücudum olduğu yerde defalarca kasılmış, ancak güçlü tutuşu
sebebiyle onu zora sokacak kadar kıpırdamamıştım.

"Hareket etme. Zehre yayılması için fırsat vermiş olursun. Sık dişini," Kanı tenimden tamamıyla
temizlemiş, ardından bezi fırlatır gibi yere bırakmıştı. Ellerinin titremesi geçmemişti, bir sonraki
hamlesinin, onun için daha zor olacağını yüzündeki ifadeden anlayabiliyordum. Yerden alıp da kaldırdığı
kesici aleti görmemle, ağlayışlarım arasında bağırmam bir olmuştu. 26
"Hayır, hayır! Ne olur yapmayın... Ben o kadar dayanıklı değilim," Taehyung, yüzüme bakmaktan itinayla
kaçınıyordu artık. Dizleri üzerinde yükselmiş, bacaklarımdaki tutuşunu sıkılaştırmıştı. 58

"Küçük, ufak bir kesik. Derin olmayacak, sakin ol." Cildimin üzerinde hissettiğim tek vuruşluk bir hamleyle,
damarlarımda sıkışıp kalmış kanın ince ince sızdığını hissetmiştim. Acısı bir anlığına dayanılabilir de olsa,
şimdi çok daha ağırdı. Ellerimi kuvvetle yüzüme örtmüş, parmak uçlarımı alnıma bastırmıştım. Baskıyı
arttırıp, acının yönünü değiştirmek istedim ancak tenim öyle terliydi ki, parmaklarım dokunduğu yer
üzerinde kayıp gidiyordu. +

Günahkâr, zeminde duran plastik bir kovayı yanı başına çekti. Bir elini ayak bileğime, bir diğer elini bez
sardığı yerin üzerine sabitledi. Gözleri tereddütle gözlerime değdiğinde, belli belirsiz bir tebessüm yer
edindi dudaklarında. Ayak bileğimde sarılı olan baş parmağı, soğuk tenimi hafifçe okşadığında titreyen
çenemi durdurabilmek için alt dudağımı ağzımın içine doğru çektim. Günahkâr, gözlerimizle kurduğumuz
bağı kesmiş, önüne dönmüştü. 5

Tereddüt etmeden, az önce açtığı yara üzerine kapanan dudaklarıyla titrek bir nefes verdim. Zehrin
gezindiği damarımın içerisindeki hareketlenmeyle, kaldırmaya çalıştığım başım geri düşmüş, içine
girdiğim şokun ağırlığıyla ağzımı açıp da tek kelime edememiştim. Tenimden ayrılan dudaklarındaki kanı
gördüğümde titreyişim daha da fazlalaştı, günahkâr; eğilip ağzının içindeki pis kanı, yanındaki kovaya
tükürmüş, ardından hareketini tekrarlamıştı. Islak dudakları tenimi kavrıyor, emiyor, zehri benden söküp
kendisine çekiyor, sonra da tükürüp atıyordu. Kanımın, onun kuvvetli çekişlerine direnemeyişi, bir anlık
gözüme maddesellikten uzak gelmişti. İçimde defalarca kaynayan, onun dokunuşlarıyla ters akan kırmızı
sıvı, şimdi baş düşmanının dudakları arasından sızıyordu. Beni temizliyor, içime akan kiri ağzına
hapsediyor, kendi için büyük bir tehlike yaratıyordu. 116

"Bu yanlış, zararlı. Çok zararlı, lütfen durun," Cılız sesim kulaklarına ulaştığı sırada, dudaklarını tenimden
henüz ayırmıştı. Ağzında biriktirdiği kanı, yanındaki kovaya tükürdüğünde bana döndü. Dolgun, pürüzsüz
dudaklarındaki kırmızılığı görmek, yeni yeni açılan algılarımın hepsinin önüne bir kez daha engel
koymuştu. 2

"Annem şehirde başhemşire. Bilmediğim işe kalkışmam, bilinçsiz değilim, dert etme. Bir şey olmayacak,"
Üzerine tek laf etmedim. Etseydim de duymazdan geleceğinin farkındaydım, kanımı; bununla beslenen
doğaüstü bir yaratıkmış gibi ihtiyaçla, istekle emiyordu. Bu tutkulu hareketlerinin, zehrin yayılmasını
önleme, kanı en hızlı şekilde temizleme arzusundan kaynaklandığını bilsem de, bir anlık, ıslak
dudaklarının tenime kapanmış hâlini seyretmek, arada gözlerini yumarak kanımı içine çektiğini görmek,
olduğum andan, durumdan kopmama sebep olmuştu. Uzanıp saçlarında parmaklarımı hoyratça
gezdirmek istedim, tenini sevmek, teşekkür mahiyetinde ona dokunmak... Havada kalmıştı. Yeltenmeye
bile cesaretim yoktu. 140

Günahkâr, dakikalar boyunca kanımı içine içine çekmiş, temizlendiğine emin olduktan sonra da vakit
kaybetmeden lavaboya gitmişti. Bacağımdaki sızı yavaştan etkisini kaybediyor, uyuşmuş vücudum
gevşedikçe göz kapaklarıma ağırlık biniyordu. Arkadan gelen su sesleri kesildiğinde, Taehyung tekrar az
önce oturduğu yere çökmüş, açıktaki yaramın üzerine tıbbi bir eşya olduğu belli olan temiz bir pez
parçası sarmıştı. Bir süre, benim gözlerim onun yorgun çehresinde geziniyorken, o; öylece donuk
bakışlarla tenimi seyretti. Neredeyse bir saat süren bu zaman dilimi, yıllara mâl olmuş kadar uzamıştı
gözümde. Tükenmiş görünüyordu, aklında her neyi tartıyorsa, kıpırdamayan gözleri bir süre olduğu
yerde kaldı.

"Çok ağrın var mı?" Yüzünü bana çevirdiğinde, usulca başımı iki yana sallamıştım. Terden ıslanmış
saçlarım, kalıp hâlinde alnıma dökülmüştü. Bakışları aheste aheste gezindi uzuvlarımda. Etraf sessizdi, çıt
çıkmıyordu. Gözleri, hâlâ bacağımda sıkı sıkıya duran ellerine takıldığında, rahatsız olduğumu düşünerek
geri çekileceğini fark etmiştim. Ancak şimdi, tenimle bağının kesilmesi, isteyeceğim son şeydi. Aç ve
bencil yanım, çirkin bir coşkuyla kafamda çığlık çığlığa bağırıyordu. Bir hamleyle öne doğru atılmış, eline
dokunamasam da kalkıştığı şeyin başlamadan sonunu getirmiştim.

"Çekmeyin elinizi," Günahkârın gözleri, ufacık bir saniye içerisinde diri bakışlarımı buldu. İçimde, henüz
var olduğunu dâhi bilmediğim yerlere tesir ediyordu koyu irisleri. Dudakları aralandığında, bir şey
söylemesine fırsat vermeden devam ettim.

"Dokunun bana," Taehyung'un gittikçe yoğunlaşan bakışları, gözlerimden çekilip de dudaklarımı


bulduğunda, ona karşılık verdim. Neyden cesaret alıyor, neye dayanarak bu denli korkusuz hareket
ediyordum, sorgulamadım. Az önce kanımla renklenen dudaklarına olan bakışlarım, onun önüne
dönmesiyle kesilmişti. İnce, uzun parmakları, çıplak tenim üzerinde uyuşuk hareketlerle gezinmeye
başladığında, yorgun düşen bedenim git gide gevşiyor, bir yandan ise aç bırakıldığım bu hissin vurucu
darbeleri, tüm zihnimi uyanık tutuyordu.

Parmaklarının dokunuşları yeterli gelmemişti. Hafifçe öne eğilip, diz kapağımın üzerine dudaklarını
bastırdığında, aynı anda kısık bir sesle soluklanmıştım. Öpmüyordu, tenini tenime yavaşça sürtüyor,
aldığı sert nefeslerinin içine kokumu katıp, beni bütünüyle ciğerlerine hapsediyordu.

"Yetmiyor, değil mi?" Fısıltılı sesi, dalgalar hâlinde yayılıp da kulaklarıma ulaştığında, ihtiyaçla dizimi
bükmeye kalkıştım. Ancak fırsat vermedi, sertçe kavradığı bacağımı kanepeye yaslamış, ardından alt
dudağını boylu boyunca tenime sürterek, ıslaklığını bana bulaştırmıştı.

"Dakikalar önce acıyla titriyordun dudaklarımın altında, şimdiyse ihtiyaçla kıvranıyorsun," Dokunuşlarının
sarsıcılığıyla öylesine geçmiştim ki kendimden, itiraz edecek sese ulaşamadım içimde. Aralık dudaklarımı
kapatmadan önce ıslatmış, kuruluğunu gidermiştim.
"Garip hissettiriyordur. Kanına bulaşmış, canına susamış bir zehri; seni sana kırdıran, seni sana düşman
eden, seni Tanrı'na küstüren... Işığını çalan adamın çekip alması," Gözlerimi aralayıp da, hâli hazırda beni
bekleyen bakışlarıyla karşılaştığımda, zemine sürtünerek sağa doğru adımlamış, yüzümün önünde
duraksamıştı. Bakışları yeniden dudaklarımı bulduğunda, karnımda duran elimi, sol eliyle kavradı.
Parmaklarımızı yavaşça, tenlerimizi birbirlerini hissedecek ahestelikle sürte sürte kenetlemiş, alnını
alnıma yaslamıştı. Gözlerini yumdu.

"Dudaklarımla kanından içtiğim o zehir gibi, bir gün tadında yer edinmiş cennetine de kavuşacağım,"
Kısık, derin sesindeki arzu, kısa bir süre içerisinde tüm varlığıma her açıdan saldırıya geçmişti. Etkisi
daimdi. Üzerimden atamıyordum. Uzun bir nefes aldıktan hemen sonra, devam etti. "Ama onu
bırakmayacak, kendimden atmayacağım. Aksine, hapsedeceğim. Bana... Günahına bulaştığın adama.
Hapsolacaksın," Yüzünü yüzümden çekmeden önce, belli belirsiz bir dokunuşla burnunu burnuma
sürtmüş, araladığı gözleriyle yakın mesafeden yüzümde gezinmişti. Ardından ayağa kalktı. Üstten üstten,
ona odakladığım bakışlarıma karşılık verdi. Arada, kırmaya gönlümün el vermediği yumuşaklıkta bir bağ
kurulmuştu. Ben kalkışamadıysam da, günahkâr eğilip, yerde duran pis kanımla dolu kovaya uzandı ve
derinleştikçe içine içine çekildiğimiz bakışmamıza son verdi.

O esnada, kapı önünde baş gösteren bir hareketlilikle korkuyla doğrulmuş, ayak sesleri daha da
yakınlaştığında, görüş açıma giren bedenle olduğum yerde donakalmıştım. Benim şaşkınlığım, korkum
belirli bir sebebe dayalıyken, başımı kaldırıp da Taehyung'un yüzünde karşılaştığım saf, keskin öfkeyle,
ucunu hiçbir yere dayandıramadığım bu bakışların etkisi altına girmiştim. Elinde tuttuğu kova, sertçe
düşüp de zemini boyladığında, korkum koca bir karabasan hâliyle üzerime çullanmış, bir saat önce
kıvrandıran acıyla eş değer bir sancıyı ruhuma yollamıştı.

Tüm değerlerimi, inanışımı, dinimi yok sayıp da açlığını giderdiğim ruhum; bu zamana dek böylesi bir
korkuyla yüzleşmediğinden, küçülerek içimde kuytuya çekilmiş, ardında baş edemeyeceğimi bildiğim,
hızla üzerime doğru yuvarlanan koca bir çığ bırakmıştı.
11.bölüm
"Sevgili kardeşlerim, birbirimizi sevelim. Çünkü sevgi Tanrı'dandır. Seven herkes Tanrı'dan doğmuştur ve
Tanrı'yı tanır. Sevmeyen kişi Tanrı'yı tanımaz. Çünkü Tanrı sevgidir."

Yuhanna, 4:7

11.BÖLÜM

-İLK EMİR-

Dışarıda hafif bir sağanak başlamıştı. Ben de dâhil üç insan arasındaki sessizliği bölen tek etmendi doğa.
Saniyeler geçmek bilmedi, bu sonu gelsin istediğim eziyet uzadı; Tanrı bizzat müdahale ediyordu zamana.
Günahkârı bildim bileli, düştüğü şehveti kendi ruhumda, tenimde hissettim hissedeli biliyordum çünkü,
bundan sonra her an, başıma gelebilecek herhangi bir kötü hadisenin tek sebebi bulandığım,
temizlenemediğim bu kir olacaktı. Cezalandırılıyordum. Eğer eylemlerimin, irade kırılışlarımın önüne
geçebilecek olsaydım, bir nebze de olsa affedileceğimi, zaman geçtikçe ve Tanrı'ma adandıkça
arınacağımı düşünürdüm. Ancak olmuyordu, küçücük bir kasabada, havada süzülen bir toz zerresi gibi
dolanarak bana konan bu tutku, arzu... Kaçabileceğim en ufak bir yer bırakmamıştı bana. Ne tarafa
dönsem oradaydı; öyle ki somut olarak olmasa dâhi, içime bakıyor ve onu görüyordum. Varlığıma
aitleşiyordu.

Namjoon'un kapıda bekleyen donuk vücudu, zaman öylece akıp gidiyorken bir kez olsun kıpırdamadı.
Bakışları, günahkârın ona diktiği öfkeli gözlerindeydi. Tanık olmamıştım, daha öncesinde böyle saf bir
kızgınlığa, nefrete denk gelmediğimden, Taehyung'un yüzünde can bulan bu keskin his beni ürkütmüştü.
Hâli hazırda diri olan korkum, henüz kendime bile gerçekliğini kabul ettiremediğim olayları, üçüncü bir
kişinin bilebilecek olması ihtimaliyle daha da alevlenmişti. Sızısı taze, eksilmemiş olan yaramı
unutturacak kadar fazlaydı.

Nihayet gözleri beni bulan arkadaşım, elinde tuttuğu, kokusu buram buram yayılan bitkilerin bulunduğu
çantayı köşeye bıraktı. Günahkârı görmüyor, yok sayıyor gibiydi. Hızlı adımlarla yanıma gelmiş, göz
ucuyla bacağıma bakıp, yüzüme eğilmişti.

"Ne oldu sana?" Rengi atmıştı. Ellerinde seyrek de olsa bir titreme vardı. Gözleri tuhaf bakıyor,
endişesinin hemen yanı başında başka bir duygunun varlığını hissettiriyordu. Günahkâr, kasılmış çenesini
dudaklarını aralayarak serbest bıraktı. Bakışları hâlâ kapıya dönüktü, dümdüz ileriyi seyrediyor, derin ve
sesli nefesler alıyordu sık sık.

"Bitkiler için... Kayalıkların altına bakayım derken, aniden bir yılan saldırdı," Namjoon, dizleri üzerine
çökmüş, daha da irileşen gözlerini bir kez daha bacağıma çevirmişti.

"Neden buradasın öyleyse? Neyi bekliyorsun? Yardım çağırmayı akıl edemediniz mi?" Aniden ayağa
kalkıp kapıya doğru bir hamle yapacaktı ki, günahkâr sertçe kolunu kavrayıp önünü kestiğinde durmak
zorunda kaldı. Yüzündeki ifadeyi ayırt edemiyordum, daha yumuşak başlı, daha kabul edilebilir bir duygu
vardı ancak yine de iyi hissettirmiyordu. Öte yandan, Taehyung'un yüzüne bakmaya cesaret dâhi
edemiyordum. Öfkesi bir mızrak hâlini alıp göğsümü deşecekti sanki göz göze gelirsek eğer.

"Hallettim, zehri temizledim. Yardıma gerek yok," Yalnızca sesi değildi dile gelen; keskin yüz hatlarının
her biri o an içerisinde konuşmuş, onlarca, yüzlerce kelime sarf etmişti ancak seçemiyordum. İkisi
arasında uzayan bakışma, Namjoon'un kolunu hızla geriye çekmesiyle ve tereddüt etmeden önüme
oturmasıyla son bulmuştu.

"Ağrın var mı? Yürüyemezsin de bu hâlde, Peder'e haber vermemi ister misin? Gelip alır..." Henüz
cümlesini tamamlayamamıştı ki, sızlayan yaramı önemsemeden vücudumu kasarak öne atıldım.

"Hayır, hayır! Gereği yok, telaşlanmasın. Aksayarak da olsa yürürüm, eve gitmeyeceğim hem. Manastıra
döneceğim," Günahkâr, yere diktiği bakışlarını çekmiş, bana tamamıyla sırtını dönmüştü. Söylediklerimin
altındaki tereddüdü, endişeyi hissedebildiğinden, tahammül edemiyordu.

"Jeongguk, yolumuz kısa değil. Yılan ısırığının sızısı da göz ardı edilecek kadar küçük değil. Hareket etmen
her halükârda zararlı. Araba lâzım," Namjoon, dizleri üzerinde durmaktan rahatsız olmuş, kıpırdanırken
devam etmişti. "Ayrıca manastıra gelmenin lüzûmu yok. Eve gitmen ve dinlenmen gerekir. Peder
şehirden iyi bir hekim getirir, yaranın kontrolü yapılır. Zehrin temizlendiğinden nasıl bu kadar emin
olabiliyorsunuz ki?"

Günahkâr, Namjoon cümlesini bitirir bitirmez sert adımlarla kendi odasına doğru ilerlemişti. Kapıyı
arkasından çarpmasıyla yerimde irkilmiş, sırtında takılı kalan bakışlarım, görüş alanımdan çıkan bedenle
yeniden arkadaşımı bulmuştu.

"Neden buradasın?" Kısık sesle sorduğu soruya, büyük bir çaba sarf ederek tepkisiz kaldım. Beklediğim
bu değildi, yalnız kaldığımız anı kollayıp da soracağı ilk şeyin bu olacağını düşünmemiştim. Neden
buradasın... Burası. Burası kasaba halkı için yok sayılmış boş bir konuttu. Görmezden geliniyor, uğursuz
görülüyordu. Oysa Namjoon'un verdiği tepki bu fikre oldukça tersti, en korkutanı ise, sorduğu sorunun
bağlandığı sonuçtu. Evden haberi varmış gibi davranıyordu.

"Çok bağırdım. Sesin geldiği yönü takip edip bulmuş olmalı beni. Eğer gelmeseydi, muhtemelen zehir
dakikalar içerisinde etkisini arttırıp beni canımdan edecekti,"

Suratı düşmüştü. Türlü türlü yansıma geçip gidiyordu gözlerinden. Kanepenin ön kısmına dayadığı ellerini
kendisine doğru çekti.

"Zehri nasıl temizledi?" Arkadan gelen kapı açılma sesiyle dikkatim bir defa daha dağıldı. Günahkâr,
elinde tuttuğu ilaç kutusuyla yanıma yaklaştı. Camdan bir şişe içerisine doldurulmuş şurubu gördüğüm
gibi yüzüne kaldırdım başımı. İlacı, ellerime dokunmamaya özen göstererek avucuma bıraktı. Geriye
çekilmeden önce, kısa bir süreliğine dikkatle gözlerime bakmış, uzatmak istediği bir bakışı
sonlandırmaktan haz etmemiş gibi kaşlarını çatmıştı.

"Zehri vakum yardımıyla temizledim. Evde birkaç işe yarar ürün vardı. Merhem sürerse yarası da iyileşir
kısa sürede," Ellerini cebine sokmuş, sırtı kendisine dönük olan arkadaşıma baka baka devam etmişti.
"Sorgulaman bittiyse yardım et, ilacı içsin. Vücut direncini arttırır,"

Namjoon, normal bir durumda öfkelenip, öfkesini de yüzüne yansıtabilecekken, şimdi yalnızca sıkı sıkıya
gözlerini yummuş, içindeki şeytana yenik düşmemeye çalışıyordu. Elime uzandığı esnada, olduğu yerde
yükselmiş, cam şişeyi parmakları arasında sıkı sıkıya kavramıştı. Şeffaf rengindeki şurubu döktüğü plastik
kaşığı dudaklarıma uzattı. Önce hafifçe geri çekilmiş, içmeyi reddetme fikrini kabullendirmiştim kendime.
Ancak arkada, kollarını göğsüne bağlamış bir hâlde dikilen günahkâr, sert bakışlarını yüzüme dikmiş,
sorgular gibi başını sağına doğru eğmişti. Onunla sözlü olarak bir savaşa girecek olursam, Namjoon'un
yanında hiçbir şekilde kendimi savunamayacağımın bilincindeydim. Bu yüzden inadım kısa sürdü,
araladığım dudaklarımdan içeri giren plastik kaşık, neredeyse acı sayılır tattaki şurubu dilime
bulaştırdığında yüzümü ekşittim. Şimdiden içimdeki tüm zehirlerin sonunu getirmiş kadar vurucuydu.

Namjoon, cam şişeyi kanepenin köşesine bıraktıktan hemen sonra arkasına dönecek gibi olmuştu.
Seğiren gözleri attığı her adımı kendisinden bağımsız kontrol ediyordu, devamını getirmedi. Yüzüme
odaklanan bakışlarında, aniden beliren ve saniyeler içerisinde kaybolan hüzün, duygularımın yönünü
şaşırtmıştı.

"Seni eve götürmemiz gerekiyor, gidip Peder'e haber vermemi ister misin? Kasaba içerisinde başka bir
araç bulabileceğimi bilsem..." Günahkâr, sırtını yasladığı duvardan ayırmış, gürültülü adımlarla bize doğru
yürümüştü.

"Bir arkadaşım geliyor, on dakikaya burada olur. İşimizi görecek bir arabası da var. Seni evine bırakırım,"
İki türlüsü de bambaşka gömüler yaratacaktı. Babamı çağıracak olsa, buraya gelip günahkârın herkesten
gizli saklı benimsediği evini görecek, her ne kadar bu kısmının beni ilgilendirmemesi icâp etse de,
Taehyung'un özel alanına zararı dokunacaktı. Onun günahlarından arındığına inanmıyordu, belliydi sarf
ettiği kelimelerden. Kasabanın ücrâ bir köşesinde kendisine sığınak yaptığı bu küçük eve tanık olursa, ona
rahat vermezdi. Öte yandan, günahkâr beni evime bırakacak olsa, babam, ne kadar isteğim dışında
gelişmiş olursa olsun lafını dinlemediğimi düşünecekti. Bir kez daha gözünden düşmek, ondaki değerimi
eksiltmek istemiyordum. Fakat yolu yoktu, başka yolu yoktu. Günahkâr hasar görmesin, tüm bu
yabancıladığı insanlar içerisine karışmak zorunda kalmasın diye, her ihtimali göze alacak ve Taehyung'la
eve gidecektim. Yılan ısırığı, belki ufak da olsa bir bahane yaratabilirdi onun için.

"Namjoon... Sen lütfen manastıra dön. Rica ediyorum, kimseye bir şey söyleme. Babam durumu
öğrendikten sonra, gelip baş rahibe ıstırahat etmem gerektiğini bildirecektir." Sesim cılızdı. Böylesi
güçsüz bir karşılık, arkadaşımda büyük tepkiye neden olmuştu. Gözlerimin içine içine daldırdığı bakışları,
nasıl olurdu da günahkârla gitmeyi, onun önerdiği seçeneğe tercih etmiş olabilirdim, sorguluyordu. Bu
yükü de alıp, omuzlarıma bindirecek takâti kendimde bulamadım. Bakışlarımı, ürkmüş bir ceylan gibi
arkadaşımdan almış, karnımda bağladığım ellerime dikmiştim. Yine de beni ikiletmedi, yanı başımda bir
süre, sessizce dikildi. Ardından arkasını döndü, köşede duran hasır çantasını sırtladı ve gözden kayboldu.

Yalnız kalmıştık. Olduğu yerden ayrılmamıştı, bakışlarının ağırlığı üzerimdeydi. Dönüp de tek kelime
edemedim, keza onun da bu sessizliği bölmeye niyeti yoktu. Ayakta bekleyişi dakikalar sürmüş, açık
kapıdan Jimin içeri girene dek de devam etmişti. Genç çocuğun adımları, kanepede beni görmesiyle önce
duraksadı. Burada oluşuma içsel olarak verdiği tepki, en ufak bir aksayış yaşamadan yüzüne yansımıştı.
Ani tepkisi kısa sürdü, bacağımı fark etmesiyle ikinci bir şaşkınlık dalgasıyla sarsılmıştı. Hızlanarak yanıma
geldiğinde, sargılı yarama değen endişeli gözleri, incelemesi bittikten sonra gözlerimi buldu.

"Ne oldu sana?" O an, benliğimde pusuya sinmiş küçük iblis, öfkeyle ayaklanmış, bir samimiyetsizlik, en
ufak bir yapmacıklık görmek istemişti. Fakat istediğini alamayacak kadar gerçekti karşılaştığı ifade.
Jimin'in bütünüyle saf olan endişesi yüzüne yansımıştı. İrileşmiş koyu kahverengi gözleri tedirgince
bedenimde dolanıyor, ara sıra bakışlarıma değiyordu.

"Ormandayken yılan saldırmış. Bir şeyi yok," Taehyung kapıya doğru yürümüş, dışarıya kısaca bakıp
tekrar bize dönmüştü. "Oyalanmadan evine götürelim, dinlensin biraz. Her şeye rağmen bir hekim
kontrolü gerek,"

Jimin, aceleci tavırlarla ayağa kalktı. Tam dışarıya yöneliyordu ki, aniden duraksamış, değişen yüz
ifadesiyle günahkâra dönmüştü.

"Hareket etmemesi gerekiyor, değil mi?" Sorusuna, sessiz bir baş onayı aldıktan hemen sonra devam etti.
"Kucağına mı alacaksın?" Günahkârın düz bakışları, Jimin'in sorgulayan gözlerine temas ettiğinde, birkaç
saniye içerisinde sessiz sedasız anlaşmışlardı. Taehyung bana doğru yürüyorken, Jimin dışarıya çıkmış,
duyduğum motor sesine bakılacak olursa arabayı çalıştırmıştı.

"Kasma kendini," Basit iki kelimeydi dudaklarından dökülen. Ancak elleri bedenime temas ettiği anda
tüm sıcaklığını yitirmiş tenim, soğuğa bulanışına irkilerek tepki vermişti. Günahkâr, vücudumu kolları
arasına aldıktan hemen sonra yüzüme baktı. Yakınımdaydı, doğru düzgün omuzlarına saramadığım
ellerim yüzünden, dediklerini de yerine getirememiştim. Kasılıyordum.

Yakınımda duran sıcak bakışları, saniyeler içerisinde yüzümü gezinmişti. Onun aksine, gergin bir ifadeyle
ben, göğsünü sıkı sıkı saran kıyafetini izliyordum. Dudaklarım kapalı olduğundan, burnumdan aldığım her
nefesi en keskin hâliyle işitiyordu. Seslice yutkunmuş, önüne dönmüştü. Arabaya dek attığı bütün
adımları yavaş ve temkinliydi, bir yere çarpmamaya, vücudumu hareket ettirmemeye özen göstermişti.
Kapıyı çoktan aralamış arkadaşını es geçip, beni yavaşça arka koltuğa oturtmuş, ardından sürücü
koltuğuna geçmişti. Yanına da Jimin yerleştikten sonra arabayı çalıştırdı ve gergin yolculuğumuzu
başlattı.

Başlarda her şey olağandı. Sessizdik, herkes önüne bakıyor, kimse bir şey söyleme, konuşma ihtiyacı
hissetmiyordu. Asıl korkum, içimi tek bir an durmadan kemiren asıl endişem babamken, bir süre sonra
Jimin'e odaklanan gözlerim, zihnimin odağını şaşırtmıştı. Yoldan bir an olsun şaşmayan bakışları, sık sık
günahkârın yüzüne kayıyor, uzun bir zaman izleyip, daldığı sulardan özlem duyduğu nefese kavuşur gibi
aniden çıkıveriyordu. Anlamsızlık sezemiyordum, öylesine değildi seyredişleri. Yalnızca gözlerine,
dudaklarına yahut herhangi bir yerine bakmıyordu çünkü. İnceliyordu. Adımlıyordu uzuvlarında, sanki
yeterince şahit olamamış gibi güzelliğine, zamanın peşinde koştururcasına izliyor, susuz kalmışçasına
içiyordu günahkârı. Hayır, asla anlamsız değildi. İçimi burkacak, babam gibi kuvvetli bir engeli, korkuyu,
etmeni aklımdan söküp alacak kadar mânâ doluydu aksine.
Yaklaşık yirmi dakika içerisinde evime ulaşmıştık. Taehyung, arabadan önce Jimin'in inmesini, bizzat gidip
evde babamın olup olmadığını kontrol etmesini istemişti. Derhâl kabul etti, dışarı çıkıp seri adımlarla evin
önüne ilerlemiş, üst üste defalarca kapıya vurmuştu. Normal şartlarda ev sahibinin kapıyı açabileceği
süre zarfını geçmemize rağmen, Jimin evin boş olduğunu söylemek ister gibi arkasını döndüğünde,
günahkâr eliyle bir kez daha çalmasını işaret etmişti. Yine ikiletmedi, önünü döndü, evimizin kapısına
birkaç defa daha vurdu. Ancak hayır, babam gerçekten de evde değildi.

İçimde tuttuğum onca nefes, bu rahatlama üzerine dudaklarımdan döküldüğünde, günahkâr dikiz
aynasından bana bakmış, gözlerimiz değdikten hemen sonra arabadan aşağı inmişti. Zaman kaybetmek
istemez gibi bir hâli vardı. Kapımı aralamış, bakışları arabanın üzerinden Jimin'e değiyorken sormuştu.

"Anahtarın var mı?" İtinayla bana bakmaktan kaçınıyor oluşu öyle canımı sıkmıştı ki, sorusuna cevap
vermedim. Bana bakana, zamanında üzerime değdiğinde dâhi kirlendiğime inandığım gözleri, gözlerime
değene dek sessiz kaldım. Beni fazla bekletmemiş, istediğimi vermişti. Bakışları yüzüme değdiğinde,
sanki ilk kez karşılaşıyormuşuz gibi çocuksu bir heyecanla doğruldum yerimde.

"Hayır, yok. Ama sorun değil, babam geç saate kalmaz. Bahçedeki oturaklardan birisine kurulur, beklerim
gelmesini." Günahkâr, bu fikirden memnun kalmamış olacaktı ki kaşlarını çattı. İtiraz etmeye hazırlanır
gibi kaldırdığı omuzları, yeniden cümleye girmemle aşağı inmişti.

"Lütfen gidin. Burası güvenli, nezih bir kasaba. Çok geçmeden babam gelecektir, bir sorun çıkmayacak.
Hem kötü de hissetmiyorum eskisi kadar, ağrım yavaş yavaş diniyor." Konuştuğum, sesimden dökülen
hiçbir kelimeyi duymuyordu sanki. Bakışları öyle yoğunlaşmış, öyle derinleşmişti ki kısa sürede, o an tüm
duyularının gözlerine hizmet ettiğini düşündüm. Böylesi, bir başka ihtimalin arkasına sığınamayacak
kadar kuvvetliydi.

"Bir de... Zehri sizin temizlediğinizi bilmeyecek. Yoldan geçen bir yabancının, daha önce görmediğim bir
yüzün müdahale ettiğini söyleyeceğim," Günahıyla aşağıladığım adama baka baka, babama yalan
söyleyeceğimin bilgilendirmesini yapmak ağırdı. Kısacık bir cümle boyu defalarca gözlerimi kaçırmış,
utancımın acımasız ayaklanışları, aşağılık yanımı yüzüme vuruşlarıyla bir kez daha karşısında
küçülmüştüm. Kaşları alayla havalandığında, aralık kapıdan elini çekmişti. Uzaklaşacağını sandığım
esnada, ceplerini bir şeyi arar gibi kontrol etmiş, ardından tekrar, daha da yakın mesafeyle üzerime
eğilmişti.

"Babana yalan mı söyleyeceksin?" Başlı başına koca bir enkaz olan yalan, günahım, Tanrı katında değeri
olduğuna inandığım babama yönelikken çok daha fazla sarsıcıydı. Yüzüne bakamadım, inatla beni
seyredişine, bakışlarımı kovalayışına ve cevabımı bekleyişine rağmen, sessiz kalmıştım. Daha fazla
uzatmadı, beklemediğim bir anda, yeniden vücudumu kucakladığında gözlerimi sıkı sıkı yummuştum.
Yürüdüğü kısa yol bitene, kalçam yumuşak yastığa değene dek de açmadım. Günahkâr, açıkta duran
bacağıma bakmış, ardından tekrar bana dönmüştü.

"Pantolonunun sıyırdığın kısmını aşağı indir. Havayla temasın olmasın," Söylediği şeyin, önce bir
zorunluluktan kaynaklı olduğunu düşünsem de, o arkasını dönüp de arabaya ilerliyorken farkına
varmıştım bu küçük detayın. Yaram zaten kapalıydı, havayla herhangi bir teması yoktu. İstediği şey,
mikrop kapmama, sağlığıma karşı olan endişesinden değildi. Soğuk rüzgârdandı, esen yeldendi,
üşümemem içindi. O öylece sürücü koltuğuna geçip, son kez bana bakmadan arabayı çalıştırıyorken, ben
bir an olsun yüzünden gözlerimi alamamıştım. Yoldan kaybolup gidene dek arkasından baktım. Sonrası
boşluktu. Korkuydu. İç hesaplaşmaydı. Çünkü günahsızlık, günahkâr varken geçerliydi bir nebze. Ne
zaman ki yanımdan ayrılsa, gitse; o saniyeden itibaren üzerini ezdiğim, yok saydığım eziyetim uyanıyor,
şiddetlenerek devam ediyordu sırtımda darbelerinin izlerini bırakmaya.

Akşam vakitlerine doğru, yaklaşık bir saat sonra babam gelmişti. Kapı önünde, öylece yalnız başına ve
üşümüş oğlunu görmesi, bir türlü yıkıldığını görmediğim taştan duvarını saydamlaştırmıştı. Onu belki de
çocukluğumdan beri ilk kez, bana doğru, endişeyle koşarken görmüştüm. Yorgun olduğunu bildiğim
bedeni, benim zayıflığımın karşısında dirilmişti. Onlarca soru sormuş, dokunmaktan çekindiği oğlunun
bacağını parmaklarıyla incelemiş, saçlarını sevmişti. O tüm bunları yapıyorken, sanki acısı olan, yaralanan
ben değilmişim gibi, hafif bir tebessümle yüzünü seyrettim. Endişeli hareketlerini, babacan tavrını... Hızlı
konuştuğu için birbirine dolanıyordu kelimeleri. Ne dediğine odaklı değildim, bana karşı gösterdiği bu ilgi
öyle başımı döndürmüştü ki; yalan söylemem gereken kısım geldiğinde, ruhuma büyük bir sancı olan tüm
cümlelerim, dudaklarımdan zayıf tonlamalarla dökülmüştü. Kaşlarını çatarak dinlediyse de, belli ki
söylediklerime inanmıştı. İrdelemedi. Şehre inmek gerektiğinden bahsedince, ona şiddetle itiraz etmiş,
iyi olduğuma iknâ ettikten sonra hekimin buraya gelebileceğini söylemiştim. Bu fikre çok olmasa da
ısınmıştı. Eve girişimizden yine bir saat geçmişti ki, şehirden yüzüne âşina olduğum orta yaşlarında bir
adam geldi. Yaramı kontrol ettmiş, sargı bezini değiştirmiş, sağlığımda bir sıkıntı olmadığına babamı
inandırdıktan sonra birkaç ilaç bırakıp, geri dönmüştü.

O günün gecesi, başta ne kadar iyi hissedersem hissedeyim, ağrıdan uyuyamamıştım. Gece boyu ince
ince sızlayıp, beni olduğum yerde kıvrandıran bu yara; karanlık eşliğinde şeytanî düşüncelerimin arkasına
sinen, onları alevlendiren bir düşman olmuştu. Beklemediğim bir anda uğradığım saldırının, acının,
Tanrı'dan bana bir uyarı olduğunu düşünüyordum ve bunun sancısı kıvranışımı kat kat arttırıyordu.
Zihnim ayrı, bedenim ayrı yorgundu. Yatakta sabaha kadar süren terli kıvranışım, gün doğumuna yakın
sona ermişti uykuya olan teslimiyetimle. Buna rağmen, bir süreliğine dinlenmeye çekilen varlığımın artık
ait oluşunu kabullendiği günah, gözlerimi araladığım anda kaldığı yerden devam ediyordu yaşadığını belli
etmeye. Kurtuluş görünmüyordu, ben buna mahkûm etmiştim kendimi.

Günler hızlı geçmişti. İki güne kendimi iyi hissediyor oluşuma rağmen, babam ayaklanmamı uygun
görmemişti. Yatağıma hapsolarak geçirdiğim onca zaman, neyse ki ayin sebebiyle pazar sabahı son
bulmuştu. Dışarı çıkacağım, sonbahar havasına karışacağım gerçeği canıma can katmıştı. Erken saatlerde
uyanmış, duamı etmiş, arı suyla temizlenmiş ve temiz giysiler giyinmiştim. Uzun zaman sonrası, ilk kez
böyle kıpır kıpır hissediyordum. Aklım çocuksu bir saflığa, bulanıklığa saplanmıştı. Gecelerce süren
zihinsel ve bedensel işkencelerim, belli ki artık yorgun düşmüştü. Hâlâ düşünüp de uzun vâdeli bir
bunalıma girmeme sebep olacak dertlerim varken, ben Tanrı huzuruna çıkacak olmanın keyfi
içerisindeydim. Utancım ölü bir deniz kadar sakindi şimdi, sessizliğe bürünmüştü.

Oldukça tutkulu, diğer pazar günlerine nazaran daha bir coşkulu geçen ayinin sonunda, yüzümde silik bir
tebessüm vardı. Bu dayanağı olmayan sebepsiz huzurum bana manastırı özletiyordu. Tek bir günden
zarar etmiş olsam dâhi, uzun süre ayrı kalmış kadar hasret doluydum. Ayin bitiminde, bahçede toplanmış
tanıdık, ezberlediğim yüzlerin hepsini şefkatle seyretmiştim. Manastırın gözde, biricik rahipleri sağlığımı
özenle sorgulamış, aynı yolda yürüdüğüm kardeşlerim ilgiyle üzerime titremişti. Ancak Namjoon'u
görememiştim; kiliseye geldiğinden ne kadar emin olursam olayım, beklemeden çıkıp gittiğine kanâat
getirmiştim. Bu durum, az da olsa içimi sıkmış, yine de üzerinde durmamak için çabalayıp, sakin fakat
doyurucu olan huzuruma engel oluşturmamıştım.

Kilise çıkışında, ilaçlarımı almak için eve uğramam gerekmişti. İşlerimi kısa bir süre içerisinde halletmiş, az
da olsa yorgunluğu olan bacağımı, aniden zihnime dolan ani ve tehlikeli bir fikrin baş kaldırışı, ağrılar
içerisinde kasmıştı. Kendime inanamıyor, kendime hayret ediyordum. Ancak bunu dâhi dinime, saygıma,
kişiliğime bağlayabilecek bahanelerim vardı. İçsel muhabbetim, durup durup yanlışa bulaşmak için
heveslenen benliğimin besleyicisiydi bugün. Karşı çıkamadım isteğime, adımlarım, bir kez daha yolunu
şaşırdığında, tereddüdümün çoktan katili olmuştum.

Engebeli yol, ilk defa böylesine düzlük gelmişti gözlerime. Toprağı aksaya aksaya geçmiş, dün gece yağan
sağanak yağmurun etkilediği kokuyu soluya soluya, en büyük günahıma yürümüştüm. Küçük tahta ev
görüş alanıma girdiğinde, kapı önünde soluklanabileceğime, içimde söyleyeceğim cümlelerin hesabını
yapabileceğime inanıyorken, Taehyung'u görmemle olduğum yerde kalakalmıştım. Hazırlıksızdım. Sesleri
duyduğu anda beni bulan gözleri, beklediği bir manzarayla karşılaşmış kadar tepkisizdi. Kapı önünde
duran odun parçalarını doldurduğu çuvalı usulca yere bıraktı. Toza bulanmış ellerini, masa üzerinde
duran ıslak bir beze silmiş, ardından merdivenleri inerek karşıma dikilmişti.

Sessizdik. Bir süre, sanki ihtiyacımız olan, ilk kez karşılaşmış gibi, birbirine yabancıymış gibi, bu iki
çehrenin kana kana içilmesiydi gözlerimizle. Yine, baştan aşağı siyahlar içerisindeydi. Yakasını açıkta
bırakan yün kazağının kollarını kıvırmıştı, yük taşıdığından olmalı; kollarındaki, kirli kan dolaştığını
düşündüğüm damarları belirginleşmiş, gözüme Cennet'e giden birer tuzaklı yol gibi görünmüştü.
Bakışları ağırlaştı, gözlerim arasında mekik dokuyuşu, artık göğsümde sağa sola koştururcasına çırpınan
kalbime ağır geldiğinde, lafa girdim.

"Ben... Bir anda burada buldum kendimi. Aslında sebepsiz de değilim. Ancak, bu sizin gözünüzde yeterli
olacak kadar kuvvetli bir dayanak mı, bilemiyorum," Birbirine geçmiş olan ellerim, parmaklarımın tenime
yaptığı sert baskıyı hissetmeyecek kadar uyuşmuştu. Günahkâra doğru bir adım attığımda, bakışları
ayaklarıma kaymış, ardından o da bana doğru bir adım atmıştı.

"Müteşekkirim. Kanıma bulaşan zehri, bir an olsun tereddüt etmeden, kendi dudaklarınızla temizlediniz.
Kirimi ağzınızda toplayarak arındırdınız beni. En basit, ama en gerçek şekliyle, hayatımı kurtardınız. Ne
desem yavan aslında, yetersiz." Günahkâr, iki yanında duran ellerini bacağına sürtmüş, ardından başını
eğmişti.

"Bir dinimin olmayışı, insanlığıma engel teşkil etmiyor. Gerekeni yaptım. Teşekküre ya da herhangi bir
cümleye gerek yok," Yeniden gözlerime baktığında, dudaklarını aralamış, titreyen kirpiklerinin altından
bakışlarını ince ince dudaklarıma indirmişti. Ne yapacağımı, nasıl tepki vereceğimi bilemez hâlde başımı
eğdiğimde, iç sesim çığlıklar eşliğinde kulaklarımın iki yanına dikilmişti. Söylediği öyle yasak, ancak öyle
karşı konulmaz hoşluktaydı ki; bakışlarım yükselip de günahkârı bulduğunda, ikinci kez hareketlerimi
kısıtlayan tüm duygularımı göz ardı etmiştim.
Aniden birkaç adımla önünde bittim, her aşırı yakınlaşmamızda temas eden ayaklarımız, bu sefer daha
bir cesurdu. Benim ayaklarımın, ucu onun ayaklarının üzerine çıkmıştı. Hava daha da soğumuş, yanlışa
olan her yakınlaşmamda baş gösteren titreyişim, bacaklarımdan başlayarak tüm bedenime yayılmıştı.
Bakışları, ufuk çizgisi silinmiş bir deniz kadar sisliydi. Aklım almıyordu; böylesine tutkulu bakıyor
olabilişini, tek kelime etmiyorken, tek bir dokunuşu tenimde can bulmuyorken dâhi, ruhuna sinmiş bu
köklü hissi bana bulaştırabiliyor olabilişini aklım almıyordu.

"Bakın size ne diyeceğim..." Fısıltılı sesimi duyduğu anda gözlerini yummuş, derin bir nefes almıştı. İki
yanımda titreyen ellerimden birisi, yavaşça uzanıp da günahkârın boynunu bulduğunda, kulağına doğru
eğilmiş, aldığım sık soluklar nedeniyle kurumuş dudaklarımı tenine sürte sürte devam etmiştim cümleme.
"Sev," Aralık dudaklarından çıkan ve içinde bulunduğumuz anın yoğunluğunu sırtlanan her ses, her sert
nefes üzerinde durduğum zemini silip atıyordu ayaklarımın altından. Boynunda duran ellerim, yavaşça
ensesindeki saçları bulduğunda, başını bana doğru eğmişti.

"İncil'in ilk emri, sev." Dudaklarım, kulağından kayıp da boynuna indiğinde, günahkârın bir eli, boşta
duran kolumu sarmıştı. Uzun bir nefes... Teninin taze kokusu ciğerlerime ulaştığında, gücü tükenmiş
kelimelerim bir kez daha en haklı dirilişini yaşamıştı. "Tanrı'm, sevmemi emrediyor. Oysa ben bu hisse
yabancı büyümüş bir gencim. Öyle ki... Sarılmanın ne demek olduğuna, iki bedenin şefkatle, saf bir
istekle birbirine tutunuşuna yabancıyım."

Başımı geriye çektiğimde, günahkâr kapalı gözlerini aralamış, daha bir istekle dolmuş bakışlarıyla yüzümü
adımlamıştı. Dudaklarını ıslattı; ne yaptığını bilmez ellerim, iki yanından uzanıp da omuzlarına
tutunduğunda, ilk kez şahit oldum. Kendi gözlerimde karşı karşıya gelemediğim, artık benden bütünüyle
alındığını düşündüğüm o Tanrı hediyesi ışığın, günahkârdaki yansımasına ilk kez şahit oldum. Sonrası
düşüncelerden, seslerden, fazlalıktan arınmıştı. Tensel olan haricindeki tüm duyularım öldüğü vakit,
arzumun önünden çekilmiş, dilimin ucunda bekleyen kelimelere can vermiştim.

"Hatırlayacağım, hissedeceğim ilk sarılmayı istiyorum sizden. Tanrı'mın ne söylediğini umursamadığınızı


biliyorum. Buna rağmen... Sevin. Lütfen, beni sevin. Size karşılık vereceğim,"

Günahkâr, titreyen kirpikleri altından gözlerime bakmış, ardından yanında öylece bekleyen ellerini
kaldırıp, bakışlarını bir an olsun benden ayırmadan belime sarmıştı. Tutuşu önce hafifken, omzunda
duran ellerim beceriksizce boynuna dolandığında sıkılaşmış, ani bir hamleyle bedenimi bedenine
yaslamıştı. Dudaklarımdan dökülen en sesli nefes, bu beklenmedik temasla beraber dökülmüş,
Taehyung'un şehvetine en büyük sebep olmuştu. Öylece birbirimize yaslıydık. Yüzlerimiz arasındaki yok
sayılabilecek kadar az olan yakınlık, onun sıcak, ısıtan nefeslerini tenime diziyordu tek tek.

"Başını omzuma yasla, kollarını daha da cesur sar boynumun etrafına." Sarılmaktan aciz bir Tanrı kulunu
eğitircesine uysal konuşuyor, aşağılamadan ne yapmam gerektiğini anlatıyordu. İçimde çoğala çoğala
beni esiri hâline getiren arzum, hevesim; bedenime yüklüydü şimdi. Başımı yavaşça omzuna yaslamış,
kollarımı boynunun etrafına sıkıca dolamıştım. Beklediği şeyin gerçek oluşuyla arsızca mırıldanan
günahkâr, kıyafetim üzerinden tenimi okşaya okşaya sırtıma yükselmiş, ardından tekrar belimi
bulduğunda, bir an tereddüt etmeden bedenimi kendisine daha da fazla yaslamıştı. Utanç içerisindeydim,
ancak bu başımı ezen, umudumu kıran, beni kendime düşman eden kötü bir duygu değildi. Şehvete yeni
yeni tanık olan bir insanoğlunun, içten gelen en doğal tepkisiydi. Yıkıp geçmiyordu.

Burnu, tenime sürtünerek boynuma ulaştığında, aynı az önce yaptığım gibi derin bir nefes almış, kokumu
ciğerlerine hapsetmişti. Onu hissediyordum; bedenimin her bir zerresi, varlığımın her bir köşesinde, tüm
canlılığıyla titretiyordu beni. Hoyrat hareketleri duraksamış da olsa, boynuma değen ıslak dudakları, hâlâ
bir bütün hâlinde birbirine geçmiş olan bedenlerimiz, sonunu getiremeyeceğimi düşündüğüm şiddetli
titreyişime güç kuvvet veriyordu. Belimde duran bir eli, belli belirsiz dokunuşlarla kalçalarımın üzerinden
kaymış, bacağımın üst kısımlarını okşadıktan sonra eski yerini almıştı. Bunun, en az bana olduğu kadar
ona da yakıcı olduğunu, aldığı sert nefeslerden anlıyordum. Kesilmiyor, aksamıyordu. Öyle bitirici, öyle
kuvvetli, öyle derin bir sesti ki; her işittiğimde bilincim dışında kıpırdıyor, vücudumu günahkâra daha bir
istekle teslim ediyordum. Alevler içerisindeydik, ömrü boyunca Cennet'i arzulamış bir genç oluşuma
rağmen, ilk defa yanacak olmanın, dünyadakinden çok daha beter olan bu ateşe atılacak olmanın
endişesi kıvrandırmıyordu. İstekliydim. Günahkâra da, günahına da açtım.

Dudakları, kulağımın hemen yanında duraksadığında, bir elini kaldırıp saçlarıma yerleştirdi. Canımı
acıtmadan kavradığı tutamlarla başımı yönlendirmiş, geriye doğru ittirmesiyle açılan, bir leyleğin
zerafetle başını dikişi gibi ortaya serilen boynuma, uzanıp ıslak bir öpücük kondurmuştu. Dokunuşuyla
gözlerimi sıkıca yummuş, dudaklarımdan önünü kesemediğim zayıf bir mırıldanma koyvermiştim. Ten
temasımızı kesmedi, ıslaklığı tenimde kuruyana dek kendini bana sürtmüş, ardından işitmeye muhtaç
olduğum sesini dökmüştü dudaklarından.

"Tanrı'na bir dahaki buluşmanızda söyle; bir dinsizin, O'nun ilk emrine, seve seve itaat edeceğini söyle."
12.bölüm
"Aldanmayın; Tanrı istihza edilmez; çünkü bir adam ne ekerse, onu biçer. Çünkü kendi bedenine eken,
bedenden çürüme biçecektir; fakat ruha eken, ruhtan ebedî hayat biçecektir." 13

Galatyalılar, 6:7

12.BÖLÜM

-HAYAL-

Manastır duvarlarına sürte sürte ufak bir gezintiye çıkarmıştım parmaklarımı. Buraya geldiğim günden
beri, muhakkak her gün, bir tene dokunur gibi sevdiğim taş yığını, elimin altında canlı bir bedene
kavuşuyordu. Çocukluğumda merhamet kavramının eyleme dökülmüş hâlini bir insandan görememiş
olsam da, bu yoğun hissiyatın en doygun şekliyle Tanrı'ma ait olduğuna dair ufacık bir şüphe yoktu
aklımda. O'ndan akıyor, O'ndan ulaşıyordu zihnime. Tadını bilmesem de varlığına âşinaydım. Kaderim ne
zaman ki beni bu tarihe meydan okuyan, zemini sağlam yapıya tutsak etti; o andan itibaren
yaşatamadığım, ancak içimde bir yerlerde bana ait olduğunu bildiğim bu kavramı, duvarlara
serpiştirmeye başladım.

Haftanın başındaydık henüz. Sonbaharın en etkili zamanlarıydı. Dün gece çıkan fırtına sonrası, kasaba
halkının iyice evlerine çekildiği söylentisi ulaşmıştı kulaklarıma. Sabah oluşuna karşın, gökyüzünde
akşamüstü karanlığı vardı. İnce ince yağmur çiseliyordu, pencereyi açınca işitmek istediğim tek ses
damlaların savaşıyken, rüzgâr öyle sert esiyordu ki ağaç dallarının, etrafta kol gezerken çıkardığı
gürültünün arkasında kalana ulaşamıyordum. İçinda hâli hazırda koca bir karanlığın kol gezdiği insan,
havanın kasvetini sevemezdi. Sevemiyordum. Taze toprak kokusunu alabilecek, tertemiz birkaç nefes
çekebilecekken üst üste, pencere kenarına gidemiyordum.

Sabah duasını yaptıktan hemen sonra odama geri dönmüştüm. Bir saate toplu ibadet edecek, ardından
derslere girecektik. Dünden beri benimle tek kelime konuşmayan, soru dâhi sormayan arkadaşım, içeri
girdiğimde yerinden doğrularak yüzüme bakmaya başlamıştı. Önceleri karşılık vermedim, bir şeylerin
bilincindeydim ancak sorabileceği soruların korkusundan, en iyisinin sessiz kalmak olduğuna karar
vermiştim. Başlarda, yaşadığımız o ilginç anın lafını açmadığından, onun da fikrinin bu yönde olduğuna
kanâat getirmiştim. Şimdiyse durum farklıydı, belli ki içinde tuttuğu her ne varsa zehir katıyordu
nefesine.

"Yaran iyileşti mi?" Sesi sakindi. Birbirimizden sakladığımız, esirgediğimiz hiçbir şey yokmuş kadar
durgundu tonlaması.

"Evet, ağrım kalmadı. İzi duruyor yalnızca," Yatağımın yanında duran, açık renkli tahtadan çekmeceliğe
uzandım. Üzerinde duran İncil'in küçük bir kısmını ellerime almış, araladığım ilk sayfayı, sanki aklım
Namjoon'un söyleyeceklerinde değilmiş gibi ilgiyle incelemeye başlamıştım.

"Sana getirilen, Tanrı huzuruna çıkarıp af dilenmesini sağlaman gereken günahkâr... O gün gördüğüm kişi
miydi?" Aniden gözlerim, şüpheyle yüzümde gezinen gözlere ulaşmıştı. Tepki vermemeye, ifademi düz
tutmaya çalışıyor da olsam. şu hâldeyken zordu. Aklımdan yüzlerce senaryo, yüzlerce an, yüzlerce hayal
geçip gidiyorken, çok zordu.

"Bunu nereden çıkardın?" Namjoon, iki yanında yatağa bastırdığı ellerini bacakları arasında kenetlemiş,
ardından boğazını temizleyip cevaplamıştı.

"Evet ya da hayır diyecek olman yeterliydi," Elimdeki kitabı anlık bir hırsla kapatmış, çekmeceliğin
üzerine geri koymuştum.

"Tek taraflı bir sorguda değiliz, öyle değil mi? Eşit şartlarda konuşabilmeliyiz," Beklemiyordu. Böyle bir
cevap, daima sakin ve yalın bir sesle konuşan Jeongguk için fazlaydı gözünde. Kaldırdığı kaşları tekrar
düzlüğe indiğinde, olduğu yerde öne doğru kaydı.

"Evet, haklısın. Yine de sorumun cevabını biliyorum, günahından arınması gereken kişi oydu. Yardım
ettiğin, hatta sonuca ulaştığın, kiliseye gidip Peder'e itiraf eden kişi oydu. Ya da... İtiraf etmiş, bir daha
aynı yanlışa düşmeyeceğinin sözünü, rol yaparak vermiş kişi mi demeliyim?" Çözülen bir buz kütlesini
seyreder gibi, yüzümdeki her hareketi ince ince seyrediyordu. İsteğim dışında şaşkınlıkla büyüyen
gözlerimden çekti bakışlarını, ardından önünde bağladığı ellerine baktı.

"Neden ortak oldun yalanına?" Tenim buz kesmişti. Korkuyla ayağa kalkmış, ardından tekrar geri
oturmuştum. Diz kapağıma bastırıyordum parmak uçlarımı, kontrolsüz titreyişim dikkatini çekmesin,
endişemin farkına varmasın diyeydi. Buna rağmen, cildim; neşeli, güneşin altında keyifle gezinen bir
insan kadar sıcak da olsa, vücudum; tüm yüklerinden arınmış, çayırların arasında uzanan, göğü gözleriyle
yakınına getiren bir adam kadar gevşemiş de olsa, yüzümü ondan esirgeyemezdim. Her şey
gözlerimdeydi. İşte bunun önüne geçemiyor, bir maske takıp da gizleyemiyordum aslımı.

"Ben kimsenin yalanına ortak olmadım. Beni nasıl olur da kendi zihninde, boşluktan yarattığın bir
senaryo içerisine sıkıştırırsın? Suçlaman neye dayanıyor? Anlayamıyorum," Buruk bir tebessüm etti.
Başını aşağı yukarı yavaşça sallamış, sonrasında baş parmağıyla burnu ve dudağı arasında kalan ufak
boşluğu kaşımıştı.

"Jeongguk, hiçbir insanın derinine, kendisinden bir başkası uzanamaz. İnsanın en iyi bildiği şey kendisidir.
Ne kadar tanıyamıyorum, alışamıyorum benliğime dense de, biliyorum. Kendisine ulaşamayan, kim
olduğunu bilmeyen başkasına çoktan yabancıdır," Bir süre duraksamış, dizlerimde duran ellerime dalıp
gitmişken, devam etmişti. "Birbirimizi izin verdiğimiz kadar tanıyoruz. Şimdi, tam şu an, aklında dönüp
duran onlarca soru vardır muhtemelen. Neye yönelik olduğunu bilmiyor da olsam, genel itibariyle
tahmin edebiliyorum,"

Bir kez daha aceleyle ayağa kalktığımda bakışlarını yükseltmiş, aralık kalan dudaklarını kapatmaya fırsat
bulamadan dediklerimi dinlemeye koyulmuştu.
"Evet, evet. Dediklerin doğru. Ancak benimle bir ilgisi yok. Neden bir anda insanın derinleriyle, saklısıyla,
gizlisiyle alâklı konuşmak istedin? Hem, mâdem bunların o insana ait, özgü olduğunun farkındasın,
öyleyse sorgulamaman gerekmez mi? Üzerime geliyorsun, buna karşılık ben de seni köşeye
sıkıştırabilirim. Yapmayacağım. Sana olan saygımdan, güvenimden yapmayacağım bunu," Nefes almak
için fırsat tanımamıştım kendime, art arda sıraladığım cümlelerim, hızına rağmen söyledikleri yanında
mantıksız kalmamıştı. Benim aksime, yavaşça ayağa kalktığında, heyecanla ve bir yandan da karşılık
verebilmenin hazzıyla yükselen göğsüme baktı.

"Sorun güvenmek, saygı duymak değil. Sen de durumun farkındasın. Bu, bizzat Tanrı'yla ilgili. Yanlışla,
doğruyla, yürüdüğümüz yolla ilgili. Şimdi, bana karşı tutumun bu yönde olsa da, içten içe merak
duyuyorsun. Aynı benim gibi. Ulaşmak istediğim onlarca cevap var, yine de hiçbirini sana
yöneltmeyeceğim. Çünkü eğer devam eder, buna kapılırsan; günün birinde yalnızca ben değil, hiçbir
sorusu olmayışına rağmen beklenmedik cevaplar alan halk da gerçeği elde edecek. Mâdem olan biten
plana göre ilerliyor, neden bu anlamsız muhabbet diyeceksin, haklısın." Derin bir nefes almış, sıkıntıyla
gözlerini yummuştu. "Önüne geçiyorum yalnızca, engel koyuyorum ayaklarının dibine. Basit, gözle
görülebilir bir tuzak. Farkındalığına rağmen, yakalanmak da, kaçmak da sana kalmış. Zaten nihayetinde,
sonucu da sen belirleyeceksin. Öyle değil mi?"

"Sen nasıl bir sonuca ulaştın da, böylesine korumacısın bana karşı?" Namjoon'un gözleri gözlerime
çıktığında, ruhundan yol kat ederek irislerinde kendine yer bulan yabancı bakışları bana iyi
hissettirmemişti. Saniyelikti. Birden kendini geriye çekmiş, ardından belli bir yere sabitleyemediği gözleri
etrafta koşuşturuyorken devam etmişti.

"İkimiz de neyden bahsettiğimizin bilincinde değiliz, ihtimaller üzerine konuşuyoruz. Bu yüzden


muhabbet daha da anlamsızlaşmadan sonlandıralım. Yalnızca küçük bir nasihat verme isteğiydi bendeki.
Fazlası değil," Yatağın üzerinde duran cübbesini almış, odadan çıkacağı esnada duraksamıştı. Kapı ağzına,
yüzüme bakmadan son kez konuştu.

"Peder'in, bacağından zehri temizleyen kişinin kim olduğuna dair hiçbir fikri yok sanıyorum. Yanılıyor
muyum?" Cevap vermeden, öylece ona bakmaya devam ettim. Bakışlarıma kısa bir süreliğine karşılık
vermiş, sıkıntılı bir ifadeyle başını salladıktan sonra da tek kelime daha etmeden çıkmıştı odadan.
Arkasından bakakalsam da, bir süre sonra dediği cümlenin, içinde bulunduğumuz durumdan kurtulmam
için en basit yöntem olduğuna karar vermiştim. Haklıydı bir yönden, ihtimaller üzerinden ilerliyorduk
muhabbet esnasında. Gerçeklik payı düşüktü. Aksi hâlde uzayacaktı, belki de şahit olmak istemediğimiz
yanlarımıza denk gelecektik. Onunla böyle bir anlaşmazlığın, çıkmazın içine girmek istemezdim.

Günün ilerleyen saatlerinde, zihnimi fazlalıklardan arındırmış, tüm zamanımı içten ibadet etmeye,
dersleri verimli dinlemeye, rahiplerin gözünde kuşku uyandırmayacak dinçlikle katılım sağlamaya
adamıştım. Günahlarımı düşünmüyor, günahkârı sakladığım kuytu köşeden çıkarmıyordum. Ne zaman
başını uzatacak olsa geriliyor, gözlerimi yumup aklımı olmadık yerlerin içine çekerek ondan
uzaklaşıyordum. Bir ara, hiç beklemediğim anda annemi hatırlamış, asıl yönümü şaşırtan bu hayalle bir
süre sessizleşmiştim. Hiçbir tasviri olmayan bir kadın çehresini canlandırmaya çalışıyordum, imkânsıza
eşdeğerdi onu kafamda oturtmak. Öyle ya, yalnızca bir kelimeden ibaretti anne. Şefkatinden eksiktim,
merhametine yabancıydım; geceleyin başımı okşayışlarına, hazırlanmış sıcak bir yemeğine, sofraya davet
edişine, hastalığımda başımda bekleyişine... Uzaktı. Yabancıydı.

Öğleden sonra, babam manastıra uğramış, kilise içerisinde halledilmesi gereken birkaç problem için baş
rahiple görüşmüştü. Dakikalar sürer sandığım konuşmaları, bir saati aşkın uzayınca endişelensem de,
odadan çıktığı zaman gözlerinde gördüğüm memnuniyet içimi ferahlatmıştı. Dudaklarında belli belirsiz
bir gülümsemeyle yanıma geldiğinde, havalanan kavisli kaşlarına, ardından karşılık bekleyen bakışlarına
baktım. Keyfi yerinde görünüyordu.

"Birazdan şehre ineceğim. Manastır için istenen kitaplar hâlâ gelmemiş. Gidip bizzat alacağım, bu işlerle
haşır neşir olan beyefendiyle de özel olarak görüşeceğim. Böyle ciddi işlerin aksamaması gerektiğini
bilmeli," Yüzündeki tebessüm silinmişti. Bahsettiği kitapların, günahkârla beklenmedik bir karşılaşma
sonucu manastıra ulaşamadığından habersizdi. Belli ki Rahip Velianos da, ona durumdan bahsetmemişti.
Tepkisiz kalmaya çalışsam da, eğilmek için büyük bir istekle kasılan başım, beni zor duruma sokuyordu.

"Derslerin bitmiş, ben şehirdeyken rica ettim, kilisede biraz vakit geçir. Uzun süredir yalnız kalamıyorsun
Tanrı evinde," Hızlıca onayladım onu, gözlerimde takılı kalan bakışları, kaybettiğim ışığıma nasıl olduysa
ulaşmıştı, yumuşayan ifadesinin yegâne sebebiydi bu.

"Geri döndüğüm vakit birlikte geçeriz manastıra. Zamanın var, iyi değerlendir. Hakkaniyetli bir şekilde
uzan İsa Mesih'e, sen değerli ve mevkisi yüksek bir kulsun," Zorla da olsa titrek bir gülümsemeyle karşılık
verdim babama, omzuma yavaşça dokunan eli, zamanı kollar gibi birkaç saniyede çekilmişti. Birlikte
manastır dışına doğru yürümeye başladığımızda, babam yanımdan ayrılana dek kendimi ağır bir
sorgulamanın içerisine çekmiştim. Aynı şiddetiyle geriye dönen pişmanlığım, kilise yoluna girdiğim vakit
yeniden bir korkuya dönüşmüştü.

Merdiven basamaklarını ağır ağır çıkmış, kilise kapısından geçip de içeriye girince bir süre ayakta
kalmıştım. Bu görkemli yapının her bir köşesi, ayrı ayrı şaheserdi gözümde. İncelik ve ustalıkla işlenmiş
duvarlarında, yıllardır eskimeyen her renk canlılığını koruyordu. Kendine has özel bir kokusu vardı bu
evin; hiçbir yerde tanık olamadığım, dışarıdaki havadan bağımsız, içeride ilahi bir güçle yaratılmış özel bir
esans gibiydi. Tanrı dokunmuş, parmağının ucundan akanı dağıtmıştı havaya. Derin bir nefes aldım.
Ciğerlerime çektiğim her soluk, dur durak bilmez ruhumu terbiye ediyordu.

Sakin adımlarla, iki yana konumlandırılmış oturakların arasından ilerledim. Karşımda duran sunağa,
ardından yukarıya yerleştirilmiş büyük Haç işaretine baktım. Elim, benden bağımsız şekilde göğsümü
bulduğunda, yavaşça, hissederek Haç çıkarmıştım. Kısa sürmüştü, ilerleyip de dizlerim üzerinde yere
oturduğumda, aşağıdan bakmanın, zeminde olmanın, yukarıya seslenmenin ancak bu zamanlar
aşağılamadığını, aksine yücelttiğini hatırlamıştım. Bu his doyurucuydu. Acıktırıyor, fazlasını talep
ediyordu.

Ellerimi önümde kavuşturmuş, kenetlediğim parmaklarımı göğsüme bastırmıştım. Özlem dolu olduğum
bu yalnızlık, O'nunla, baş başa geçirilen vakitler... Gözlerimde belli belirsiz bir nem hissettiğimde
tebessüm ettim. Tüm yaşanılanlara, karşı çıkmalara, günaha, en büyüklerinden olana bulanmış da olsam,
buradaydım. Karşısında ve kabul edilmiştim.
"Gel İlahi Ruh, üzüntü içinde bulunan ruhumun tesellicisi, acılarımı hafifleten, kalbimin şifası ve neşe
kaynağım. Günahkârlığımı kutsallaştıran, alçak gönüllü olmayı öğreten göksel babam, zayıf anımda
gücüm, yokluğumda tek dayanağım. Lütfûn ile ruhumun tüm derinliklerini doldur. Kalbimi, kutsal
ateşinle alevlendir ve sevgin ile yenile. Göksel mutluluklarını bağışla bana, öyle ki, dünyasal tatminleri
terk edeyim ve sadece ilahi tatminlerini arayayım,"

Sesim, boş kilisede tek canlı varlıktı o an. Fısıldasam dâhi tüm netliğiyle duyuluyor, kelimelerim
seçilebiliyordu. Ancak belli ki, tüm bu dışarıya kapanmış, kendime ve İsa Mesih'e açtığım algılarım, bir
bize odaklanmıştı. Arkamda duyduğum tanıdık tonlamayla hızla geriye dönmüştüm. Göğsümde kenetli
duran ellerim açılmadan, öylece bedenimden uzakta duruyorken, günahkâr, kalçalarını yasladığı
oturaktan çekmiş, ellerini cebine koymuştu.

"Zayıf anında gücün..." Bakışları, kilisenin tavanında geziniyorken söylemişti bunu. Alelacele ayağa
kalktım, az önceki tüm dinginliğim silinmişti. Korkuyla kapıya bakmış, sonrasında tekrar günahkâra
çevirmiştim bakışlarımı.

"Neden buradasınız?" Gözleri gözlerimi bulduğunda, dün yaşananlar birer birer akıp gitmişti zihnimden.
Vücudumu sarmalayan kolları, bedenime yasladığı bedeni, boynuma bıraktığı öpücüğü... İrkilmiştim.
Kilise içerisinde onunla yalnız kalmak beni tedirgin ediyordu.

"Günahlarımın bedelini ödemeye geldim," Yüzünde alaylı, silik bir tebessüm vardı. Üzerindeki siyah, uzun
paltonun cebinden bir zarf çıkardı. Beyaz zarfı, diğer elinin avucuna birkaç kez vurmuş, o esnada bana
doğru yürümüştü.

"Yalnız mısın?" Birkaç adım sonra duraksadı. Dikkatle gözlerime bakıyordu. Dışarıda, herhangi bir yerde
tenime ya da kurduğu bir bağ ile zihnime olan yakınlığı, kilisede yaşanan kadar canımı sıkmıyordu.
Cahilce bir düşünce de olsa, sanki Tanrı burada tanıklık ediyor, dışarıda gördükleriyse bedeli az olan birer
yanlışa dönüşüyordu.

"Evet, babam burada değil." Günahkâr, elindeki zarfa indirmişti bakışlarını. Ardından kısa bir süreliğine
arkasına bakmış, tekrar bana dönmüştü.

"Bu zarfı sana bırakayım öyleyse, babana ulaştırırsın, kilise için bağış." Uzattığı, içindeki para sebebiyle
kalınlaşmış zarfa baktım. Ellerim yerine gözlerim hareketlenmişti, bakışlarında duraksadım. Aralık
dudakları kapanmış, seslice yutkunmuştu. Gittikçe derinleşen bağ, daha da yoldan çıkmadan birkaç adım
geriledim. Başımı yere eğmiş, kıyafetimin uçlarını sıkıca kavramıştım parmaklarımla.

"Hayır, bana vermeyin. Kendiniz teslim etmelisiniz, öylesi daha uygun olur." Uzattığı eli yavaşça geri indi.
Zarfı, sorgulamadan, üstelemeden geri cebine yerleştirmiş, gözlerim gözlerine karşılık verene dek sessiz
kalmıştı. Nihayet istediğini aldığında, aramızda açtığım fazladan mesafeyi iki büyük adımda kapattı.

"Öylesi daha uygun olur, çünkü baban, benimle bizzat Tanrı evinde, ikili bir muhabbet içerisine girdiğini
bilmez. Evet, evet. Haklısın," Bakışları, incelikle gözlerim arasında gezinmiş, sonrasında devam etmişti.
"Baban zeki bir adam. Hisleri kuvvetli. Bir paravanın ardından itiraf etmekle, üç beş kuruş ödemekle
günahımdan sıyrılamayacağımın bilincinde, öyle değil mi? Benden uzak durmanı da istedi mi senden?"
Tek kelime etmedim. Ne dersem diyeyim, içim rahata ermeyecekti çünkü. Hatta belki daha da zor bir
duruma sokacaktım kendimi de, onu da. Bu yüzden suskunluğumu devam ettirdim. Gözlerini benden
alamıyor da olsa, zaman; bizim koparmaya güç yetiremediğimiz bu bağın ardında sayıklamıyordu. Bir kez
daha dışarıyı kontrol etti. Usulca arkasını dönmüş, bir süre bekledikten sonra tereddüt etmeden sağ ve
sola açılan kapıları kapatmıştı. Şaşkın ve ürkektim. İki yanımda serbest kalan ellerim, tutunacak bir yer
ararcasına havada boş hareketler yapmış, ancak yolunu bulamayınca tekrar geri düşmüşlerdi. Günahkâr,
aheste hareketlerle arkasına döndüğünde, irileşmiş gözlerimle buluştu. Aklından geçenlerin
bilinmezliğinde takılıydım, öylece karşımda, görkemli kapı önünde dikiliyor, gözlerimin içine içine
bakıyordu. Beklemek ızdırap gibi gelmeye başladığında, bu ona da sıçramış olmalı ki; olduğum yere
doğru yürümeye başladı.

Aramızda birkaç adımlık mesafe bırakmıştı. Gözleri, yüzümün en tehlikeli uzvuna, dudaklarıma indiği
vakit, elleri de paltosunu bulmuştu. Yakalarından kavradığı siyah kıyafetini geriye doğru çekiştirmiş,
omuzlarından düştükten sonra kollarından da kurtarmıştı. Altındaki siyah, saten gömleği teninden kayıp
göğsünün üst kısmını açığa sermişti. Elinde tuttuğu paltoyu, yanında duran oturaklardan birine bıraktı.
Gözlerim, kilise içerisindeki zayıf ışığın parlattığı tenine inecek gibi olduğunda, başımı soluma çevirdim.
Aldığım nefesler derinleşmiş, bedenim şimdiden hiç yaşamaması gereken duyguları yığmıştı üzerime.

"Gözlerine özgürlüğünü ver," Derin sesi, kulaklarıma bir okyanusun altından, boğuk boğuk yayılarak
ulaşmıştı sanki. Kıpırdamadım, karşılık vermedim. Her yerde, her mekânda yenildiğim bu adama, kilise
içerisinde karşı koymak, engel olmak zorundaydım. Ancak henüz şimdiden soğumuş, muhtaçlıkla gerilmiş
tenim, dile gelmiş gibi sayıklıyordu kulağımın dibinde. Karşı koyamazsın, karşı koyamayacaksın.

"Korkuyor musun?" Yavaşça gözlerine baktım. Başını, bir şeyi dikkatle inceler gibi yana doğru eğmiş,
bakışlarıma en yoğun şekilde karşılık vermişti. Dudaklarını ıslattı, bir adım daha attı.

"Hayır, sizden korkmuyorum," Memnuniyet dolu, hafif bir tebessüm etti. Bir adım daha attığında, karşı
karşıyaydık. Yüzümün her köşesinde gezindi koyu irisleri, etkisi öyle yakıcıydı ki; baktığım koyuluk her
geçen saniye daimi bir karanlığa gömülür gibiydi.

"Doğru, benden korkmuyorsun..." İki yanında duran ellerini, kalçaları üzerinde kenetlemiş, dudaklarıma
inen bakışları ağırlaşıyorken devam etmişti. "Kendinden korkuyorsun. Yapabileceklerinden, kabul
edebileceklerinden, arzularından, içinde cayır cayır yanan o koca alev yığınından," Baştan aşağı buz
kesen tenim, günahkârın dudaklarından dökülen her nefeste, sert bir rüzgârla çarpışır gibi daha da fazla
soğuyordu. Birbirimize bakıyor, her defasında ilk kez karşı karşıya gelmişiz kadar dikkatle inceliyorduk
yüzlerimizi.

"Yenilgilerin kesik kesik. Teslimiyetin bölük pörçük. Hazzın yarım, anlık," Burnundan sert bir nefes vermiş,
başını eğip, yüzünü biraz daha yakınıma getirirken fısıldamıştı. "Ne zaman sona erecek kavgan? Eğer
bilsem... Bir kez olsun denk gelsem isteksizliğine, tenine dokunmak için deli olan parmaklarımı büker,
arzularının sonunu getiririm," Dudaklarım aralanmış, kısık, yarıda kesilen bir nefes vermiştim. "Ama yok,
hayır. Her baktığımda gözlerine, daha fazlasına ihtiyaç duyan genç bir adam görüyorum. İstiyorsun,
Jeongguk. Arsızca, edepsizce... Bir adamın şehvetini istiyorsun, benim şehvetimi."
Saçları saçlarıma sürttüğünde, ensemden kalçalarıma dek uzanan güçlü bir sızı eşliğinde titremiştim.
Yumduğum gözlerim, bakışlarıma binen ağırlığın buyunduruğu altındaydı. Zar zor hareket ettirdiğim göz
kapaklarım, görüş alanıma günahkârın yüzünü getirmiş, ikinci bir titreme dalgasını vurmuştu tenime.

"Bir defa da burada yenil bana. Tanrı'nın evinde, O'nun karşısında. Bundan daha güçlü bir kaybediş
olamaz. Eğer böylesi de önüne geçemezse arzularının, artık korkun silikleşir. Engellerin kırılır, aramıza
koyduğun bu şeffaf perde yırtılır, ayaklarımızın dibine düşer..." Burnu, neredeyse burnuma sürtecekti ki
aniden geriye sıçradım. İki şehir arası sonu gelmeyen bir koşuşturma içerisine girmiştim sanki, göğsüm
coşkuyla yükseliyor, aralık dudaklarımdan çıkan her sert nefes ciğerlerimin öfkesini bağırıyordu.

"Hayır... Hayır, hayır. Burada değil, mümkün değil. Lütfen gidin, çok yanlış. Bu çok yanlış," Bedeninin
yanından geçip de, oturaklardan birine döndüğümde, vücudumu tahtadan yapılara dayamıştım. Ellerim
arka arkaya duran sırt kısımlarına tutunuyordu. Başımı eğmiş, kendimi kontrol altına almak adına sakince
soluklanmıştım. Ancak olmadı; o, ben ve bir mekân... Belli ki neresi olursa olsun, ikimizi misafir edebilen
herhangi bir yer, şehvetin baştan, tüm diriliğiyle yeniden yaratılması için yeterliydi. Her insanın
benliğinde yer edinmiş şeytanları vardı, bu zamana dek başını ezdiğim, sesini kestiğim tüm bu günaha
bulanmış melekler, geçersizdi içimde. Şimdiyse önünü alamıyordum, organlarımda, kanımda, tenimde,
varlığımın hissedebildiğim her yanında tepiniyorlardı. Yan diyorlardı, yak. Tutuş.

Arkamda hissettiğim hareketlenmeyi görmezden geldim, önümü dönüp de bir kez daha tüm irademin
sonunu getiren yüzünü görmeye mecâlim yoktu. Önceleri ses çıkarmadı, bu sessizlik hızını alamamış,
karşısına çıkan her engeli yok sayıp, iki beden arasında çıt çıkarmadan büyük bir çekim var etmişti. Birkaç
adım arkamdaydı, nefes seslerini duyuyordum. Sırtımdaki bakışlarının ağırlığı fazlalaştı, fazlalaştı ve artık
tahammül seviyemin sonuna yaklaştığım vakit, sesini duydum.

"Doğrul," Kelimesi henüz dudaklarından çıkmıştı ki, hâli hazırda bir harekete ihtiyaç duyan bedenim,
olduğu yerde dikleştiğinde, günahkârın emrine itaat etmişim gibi bir durum çıkmıştı ortaya. Saniyeler
sürmedi, aniden bedenini arkamda, vücuduma yaslı bir şekilde hissetmiştim. Zerre zerre tenime yayılan
uyuşuklukla gevşemiş, bir yandan da kasılan bacaklarımın arasındaki boşluğu kapatmıştım sıkıca. Başımın
solundan uzanan yüzü boynuma dönüktü. Dudaklarından çıkan sıcak nefes, kulağımın altına doğru usulca
süzüldüğünde, içgüdüsel olarak başımı geriye atmış, boynumu son raddeye kadar gererek ortalığa
sermiştim.

"Sonumu getirsin tenin, kokun sürsün beni vatanımdan..." Ellerini uzatmış, oturakları sıkıca kavrayan
ellerimin üzerine yerleştirmişti. Parmakları, cildimin üzerini yavaş yavaş okşarken, vücuduma daha da
yaslanan bedeninden sıçrayan tutku, kalçalarımda toplanmış, dik durmaya çalışırken yalpalayan erdemli
ne kadar hissim varsa, tek hamlede devirmişti.

"Tüm duyularıma has yaratılmış, enfes bir ziyafet gibisin," Ayaklarım üzerinde duracak gücüm kalmamıştı,
öyle kuvvetle yaslıydı ki bana, oturakla kendi bedeni arasına sıkıştırmamış olsa vücudumu, yerle bir
olacaktım. Başımı, sanki daha da uzatabilirmiş gibi geriye attım. Dudakları, anlık bir coşkuyla yanağıma
sürtmüş, ardından teması kesmişti.

"İlk kez... Nerede sızdın hayallerime, zihnime, biliyor musun?" Dudaklarım aralık, sık sık soluklanıyor,
günahkârın yakınımda duran, dikkatle yüzümü inceleyen bakışları altında titriyordum. Gözlerimi sıkıca
yumduğumda, ellerimi tutan elleri sıkılaşmış, parmakları tenime kuvvetle dolanmıştı.

"Burada, Tanrı'nın huzurunda. Tanrı'nın evinde. Aklımın her köşesine, bir dumanın isi gibi sindin. Ah,
Jeongguk... Delirecektim, iznim olmadan, senin gibi toy bir çocuğu kabul eden zihnime düşman
kesilecektim neredeyse," Ellerimden destek alarak, kendisini biraz daha bana bastırdığında,
dudaklarımdan zayıf bir mırıltı döküldü.

"Nasıl? Nasıl bir hayaldi kurduğunuz?" Fısıltıdan da düşük bir tonla konuşmuş, günahkârın tenimden
çekilen dudaklarını, tekrar kendime tutsak etmiştim.

"Kirli... Kirli bir hayal, her anıyla şehvetten gözümü döndürecek kadar kirli," Yanağıma sürtünen dudakları
duraksamış, ardından sesli, ıslak bir öpücük bırakmıştı tenime. Yüzüm, artık tümüyle bir arzudan
yaratılmış varlığımın isteklerine köleydi, ona döndüm. Sol omzuma doğru çevirdiğim başımla birlikte,
günahkârla yüz yüze gelmiştik. Gözlerimi açık tutamıyordum, kırpıştırdığım kirpiklerim yorgun düşmüştü.

"Bana dön," Bakışlarımız, kısacık bir an içerisinde buluştuğunda, isteğine karşı gelemedim. Baskısı kesilen
bedeniyle, önce yalpalamış, ardından yavaşça önüme dönmüştüm. Ellerini hafifçe belime yerleştirdi,
dokunuşları yavaş yavaş aşağı iniyorken, eş zamanlı olarak o da ilerlemiş, dizleri üzerine çökmüştü.
Titreyişim hafifleyeceği yerde artıyordu. Ellerini iki bacağıma birden sarmış, aşağıdan aşağıdan baktığı
gözlerimi baygın bakışlarla kendi içine çekmişti.

"Başa çıkamıyorum, Jeongguk. Keşke tek savaşım, şehvetim olsa..." Parmakları, yumuşak dokunuşlarla
pantolonumun paçasını buldu. Kavradığı kumaşı yavaş yavaş yukarı sıyırmış, açığa çıkan tenimi, bir
mücevher yığınını seyreder gibi göz hapsine almıştı. Dizlerimin biraz altında duraksadı, burnunu cildime
sürtmüş, ince bir yol üzerinde sürükleyerek derin bir nefes almıştı. Duraksadığı yerde, benden
uzaklaşmadan ıslattığı dudaklarıyla, dili tenimi okşadı. Yeniden, daha sesli şekilde mırıldandığımda,
gözlerini yüzüme dikmiş, bakışlarını bir an olsun çekmeden, ıslattığı yere dudaklarını bastırmıştı.

"Keşke yalnızca, bedenimin hayvanî bir ihtiyacından ibaret olsa bu hissettiğim tutku." Yeniden geri
çekilmiş, dudakları, tenimde belli belirsiz görünen yara izinin üzerine değmişti. "Keşke söküp atabilsem
ruhuna duyduğum açlığı kendimden," Fısıltılı sesi, sarhoşluğunun ardına gizlenmiş kadar bulanıktı.
Dudakları, hızını alamaz gibi tenimin her bir zerresinde geziniyor, bir yandan kokumu soluyor, bir yandan
ıslak öpücükler bırakıyordu. Uzanmak, parmaklarımı saçlarına dolamak, hoyratça tutunmak istedim
tutamlarına. Ancak bir anlık gafletle sağıma dönüp de, karşılaştığım İsa Mesih figürüyle duraksamış,
şehvetin kollarında baygın düşen bakışlarımı olabildiğine açıp, yerimde doğrulmuştum.

"Durun," Önünden çekilmek, onu dizleri üzerinde, boşluğun önünde bırakmak istedim. Buna rağmen,
dokunuşlarının aniden sonunu getirecek olmak, gururunu incitir diye endişe ettiğimden, yalnızca
bacaklarımı geriye çekebilmiştim. Taehyung, gözlerimdeki dehşeti, var olduğum yerin bilincine eriştiğime
yormuş olmalıydı ki, yoğun bakışlarını benden çekmiş, ayağa kalkmıştı. Yüzüne bakamıyordum. Arkaya
doğru yasladığım ellerimi iki yanıma getirdim. Sıyrılmış paçamı, titrer vaziyetteki parmaklarımla aşağı
çekiştirmiş, ardından doğrularak sunağa ilerlemiştim. Attığım her adımda zemin sallanıyor, yerin yedi kat
dibine çekiliyordum sanki. Kuru dudaklarıma iki yönden ulaşan göz yaşlarımı, ağzımın içine davet ettim.
Tuzlu tat yoğundu, ardı arkası kesilmeyen damlalar, ıslak yolu iyice bellediğinden, kesintisiz kopup
akıyordu tenime.

Az önce dua ettiğim, Tanrı'ma tüm samimiyetimle seslendiğim yere, dizlerim üzerine çökmüştüm.
Arkamda çıt çıkarmadan bekleyen günahkârın adım sesleri, önce yakınlaşmış, sonra duraksamıştı. Birkaç
saniye geçtiğinde uzaklaştığını fark ettim. Kulağım ondaydı. Paltosunu giyinmiş, yeniden bir sessizlik
yaratmıştı. Ellerim, dizlerim üzerine yerleştiğinde başımı önüme eğdim. Dudaklarıma, içimden kopup
gelen güçlü bir haykırış dayandığında, sağ elimi ağzımın üzerine örtmüş, sesim çıkmasın diye kendime
engel olmuştum. Düzenli bir ritimle sarsılan omuzlarım, nefes almak için yer verdiğim, araladığım
dudaklarımla dinmiş, ardından tekrar, kaldığı yerden yıkımına devam etmişti.

"Bir gün bu belini büken, başını eğdiren, seni utandıran mahcubiyetinin sonunu getireceğim. Bir gün
kavuşacağım tebessümüne, sabrediyorum. Şimdilik yalnızca sabrediyorum," Sonlara doğru kırılan sesiyle,
omzumun üzerinden bakacak gibi olmuş, son anda hareketlerimin önüne geçmiştim. Kilisenin kapıları
aralanıp da, aniden içeri soğuk hava süzüldüğünde, başladığım yere geri döndüm. Birlikte yapayalnız
kaldığım Tanrı'm, gizlediği öfkesinin ufacık bir parçasını içime savurduğunda, acıyla öne eğilmiş, iki
büklüm hâlde ağlayışıma devam etmiştim.
13.bölüm
"Herkesin karşılaştığı denemelerden başka denemelerle karşılaşmadınız. Tanrı güvenilirdir, gücünüzü
aşan biçimde denenmenize izin vermez. Dayanabilmeniz için denemeyle birlikte çıkış yolunu da
sağlayacaktır."

Pavlus'tan Korintililere Mektup, 10:13

13.BÖLÜM

-SORGU-

Bahçenin uzun, dar ve ağaçlık yolunu yürüyorken, doğan Güneş'in yeni yeni yeryüzüne ulaşan ışıltılarına
kaldırdım başımı. Bugün, sonbaharın en cilveli günüydü. Mevsimler iç içe geçmiş, hararetli bir kargaşa
yaşanmıştı ve kabarık bulutlar köşeye çekilmeye, yıldızlar parıldamaya, rüzgâr hafiflemeye, hararet bir
süreliğine uykuya dalmaya karar vermişti. Bir yaz gecesi gibi, usul bir esinti, henüz pembeleşiyor olan gök
ve yumurtadan yeni çıkmışçasına, coşkuyla bağırışan kuşlar... Yol uzadıkça uzuyordu ayaklarım altında.
Keyifliydim.

Kasabanın, gün aydığı vakitlerdeki sessizliği doyurucuydu. İlerleyen saatlerde başlayacak olan
koşuşturma için, bir nebze de olsa insanı sakinleştirir, zamanın geri kalanına kendi yatıştırıcılığından
katardı. Şimdi attığım her adımda, yük diye aklımda koşuşturan ne kadar cümle varsa bir bir yere
dökülüyordu. Yüzüme konmuş sıcak bir tebessüm, ardımı kontrol etmeye gereksinim duymayışım,
doğanın tazeliği ve nasıl olduysa, dili düğümlenmiş, içimi mesken edinmiş iblislerim... Aynı, gün
başlıyorken kimsesiz kalan, sesi olmayan bu uzun yol gibi, zihnimde düzlükten ibaretti. Hafif
hissediyordum. Günahsız. Ak. Temiz.

Kapının ardına geçmiş, kuru çimenlerin üzerine oturmuştum. Kollarımı, kendime doğru çektiğim
dizlerimin etrafına sardım. Hiçbir şey yapmadan geçip giden boş bir zaman gibiydi dışarıdan bakılınca,
öylece duruyor, uykulu bakışlarla etrafı seyrediyordum. Ancak verimliydi, insanın kendisiyle baş başa
kaldığı her an böyle tutkulu bir içsel yolculuğu getirmese de, şimdi yaşıyor olduğumun, ruhsal olarak
bünyeme katkıda bulunduğunun farkındaydım. Kendimi acımasızca dövmüyor, azarlamıyor, kıyameti
yaşatır gibi gömüp gömüp diriltmiyordum. Her şey durgundu. Anlamsız bir dinginlik içerisindeydim.
Nedenini sorgulamadan, yalnızca tadını çıkararak sabahın günü ele geçirmesini bekliyordum.

Güneş nihayet yükselip de su katılmış koyu mavi rengindeki göğü aydınlattığında ayaklanmıştım. Gün
içerisinde zinde olmak, aklımı geçen günlerde yaşanmış anlarla meşgul etmemek, rahiplerle aramdaki
samimi bağı beslemek istiyordum. Uzun zaman olmuş gibiydi, tanışıklığımın olduğu bu çehrelerin hepsi,
birer birer silikleşmiş ve beraberinde yabancılaşmayı getirmişti. Kutsal gördüğüm, arınmış ruhlarına saygı
gösterdiğim bu insanlara karşı, alacağım son tavır dâhi olmamalıydı. Bu sebeple, hâli hazırda içimde yer
edinmiş bu uysal neşeyi, biraz daha harlayacak, gece olana dek kimseye karşı bir açık vermeyecektim.
Gün nihayet hareketlendiğinde, her şey isteğim doğrultusunda ilerlemişti. Zaman geçtikçe bozulacağı
söylenilen hava daha da güzelleşmişti. İbadet saatinde yüzümü asmamış, aksine günahımı da sırtlanıp,
utancındansa bağışlanma arzusuyla Tanrı'mın karşısına dikilmiştim. Namjoon, her ne kadar benimle ikili
bir muhabbete girmemeye çalışsa da, göz göze geldiğimizde somurtmuyor, yüz çevirmiyor; aksine hafifçe
tebessüm edip önüne dönüyordu. Tamamen yok saymasındansa, ufacık bile olsa tepki veriyor olması bir
nebze içimi rahatlatıyordu. İçlerinde kaybolduğum onlarca şeytanî fikrin, duygunun arasında, bir de bana
tamamıyla sırtını dönüşüyle cebelleşemezdim. Böylesi, aramızdaki ufak dağınıklığı toparlayabileceğime
olan inancımı diri tutuyordu.

Saatler öğle vaktini gösteriyordu o sıralar. Kütüphane kapısına uzanan ellerim, koridorun başından
seslenen kardeşlerden birisiyle havada kalmıştı. Manastır bahçesinde, bir adamın benimle görüşmek
istediğini, rahiplerin bizzat izniyle içeriye alındığını söylemiş, yolumu değiştirmişti. Gergindim. Attığım
her adımda basamaklar çoğalıyordu sanki. Saatlerdir kendimde yer verdiğim, sahiplendiğim huzurum, bir
anda yok olup gitmişti. Çünkü görebildiğim seçenekler arasında, bir tane dâhi korkutmayacak,
endişelendirmeyecek olanı yoktu. Karşılaşacağım kişinin, her halükârda, henüz konuşmaya başlamadan
beni devireceğini, alt edeceğini biliyordum. Göğsümdeki şiddetli koşuşturmanın, ağrının sebebi de buydu.
İnce bir damar yırtılıyor, açılan boşluğa kızgın bir demir ucu iliştiriliyordu sanki. Nefeslerim sıklaşmıştı.

Bahçeye çıktığımda, bir iki adım atmam ve başımı kaldırmamla, ziyaretçimle göz göze gelmem bir
olmuştu. Beklediğim bir yüzdü, beraberinde şaşkınlık getirmemişti ancak enseme bir namlu ucu gibi
dayadığı korku canlıydı. Olduğum yerde duraksamış, adamın yüzünde samimi bir gülümseme yer
edindiğinde, yavaş yavaş karşısına geçene dek yürümüştüm. Vücudum şimdiden yorgun düşmüştü.
Omuzlarımdan, günün yatıştırıcı esintisine çarparak döküldüğünü sandığım yüklerim; katlanarak geri
gelmiş, vücudumun her yanına dağılmıştı. Dengem şaşmıştı. Bu beklenmedik çıkageliş, hiçbir açıdan
güzel bir niyet taşımıyordu gözümde.

Choi Wook, başında siyah fötr şapkası, üzerinde keten kumaştan yapılma koyu kahverengi bir ceketi,
ayaklarında da aynı tonlara yakın renkte, uçları hafiften yıpranmış botu, özenle kestirdiği sakalıyla tam
bir beyefendi edası taşıyordu. İki yanında duran elleri, beni görmesiyle beraber arkaya gitmişti. Hafifçe
önümde eğildiğinde, telaşla onu tekrarlamış, kendisi doğrulana dek de bir hamlede bulunmamıştım.
Yüzünde, her ne kadar zararsız hissettiren bir tebessüm olsa da, ardında yatan, onu buraya kadar
getirecek güçlü sebeplerin varlığından haberdârdım. Bir şeyler onu yeniden, bir kez daha rahatsız
ediyordu.

"Kusura bakma oğlum, sana da rahatsızlık veriyorum. Aniden, bir meşguliyetin olup olmadığını
sorgulamadan geliverdim. Mâzur gör lütfen," Yüz kaslarım gerilmişti, aynı onun gibi, bu sohbete lâyık bir
maske takmak, konuşacağımız konu ikimize de ağır gelmiyormuş kadar gerçek görünebilecek bir
gülümsemeyle karşılık vermek istiyordum. Ancak olmadı. Titrek dudaklarım aralandığında, mahcubiyetle
gözlerimi kaçırmış, cevaplamıştım.

"Rahatsızlık ne kelime, böyle düşünmeyin rica ediyorum. Muhakkak güçlü bir gerekçeniz vardır," Merakla
gözlerine baktım. Ateşe tutulmuş bir plastik gibi eriyip ayaklarının dibine akan maskesi, gerçeğini gözler
önüne sermişti. Yüzü düşmüş, dudakları gerilmiş, ciddileşmişti.
"Evet, evet. Doğru diyorsun. Bir gerekçeyle geldim, ancak nasıl denir, nasıl konuşulur inan bilmiyorum,"
Ellerini önünde ovuşturmuş, gözlerini kaçırmıştı. Yeterliydi bu kadarı, sorunun neyle ilgili olduğunu
anlamam için yeterliydi. Oğlu için buradaydı. Aksi bir ihtimal yoktu.

"Taehyung'un itiraf etmesi, pişmanlık duyması ve kiliseye gidip, günah çıkarması nasıl mutluluk verdi
bana, bilemezsin. Sana duyduğum minnettarlığı tam anlamıyla gösteremedim. Bu, inan benim için pek
çok şeyden daha değerli. Biricik çocuğumun, hâlâ daha sindiremediğim kadar korkunç bir günaha
bulaşmış olması büyük sarsıntı yaratmıştı. Anlayabiliyorsundur, dini yoluna rehber olarak koymuş bir
adamın öfkesini, kırgınlığını, endişesini... Değil mi?"

Başım, benden bağımsız olarak eğildiğinde, titrek parmaklarımı avuçlarıma doğru bükmüştüm. Dişlerimin
arasına sıkıştırdığım kalın bir et parçasını, tüm çene kasımı kullanarak ısırmış, yüklene yüklene üzerime
çullanacak olan büyük bir toprak yığınını, gücü tükenmiş ellerimle durdurmuştum. Göz bebeklerim
titriyordu.

"Elbette... Elbette anlıyorum," Sesim cılızdı. Karşımda duran adam, bir adım daha atarak yakınıma gelmiş,
kırgın bakışlarla yüzüme bakarak devam etmişti.

"Doğruyu söylemek gerekirse, ona inandım. Artık dine mensup olduğuna, içine düştüğü bu iğrençliğin
Tanrı katında büyük bir günah olduğunu kabul ettiğine, bir daha tekrarlamayacağına... Ne dediyse
inandım. Bir babanın en büyük umuduna, böylesine çaresiz, acınası bir tutkuyla sarılması doğru muydu,
bilemedim. Ancak başka türlüsüne de gönlüm el vermedi," Derin bir nefes almış, her cümlesinde bir
kürek daha vurup, cesedime yuva olacak toprağı eşelediğinin bilincinde olmaksızın devam etmişti.

"İnanır mısın, bazı geceler dizlerim üzerine çöküp, hıçkırıklarım arasında yalvardım Tanrı'ya. Şahit
olduğum, bir karabasan gibi her boşluğumda beni yakalayıp, önümü kesen o anı silsin istedim. Yalvardım,
yakardım. Öyle bir an geldi ki, tüm hafızamı söküp almasını dâhi kabûl edebileceğim bir pervasızlıkla dua
ettim. İşte, görüyorsun. Oğlu, inandığı değerler karşısında küçük düşmesin diye çaba gösteren bir baba,
bir insan, son sığınağı olarak senin ayağına geliyor,"

Her kelimesinde ufalmış, git gide küçülüyorken, son söyledikleri elimi ayağımı düğümlemiş, zorakî
kontrol ettiğim irademin yıkılışına sebep olmuştu. Eğdiğim başımı kaldırıp, dolu gözlerimle bakışlarına
karşılık verdiğimde, endişeyle omuzlarıma uzanmış, baştan aşağı utançla harmanlanmış yüzümü
incelemişti.

"Jeongguk, seni üzecek bir şey mi söyledim oğlum?" Titreyen omuzlarım ellerinin altındaydı. Bakışları,
hareketi kesilmeyen, ürke ürke sarsılan bedenimi bulduğunda, aceleyle parmaklarım gözlerime uzandı.
Islak kirpiklerimi, kökünden koparacak bir sertlikle temizlemiş, yüzümü elimin tersiyle silmiştim.

"Hayır, hayır. Ne olur üzerinize alınmayın. Ben, böylesine güven duymanız karşısında mahcubiyet
hissettim yalnızca. Söyledikleriniz çok değerli, başa çıkamayacağım kadar çok..." Kırılan sesimle beraber
bir kez daha başımı eğmiş, kollarımı üşüyen bedenimin etrafına sarmıştım. Sıkı sıkıya sarıldığım
kıyafetime geçirdim parmaklarımı, o an nasıl da istiyordum kuvvetle... Devrilmeyi, hak ettiğim gazâbı
görmeyi, toz olup havaya karışmayı... Çünkü biliyordum, artık yenilgimin sonu gelmeyecekti. Bu küçük
kasaba, büyük bir felâkete esir olup da yok olmadıkça, ben her defasında bir günahkâra mağlup düşecek,
elleri arasında en büyük yanlışa teslim olacak, şehveti için hazırda bekleyecektim. Artık yolun başı ne
arkama baktığımda, ne önüme baktığımda görünüyordu. Artık yol, yalnızca durduğum yerden ibaretti.
Başı silinmiş, beni koşarak geldiğim, katmanı alevler içerisinde kalmış zemine tutsak etmişti.

"Umuyorum, samimiyetimi hisseder, söylediklerimde bir yanlış görmezsin. Taehyung, sanıyorum ki yalan
söyledi. Kendince bir oyun oynadı, beni de buna ustaca alet etti. Bir zamana dek güzel ilerletiyor da olsa,
artık bu durum onu bıktırmış olmalı ki, aslına geri döndü," Aralık dudakları önce kapandı, sonra tekrar
açıldı. Bir şey diyecek olmuş, vazgeçmişti. Başını eğip bir süre bekledi, ardından devam etti. "Eve
gelmiyor, geçen pazar ayine de katılmadı. Peder bizzat onu sorduğunda, ne diyeceğimi bilemedim
doğrusu. Öyle yüce bir adamın karşısına geçip de, oğlum beni de, sizi de kandırmış, dinimizi alaya almış
diyemezdim. Bu sebeple... Bu sebeple sana geldim, Jeongguk. Belki de sen, bana bunun nasıl
gerçekleştiğini anlatabilirsin,"

Endişeyle gözlerinin içine bakıyordum. Ne soracaktı? Ne anlatacaktım? Kaçışım yoktu. Birbirine


kenetlediğim parmaklarımı kasmış, kemiklerim sızlayana dek hareketimi kısıtlamamıştım. Koyu
kahverengi irisleri, canlanmış bir merakla bana yönelmişti. Üzerindeki ceketin yakalarını, yapmacık bir
edâyla düzeltmiş, soluna dönerek kibarca boğazını temizledikten sonra devam etmişti.

"Taehyung'a okumadığım ayet, anlatmadığım kıssa kalmadı. Öfkemi en kuytuma hapsederek, sesimi
yükseltmeden ulaşmaya çalıştım ona. Karşıma aldım, gerçek bir baba oğul ilişkisi yaşatarak, sevgiyle,
şefkatle yaklaştım. Ancak beni her defasında reddetti. Yeri geldi, bu reddedişleri öyle tak etti ki canıma,
zorba bir dil kullandım. Kısıtladım, engelledim, aşağıladım. Hiçbiri fayda etmedi. Hiçbiri, onu inandığı
doğrusundan alıkoymadı," Bakışları, yeni yeni kendisini belli eden, insanı ürküten şüphesiyle dolduğunda,
ses tonunu yumuşatarak asıl merakına değindi. "Sen, Taehyung'a ne anlattın, ne söyledin de iknâ
olduğuna inanabildin?"

Karşısında, hiçbir tepki barındırmayan yüzüme bakıyordu. Aklım darmadağınıktı, dudaklarımın ucuna
sıralanan onlarca cümle olsa dâhi, hiçbiri sesime ulaşabilecek kadar cesur değildi. Kuyruk sokumumdan
uzanan ince bir sızı, yükselip omuzlarıma değmiş, ardından genişleyerek tüm çene hattım boyunca
devam edip, zihnime yerleşmişti. Bir kez daha bulanıklaşan görüş alanımdan görebildiğim kadarıyla, Choi
Wook bir kez daha endişeye düşmüş, ancak merakını gidermediği sürece, geri çekilmeyeceğini belli eden
yüz ifadesini bozmamıştı.

"Ben... Ben ona ayetler okudum," Gözlerinizin içine baksam bile, ne dediğimin sizin için bir önemi yok.

"Günahının, Tanrı gözünde, onu ne denli küçülteceğini, değersizleştireceğini anlattım," Sınırları olmayan
bir insansınız. Yasağınız da yok, imkânsızınız da.

"Cehennem ateşini... Ateşin şiddettini, günahkârları bekleyen azapları, geçmek bilmeyecek olan
günleri..." Kimse bana böyle dokunmadı. Her dokunuşunuz, gözlerimi kamaştıran o ışık hüzmesi hâlini
alıyor.

"Tanrı'nın gazabını hak eden, büyük dört günahtan bahsettim," Dokunmayın bana, ne olur dokunmayın.
Dokunmayın, yalvarırım... Beni bana düşman ediyorsunuz, beni bana kırdırıyorsunuz. Yaklaşmayın.

"Lût kavmini, başlarına gelen felâketi anlattım," Bana dokunurken, tenime katran gibi yapışan bu lekeyi
düşündünüz mü hiç? Gitmiyor da... Biliyor musunuz? Çıkmıyor. Hep orada. İlk günkü tazeliğiyle.

"İnsanın yaratılışından geleni, doğal olanı, ancak bir kadının, bir erkeğin bedenine eş olabileceğini
söyledim ona," Tanrı'm, sevmemi emrediyor. Oysa ben bu hisse yabancı büyümüş bir gencim. Öyle ki...
Sarılmanın ne demek olduğuna, iki bedenin şefkatle, saf bir istekle birbirine tutunuşuna yabancıyım.

"İlk emirden haberdâr ettim," Sevin. Lütfen, beni sevin. Size karşılık vereceğim.

Son cümlemle kaşları çatılan adam, uyuşmuş bilincime soğuk bir su serpmişti. İrkilerek geriye
sıçradığımda, gözlerimi irice açmış, kelimelerime bir anlam yüklemek için çabaladığını belli eden yüzüne
bakmıştım. Korkuyla bir iki adım geriye uzaklaştım. Hızlı hızlı soluklanıyor, avcısından köşe bucak kaçmış
zayıf bir hayvan gibi, tedirginlikle zemini izliyordum. İçime çektiğim hava, ciğerime bir zehir misâli sancı
veriyordu artık. Yaşatmıyordu. O an mantıklı düşünebilme yetimden yoksundum, gözlerine baka baka
geriliyorken, son defa dudaklarımı aralamış, göz yaşları içerisinde dilenmiştim.

"Affedin, ne olursunuz affedin. Affedin, gitmeliyim,"

Koşar adımlarla manastıra yürümüş, gördüğüm hiçbir yüze, karşılık bekleyen hiçbir bakışa bulanmadan
odama girmiştim. Sırtım kapıyla buluştuğu anda derin bir nefes aldım, yalnız kalışımla beraber, kimsenin,
Tanrı'dan başka kimsenin gözleri önünde devrilmeyecek olmamın bilinciyle, bacaklarım üzerine düşmüş,
kendimi zemine yaslamıştım. İçimden kopup gelen her yeni haykırış, bir öncekinden daha güçlü, daha
kuvvetliydi. Dizlerimi bükmüş, küçülen, sarsılan bedenimin her bir çığlığını kulaklarımın dibinde işite işite
ağlamaya devam etmiştim. Artık sesim, içime sığmıyordu. Dar geliyor, kendime yetersiz kalıyordum.
İşaret parmağımın eklem kısmını, anlık bir hırsla dişlerim arasına alarak, öfkemi etime kusmuştum.
Kapının ardına ulaşmayacağını bilecek olsam, organlarım arasında kendine yer edinmiş bu ateşi, alevini,
sıcağını, kendimden kopara kopara birer bağırışa yükleyecek; sesim kısılana, sesim güçsüz düşene dek
haykıracaktım. Bunca acıya rağmen, bir fısıltı şeklinde, kelimelerimi bulanıklaştıran parmağımı ağzımdan
çekmeden, Tanrı'ma konuştum.

"Yalvarırım... Yalvarıyorum. Sustur, öldür zihnimi. Durmak nedir bilmeyen bu şeytanımın sonunu getir.
Ne olursun, Tanrı'm, ne olursun. Bitsin, kesilsin artık. Dayanamıyorum," Yerde duran, her sarsılışımda
katlanan halı, bacaklarım altında kayıyor, gözümden akan her bir yaşı, saf toprak gibi içine çekip yok
ediyordu. Saatler sürdü, günahkârın beklentiyle, samimiyetle, ihtiyaçla, istekle gözüme bakan babasını,
bir nebze de olsa silikleştirişim, aklımda gerilere sürükleyişim uzun zamanımı aldı. Ayağa kalktığımda,
kilitlenmiş eklemlerim adımlarıma çelme takmış, sendelememe sebep olmuştu. Yine de durmadım, zar
zor yatağıma attığım bedenim, üzerine örtülmüş bu ağırlıktan azıcık da olsa sıyrılana dek, gözlerimi bir
defa daha açmadım.

Gece yarısına yakın bir zaman dilimiydi uyandığımda. İlk gördüğüm, karşımdaki yatakta uzanan, dümdüz
bir ifadeyle öylece beyaz tavanı seyreden Namjoon olmuştu. Önce bakışlarımın, hareketlerimin farkına
varamadı. Birkaç dakika sonra, yataktan kalkmak için doğrulduğumda, aniden bana dönmüş, dirsekleri
üzerinde yükselmişti. Yorgun ve huzursuz görünüyordu. Aralık dudakları titredi, söyleyeceği ne varsa,
bakışlarımız karşılaştığında vazgeçmişti. Sıkıntılı bir nefes vermiş, yavaşça kendisini geriye bırakmıştı. Bu
anlayışlı hâllerine dayanmak güçtü. İnsan, ne kadar muhtaç olursa olsun, hak etmediği merhameti
gördüğünde eriyordu. Kırsa da güçleniyor, yıksa da ayağa kaldırıyordu.

Konuşmadık. Ne o buna kalkıştı, ne de ben. Üzerime, yatağımın ayak ucundaki askılıktan yün bir hırka
almış, sessizce kapıyı aralamıştım. Bulanık görüyordum etrafı, gözlerimde yer edinmiş, kıldan ince
damarlarımın her biri, boylarından büyük sızıları ağırlıyorlardı. Dikkatli adımlarla merdivene ilerledim,
kimseye görünmeden bahçeye çıkacak, gecenin bir vaktine eşlik edecektim. Uyandığımda fark etmiştim,
odamın duvarları, aklımın her bir köşesinin yansımasıydı sanki. Cümlelerin, hiç olmayacak seslerin
üzerime yığılması gibi, bu taştan yapılar da birer dev hâlini alıp, canıma kast edercesine adımlıyorlardı
bana doğru. Daralmıştım. Açık havaya, temiz bir göğe, bir başıma kalmaya ihtiyaç duyuyordum.

Kimselere görünmeden bahçeye ulaşabilmiştim. Önümde uzanan çıplak yola baktım bir süre, önce
yürümeyi reddetsem de, demir kapıya dek gidip, birkaç adım ötemde özgürce dönen dünyayı seyre
dalma isteğimin ağlarına yakalanmıştım. Karşı çıkmadım kendime. Yavaş adımlarla, karanlığı delip de
sağımda, solumda yer alan ne varsa görebiliyormuş gibi, etrafıma bakınarak yürüdüm. Zaman geçti,
adımlarım hızlandı. Karşısı hariç, her yere çevirdiğim başım, sonunda, ulaşmak istediği yere geldiğinin
bilinciyle önüne dönmüş, gördüğü manzarayla, bedenimi de kendisine dâhil ederek donakalmıştı.

Yüzü görünmüyordu. Uzun, siyah demirliklere dayamıştı sırtını. Başı eğikti. Kapının hemen ardındaydı. Bu
koyu karanlıkta görebildiğim tek şey, parıldayan ensesiydi. Şaşkınlığım, bana bu şahit olduğumun bir
hayalden ibaret olabileceğini fısıldadığında, hızla gözlerimi yumdum. Bir kere, iki kere, üç kere...
Defalarca, bir ritme uygun olarak oynattığım göz kapaklarım, sonunda duraksadı. Oradaydı. Günahkâr,
manastır kapısına dayanmış, sessiz sedasız oturuyordu.

Önceleri tereddüt ettim. Gidecek olmak, önüne geçemeyeceğim bir tehlikeyi yaratabilirdi. Her an,
beklemediğim bir vakitte rahiplerden birisiyle, yahut geceyle bağı olmayan kasaba halkından,
alışkanlığını değiştiresi tutmuş bir insanla karşılaşabilirdim. Bunu göze alacak olmak, ancak bir aptalın işi
olabilirdi. O gece, o aptal rolünü ben üstlenmiştim. Ses çıkarmamaya özen göstere göstere ilerlemiş,
hiçbir şey söylemeden, tam sırtının olduğu yere, sırtımı yaslamıştım. Yüzlerimiz ayrı iki yöne bakıyor,
içimiz ise demirden parmaklıkları aşıp birbirine karışıyordu sanki. Kıpırdadığını hissettiğim günahkâr,
duruş şeklini bozmamıştı. Aldığı nefesi duyduğum anda gözlerimi yumdum. Ciğerlerine nüfuz eden, onu
yaşatan, ona hayat veren bu hava için, oturup Tanrı'ma şükredecek kadar coşku doluydum. Tüm bu yıkım
sonrası sığınmak istediğim yalnızlık, ikinci bir kişiye de dâhil edip, kalabalıklaştırdığı geceyi sunmuştu
önüme. Sahip olabileceğim en güzel hizmeti görüyordum.

"Demek doğruymuş, beklentisizlik hâli insanı asıl istediğine ulaştırıyormuş," Kelimeleri gevşekti. Vurgulu,
düzgün diksiyonu, dili uyuşmuş kadar bulanıktı. Üzerinde durmadım. Dizlerimi bükmüş, ellerimi, çıkık
kemiklerim üzerine yerleştirmiştim.

"Demek doğruymuş..." Kısık sesle tekrar ettim onu. Sokak taşlarına çarpıp da ses çıkaran bir cismi
tuttuğunu fark ettiğimde, doğrulacak gibi olmuş, ardından vazgeçmiştim. Benim sorgusuzluğuma karşın,
günahkâr açıklama ihtiyacıyla cümleye girmişti.
"Elimde bir şarap şişesi var. Yıllanmış, kırmızı bir şarap. Yarısına kadar içilmiş, şişesi saydam bir
kahverengi. Üzeri biraz yapış yapış, kokusu hoş. Bir yazarın, tarihe karışmış bir bedenin, kendi evinin
kapısını açıp da içeri davet edişi kadar tutkulu bakıyor gözlerime," Görme engelli bir insana anlatır gibi,
her detayıyla tarif etmişti baktığı şişeyi. Tekrar bir ses duymuştum, şarabı elinden bırakıp yere koymuş
olmalıydı. Kıpırdamadım. Sırtından esen sıcaklık, ufaktan ufaktan her zerreme yayılıyor, bir insana
sığınmaya duyduğum muhtaçlığımı gideriyordu.

"Hiç kasaba mezarlığına gittin mi?" Gevşemiştim. Tüm dünyadan sıyrılabilecek olsak, geceyi burada
geçirir, yorgun düşmüş bedenime güzel bir uyku hediye ederdim. Ancak şu hâliyle, mümkünâtı olmayan
bu durumu, yalnızca büyük bir açlıkla seyrediyordum.

"Gitmedim, ya siz?" Bir defa daha yerinde hareketlendiğinde, demir kapıya daha fazla yaslandığının
farkına varmış, buruk bir tebessümle hareketini tekrar etmiştim. İkimizin, genel itibariyle yansımasıydı bu
yaşadığımız sahne. Arada, kendi gücümüzle kıramayacağımız, açamayacağımız bir engel vardı; buna
rağmen usandırmayan bir tutkuyla birbirimize uzanıyor, en ufak bir hissedebilmeye mahkûm edilmiş gibi,
ufacık temasların tadına varıyorduk.

"Gittim, sık sık giderim. Mezar taşları hafızamda artık. Yüzünü, kim olduğunu bilmediğim onlarca insanın
adını, doğum, ölüm tarihini ezberledim. Hepsinin arasından, yaşam ve ölüm arasında incecik bir çizgi
üzerinde ilerleyerek geçip gidiyorum. Meydan okur gibi böbürlendiğim oldu başlarda, bir yere kadar... Bir
güne kadar," Sonlara doğru kısılan sesiyle, omzumun üzerinden hafifçe başımı çevirdim. Karşıyı
seyrediyordu. Tekrar önüme dönmem, bir saniye sürmüş, sürmemişti.

"Mezarlıklar beni ürkütüyor. Ölüme karşı duyduğum korkudan kaynaklı diye düşünüyorum. Sizce de başa
çıkması zor bir şey değil mi? Ne zaman sıranın size geleceğini asla bilemiyorsunuz. Bilinmezliğin en
gaddar yanına sahip. Bir gün, bir mezar taşına adı yazılacak olan bizzat siz olacaksınız. Toprağın altı,
kıyamet gününe dek, bu evrende bir hiç sayılacak kadar ufak olan bedeninize yuva olacak," Üzerine bir
şey söylememiş, sessiz kalmıştı. Birkaç dakika içerisinde, yeniden hareketlendi. Bu sefer kısa sürmemişti,
bana döndüğünün farkına vardığımda, kapalı gözlerimi beklentiyle araladım. Kısa bir zaman içerisinde,
dağınık tutamlarım arasına burnunu uzatmış, tüm vücudumu karıncalandıracak kadar sesli bir soluğu
hapsetmişti içine. İstekle kasılan bedenim, olduğu yerde hafifçe yükseldi. Bir değil, iki değil, defalarca.
Arkamda, kendisine sırtını dönmüş genç bir çocuğun kokusuna duyduğu açlığı, dakikalarca, tüm
arzusuyla ciğerlerine çekmişti.

"Yüzünü dön bana, hasret kaldım." İkiletmedim. Yavaşça, zamanı yaya yaya kullanarak ona döndüğümde,
gördüğüm tanıdık bakışlarla iç içe geçmem bir saniyemi almıştı. Koyu gözleri, karanlığa davetiye çıkaran
geceye meydan okur gibiydi. Siyah parmaklıklara sardığı ellerinin, biraz aşağısına da ben tutundum.
Yüzünü biraz daha yakına getirmiş, alnını demirlere yaslamıştı.

"Babam buradaydı bugün, değil mi?" Usulca başımı salladım. Alnını, bir defa kaldırıp sert sayılabilecek
şekilde geri demire vurduğunda, burnundan sesli bir nefes verdi. Ardından, içindeki kasırgayı dağıtmanın
tek yolu buymuş gibi, yavaşça aşağı eğilmiş, kuru dudaklarını, parmak eklemlerimin üzerine bastırmıştı.
Önceleri hafif olan dokunuşu, bir süre sonra ufak öpücükler hâlini aldı. Tek tek, tüm parmaklarımı öpüyor,
ben iç çektikçe daha da harmanlanan ateşiyle teması uzatıyor, aynı anda tenimden kokumu içmeyi de
ihmâl etmiyordu. Dudakları cildime her değdiğinde, titreyen parmaklarımı gevşetiyordum. Bunu fırsat
bilip, öpemediği yerlerin de hakkını vermiş, tırnaklarımın üzerini dâhi büyük bir istekle dudakları altına
alıp şefkatle ısıtmıştı.

"Yordu mu çok seni?" Gevşemiş ellerimdeki bakışları yüzüme çıktığında, aldığım nefesi içime hapsedecek
bir tutkuyla yakınlaşmış, göz temasını kesmeden, uzattığım işaret parmağımı dudakları arasına almıştı.
Ağzının içine doğru hapsedilen tenim, günahkârın tadıyla ıslanmış, ardından yavaş yavaş serbest
bırakılıyorken, bir kez daha şehvetle öpülmüştü.

"Hayır, çok yormadı." Kelimelerim düzenini şaşırmıştı. Kekelemiş, anın heyecanıyla dağılan dilimi kontrol
edememiştim. Bir kez daha demirlikleri sıkıca kavradığımda, günahkâr zaman kaybetmeden ellerini
ellerimin üzerine örtmüş, parmaklarımın etrafını sarmalamıştı.

"Şehir insanlarının sanata olan açlığını işittin mi?" Alnını bir defa daha, yorgun hareketlerle parmaklıklara
yasladığında, aynı şekilde karşılık verdim. Alınlarımız değmiyordu, ancak dudaklarımızdan çıkan her sıcak
nefes birbirine karışıyor, bunu bilmenin hazzıysa tarifi olmayan bir doyuruculuk katıyordu içime.

"Bahsedin," Kısık sesim kulağına ulaştığında gülümseyecek gibi olmuştu. Lekelere bulandırdığı tenimin
aksine, her hareketi ruhsal bir arınma sunuyordu önüme. Lezzetine doyumum yoktu. Susmasın,
durmasın istiyordum.

"Şimdilerde, şehir halkında önü alınamayan bir açlık var. Sanata karşı. Bazısı gerçekten kimliğini yaşatıyor
bu değişen algının içerisinde, bazısıysa gündeme ayak uydurma isteğiyle, ötekileri taklit ediyor. Bir
yazarın mürekkebe bulanmış, hiçbir anlam taşımayan defter yaprağına sanat diyorlar. Bir ressamın, boş
tuvale çizdiği kısa bir çizgiye sanat diyorlar. Çıplak bir kadın bedenine, çamura bulanmış çocuk eline,
bakire olmayan bir rahibeye, kendisini cinsel yönden tatmin eden yalnız bir ihtiyara, ana rahminden
henüz çıkmış bir bebeğe... Aklına gelebilecek küçük, ufacık detayların birçoğunu sanat olarak
adlandırıyorlar. Hepsinin gözünde, türlü türlü anlar, sanat olarak can buluyor,"

Günahkâr, alnını dayadığı yerden çekmiş, elimin üzerindeki elini uzatıp, narin dokunuşlarla saçlarımı
okşamaya başlamıştı. "Bense neyin derdindeyim... İnsandan insana değişen, farklılık gösteren tüm bu
güzellik algılarının dayatıldığı sanatın karşısına dikilmek, herkesin itinayla 'Bu sanattır, şu sanattır,'
deyişine inat, 'Sanat, sen Peder'in oğlusun, sen Jeongguk'sun,' diye haykırmak istiyorum," Saçlarımda
duran eli ilerlemiş, nabzımın habercisi olan çıkık damarım üzerinde duraksamıştı. "Sanatın başını eğişini,
gururla, istekle boyun büküşünü görüyorum gözlerim önünde. İnsanda, yerde, gökte, evrende güzel olan
ne varsa, sana az önce sanat diye gördüklerini söylediğim ne kadar an varsa, hepsi senin varlığında
pusuya sinmiş,"

Söylediği her cümlenin tesiriyle titriyor, elinin altındaki nabzımı, ona birer hediye mahiyetinde
kuvvetlendirerek hissettiriyordum. Gözlerine ulaştığımda, diri şehveti başımı döndürmüştü. Yarıda
kestiği cümlelerine devam ettiğinde, artık onun aklında yer edindiğim hâlime, başka bir insanda aynı
şekliyle ulaşamayacağının farkına varmıştım.

"Bir yazarın ruhuna da, bakireliğini kaybetmiş bir rahibenin cesurluğuna da, doğum yapan bir kadının
katlandığı, insanı hayrete düşüren acının eşiğine de sahipsin içinde," Damarımın üzerinde duran eli,
usulca enseme kaydığında, beni kendi isteğine göre yönlendirmeden önce fısıldadı. "Boynunu uzat
bana."

İstekle öne doğru atıldığımda, kendimi kaçıncı olduğunu sayamadığım teslimiyetimle günahkâra sunmuş,
başımı yavaşça arkaya uzatmıştım. Gerilen beyaz tenime, yüzyıllardır beklediği özgürlüğüne kavuşmuş bir
esir gibi saldırmıştı. Etime değen dudaklarını aralayıp, beni içine çekti. Islattığı yer, dudaklarından çıkıp da
üzerine dağılan sıcak nefesle üşümüş, ayrı kalmak istemediği baskının, kendisine mecbur eden
dokunuşlarıyla uyuşmuştu. Geri çekilmedi; dudaklarını, baştan aşağı boynuma sürte sürte gezdirmiş, en
son yukarıya tırmanıp çenemde duraksadığında, beni, en büyük günahıma davet etmişti.

"Yarın gece, Livonya Gölü'nde bekleyeceğim seni. Artık kavuş bana, Jeongguk. Tüm varlığınla, tüm
erkekliğinle, tüm şehvetinle... Yarın. Yarın gece, küçüğüm. Kavuş bana,"

*Medyaya bıraktığım şarkıyı özellikle dinlemenizi, sözlerini okumanızı istiyorum. Bir nevi
Taehyung'dan Jeongguk'a söyleniyormuş gibi düşünün. Umarım keyif alırsınız.
14.bölüm
"Günahkârların Tanrı Egemenliği'ni miras almayacağını bilmiyor musunuz? Aldanmayın! Ne fuhuş
yapanlar Tanrı'nın Egemenliği'ni miras alacaktır, ne puta tapanlar, ne zina edenler, ne oğlanlar, ne
oğlancılar, ne hırsızlar, ne açgözlüler, ne ayyaşlar, ne sövücüler, ne de soyguncular. Bazılarınız böyleydiniz;
ama yıkandınız, kutsal kılındınız, Rab İsa Mesih adıyla ve Tanrımız'ın Ruhu aracılığıyla aklandınız."

Korintoslulara, 6:9-11

14.BÖLÜM

-KILIÇ SESLERİ-

Manastırın avluya açılan kapısının önünde duruyordum. Pervaza yaslamıştım omzumu. Güneş batmak
üzereydi. Kollarımı önümde bağlamış, tüm insanî hareketlerden, düşünmek hariç, soyutlanmıştım.
Renkleri gittikçe soluyor olan ağaç yapraklarını seyrediyor, zihnimin tüm katmanları arasında gürültülü
bir yolculuk yapıyordum. Binlerce ses... Yuva edindikleri ruhumu baştan aşağı geziniyorlar, içten içe
tüketen hastalıklı bir hücre misâli, sağlam buldukları duvarları da delik deşip edip yollarına devam
ediyorlardı. Çaresiz bir insan sakinliği vardı üzerimde. Kafamın içinde koşuşturan bu küçük yaratıkların
fısıltıları, somut bir hâle gelecek ve insanlığa dinletilecek olsa, şiddeti öyle ağırlaşır, yeryüzünde öyle
kuvvetli bir sarsıntı yaratırdı ki; ne işitme duyularını olduğu hâliyle bırakır, ne de ayak bastığımız zemin
aynı düzlükten ibaret kalırdı. İşte, böylesine yoğun bir kalabalığın ortasında sıkışıp kalmıştım, artık
benliğimde adımlayacağım esnada kendime yer açmaya dâhi kalkışmıyordum. Onlar bağırışıyor, içimi
önünü kesemediğim büyük bir felâkete zorunlu kılıyordu, bense susuyordum. Sessiz sedasız
hesaplaşıyordum Jeongguk'la.

Rahip Velianos, artık hava kararmaya başladığı vakitler, bahçede etrafına topladığı kalabalığı dağıtmış,
genç kardeşlerin toplu hâlde manastıra girişini seyretmişti. Onlara odaklı olan bakışları, kısa süre sonra
odağını şaşırmış, beni bulmuştu. Gözlerimiz değdiği vakit, heyecanla yerimde doğrulmuş, zaman
kaybetmeden öne doğru eğilip onu selamlamıştım. Karşılık vermedi. Birkaç defa etrafı seyrettikten sonra,
yavaş adımlarla olduğum yere yürümeye başladı. Cübbesinin uzun kolları içerisinde kaybolmuş elleri,
önünde birbirine kenetliydi. Yüzündeki ciddiyet, yakınlaştığı vakitler daha da belirginleşmişti. Hassas bir
dönemde olduğumdan, insanların normal tepkilerini dâhi üzerime alınıyor, her şeyin sebebi olduğum
endişesiyle içsel gömülüşümü daha bir şiddetli yaşıyordum. Etrafımda yaşanan, kötü ya da kötüye
yorulabilecek ne varsa, yegâne nedeniydim sanki. Şimdiyse, değeri gözümde paha biçilemez olan bu
adamın ağır, net ifadesi; çehresinden sıyrılıyor, elleriyle varlığıma uzanıyor, nefesime düşman kesilen bir
canavara dönüşüyordu.

"Peder, sağ olsun, alamadığımız kitapların hepsini sağlam şekilde teslim etti kütüphaneye," Sesi pürüzlü,
yorgun çıkıyordu. Önünde birleştirdiği ellerini serbest bırakmış, bir tanesiyle uzanıp sol omzumu
kavramıştı.
"Kasabanın girişindeki, kendisiyle ilgili türlü türlü hikâyelerin dönüp durduğu tahta evi bilirsin. Kimsenin
cesareti yoktur içine girmeye, bakma, gerek de duymuyorlar. Halkı, sandığımız kadar korkutuyor olsaydı,
çoktan ateşe verilirdi," Uyuşuk gözlerim, günahkârın evi söz konusu olduğunda dirilmiş, karşımdaki
adamın bakışlarına dağılmıştı. Yüzünde imâ barındıran hiçbir ifadeye rastlamadıysam da, korkum öyle bir
hazla ayaklanmış, öyle bir aşkla çıkmıştı ki tepeme; ilk kez bir hissin yoğunluğu böylesine fazla
döndürmüştü başımı. Ona fark ettirmeden, sağ elimle kapıya tutunmuş, sırtımı iyice arkaya yaslayıp
bedenimi olduğu yere sabitlemiştim.

"Kitaplardan bir tanesiyle karşılaşmamız, seneler önce o evde oldu. Kasabanın şahit olduğu en sert kış
yaşanıyordu o zamanlar. Kar dizlerimize kadar uzanıyordu, ulaşım kesikti. Bir cahillik edip de çıktığım
yoldan dönemeyince, el mecbur gördüğüm ilk çatının altına sığınıverdim. Kapıyı açıp da içeri girmedim
tabi, öyle düşünme. Paslanmış, demirden bir masa vardı. Üzerinde öylece duruyordu. Kapağının bir ucu
yanmıştı belli ki, karaydı. Rüzgârda açılıyor, kapanıyor, ancak ağırlığı sebebiyle savrulmuyordu,"

Anlattığı olay kış mevsimine aitken, ben; bir yaz sıcağı esintisini işitmiştim kulaklarımda. Yemyeşil çayırlar
üzerinde, dertsiz tasasız uzanıyor kadar mayışmış hissediyordum. Çocukluğumda muhtaç kaldığım,
yumuşak, babamınkine benzemeyen şefkatli bir sesten masal dinleme isteğim gelmişti aklıma. Başımı,
yavaşça soluma doğru eğdim. Az önce bizzat yaşadığım kısa süreli yıkımdan arınmış, hafiflemiş bir hâlde
devamını duyma arzusu içine girmiştim.

"Başkalarının eşyalarına dokunmaya tenezzül etmem, ancak o durumda, saatlerdir hapsolduğum bu


yabancı evde, bir yoldaş ihtiyacı hissettim. Kar iyice bastırmışken, seslerin uğultusu, kendi içimde
düştüğüm kararsızlığın yolunu kesti. Kitabı elime aldım, Jeongguk, güzel oğlum, kimselerin haberinin
olmadığı bir dünyayı, aciz ellerin arasında kavrıyor olmak nasıldır, bilir misin? Bir kitaplar yaşatır bu hissi,
terbiye ettiğim insanî her duygum arasında, tek doyumsuzluğum yazılanadır," Küçük gözleri, eskilere
doğru adımlıyor gibi, yavaşça zemini buldu. Bir süre sessizce seyrettiği mermer, önüne, unuttuğu
detayları getirmiş olmalıydı ki, bir diğer cümlesine giriştiğinde coşkuyla kaldırdı başını.

"Her sayfanın içerisinde iştahla koşuşturdum durdum. Öyle bir ihtiyaç içerisindeydim ki, tam anlamıyla
noktayı koyamamışken, bir diğer kısma atlıyor, ağrılı gözlerimi hızlı hızlı satırlarda gezdiriyordum. Soğuğu
unuttum, ağırdan çöken karanlığın farkına varamadım. Sonra, öyle bir cümleye denk geldim ki, uzayıp
giden saatler boyunca, tek bir yaprağı daha kaldırıp çevirecek cesareti bulamadım, bundan fazlasını
okumak müsriflik olurdu dedim kendime,"

Kapıya yasladığım bedenimi doğrultmuş, söyleyecekleri için büyük bir açlığa düşmüştüm. İri gözlerim,
karşımda duran adamın tedirgin, hatırlamaya çalışmaktan bitkin düşmüş bakışlarını bulduğunda, yavaş
yavaş başını salladı. Aradığına, zihninin kuytu köşesinden ulaşmıştı.

"Yazar demiş ki, 'Bu, şeytanın Tanrı'yla boy ölçüşmesi; dövüş alanı olarak insan kalbini seçmiş,'"
Dudaklarım aralandı. Rahibin gözlerimin içine içine işleyen bakışları, yol aldıkça derinimi avuçluyor, ilgiyle
sakladığım ne varsa ayıklayıp söküyordu irislerimden. Başımı yavaşça önüme eğdiğimde, bilge bir adam
edâsıyla arkada uzanan yeşilliğe bakmış, devam etmişti.

"Kılıç seslerini işitenler içindir bu cümle," O konuştuğu anda, göğsümün ortasında bir savaş şahlandı.
İşitiyordum. Kılıç seslerini, hemen kulağımın dibindeymiş kadar keskin işitiyordum. Meğer asıl gürültüm
buymuş dedim kendi kendime, meğer yüzlerce insanın, bana günah olan, beni kimliğime sırt çevirecek
kadar yabancı olan cümleleri değil; bu cümlelerin arkasından yükselen, bir türlü ayırt edemediğim kılıç
sesleriymiş gürültüm. O ses ise, sandığım gibi zihnime değil, bir boy ölçüşmenin baş gösterdiği kalbime
aitmiş.

Rahip Velianos, sessizliğini uzun bir süre korumuş, söylediği cümlenin üzerine laf etmek lüzûmsuz
kalacağından, bir şey söylemeden yanımdan geçip gitmeye kalkışmıştı. Tam içeri giriyordu ki, aniden tüm
karmaşamdan sıyrılmış, günahkârın söylediği gibi, tıpkı bakire olmayan bir rahibenin cesaretiyle, sırtı
bana dönük olan adama seslenmiştim.

"Efendim, bireysel ibadet odalarından bir tanesinin anahtarını verebilir misiniz? Bu gecemi orada
geçirmek isterim. Rica ediyorum, beni geri çevirmeyin. Günlerdir Tanrı'mla baş başa kalmaya, saatler
sürecek, sesli bir yakarışta bulunmaya ihtiyaç duyuyorum," Rahip, yavaşça sırtını dönmüş, gözlerimin
içine bakmıştı. Yüzümü izliyorken, buna değip değmeyeceğimi tartıyordu sanki. Hak ediyor muydum,
etmiyor muydum? Elini hafifçe yukarı kaldırıp, yanına gitmem için bir işaret yaptı. Zaman kaybetmeden,
sürüdüğüm adımlarımla yanına ulaştım. Ardından birlikte, ses etmeden merdivenleri çıkmış, bütün
rahiplerin odasının bulunduğu kata gelmiştik. Sakindi, ancak huzurlu değildi. İçeri girdiğinde, kasılmış
sırtımı duvara yaslayıp çıkmasını bekledim. Fazla sürmemişti, geri geldiğinde, parmakları arasında
tuttuğu anahtarlığı ellerime tutuşturmuş, o esnada bir kez daha bakışlarımızın karşı karşıya gelmesini
sağlamıştı.

"Verimli bir gece geçir oğlum. Tanrı seni korusun, Tanrı senin temiz ruhunu da, parıldayan bakışlarını da
daim etsin. Samimiyetle, en hakiki teslimiyetle, kendini Mesih'in merhametine, şefkatine bırak. Seni geri
çevirmeyecektir, sen; O'nun yeryüzüne bıraktığı bir elçisin, dünyada izini sürecek olan kullarındansın,"

Cümlesi boyunca defalarca gözlerimi kaçırmış, nihayet sonunu getirdiğinde, bir açık vermeden yüzüne
diktiğim bakışlarıma memnuniyet katmıştım. Bir şey söyleyemedim, mânâlı kelimeleri, Tanrı gözünden
beni tarif edişinin kuvvetli baskısı bacaklarımdayken, adımlarımı sarsıyorken, düşebilecek, önümde
somut bir engel dâhi yokken takılıp yerle bir olabilecekken, korkmuyormuş gibi arkamı dönüp
merdivenlere yöneldim.

Rahibin görüş alanından çıktığım anda durulmuştum. Bir ipliğe asılmış çamaşırın, hiçbir destek almadan
ağırlığıyla tutunabildiği yerden, sert bir rüzgârla yere düşüşü gibi, merdivenlere çökmüş, başımı geriye
atıp duvara dayamıştım. Hızlı hızlı soluklanıyor, gözlerimi sıkıca birbirine bastırıyordum. Ağlamanın ne
yeri, ne zamanıydı. Güçsüzlüğüm kabullenilmiş bir gerçekti, öyle ki savaşa çıktığım, bana ait olmalarına
rağmen karşıma aldığım, canına susadığım ne kadar hissim varsa, hepsi aynı kabullenilmişlikte yaşıyordu.
Bir yandan tümüyle bir bütünden ibaretken, öte yandan tek tek mâğlup etmek, tek tek yere sermek
hırsıyla yanıp tutuşuyordum. Ancak karara varmıştım, yanlış olduğunu sandığı fikri, en mantıksız yolla
olsa bile bir defa doğru bulan insan, artık üzerine düşmek istemiyor, yeniden bir açık yakalayıp da
yönünü değiştirecek korkusunu tattığından, irdeleme ihtiyacı hissetmiyordu. O noktadaydım. Aslı
tamamıyla bir yasaktan ibaret olanı, bugün de benliğime, kavuşulması gereken doğru olarak aşılamıştım.

Ne ben, ruhumun acınası, aşağılık arzularına karşı koyabilirdim artık, ne bedenim. Gece yarısı, manastır
kapısından sessizce çıkıyorken, ışıltısı yoğun olan göğün altında, bir casus gibi kasabanın yalnızlığa
mahkûm edilmiş gölüne ilerliyordum. Livonya'ya gidiyordum. İhtiyaç duymadıkça kimsenin yanından
yöresinden geçmediği, dönüp de serinliğine, derinliğine, berrak suyuna bakmadığı bu göle, tenime
eklenecek belki de en belirgin lekenin açlığıyla koşuyordum. Utanıyordum, ben şaşkınlığın tadına
varamamışken, böylesine büyük bir adım atmamın korkusuyla, insanlarımın hepsi inlerine geri girmiş,
seslerini kısmıştı. Çıt yoktu. Tek işittiğim, günahkârın sesinin üzerine çullanan babamın cümleleriydi. Beni
büyüten, bana erittiği bir bal mumu gibi şekil veren, isteği doğrultusunda yaşatan, kim olduğuma karar
veren, bir sokak köpeği eğitircesine, çocukluğumda dâhi bahçeden dışarı çıkmamı uygun görmeyen
babamın sesi... İlk kez hor gördüğüm babamın sesi.

Yürüdüğüm yol bir yokuşken, ben nefes nefese çıktığım bu dik yamacı, yerin altına doğru açılır
buluyordum. Kendi içimde tam bir bilmeceydim. Bulunduğum labirentin tek bir çıkış yolu varken, ben
duvarları delip delikler açıyor, özgürlüğüme kavuştum sanıyorken, yine bir labirentin içerisinde
buluyordum kendimi. Basitleşmiyordu da, gittikçe zorlaşıyor, gittikçe yoruyordu. Koşsam yönümü
şaşırıyor, yürüsem zayıf düşmüş ruhumu, zihinsel baskımın ellerine bırakıyordum. Yüzlerce ikilem
arasında, doğrularını ve yanlışlarını kaybeden genç bir adam, zamanı geldiğinde kendisini de kaybeder
miydi, onun hesaplaşmasındaydım.

Birkaç ağaç. Geçip gitmem gereken birkaç ağaç yalnızca. Yavaşlamış, çalılıkları ellerimle ite ite
yürüyordum. Sessiz olmak için çabalıyor da olsam, çayırları ezmesiyle hışırtılar çıkaran ayaklarım, çoktan
bekleyenime haberci olmuştu. Yol sona erdiğinde görünen göl, karanlığın ortasında sahipsiz, esen hafif
rüzgârın kollarında uykuluydu. Ara sıra etraftan türlü türlü canlıların özgün bağırışlarını işitiyor, endişeyle
etrafıma bakınıyordum. Korkacak bir şey yoktu. Kimsesizdi. Soyutlanmıştı.

İki yanımda duran ellerimden vurmuştu heyecanım beni. Henüz yüzünü dâhi görmemişken, parmaklarım
ufaktan titremeye başlamıştı. Bir yerlerden çıkacak olma beklentisiyle her yerde göz gezdiriyor, bir
yandan da gecenin çarpıcı olmayan, ancak kendine has soğukluğuyla daha da artan titrememi göz ardı
etmeye çalışıyordum. Biraz daha ilerledim, etraf karanlıktı. Kasabanın aydınlatması göle ulaşmıyordu, tek
ışığımız göktekilerdi.

Gölün hemen karşısına bir ağaç kütüğü koymuşlardı. Oldukça iri, uzun, kalın bir gövdeydi. Gece vakti
kasabada, bir başına gezmekten tereddüt eden ben, savsak adımlarla oraya ilerlemiş, kütüğün üzerine
oturmuştum. Zaman geçtikçe, durgun zihnime bir tereddüt inceden sızmış, beraberinde türlü türlü, başa
çıkamayacağım varsayımları getirmişti. Günahkâr hâlâ ortalıkta görünmüyordu ve bir soru, durmadan,
girmeyeceğini bildiği bir duvara ısrarla çakılan çivi gibi tekerrür ediyordu. Ya gelmezse? Kavuş bana
dediği hâlde, ya bile isteye buluşacağınızı aklından atıp da, sana gelmezse? Titrek bir nefes döküldü
dudaklarımdan. Oturduğum yerden ayağa kalkmış, bir kez daha beklentiyle etrafı süzmüştüm. O esnada,
ağaçların arasından gittikçe netleşen sesler işitmiş, başımı merakla uzatmıştım. Saniyeler sürmüştü
gecenin yalınlığına karşın, odağımı kolayca içine çeken gözlerine ulaşmak. Karşımdaydı. Bana bakıyordu.

Olduğu yerde duraksadı. Koyu renkte bir kaban giyinmiş, düğmelerini iliklemişti. Tonları tam olarak ayırt
edemiyor da olsam, gözüme yine siyahlar içerisinde görünüyordu. Sol elinde küçük, bavula benzer bir
çanta tutuyordu. Üzerime doğru yavaşça yürümeye başladığında, yüzüne düşen gölgeler silinmiş, tüm
hatlarıyla çehresi açığa çıkmıştı. Diri bakışları, gözlerimden ayrılmıyordu. İfadesi yumuşak, memnuniyet
doluydu. Yakınıma geldiğinde, elindeki çantayı, gözlerini benden ayırmadan yere bıraktı. Doğrulduğunda
da, önümüzden dakikalar, ait oldukları zamanı durdurmak ister bir hevesle geçip gitmiş, biz yine de, yılın
tek bir gününde aralarındaki mesafe en aza inen, şimdiyse o günün içerisinde, kavuşma hasretiyle yanıp
tutuşan iki gezegen gibi, birbirimizi seyretmeye devam etmiştik.

"Yürüdüğün yol katlanır, önünü keser sanıyordum," Derin sesi, dudaklarından çıktığı anda, tatlı bir yel
gibi yüzümü okşamıştı. Gözleri gözlerimden ayrılıp, kısa bir gezintiye çıkmış, önce yüzümü, ardından
bedenimi süzmüştü.

"Bir ara duraksamak, geriye dönmek istedim ancak istekle çıktığı bir yolu yarıda bırakmak, insana ağır
gelir, şevkini kırar, bilirsiniz." Yavaşça başını salladı. Derin bir nefes almış, hemen arkamda duran göle
çevirmişti bakışlarını. Üzerimdeki baskısının hafiflemesini fırsat bilip, bir türlü uzun uzun seyredemediğim
yüzünü adımladım. Her uzvunu, zamanı dikkatli kullanarak incelemiştim. Dudakları üzerinde yer alan
küçük beni, yetersiz ışığın altında seçebilmiş, dünya üzerinde ilk kez şahit olduğu Tanrısal bir olayın
büyüsüne kapılmış ilkel bir insan gibi, nefes nefese seyretmiştim. Gözleri son durağımdı, değdiğim anda
bakışları tekrar beni buldu.

Artık günahkârla karşı karşıya durmak, dayanıklı kemiklerimi uyuşturmuştu. Bir şey söylemeden, arkada
duran kütüğe doğru yürümeye başladım. Yavaşça bir ucuna oturmuş, gözlerimi, karşımda tüm
temizliğiyle; bu bastığım toprak, soluduğum hava, altında ısındığım güneş, her fırsatta bedenimi okşayan
sonbahar rüzgârı gibi, günahıma şahitlik eden göle dikmiştim. Dile gelmeyen tüm bu doğa kanından
varlıkların, bir kez konuşma hakkı verilecek olsa, düştüğüm acizliği, Tanrı'dan onlara bahşedilen sesle
haykırırlar mıydı, kusurumu örtmek yerine, yüzyıllardır sessizliğe gömülmüş olmanın hırsıyla bas bas
bağırırlar mıydı, merak ediyordum.

Taehyung, kütüğün bir diğer ucuna oturdu. Göz ucuyla ona çevirdim başımı, hafiften iki yana ayırmıştı
bacaklarını. Dirsekleri dizleri üstünde, elleriyse ortada, birbirine kenetliydi. Yere bakıyordu. Düşünceliydi.
Ayağının altındaki kumu bir süre eşelemiş, ardından zaten farkında olduğu bakışlarıma, tek bir saniye
içerisinde karşılık vermişti. Bir ağaç gövdesi üzerinde oturuyor, kavuşacak olma isteğiyle geldiğimiz bu göl
kenarında, iki uçta öylece birbirimize bakıyorduk. Çoktandır arzuladığım sessizlik, katlanılmaz bir hâl
almaya başladığında, ağırlaşmış bakışlarımı günahkârdan ayırdım. Öne doğru uzattığım bacaklarıma
bakmış, ellerimi önümde birleştirmiştim.

"Livonya Gölü'nün hikâyesini işitmiş miydin?" Omuzlarımı yükseltecek derinlikte bir nefes almış, ona
dönmeden hayır der gibi başımı sallamıştım. Gözleri üzerimdeydi, güneşin alnında yürüyorken, arkanda
seni takip ettiğinden haberdâr olduğun, ancak başını çevirip bakma gereksinimi hissetmediğin koyu
gölgen gibiydi. Bakışlarının varlığını biliyor, bunun yeterliliğine sığınıp da karşılık veremiyordum.

"Savaşın en şiddetli zamanlarında, düşman askerler kasaba girişine dayandığında, sivillerden genç bir
kadın koşup, bu göle sığınmış. Karnında, babasının kim olduğunu bir sır olarak sakladığı bebeğiyle, halkın
nefretini kazanmış bu kadın, kasabaya açılacak herhangi bir ateşte, esir olarak verilecek en değersiz insan
olarak görülüyormuş. Yaşatmak dâhi istememişler, ancak karnındaki bebeğe duydukları öfkeli bir
merhamet, onlara engel olmuş,"
Yavaşça ona döndüm, hâlâ bana bakıyordu. Gözlerimiz değdiğinde, aralık olan dudakları kapanmış,
olduğu yerde hafifçe sola doğru kaymıştı. Hikâyenin devamı, can sıkıcı olsa gerek, günahkâr yeniden
başını eğmiş, ellerini ovuşturmuştu.

"Kasabanın içerisine birer eşkıya gibi giren tüm askerler, savunmasız halkın evlerini talan ediyorken,
orduyu yöneten kumandan, kimselere görünmeden gizli gizli Livonya Gölü'ne inmiş. İşte, asıl hikâye
orada. Bu genç kadının karnında, doğurmak için gün saydığı bebeği, düşman askerin kumandanına aitmiş.
Söndüremedikleri bir alevin içerisinde bulmuşlar kendilerini, öyle güçlü bir duyguya kapılmışlar ki,
gecenin ortasında, etrafta patlayan bombaların sesleri, ateş eden silahların gürültüsüne sağır olup, bu
göl kenarında bir olmuşlar. Şehvetle... Teslim olmuşlar birbirlerine,"

Günahkârın gözleri, bir kez daha benim gözlerimi bulduğunda, bu sefer ben cesaretlenmiş, yavaşça sağa
doğru kaymıştım. Bakışları, aramızda git gide kapanıyor olan mesafeye inmiş, ardından tekrar, içindeki
ateşi bedenime sıçratacak bir dirilikle beni bulmuştu.

"Korkudan tir tir titreyen kadının zayıf bedenini kolları arasına almış kumandan, saçlarını öpmüş,
düşmanına bakışlarıyla boyun eğdiren bu heybetli adam, karşısındaki bedenin önünde dizleri üzerine
çökmüş, karnındaki bebeğine ulaşır gibi tenini sevmiş. Ta ki ağaçların arasından, kasabanın sivil birliğine
mensup bir er çıkıp da, önce bu genç kadını, ardından da kumandanı ateşe dizene dek," Kaşlarım,
söylediği her cümlede daha bir eğilmiş, kurşuna dizilen bu iki bedenin bedensel değil de, ruhsal acısını en
derinimde hissetmiştim.

"Genç kadının, savaş sebebiyle açlıktan, sefillikten zayıf düşmüş bedeni, tek kurşunla gölün içerisine
yığılmış. Kumandan, elini silahına atmaya kalkıştıysa da, askerin ardı arkası kesilmez ateşlerine
dayanamayıp, geriye yalpalamış ve sevdiği kadının yanında, suya gömülmüş," Taehyung, gözlerime
daldırdığı bakışlarını yavaşça göle çevirdi, hafif rüzgârın etkisiyle hareketlenen dalgaları seyretmiş, sanki
cansız iki bedeni görüyor gibi kaşlarını çatmıştı.

"Livonya, savaşta çekilen hiçbir kılıcın, aşkın varlığına kast edemeyeceğini ifade eder. Bu savaş somut
olsun, soyut olsun, bir fark yaratmaz. Bu yüzden derler ki, Livonya Gölü içerisinde şehvete bulanan
bedenler, imkânı yaratır, yasak olanın sonunu getirir, kapalı sanılan yolları açar, kavuşturur..."

Başımı, yavaşça göle çevirdiğimde, titreyen çenemi kontrol altına alamayacak olduğumun farkındalığıyla
öne doğru eğildim. Bir kolumu sıkıca belime sarmış, boşta kalan elimle gözlerimi kapamıştım. Aniden
kıyıdan kopup gelen coşkulu bir dalganın altında kalmıştım, içli içli ağlıyor, bir kez daha gülüşümü
arzulayan adamın karşısında, hüznümü baştan yaratıyordum. Titrek parmaklarım gözlerimi bulmuş,
ıslaklığı aceleyle temizlemişti. Daralan ciğerlerim, bedenim içerisinde kasıldığında, başımı hızla göğe
kaldırdım. Uzunca soluklanıyor, bir yandan da içimden tekrar ediyordum. İmkân yaratılır, yasak olanın
sonu getirilir, kapalı sanılan yollar açılır, kavuşuruz...

"Hiç düşündünüz mü? Pervasızca, sorgusuz suâlsiz tırmandığımız bu tepenin ardını, hiç hayal ettiniz mi?
Ne görüyorsunuz orada?" Zayıf, bulanık kelimelerimi seçebilmişti. İnatla yüzüne bakmıyor, tüm varlığımı
esir altına almış, parmaklıklar arasına kapatmış bir acının himâyesinde, iki kişilik kuvvetli bir sancının
ataklarıyla boğuşuyordum. Önümdeki ellerimle uğraşmayı bırakıp, bir kez daha ıslanan tenimi kurulamış,
yenileneceğini bildiğim hâlde özenle göz yaşlarımı temizlemiştim.

"Bir sona uygun davranmamı gerektirecek eşiğin ardındayım artık," Yavaşça başımı sallamış, ağlamamı
durdurmak istediğimden kastığım, bu sebeple de titreyişi gittikçe artan çeneme bastırmıştım elimi.
Günahkâr, olduğu yerde biraz daha hareketlendiğinde, usulca gözlerimi ona çevirdim. Karanlığın
içerisinde parıldayan bakışları anında beni yakalamıştı. Tüm çıplaklığımla, tüm gerçekliğimle,
savunmasızlığımla karşısında duruyor, benden sıçrayıp da tenini yaksın istemediğim kıvrandıran
alevlerimi ondan uzak tutuyordum. Fakat yersiz, yetersiz, işlevsizdi. Bunu, bir süre sonra Taehyung'un
gözlerinde karşılaştığım parlaklığın, kendi ışığından değil de, yaşlarla dolu oluşundan kaynaklandığını fark
ettiğimde anlamıştım. O zaten cayır cayır yanıyordu çoktan, ben dokunmasam da, uzak da dursam kendi
alevleri içerisinde, hâlâ diri olan şehveti, arzusu, muhtaçlığıyla kül oluyordu.

"Bu zamana dek bir şekilde şahit oldum insanî duygulara. Merhamete, öfkeye, hırsa, hüzne,
doyumsuzluğa... Yarım yamalak da olsa tadını aldım," Titreyen ellerimi, kendime doğru çektiğim
dizlerime yerleştirmiş, kırık sesimle devam etmiştim. "Ancak iki tanesi... Bu iki tanesini, tümüyle sizin
sayenizde yaşadım. Gücüne tanık olmadığım, ağırlığı altında bir kez olsun ezilmediğim iki duyguyu, öyle
kuvvetle yerleştirdiniz ki içime, kaçmaya kalkışacak olduysam da, kaçtığımın kendi benliğim olduğu
bilincine varıp, çaresizce kalakaldım her seferinde,"

Günahkâr, sessizce beni dinliyordu. Tüm dikkati bana aitti, her seferinde odağında olmanın yüküyle ne
yapacağımı şaşırıyorken, bu kez bakışlarım olduğu hâliyle koyu gözlerindeydi.

"Bunlardan bir tanesi şehvet, yedi büyük günahtan özenle seçip, tenime ince ince dizdiğiniz, bedenimden
içsel yanıma bulaşan bu arsız duygu. Evet, sizin yüzünüzden. Kendisine öğretilmiş ne varsa onu yaşayan,
yanlış ve günaha sırt çeviren, Tanrı yolunda aksamaz adımlarla ilerleyen, gözlerinde bir İlah'ın ışığını
yaşatan beni, sizden gelecek bir dokunuşa muhtaç ettiniz,"

Aniden sertçe esen rüzgâr, alnıma dökülen saçlarımı savurmuş, kapalı tenime temiz bir nefes aldırmıştı.
Günahkârın bakışları gözlerimden çekilmedi, üzerine bir şey daha diyemeyecek olduğumdan sessiz
kaldıysam da, Taehyung, işitmek istediğine duyduğu açlıkla biraz daha yakınlaştı.

"Öteki ne öyleyse?" Durgunlaşan ağlayışım geri dönmüş, zihnimde uykuya dalmış ne kadar ses varsa
ayaklanmıştı. Varlığımın asıl karmaşası olan, beni asıl korkutan, yapmaya kalkışamayacağım şeyleri bir hiç
gibi gösterip, hepsine bulanmamı sağlayan, ucu bilenmiş keskin bir bıçağı göğsüme takıp, canlı canlı etimi
parçalara ayırıyorlarmış gibi acımı şahlandıran asıl duygu, buydu. Yabancısı oluşuma, kitaplarda dâhi
okumaya yeltenemeyişime karşın, içime yerleştiğinde kim olduğunun ayrımına varabilmiştim. İşte, öyle
kuvvetli, öyle sesli bir histi ki, insanın anlamını kavramak için oturup da duygularını ayıklaması
gerekmiyordu. Başından duyulan ayak sesleri dâhi, bilmediğim bu hissin kökünü alıp, en derinime
yerleştirmişti. Günahkârın yalnızca aklıma düşmesi, gözlerimin önüne gelmesi dâhi, berrak, verimli bir su
oluyor, içime ekilmiş zehrimi besliyordu.

"Onu söylemeye dilim varmıyor," Başımı önüme eğerek, göz yaşları içinde titremiş, dilimin ucuna gelen
kelimeyi yutmama sebep olacak inancımın dik duruşuyla devrilmiştim. Ancak günahkâr, yavaşça kalkıp,
dizlerim önüne oturduğunda, ufacık bir yakınlığıyla kendisini gözden çıkaracak olan arsız kimliğim
göğsünü kabarttı. Taehyung, uzanıp yumuşak bir dokunuşla çenemi kavramış, bakışlarımızı istekle
birbirine kenetlemişti. Tatmin edecek bir süre boyunca, iki gözüm arasında mekik dokumuş, ardından
dudaklarını aralamıştı.

"Gözlerin varıyor ama," Dokunuşları, istemsizce tenimden koptuğunda, ruhun kıyametini en tutkulu dışa
vuran, gerçek bir ağlamanın ortasında, yüzümü sakınarak başımı eğmiş, fısıltıyla cevap vermiştim.

"Onun önüne geçemiyorum. Dilime, elime, yeri geldiğinde aklıma mukayyet olsam bile, gözlerimi
susturamıyorum," Günahkâr, ellerini yavaşça dizlerimde duran ellerime indirmiş, parmaklarımızı iç içe
geçirmişti. Sıkıca kenetlendiğimizde, kendisi ayağa kalkıyorken beni de beraberinde sürükledi, yüz yüze,
savaşın ortasında mağlûp düşen bir kadın ve bir adamın ruhlarını yaşatıyormuşuz gibi, cesurca
dikiliyorduk. Kendimi, Taehyung'un karşısında, yoldaşlarının hepsini kaybetmiş, buna rağmen düşman
ülke askerleri karşısında dimdik, vatan aşkıyla dikilen yaralı bir er gibi hissediyordum. Önümde ateşe
hazır bekleyen babam, dinim, birlikte büyüdüğüm rahipler, kutsal değerlerim diziliyken, arkamda sahip
çıkmak istediğim toprağım, vatanım; günahkâr dikiliyordu. Bir başıma duruyor, bütünümü, korkusuzca
bir adam için feda ediyordum.

Günahkâr, gözlerimin içine bakıyorken kabanına uzandı. Ağır ağır düğmeleri çözmüş, omuzlarını geri
atarak, paltonun ayakları dibine düşmesine sebep olmuştu. Yanağımda kurumuş olan ıslaklıklar, her
rüzgâr estiğinde üşüyor, varlıklarını bir kez daha belli ediyorlardı. Ses çıkarmadım, Taehyung'un
parmakları duraksamazken, bu sefer de gömleğinin düğmelerine atılmışken, araladığı kumaşın ardından
teni tüm çıplaklığıyla önüme serilmişken... Bir an olsun ayırmadı bakışlarını. Gömleğin uçlarını kavrayıp,
iki yanından çekiştirir gibi omuzlarından sıyırmış, öylece kabanı üzerine bırakmıştı.

Çıplaktı. Pürüzsüz teni, gecenin kendi ışığıyla aydınlanıyor, zihnime parça parça ulaşan bu görüntünün
her anı, beslediğim zehri vahşileştiriyordu. Yavaşça eğildi, kendi ayakkabılarını usulca ayağından çıkarmış,
ardından tereddütle bana uzanmıştı. Tepki vermedim, ne istediğinin bilinciyle hafifçe kırdığım dizim ona
yer açtı, ayağımdaki ayakkabıları çıkarmış, özenle kenara iliştirmişti. Sonrasında ayaklandı. Eli elimi
kavradı, bedenlerimizi ağır ağır göle doğru sürükledi. Uyuşmuş aklım, altında inim inim inlediğimiz bir
göçüğün kaygısından, endişesinden, öldürür raddedeki acısından sıyrılmış, anın çekiciliğine kul olacak
hâle gelmişti. Nasıl düzlüğe çıkar, nasıl dile gelirdim bilmiyordum. Gölün suyuna yavaş yavaş giriyorken,
bir kez olsun durmak, arkama bakmadan koşmak, engel olmak geçmedi zihnimden. İştahım kabarmış,
şehvetten de ziyâde, varlığını kabul edişime rağmen dile getiremediğim duygunun baskınlığıyla
kabullenmiştim olacakları. Bu sefer iblislerim, teslimiyetimden aldıkları hazzı esirgememişti benden. Bir
defa daha tekrar ettiler kulaklarımın dibinde. Yan, yak, tutuş.

Su, artık belimize dek geldiğinde, günahkâr duraksamıştı. Elimi bırakıp, bedenini bana çevirdi. Soğuk,
ayaklarıma değdiği anda tüm vücuduma, bir plastiğin aleve verildiği an kadar hızla yayılmış, irkiltmişti.
Ancak diyordum ya, içimde, hiçbir gece böylesine yoğun hissetmediğim ateş, soyutluğuna meydan okur
gibi tenime sıçrıyor, beni de, günahkârı da sonu gelmez bir sıcaklığa boğuyordu. Bakışlarımız değdiği vakit,
yaşanılana dayanamazmış gibi gözlerini yummuş, aralık dudaklarından derin bir nefes vermişti. Bir kez
daha bana açılan irisleri, koşuşturma içerisinde tüm yüzümü avuçlamış, tenimin her zerresini
uyuşturacak bir tutkuyla yutmuştu bakışlarımı. Git gide tükeniyor oluşum öylesine değersizdi ki,
gelebilecek hiçbir sonun, onu bu yoldan vazgeçirmeyeceğini söyleyen günahkâr gibi, artık kabûlümdü,
içinde çırpınıp durduğum bu yanlış, beni yutacak da olsa, sonsuz bir yok oluşa hapsedecek de olsa, ben,
şimdi gözlerimde soluklanan bu genç adama mahkûmdum.

Taehyung, iki elini yavaşça belime yerleştirdi. Hafif dokunuşları, daimi merhametiyle bir olup beni alt
ediyordu. Tutkuyla, ancak sert olmayacak bir şekilde bedenimi bedenine çekmiş, aceleci elleri anında
yüzümü kavramıştı. Alnı alnıma yaslı, tüm soluklarının durağı, benim ciğerlerimdi. Yüzyıllar öncesi ölmüş
bir insanın, tekrar diriltildiği vakit hissedeceği o şevk, arsız bir heves olup boğazıma yapışan bu şehvet,
parmaklarıma uzandı. İhtiyaçla, nefes nefese kavradığım yüzünün, dokunuşum altında savunmasız
kalışını hissetmiştim teninde. Bir süre öylece durmuş, birbirine sığınak olan tenlerimizin kavuşmasının
tadına varmıştık. İçine içine çekildiğimiz göl, yutamayacağına inandığı bu iki bedeni sahiplenir bir
coşkuyla, yavaştan ısıtıyordu. Isınıyor, karışıyorduk.

Günahkârın baş parmağı, incelikle dudağımın altındaki beni buldu. Tenime dokunmasıyla, işitebileceği
kadar seslice solumuş, ağırlaşan gözlerine baka baka titremiştim. Aheste aheste okşadığı küçük,
kahverengi nokta, şehveti gür bir meleğin öpücüğünden sıyrılmak ister gibi, sinsice onun dokunuşlarına
sığınıyordu. Taehyung, gözlerini gözlerime yerleştirdi. Ardından dudaklarını araladı.

"Hazır mısın?" Fısıltılı sesinden duyduğum soru, işitsel hazzın doyumlarına ulaştırmıştı beni. Parmağı
yavaşça benimin üzerinden çekiliyorken, soğuğun ve arzunun etkisiyle durdurulmaz bir titreyiş içerisine
giren dudaklarımı araladım.

"Efsaneler gerçek değildir, sesime mâl olmayacaksınız," Taehyung, alnıma sürttüğü alnını geri çekmiş,
usulca eğilip, dudaklarını boynuma bastırmıştı.

"Efsaneler gerçek değildir," Beni tekrar etmiş, ardından dudaklarını boynumdan ayırmıştı. Tüm vücudum
tir tir titriyor, gelecek olanın bilinciyle nasıl tepki vereceğinden habersiz, günahkâra adadığı varlığından
destek alıyordu. Yüzü, yüzüme yakınlaşmış, elleri omuzlarımı kavramıştı. Gözlerini yumdu. Tüm
hareketlerimi kısıtlayacak, beni, şu koca gölün ortasında, çölde esir düşmüş gibi susuz bırakacak, yirmi iki
yıllık hayatımı adadığım değerlerimi silikleştirecek, Tanrı'nın vâdettiği cennetin tasvirini zihnimden silip
atacak hamlesini yapmadan önce, fısıldadı.

"Şehvet, sebep olan virüsüne en ufak bir yakınlaşmanda, tekrar yakana yapışan bir hastalık gibidir. Kime
karşı duyuyorsan, onu her görüşünde, onun her dokunuşunda aynı şiddetle bir defa daha yanar,
tutuşmak istersin." Kısık bir nefes almış, ardından devam etmişti. "İçinde tınısını işittiğin her kıvılcımı
unutturacak kadar şiddetli bir tutkuyla seveceğim seni."

Başını hafifçe sağına eğdi. Dudakları, usulca benimin üzerine kapanmış, ardından tenini yukarı sürte sürte,
dudaklarımı bulmuştu. Kıpırdamıyordu. Onun aksine ben, zangır zangır titriyor, böyle uysal bir
dokunuşun yarattığı depremi, sanki beni yıkmayacakmış, benim üzerime değilmiş gibi coşkuyla
yaşıyordum. Günahkâr, temasımızı kestiği esnada ellerini suya daldırmış, ıslak parmaklarını başımın iki
yanından saçlarımın arasına sürüklemişti. Henüz kendime gelememişken, bir kez daha dudaklarıma
ulaşmasıyla, olduğum yerde yükselmiş, kendimi hazzın ağırlığını kaldıramıyormuş gibi Taehyung'a
yaslamıştım. Geriye ittiği tutamlarımdan kayan dokunuşları ensemi buldu, tenime sürtünen parmakları,
başımı biraz daha kendisine doğru yönlendirdiğinde, bir defa daha sıçrayıp, kollarına tutundum.

Kavruluyor, gözümün önünden bir şerit gibi geçip giden yaşamımın ardında, ilk yasağımın çehresini
görüyordum. Dudakları, dudaklarımdan ayrıldığında, nefes nefese kalmış bir hâlde gözlerime baktı. Yarı
aralık olan bakışlarımı, günahkâra karşılık verme isteğiyle zorlamış, görüş alanımı bütünüyle temize
çıkarmıştım. Elleri ensemden kayıp omuzlarımı buldu, orada da takılmamış, yavaşça kolum boyunca
gezinip parmaklarıma ulaşmıştı.

"Önce yeni yeni büyüttüğüm bir şehvettin, bedenimin en aşağılık arzularına tutsak, ulaşılması zor bir
bedendin. Sonra derinleştin, keyif getirir sandığım tadından soyutlandım, göğsüme yerleşmiş bir ağrıya
dönüştün. Sızladın, sızlattın. İri, ışıltılı gözlerinde tanık olduğum her yenilgiyle hem kıvrandım, hem
doyuma ulaştım. Bencil, istediğine aç olan ruhumu, bakışlarınla terbiye ettin. Yayıldın... Yeryüzünün ilk
yaratıldığı hâlindeki toprak parçaları kadar çok, insan soluğuyla kirlenmemiş hava kadar saf. Genişledikçe
genişledin, durmadın. Ne ben engel olabildim, ne içime işleyişindeki güzelliği es geçip, buna kalkışacak
cesareti gösterebildim. Şimdiyse... Bütün varlığımdaki gerçekliği, nefesime kast etmeden soluyorsun
içimde. İçimde yaşatıyor, içimde koruyup kolluyorum seni,"

Art arda fısıldadığı cümlelerinin sonu geldiğinde, işittiğim kelimelerin ağırlığı ilk kez, omzuma çuvallanıp
belimi bükmek yerine, ayaklarım altına kırılmaz bir zemin yaratmıştı. Yalpalayacak olduğumda varlığını
hatırlayacaktım, günahıma karşı beni yükseltebilecek tek dayanağım olacaktı. Bunun tadı, günlerdir kendi
içinde oradan oraya savrulan, ayakları yeryüzüne basıyorken, aldığı her nefes öteki taraftan ciğerlerine
ulaşıyor sanan bir genç için öylesine baş döndürücüydü ki, ellerimi anlık bir arzuyla Taehyung'un
boynuna dolamış, istekle gözlerine bakmıştım. Sesli, tutkuyla yoğurulmuş nefesini işitmiş, ardından bir
kez daha yönümü kaybetmiştim.

Bu defa, dudakları bir baskıdan ziyâde, toyluğuma meydan okur bir hevesle yerleşmişti dudaklarıma.
Aralıyor, onunkilere nazaran ince, küçük dudaklarımı kendine hapsediyor, tenime ıslaklığını, dilime tadını
bırakıyordu. Nasıl yönetilir bilmediğim bu şehvet, fokurdar bir kaynarlıkta geziniyordu kanımda.
Ensesinde duran ellerim çıplak omuzlarına, oradan sırtına ulaştı. Bu kimsesizliğe alışkın gölde tek işitilen,
dudaklarımızın hasretle kavuşmasının ardında bıraktığı o uyuşturan sesti. Her duyduğumda bacaklarımı
kasıyor, vücudumu bilinçsizce günahkârın sıcaklığına itiyordum.

Nefes alma ihtiyacıyla ayrıldığımızda, ıslak dudaklarını görmek, hâli hazırda harlanmış şehvetime iyi
gelmemişti. Büyük bir iştahla, ellerim omuzlarındaki çıkık kemikleri bulmuş, oradan okşar bir vaziyette
günahkârın göğsünü, karnını sevmişti. Aldığı her derin soluk vücudunu kabartıyor, elimin altında, yırtıcı
bir hayvanın hâkimiyet kuruşuyla gerilen kasları gibi bayağılaşan bu adamın bedeni, bana duyduğu
muhtaçlık hissiyle yanıp tutuşuyordu.

Titreyen parmaklarımı geri çektiğimde, artık bu heyecana ayak uyduramayacak kadar yorgun düşmüş, bir
ihtiyar kadar zayıflamış bedenimi, Taehyung'a yasladım. Elimi yavaşça yüzüne yerleştirmiş, tenini usul
usul seviyorken, gözlerine odaklandım. Bakışlarında iç içe geçmiş onlarca his, beni hazırlıksız
yakaladığında, titrek bir nefes almıştım. Koyu bakışları, tadını kattığı dudaklarıma indiğinde, yüzüne
yakınlaşıp, burnumu usulca burnuna sürttüm.
"Ben ateşin varlığını unuttum. Siz bana dokunduğunuzda unuttum. Tanrı'nın, günahkâr kulları için
hazırladığı gür alevlerin gerçekliği silinip gitti aklımdan. İçine düşmeye değer dediğiniz bu ateş, artık kül
olma arzusuyla koşup sığındığım bir yuvadan ibaret,"

Yüzlerimiz arasında var olmayan bir mesafeden birbirimize bakıyor, bakışlarımız altında hem dinleniyor,
hem de geleceğin koyu, bunaltan küçük bir parçasının ağırlığıyla, endişe içerisinde soluklanıyorduk. Belli
etmemeye çalışıyor da olsam, korkuyordum. Öyle kuvvetli bir korkuydu ki bu, kendi aklımın içerisinde
yarattığım azapla görevlendirilmiş Tanrı elçilerini iki yanımda hissediyor, her an, tutkuyla kavrulduğumuz
gölün ortasında indirilecek bir darbeyle yeryüzü ikiye ayrılacak, biz ise bir yıkımın altında, İsa Mesih'in
öfkesiyle can çekişeceğiz sanıyordum. Asıl sıyrılamadığım endişem buydu, yenilgilerim binlerce kez de
olsa, pişmanlığım ve boyun eğişim, aynı dirilikle tekrar edecekti ardından. Benim varlığını yok saydığım
bu ateş, ayaklarımın dibinde gözden çıkardığım kutsal değerlerimi hatırlatır gibi kaynayacak, dumanıyla
önümü sise bulayacaktı.

*Bölümde geçen Livonya kelimesi de, anlamı da, hikâyesi de kurgu için yaratıldı, gerçeklik payı yok.
15.bölüm
"Oysa ben size diyorum ki, hiç ant içmeyin: Ne gök üzerine, çünkü orası Tanrı'nın tahtıdır; ne yer üzerine,
çünkü orası O'nun ayak taburesidir; ne de Yeruşalim üzerine, çünkü orası Büyük Kral'ın kentidir. Başınızın
üzerine de ant içmeyin. Çünkü saçınızın tek telini ak ya da kara edemezsiniz. Evetiniz evet, hayırınız hayır
olsun. Bundan fazlası şeytandandır."

Matta 5: 34-35

15.BÖLÜM

-HEDİYE-

Tadına âşina olduğu güzelliği reddetmek, yahut araya olabildiğince kalın bir duvar örme zorunluluğunda
bırakılmak ne büyük bir kayıptı insan için. Önünde, kendisinden önce atılmış adımları gördüğü, vaziyetin
ne denli ciddi ve çıkmazda olduğunu bildiği hâlde, tereddüt etmeden bırakılmış izlerin üzerine, cesurca
yerleşerek ilerlemek bir erdem miydi, yoksa çoktan kabullenilmiş olan basit bir boyun eğiş mi? Yarar ya
da zarar görecek olma kaygısı gütmeksizin, bir defa varlığına, tüm yasak ve karşı çıkışlarına rağmen
yedirdiğin bu günah, zaman geçtikçe bilincine varmadan, seni rüzgârda uçuşup duran değersiz bir mendil
gibi oradan oraya sürüklüyordu. Öyle acınasıydı ki insan, işte, damağında yer edinmiş bu tadın daimi
talep edeni olmak, kendisine ne getirirse getirsin, ona yaşam veriyordu. Bir gaye. Bir aldanış.

Gölün içerisinden, kıyafetime asılmış suyun ağırlığıyla yavaş yavaş çıkmıştım. Kafamın içindeki her ses
anbean çoğalıyor, şevkle kutlamasını yapıyorlardı teslimiyetimin. Hemen arkamdan beni takip eden
günahkâr, titreyen bedenime bir faydası olurmuş gibi sıkıca doladığım ellerimi görmüş, hatta belli ki ön
görmüştü, usulca yerden aldığı çantasının ağzını açmış ve kalın bir battaniyeyi uzatmıştı ellerime doğru.
Sanki az önce, bir su birikintisinin ortasında dudaklarımı öpen, aldığı zevkin ağırlığıyla gözlerini açmakta
zorluk çeken, tenime; vahşi bir hayvanın aylar süren açlığı sonunda, midesini tatmin edebileceği kadar
taze ve dolgun bir av bulduğundaki gözü dönmüşlüğüyle bakan o değildi. Çekimserdi. Ancak işin tuhaf
yanı, benim de ondan farkım yoktu. Ne yaşarsak yaşayalım, bir dahaki sefere gelen dokunuş, geride
kalmış olanların izini bir anlığına yok ediyor, ilk olacağının böbürlenişiyle beni yakıp geçiyordu.

Kütüğün üzerine oturdum. Etrafıma sardığım battaniyeye sığınmış, belimi bükmüştüm. Günahkâr, yerde
duran gömleğini kollarından geçirdi, düğmelerini açıkta bırakmıştı. Her hareketi, karşısında, tehlikede
olan bir insanı tedirgin etmemeye çalışır gibi sakin, uysaldı. Yanıma oturdu, iki uçta değildik artık. Yan
yanaydık. Temas etmiyor da olsak, suyla yıkandığı hâlde silinmeyen kokusunu kısa bir nefesle
alabileceğim kadar yakınımdaydı. Gözlerim, kontrol edemediğim iştahıyla sağa kayıyor, önünde duran
ellerinin hareketini seyrediyordu. Dizleri üzerine dayamıştı dirseklerini. Bilekleri iki bacağı arasında
bükülmüştü. Sarkıyorlardı. Uzanmak, vücudumda arsızca gezinen parmaklarına duyduğum öfke ve
merhamete, avuç içlerinde can vermek istedim. Bakışlarım, isteğimin anında silik bir görüntüsünü
canlandıran zihnime yenik düşmüştü. Yalnızca göz ucuyla seyrediyorken, tamamen başımı çevirmiş, dalıp
gidilmeyecek bir sokak duvarına bakar kadar anlamsız bir coşkuyla, ellerini izlemiştim. Zaman akıp
gittikçe, bu gördüğümün dalıp gidilmesi anlamsız bir sokak duvarı değil, görmeyi bilenlere içindeki gizemi
aralayacak, insanı iradesi dışında varlığına sürükleyecek olan bir geçit olduğu kanâatine varmıştım. Her
duvarını aklıma kazımak, varsa bir sonu, tek ulaşanı olmak istediğim gizli bir geçit.

Önüme döndüğüm esnada, bu sefer onun bana baktığının farkına varmıştım. Ah, nasıl da yüce, nasıl da
alçak bir istekti bu. Gözlerinin kucakladığı tek insan olma arzusu... Bakışlarının ağırlığını tümüyle
dudaklarımda hissediyorken, itiraf etmeme inadıyla kendimle kavgalara girişime rağmen, evet, bir kez
daha dudaklarıma susasın diye, bu iki et parçasını oynatmak, aralamak, beceriksizce dikkatini üzerimde
toplamak istiyordum. Nasıl da hoşuma gitmişti bıraktığı his... Düşündükçe, kimliğime ihanet eder gibi
kızgınlaşıyor, ardından bir kez daha göğsümde gezinen bu heyecan dalgasına esir düşüyordum. O esnada,
bir tepki mahiyetinde yumduğum, ancak yine bilinçsizlikle araladığım gözlerim, bana unutamayacağım
bir sahneyi ezberletmişti. Yalnızca ufak iki saniye. Şehvetini dudaklarıyla bana akıtıyorken, kapalı
gözlerini, titreyen kirpiklerini, yoğunlukla yerinde yükseliyorken hareket eden başını görmüştüm. Öyle
dayanılmaz, öyle alt edici bir andı ki, sıkı sıkıya yummuştum bu sefer gözlerimi. Bir daha aralanmak
istedikleri vakit, güç gerektiğinden benim de iznime muhtaç kalsınlar diye, sıkıca...

"Üşüyor musun hâlâ?" Gözlerine karşılık vermeden, hayır dercesine iki yana salladım başımı. Yerimde
kıpırdandığımdan, omzumda duran battaniye hafifçe kaymış, kapattığı göğsümü açıkta bırakmıştı.
Düzeltmek istediysem de, bir anlığına soğuk, reddedilemeyecek kadar ferahlatıcı gelmişti. Ben
kalkışmadan, günahkâr uzanıp, dikkatli dokunuşlarla battaniyeyi çekiştirmiş, göğsümde açılan boşluğu
sıkıca sarmıştı. Uçlarını tutmayı bırakmadığımdan, elleri bir anlığına ellerimin üzerine kapandı. Hareket
etmedi, keza benim de geri çekilmeye mecâlim yoktu. Ona döndüm, gözleriyle karşılaştığım anda,
dudaklarına değen bakışlarımla alt olmuş, öpücüğünün sıcaklığını bir kez daha hissetmiştim tenimde.
Öyle hoş bir samimiyeti vardı ki, düşmanına saldırırken yüklendiğin acımasız bir hiddetin beraberinde,
yine düşman milletten bir çocuğun kıvranışına dayanamayıp, küçük ellerini kavramanı fısıldıyor olan bir
merhametle sarmalıyordu içini. İki zıtlığın karmaşasından faydalanılmış, yepyeni bir duygu yaratılmış ve
bana aşılanmıştı.

Vücudunu biraz daha kaydırdı. Bedenlerimiz temas ediyor hâldeyken, ellerimden birini avuçları arasına
almış, özenle incelemeye başlamıştı. Bir terzi ustasının dikiş yapıyorkenki özverisi, iğneyi kumaşa
geçiriyorkenki inceliğiyle parmaklarıma bakıyor, elimin diğer yüzünü çevirip avuç çizgilerimi seyrediyor,
tırnaklarımın keskin kısımlarında, kendi parmak uçlarını yavaşça gezdiriyordu. Bakışlarım, bir anlık
gafletle çıplak tenine takılmıştı. Pür dikkat seyrettiğim iki göğsünün arası, aşağı doğru bir yol açıyor, yol
üzerindeyse göbek bağının kesildiği küçük çukura tutsak ediyordu beni. Kendi bedenimi bile
incelemekten acizken, onun her detayını bilme, öğrenme arzusuyla doluydum.

Ellerimdeki gözleri, bakışlarımı yakaladığında utançla başımı eğdim. Avucunda hafiflemiş parmaklarımı
çekmeye kalkıştım, ancak kendi parmaklarıyla beni sarmış, ona bakana dek bir harekette daha
bulunmamıştı. Kısa sürdü, bir kez daha gözlerimiz birbirine değdiğinde ve sonunu getiremeyeceğimiz
kuvvette bir bağ yarattığında, tuttuğu elimi yavaşça kaldırdı. Bir eliyle, gömleğini iki yandan çekiştirmiş,
tenini biraz daha açmıştı. Parmaklarımı, gözlerimin içine baka baka iki göğsünün ortasına değdirdi.
Yönlendirdiği dokunuşumla iç geçirmiş, ürkek parmaklarım soğuk tenine bir damla sıcaklık bıraktığında,
karnını içeri çekmişti. Dayanılmazdı. Kelimeleriyle, bakışlarıyla ve zayıf hitabetiyle insanlara ulaşamayan
bir çocuğun, parmak uçlarıyla bir günahkârı titretiyor olması dayanılmazdı. Ağır geliyordu. Arsızca göğüs
kabartmak, her zaman mütevazı olan ruhuma gurur katmak ve fazlasına göz koymak istiyordum.

Vücudumu tam anlamıyla ona doğru çevirdim. Artık duraksatmayacağıma, geri çekmeyeceğime emin
olduğu parmaklarımı serbest bıraktı. Bir eliyle uzanmış, usul usul alnıma dökülen ıslak tutamları
seviyordu. Önce donakaldım, ne yapacağımı bilemez hâlde göğsüne dokunuyor, fakat bir türlü hareket
edemiyordum. Günahkârın gözleri, dalıp gitmiş olan bakışlarımı kendisine çektiğinde, yavaşça üst
bedenini oynatmış, kendisini elime yakınlaştırmıştı. Derin bir iç çektim, soğuk bir kez daha ikimizi büyük
bir çemberin içerisine hapsetmişti. Bacaklarımız birbirine değiyor, artık duruyor olmaktan rahatsız olan
parmaklarım, yavaşça Taehyung'un tenini seviyordu. Göğüs arasından titrek dokunuşlarla inmiş,
karnında kesik kesik dolanmış, ardından gizli olana duyduğu meraka yenik düşen ufak bir oğlan çocuğu
gibi, elimi gömleğinin arkasından sırtına uzatmıştım. Saçlarımda akıp giden dokunuşları duraksadı. Aldığı
her nefes elimin altındaydı, yükselen ve alçalan göğsü, heyecanının bir getirisi olan bu insanî tepkiyle
öyle haz verici görünüyordu ki, sıkılaşan parmaklarım sırtında yükselmiş, omurga kemiği boyunca hevesle
tırmanmıştı. Ancak baskım fazlalaşmış olmalıydı ki, bedeni biraz daha bana yakınlaşmış, neredeyse yüz
yüze gelecek kıvamı yakalamıştık. Biçimli dudaklarını ıslattı, sık sık nefesleniyor, yoğun bir ateşin dumanı
ardında kalan manzaranın titreyişi gibi bulanan bakışlarıyla beni seyrediyordu.

Bazen gerçekten de bilmek yetersiz kalıyordu. Hatta öyle bir an geliyordu ki, bildiğini unutmak, üzerine
toprak atmak isteğiyle cebelleşiyordu insan. Ve evet, insanın kendisine yapacağı en büyük düşmanlık,
içini günden güne çürüten zehrin kaynağını bulduğu hâlde, elini benliğine uzatıp da akışı kesemeyişiydi.
Kendime düşman, kendime yabancı, kendime kördüm. İştahla, yenilginin verdiği hazla, günahkârın
gömleğini omuzlarından tutup aşağı indiriyorken, gözüm görmek istediğine ulaşmak için vahşice bir
arayışa girmişti. Aralanan tenini, hiçbir kuşku yaşamaksızın okşuyor, beni izliyor olduğu gerçeğinden
kaçıyorken bile, utancımın esiri olup da durdurmuyordum kendimi.

Battaniye sırtımdan düşmüş, kütüğün arka kısmına doğru açılmıştı. Biraz daha yakınlaştım ona, açıkta
kalan omzuna dudaklarım değdiği anda, eli ensemi bulmuş, dudaklarından kanımı fokurdatacak bir
sertlikle art arda nefesleri dökülmüştü. Beceriksizce tenini öpüyordum. Ensemde yer edinmiş, küçük saç
tutamlarımın arasına sızan uzun parmakları, aheste aheste süzülüp boynumu, oradan çenemi bulmuştu.
Yumuşak tutuşuyla başımı yönlendirip, gözlerimiz arasında bir bağ kurduğunda, iki dakika süren bu
kesinti, ona aylar sürmüş bir ayrılığa mâl olmuş gibi baktı yüzüme. Ardından uzanıp, dudaklarını
saçlarımın arasından alnıma bastırdı. Yavaşça eğildiğinde, alınlarımız birbirine değiyorken, koluma
tutundu.

"Daha fazla yüklenme kendine, duralım." Nefes nefeseydi, bir kez daha. Farksızdım. Bir türlü
kabullenemediğim duyarlılığı, ince fikirliliği, hiç olmayacak mekânlarda, zamanlarda beni yakalıyordu.
Günahı sebebiyle, defalarca yerden yere vurduğum, olmayacak ithamlarla zihnimde aşağıladığım,
dokunduğu her insana kir bulaştırdığını sandığım bu adam, erdemle işlenmiş bir ruha sahipti. Beni zorda
bırakmak istemediğinden, tadına düşkün olduğu şehveti yarıda kesiyor, bölük pörçük oluşundan şikâyet
ettiği hazzım gibi, kendi hazzını da paramparça hâlde bırakıyordu.

Yavaşça geri çekildi. Gözlerinde bir ışıltı vardı. Dudakları aralandı, bir şey söyleyecek gibi oldu ancak
devam etmedi. Ayağa kalkıp, yerde duran kabanına ilerledi. Kolunun eklem kısmına bıraktığı kıyafetinin
cebine uzandı, geriye çektiğinde, aldığı şey her neyse avuçları arasına sıkıştırmış, görmemi engellemişti.
Hızlı adımlarla yanıma geldi, önce önümde dikilmiş, ardından kütüğün diğer tarafına geçip arkamda
duraksamıştı. Bir süre sonra, başıma değen ellerinin ne için çabaladığını fark edememiş, ancak
kıyafetimin üzerine düşen bir kolye ucuyla duraksamıştım. O esnada, günahkâr konuşmaya başladı.

"Elma ağacından yapılma, kendi ellerimle oydum." Enseme değen parmakları, ağrılı olan kaslarımı
gevşetiyordu. Nihayet işi bittiğinde, önüme eğildim. Yakamda duran uzun, ince ve bıçakla bilenmiş odun
parçasını görmemle, dudaklarıma yerleşmeye hevesli bir tebessüm baş gösterdi, bastırdım. Beyaz
rengindeydi, dikdörtgen şeklinde kesilmiş ufak bir parçanın, dört dar köşesini, birden fazla kez içe doğru
oymuş, oldukça hoş bir görüntü yaratmıştı. Elma ağacındandı. Kendi elleriyle, benim boynuma takmak,
bana hediye etmek için oymuştu.

Olduğu yerde eğilmiş, dudaklarını hafifçe enseme bastırmıştı. Ürpermiş, güçsüzce soluklanmıştım. Geri
çekildikten hemen sonra, tekrar yanıma geldi. Elimde sıkı sıkıya tuttuğum biricik hediyemden gözlerimi
çektiğimde, günahkârla buluşmuştum. Çocuksu bir tavırla başımı sağıma doğru eğdim. Yüz ifademin
sebebine olan merakı, koyu gözlerinde gittikçe genişlediğinden, dudaklarımı araladım.

"Babam, hediyelerin karşılıksız bırakılmasının nezâket kurallarına aykırı olduğunu söylerdi," Heyecanla
kıpırdadım, vücudumu biraz daha ona çevirdiğimde, hafifçe kaşlarını çattı.

"Size karşılığını vereceğim," Derin bir nefes aldıktan sonra, düz tuttuğum dudaklarımı yavaşça kıvırdım.
Önce, fark edememesinden korktuysam da, günahkârın yüzümü dikkatle inceleyen bakışları, değişimi
yakaladığı gibi dudaklarıma inmişti. Ne yapacağımın farkına vardığında, hafifçe tebessüm etti.

"Biraz daha," İsteğine karşı koymadım. Dudaklarımı biraz daha kıvırmış, yanaklarımın toplandığını
hissetmiştim. Öyle büyük bir keyifle seyrediyordu ki, o an, sırf Taehyung için, yüzyıllar boyu, kaslarımın
ağrıyacak olmasını, çürüyüp gitmeyi umursamadan, bu hâlde durabileceğimi düşünmüştüm.

"Biraz daha..." Dişlerimi gösterdiğim, gerçek bir gülücüğü arzuluyordu. Yine karşı koymadım. Hafifçe
gerdiğim dudaklarımla, aralanan kapıdan dişlerim görünmüş, utanç içerisinde gözlerimi ondan
kaçırmıştım. Öyle kalmak zor olduğundan ve bunu, onun için kısa süreli bir gösteriye çevirmek
istemediğimden, duruşumu bozmamak için çabaladım. Ağız kenarımdaki çizgiler yavaştan titremeye
başladığında, dişlerimi alt dudağıma geçirmiştim. Günahkârın tebessümü büyüdü, gözleri daha da ışıldadı.
Bitmesini istemediği bir rüyanın eşiğinde gibiydi. İstekle bana uzandı, parmak uçları dudağımın kenarını
bulduğunda, olduğu yeri yavaşça okşadı.

"İşte, sandığınızın aksine insana cenneti vâat eden bu olmalı. Güzel bir gülüş," Bir süre duraksamış,
ardından mırıldanmıştı. "Peder'in oğlu bana gülümsedi,"

Gülümsemem yavaş yavaş siliniyorken, gittikçe buruklaşan bakışlarımla seyrettim günahkârı. Hakkım
varmış gibi, kırgın bakıyordum. Çok mu acımasızdım ona karşı? Dudaklarımı öpüşüne, tenime
dokunuşuna, ilk sarıldığım beden oluşuna karşın, küçücük bir tebessümü nasıl da büyütüyordu gözünde.
Esirgeyişim uzun sürmüştü. Bu kadar zor olmamalıydı arzuladığını bildiğim hâlde, ona bir defa da olsa
bunu göstermek. Ancak durum olduğundan da karmaşıktı. İsteğim dışında defalarca teslim oluşum
üzerine, bir de bilinçli şekilde ona gülümsemek, arsızlığının tetikleyicisi olacak, belki de hareketlerinin
önüne geçemeyecektim. Şimdi de durum farksızdı, ne bir kaybımız vardı, ne kazancımız. Demek ki bir
zamanı, bir yeri varmış diyordum içimden. Eğer önceden, görmek için can attığı gülüşüme tanık
olabilseydi, bugün karşılık olarak ona verebilecek bir hiç olacaktı ellerimde. Bu daha büyük bir kabalık
olurdu.

Taehyung, bir süre sonra ayaklandı. Gömleğinin düğmelerini, göle dönmüş bir vaziyette iliklemiş,
ardından kabanını da üzerine giyip yanıma gelmişti. Üstten üstten yüzüme baktı, yorgun görünüyordu.

"Şimdi dönecek olsak içeri girebilirsin, değil mi?" Usulca başımı salladım. Rahip Velianos'un verdiği
anahtarlıkta, birden fazla anahtar vardı ve onlardan bir tanesinin kapıya ait olduğunu biliyordum. Olmasa
da sorun yaratmayacaktı, bir yolunu bulabilirdim. Giriş çıkışlar konusunda, uysal bir talebe oluşuma
karşın birkaç yasak yolum vardı. Çok yönlü bir mimariydi, birden fazla bloktan oluşuyor da olsa, bizim
kullandığımız bina dışında, diğerlerine girme iznimiz, gerekli olmadığı sürece yoktu. Birkaç defa, rahipler
eşliğinde, detaylı olmasa da kuzey bloğa girme şansım olmuştu. Sessiz, sakin, daha basık bir havası olan
yerde, bizden önce eğitim görmüşlerin, dine adanmışların izine kolayca rastlanılabiliyordu. Tozluydu,
incinmiş bir duvar, hemen tarihte yolculuğa sürgün ediyordu insanı. İlk kim dokundu, ilk kimin çığlığı
bastırıldı, ilk kim acıyla affedilmek, eziyetle hafiflemek istedi?

Hâlâ ıslak olan kıyafetlerim sebebiyle, soğuğu olduğundan da belirgin hissediyordum. Taehyung,
battaniyeyi almamı teklif etmişti, ancak böyle bir riski yaratmanın, düşük olsada getirebileceği tehlikeyi
göz ardı edemediğimden, nazikçe reddetmiştim. Artık ayrılma vakti geldiğinde, günahkârla karşı karşıya
dikilmiş, sessizce birbirimize bakmaya devam etmiştik. Bu suskunluk, her defasında bir eğimin başına
geçiyor, son sürat kendini serbest bırakıyor ve düştüğü esnada olmadık duygulara evriliyordu. Fırsat
vermek istemediğimden, söze ilk ben girdim.

"Hediyeniz için minnettarım," Kısık sesime karşılık, rica edercesine bir defa başını eğdi. Gözlerimdeki
gözleri dudaklarıma indiğinde yutkunmuş, bakışlarını tekrar ona odaklı irislerimin içerisine daldırmıştı.

"Aynı hediyenin, birden fazla kez verilecek olması tuhaf değildir diye umuyorum," Önce anlamaz bir
ifadeyle baksam da, sonrasında kast ettiğinin kendi hediyesi değil, benim hediyem, kısa zamanlı
tebessümüm olduğunu fark etmiş ve gözlerimi kaçırmıştım.

"Aynı hediye, aynı kişiye, bir defa ulaşılmasına rağmen aynı tadı ve heyecanı verecekse eğer, hayır. Tuhaf
değildir. Ancak bu hediyeye her zaman ulaşamadığımı bilmenizi isterim. Böyle duru, yoğun ve ışıltılı bir
gece gerekli oluyor zannediyorsam, ya da duygusal yanını tetikleyen bir insanla karşı karşıya kalmak
zorunluluğu... Biliyorsunuz, gölgesinde gençliğimi geçirdiğim çatının duvarları da, duvarlarına hapsolmuş
insanları da sert. Hâl böyleyken, her istediğinde yaratamıyor insan bir tebessümü,"

Bir cevap vermedi. Hiçbir tereddüt barındırmayan, uysal bir dokunuşla işaret parmağımı kavramış,
dudaklarına bastırmıştı. Teması saniyeler sürdü, önce yumduğu gözleri, sonradan aralandı ve beni buldu.
Bir defa öpmüş, ardından hızlıca bir tane daha kondurmuştu. Baş parmağıyla tenimi okşadı, sevdi ve
sonrasında tamamen bağımızı kesti. Geri geri, ağaçların olduğu karanlık yola doğru adımlıyorken,
defalarca, hevesle yüzümde gezinmiş, artık gecenin baskısı, görüş alanına müsaade etmediğindeyse,
arkasını dönüp gözden kaybolmuştu.

Ait olduğum yörüngeye girmek için harekete geçmiştim artık. Dikkatle yürüdüğüm yol boyunca, sokak
aralarında herhangi bir insan görebileceği kuşkusuyla kendisine sinmiş ürkek bir bedendim. Issızdı. Ara
ara yerleştirilmiş sokak lambaları altındayken daha bir kendime çekiliyor, ıslak kıyafetlerime tutuna
tutuna ilerliyordum. Döndüğüm her köşe başında ayrı bir korkuyu yaratıyordu zihnim. Uykuya ömrü
boyunca böylesine ihtiyaç duymamıştı bedenim, buna rağmen bedensel de, ruhsal da hiç olmadığım
kadar diri hissediyordum. İyi bir yansıması olabileceği düşünülen bu dirilik, ancak ve ancak eziyetimi
harmanlıyor, her zaman yaptığı gibi bu gece de, günahkârın yanından ayrıldığım anın fırsatını kolluyordu.
Ulaşabileceğini bildiği bir amaç edindiğinden, her galibiyetinde yüzüme vurdukları daha da
acımasızlaşıyordu. Sesini yükseltiyor, soyut bir yaratık oluşuna karşın ayak darbeleriyle kemiklerimi
sarsıyor, görmekten kaçındığım ne kadar gerçeğim varsa ve tahayyül edebilişime karşın kabul etmekten
ziyâde yok saydığım yaşanılabilecek ne kadar sonuç varsa, bilhassa gözlerim önünde tek tek oynatıyordu
sahneleri. Varlığım bir adamın şehvetine tutsak olmuştu, olmuştu ancak bir sebebi, dayanağı vardı.
Dokunuş vardı. Ten vardı. İçimi delip geçen, derinliğiyle boynumu büken bakışları vardı. Peki ya aklım,
durgun zihnim, nasıl olurdu da böylesine acımasızlaşır, kendine mesken edindiği bedenimi kıvrım kıvrım
kıvrandırırdı? Anlam bulamıyor da olsam, tek kabullenebildiğim günahın getirisiydi. Tanrı'mın cezasıydı.
Ufacık, basit bir ceza. Bir hiç olması gerekirdi gözümde.

Manastıra güvenle ulaşmış, kapıyı anahtarla aralamış ve ibadet edeceğimi söylediğim odalardan birisine
girebilmiştim. Gün ayana dek, gözümü kırpmadan oturmuş, duaya kalkışmak istediysem de, yüz
bulamayıp dizlerim üzerine düşmüştüm. Sabaha kadar ağladım, haz ne zaman kuvvetlense daha da
coşkuyla ağladım, dudaklarım ne zaman aynı sıcaklığı arzulasa daha da şiddetle hırpaladım kendimi. Beni
seyrediyor olduğunu bildiğim Tanrı'mın gözleri önünde, yıkılıyor oluşumdan keyif alarak, gözlerime
yüklenen acıyı iştahla kabullenerek ağladım. Bir hafifleme yaratmamış da olsa, benden çok daha fazla
yakın olduğu ruhumun yükünü bilsin istiyordum. Şehvetle gerilen aciz bedenim, hazza doyumu olmayan
erkekliğime rağmen, O'nun varlığının her zerremde beni tir tir titretiyor olduğunu, hangi cüretle bilmem,
hatırlatmak istedim.

Sabaha karşı sessizce odama girdim. Dışarıdan belli olmuyorsa da, hafiften nemli olan kıyafetlerim beni
bir hayli üşütmüştü. Yüzüm asıktı, bir heyecanın eşiğinde belli belirsiz sarsılıyor, ancak katiyen keyif
alamıyordum. Ellerim, günlerdir öyle sık titriyorlardı ki, şimdi yatak örtüme uzanıyorken farkına vardığım
gerçekle, daha bir düşmüştü omuzlarım. O an içerisinde yaşanan bir sebep olmayışına karşın,
parmaklarıma gücümü yettiremiyordum. Bilincim dışında hareket ediyorlar, her an ölümün baskıcı
gölgesi tepemdeymiş kadar uyanık bir korkuyla, tir tir titriyorlardı. Nasıl da bitik bir hâldeydim, henüz
öğreniyor olduğum bir duyguyu, yaşayabileceğimin en güzel hâliyle, bir adamın nazik, uysal
dokunuşlarından kendime hapsediyordum, ancak yine de tatmin olamıyordum. Öyle ya, hep böyle
gitmeyecek miydi bu döngü? Taehyung'un yanındayken, aynı korkuyu hissediyor oluşuma karşın, ona
tutunabildiğim gerçeğiyle bir nebze de olsa hafifleyen sızım, yalnız başımayken beni alt ediyor, zincirlere
vuruyordu. Kapana kısılmıştım.

Günün ilerleyen saatlerinde, babamın geldiği haberiyle irkilmiştim olduğum yerde. Aklımdan çıkmıştı,
günlerden perşembeydi. Ziyaretime gelmişti. Bugün... Hiç olmayacak bir gün. Şehvetli bir öpücüğün
sabahına... Aceleyle, bir an olsun düşünmeden merdivenleri inmiş, bahçede bekliyor olan babama
ilerlemiştim. Nefes nefeseydim, dakikalar içerisinde soğuk soğuk terlemiştim. Yatıştırır, belki, bir ihtimal,
bakışlarıyla başımı okşayan babamla, dinlenirim sandıysam da, gözleriyle buluştuğum anda, bunun
mümkünâtı olmadığını sezmiştim. Bir sorun vardı. Bu ciddiyeti, çatılmış kaşları, içe bükülmüş dudakları
hayra alâmet değildi.

"Peder Min, şeref verdiniz," Kesik kesikti kelimelerim. Önünde saygıyla eğilmiştim. Karşılık vermedi. Hâlâ
sertliğini koruyan bakışlarıyla beni izliyordu. Bir süre yüzümde gezinmiş, kaşlarını daha da fazla çatmıştı.
Şimdi, alnının ortasında belirginleşen iki kabarık et, ortada siyah bir çizgi yaratmıştı. Belirginliği arttı.
Önünde bağladığı ellerini çözmüş, omzuma koyar diye ümit ediyorken, iki yanında serbest bırakmıştı.

"Bu ne hâl, Jeongguk?" Bakışları hızlı bir incelemeyle bedenimi turladıktan sonra, devam etti. "Rengin
soluk, bakışların dirençsiz, kıyafetlerin... Neden böyle perişan görünüyorsun? Velianos, gece boyu ibadet
ettiğin haberini verdi. İbadet, Tanrı'yla geçirilen uzun bir vakit, manastır talebesini böyle hırpalamaz,"

Ciğerlerim yırtılacak gibiydi. Öyle sesli, öyle sık soluyordum ki, aralık olan dudaklarımı kapatmak, renksiz
yüzümü canlandırmak için dudaklarımı ıslatmak istediysem de, burnumdan aldığım nefes yetersiz
geliyordu. Ne cevap verebilirdim ki babama? Gözlerine dâhi değmek istemiyordum. Yakalardı, anında,
ben yaşananı kavrayamamışken bir sonuca ulaşır, gizlendiğimin bilincine varırdı.

"Dikkat etmedim, öyle mi görünüyorum? Bağışlayın. Geleceğinizi unuttuğumdan, koşturarak indim


merdivenleri. Ondan olmalı," Sıkıntılı bir nefes aldı. Köşe bucak sakındığım bakışlarına, zar zor karşılık
verdiğimde duraksamış, hayret eder gibi bana yakınlaşmıştı.

"Ah, nasıl da küçük düşürdün babanı! Dün, akşam saatlerine doğru, Choi Wook uğradı yanıma. Aranızda
geçen kısa muhabbetten, senin anlam veremediğim hareketlerinden bahsetti. Ancak en ağırı, bana neyin
haberini verdiğiydi," Öfke saçan gözlerinden kaçsam, kelimeleriyle boğuşuyordum. Başımı eğmemek,
ondan kaçmamak için öyle büyük çabalıyordum ki, olduğum yerde daha da fazla ter dökmeye başlamış,
yok ettiğim titrememi bedenime davet etmiştim.

"Biricik, kasabanın gözdesi, gelecek vâat eden oğlumun gözlerindeki ışıltıya gölgeler düştüğünü, Tanrı
hediyesinin, yerleştiği yerden kirpiklerine, oradan da tenine düşe düşe ayaklar altında ezilerek yok
olduğunun haberini verdi. Evet, bizzat böyle söyledi. Utanmadan, çekinmeden bana bir derdin olup
olmadığı, altından kalkamayacağın bir günah işleyip işlemediğini sordu. Dik duruşu bozulmayan,
kimsenin önünde eğilmeyen baban, köküne zehirli su dökülmüş bir çınar ağacı gibi yalpaladıysa da, belini
bükmedi. Gitmek, görmek istedi oğlunu. Şahit olmak gerekirdi böylesine, bir hükme varabilmek için.
Fakat sana bakıyorum da, Jeongguk, inatla, dakikalardır bakıyorum. Bu kendini bilmez adam doğruyu
söylüyormuş meğer. Nerede? Nereye bıraktın ışığını?"

Daha fazlasını ne duyabilirdim, ne de bu kırgın, öfkeli bakışlarının ağırlığını taşıyabilirdim. Öne eğdiğim
başımı, bir an olsun kaldırmak istemiyorsam da, babam bizzat uzanıp çenemi kavramış, göz yaşları
içerisindeki oğlunun, artık silik, bir değeri olmayan gözlerine, bir defa daha korkuyla dalıp gitmişti.
Göremiyordu. Göremeyecekti. Artık baktığı insan, kendisini yalnızca dine adamış genç bir adam değildi
çünkü, aynı zamanda bir günahkârdı. Büyük, dönülmez bir yanlışın çekimine kapılmış, şeytanına uymuş,
şehvete düşmüş bir günahkârın babasıydı Peder. Haberi yoktu.

"Bu boynuna taktığın da nereden çıktı?" Aniden yükselen bakışlarımı es geçti. Yakama uzanmış,
günahkârın geceleyin nazikçe boynuma taktığı gri ipi kavramıştı. Titriyordum. Dokunduğunun kime ait
olduğunu düşündükçe, nasıl ve kim için, hangi zaman diliminde bana verildiğini hatırladıkça korkuyla
titriyordum. Artık olabildiğine öfkenin esiriydi babam, burnundan soluyordu.

"Böyle anlamsız, hiçten bir kolyeyi nereden buldun? Bir de utanmadan karşıma bununla mı dikiliyorsun?
Ne oluyor sana oğlum, geceleri uyku uyuyamıyorum artık. Benim eşi benzeri olmayan, günahsız, pak,
duru çocuğuma ne oldu?"

Gittikçe kendimi kaybediyordum artık. Karşısında, küçük bir oğlan çocuğu gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyor,
tuttuğu kolyemden ellerini çeksin diye vücudumu arkaya doğru geriyor, sıkı tutuşundan kurtulmaya
çalışıyordum. Nâfileydi. Babam, kendisine yenik düşecek raddede olan öfkesini kontrol edememiş,
kavradığı ipi boynumdan sertçe çekerek koparmış, avucu içerisine hapsetmişti. Uzanmak, ne
düşüneceğini önemsemeden ona saldırmak, parmakları arasında tuttuğu ilk ve tek hediyemi geriye
almak istedim. Olmadı, cesaret edemedim. Tek yapabildiğim, kıyafetimin yakasını, eklemlerimi
kırabilecek bir güçte bükerek kavramak, o esnada da tırnaklarımla tenimde acısını önemsemeden çizikler
yaratmak olmuştu. Buğulu gözlerle seyre daldığım yüz, gittikçe bildiğim şeklini kaybediyor, ilk kez
gördüğüm yabancı bir insana dönüşüyordu. Fabrika bacasından sızan bir duman gibi, gittikçe silikleşiyor,
silikleşiyor ve beraberinde, onunla yarattığımız ufak, güzel anıları da yok ediyordu.

Babam, bir şey daha söyleyemedi. Dağılmıştı. Aceleci adımlarla arkasını dönüp de, geldiği yolu geri
dönüyorken, acınası bir tavırla ağlamaya devam ettim. Dizlerim üzerinde olduğum yere çökmüş, zeminin
taşı tenime batıyorken, ben hâlâ, günahkârın elleriyle, benim için oyduğu o küçük, biçimli odun parçasını
kaybedişime yanıyordum. Yakamı sıkıca kavramış olan elimi boynuma sardım, dudaklarıma yerleşmiş
öpücüğü bir hayalden ibaret sandığım her an, tutunduğum ve parmaklarımda hissetmemle, geceyi
somut kılan küçük hediyeme ulaşamamıştım. Yoktu. Bir defa daha öne yalpalayarak, hıçkırıklar eşliğinde
ağlamaya devam ettim.

Zaman geçip gidiyorken, Tanrı, benim için hak ettiğim bir son hazırlamayı ihmâl etmiyordu. Günden güne
kaderimin, belli bir yolda ilerleyecek sandığım çizgisi sapıyordu ve ben, bunun bilincinde oluşuma karşın,
kendimi günahkârdan alıkoyamıyordum.
16.bölüm
"Haykırışıma kulak ver, çünkü çok çaresizim;

Kurtar beni ardıma düşenlerden

Çünkü benden güçlüler."

Mezmurlar, 142:6

16.BÖLÜM

-KARAR-

Birkaç hafta öncesini hatırlamaya çalışıyordum. Hayatım, bildiğim bir düzen içerisinde akıp gidiyorken,
hiçbir şikâyetim bulunmaksızın, memnuniyetle yaşadığım, beklentiden uzak zamanlarımı. Cuma günleri
geldiği vakit, belli belirsiz bir iç huzurla çıktığım manastır kapısına, iki gün içerisinde katbekat fazla bir
hevesle geri dönmüş oluyordum. Babam, daimi bir hayranlık beslediğim güçlü, dik, başı eğilmez, taştan
bir anıt misâli olan cümleleriyle beni baştan yaratır; şekil verdiği ve kendi ruhuyla beslediği oğlunu gönül
rahatlığıyla asıl yuvasına gönderirdi. Bu döngü aksamazdı. İkimiz de memnun ve minnettardık. O, hiçbir
zorluk çıkartmadan, günahlardan uzak, tertemiz kalmak için çabalayan oğluna; bense bu beceriksizliğime,
zayıflığıma, dış dünyadansa kendi içinde muhabbeti coşkulu olan bana karşın, ilgisini üzerimden
esirgemeyen babama şükran doluydum. Dünya üzerinde sığınağı, birbirinden başka kimse olan iki insan
için, bu bağın zayıflayacak olması gözüme, hiçliği tanımlamak gerektiğinde aklıma ilk olarak gelecek
kadar imkânsız görünüyordu. Babam ve ben... Hayranlık duyulması gereken iki insandık yan yanayken.
Eğer bir melek olacaksam, o; arşın dört bir yanını sarmalayan kanatlarımdı, o bulutlara çullanmış su
damlacıklarıysa, ben; düşmesi için heves eden taş, topraktım. Bir bedensem, babam damarımda akan
kan, içime her saniye bilinçsizce çektiğim nefes, dik durmam için Tanrı'nın etimin altına yerleştirdiği
kemiklerimdi. Bütün ve ayrılmazdık.

Bu zamana dek, birçok kez yaşamak üzere olduğum duyguların, babam tarafından sonu getirildiği
olmuştu. Ona göre bunu yapıyor oluşunun tek bir sebebi vardı, bu insanı böbürlendirecek, fazlası için
tetikleyecek, bağımlı kılacak hislerin tutsağı hâline gelecek olma ihtimalim. Karşımda duruyordu, ona
doğru yürüyordum. Çocuk yaşımda dâhi, hiçbir zaman başka bir yola sapmama müsâade etmemişti.
Gidilecek yer belliydi. İşte diyordu, buradayım. Senin ulaşman gereken, bir amaç olarak göreceğin mevki
burada. Bir kez olsun tutmama izin vermediği elini bana doğru uzatıyor, istediği yapılsın diye kemik
tutulan bir köpek gibi beni kendisine tutsak ediyordu. Şikayet etmez, boyun eğerdim. Hâlâ da böyleydi,
itaatkârdım. Ancak günün birinde, aralarından çok daha başka tadı olan bir hissin gelip de, benimle
beraber inandığım ne varsa tepetaklak edebileceğini düşünmemiştim. Beni, var olduğum insandan
soyutlamış, kendimi dışarıdan seyretmeme fırsat vermiş, Tanrı'ya ulaşmak adına bir seçenek olarak
kullandığım ruhumun derinliğini, ilk kez yücelikten sıyırıp, kendi arzularıma köle etmişti. Beni
görüyordum, günahkârı görüyordum, gerisi puslu bir gece manzarası oluyordu. Silik. Etkisi daim, ancak
müdahalesiz.

Krem rengindeki örtü, masanın köşelerinden sarkıyordu. Babam, mutfak ve salon arasında gidip geldiği
her an, bilinçsizce oraya sürtüyor, dikkatle izlediğim zarif kumaş, cübbesine sürtünüp sağa sola
hareketleniyordu. Ağır yüklerin, ağır fikirlerin arasında bocalayan zihnim, şu son zamanlarda önemsiz
ayrıntılardan haz alıyordu. İnsanı görsel açıdan tatmin etmeyecek kadar yalın sahnelerin ağına
düşüyordum. Aklımda yer edinen bu ufak anlar, bir anda güzelleşiyor, beni büyülüyor, olduğum yerde
sabit kılıyordu. Şimdi de, akşam yemeğine oturmak üzereydik ve ben, o sarkan örtünün bir köşesinden
bakışlarımı alamıyordum. Ne gördüğümün, neyi seyrettiğimin bilincinde oluşuma karşın, ilgim ve alâkam
bu yirmi saniyede bir tekrarlanan âna odaklıydı. Keyif vermiyor, ancak keyifsiz de bırakmıyordu.

Yemek masasında karşılıklı oturuyorduk. Babam, fısıltılı sesiyle dua ettikten hemen sonra yemeğine
başlamıştı. Eve geldiğimden beri ne konuşuyor, ne bedensel olarak bir iletişime geçiyorduk. Artık öfkesini
yüzünde göremiyor da olsam, pişmanlığım sebebiyle başımı eğdiren ne kadar an varsa, çehresinde şahit
olduğum kırgınlık, bir kez daha aynı canlılığıyla utancımı yaratıyordu. Karmaşa içerisindeydi. Arada, göz
ucuyla ona bakıyor, önce görüş alanıma giren kemikli, iri parmaklarını seyrediyor, belirgin hatlarına
ulaşıp, kısa bir süre içerisinde benden sakındığı ne kadar duygusu varsa, yüzünden ayıklıyordum. İyi
hissettirmiyordu, gergindim. Ağzıma aldığım her lokma, küçük birer taş parçasına dönüşüyordu. İştahsız
oluşuma karşın, babam daha da fazla şüphelenip, bu şüphenin onu yiyip bitirmesine izin vermesin diye,
zorlaya zorlaya hazırladığı yemeklerden tadıyordum. Midem ağırlaşıyordu. Omuzlarım düşük, bakışlarım
yorgundu. Gerdanımda, beyaz tenimin üzerinde, kuvvetli parmaklarının yarattığı çukur, içime doğru esen
sert bir rüzgârla, şeytandan olanı zihnime sürüklüyordu. Buna rağmen başa çıkabileyim diye
çabalıyordum. Kendimle girdiğim şiddetli bir savaşın, mağlubiyet hâli de, galibiyet hâli de bir çıkar
yaratmıyordu. Kaybeden daima bendim.

Babam, nihayet tabağından başını kaldırdığında, uyuşuk hareketlerle geriye yaslandı. Ellerini masanın iki
yanına sabitlemiş, ses etmeden beni izliyordu. Karşılık vermemek, karşımdaki oyken, mümkün değildi.
Parmaklarımda tuttuğum yemek dolu kaşığı geri bıraktım, ellerimi kucağımda birleştirmiş, kuşkulu
gözlerimle ona karşılık vermiştim. Bakışlarımda gezinen koyu irisleri, bir süre sonra benden farklı bir yere
çekilmişti. Kötüsünü, en bayağısını düşünüyordum. Bana bakmak, babamın içine yerleştirdiğim o köklü
gururu, güneşi görünce başını diken bir ayçiçeğinden ziyâde, gerekli besini alamadığından günden günde
solan zavallı bir manolya gibi çürütüyordu.

"Yarın, gün ağarmaya başladığı vakit yola çıkacağım. Şehir kilisesine uğrayıp, Papaz'la münâkaşa etmem
gereken birkaç önemli konu var. Pazar günü ancak dönerim, işim geceye dek süreceğinden, o saatte yola
çıkıp da geri dönmeye kalkışmam. Sen de yarın manastıra dön, tek başına kalma evde,"

Sessizce onayladım, tek değineceği konunun bu olduğunu sanıyorken, babam hâlâ dikkatle yüzüme
bakmaya devam ediyordu. Kaçırdığı bakışları, bir şekilde yeniden bana saplanıyor, ben ona karşılık
verene dek de oldukları yerden ayrılmıyordu. Artık farkına vardığım bu tuhaf gerçeklikle, başımı kaldırıp
da ona bakmadım. Bir süre sonra da kendisi, masada öne doğru eğilip, asıl gelmek istediği yere ayak
bastı.

"Tanrı kuralları belirlidir. Kulların, onlara bizzat Tanrı tarafından bahşedilen irâdeyi, bu yüce İlah'ın
belirlediği yasaklara yönelik kullanacak olması, insana öteki dünyada bir azap hazırlar. Senin gibi bir
evlada sahip olmak, insanlığa, onca sene yarar sağlayacak şekilde, İsa Mesih'in istediği gibi hizmet eden
bir adam için bile gelip geçmiş görülebilen bu kısa ömürde, kuşkusuz sahip olabileceğim en değerli
hediye. Nasıl bir gafletle, aklımın alamayacağı kadar büyük bir günahın içerisinde yalpaladığına
inandırdım kendimi, bilmiyorum oğlum. Olduysa bile, eminim ki affedilecek kadar ufak, yüce gönlünü
ezemeyecek kadar basit bir yanlıştır ve muhakkak telafi edilecektir,"

İşittiğim her kelimeyle dudaklarım büzülüyor, artık zeminde durmanın ötesinde, parkelere güç uygulayan
ayaklarım titriyor, durgun aklımda tetiklenmek için bekleyen seslerim şaha kalkıyordu. İlk kez böylesine
öfkeyle, hırsla istiyordum babamın susmasını. Devam etmesin, kelimeler silinsin, parçalansın, bir
yaprağın ikiye yırtılışı gibi bölünüp ayaklarımızın dibine süzülsünler istedim. Nasıl da eziliyor, nasıl da
kendi içimde kurtulamayacağı bir felâketin sürekli başına üşüştüğü aciz bir günahkâr kesiliyordum?...
Birbirine bastırdığım iki bacağım arasına süzülen elim, yumuşak etimi sıkıca kavramış, bu yabancısı
olduğum kızgınlığı, tereddüt etmeden bana hedef almıştı.

"Tanrı affetsin, gözüm döndü seni karşımda, o hâlde gördüğümde. Bana, çocukluk zamanlarımda,
annemin bahçesinde yaz kış, her mevsim endâmını koruyan ekinliği hatırlatırdın hep. Koşullar ne olursa
olsun, daima hazırdın daha iyisi için çabalamaya. Korkuları olmadığını sandığın bu yaşlı baban, evde
yalnız kaldığında ziyaretine gelen karabasanlarından kaçmak için, her hafta büyük bir özlemle gelip sana
kavuşmak için can atıyordu. Evet, ne de tuhaf böyle bir itirafı, gözlerine bakarak yapıyor olmak.
Devrileceğimi sandığım zamanlar, sırtımda, hâlâ küçük olduğunu zannettiğin, ancak bir erkek için oldukça
kuvvetli, iri olan bedeninin koruyucu varlığını hissederdim. Sen benim dayanağımsın, Jeongguk.
Varisimsin, biricik oğlumsun. Dün öfke saçan gözlerimdeki yanlışı, çocuğuma olan ihaneti ben değil, bir
din adamının asıl düşmanı olan şeytan yarattı. Umuyorum ki, babanı affedebilirsin."

Masada duran ellerinde gördüğüm belli belirsiz titreme, beni alaşağı etmişti. Onu ilk defa karşımda,
kendisini bana böylesine açık ederken görüyordum. Annesinden bahsetmişti. Hiçbir akrabamızı tanımıyor,
hiçbirinin adını, hikâyesini bilmiyorken, annesinin bahçesindeki bir ekinliğe benzetmişti beni. Sert kış
rüzgârlarının da, insanı yakan kızgın güneş ışığının da bozguna uğratamadığı yoğun bir ekinliğe... Ağır
bedeniyle sandalyesini geriye ittirdi, yavaşça ayağa kalktı. Yanımdan geçip gitmeden önce, usulca
omzuma dokunduğunda, içimde katılaşmış olan, ona karşı takındığım bütün kötü duygularım, camdan bir
vazo gibi yerle bir olmuş, parçalara ayrılmıştı. Aniden atılıp, bana değen elini kavramış, avucunu ıslak
yüzüme değdirmiştim. Sevgiye aç bir çocuk misâli, babamın avucuna yanağımı sürterek gözlerimi
kapatmış, içli içli ağlamaya devam etmiştim. Yetinmedim, kavradığım iri elini dudaklarım önüne getirip,
yaş aldıkça yumuşaklığını yitirmiş olan tenine, ona olan bağlılığımı gösterir gibi derin bir öpücük
kondurdum. Babam, önce kalakalmış, ardından baş parmağıyla birkaç kez yanağımı okşadıktan sonra,
çekilip odasına kapanmıştı.

O gece, o yemek masasının başında kaç saat oturdum, bilmiyordum. Zamanın itinayla tükettiği
insanoğullarından birisiyken, o gece bizzat ben zamanı tüketmiş, hapsedildiğim yeryüzünde var olan bu
acımasız kavramın sonunu getirmiştim. Önümde yarım kalan çorba kâsesinin içerisine, gözlerimden akan
damlalar birikmiş, yoğun çorbanın rengini saydamlaştırıp kıvamını kaçırmıştı. Dolu dolu ağlamıştım.
Babamın yanağıma yaslı elini her hatırladığımda, uyuşan tenime titreye titreye dokunmuştum. Yakama
tutunuyordum, göğsümü darlayan taze nefeslerime rağmen, içimde sıkışıp kaldıkça kıyafetime sarılıyor,
derin soluklar eşliğinde kumaşı oraya buraya çekiştiriyordum. Benim dünyadaki imtihanım da buydu.
Yanıyor, gri, yoğun bir kül yığınına dönüşüyor, ardından bir kez daha, taze etimle diriltilerek, aynı ateşe
cayır cayır yanmak için bırakılıyordum. İşleyişi bitmeyecek sonsuz bir döngü içerisinde, ölüm ve yaşam
arasındaki incecik bir çizgide yürüyor, ancak acımı çığlık çığlığa bağıramadığımdan, ruhunu çürüten zavallı
bir insana dönüşüyordum.

Buhran dolu bir gece geçirmiştim yatağımda. Kâbuslarımın arasında kaybolan uykumu aramış, ancak
ulaşamamıştım. Gözlerim ağrılı ve bitik bir hâldeydi, eziyet gibiydi. Ruhumu ve bedenimi, belki birkaç
saat de olsa dinlendirebildiğim tek zaman aralığı geceyken, yatağımda geçirdiğim zamanken, şimdi
uykuyu da benden uzağa koymuş, sakinliğe, bir hapishane mahkûmun, temiz havaya olan muhtaçlığı
kadar aç olan ben, kıvrana kıvrana sabahı etmiştim. Evet, bir eziyetti. Tanrı, günahlarımın bedelini
ödetiyor, öteki dünyada çekeceğim cezayı hafifletebilmek için, dünya üzerindeki ızdırabımı şiddetli
kılıyordu.

Sessiz, durgun bir sabahtı. Hava yağmurluydu. Evin tüm pencerelerini aralamış, havasıyla arındığımı
sandığım, ancak aksine, artık duvarlarının heybetli birer beden olup üzerime yığıldığı bu salona, kasabada
kol gezen rüzgârı davet etmiştim. Öğle vaktine dek, yorgun bedenimin müsâade ettiği kadarıyla ibadet
etmiş, İncil okumuştum. Çıplak ayaklarımla dolandığım ev, her adımımda gıcırdıyor, sessizliği az da olsa
kırıyordu. Öğle vakti sonrasıysa kapı önüne çıkıp, saksıda ekili olan çiçeklerin toprağını temizlemiştim.
Uzun süredir doğadan olana temas etmeyen parmaklarım, taze yapraklara sürtündükçe gevşiyor gibiydi.
Tanrı vergisi olan hafifletici dokusu, insana özünü hatırlatıyordu.

Akşama doğru, içimde şahlanan gerçek, diri bir istek eşliğinde elime hasır çantamı aldım. Eski manastır
kıyafetlerim, katlı bir şekilde dolabımda duruyordu. İhtiyacım olacaktı. Daha fazlasına... Çok daha
fazlasına ihtiyacım olacaktı. Ancak şimdilik, gücümü toparlayacağıma olan zayıf inancım sebebiyle,
kendimi hırpalamıyor, bu fikrin üzerine düşüp de, olabilecek ihtimallerin hayaliyle korkuya kapılmak
istemiyordum. Hem, öyle ya, ne olabilirdi ki? Bu, bir inanç getirisiydi. Yıllardır, talebeler arasında yaygın
olmayışına karşın, rahiplerin birçok kez bu yola başvurduğunu biliyordum. Bu, belki de onları oldukları
yere getiren asıl adanıştı. Cesaret, pişmanlık, teslimiyet gerektiriyordu. Babamın gözünde yücelttiği
benliğimi, Tanrı karşısında, kendisini tatmin edebildiği, temiz yetişmiş ruhumu, bir kez de onun için, onun
bana olan bu koşulsuz güveni için diriltecektim. Zayıf düşecek, yalpalayacak, kıvranacak ve belki de yerle
bir olacaktım. Sonuçlar, bedenselken değersizdi. Verilen bir kararı geri almak, getirisi bir yönlü
diriltebilecek, diğer yönden haddi hesabı olmayan bir yıkıma uğratabilecekken, basit görülemezdi.

Akşam olmak üzereydi. Evden çıkmış, savsak adımlarla manastıra giden yolu yürümeye başlamıştım.
Çiseleyen yağmur, birkaç dakika içerisinde aniden şiddetini arttırmıştı. Altına sığınabileceğim bir dip köşe
arayışındayken, çoktan sırılsıklam hâle gelmiştim. Ne kadar hızlanırsam hızlanayım, su damlaları benimle
yarışır gibi daha da yoğunlaşarak yeryüzüne iniyor, peşimden koşturuyorlardı. Tenime değen ıslaklık,
yüzümde tutturduğu ince bir çizgi üzerinde aksamadan süzülüyor, son olarak da yakamdan içeri sızıyordu.
Yolum kısa sayılmazdı, bir tepelik inecek, yine bir tepeliği tırmanacaktım. Suyun yüküyle hantallaşan
bedenim ağırlaştığından, artık kaçmanın bir anlamı olmadığını fark ederek yavaşlamış, aynı uyuşuklukla
yolu yürümeye devam etmiştim.
Dalgındım. Benim gibilerin vermekte zorluk yaşayacağı bir karara varmış olmanın tuhaf, insanı allak
bullak eden bir etkisi vardı üzerimde. Her anın hayalini kuruyor, hissedebileceğim türlü türlü duygunun
ne denli sarsıcı olacağını düşünerek kendimi alıştırmaya çalışıyordum. Basit değildi, aksine, bir sinir
hastasının kriz öncesi yaşadığı o absürd sakinliği yüklenmiştim. Günlerdir ellerinde tuttukları ağır
zincirleri, zihnimin işitebildiğim her yanına dolamış şeytanî seslerim, fısır fısır kendi aralarında bunun
muhakemesini yapıyordu. Yarar görmemi istemiyorlardı, duyuyordum. Korkak, dayanamaz. Pes
edecektir. Kanlı bir savaşın orta yerinde, tüm saflar onun aleyhineyken nasıl gâlip gelebilir ki? Yanacak,
çünkü yakan kendisi olacak.

Yol üzerinde, bir anda yanımda duraksayan arabayla yerimden sıçramış, yavaş yavaş açılan camın
ardında gördüğüm yüzle, kendimi arkamdaki duvara yaslamıştım. Bilinçsizdi. Sırtım, taşa değdiği anda
tekrar öne adımladım. Choi Wook, sıcak bakışlarıyla gözlerimi yakalamış, ardından kafasını uzatıp,
yağmurun sesini bastırabilmek adına yükselen tonlamasıyla konuşmuştu.

"Jeongguk, manastıra mı gidiyordun oğlum?" Aramızda geçen son konuşmayı hatırlamak, yüzümde sabit
tutmaya çalıştığım ifadeyi belli belirsiz dağıtmıştı. Başımı salladığımda, adam tekrar tebessüm etti ve
gözleriyle arka koltuğu işaret etti.

"Gel, gel seni götüreyim. Yağmur pek şiddetli, baksana kendine, baştan aşağı ıslanmışsın. Hasta olursun,
rüzgâr da var," Bir kez daha başını uzatmış, gözlerine gözlerine taşınan su damlaları sebebiyle hızlı hızlı
kirpiklerini kırpıştırmıştı.

"Teşekkür ederim, ancak gereği yok. Yürüyerek giderim bir şekilde, hem arabanızı da ıslatmak istemem.
Üstümün hâlini görüyorsunuz," Adam, memnuniyetsizce başını eğmiş, ardından düşünmeden uzanıp
arka kapıyı açmıştı.

"İtiraz etme, rica ediyorum. Bu hâlde o tepeye nasıl çıkacaksın? Bin hadi, Peder'in oğlunu sokak
köşesinde, yağmur altında bırakıp da bakamam yoluma," Sıkıntıyla soluklandığımda, Choi Wook'un
gözleri gözlerimi bulmuş, üzerine bir kez daha reddedemeyeceğim kadar samimi bakışlarla beni içeri
davet etmişti. Açık olan kapıyı biraz daha aralayıp, usulca koltuğa yerleştirdim. Oturmamla ıslaklık daha
da belirgin bir hâle gelmişti. Çekiniyordum, köşeye doğru büzülmüştüm. Arabayı çalıştırdığında, sıcaklık
yavaştan üşümüş olan tenimi gevşetmiş, saçlarımın arasına doğru yol almıştı. Isındıkça rahatlıyor, buna
rağmen yine de oturur hâlde olmaktan rahatsızlık duyuyordum.

"Birkaç alacağım olduğundan evime uğramam gerekiyor. Bir sorun teşkil etmez senin için, değil mi? Kısa
sürer diye umuyorum," İçimdeki sıkıntı, git gide genişleyerek göğsüme yayıldığında, sesli alabileceğim bir
nefesi dudaklarım arasına hapsettim. Binmekle hata etmiştim.

"Olmaz, olmaz tabi. Sağ olun, çok düşüncelisiniz." Güçsüz sesime karşılık, Choi Wook hafifçe tebessüm
etmiş, ardından yola devam etmişti. Fırsatını yakalasa, ya da konusunu önüme getireceği zaman beni
rahatsız etmeyeceğini bilse, son konuşmamızın bahsini açacağını biliyordum. Beni bu anlamda şaşırtmıştı,
yol boyunca tek kelime daha etmedi. Eve ulaştığımızda, inmeden önce kısa sürede gelmeye çalışacağını
söylemiş, bir kez daha gülümsedikten sonra inip kapısına doğru ilerlemişti. Orada, öylece bekliyorken,
yağmur damlalarının gittikçe zayıflayan vuruşlarını seyrediyordum cam üzerinde. Bir ara uzanmış, işaret
parmağımı nem üzerinde kaydırmıştım aşağıya doğru. Defalarca, hiçbir anlamı olmaksızın tekrar ettiğim
bu hareket, zamanı böyle böyle hızlandırır sanmıştım. O esnada, bulanık olan camlar sebebiyle ayırt
edemediğim bir beden arabaya yaklaşmış, ön kapıya uzanacakken duraksayıp, arka kapıyı aralamıştı.
Mesafe azaldıkça kim olduğunu seçebilmiş de olsam, görüntünün netleşmesiyle tüm hatları belirginleşen
adam, paha biçilemez bir heyecan içerisine, saniyeler içerisinde düşmeme sebep olmuştu.

Günahkâr, önce bir süre, olduğu yerden gözlerime bakmaya devam etti. İnce ince seyrettiği yüzüm,
bakışlarının kanımı kaynatan etkisiyle gerilmişti. Kısa süreliğine arkasını kontrol edip, hızlıca yanıma
oturdu. Kapıyı tek hamlede kapattı. Ürkek ve şaşkındım. Vücudunu, hafifçe bana çevirdiğinde, gözlerim
alelacele her uzvunda dolanmış, hasret dolu bakışlarla yüzündeki en ufak çizgiye dek, onu bir kez daha
zihnimin hatırlamakta güçlük çekmeyen kısımlarına hapsetmiştim. İşte, görünmez zincirler asıl, böyle
anlara vurulmalıydı. Onu her hattıyla, tüm gerçekliğiyle, eskimez ve rengi solmaz bir tablo misâli,
gözlerim önüne getirebilmek istiyordum.

O bir uçtaydı, ben bir uçtaydım. Uzadıkça uzayan göz temasımız, Taehyung'un zaman geçtikçe
yoğunlaşan bakışları altında, kendimi, ayağının önü alabildiğine boşluk olan bir uçurum kenarında
yalpalar hâlde bulduğumdan, sona ermişti. Başımı önüme eğdiğimde dâhi çekmedi gözlerini. Bedenini
biraz daha bana çevirmiş, artık sessizliğin sonu gelsin istediğinden, dudaklarını aralamıştı.

"Neden bugünden dönüyorsun manastıra? Evde olman gerekmiyor mu?" Derin bir nefesle yükselen
göğsüm, aynı ahestelikle alçaldı. Bakışlarım düzlüğü buldu, arabanın ön camının ardında görünen buğulu
yolu seyrediyorken cevapladım onu.

"Babam şehir kilisesine gitmek mecburiyetindeydi. Yalnız başıma kalmamı uygun görmedi," Bir şey
söylemedi, hâlâ itinayla beni seyrediyor, büktüğü belinden bir an olsun rahatsızlık duymuyordu. Ona
döndüm, anında yakaladığı gözlerimi, zaman kaybetmeden kendisine tutsak etti. Bakışları,
kirpiklerimden irislerime, oradan burnuma, oradan dudaklarıma aktı. Soluklandı, yoluna devam etti.
Ancak hoşuna gitmeyecek bir manzarayla karşılaşacağından habersizdi. Kaşları belli belirsiz çatıldı. Tekrar
gözlerime yükseltti bakışlarını.

"Birileri sorgulamasın, cevap beklemesin diye mi takmıyorsun kolyeni?" Aradaki bağı zaten kuvvetli olan
gözlerimiz, günahkârın, böyle gerekli, tutunabileceği bir sebebe ihtiyaç duyan bakışlarıyla daha da
sarsılmaz bir bağla sabitlenmişti. Aldığım nefesler yolunu şaşırdı, hızla yükselen göğsüm sonrası,
Taehyung biraz daha kaşlarını çatmış, sol kolunu koltuğumun arkasına doğru yavaşça uzatmıştı. Bana
değmemeye özen gösteriyordu.

"Jeongguk..." Lafını bitirmesine izin vermeden, başımı ondan ters yöne çevirdim. Camdan dışarı bakıyor,
sanki ilgimi, hemen yanımda benden bir cevap bekleyen genç adamdan daha fazla çekebilecek bir unsur
varmış gibi, dikkatle bulanık görüntüyü seyrediyordum. Daha da silikleşiyordu git gide, gözlerim, var
olduklarından beri yaşamadığı bu süregelen yıkımdan usanmış da olsa, kontrol altına alamıyordum.
Yüküm ağırdı.

"O gecenin sabahı, babam ziyaretime geldi. Aklımdan çıkmıştı gün içerisinde uğrayacağı. Bahçede
bekliyor olduğunu duyunca, kolyenin varlığını unutup koşa koşa yanına gittim. Gördüklerinden
hoşlanmadı, çekip aldı boynumdan..." Sonlara doğru güçsüzleşen sesimle, günahkâr bir an düşünmeden
bedenini kaydırmış, yakınıma gelmişti. Üzerimden uzanıp da arabanın camını açtığında, aniden yüzüme
çarpan rüzgârla nefesim kesilmiş, sert iç çekişimle beraber Taehyung'un arkada duran eli, ensemi
bulmuştu.

Yüzü, hemen yanı başımdaydı. Bir eli kendi dizi üzerinde duruyorken, diğeriyle belli belirsiz enseme
dokunuyor, ıslak saç tutamlarımın arasında parmak uçlarını gezdiriyordu. Dudaklarından çıkan sıcak
nefes, yavaşça akıp yanağıma ulaştığında gözlerimi yumdum. Başını biraz daha yakınlaştırmış, kokumu en
fazla ne kadar alabilecekse, o kadar doygun bir hazla nefeslenmişti.

"Dert etme. Yeryüzündeki tüm elma ağaçlarını sökemez ya," Düz duran başım, nefesleri tenime çarptıkça
Taehyung'a doğru eğiliyordu. Uyuşturuyordu, ondan gelen herhangi bir temas, bir söz, en ufak bir bakış,
bedenimde bilimsel anlamda bir açıklaması olup olmadığını bilmediğim şiddetli bir titreyiş yaratıyordu.
Çekiliyordum, başa çıkamayacağım, kuvvetli bir baskının himâyesinde, ona doğru sürükleniyordum.

Yüzüm, hafifçe ona doğru döndüğünde, gözleri gözlerimi yakaladı. Ensemdeki dokunuşu duraksamış,
parmaklarını geri çekmişti. Temasımızın sonunu getirdiğini sanıyorken, kendi dizinde olan elini yükseltip,
yumuşak dokunuşlarla belime doladı. Koyu, istekle bakan irislerinden kendimi çekmiş, tedirgin bir hızla
tüm camlardan dışarıyı kontrol etmiştim. Bir rezalet yaşansın, babası önünde mahcup olalım
istemiyordum. Mahcupluk da ne kelimeydi, sonumuzu getirirdi böyle bir şahitlik. Kaçamaz,
saklanamazdık. Ancak... Ancak öyle de zordu ki dur diyebilmek şimdi ona. Dokunma, yeri değil
diyebilmek. Uzaklaşmak. Aksine, arsız ve olabildiğince hevesliydim. Gözlerimiz tekrar buluştuğunda,
dudakları uzanıp da çeneme sürtündüğünde, belli belirsiz mırıldanıyorken, aklımda onun teniyle
mahvolmaktan, yolumu kaybetmekten başka hiçbir şey yoktu. Belimdeki tutuşunu sıkılaştırdı, sıklaşan
nefesleri arasında, fısıltılı sesini duymak, bedenimi tarifi olmayan bir kasılmanın içerisine tutsak etmişti.

"Biliyorum, biliyorum... Hatırlanmamalı. Ancak nasıl unutulur Livonya Gölü ortasındaki kesintisiz
teslimiyetin, haz dalgası bedenini her çarptığında, ıslanmış manastır kıyafetini, çıplak tenime sürte sürte
bana tutunuşun, dudakların... Nasıl başa çıkılır?" Kucağımda, hareketsiz duran ellerimden birisi, bilincim
dışında yükselip, günahkârın belimde duran eli üzerine kapandı. Hissettiği dokunuşla olduğu yerde
kıpırdanmış, biraz daha yakınlaşarak bedenlerimizin temasını arttırmıştı. Dudakları sürtünerek
şakaklarımı bulmuş, ıslak saçlarımın arasından tenimi öpmüştü. Duraksadı, alnını öptüğü yere yasladı.
Belimde duran elini çekmiş, tensel üstünlük kurduktan sonra, parmaklarını parmaklarımın arasına
kenetlemişti.

"Hayalinde var olan bir cehennemin varlığını hatırladıkça, dinine inanmıyor oluşuma rağmen, varlığına
karşı kabaran hazlarımın seni ürküteceğini düşünüyor, tenine dokunacakken tereddüde düşüyorum. Sırf,
bir gün oranın yolcusu olacağını düşünüp de, güzel zihninde kendine eziyetler etme istediğimden,
şehvetimle kanlı bıçaklı oluyorum. Ne denir... Ne söylenir, küçüğüm? Tanrı'na olan bağlılığına rağmen,
dudaklarım arasında nefes nefese kalışın gibi, kendi fikirlerime duyduğum saygıyı ezip geçiyor, verdiğim
bir kararı, yüzünü görüşümle beraber hiç var olmamış kadar emin bir reddedişle yok sayıyorum."

Taehyung'un gözleri, kelimeleri boyunca yüzümde gezinmiş, en ince ayrıntılarımda duraksamıştı. Öyle bir
bakıyordu ki, aklı içerisine adım adım hapsettiği her parçamı, somut bir gösteriymiş gibi seyrediyor, koyu
bakışlarından tanıklık ediyordum. Onun koyu irisleri, beni var olduğuyla ilgili fikir dâhi barındırmadığım
bir duygunun orta yerine, bir anda bırakıvermişti. Küçük yaşında yapayalnız kalmış, tanımadığı, terk
edilmiş topraklara tek başına tutunmaya çalışan bir oğlan çocuğu gibiydim karşısında. İnsan
barındırmayan koskoca bir düzlükte, Tanrı'nın bahşettiği güneş, hava, toprak, su, yaşamı asıl diri
tutabilen maddelerin hepsi, günahkârdı. Aklımda çizilen eski, kahverengi tonlarının ağırlıkta olduğu bu
sahnede, bana nefes olan da, ev olan da, beni doyuran da oydu. Muhtaç kalmak... Gurur kırmayan, başını
eğmeyen, rencide etmeyen bir muhtaçlık içerisinde yalpalamak...

"Şehvetinizle kanlı bıçaklı olmayın. Onu susturmayın, öldürmeyin, aç bırakmayın. Benim hayalimde
kurulu olan cehennem silueti, bir kez olsun silinmeyecek. Yok edemeyecek, müdahalede
bulunamayacağım. Ancak şehvetiniz, bir tek benim tenimde yaratılmalı. Bu yasak duygu, içimde akıp
gidiyor olan bulanık suları, nasıl temize çıkardı bir bilseniz... Bir adam, başka bir adamın nasıl olur da
yegâne bencilliği hâline gelir? Baba oğul, iki dost, iki asker arkadaşı gibi de değil. Ezberlediğim,
alışılagelmiş algıların çok dışında... Hatırlıyorsunuzdur, arsızce ve edepsizce istediğimi fısıldamıştınız bana.
Evet, evet. Çok haklıydınız. İstiyorum, aynı söylediğiniz gibi. Arsızca ve edepsizce muhtacım. Şehvetinize
de, göğsünüzde bir ağrı yaratan hislerinize de,"

Günahkâr, nefes nefese söylediğim kelimelerimin sonu geldiğinde, seslice solumuş, çenemi kavrayıp
yüzümü biraz daha kendisine çevirmişti. Dudaklarında beliren belli belirsiz bir tebessüm, kırgın
yanlarımın başını okşamış, burukluğuma bir son getirmişti. Aniden, gözleri üzerimden hızla çekildiğinde
koltukta yana kaymış, ben bu hareketine anlam yüklemeye çalışadurayım, aralanan ön kapıyla beraber
sıçrayarak içeri giren bedene çevirmiştim başımı. Choi Wook, elindeki birkaç poşeti yan koltuğa
bıraktıktan sonra arkasına dönmüştü. Korkudan daha da rengi çekilmiş tenimi görmek, adamın bakışlarını
üzerimde bir süre tutmuştu. Ardından oğluna değdi gözleri, önüne döndüğünde arabayı çalıştırmış, dikiz
aynasından bir defa bakışlarımız çarpıştığında sessizliği bölmüştü.

"Kusura bakma, oğlum. Acele ettim ancak, evde görevli olan hanımefendi izne çıktığından, hazırlanmak
zamanımı aldı. Şimdi hızlıca götüreceğim seni," Bir şey söylemedim. Dediklerine inanıyordum,
yorulmuştu koşuşturuyorken belli ki. Nefesleri sık ve ağırken bile, yüzünde anlamsız bir tebessüm vardı.
Onun, tüm yanlışlarıma, anlamsız bocalayışlarıma rağmen bana gösterdiği bu samimi tavra karşılık,
babamın Taehyung'u aşağılayan, hor gören bakışlarını düşündükçe, onun yerine ben küçülüyor, ben
mahcubiyetle olduğum yere siniyordum. Hak etmediği bir öfkenin hedefiydi. Bu soyut hissiyatın, gün
gelip de ona zararı dokunacak olmasından öyle korkuyor, öyle endişe ediyordum ki, hayal etmek dâhi
yaşamış kadar güçlü bir tesir bırakıyordu üzerimde. Böyle utanmazlık içerisinde bile, bir an olsun
düşünmeden Tanrı'ma sığınıyordum. Koru onu, ne olur koru...

Yol, git gide mesafeyi azaltıyorken, Taehyung'un sol bacağı hareketlenmiş, ayağı yavaşça ulaşıp, benim
ayağımı bulmuştu. Endişeyle dikiz aynasına çevirmiştim bakışlarımı, Choi Wook'la göz göze dâhi
gelebileceğimiz bir konumda değildik. Ancak yaratılması muhtemel olan ihtimal oradaydı. Buna rağmen,
hiçbir korku barındırmayan baskıcı hareketleriyle, günahkârın ayağı, ayağımın topuk kısmına yükselmiş,
ayakkabı ucunu yavaşça açılan tenime sürtmüştü. Buna ilk kalkıştığı zaman anlam verememiş, ancak
çıplak dokunuşu altında titrer vaziyette zor duruma düşmüştüm. Aynı o anki gibi, yine garip, anlaşılmaz
da buluyor olsam, ayakkabısının aramızda bir engel inşa ettiğini düşünüyor, istekle sürttüğü ayaklarına,
kendi ayağımı itiyordum. Göz ucuyla ona bakacak olduğumda, başını hafifçe cama yasladığını görmüş,
kısık bakışlarıyla beni tek odağı hâline getirdiğinin farkına varmıştım. Endişem, tedirgin tavrım hoşuna
gidiyor gibiydi. Ayağını yükseltip de, bükülü bacağımın alt kısmına baştan aşağı sürttüğünde, sırtımı
yaslandığım yerden çekmiş, derin bir nefes eşliğinde başımı ön koltuğa dayamıştım. Taehyung'un baskısı
arttı, bükülü dizime içten dokunmuş, ardından tekrar zemine indirdiği ayağını sıyrılan paçamı fırsat bilip
tenime değdirmişti. Kısık nefesi kulaklarıma ulaştığında, başımı yasladığım yerden ona çevirdim. Aralık
dudaklarını ıslattı, sonrasında yerinde doğruldu. Yokuşu çıkıyorduk.

Babasını kontrol ediyorken, anı kollayıp usulca yanımda duran elime uzandı. Parmakları, en yakınındaki
serçe parmağıma titreyerek dokunmuş, ardından bir hamleyle onu kavramıştı. Avucuna hapsolduğu anda
sıcaklayan tenim, günahkârın yumuşak dokunuşları altında hiçbir şeyden şikâyetçi değildi. Ani gelen
cesaretle yüzüne döndüm, gözleri gözlerimi bulduğunda, derin, şehvetten arınmış bir nefes aldı.
İsteksizce elini kendisine çekmiş, uzanıp da öpmek istediğini belli eder gibi, parmaklarıma bakıyorken üst
dudağını, alt dişleriyle kavrayıp ağzının içine doğru çekiştirmişti. Biliyordum, arzuluyordu. İşaret
parmağımın ucuna, anlık vedaların izini bırakır gibi kondurmak istediği uysal bir öpücük.

Nihayet yol sona erdiğinde, Choi Wook oturduğu yerde arkasını dönmüş, gözlerime ulaşınca
memnuniyetle gülümsemişti.

"Yarın ayine katılamayacağımız için büyük bir eksiklik duyuyor da olsam, şehirdeki Papaz için oldukça
doyurucu cümleler kuran Peder Min Suk'a güvenecek, onun eşliğinde dualara katılacağım. Bir dahaki
pazar, hep birlikte Tanrı karşısına geçebilir, merhametini ve şefkatini dileyip, bağışlanma arzusuyla
teslimiyeti yaşayabiliriz diye umuyorum. Kendine dikkat et. Mesih İsa seni korusun,"

Ayaklarımın dibinde duran çantayı kavramış, aynı samimiyette bir tebessümle karşılık vermiştim. "Tanrı
sizi korusun, kutsasın. Bir dahaki ayinde görüşmek üzere, siz de lütfen kendinize dikkat edin,"

İnmeden önce, belki bir saniye, belki daha da kısa... Anlık bir ihtiyaçla, günahkârın yüzüne baktım.
Böylesine yetersiz bir zaman diliminde, ben arabadan iniyorken ki bakışları öyle kuvvetle işledi ki içime,
kapıyı kapatıp da uyuşuk bacaklarımla manastıra yürüyorken, önümde belirdiği her an olduğum yerde
irkilmiş, Tanrı'nın bahşettiği güzelliği karşısında, kaçıncı olduğunu sayamadığım bir sürüklenme içerisine
girmiştim. Yolu yordamı yoktu, kime ve neye sığınacağını bilmeden bir dayanak aramanın,
kaçamayacağına kanâat getirdiğin hâlde yollar yaratmanın... Mecburdum. Taehyung'a tutukluydum.

Karanlık çökmüştü kasabaya. Manastıra giden yol üzerinde, geçireceğim gecenin bilinciyle,
korkusuzluğumu, eşine benzerine rastlanmayacak bir eser yaratan sanatkâr, kuvvetli iç güdülere sahip
bir şifacı edâsıyla diriltmiştim. Artık, terbiye edilmeyecek kadar arsızlaşmış olan ruhumun, bedensel bir
parçalanış karşısında diz çökme, ne için var olduğunu hatırlayarak, şeytanî hazlara olan düşkünlüğünü
hafifletme vaktiydi.
17.bölüm
"Canım senin kurtarışını özlüyor; senin sözüne ümit bağladım.

Ne vakit bana teselli vereceksin? dediğim zaman,

Sözünü bekleyerek gözlerim sönüyor, çünkü duman içindeki tulum gibi oldum;

fakat senin kanunlarını unutmuyorum,"

Mezmurlar, 119:81-83

17.BÖLÜM

-CEZA-

Gecenin bir vakti, parmak uçlarımda merdivenleri çıkıyordum. Hâkimiyet sessizliğindi. Her aldığım nefes,
göğsümün ortasında şaha kalkan atları kırbaçlıyor, seslerine güç, yaralarına kor oluyordu. Cılız bir ışık
eşliğinde yönümü bulmaya çalışıyordum. Gözüme çarpan hüzmeden de görebildiğim kadarıyla, içerisi
oldukça tozluydu. İnsanın soluğunu tıkayan, tuhaf bir doluluğu vardı. Ancak, önemsiz sayılan bu
ayrıntıları, ensemde biriken ter damlalarına, vücudumda yer edinmiş belli belirsiz irkilmeye,
bacaklarımdaki güçsüzlüğe sebep olan korkumu, bir nebze de olsa bastırabilmek için düşünüyordum.
Kalabalığım, azalmak yerine kendisiyle girdiği savaşta, yine kendisine cephe alarak çoğalıyor, acımasızca
meydan okuduğu kendi safından seslerin, yine bizzat kendisi canına susuyordu. Neydi beni buraya
getiren? Kurtulacak, hafifleyecek, bitirebilecek miydim eziyetimi? Yok, hayır. Mümkün değildi. Bir kez
daha başa saracağına kesinkes inandığım şehvetim söz konusuyken, artık pes edip de arkama dönmek,
toprağa karışmış bir bedenin tekrar bütün olup, tazelenerek dirilmesi kadar imkânsızdı. Yine de, eli kolu
bağlı her aciz Tanrı kulu gibi, bir yolunu arıyordum O'na yakarışlarımı duyurmanın. Sesim kesik kesik
ulaşacak bile olsa, işitilecek olmak heyecanıyla bunu görmezden geliyor, gücünü kaybetmiş bacaklarıma
dayanak oluyordum.

Terli parmak uçlarımda tuttuğum hasır çanta, tenimden kayacak gibi olduğunda toparlanıyor, ucunu
daha bir sıkı kavrıyordum. Üçüncü kata ulaştığımda, karanlığa alışmasını beklediğim gözlerim uyum
sağladı ve sağa gitmem gerektiğini hatırladım. Nefes nefeseydim. Yavaş yavaş çıkmama karşın, içimde
öyle yüklü bir heyecan, öyle coşkulu bir korku ve öyle acımasız bir utanç vardı ki, hepsinin bir bütün olup
da alt ettiği kendi zihnime karşı koyamıyordum. Bir yenilgiye, bir dirilişe, bir diz çöküşe, bir muharebeye...
Nereyeydi gidişim? Sessizdim. Aklım sorularıma cevapsızdı. Yalnızca fikir beyan ediyorlardı zevk alarak.
Beni aşağılıyorlar, bir çıkar elde edemeyeceğimi, sanki önlerinde Tanrı'dan yazılı belge varmış gibi ispat
ediyorlar, gittikçe zayıflayan ruhumun farkına vardıklarında keyifle arkalarına yaslanıyorlardı. Kendimi
tüketiyor oluşum, bizzat tanışmadığım yanlarımı memnun ediyordu.

Koridorun sonunda kalan, demirden yapılma, kilidi zincirlenmiş kapıya ilerledim. Hep diyordum ya,
verilen bir kararın üzerine, çoktan iknâ ettiğin benliğini ikiliğe düşürecek başka bir fikre odaklanmak,
insana zor gelirdi. Ağır gelirdi. Şimdi, zamanı uzatmanın, olacak olanı geciktirmenin bir mânâsı yoktu.
Zayıf bedenim, gücünün daha da kırılması, bir yandan da tetiklenip ayaklanması için büyük bir beklenti
içerisindeydi. Rahip Velianos'tan aldığım, ancak geriye verirken bir tanesini kayırdığım anahtar, şimdi
parmaklarımın ucundaydı. Ağır zincirlere tutunmuş, kilidin giriş yerine yerleştirdiğim anahtarı, bir defa
sola doğru çevirmiştim. İşte, bu kadardı. Zincir, tıpkı gövdesinden mızraklanmış devasa bir deniz yaratığı
gibi, parmaklarımdan kayıp, tozlu zemine tok bir ses yaratarak devrilmişti. Kapı tiz bir gıcırtı eşliğinde
aralandı. İçeriden vuran zayıf ışık, karanlığın ardından bir rahatsızlık yarattı gözlerimde. Aldırmadım.
Kulpu kavrayıp, geriye doğru güç uygulayarak çektim. Anahtarı kilitten çıkardım ve içeri girdim.

Gri, hasar görmüş ve üst üste yığılmış taşlar arasından süzülen toz tanelerini seçebiliyordum. Hemen
karşımda, kare şeklinde ufak bir pencere duruyordu. Manastırın doğu kısmına açılıyordu ufak manzarası.
Bu kadar küçük ebatlarda oluşuna karşın, yine de önlem niyetine önüne birkaç demirlik yerleştirilmişti.
İçerisi, bu tarihi yapının koridorlarının, merdivenlerinin aksine çok daha yoğun bir maneviyata sahipti.
Kokusunu ayırt edemiyordum, havası basıktı. Öyle geniş bir oda da değildi, insanların, amacına uygun
kullanabilmesi için, yapacakları her türlü harekete müsaade edecek kadar rahat bir alandan oluşuyordu.
Sağda, üzerine örtülmüş, kirli bez parçasına rağmen, çıkıntılarından anladığım kadarıyla büyük bir kayalık
vardı. Üst kısmı tamamen yataydı, insan eliyle yontulmuş kadar pürüzsüzdü. Ortasından yükselen ince bir
demir parçasınaysa, ucuna daire şeklinde ipler bağladıkları eşyaları geçirmişlerdi. Asıl ihtiyacım olan,
gözümün önündeydi.

Kapıyı ardımdan kapatmıştım. İşte, günlerdir fersah fersah uzaklaştığımı düşündüğüm yüce Tanrı'm,
şimdi ellerini saçlarıma uzatıyor, oradan ince ve çelimsiz boynuma yelteniyordu. Omuzlarım titredi. Vakit
kaybedilmemeliydi. Elimdeki hasır çantayı, usulca ayaklarımın dibine bıraktım. Üzerimdeki manastır
kıyafetinin düğmelerini çözmüş, ardından eteklerinden kavrayıp başımdan yukarı doğru çıkarmıştım.
Çıplaklığımı görünce iştahı kabaran soğuk, güçsüzlüğüm bir dalga hâlinde yayılıp da kendini belli etmiş
gibi, tüm tenimi, saniyeler içerisinde yarattığı ince bir kumaşla kapladı. Üşüyordum. Fakat ne bir önemi
vardı, ne de sarsıcı herhangi bir etkisi. Ellerim, taşın üzerinde duran demire, oradan da ucu bir bolluk
bırakılarak demire bağlanmış olan kırbaca gitti. Deriden yapılma uzun alet, henüz birkaç hafta önce,
ormanda etime saldıran o vahşi yılanın dondurulmuş hâli gibiydi. Biraz daha bilinçsizce bakmaya devam
etseydim eğer, hırsla açılmış büyük ağzını, sivri dişlerini, başı kanımla koyulaşmış olan pembe dilini
görecektim. Devam etmedim. Tenim karıncalanıyordu.

Kırbacı, titrek hareketlerle demirden yukarıya doğru çekiştirmiş, ardından tamamen kavrayarak yanıma
dek sürüklemiştim. Derin derin nefesler alıyor, terk edilmiş bu eski yapının, acılara kucak açmış anılarla
kaplı odasında, kendimi dizginlemeye çalışıyordum. Dizlerim üzerine yavaşça çöküyorken, yüzüme, hiç de
içimden gelmediği hâlde, büyük bir tebessüm oturdu. İçimde yer edinmiş ikilemlerim uyanıktı. Aynı anda,
gözlerime yerleşmiş, bir saç kılından da ince olan dayanıksız damarlarımda, kuvvetli bir sızı baş gösterdi.
Parmaklarım arasında duran kırbacı, avucuma doğru büküyorken, başımı yukarıya kaldırdım. Gri...
Sonsuz bir gri. Başka hiçbir renk, böylesine bir yoğunluğu bölecek hiddete sahip olamazdı.

"Merhameti yüce, kudreti bol, affedici, şefkatli Tanrı'm..." Gülümsemeye devam ediyordum. Kirpiklerime
takılan bir damla, göz kapaklarım hafifçe titrediğinde, harekete kurban gittiğinden, beyaz tenim boyunca
süzüldü. Aralık dudaklarımın arasına çektiğim her tozlu nefes, tarihe açılan opak bir camın görüş alanını
temize çıkarıyor, saydamlaşan beyazın içerisine akıp, geçmişte İsa Mesih'e sığınan kulların, içlerinden
kopup gelen güçlü çığlıklarını dağıtıyordu taşların arasına.

"Ezbere bildiğim duaları almayacağım ağzıma bugün. Her insanın acısı başka, yakarışı farklıdır, öyle değil
mi? İçimdekini benden iyi biliyorsun, ancak... Son zamanlarda, daha önce dinliyorken bu kulunu, hiç
duymadığın serzenişler duyuyor, tanık olmadığın anılar görüyorsun. İşte bu sebeple, bana yüz çevirdiğin
korkusuyla boğuşuyordum. Kalbimi, kurtarılamayacak bir karanlığın içerisine bıraktığını... Tanrı'm, biliyor
musun?..." Derin bir nefes almış, şiddetle yükselen göğsüme ayak uyduran hıçkırıklarım arasından devam
etmiştim.

"Jeongguk, çıkmaza düştü. Kuvvetli, başını ezemediği yoğun bir hissiyatın içerisinde, oradan oraya
savruluyor." Dişlerimi göstererek gülümsemeyi bırakamıyordum. Kötü bir haber vereceği esnada,
karşısındaki insanın yıkımını azaltabilmek adına sakin kalmaya çalışan aciz bir insanla konuşur gibi,
Tanrı'ma sesleniyordum. Elimi, titreye titreye yukarı kaldırmış, hafifçe öne eğilmiştim. Başım aşağı
düştüğü gibi, gözlerimde duran üç damla art arda, aralık bacaklarımın arasından zemine düştü. Sırtım
geriliyordu. Dişlerimin arasına sıkıştırdığım bir et parçasına vahşice asıldığım esnada, kırbacı tuttuğum
elimi öne uzattım. Ardından, geriye, boylu boyunca açıkta olan arkama, sertçe bir darbe indirmemle öne
savrulmuş, kapalı dudaklarımı aralayarak acıyla çığlık atmıştım.

Toy, güçsüz ve beceriksiz. İlk vuruşum, bana yalnızca bu üç kelimeyle geri dönmüştü. Kuvvetimi, önünü
kesen korkumu ayaklarımın altına alıp da kullanamıyordum. Öfkeyle başımı yükselttiğim sırada, titreyen
elim bir kez daha öne uzandı. Kırbacın değdiği yerde, önce derimin altına uyuşturucu enjekte edilmiş gibi
bir hissizlik, ardından şakaklarımın iki yanından, kafatasımı eze eze ilerliyor olan paslı bir çivinin
yaratacağı şiddette acı... Evet, işte böyle hissediyor, ancak yetersiz olduğumu, fazlasını hak ettiğimi
düşünüyordum.

"Beni mâzur gör, ancak, ilk emri sev olan bir Tanrı, ruhunu katıp da var ettiği bir bedeni, aciz bir insanı,
kendi cinsinden olanla şehvete düştü diye gözden çıkarır mı? Yok sayar mı? Bilmez misin içimi,
tertemizdim. Babam hep diyor ya, anadan doğma hâliyle. Öyleydim, evet. Kire bulanmamış, insanî
hazlardan arınmış, pak bir beden, lekelenmemiş özden olan bir ruha sahiptim. Tanrı'm... Sesleniyorum,
işitiyorsun, değil mi?" Elimdeki kırbacı, bir kez daha, dişlerimi sıkarak sırtıma indirdiğimde, acı içerisinde
sürünmüştüm zeminde. Göğsüm, demirden bir kapana hapsedilmiş, doğasından uzakta bırakılmış aç bir
aslanın, hiçbir şey elde edemeyeceği hâlde parmaklıklara geçirdiği pençeleri kadar hızla, şiddetle
yükseliyor, alçalıyordu. Uyuşmuştum. Tenimi yarmıştım, bir seferlik de olsa elde ettiğim gücüm, şimdi
başımı döndürüyordu.

"Karşı koyamadım. Yenildim. Nasıl dur diyebilirdim? Bir insanın elini tutmanın, bir insana sarılmanın, bir
insanla, en saf duyguları yüklenerek göz göze bakmanın verdiği o tatmin ediciliği dâhi bilmiyorken, bana
uzattığı zarif parmaklarına nasıl engel olabilirdim? Günahına, saygıdeğer babam tarafından aşağılanışına
rağmen, nasıl da güzel bir adam. Tanrı'm, nasıl da güzel yaratmışsın onu... Bir gün ulaşabilecek olma
isteğiyle, bu ait olduğum beden ve ruhla tanıştığımdan beri didinip durduğum, kavuşmak için can attığım
Cennet'in izleri var teninde. Kokusu, geçilmesi yasak bir tahtadan köprüye ait sanki. Orayı aştığında,
insan hiç tanık olmadığı tatlara ulaşabilir sanıyor. Öyle de, ulaşılır elbet, nasıl inkâr edilir? Tanrı'm...
Jeongguk, bir adamın dudaklarını öptü,"

Son cümlemde kısılan, yumuşayan sesime karşılık, sırtıma indiği gibi taştan duvarlar arasında bir çığlığa
can veren kırbaç, beyaz tenime yeni bir yarık açmıştı. İçime, sanki sırf günahıma bedel olsun diye
yerleştirilmiş, Cehennem'den ufak bir kesit vardı, ben karnımı kasacak şiddette bağırıyorken, organlarımı
teker teker kül ederek gırtlağıma uzanan alevler, ateşin caydırmayan işkencesiyle sesime oturmuştu.
Durmadım, bir kez daha, bir kez daha, art arda... Sırtıma defalarca vurduğum kırbaç, bükülerek derimi
aşındırıyor, kana karışmış kumaşı, beyaz tenime lekeler bırakıyordu. Her vuruşumda bağırdım, her
darbede savruldum, kıvrandım... Yetmiyordu. O'na seslenmem, O'na konuşmam gerekti.

"Günahkâr diye diye içimde ezdiğim bir adamın şehvetine ortak oldum, bir adamın elleri arasında, tadını
bilmediğim hazlara esir oldum. Öptü beni, senin adını andığım, sana yakarışlarda bulunduğum
dudaklarımdan öptü. Parmak uçlarımdan, eklemlerimden, ensemden, şakaklarımdan, boynumdan... Öyle
de güzel öpüyordu ki, yetinemedim. Gözüm hep fazlasındaydı. Erkekliğin zayıf noktasından bihaberdim,
ancak öğretti. Ah! Günlerdir avucuna bırakılmayan birkaç kuruşun hırsıyla, insandan insana koşan, aç
midesini bir lokma ekmekle terbiye edebilmek için diz çöken, öfkesi diri bir dilenci misaliydim karşısında.
Dilimin ucuna ne cümleler diziliydi Tanrı'm, hatırlıyor musun? Yalvaracak kadar kaybettim kendimi, kendi
ellerimin keşfedemediği en ücra köşelerimde gezinsin, teni tenimi kavursun, beni sıcaklığıyla sonu
gelmez bir döngünün içerisinde yakıp kül etsin diye, ayaklarına kapanmak istedim,"

Zangır zangır titriyordum. Şimdi, yıllardır birbirine dayanak olmuş tüm bu taş yığını, güçlü bir sarsıntıyla
ayrılacak olsa, toz duman altında, aciz bedenimi bir toprağın suyu çekişi gibi yutacak olsa, ses
etmeyecektim. İsa Mesih'le yapayalnız kaldığımı düşündüğüm bu küçük, bir mağarayı andıran odanın
içerisinde, O'na günahkârdan bahsediyor, artık bir olduğum şehvetin izi silinsin diye tenimi kırbaçlayıp
kanımı akıtıyorken, bir yandan da utanmadan, yarattığı kuluna olan doyumsuzluğumu anlatıyordum.
İflah olamayacak kadar, kendi kazdığı çukurun içerisini mesken edinmiş zavallı bir gençtim artık.
Zihnimde yarattığım tüm harabeler, kimliklerini unutup görkemli birer köşke evriliyor gibi göğüs kabartıp
acımı harlıyorken, ben Taehyung'u düşünüyordum. Artık yorgun düşmüş, bir uzantısı olduğu bedenime
eziyet etmenin haklı hüznünü yaşayan ellerim, tekrardan havalandı.

"Vücudumu sıcak tutan yoğun kanım, damarlarımdaki akışını durduracak da olsa, şimdi söylediklerimin
cezası, günahkâra sıçramasın. Tanrı'm... Koru onu. Benden koru, yeryüzündeki elçilerin olan kutlu din
adamlarından koru, gerekirse... Kendinden koru. Gazabın ona dokunmasın," Sırtıma inen bir darbeyle
daha geriye doğru ikiye katlanmış, göğsümü gererek acıyla bağırmıştım. Göz yaşlarım durmaksızın
akıyordu. Çektiğim her eziyeti keyif alarak seyreden iblislerim bile, şimdi acır gözlerle bakıyordu bana.

"Tanrı'm, benim ilk itirafım sana..." Derin bir nefes almış, öne doğru eğilmiş olan bedenimi, günahıma
duyduğum hasretle doğrultmuştum. "Jeongguk, bir adama aşık oldu. Daha anne, baba, dost sevgisini
tadamamış, tüm varlığı sana köle edilmiş, babası tarafından kurban seçilmiş bu kulun, günahkâr bir
adamın hor görülen şehvetine de, iğrene iğrene baktıkları tenine de, körelmiş diye nitelendirdikleri
ruhuna da... İncil'in ayetleriyle zincire vurduğum şeytanî tüm duygularımı özgürlüğe salacak, bu zincirleri,
bir öpücükle kıracak kadar büyük bir şiddetle aşık oldu,"

Son defa kaldırdığım elimi, gelecek olanın ağırlığını bildiğimden, dişlerimi sıkarak geriye doğru sertçe
savurdum. Kan ve terle nemlenmiş sırtımda patlayan sesten hemen sonra, nefesimin sonunu getirene
dek bağırmış, bir saniyelik soluklanmanın ardından, tekrar aynı şiddetle bağırmaya devam etmiştim.
Kırbaç, gücü tükenmiş parmaklarım arasından kayıp yere düştü. Titreyen ellerime bakıyordum. Yıpranmış
plastik ucun izleri, sıktığım yerlere kırmızı göçükler oluşturmuştu. Arada siyah, nokta hâlinde döküntüler
vardı. Bacaklarıma tutundum. Hıçkırıklarım, git gide zayıf iç çekişlere dönüşmüştü. Üşüyor, açık
yaralarımı hatırlatmak ister gibi kanıma doğru esen rüzgârla irkiliyordum. Kilisede bir dokunuş, beni
mağlûp edemezdi. Edememişti de. Ancak, işte şimdi, Tanrı'mın karşısında olan bu küçük düşüşle birlikte,
her anına tanık olduğu günahlarımı haykırmanın verdiği bu hafifleme hissiyle, köşe bucak kaçıyor
olduğum, eli kanlı bir zebani var olmayacaktı. Yok etmiştim onu, kendi aklımda yarattığım ne varsa,
sonunu getirmiştim.

Köşede duran manastır kıyafetimi alıp, içli içli ağlamaya devam ediyorken sırtıma uzandım. Yumuşak
baskılarla kanı siliyor, acısı fazlalaştığında, tırnaklarımı kollarıma, omuzlarıma geçiriyordum. İyice
kirlenen kumaş parçasını, kasılmış, açarken dâhi zorlandığım parmaklarım arasında kavrayıp çantama
koydum. Yanımda getirdiğim temiz olanı, usul usul üstüme giyinmiş, o esnada artık sızlanmanın bir yararı
olmadığı kanâatine varmıştım. Mâdem, yıllarca günahlarını, Tanrı huzurunda kanıyla hafifleten yüzlerce
din adamı gibi, sesi dışarıya çıkarmayan, dış dünyayla alâkasız bu küçük odada itirafta bulunmuştum,
şimdi getirisi olan yaraları da, gittikçe daha da belirginleşen sızımı da yok sayacak, hiçbir şey olmamış gibi
odama dönecektim.

Ayaklarım üzerinde duruyorken, küçük pencereden görünen koyu göğe baktım son kez. Bir insanın,
geçirdiği her saniyeyi eziyete bulayan günahını, Tanrı huzurunda sildiğine inandığı gün, unutulmaz
olmalıydı. Şimdi, buğulu gözlerimle baktığım bu küçük aralık, az sonra adım atacağım, belki de aklımın
alamayacağı kadar saçaklı, tehlikeli bir yola girecek olan gerçek hayatımdan, detaysız bir kesitti. Yine de,
tir tir titreyen dizlerime rağmen, arkamı dönüp de kapıya yürüyorken duraksamadım.

Bir dine mensup olmak, insanın kutsalıydı. Din, babamın hep tekrar ettiği gibi, hayatı, kendi getirisi olan
kurallara uygun şekilde düzene koyardı. Yasağa bulanmadan, bilgisi sınırsız olan bir yaratıcının düzenine
uygun yaşayarak, belirlediği çizgilerin sınırları içerisinde devam ederek, kendimize uygun bir son
yaratıyorduk. Fakat, insan böylesine basit bir varlık değildi. Yeni yeni tanışıyordum; olmaz dediğini
olduran, yıkılmaz dediğini yıktıran, yapmam dediğini yaptıran, zaaf denen küçük illetle. Her daim kendi
safına, ayak ucumla dâhi olsa dokunayım isteyen iblis, hiçbir duygunun buyunduruğu altına girmeyen
beni, yasak olanın ağızda bıraktığı tatla sınamıştı. Sonuçlara kör ediyordu bu duygu insanın gözlerini,
korkular birer hayali gölgelerden ibaret oluyordu. Acizliğiyle kendini yerden yere vuran bir kulu,
Tanrı'sının karşısına dikiyor, bir adama duyduğu hisleri, hiçbir tökezleme yaşatmadan diline diziyordu.

Sessiz sedasız girdiğim odamda, yatağıma uzandığım andan itibaren, bir geceyi yüzyıllara eş değer kılacak
kadar şiddetli bir savaş başlamıştı. Hemen solumda uyuyor olan arkadaşımı bilmesem, kıvranacak, acıyla
inleyecek, bedenimi sıcak tutan çarşafı parçalara ayırarak kusacaktım tüm öfkemi. Yapamadım, yeri geldi,
elyaftan yapılma yastığı dişlerim arasına sıkıştırdım, yeri geldi, parmaklarıma doladığım saç tutamlarını
çekiştirdim. Bir şekilde, eziyetimi katlandıracak yavaşlıkta akan zaman, gündüz vaktine kapıları aralamış,
Güneş'in doğması için gerekli olan vakti, hiçbir müdahalede bulunmadan doğanın kendine has düzenine
bırakmıştı. Ağlamaktan harap olmuş gözlerim, yaklaşık yarım saatlik bir uykunun ardından, ışığa
kavuşmuş ufak odamın duvarlarına açılmıştı. Gün aydı demiştim kupkuru dudaklarım arasından
fısıldayarak, gün bugün de aydı.

Erken saatlerde, manastır talebeleri ve yetkili rahiplerle kilise yolunu tutmuştuk. Kimseyle konuşmuyor,
kimsenin yüzüne bakmıyordum. Bir soru sorulacak olduğunda, kısa ve tatmin olabilecekleri bir cevap
vererek sonlandırıyordum sohbeti. Aklım, yer kabuğunu ikiye bölecek coşkusuyla dönüp duran kasırgaya
rağmen, dinginliğini bir an olsun bozmayan ölü bir deniz gibiydi. Sessiz, sakindi, ancak günahkârı
hissetmeye duyduğum arzuyu ne zaman hatırlayacak olsa, kükreyerek dalgalarıyla önüne çıkan ne var ne
yok esir alıyordu. Şimdi, kiliseye doğru gidiyorken, belki ayine katılır diye bir ihtimalim de yoktu. Şehirde
olduğunu bildiğimden, onunla hiçbir koşulda karşılaşamayacak olmam, her adım atışımda kendisini
hatırlatan taze yaralarımı unutturuyor, boynu bükük, muhtaç bir hüzünle yüzümü asmama sebep
oluyordu.

Çanların çaldığı, cemâatin toplandığı vakitlerdi. Babamı, geçirdiğimiz duygu yüklü gecenin sonrasında, ilk
kez görüyordum. Sanki, çocuğuna içini açmak, sonrasında pişman olmasına sebebiyet vermiş gibi, ayin
boyunca bir kez olsun yüzüme bakmadı. Ciddiyetini koruyor, her zaman tok çıkan sesinde en ufak bir
kırılma yaratmıyordu. Kasabanın bilindik insanları, artık ezbere bildiğim karman çorman olmuş sesleriyle,
tutturdukları ahengi bozmadan duaya eşlik ettiler. Ben de onların arasında, her pazar tekrar ettiğimiz bu
arınmaya ayak uyduranlardandım. Kısık dâhi olsa, fısıldıyor da olsam, bir şekilde eşlik ediyor,
heceledikleri her yakarışın ardında sürükleniyordum. Evet, bu bir sürüklenişti. Ezberimde olanı
döküyordum dilime, eskiden olduğu gibi, yüreğimde özverili bir titreyiş, bulunduğum konuma olan sessiz
şükrediş yoktu. Atamıyordum yüzünü aklımdan, Taehyung'u düşlüyordum. Taehyung... Adını zikrediyor
olan zihnim, kutlu bir yükselişin tadına varıyordu her defasında. Artık yavaştan kış mevsimini davet eden
kasabanın boğucu havası temizleniyor, daha öncesinde böyle bir tutkuyla hissedemediğim yaşama
hevesim harlanıyordu. Tüm toprak parçaları birbirine girecek, insan, kendi kanından olanı dâhi öldürme
isteğiyle, kılıçlar kuşanıp ölümü, haddi olmayan bir gururla yaratacak olsa bile; onun çehresi gözlerimin
önünde, tüm hatlarıyla böyle diri ve tazeyken, yaşamak isteğimin asla sonunu getiremeyecektim.

Ayin bitişinde, cemâat bahçede toplanmış, birbirleriyle ayak üstü hatır sorma hevesine girişmişti.
Babamın meşgûliyeti fazla olduğundan, yanına gidip de iki kelâm edemedim. Eve uğrayacak, sonrasında
tekrar manastıra dönecektim. Git gide büyüyen arzum, attığım her adımda bileklerimden bağlanan birer
halat oluyor, hiçbir eksikliği olmayan ayaklarımı, bir kemik hastasıymışım gibi birbirine doluyordu. Neydi
bu içimdeki? Ummalı bir hastalığa yakalanmış kadar telaşlıydım. Bakışlarım, kasabanın her köşesinde
geziniyor, bir iz, bir sesleniş, bir bakış yakalamak istiyordu. Ancak nafile, eve gittiğim yol boyunca, ona
dair hiçbir şeye rastlamadım. Odamda, çekmeceliğimde duran bir merhemi almış, o esnada, tamamen
aklımdan çıkmış olan yaralarımı hatırlamıştım. Hatırlayışımla beraber, zihnim girdiği boşluktan, denizin
dibinden yüzeye süzülen bir balık gibi çıkmış, derin nefesler eşliğinde, bana sızılarımı hatırlatmıştı. Yüzüm
ekşidi. Sonuçlara ulaşmanın sırası değildi, ancak görüyordum ki; bana kendimi de, kendime dair olanı da,
onun bana kattığı bu gücü bol, etkisi kesintisiz olan duygular hariç, unutturacak tek etmendi. Açlığım
kabardı, kabardı, gittikçe büyüdü ve ulaşmak için can attığım bir amaç oluverdi. Sonrası, alışıldıktı.
Kapıdan çıkmam ve yolumu, kasaba dışına çevirmem, verilmiş bir kararın eyleme dökülmesiydi yalnızca.

Hava rüzgârlıydı. Bulutlar yüklüydü. Soğuk kol geziyordu, kış hafiften gönderiyordu esintilerini. Şiddetli
geçeceğe benziyordu. Koşar adım yürüdüğüm tüm yollar, indiğim, çıktığım tüm yokuşlar, arkamda
kurumuş olan yaralarıma, üstten üstten birer kez daha darbe vuruyor da olsa, sonunda ulaşacağım yerin
küçücük bir hayali bile, aklımı temize çıkarmama yetiyordu. Geri dönmek yersizdi, duraksamak,
seçenekler arası bocalamak, tartmak bir şeyleri... Engel olamıyordum adımlarıma. Günahkâra hasret
doluydum. Birkaç dakikalığına, yeryüzünde var olduğunu hatırlatacak ufak bir kesit, koyu gözlerinin
renkleri solmuş yapraklara ilgisizce değiyor olduğunu göreceğim kısa bir zaman dilimi, beni önümdeki
hafta için diriltebilirdi. Evet, bu kadar basit, bu kadar yoğun ve bu kadar gerçekti.

Uzun ve hezimetli bir ömürden bezmiş, yaşlı bir bedeni andıran tahtadan evin önüne geldiğimde, ağaçlık
alana girdiğimden şiddetini arttıran yel, kollarımı bedenime siper etmeme sebep oldu. Bugün gelir miydi,
gelmez miydi bilmiyordum bile. Birkaç saatliğine, bir ihtimalin eşiğinde heyecan içerisinde bekleyecek
olmanın hazzı vardı aklımda. Gelmeyebilirdi, evet, ancak beklemediğim anda, ağaçların arasından,
dudakları arasında bir dal sigarayla karşıma dikilebilirdi. Ah, tahayyül etmek bile ne tarifsiz bir
mutluluktu.

Kahverengi, kıvrık saçlarım sağa sola savruluyorken, git gide kuruyan dudaklarımı ıslatıyor, meraklı
gözlerimi etrafta gezdiriyordum. Dakikalar geçti, bekledim, usanmadan bekledim. Artık, pes etmeye
yakın olduğum bir vakit, kasabanın içine giden yolda baş gösteren hareketlenmeyle ayağa kalktım. Birkaç
saniye yalnızca, görüş açıma girmesiyle birlikte, birbirine sürterek sıcaklığını arttırmaya çalıştığım ellerim
duraksadı. Gözlerime değdiğindeyse, var olduğu andan itibaren, Güneş'in etrafında usanmadan dönüp
duran bu yegâne gezegenin, soluklanma ihtiyacıyla hareketi kesişini işittim. Yeter diyordu, bir adamın
gözlerinde, varlığımı küçümseyerek yarattığın o koca evrene, artık yeter.

Taehyung, kapısı önünde beni görmenin şaşkınlığı içerisindeydi. Kabanının ceplerinde duran ellerini
çıkarttı. Sonra kıpırdamadı, gözlerimin içine içine, saatlerdir ihtiyaç duyduğum o tanıdık sıcaklık,
yoğunluk ve istekle bakıyorken, artık ayaklarıma söz geçiremeyeceğimin bilincindeydim. Ona giderken
koştuğum zamanlar, hızıma, kemiklerimi sızlatacak kuvette attığım her adıma, bir ben tanık olmuştum,
bir de Tanrı tanık olmuştu. Oysa şimdi, neye sahipse gözden çıkarmış bir genç, nasıl coşkuyla
hissedebiliyorsa bu değerlerinden vazgeçmesine sebep olan duygularını, öyle bir açlıkla koştum
günahkâra. Bakışlarımı bakışlarından çekmeden, yolun başında duran bedenine değene, kollarımı
boynuna dolayana dek, kokusu, tüm ağırlığı ve keskin hatlarıyla burnumdan süzülene dek... Öğrettiği gibi,
başımı omzuna yaslamış, ellerimi sıkıca ensesine sarmıştım. Beklemedi, karşılık vermesi yalnızca
saniyeler kaybettirmişti bize. Sarılan iki genç adam, tüm insanları buyunduruğu altına alan zamanı, bir hiç
sayıp baştan yaratıyorken, saniyeler hiçbir anlam taşımıyordu.

Burnu, bu zamana dek zarif dokunuşlarla değdiği tenime, sertçe temas ediyordu şimdi. Boynuma
sürtünüyor, derin derin nefesler alıyordu. Belime dolanan elleri sebebiyle, üzerimdeki kalın kumaş
yaralarıma yapışmış, henüz yeni yeni kabuk bağlıyor olan açıklığa temasıyla, tahammül etmekte çok
zorlanacağım bir acıyla sınamıştı beni. Ancak geriye çekilmedim, dişlerimi alt dudağıma öyle bir güçle
bastırmıştım ki, çenem titriyor, ağız kaslarım sancılanıyordu. Bir önemi olmamalıydı, yok sayılmalıydı.
Ufacık bir ihtimale tutunarak kapısına geldiğim günahkâr, zayıf düşmüş bedenimi kolları arasında
tutuyordu. Öyle gerçek dışıydı ki, kendimi durduramıyordum. Sağ elim saçlarını bulmuş, yeni büyüyen
ekinleri okşuyorken hissettiğim o hoyratlık ve merhameti, bir defa daha parmaklarıma yüklemiştim.
Tutamlarını ince ince seviyor, arada son veremediğim iştahlı arzuma diz çöküp, dudaklarımı boynuna
bastırıyordum. Sıcacıktı. Isınıyor, kendimi kaybediyordum.

Taehyung, yavaşça geri çekildiğinde, endişeli gözleriyle yüzümü inceledi. Parmakları kollarımı kavramıştı.
Her uzvumda, her köşemde aheste aheste gezindikten sonra, tekrar bakışlarımı buldu. Dudakları,
köşelerinden hafifçe kıvrılır gibi olduğunda, memnuniyetine tanık olma arzusuyla gözlerimi oraya
indirdim. Araladı, kısık birkaç nefes aldı. Elleri, yukarıya tırmanıp da yüzümün iki yanını bulduğunda, öne
doğru eğilip alnını alnıma yasladı.

"Duydum, ne söylediğini duydum," Fısıltılı sesi, vücudumu baştan aşağı uyuşturmuştu. Bu coşku, aklımda
yaratabileceğim hiçbir cümleye sığdırılamayacak kadar baştan çıkmıştı artık. Aynı onun gibi, ellerimi,
çehresinin iki yanına yerleştirdim. Gözlerim kısık bakıyor, aralık dudaklarım, havadan çalabileceği
herhangi bir nefesin peşinde koşturuyordu.

"Sen de beni duy, gerçek bir varoluşla, sana sunduğum kelimelerimi işit," Derin bir nefes almış, ardından
parmaklarıyla tenimi okşuyorken, devam etmişti. "Günahkâr da seni özledi,"

Artık gözlerimi, aldığım derin nefeslerin arasından çekip de ayıklayabileceği bir hazla yummuştum.
Parmakları, alnıma dökülen saçları, sağa doğru hafifçe itekledi. Birkaç saniye içerisinde, baş parmağı alt
dudağımı bulmuş, oradan benime ulaşmıştı. Uyuşturan bir yavaşlıkla sevdiği tenim, dokunuşlarının
etkisiyle, tadını dâhi bilmedikleri bir şarap şişesini, tek dikişle bitirmiş kadar sarhoştu. Sağ bacağım, onun
iki bacağı arasında yer edinmişti. Elimde olsaydı ya... Elimde olsaydı da tek bir bedene hapsetseydim
kendimi onunla. Tamahkârdım. Arada görebileceğim en ufak bir boşluk, beni çıldırtmaya yetiyordu.

"Kaldır göz kapaklarını, bana baktığını göreyim," İşittiğim sesiyle, zaman kaybetmeden bakışlarımı,
bakışlarına çıkardım. Mahvolur, felâketine kucak açar gibiydi. Kirpikleri titriyor, aralık dudaklarından
dökülen her nefes, günahından arınmak için, babasının zoruyla bana yürüdüğü yolları baştan yaratıyordu.
Yaşanan ne varsa, ağır çekime alınmış gibi gözlerim önünden geçip gidiyorken, günahkâr yavaşça eğilmiş,
dudaklarını elmacık kemiğimin üzerine bastırmıştı. Geri çekilmedi, tenime sürtünen ıslaklığı devam etti,
bir kez daha öptü. Sonrasında, elleri ellerimi buldu. Birbirine kenetlediği parmaklarımız, tüm girinti ve
çıkıntılarla bir olduğunda, bedenimi bedenine çekti. Göğüslerimiz hafifçe sürtünmüş, kokusu, bir kez
daha burnumdan içeri süzülmüştü.

"Yolunuzu gözlüyordum. Kimsesiz kalmış bir ihtiyar gibi, gelip kapınıza sığındım. Sanmıyordum bile
döneceğinizi. Öyle, karşımda görünce..." Gözleri, gözlerim arasında gidip gelmiş, ardından hareketi
kesmişti. "Nasıl da hasret kalmışım yüzünüze..."

Parmak uçlarım, uzanıp da dudaklarını bulduğunda, yükselen göğsüyle beraber gözlerini yumdu. Birkaç
saniyelikti görüş alanını uğrattığı kesinti. Tekrar irislerindeki koyuluk, benim bakışlarıma dağıldığında,
teması devam ettirdim. Soğuk tenim, alt dudağı boyunca sürüklenmiş, küçük, kahverengi beni üzerinde,
belli belirsiz daireler çizmiş, ardından üst dudağının ortasında ayrılan o iki yola ulaşmıştı.

Beklemediğim bir anda, bedenimi kavrayıp ters çevirdiğinde, sırtım sertçe göğsüne çarptı. Dudaklarıma
dayanan güçlü bir acı çığlığının önünü kestim. Pınarlarıma biriken ıslaklık dağılsın diye, gözlerimi iri iri
aralayıp etrafa bakındım. Günahkârın burnu, saçlarım arasında usul usul dolanıyorken, aniden duraksayıp,
belime sıkıca sardığı ellerinin bağını çözmüştü. Gittikçe mayışan bedenim ürperdi. Yüzüne dönmek,
ifadesini görmek istedim, ancak engel oldu. Aldığı her sert nefes, sırtıma dayalı olan göğsünü hareket
ettirdiğinden, bir şeylerin yolunda gitmediğinin farkına varmıştım. Kısa sürdü, tenime dokunuşundan,
titrediğini fark ettiğim parmak uçları, ensemden hafifçe süzülüp, kıyafetimin içine girdiğinde, acıyla
kendimi ona yasladım. Görmüştü. Tanrı önünde cezalandırdığım, kana buladığım, üzerine bindirilen
yükler tek tek ayaklarımın dibine düşsün diye kırbaçladığım sırtımı görmüştü. Elleri geriye çekiliyorken,
kırık bir sesle fısıldadı.

"Eğer bu yaralar, kendi ellerinin eseriyse, Tanrı'nla aramda sonu gelmeyecek bir kavga başlatırım
Jeongguk."
18.bölüm
"Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrı'yla birlikteydi ve Söz Tanrı'ydı. Oydu başlangıçta Tanrı'yla birlikte olan.
Kurulu düzen onun aracılığıyla oluştu ve oluşanlardan bir teki onsuz olmadı. Yaşam ondaydı ve yaşam
insanların ışığıydı. Ve ışık karanlıkta aydınlık verir; karanlık ise onu alt etmezdi."

Yuhanna, 1:1-5

18.BÖLÜM

-YENİLGİ-

Bir akıl hastası için, sebep ve sonuç ancak bilimsel anlamda var olabiliyordu. Hareketlerini tartma haddini,
ne bir doktor, ne de insana dair herhangi bir konuda uzmanlık yapmış, kendini geliştirmiş başka bir bilgin
kendinde bulabilirdi. Yanılıyor muydum, bilmiyorum. Bu çıkarımlar, hayata dair tek bildiği, ufak bir
kasabadan ve mensup olduğu dinden ibaret olan genç bir çocuk için, ancak yüzeysel bir düşünme
eylemiyle yaratılabiliyordu. Mental açıdan sorun yaşayan bir insana denk geldiğimden değildi, kendimle
girdiğim sonu gelmez sohbetlerdendi. Diyordum ki şimdi, bir akıl hastası, öyle kaybetmiştir ki kontrolünü;
bir uzvunu, en ufak bir acı feryâdı etmeden kesip atacak olsa, asıl anlamsızlık bunu yapışında değil, ona
neden sorusunun yöneltilmesiyle ortaya çıkardı. Bakıyordum da, iradesi ve nâdide bir hediye olan aklı
sağlamken, ben, bir delinin sahip olduğu iç karmaşa içerisinde, her şeyi büyük bir sakinlik ve öte yandan
da büyük bir dehşet içerisinde yapıyordum. O insanlar, yaşadıklarının altında kalıp da, artık zihin
kontrollerini tamamıyla kaybediyorlar, bir nebze de olsa sorumluluklarından arınıyorlardı. Ancak ben...
Ben bir sınava tâbi tutulmuştum. Öyle göz korkutan, öyle sarsıcı bir ruhsal yıkım yaşıyordum ki, aklım
gidiyor dediğim yerde bile, zihnim en kudretli, en uyanık olduğu hâliyle sesleniyordu bana. Jeongguk, aç
gözlerini. Uyan. Henüz değil.

Konuşmuyorduk. Küçük, tahtadan evde üçüncü kez bulunuyordum. Şöminenin önünde, aynı o geceki gibi,
dizlerim üzerindeydim. Günahkâr, evin içerisinde bir o yana, bir bu yana gidiyor, ancak ne yüzüme
bakıyor, ne de bir dokunuşta bulunuyordu. Yan yana oluşumuza karşın, çehresinde bir huzursuzluk
yaratan bu soğuk esinti, etkisinde hiçbir kesinti yaratmadan tenimi siper alıyordu. Suçlu hissediyordum.
Bedensel acının kendi etime yönelik olduğunu düşünerek, artık bir hastalıkla iç içe geçmiş kadar yolunu
kaybeden ruhumu, ellerimle terbiye etmek istemiştim. Tanrıma seslenmek... Pişmanlığımı göstermek.
Kendimi, hafifleyeceğime dair olan inancım sebebiyle kör ettiğimden, bu acının ruhsal boyutunu
düşünememiş ve yine, bu acının gıdım gıdım, en ufak bir eksiklik göstermeden günahkârın varlığına
çörekleneceğini hesaba katamamıştım. Nasıl da ahmaktım... Yüzüme bakmıyordu. Nasıl da muhtaçtım.

Dakikalar geçmişti. Artık başımı çevirip, Taehyung'a bakmak istediğim sıralar, odasından çıkmış, hemen
arkama oturmuştu. Dönmedim. Hareket etmiyordum. Sessizliği sürüyorken, yanı başına koyduğu ne
varsa, zeminde birkaç tıkırtı çıkarmış, ardından tekrar tüm sesler kesilmişti. Bakışlarım, gün boyu kendi
gölgesinden kaçmış takıntılı bir adamın, gecenin karanlığında kaldığı zaman bile, denk gelmeyeceğini
bildiği hâlde her tarafta tedirgince karartı araması gibi, bir oraya bir buraya gidiyordu. Günahkârın nefesi,
önceleri duyamayacağım kadar kısıkken, saniyeler geçtikçe belirginleşmişti. Kendisiyle, çabucak bir
sonuca varmak istediği gürültülü bir iç hesaplaşmaya girmişti. Neyi tartıyordu, ne yaşıyordu içinde,
merak doluydum. Aklımda, kendimce cevaplar üretiyor, empati kurmaya çalışarak yerlerimizi
değiştiriyorken, Taehyung hafifçe kıpırdandı ve dizleri, kalçalarıma değdi.

"Yaralarına merhem süreceğim," Cümlesi vurgulardan sıyrılmıştı, durgundu. Hâlâ, konuştuğu kendi
zihniymiş kadar boğuk çıkan sesine, içine içine yuttuğu kelimelerine rağmen, ne söylediğini ayırt
edebilmiştim. Ancak, bu zamana dek tanık olmadığı çıplaklığımı, şimdi gözleri önüne serme cesaretini
bulamıyordum kendimde. Parmaklarım, seçenekler arası boğuşuyor, iki düşmanın karşı karşıya, canlarına
susar vaziyette savurdukları kılıçları gibi, birbirlerine saldırıyorlardı. Ellerimi, manastır kıyafetime uzatıp
da, ona istediği alanı açamıyordum.

"Ensene kadar sıyırsan yeter," Derinden bir nefes aldım. Bedenim, ağır ağır sallanan bir beşik gibi öne
arkaya süzülmüştü. Gözlerimi usulca kapadığımda, soğuk soğuk terlemiş olan ellerimi, manastır
kıyafetimin düğmelerine götürdüm. Birkaçını, ince işler titremeyi kaldıramadığından, güçlükle çözmüş,
sonrasında kumaşın eteklerine uzanmıştım. Kavradığım kıyafetin uçlarını, yavaşça yukarıya doğru
sıyırıyorken, aynı anda dizlerim üzerinde yükseldim. Günahkârın dizleri, belli belirsiz tenimi okşar gibi
olmuştu. Kollarımdan sıyırdığım kalın kumaşı, aniden bedenime çullanan kuvvetli bir soğuk dalgası
sebebiyle, irkilerek yanıma bıraktım. Yeniden, eski pozisyonumu aldığımda, Taehyung'un öfkeli bir soluğu,
açıkta olan tenimde gezinmiş, sonrasında yaraların çirkin bakışları karşısında eriyip, vücutlarımız
arasındaki boşluğa düşmüştü. Utanç içerisindeydim, insanı yakan, bir kez alanına girildiğinde yaşadığın
hazzı, zaman kaybetmeden zihnine ezberleten güçlü bakışları, sırtımda takılıydı. Ağırlığını hissediyordum.

Zeminde duyulan aynı tıkırtılar bir kez daha yükseldi. Sonrasında, günahkârın parmak uçlarını, tenimde
hissettim. Titreyişi belirgindi, hafif temasına karşın, yaralarıma kısa aralıklarla çarpıp duran yumuşak teni,
kontrolü kaybetmişti. Dokunuşu iki yönlüydü. Bir yandan, henüz kapanmakta olan yaralarımı, bir bıçağın
bilenmiş ucuyla yeniden yarıyor; diğer yandan ise, büyüleyici, karşılaşılması zor olan ilahi bir güçle,
bedenimde yeni var olmuş olan bu derin açıklıkları, hiç yaratılmamış gibi yok ediyor, kuru kan tutmuş
izlerini silip süpürüyordu. Taehyung ve ben, daimi bir ikilem içerisindeydik. Bir yanda o vardı ve ne denir,
her zaman daim olacaktı, ancak biliyordum ki, o var olduğu sürece, hep bir diğer taraf da doğacaktı
karşısında. Sırtımı kime, hangi yöne dönersem döneyim, aklım da, kalbim de, ruhum da, yalnızca onu
hatırlayacak, onun, akıl erdiremediğim kadar gerçek dışı olan mevcûdiyetini, içimde koruyor olmanın
haklı gururuyla adını anacaktı.

Yaralarım üzerinde gezinen parmakları, ben dudaklarımı ısırıyor, boğuk çığlıklarımı kendime
hapsediyorken yavaşlıyor, hafifçe geri çekiliyordu. Ardından tekrar, tekrar, bir kez daha... Tüm sırtımda
özenle gezinmiş, bir kez olsun tutturduğu ayarını kaybedip de, baskısını arttırmamıştı. İnce ince, bir ip
cambazının sahip olduğu denge ve özenle hareket ediyordu. Her ağır nefesimde, beni taklit edip o da
nefesleniyor, rahatladığım zaman korku içerisinde işine devam ediyordu. Bir süre sonra başım önüme
düştü. Uyuşmuştum. Sessiz sessiz ağlıyor, bana karşı olan merhametinin, ezen, meydan okuyan
yoğunluğu altında kıvranıyordum. Peki ya şimdi, hangisiyle başa çıkmalıydım? Kimseden görmediğim
şefkatle beni okşuyor oluşuyla mı, çıplaklığımı ona sunuyor oluşumla mı, yoksa çektiğim acının en ufak
bir açıklık göstermeden, onda yankı yapıyor oluşuna mı? Zihnim geri durmuyordu. Hemencecik uzattı
başını kapı eşiğinden, sinsi ve utanmaz bir sesle cevapladı. Hepsiyle, Jeongguk. Tümüyle başa çıkmak
zorundasın.

Günahkâr, merhemle işi bittiğinde, küçük kâseyi yanına iliştirdi. Omzumun üzerinden, elinin uzandığı
yere doğru baktım. Beyaz bir bez aldı parmakları arasına. Uzundu. Tekrar önüme döndüğümde, temiz ve
öylesine bir yerden kesilmiş kumaştan ziyâde, sağlık kuruluşuna ait görünen bezi, öne eğilip karnımdan
başlayarak göğsüm etrafında dolamaya başladı. Kollarımı iki yana doğru açmıştım usulca, saçları
omuzlarıma sürtünüyordu. Farkına vardığında, kendisini düşünmeden geriye çekti. İki defa üst
bedenimde sarmaladığı kumaşın sonuna geldiğinde, ucunu iki kat üzerinde, küçük, demirden bir parçayla
tutturmuştu. Elleri üzerimden çekildiğinde, boşluğa adım atan bir insanın yaşadığı o sarsıntı canlandı
vücudumda. Hâlâ ses etmiyordu. Bir süre olduğu yerde kaldı, arka arkaya, öylece oturmaya devam ettik.
Artık bulunduğumuz konumdan sıyrılacak, bir defa daha kendi düşüncelerim arasına sızıp da olur
olmadık hesaplaşmalara girişecekken, Taehyung ayaklanmış, sessizce eşyaları alıp, odasına girmişti.

Soğuk bir kış günü, sokak kenarında acı içerisinde inleyen, yaralanmış yavru bir kuş gibi hissediyordum.
Sıcacık bir avucun içerisine alınmış, iyileştirilmiş, dirilmiştim. Ancak özgürlüğe, asıl evime, göğe salınmam
gerekiyorken, bencilliğine yenik düşmüş bir adam tarafından, dar ve üzeri örtülü bir kafese
yerleştirilmiştim sanki. Kıpırdayamadım. Durgun gözlerim, yeni bir yıkıma zemin hazırlıyorken, soğuğun
altında titreye titreye üzerimi giyindim. Yerimden kalkacağım esnada, günahkâr geri gelmiş, büyük bir
hevesle yüzüne yerleştirdiğim bakışlarımı es geçip, karşıda duran kanepeye ilerlemişti. Sessizce oturdu.
Bakışları, bir anıt kadar donuk, aynı zamanda okyanustan kıyıya taşan heybetli dalgalar kadar yoğundu.
Ne dönüyordu aklında, hangi fikre kapılıp da ardı arkası kesilmeyen cümleleri kovalar bir dalgınlıkla
seyrediyordu ellerini, bilmiyordum. Gittikçe küçülüyor, önemsizleşiyor, insanlığın en zayıf, en aciz
yerinden doyumsuz olan hâlime geri geri adımlıyordum. Ağırdı. Bakmıyordu yüzüme.

Ayakta dikilmek, bana hiçbir fayda sağlamıyordu. Önce, tedirgin birkaç adım attım kapıya doğru. Başım
eğikti. Taehyung'un tepkilerini göremiyordum. Öyle ya, tamamen soyutlanmış, kendi içime
gömülmüştüm o an. Ne istiyordum? Şimdi, onunla saniyeler de sürecek olsa bir sohbetin içerisine girmek,
yetmez miydi beklenti içerisindeki ruhumu doyurmaya? Kendi derinliğine has olan sesiyle, gözlerime
bakarak sarf edeceği birkaç ufak kelime, istekle çehremde dolanan koyu irislerinden bana sıçrayacak olan,
içten bir teslimiyet... Yok, hayır. Kendime bile dönerdim sırtımı, yapmamış değildim. Fakat günahkâra...
Ne de onur kırıcı bir işti. İçimde ona ait bir mezar açmıştım, bu öyle bir mezardı ki, bir ölüyü değil, en diri
olanı... Varlığımda en gerçek, en tutkuyla yaşattığımı çekmişti içine. Üstü örtülü bile değildi, çünkü ona
her baktığımda, aldığına şahit olduğum berrak nefesleriyle ayakta kalabiliyordum. Onu yaşatan şey,
benim kaynağımdı.

Tereddütsüz adımlarım, titrer hâldeki bacaklarımdan aldıkları güçle, Taehyung'un önünde bitti. Dizlerinin
önüne, yere çöktüm. Bakışlarım, gün boyu olanın aksine yoğun, istekli ve utanmazdı. Hâlâ benden
esirgiyordu gözlerini, buna rağmen inatla devam ettim yüzünü seyretmeye. Bir süre kaçınır, sonra karşılık
verir sanıyordum. Yapmadı. Bir beklentiyle kurulduğum zemin, hiddetlenerek kabarmış, altında beslediği
lavlara çekiştirmişti beni. Kırgındım. Kucağımda duran ellerim kasıldı, tüm sıkıntım, damarlarımda akan
kanımı taklit etmiş, soyut oluşlarına aldırmadan, ince bir çizgi üzerinde sürüklenerek parmak uçlarıma
toplanmıştı. Görüş alanım git gide bulanıklaşıyorken, hafifçe dizlerim üzerinde yükseldim. Ellerim,
vereceği herhangi bir tepkinin altında kalacak olma endişesiyle tutundu Taehyung'un bacaklarına. Belli ki,
o da benim gibi, en çok dokunuşa mağlûp oluyordu. Gözleri, zaman kaybetmeden gözlerimi buldu. Ah,
nasıl bir nefesti o içime çektiğim... Bu birleşme, bütün olma, tadına meyillenme, ruhuna adımlama,
meğer nasıl da yüce, nasıl da kudretliydi. Bakışlarının odağı olmak, gözleri önünde bulunmak, tek, bir
başına...

"Neden esirgiyorsunuz gözlerinizi benden?" Fısıldayarak sorduğum soruya karşılık, günahkâr sessizliğini
korumaya devam etti. Az önce tanık olduğu, Tanrı'sı karşısında alçalmış bir kulun, tutunacak hiçbir
sağlam dal bulamayıp da uzandığı kırbaçları ve bizzat elleriyle kendi sırtında açtığı yaraları aklından
atamaz gibi, gözleri gözlerimdeyken zihnini temize çıkarmaya çalışıyordu. İçine girildikçe garipleşen bir
durumdu. Bana bakmak, ona unutmak istediğini daha da keskin hatırlatacakken, o, bunu reddeder gibi,
yüzümde soluklanıyordu şimdi.

"Neden dokunmuyorsunuz bana? Yoksa siz de, yanlış gördüğünüz, öz irademle vermiş olduğum kararıma
hor gözle bakıp, beni aşağılayacak, yok mu sayacaksınız?" Taehyung'un, yavaştan feraha eren gözleri, iki
gözüm arasında gidip gelmişti. Sırtını yasladığı yerden doğrulttu, öne doğru eğilip, dizlerinde belli belirsiz
bir dokunuşla duran ellerime uzandı. Parmakları, eklemlerim üzerinde uysal uysal geziniyorken, bu küçük
temas, kısa süreliğine inzivaya çekilmiş olan arzumu ayaklandırdı. Nefes nefese kaldım saniyeler
içerisinde. Koyu gözlerinde, çizgileri gizlenmiş olan merhamet, yavaş yavaş yeniden yaratılıyordu. İstekle,
aslolan benliğine kavuşma coşkusuyla göğsümü bacaklarına itmiş, dudaklarımı aralamıştım.

Bir şey söyleyecek gibi olduysa da, öncelik sırası aniden değişivermişti. Parmaklarımı, avuç içlerine
hapsettiğinde, beni kendine doğru çekerek ayağa kaldırdı. Meraklı ve hareketlerine ayak uydurmanın
telaşı içerisindeki gözlerimle yüzünü seyrediyorken, ellerimde duran elleri bacaklarımı buldu. Az önce,
ufacık temasıyla kaburgalarım arasına diktiği mumlar, karanlığa düşmüş ruhumu aydınlattıysa da, şimdi
tüm sahne, yeniden yaratılıyordu. O mumlar, dengesini kaybedip devrilmiş, bir plastiğin alev alışındaki
tutkuyu yüklenerek, etimi, kemiğimi ateşler içerisinde bırakmıştı. Kavradığı bacaklarımı, birbirine
bastırdığı kendi bacaklarının iki yanına doğru açtı. Son ana kadar neyi arzuladığının bilincine varamamış
da olsam, şimdi, kalçalarım dizleri üzerine yerleşmişti. Kucağında, uslu bir talebe gibi oturmuş, iri gözlerle
yüzünü seyrediyordum. Yabancıydım. Bir erkeğin kucağında, en ufak dokunuşuyla dâhi, rüzgâra yenik
düşmüş kuru yapraklar misâli sürükleneceğimin bilincinde olmaya, yine bir erkeğin, içimde bir iblis olarak
görülmüş, başı erken yaşta ezilmiş şehvetime dayanak olmasına yabancıydım. Buna rağmen, ilk kez
tattığım bu yeni haz dalgası öyle hoşuma gitmişti ki, geriye kalan, yabancısı olduğum ne varsa, bir anda
bilmediğim tüm bu hisler yığınına hasret düştüm. İstekli ve doyumsuzdum.

Taehyung, dizlerinin ucunda oluşuma ses etmedi. Beni ne kendisine yakınlaştırdı, ne de bunu istediğini
belli edecek bir imâda bulundu. Gözlerime, az önce kaçındığı her anın acısını çıkarır gibi uzun uzun baktı.
Parmakları, kollarımın altından uzanıp da belimin iki yanını sarmaladığında, nefeslerim teklemiş,
bakışlarım titremişti. Dudaklarını araladı. Yorgun bir soluk, biçimli ağzından süzülmüş, havaya karışmıştı.

"Ormanlık alanda, ağaçların bol olduğu kesimlerdeki konutlarda, özellikle bahar mevsimlerinde... Uçuşup
duran sinekleri bilirsin, değil mi? Bazen öyle gürültülü olurlar ki, tahammül sınırına dayanmış bu güçlü
sesleri yok sayamaz, onu bir canlı sıfatından ayrıştırır ve yaşamına kast edersin. Bazısı bunu, o sineği
avuçları arasına sıkıştırıp, bu küçük varlıkları ezerek yapar. O sinek, bedeni parçalanarak ölür, can verir.
Ancak hiç sesi çıkmaz. Bağırmaz, acısını kusamaz. Ürkünç, evet. Ve gerçek de. İşte, ben az önce, senin
yaralarını sarıyorken, insan parmaklarının arasında sıkışarak can veren bir sinekten farksızdım. Çok canı
yanıyorken, hiç ses etmeyen bir sinek. Ne bir çığlık duydun, ne bir bağırış, ne öfkeli kelimeler... Hepsi
kısık, hepsi silikti."

Her cümlesinde mahcubiyetle küçülüyor, önümde duran ellerimle kendime tutunuyor, asıl sebebim olan
kendimden güç alıyordum. Gözleri kızarmıştı saniyeler içerisinde, sertçe yutkunuyorken, bakışlarını
benden kaçırdı. Yorgundu. Senelerdir ciğer hastası olan, yaşı bir adam gibi zar zor nefesleniyor, düşük
omuzlarını tenezzül edip de kaldırmıyordu.

"Biliyorum, yorgun düşüyorsun. Bu, tam ortasında yalpalayıp durduğun düşüncelerin, benim zihnimde
bir yansımasını yaratıp da kavrayabileceğim kadar basit değil. Ancak..." Güçlü bir nefes aldı, göğsü
yükseldiği sırada göz kapaklarını indirmiş, hazırda, ona uğramak için bekleyen bir yıkıma meydan
okurcasına, çene kaslarını sıkı sıkı kilitlemişti. "Ancak her gün, bugün nasıldır, bugün dinmiş midir savaşı,
durgun mudur aklı, susturabiliyor mudur zihnini diye düşünmek... Jeongguk, kafatasıma özenle
yerleştirilmiş, üzerine basmam için beklenen yüzlerce mayının endişesiyle, düşüncelerine dur demeye
çalışmak, var oluşundan beri aklında yer edinmiş, acımasız sesinin sonunu getirmeye çalışmak kadar zor,
ağır."

Elleri, son cümlesinde havalanmış, bilinçsizce şakakları etrafında hareketlenmişti. Ağır ağır soluyor,
kelimelerini toparlamaya çalışıyordu. Buna rağmen, içinde fokur fokur kaynayan bir kazan zehre rağmen,
sesi sakin, durgundu. Onun savaşına, şimdi ilk kez, böylesine canlı tanık oluyordum. Yüzüne baktıkça
devriliyor, yüzüne baktıkça ayaklanıyordum.

"Her soruna bir çözüm yaratıyor, sonu görünmeyen yolları deşip, sağından solundan yeni bir geçit
yaratıyorken, senin karşında aklımdan oluyorum. Söyle bana, ne yapmamı istiyorsun? Ne yapmam
gerekiyor? Tanrı'na ulaştır beni. Bir günahkârla yüz yüze getir, sesimi duyur. Bağırayım, işitsin. Mâdem
kudretli, bağışlayıcı, merhameti bol bir ilah senin taptığın, söyle. Alsın içindeki korkuyu, ellerinle tenini
yarmana sebep olacak kadar yıkıcı olan bu acıyı koparıp söksün senden. Dindirsin... Ben yapamıyorum,
ben, Tanrın kadar güç yetirebilir değilim,"

Anlık bir korkuyla öne atılmış, parmaklarımı dudakları üzerine kapamıştım. Vücudum öne doğru kaydı,
Taehyung'un elleri, hızlıca kollarıma tutunduğunda, durgun çizgisi üzerinde zar zor yürütmeye çalıştığı
nefesleri sekteye uğramış, ip kopmuştu. Tepesi bulutlara uzanan bir dağın etekleri ve zirvesi arasında,
günlerce koşuşturup durmuş kadar sık ve sesliydi solukları. Bu soluklardaki bastırılmış korku ve öfke,
bana da yansımıştı. Bilinçsizce ona ayak uyduruyor, aynı şiddetle göğsümü kabartıp, zaman
kaybetmeden indiriyordum.

"Susun, lütfen... Devam etmeyin," Kırgın sesim kulaklarıma ulaşana dek, ağlıyor olduğumun bilincinde
değildim. Alnım, üstten bir şekilde onun başına yaslı olduğundan, burnumun ucuna takılı kalan bir göz
yaşı, usulca süzülüp Taehyung'un yanağına damlamıştı. Zarif parmağı tenini buldu, ıslaklığa dokunduktan
sonra, yavaşça başını kaldırdı. Göz göze geldiğimizde, ellerini uzatmış, yanaklarımı kavramıştı.
"Bencillik ettim. Bu zamana dek dilediğim tüm afları yok sayıyorum. Asıl affedilme, bağışlanma isteğim
yalnızca size karşı. Ancak Tanrıma seslenmeyin, ben, Tanrısı ve ilk günahı arasında kalıp da, yaşamı
boyunca dizleri üzerinde, boynu bükük bir hâlde yalvardığı ilaha sırt çeviren, yüzünü arsızca günaha
bulandığı adama diken bir değer bilmez olmak istemem... Affedin, işte bu ikilem arasında, tüm varlığımı
size, bir yandan da İsa Mesih'a adıyor, yine de kendimle barışmak bilmiyorum. Affedin, ben acımda da
bencilimdir. Bırakın onu bana, sizinle paylaşamam. Bırakın, ben taşıyayım. Ben çekeyim, size dokunmasın.
Yüklenmeye kalkışmayın,"

Taehyung'un dolu gözleri, bakışlarım içerisine dağılmış, tüm duygu karmaşalarımı yudum yudum içmişti.
Dudaklarına yerleşen buruk bir tebessüm, git gide siliniyorken öne doğru uzandım. Yanaklarında titreyen
ellerim, yavaşça aşağı inmiş, günahkârın zarif, sıcak boynunda duraksamıştı.

"Gitmem gerekiyor. Gitmeden önce... Beni sever misiniz?" Uysal sesime karşılık, bir kez daha silik bir
gülümsemeyi yerleştirmişti dudaklarına. Elleri, uzanıp yüzünde bekleyen parmaklarıma ulaştı. Avuçlarına
aldı, beyaz tenim, onun kavrukluğuna karışıyor, taze buğdayların ateşe yakın yerlerde hafiften koyulaşan
renkleri gibi, birbirimizin içine geçtikçe tek bir tona bürünüyorduk. Yerinden yükseldiğinde, kalçalarım
biraz daha öne kaymış, üst bacaklarına kadar yol almıştı. Bana yükselttiği başını, usulca yana doğru eğdi.
Sağ eli, etrafta dalgalanan havayı dağıtacak kadar güçlü bir yükselişle saçlarıma uzanmış, tutamlarımı
parmakları arasından geçirerek derin bir nefes vermişti. Dayanamaz gibiydi. Gözlerinden ayıramadığım
bakışlarım, Taehyung'un her temasta daha da canlanan, koyu kahverengi hârelerinde, aklımın bir
oyunuymuşçasına belirip yok olan alevleri sebebiyle can çekişiyordu. Kutlu, bir yaşama son vermeyecek
kadar nahif bir eziyetti bu. Yine, bir kez daha aynı arzuda son buluyordu tüm bağırışlarım. Gelmesin, sonu
gelmesin.

Avuçları arasına aldığı saçlarıma tutundu, diğer eliyle canımı acıtmamaya özen göstererek sırtıma
bastırmıştı. Bilinmez, işitilmez bir dil yaratıyordu aramızda. Ne istediğinin farkına vardığımda, yavaşça
boynumu geriye uzattım. Zaman kaybetmeden, büyük bir açlıkla araladığı dudaklarını, beyaz tenime
bastırdı. Olduğu yerde yükselmiş, saçlarımı kavrayan ellerini usulca aşağı indirip, ensemde duraksamıştı.
Islaklığı, belirgin damarım boyunca cildim üzerine dağılıyordu şimdi. Titrek nefeslerim göğsümü sonu
gelmez bir hareketliliğin içerisine hapsetmişti. Taehyung'un dudakları, etimi ufak bir kavrayışla içine
çekmişti. Ellerimle tutunduğum omuzlarını, her zerreme kesintisiz, ilmek ilmek işlenen bu haz yığını
karşısında güçsüz düştüğümde, parmaklarımla sıkmıştım. Nefes nefeseydi yüzünü geri çektiğinde,
kırpıştırdığı kirpikleri altından dudaklarımı seyrediyor, beni de, aralık ve rengi daha da koyulaşmış olan
ıslak ağzına bakmaya zorluyordu. Karşı koyamadım. Bakışlarım dudaklarına indiğinde, bir kez daha elimi
kavramış, avuçlarıma doğru okşar bir vaziyette parmaklarını bastırmıştı.

"Bir insanın her anına sahip olma arzusu... En baştan çıkarıcı olanı, en durdurulamayanı," Gözleri,
yeniden, tüm canlılığıyla gözlerime yükseldi. Aldığı her nefes, dünyadan bir gün daha ekliyordu ömrüme.
Uzuyor, gidiyor gibiydi. Terlemişti. Yorgun omuzları yükseldiğinde, bedenini, beni rahatsız etmeyecek
şekilde dikleştirdi.

"Manastıra dönme vaktin," Kelimelerin, günahkârın derin sesiyle iş birliği yapıp kulaklarıma ulaşmasıyla,
gerçek hayatıma dönmüştüm. Saniyeler süren bu yolculuk, aylarını harcayıp da biçim verdiğin bir
heykelin, tek darbeyle parçalanması, yerle bir olup şekilsizliğe kurban gitmesi kadar ağırdı. Bir şey
söyleyemedim, bacaklarından inmiş, zemine basan ayaklarımla beraber kıyafetimi düzelterek, birkaç
adım geriye gitmiştim. Taehyung da ayağa kalktığında, bir türlü kendimize yettiremediğimiz zaman,
istekle bakışlarımız arasına girmiş, bağımıza kuvvet olmuştu. Uzun uzun izledi beni, karşılıksız
bırakmadım. Her yanında, çehresinin her köşesinde gezindim. Çünkü yalnızca Tanrı'ya mahsus olan
yaratmak kavramını, saatler içerisinde hayatıma dokunduracak, dudaklarımın ucunda bir baş kaldırı
niteliğinde var edecektim. İflah olmazdım. Çaresizliğim, beni buna mahkûm etmişti.

Bilinçli bir hasret giderişti bu. Gözlerinden kendimi zar zor çekmiş, gitmeden önce, o hiçbir şey
söylememişken, işaret parmağımı usulca dudaklarına bastırmıştım. Bakışları yüzümde dolanıyordu. Kuru
dudaklarından kopup da tenimde can bulan öpücük, korkumu omuzlarından tutup sarsmış, herkesin
görebildiği, ancak benim kendimde ulaşamadığım cesaretime ön ayak olmuştu. Bir çekime meydan
okurcasına, sırtımı Taehyung'a döndüğümde, yolumun nereye çıkacağının farkındalığıyla attım
adımlarımı. Toyluğumu, bir hakaret mahiyetinde suratıma çarpan iblislerime inat, cüretkâr
davranacaktım. Ezile ezile, boynumu büke büke de olsa... Yapacaktım bunu. Çünkü Tanrı'm söylüyordu,
örtülü olup da açığa çıkarılmayacak, gizli olup da bilinemeyecek hiçbir şey yoktu. Hakikat buydu. Bu
hakikat beni ezmeden, ben onu kucaklayacak, her hareketime bir kuşku yükleyen gizlerden arınacaktım.

Ormanlık yol, ayaklarım altında düz, kaygan bir zemin hâlini almıştı. Düşüncelerimi, başlarını çıkarmaya
cesaret edemeyecekleri bir suyun içerisine gömüyor, boğulmalarına sebep olana dek de ellerimi
enselerinden çekmiyordum. İşitmiyordum kimsecikleri. Birdim. Tektim. Yalnızca, isteğime olan kör edici
bu açlıkla yürüyordum. Hafifletiyordu, değil mi? Yegâne, ancak en zor olan engel vardı artık. Tanrımın
sûretini göremediğimden, O'na konuşmak ve O'nun karşısında alçalmak, bir nebze de olsa insanın diline
gelen itirafları itikleyici bir güç oluyordu. Fakat, yine senden, soyundan olan bir adamın karşısında
dökülmek, açmak yüreğini, kirlerini akıtmak... Işığı çalınmış, köhne bir sokakta idâm edilmeye benziyordu.
İleriye doğru attığım her adım, beni tedirgin vücutların arasında sıkıştırıyordu. Yüzlerce fısırtı duyuyor,
ancak hiçbirine, tam olma hakkını vermiyordum. Bulanıklardı. Duyarsam, algılarsam, vazgeçerdim.

Kilise bahçesinde ilerliyorken, aklımla boğuşuyor, vicdanım önünde diz çöküp, en zayıf noktalarımı
sızlatmasın diye yalvarıyorken, aklımda tek bir yüz vardı. Tek bir isim. Tekerrür ediyordum dilimde,
ezberlemek zorunda olduğum bir iki satır gibiydi. Çoktan ulaşmış, çoktan hapsetmiştim oysa zihnime.
Doymak bilmeyen benliğim, şehveti göz önünde bulundurup da tek günahı buymuş gibi davransa da,
doyumsuzluğumun da, bencilliğimin de geri kalır yanı yoktu. Eyleme dökülmeyen fikirler, hiç mi zarara
uğratmıyordu insanı? Tanrı katında işler böyle de olsa, aslı farklıydı. Uğruyorduk. En büyük düşmanımız,
şakaklarımızın içerisinden, bir yılanın zehirli dili gibi sızıp da, kuytu köşemizde kendisine yer edinen iç
seslerimizdi. Ne dedilerse işitmiş, reddetmemize rağmen dinlemiştik. İşte, bir tekrar ediş, önü
alınamayan bir döngü, insanı boşluğunda köşeye sıkıştırıyor, karşı koyduklarına kucak açtırıyordu. Evet,
zayıftık. Zayıflıyorduk da. Güç, yaşamaya devam eden bir insanın, maddiyatı gözden çıkaracak olursak,
manevi olarak asla arttıramayacağı, yüklenemeyeceği bir olguydu. Zamana meydan okuyarak yürüyen bir
canlı, böylesine gururlu, başı dik bir varlığın karşısında, nasıl olurdu da kuvvetlenebilirdi? Bir kasırga
esnasında, zayıf düşmüş kemikleriyle dik durmaya çalışan, yalpalamamak için çabalayan, ancak kendini,
en sonunda bir köşede, buruşturulmuş bir kâğıt parçası gibi bulan ihtiyardan farksızdı insan. Zamanın
karşısında, hepimiz yeniktik.
İşte, şimdi bir paravanın iki yanında, kanını, öğretilerini, dinini onurla taşıdığım adamla oturuyorduk. O,
yanında sesi çıkmayan bu kişiyle, dakikalar sürecek bir arınma ritüeli için dualar okuyor, ben ise taştan
yontulma bir heykel misali, hareketsizce oturuyor, yalnızca dudaklarımı kıpırdatarak tekrar ediyordum.
Sor, bana sorular sor. Al cevabını, sonra yargıla. Çarem kalmadı. Duyacaktı, işitecekti sesimi. Ve sesim,
mümkün değil, babama yabancı gelmeyecekti. Titreyen dizlerim durduğunda, kitap kapaklarının aynı
yöne doğru kapanmasıyla çıkan ses, vakit geldi diyordu. Ciğerlerim daralıyor, göğsümde, temiz kanım
damarlarıma aksın, beni yaşatsın diye son sürat görevini yerine getiren kalbim, korku içerisinde
tekmeliyordu kemiklerimi.

"Tanrı affedici, bağışlayıcıdır. Sonsuz merhametiyle, kullarını akıl ermez bir adaletle yargılayan, kurtuluşa
dâvet eden, yüce İsa Mesih'e hamd olsun," Diri sesini her işittiğimde, gözlerim önünde günahkârı
görüyordum. Kesilip kesilip yeniden canlanan bir görüntü gibiydi. Aralıklıydı, ancak en ufak bir anı,
alaşağı ediyordu beni. "Günahınızı itiraf ediniz, muhakkak bağışlanacak, kudretli Tanrımızın sözüne,
kurallarına lâyık bir şekilde, adilce hüküm göreceksiniz. Günahlarınıza karşı duyduğunuz pişmanlık ve
ayıplanmayı hissediniz, alçakgönüllü davranınız."

Başım önüme düşmüştü. Aldığım her nefeste, göğsümde tonlarca kaya parçasıyla yükseliyor,
alçalıyormuş gibi hissediyordum. Ağırlaşıyordum. Kirpiklerime asılan göz yaşlarım, bıkkınlık, ancak tüm
vücudumda olduğu gibi, onlara da bulaşan korkuyla titremiş, incelikle kıyafetime akmışlardı. Dudaklarımı
araladım. İtiraf, bu kez Tanrı karşısında beni küçük düşürmeyecekti. Bir insanoğlu karşısında alçalacaktım.
Yaratıyordu bencilliğim, bencilliğim; yazgıma mürekkeple, bir damga gibi yapıştırılmış olan cümleleri,
kibirli bir dokunuşla siliyordu. Sesim, nihayet dudaklarıma dayandığında, aralanan iki et parçası, saçacağı
işitsel zehrin etkisiyle bükülmüş, buna rağmen söyleyeceklerinden, bir an olsun vazgeçmemişti.
Jeongguk... Yanma, yakma, tutuşma.

"Şehvete esir düştüm, bir adamla."


19.bölüm
"Tanrım, öfkeyle azarlama beni,

Gazapla yola getirme.

Lütfet bana, bitkinim;

Şifa ver bana, Tanrım, kemiklerim sızlıyor,

Çok acı çekiyorum.

Ah, Tanrım! Ne zamana dek sürecek bu?

Gel, Tanrım, kurtar beni, yardım et sevginden dolayı."

Mezmurlar, 6:1-4

19.BÖLÜM

-VEDA-

İnsan, yasak olanla, arasında yaratılan, nereden geldiğini, nasıl bir anda belirip de meydan okurcasına
güçlendiğini bilmediği bir bağla çekiliyordu. Kimisi için zıt kuvvetler gibi olan bu bağ, zayıflığın
göstergesiydi. Kolayca yörüngeye alınıyor, yörünge etrafında savruluyor ve sonunda ise, tam ortasında
bulunuveriyordun defalarca kapılmamak adına direndiğin o kapanın. Öte yandan, bazısı için de aynı
kutupların gösterdiği, inatçı bir baş kaldırıdan farksızdı. Yaşaman, tatman ve ulaşman, senin için inkâr
edemeyeceğin bir gerçeklikte yanlıştı, fakat oradaydı. İşte, hemen karşında. O sana, sen ona bakıyordun
ve kuvvetle itiyordunuz birbirinizi. Erdemler... Erdemlerin nasıl sahiplenildiği, erdemlere nasıl kucak
açıldığı önem taşırdı bu noktada. Çünkü, nefretle, öfkeyle ittiğin o karşı taraf, zamanı geldiğinde ve insan,
kendi içsel çatışmalarının ve bilincinin vasıtasıyla, haklı bir özveriyle yaşattığı tüm kişisel duvarları, ufak
bir darbeyle alt üst ettiğinde, kendisini, itici gücün katili yapıyor, birbirlerinin yörüngeleri etrafında tutsak
edilmiş gezegenler gibi günden güne çekilirken buluyordu. Bu iki kuvvetli bağ da öyle yıkılmaz ve öyle
rasyoneldir ki, bir kesinti yaşaması olanaksız görünüyorken, tanışıklığının olmadığı bir illet gelir, zaafa
evrilerek yakana yapışır, seni bildiğin adamdan çeker, bir daha yaratır, sonra da çekime mecbur bırakır ve
durulurdu. Bir illet... Bir illet, nasıl olurdu da, böylesine bir yasağı, erdemleri olan ve bu erdemlerinin
çoğu Tanrı'ya aitken, çoğu insanı hayran bırakacak bir samimiyetle taşıyan genç bir adamı, tüm
bildiklerinden yoksun bırakır, tüm saydıklarına sırt çevirtirdi de, tek bir erkeğin varlığına doğru tereddüt
ettirmeden tutsak ederdi? Bir illet, nasıl olurdu... Evrende bulunan tek rengin siyah olduğunu zanneden
görme engelli bir insanoğlunun, ilk kez diğerleri gibi araladığında göz kapaklarını, karanlığa meydan
okuyan, bıçak çeken diğer tüm tonlara ulaşan bakışları gibi... Meğer habersiz kalmışım. Şimdi, evet. Şimdi
görmekle de kalmıyor, bütün renkleri işitiyordum. Bir perde aralanmıştı. Bir adam, bir perdeyi aralamıştı.
Babamın sessizliği, bir kelime etmesi için ona yalvarabileceğim kadar ağır bir boyuta ulaşmıştı şimdi.
Paravanın iki kısmında, onunla öylece oturuyorduk. Nefes seslerini işitiyordum. Soğuk soğuk terliyor,
sarsıcı olmayan dingin bir ağlayışla birlikte, kıpırdamadan bekliyordum. Devam etmeliydi,
pişmanlığımdan emin olmalıydı. Tanrı karşısında aşağılanmış olan ruhumu, kelimeleriyle temize
çıkarmalıydı. Yapmıyordu. Bunun muhakemesi başlamıştı içinde. Hissediyordum. Tanımamış, öz oğlunun,
en büyük günahlardan bir tanesine düştüğünü işitmemiş gibi mi davranmalıydı, yoksa, bu kutsal ev
içerisinde beni azarlamalı, bir yıldırımdan farksız, keskin hitâbetiyle yerden yere vurmalı, gözünde ne
denli alçak bir evlat olduğumu mu söylemeliydi? Sessizdi. Suskun kaldı. Paravanın öteki yanında açılan
kapı sonrası, aniden ayaklandıysam da, dışarıya çıkmak kolay olmamıştı. Yüzleşecektim. Baba oğul,
göğsümde başlayan Tanrı ve şeytan savaşını, daha masumane yaratır gibi, birbirimiz karşısında dikilecek,
yeni bir kavga başlatacaktık. Ancak farkı vardı. Benim göğsümde olan, hiçbir aksaklık yaşamadan devam
ediyorken ve iki taraf da, seslerini kısmadan meydan okuyorken, ben çoktan babam karşısında yenik
durumdaydım. Biliyordum. Ne söylerse söylesin, cesaret edip de anlatmaya kalkışamazdım. Ağzımı açıp
da, ilk itirafımı Tanrıma yapacak kadar divâne oldum bir adama, diyemezdim.

Kilisenin bahçesine doğru giden adımlarını takip ettim. Ayakları üzerinde duramaz bir hâli vardı. Daima
heybetli bulduğum bedeni, üzerine giydiği gösterişli cübbesinin ardında, kanaması durmayan bir yara
taşıyormuş gibi, rüzgârda salınacak kıvama gelmişti. Sırtı dönüktü. Arkasından ayrılmadım. Ellerim
önümde bağlı, içli içli ağlıyor, bir yandan da babamı kontrol ediyordum. Tetikteydim, öyle bir çaresizlik,
öyle bir mahvolmuşluk vardı ki ihtiyar bacaklarında, her an taşların üzerine yığılacakmış gibi
göründüğünden, endişeyle izliyordum hareketlerini. Bacağımın ufacık bir kısmını ısıran o vahşi yılan,
şimdi her yanımı acımasızca dişliyordu sanki. Tek bir hamlesine sebep attığım yüklü çığlığa rağmen,
katlarcasıyla boğuşuyorken, işte, evet, tam olarak şimdi... Dudaklarımı aralamaya mecâlim yoktu.
Kıvranıyor, ancak bir zorunluluk hâliyle yürüyordum yolu. İçimde gücünü arttıran bağırışlarım, bütün
kemiklerimi dur durak bilmeden dövüyor, etime kast ederek, bu içlerinde yaratılmış katil bir varlığın can
almaya olan açlığı için, derimin altında çırpınıyorlardı.

Evin kapısını açtığı vakit, titreyen ellerini pervaza dayadı. Başını önüne eğmiş, duyabileceğim kadar hırçın
olan soluklarını dize getirmeye çalışmıştı. Yetersizdi. Doğruluyorken bile, yüzünü göremediğim hâlde,
sırtına, cübbesi altında kamufle olmuş kalın bacaklarına, ter birikmiş ensesine bakarak, ne denli bir
ızdırabın içerisinde kavrulduğunu anlayabiliyordum. Ona yardım edemeyecek olmak güçtü, ezici ve
yıkıcıydı. Ancak ne denir, babam, şimdi ölüyorum diye feryat dâhi etse, ona uzatacağım ellerimde
birikmiş kirleri görür, beni bir ceza, bir iblis kölesi diye nitelendirir ve reddederdi. Ve ben, babam
ölüyorum diye ağlıyor, çırpınıyor, bir acının hakimiyeti altında hiçleşiyorken bile, bir yalana tutunup da,
vazgeçeceğim, sökeceğim içimdeki bu yasağı diyemez, günahkârı silip atamazdım kendimden. Güneşin,
böylesine kirli bir gezegeni, hâlâ kaygı gütmeksizin ısıtmasında, aydınlatmasında var olan o inatçı tutkuya
sahiptim. Söz konusu Taehyung iken, ben, yörüngeme çoktan kurban gitmiş bir gezegene kul, tutuklu ve
hapsolan güneş gibiydim.

Evin içerisine art arda girdiğimizde, babam, masaya ittirilmiş olan sehpanın sırt kısmına tutundu. Ona
dokunmamaya özen göstererek, itinayla yanından geçmiş, kanepeye oturmuştum. Üzerimdeki kıyafet,
sessizliği huzursuz edecek bir hışırtı yaratmış, yerleştiğimdeyse tekrar her şey, büyük bir sükûnet
içerisine girmişti. Başımı eğmiş, yavaştan kesilen ağlamamı fırsat bilerek, sakince beklemeye başlamıştım.
Neyse ki uzun da sürmemişti. Sabrı, şimdiye kadar ıslanan bir tavanın çatlaması gibi, kırılıp yere
dökülecekken, o eve dek dilini düğümlemiş, aklıyla, içerideki gürültüyü hissedebileceğim kadar hararetli
bir savaşa girmişti. Omuzları düşüktü. Göz ucuyla yüzüne baktım, alt dudağı, susuz bırakılarak eziyete
mahkûm edilmiş bir köpek dili gibi sarkmış, kuru cildi, kalın yollar aça aça ilerleyen teriyle ıslanmıştı.
Kasabanın pederini, daha önce hiç böyle görmemiştim.

"Oğlum..." Bir kelimeyle harabeye dönüşen sesi, son hecede kırılmış, gırtlağında bir göçük hâline gelmişti.
Bakışları bakışlarımı bulduğunda, korkuyla titreyen irislerimde turladı. Ardından bir adım attı üzerime
doğru, ellerini nereye koyacağını bilemiyor, bir aralayıp bir kapattığı dudaklarının arkasına dizdiği
cümlelerinin kargaşasından sıyrılıp da, bana ulaşamıyordu.

"Korkmadın mı?" Fısıltı hâlindeki sorusu, babam, karşımda dizleri üzerine çöküp de, ellerini bacaklarına
yerleştirdiği vakit önemini yitirmişti. Saygı duyduğum bu adamın, benden alçak bir seviyede gözlerime
bakıyor oluşu öyle vurucu, sarsıcı biri dehşetti ki, kanepeden destek alarak kendimi geriye çekmiş, aralık
dudaklarımdan dökülen her sert nefesle beraber, gittikçe zemine açılan bir mezara gömülüyor gibi
hissetmiştim.

"Hiç mi korkmadın, Jeongguk?" Ellerinde, bir sinir hastasının kriz esnasında kontrol edemediği, insana
kendi vücudu sarsılıyormuş kadar tökezlemez bayağılıkla yansıyan bir titreme baş göstermişti. Kanepe ve
yerdeki bedeni arasında bıraktığı mesafe az olduğundan, cesaret edip de karşısına geçemiyor,
bükülemiyordum. Onun gibi kaçınan, günahtan muhafaza olmak arzusuyla, tüm hayatını tek bir
devrilmez direk etrafına, ip gibi dolayan, dine olan sahiplenici ve koruyucu tavrıyla yanlıştan, yasaktan
kaçınan, doğruyu, sevabı aşılayan bir adam için, öz oğlunun böylesine elem vaat edilen günaha bulaşması,
babam için bir felâket, aynı zamanda merak uyandıran bir olaydı. Nasıl yapabilirdim? Nasıl?... Zihnimde
çoğalan, hiç eskimeyen bir soruydu şimdi babamın aklını kurcalayan. Bir organdan diğerine, hızını
alamadan nükseden, çirkin bir kanser hücresi gibiydi.

"Demek bundandı... Gaflete düşüp de, kendimden bildiğim kötü, sonu gelmez varsayımlarımın hepsi,
hakikatti meğer. Bir yol çizeceğine, bu yolun ardında, inancı ve tek değeri olan dinini özü belleyerek,
yüzlerce, binlerce insanı peşinden götürecek sandığım oğlum, meğer çoktan bir sapkın olmuş,"
Gözlerinde, bir süredir dinleniyor olan ruhsal parçalanış, şimdi baştan çıkarılmış ilk insandan izler
taşırcasına, hırslı ve öfkeli alevler arasında yeniden doğuyor, ucu kopmuş merhametinin mezarı üzerinde
ilerliyordu. Üstüme üstüme...

"Sen, beni bir düzenbaz, bir hilekâr ve bir kâfir olarak yaratmadığından, yüklü bir şükür niyetine, Tanrıma
adadığım, öğretileriyle yetiştirdiğim, insanlara gururla, övünerek bahsettiğim biricik oğlumdun.
Varisimdin. Dayanağım, etimden bir parçam, yoldaşımdın. Şeytan, hangi anında gücüne iliştirdi zehirli
okunu, hangi zayıf anında itekledi seni günaha? Baştan çıkarıldın, değil mi? Açlığına yenik düştün.
Toyluğun sana, dar, demirden bir tabut içerisine hapsedilmişsin kadar nefes aldırmaz oldu. Hatta, öyle
değersiz hissettiren bir yoksunluktu ki seninkisi, şehvetini, bir adamla birlikte dirilttin,"

Aniden, öfkeyle ayağa kalktığında, ağlayışlarım arasında sıçramış, korku dolu bakışlarımı babamın
gözlerine yerleştirmiştim. Gergin, gittikçe daha da genişleyen, gözümde bir boyanın, mendil üzerine
dağılışı gibi boyut kazanan babam, sert nefesleri arasında, tüylerimi ürpertecek bir nefretle, "Utanmaz!"
diye bağırmasının ardından yüzüme doğru eğilmişti. Hafiften ıslanmış kirpikleri, kendi aralarında sınıflara
ayrılarak yapışmış, daha kalın bir kıl parçası gibi görünüm yaratmışlardı. Göz damarları, arı öfkeyle
yoğunlaşan koyu bir kırmızıya bulanmıştı. Hiçbir zaman, bu yaşlı adamın bakışlarında, kendime yönelik
bir alçaklık, haysiyetsizlik, gözü kör edecek kadar yakıcı bir nefret görebileceğimi düşünmemiştim. Yanılgı
içerisindeydim. Ne yapacağını bilemez hâlde, mahcubiyet ve utancın yanında; hesap dâhi sormaya
kalkışamadığım hadsiz bir gururla birlikte kaynıyordum. Babam, hazırlıksız bir anımda yakalarımdan
kavradığında, irkilerek sırtımı geriye kaçırmış, ancak güçlü çekişi sayesinde, tekrar onunla yüz yüze
gelmiştim. Yaşını aldıkça incelen yüz derisi seğiriyor, burun delikleri aldığı her sert nefesle beraber
genişleyip, daralıyordu.

"Buna kimin sebep olduğunu, kimin seni, tatlı bir düşüş olacakmış gibi gözlerini karartıp, kendi indiği
çukura çektiğini biliyorum. Ancak sen de bil ki, Jeongguk, ben, bu dünya üzerinde solumaya, Tanrı'nın
mutlak ve tek gerçeğini, insanlara dağıtmaya devam ettikçe, benim oğlum aynı günaha bir defa daha,
mümkün değil bulaşmayacak. Seni sakınacak, gerekirse bir kez daha büyüteceğim. Müsaade yok... Yüce,
kudretli İsa Mesih karşısında küçük düşürmeyeceksin kendini. Ben, bundan emin olana, arındığına ve
pişman olduğuna inanana, sözüne tekrar itimat edene dek, senin tek meskenin bu dört duvar olacak,"

Babam, yakamdan ellerini çekeceği vakit, avına pençelerini geçiren bir yırtıcı edâsıyla parmaklarımı etine
sabitlemiş, yaşlı gözlerle, merhamet dilenir gibi yüzüne bakmıştım. Onu kelimelerimle deşmek, daima
sahip olmamı istediği vurucu bir ses ve kendimi temize çıkaracak kadar coşku dolu cümlelerimle
afallatmak istiyordum. Şefkati ve affediciliği bol Tanrımın karşısında, kendisini bir acımasızlık kalıbı
içerisinde yeniden şekillendiriyor oluşuna öfkelenmek, günahkârlara dâhi kucak açan İsa Mesih'e rağmen,
beni ufak bir oğlan gibi azarlayışına ve küçümseyişine hitaben ayaklanmak, gürlemek istiyordum. Olmadı.
Kısık, oldukça mahcup ve bitkin bir sesle ulaştım babama.

"Ne olursunuz yapmayın, güneş görmeden nasıl yaşarım? Beni böyle mi dize getirecek, yola sokacaksınız?
Evcilleşmesi için zincirlere vurulan bir hayvan misâli, odama hapsederek mi? Çok acımasızca...
Kalkışmayın buna, yalvarırım... Manastırdan, aslımdan uzak mı tutacaksınız? Yok, hayır... Yapmayın, beni
böyle kötü bir duruma düşürmeyin,"

Nihayet ellerini benden çekebildiğinde, bileklerimi bir çöpü sokak köşesine atar gibi savurmuştu.
Hıçkırıklar eşliğinde kurduğum tüm cümleyi algılamış, sessizce yüzüme bakıyorken, öfkesi, dilini esiri
altına almasın diye başlattığı içsel savaşı sürdürmüştü. Çok geçmeden, bir kez daha üzerime doğru eğildi.
Zayıf çenesini kastıkça kastı, sersemleten bakışlarının odağı hâline getirdiği çehrem, hırsına yenik düşmüş
bir avucun içerisinde büzüştürülmüş, kemikli parmaklar vasıtasıyla ezilmişti sanki. Yargı olmaksızın infâz
edilecek bir masumun çaresizliğiyle bakıyordum karşımdaki yüze. Ulaşamıyor da olsam,
dindiremiyordum kendimi.

"Günün birinde ayaklarıma, müteşekkir olduğunu sayıklayarak kapanacaksın. Görüyor ve biliyorum, eğer
ben sana uzanmaz, seni ayağa kaldırmazsam, sen yıkıldığın o düzlükle bir olacak, bir yılanın toprağa
gömülüşü gibi, ağır ağır yerin dibine doğru çekileceksin. İznim yok, razı gelmiyorum. Odana çekil.
Muhabbetin bana değil, kendine olsun. Bir yerlere saklamışsın aslını, benliğini, özünü... Oradan
çıkabilmen, bu evin kapısından dışarı atacağın ilk adıma kavuşman mânâsına gelir."
Bir azabın başlangıcıydı bu sözler. Babam, o kapıyı ardından kapatıp da dışarı çıktığında, artık zamanın
asıl kalleşliğini, acımasızlığını görme vaktiydi. O gün, bedenimi bir hiçmiş gibi yerlerde sürükleyerek
ağlamış, artık göz yaşlarımı tüketecek kıvama geldiğimde ise, boş hıçkırıklar eşliğinde sarsılıp durmuştum.
Küçük kıyametime açılacak sandığım bu yasak yol, yalnızca bir devrilmeyi varlığıma yeterli görmemiş,
binbir türlü eziyetin ortasına fırlatmıştı beni. Küçüle küçüle bağırdığım Tanrım, beni işitiyor olmasına
karşın, acıyarak ve öfke duyarak bakıyordu rezil bedenime. Ah, nasıl derdim ki hak etmediğimi? Hâlâ,
utanmadan onu düşünüyor, hayaliyle kasvetli bir gök yaratıyordum koyu perdelerin üzerine.
Güçsüzlüğümü akıttığım, yıllarca birçok insanın, iblisleriyle bizzat olan çekişmelerine şahitlik etmiş
manastır duvarlarını tasvir ediyordum. Köşede o duruyordu. Gerçekmiş gibi git gide boyut kazanan silueti,
gözlerimin içine içine bakıyorken, her şey ne de mümkündü.

İki günün ardından, diğerlerine nazaran daha bir kasvetli uyanmıştı sabah. Evet, durum böylesine
vahimdi. Gündüzün uyanışı ve gecenin uyanışı olarak atlıyordum zamanı. Benim bedenim, ihtiyacı olduğu
bu dingin, bir süreliğine dünyadan elini ayağını çekmeni sağlayacak kısa süreli yok oluşun tadından uzaktı.
Uzakta bırakılmıştı. Esir gibi hissediyordum. Örümcek ağlarıyla çevrelenmiş, ölü bedenlerin çürümeye
bırakıldığı boş bir mağara içerisinde, yaşamaya mecbur bırakılmıştım sanki. Bitap düşmüştüm. İnsani
ihtiyaçlarımın çoğundan soyutlanmıştım. Git gide bir kurbana dönüşüyor, kafamda, besin almayışlarına
rağmen, eski zamanlardan da diri olan fısırtılarımı dinliyordum. Dingin, umursamaz bir dinleyişti bu. Karşı
çıkmıyor, söz söyleme ihtiyacı hissetmiyordum. Tepiniyorlar, bir tepki için çığlık çığlığa bağırıyorlar,
suskunkuğum onlara doğrultulmuş bir silahmış gibi, sessiz kaldığım her an dizleri üzerine çöküp, titrer
hâlde af dileniyorlardı.

Öğle vakitleriydi. Alıkonulduğunu kabullenmiş, hücresinde kiri ve pasıyla dizlerine sarılmış yaşlı bir adam
gibi, yatağım üzerinde oturuyordum. Sessizlik, bu iki gün içerisinde öyle yoğun ve baskıcıydı ki, sağımda,
bir süredir pencerenin dışından gelen tıkırtıları duyamamıştım. En son, şiddeti arttıran bir el, cam üzerine
sertçe baskı yaptığında, işitme duyusunu yeni kazanmış bir bebek gibi sıçramıştım yerimden. Ancak öyle
bir coşkuyla, öyle bir hasretle uzanmıştım ki perdeye, bir kumaş parçasını aralıyor olmak, belki de ömrüm
boyu yalnızca o an, Cennet'ten bir kapıyı aralamak kadar doyurucu, heyecan verici gelmişti parmaklarıma.
Yegâne, biricik arzumdu hasret duyduğum çehresini görmek. Ulaşamamış, ellerim boş kalacak
düşüncesiyle, bir yokuşun tepesinden bırakacak gibi olmuştum kendimi. Yine de, onun hayatından bir
parçayla karşı karşıya olmak, saatlerdir yalnızlığıyla sınanmış genç bir adam için, değeri paha biçilemez
bir hediyeydi. Şimdi, telaşla camı açıyor, bir yandan da Jimin'in gözlerine bakıyorken, ufacık bir ihtimale
tutunarak, bakışlarında, günahkâra dair bir iz arıyordum. Belki dün gecesine şahitti... Öyleyse bana dün
gecesini vermeliydi bu gözler. Vermeliydi... Bu öyle bir muhtaçlıktı ki, tarifini dayandırabileceğim güçlü
bir cümle yaratamıyordum.

Pencereyi açtığım gibi demirliklere yapışmış, durgunluğu daim olur sandığım yüzüm, çaresizlikle
titriyorken, yerimde doğrulmuştum.

"Vaktimiz yok, öyle değil mi? Çok kısıtlı... Çok az. Jeongguk, ne de kötü görünüyorsun." Jimin, aceleci
tavırlarla uzanmış, bir elini parmaklarımın üzerine örtmüştü. Gözleri gözlerimin içerisindeyken,
kontrolünü kaybetmiş bir hasta gibi, diğer elimi, onun eli üzerine koymuş, parmaklarını avuç içlerime
hapsetmiştim. Bakışlarındaki acıma hissi, birkaç saniye içerisinde gururuma boyun eğdirmiş, beni, insanı
yüceltecek erdemlerinden yoksun kalan bir adam gibi yerle bir etmişti. Gözümde değildi. Tüm varlığım,
tek bir anın hizmetkârıydı.

"Bana ondan haber getirdin, öyle değil mi? Nerede? Bir şey gelmedi ya başına," Jimin, bir süreliğine
gözlerini gözlerimden kaçırsa da, zaman kısıtlı olduğundan, bu birkaç saniyesi bile yıldıran kovalamacaya
son verdi. Elini, ellerimin arasından çekiyorken, bedenini biraz daha pencere önüne yaslamış, sesini
azaltmıştı.

"Peder, Taehyung'un kasaba çıkışındaki tahtadan evini ateşe verdi. Bir kül yığınından ibaret artık. Ancak,
lütfen beni yanlış anlama. Mazur gör, bu bilgilendirme, sen üzül ya da telaş içerisinde kendini ye bitir
diye değil. Haberdâr ol istediğimden. Korkma, hayır. Jeongguk... Lütfen korkma. Taehyung şehirde,
annesinin yanında. Ne planlıyor, aklında ne var bilmiyorum. Yalnızca..." Başını önüne eğmiş, elini,
kabanının cebine atmıştı. Kısa parmakları arasında yükselttiği bir mektup zarfını, dokusu değişmiş
bakışları gözlerimde turluyorken uzattı bana. Az önce duyduklarımın, saniyeler içerisinde başımın üzerine
devirdiği tüm dünya, avuçlarım arasında duran zarfla beraber baştan yaratılmıştı. Derin derin
nefesleniyor, bir Jimin'e, bir kâğıt parçasına bakıyordum.

"Bu, Taehyung'un dün gece, yol kenarında, arabanın ön camından destek alarak doldurduğu bir yaprak.
Bir mektup. Sana ulaştırmamı istedi. Şimdiyi uygun gördüm. Babanın gelmesi yakındır. Zamanı dikkatli
kullanmalıyız, hatta belki de gitmem gerekiyordur. Yakalanmak ve bir diğer felâketinizin sebebi olmak
istemem," Arkasını dönecek gibi olduğunda, sanki aniden adımları önüne, derinliği boyunu aşacak kadar
yoğun bir okyanus serilmişti. Duraksadı, bir kez daha yüzüme bakmasının ardından, fısıltıyla devam etti.

"Gözlerin, dün gece şahit olduğum bakışların aynası sanki. Bir gün öncesini yansıtıyorsun. Taehyung'un
koyu gözlerinde şahlanmış, sesleri kesilmeyen bir savaşın, galibiyet elde eden ülkesi gibi bakıyorsun
aynı," Parmaklarım arasında, git gide bir yüke dönüşen bu hafif kâğıt, Jimin bakışlarını benden çektiği
anda feraha kavuşmuştu. Sırtını dönüp, etrafı kolaçan ede ede yolunu bulan genç adam sonrası, hızlıca
mektubu yükselttim göz hizama dek. Bununla da kalmamıştım, bir ağacın ölüm feryâdı sayılan bu kâğıdı
dudaklarıma götürmüş, defalarca öpmüş, koklamıştım. Yetinemiyordum, katlarını açıp da satırları
okuyacak cesareti bulamıyordum kendimde. Titrek ellerimle, mektubu göğsüme bastırıyor, günahkârın
sıcak bedenine sığınıyormuşum gibi, küçücük bir yapraktan medet umuyordum. Akıp giden bir su
yığınının önüne çıkmış duvarı anımsatan zaman, tekrar yolunu bulmuştu.

Ayağa kalkmıştım, katlı sayfayı yavaşça açmış, gözlerimi üstünkörü satırlarda dolandırmıştım. İçli bir
nefes çektim ciğerlerime, dizlerim gücünü yitirecek gibi olduysa da, henüz okumaya başladığım mektup,
iki gündür tenime değmeyen başına buyruk rüzgârı saçlarıma yerleştirmiş, sabaha karşı, meyve
ağaçlarına ışığını serpiştiren güneşin sıcaklığını, ensemden sırtım boyu akıtmıştı.

"Parmaklarım titriyor. Aceleciyim, birkaç dakika içerisinde, içimde çoğalarak ve çoğaldıkça aşağılanarak,
gurur ve burukluk dolu bir cellatı, henüz yeni tuttuğu kesici alete olan çekingenliğini takınarak
dökebilmeliyim içimi. Küçüğüm, Jeongguk... Parmaklarımın titrediğinden haberdârsın, öyle değil mi? Evet,
evet. Ne de gereksiz cümlelerle harcıyorum zamanı. Bir pamuk tarlasını anımsatan beyaz tenini, herkesin
ulaşmak için can attığı görkemli bir atın, altın değerindeki kuyruğu ve o kuyruğun hoyrat tutamları gibi,
rüzgâra baş kaldıran koyu saçlarını... Jeongguk. İçim de titriyor. Dokunmak için, sana, sana... Değmek için
yumuşak cildine, deli oluyorum. Korkma, bu satırlarda koşturuyorsa eğer gözlerin, bu gecenin sabahında
gelecek, seni alacağım. Bir aksilik yaşanmadığı müddetçe, saatler sonra özgür kalacaksın. Saygıdeğer
peder, tahtadan evimi ateşe vermiş. Duydum, haberdârım. Ne üzgün, ne de kızgınım. Tanrın şahidim
olsun, tek öfkem, o ateşler içerisinde, özenle sakladığım, kopacağı korkusuyla parmaklarımın arasına
iliştirmeye cesaret edemediğim, incecik bir saç telinin benden alınmasınadır. Yolları eze eze koşup,
şehvetime duyduğun istekle kapıma dayandığın gece, yastığıma düşürmüşsün. Bana ilk hediyen,
tebessümün sanıyordun. Değil. Bana, haberin olmadan verdiğin ilk hediye, başını koyduğun, ısıttığın ve
beni, baştan aşağı mest eden kokunu bıraktığın yastığa düşen, o ince saç telindi. Nasıl büyük bir çaresizlik
içerisindeydim ki, avuçlarım arasında, gözle görülmesi dâhi zorken, uzanıp dudaklarımla sevmeye,
öpmeye kalkıştım onu. Jeongguk, sana zarar gelmesin. Günahkârın, parmak uçlarından öpüyor.
Geleceğim. Yine, Tanrın şahidim olsun, beni, sana gelmekten alıkoyabilecek hiçbir güç yoktur."

Bitmiyordu. Bu birkaç satırın sonu gelmiyordu. Her okuyuşumda, yeni cümleler beliriyor, eskilerin izi
siliniyordu yerleştikleri yerden. Arsız ruhum, ona duyduğum özlemin altında can havliyle çırpınıyorken,
ben nefes nefese kâğıdı seviyor, öpüyor, göğsüme bastırıyordum. Heyecan içerisinde dizlerim üzerine
çökmüş, bir kez daha kelimeleri okşaya okşaya cümlelerde geziniyorken, fısıldamıştım kendi kendime.

"Küçüğünüz de, izin verirseniz eğer, dudaklarınızdan... Dudaklarınızdan öpüyor," Pürüzlü sesim, iç
çekişlerim arasında kaynayıp yok olmuştu. Neredeyse sürünür bir vaziyette yatağıma ulaştım. Başımı
camdan tarafa çevirmiş, babam eve gelene dek bir kâğıt parçasına, gerçek bir insan bedenine dokunur
gibi sarılmış, onunla hasret gidermiştim. Zaman, geçsin diye beklendiğinin farkına vardığında, tanıklık
edilebilecek en zalim varlığa evriliyordu. Şimdi, gündüzün uyanması beklentisiyle geceyi savuruyor,
reddediyorken, saatler günler, günler aylara bedel olacak hâle gelmişti. Gözüme bir damla olsun
uğramayan uykum, gelmemekle kalmıyor, bir de acı çektirir gibi gözlerim önüne daire şeklinde buğular
yaratıyordu. Seyrettiğim kâğıt parçasında, ne zaman bir kelime silikleşecek olsa, öfkeyle parmaklarımı
göz kapaklarıma iliştiriyor, canımı yakacak bir baskıyla ovuşturuyordum tenimi. Tüm dünya, parmaklarım
arasındaki bu ufak parça etrafında dönmeliydi şimdi.

Gün yavaştan ağırmaya başladığı vakitlerde, beni bir heyecan dalgası sarıp sarmaladı. Babam, erken
saatlerde evden çıkıp da yoluna gittiğinde, tüm canlılığıyla araladığım gözlerimi pencereye odakladım.
Görsel duyularım, bakmaktan zevk aldığı bir canlı için paraladığım kendime, haksızlık ediyorsun
diyemiyorlardı. Zor, meşakkatli birkaç gün üzerine, tek muhtaç olduğum, günahkârın sıcacık bir bakışıydı.
Bir değse gözlerime, bir ulaşsa.. Biliyordum, o an, içimdeki ses bağıra bağıra yükselecek, gururla,
utanmadan kulağıma eğilecekti. İki gün, iki yıl da olsa, kavuşacağın Taehyung iken, eziyetlerin hepsi,
yürünmesi zorunlu kılınan birer yoldan ibaret gelecekti sana.

Kendi içimin coşkusu, dalıp gittiğim pencere önünde doğan hareketlenmeyle durulmuştu. Tıpkı benim
gibi. Günahkâr, elleri kabanının cebinde, gözleri tedirginlikten bihaber, yalnızca ve tüm dikkatiyle, onun
çehresini kana kana içen bakışlarımdayken, adımlarını hızlandırdı. Henüz bahçe kapısına ulaşmıştı ki, bir
hışımla pencereye atılmış, araladığım camın ardından, bana ulaşmasını beklemiştim. Saniyeler ya sürmüş,
ya sürmemişti. Demirliklerin arasından uzattığım ellerimi hiç düşünmeden kavramış, derin ve sık soluklar
eşliğinde parmaklarımızı kenetlemişti.
"İyisiniz, iyisiniz... Tanrı'ya şükürler olsun, capcanlı ve tazesiniz. Kızmadınız bana, öyle değil mi?
Sinirlendiyseniz de, ses çıkarmaya hakkım yok. Nelere sebebiyet verdim..." Taehyung, alnını demirliklere
yaslamış, boşta duran bir elini, yüzüme doğru uzatmıştı. Tenime değen parmaklarıyla beraber, başımı
hafifçe onun olduğu tarafa yasladım. İnce ince dokunuyor, onun gibi etten kemikten değilmişim, narin, el
yapımı bir heykelmişim gibi özenle seviyordu tenimi.

"Jeongguk... Parmağını getir dudaklarıma," Ellerini aceleyle geri çektiğinde, yüzümde buruk bir
tebessümle dediğini gerçekleştirdim. Dudakları, işaret parmağımın ucunda, saniyeler süren bir baskı
yaratmış, bu baskı, başladığı noktadan itibaren kitleler hâlinde tüm bedenime, taşıması gurur veren bir
yükle binmişti. Alamıyordum gözlerimi yüzünden, bakışları, hâlâ yumuşak etimi kısa süreli öpücüklerle
diriltiyorken, yavaşça irislerime ulaşan koyu hârelerine bulandım. Hatırı sayılır bir süre boyunca, aynı oda
içerisinde, iki farklı kutba hükmedebilen bir gücü kırmış, birbirimizi seyretmiştik. Fakat vakit dardı.
Taehyung, iki baş parmağıyla birden avuçlarımı okşuyordu. Biraz daha yaklaştı yüzüme doğru.

"Vakit kısa..." Derin bir nefes almış, bakışları dudaklarımı bulduğunda, saniyeler içerisinde yeniden
gözlerime koşuşturmuştu. "Şimdi kapı önüne gidecek, kilidi kıracak, sana ulaşacağım. Artık bu kasaba,
içinde kahrolarak, bir yandan da tutuşarak savrulduğun günahını, ne sana, ne bana... Hiçbir köşede
yaşatmaz, Jeongguk." Gözleri git gide bulanıyor, mânâ yükleyemediğim bir güçsüzlükle titriyordu. Alnını,
alnıma yaslayabilirmiş gibi, bir kez daha demirlere dayadığında, derinleşen sesiyle devam etti. "Bu
kasabaya sırt çevirmek, özün sandığın kişiliğinle, birikmiş anılarınla, dininle, babanla, bir sığınak
bellediğin, düzenine ayak uydurup, koyulmuş kurallarını kutsal saydığın manastıra ters düşmek gibi
gelecek. Sana bu ikilemi yaşatıyor olmak, bu istekle karşına dikilmek, hiç haz etmediğim bencil yanımı
dürtüyor, ayaklandırıyormuşum gibi hissettiriyor. Zor... Müdahale edemediğimiz gerçekler boğucu,
durduramadığımız insanlar, kötüleşen şartlar... İzliyorsun. Olmasa keşke diyorsun, ama oluyor."

Yorgun başı, hafifçe doğrulur gibi olmuş, ardından tekrar demirlere yaslanmıştı. "Ya yarat, ya yok et. Ya o
kapıyı açtığımda, karşımda dikil, uzan bana, sana tutunabilmem için uzan, ya da... Teslim et beni babana.
Çünkü içimde, sana karşı olmayan bir şehvetin dirilişine, en önce ben düşman kesilirim. Ruhumda, artık
hangi kısımda olduğunun ayrımını yapamadığım tutsaklığım, hatırlıyorsundur, Tanrı'nın ilk emri... İşte, bu
tutsaklığım... Jeongguk, karşısında dikilemeyeceğim, dur diyemeyeceğim kadar ele geçirdi beni."

Az önce, tüm varlığımın yaratıldığı ilk andaki ürpertiyi, parçaların bir oluşundaki mucizeyi, aklı ve iradesi
olan bir canlıya evrildiğim zamanı, kurduğu cümlelerle tekrar yaşatan o değilmiş gibi, zırh niyetine
yüzüne geçirdiği ciddiyetini takınmış, yüzüme bakmadan kapıya ilerlemişti. Bir ikilem... Öyle bir ikilemdi
ki, bu zamana dek işitmediğim yeni seslere yaratıcı olmuş, zihnimi iki değil, defalarca parçalara bölmüş,
ancak hepsinin arasından, yine dönmüş, dolaşmış, ona takılmıştı. İtici güçler, çekici güçler, zıt kutuplar...
Aklım baştan yaratılmıştı, diyordum ya. Sağır ve dilsizdim. Gözlerime söz işlemezdi. Kuvvetli titreyişim,
verdiğim kararın yankılar hâlinde, vücudumun her yanına yayılışını fırsat bilmiş, daha da alevlenmişti.
İnatla yürüyor, bu zamana dek izni haricinde odasına adım atmadığım babamın, kesin kurallarından bir
tanesini daha çiğniyordum. Ulaşacak olduğuma duyduğum hasret, gözümün önünde beliren babamın
sûretine sırt çevirdi. Görmeyecek, işin vicdanî boyutuna takılıp da, bu eziyeti uzatmayacaktım.

Yatak odası, sadeliğe düşkün olan babam için, olabildiğince ağız tadına lâyıktı. Bir yatak, bir dolap ve bir
şifonyer. Günahkâr, hâlâ duyabildiğim kadarıyla kapı kilidini irdeliyorken, telaşlı adımlarla tüm
çekmeceleri, dolap içerisindeki rafları, küçük bölmeleri kontrol etmiştim. Yoktu, Hediyeme
ulaşamıyordum. Öfke içerisinde, bir defa daha baştan sona gözden geçirdiğim hiçbir yer, bana ikinci
seferin hatırına da bir şey vermemişti. Vazgeçmek, Taehyung'un bir dahaki el işlemesine dek, ilk
armağanımdan belki de sonsuza dek kopmak durumundaydım. Ancak sandığım gibi olmadı, kırgınlık
içerisinde etrafa bakınıyorken, babamın yatak başlığı ucunda, ince ince sallanan kolyeyi görmemle,
kaybolmuş yaşam tutkuma kavuşmam saniyelerimi almıştı. Dudaklarımda iri bir tebessüm... Hediyemi,
vakit kaybetmeden boynuma geçirmiş, ucundaki özenle, incelikle oyulmuş odunu okşaya okşaya kapıya
ulaşmıştım. Tesadüf o ya, ne zaman ki heyecanlı bir bekleyişin kucağına düştüğümü sanarak duvara
sırtımı dayamıştım, o esnada aralanan kapıdan günahkâr görünmüş, bedeni tam anlamıyla engellerden
sıyrıldığındaysa, koşar adım yanıma gelmişti.

Kollarıyla hızlıca belimi kavramış, yüzünü boyun girintime yerleştirmişti. Ağır solukları, saçlarımı
itekleyerek tenime ulaştırdığı burnu, sırtıma doğru yükselen zarif parmakları... Bir yasak, bir illet, bir zaaf,
bir günah... Bu zamana kadar, ona sarf ettiğim onlarca cümle, yargılarımla kesin hüküm sürdüğüm
onlarca tanım, bir toz bulutunun ağır ağır dağılışı gibi silinip gitmişti zihnimden. Boynuna, sımsıkı,
ihtiyaçla kenetlediğim ellerimi çözüyorken, dudaklarımı usulca yanağına sürtmüş, tenindeki sert,
cildimde pürüz yaratan sakal köklerini hissetmemle, bir öpücüğü uzunca, dokunduğum yere bırakmam
bir olmuştu. Taehyung'un gözleri, gözlerimi bulmuş, ardından, ayrıntıları ustalıkla seçen bakışları,
göğsümdeki kolyeye inmişti. Belli belirsiz, ufacık bir tebessümle karşılık verdi. Birbirimizi seyrediyorduk,
aradaki bağ gittikçe uyuşturan bir etki yaratıyorken, aheste aheste parmaklarımızı kenetlemişti. Aniden
içine atıldığın derin bir denizde, batıyormuşsun gibi hissettiren gözleri, gözlerimi hasretle sarmalıyordu
şimdi.

Hiçbir şey söylemedi. Beni ardından yürütmüş, kapı önünde duran arabaya binene dek, ellerimi
bırakmamıştı. Her an, her sahne yavaşlatılmış, tatsız bir burukluk duygusuyla oynuyordu gözlerim
önünde. Çocukluğumda, evimizin, şimdi önümde, durgun bir rüzgâr eşliğinde yalnızlığa mahkûm edilen
bahçesinde oynadığım oyunları hatırlıyordum. Babamın, kapı eşiğinden geçip, o zamanlar çok daha
heybetli bulduğum bedeniyle, göğsünü gere gere içeri girmemi emrettiği sahneleri hatırlıyordum. Ne de
kalabalık bir öyküydü aklımda tekerrür eden. Yirmi iki yıl, Jeongguk. Bir adam uğruna yok saydığın,
gözünde bir hiç olan, ömrün. Yirmi iki yılın. Veda vakti.
20.bölüm
"Tanrı sevecen ve lütfedendir, tez öfkelenmez, sevgisi engindir. Sürekli suçlamaz, öfkesini sonsuza dek
sürdürmez. Bize günahlarımıza göre davranmaz, suçlarımızın karşılığını vermez. Çünkü gökler
yeryüzünden ne kadar yüksekse, kendisinden korkanlara karşı sevgisi de o kadar büyüktür. Doğu batıdan
ne kadar uzaksa, o kadar uzaklaştırdı bizden isyanlarımızı. Bir baba çocuklarına nasıl sevecen davranırsa,
Tanrı da kendisinden korkanlara öyle sevecen davranır. Çünkü mayamızı bilir, toprak olduğumuzu
anımsar."

Mezmurlar, 103: 8-14

20.BÖLÜM

-ZİYARET-

Bir anıya, yaşanmışlığa sırt çevirmek, olay her ne kadar dokunaklı ya da hoş duygular yaratmıyor da olsa,
insan için büyük bir hezimete neden oluyordu. Hayatının, belki bir günü, belki bir dakikası, belki de
yalnızca yirmi saniyesi... Süre, göze ne kadar kısa gelirse gelsin; zaman, geçmiş ve gelecek gibi müdahale
edilemeyecek kavramlar söz konusuyken, ufacık bir saniyenin kaybı bile, insan gözünde değere binmek
zorundaydı. Aklının içerisinden koparıp atmak, üzerine basıp geçmek istediğin hiçbir anı için sonuca
ulaşamıyordun. Bir daha yaşayamayacağın konuma geliyor dâhi olsan, mümkün değil tam anlamıyla
koparıp atamıyordun. Bir hazine avcısı gibi, aklının toprağını eşeleyip de aramaya kalksan bile, tam
anlamıyla sindiği kısmı seçemiyordun. Zihninin silik bir köşesine yerleşiyordu. Hareket bile etmeye
kalkmazdı. Aşağılanmış, hor görülmüş kısır bir kadın gibiydi. Sana istediğini veremeyeceğinin
bilincindeyken, oradan ayaklanıp da karşına dikilmek cesaretini bulamıyordu.

Kasaba içerisinden çıkalı yaklaşık on dakika oluyordu. Etraf sessizdi. Arabanın hasarlı motoru gürültüyle
çalışıyor, iki yönü de ağaçlık alanla kaplı olan yolun çevresindeki tüm hışırtıları bastırıyordu. Doğa
uyanıktı. Artık git gide çıplaklaşan dallara bakıyorken, ara ara serçelerin, küçük zıplayışlarla birbirleri
peşinde koşuşturduğunu görüyordum. Başım cama yaslıydı. Bir tümseğe takılacak olsak, yerimde
kuvvetle sarsılıyor, buna rağmen önemsemiyordum. Eskimiş bir tablonun, yıllarca beslediği kibri ve
gururu örseleniyor; hiçbir sanat eseri, insan gibi yaş alıp da devrilmez diye nidâlar atıyor oluşuna karşın,
artık eski canlılığını takınıp da, üzerini talan eden gözlere ihtişamını sunamıyordu. İşte, böyle bir tablonun
bitkinliği, kabullenilmiş çaresizliği ve hüznünü taşıyordum omuzlarımda. Var olmaya yakın
zamanlarındaki cilveli renklerine ulaşamıyordu artık. Sahibinin, üzerine doğru olan her fırça darbesiyle,
bedenini kullanan zarif, bir o kadar da işveli sanat kadınları gibi göğüs kabarttığı zamanlar, artık geride
kalmıştı. Başka bir tutkunun peşine düşüyordu o da, sahibine duyulan herhangi bir hayranlığı üstlenmiş,
hayatı başka bir insanın yolunu, eserlerini, hatta ve hatta mimiklerini seyretmekle geçmiş bir diğer
adamın, sırf onu yaratan parmaklara olan düşkünlüğünden, kendisine bir el uzatmasını bekliyordu. Ne de
acınası bir arzuydu, güzelliğine olan inancı kırıldığından, özüne duyduğu güveni de, ressamına istediğini
veremediğinde parçalara ayrılan bir tuvâl gibi yerlere savrulmuştu.
Ağaçların seyrekleştiği, düzlük alanların çoğaldığı bir yere ulaşmıştık o sırada. Taehyung, arabayı
beklemediğim bir anda durdurmuş, camdan kaldırdığım başımla beraber bana dönmüştü. Bir süre
gözlerime baktı, bir şey söyleyeceğini sanıyor da olsam, saniyeler içerisinde, onun olduğu taraftaki cama
tıklayan bir insanın varlığıyla korkuyla geriye sıçramıştım. O esnada beni telkin etmek adına, ellerime
uzanacak da olsa, o kişinin Jimin olduğunu görmemle, endişem tüm harıyla birlikte havaya dağılmıştı.
Yine de merak doluydum. Ne için, ne zamandır burada bekliyordu? Bakışlarım günahkârı buldu. Sessiz
kaldı. Bir şey söylemeden araba kapısını aralamış, eliyle ittirerek kapattıktan sonra, karşısındaki genç
adamla gergin bir sohbet içerisine girmişti. Arabadan biraz uzaklaştıklarından, artık yalnızca alt
bedenlerini değil, yüzlerini de görebiliyordum. Bakışlarım, bir insanın ellerindeki yapmak ve yapmamak
adlı iki çatışmayı yaşatır gibi tedirgindi. Bakıyor, sonrasında bunu kaba bulduğumdan önüme
dönüyordum. Ancak bu, bir nebze de olsa içimi rahatlatmak için kesintiye uğrattığım bir görüntüydü.
Şahit olabileceğim çoğu an, gözlerim önündeydi.

Jimin, elini oldukça ağır görünen kabanının cebine atmış, koyu renkte bir zarf çıkarmıştı. İçinde olanı,
zarfın kalınlığına bakınca fark etmemek mümkün değildi. Benim tahminlerim bir yana, Taehyung eline
aldığı kâğıt parçasının ağız kısmını aralayıp, içerisindeki deste deste olan nakit paraları hızlıca kontrol
ettiğinde, varsayımımın doğru olduğuna bizzat şahit olmuştum. Elindekileri zarfa geri yerleştirdi, aceleci
hareketlerle kabanının cebine uzandı. Sonrası ise, yolculuğumun en eziyet yüklü anıydı. İkisinin de
kıpırdasın diye istekle baktığım dudakları durgundu. Ses etmeden birbirlerine baktılar. Günahkârın yüz
ifadesi ne kadar düz ise, Jimin'inkiler bir o kadar karmaşıktı. Tam anlamıyla tepkilerini, kıpırdayan
çehresindeki çizgileri göremiyor da olsam, bir burukluğun orta yerinden can havliyle uzanıp, tüm
coşkusuyla Taehyung'a yansıdığının farkındaydım. İki yanında duran elleri, usulca karşısındaki adama
uzandı. Boyu daha kısa olduğundan, ayak uçları üzerinde durması gerekmişti. Ellerini, özenle günahkârın
boynuna sarmalamış, başını, yüzü bana dönük olacak şekilde omzuna yerleştirmişti. Yine de görüş
açısında değildim. Taştan zemini izliyordu. Aniden, arabanın arka camı komple parçalanmış, kışın
ortasında tutsak kalmışız gibi bir soğuk sırtıma süzülmüş, tüm bedenimi kısa bir titreme dalgasıyla
yoklamıştı. Önüme döndüm. Belli ki, yaşanan tek veda bana ait değildi.

Günahkâr, arabaya bindikten sonra, bir daha o yöne bakmadı. Kaşları hafiften çatılmış, kuru dudakları,
nemden bağımsız olarak biraz daha gerilmişti. Zaman harcamaya niyeti yoktu. Yeniden, motor gürültüyle
çalıştığında, yarıda kestiğimiz yola aynı hızla devam etmeye başlamıştık. Bu sefer, başımı cama
yaslayamadım. Sırtım geriye düşmüştü. Dümdüz ileriye bakıyordum. Birkaç defa şehre inmiştim, ancak
ne yolunu hatırlıyordum, ne de alacağı vakti. Öyle ya, nereye gittiğimizden bile habersizdim. Peşine
düşmüş, gidebileceği her yeri, sessiz kalarak kabûl etmiştim. Bu, tarifini tam anlamıyla
gerçekleştiremediğim durgunluğun yanında, günlerdir toprağı ıslak bir mezarın içerisinde kıvranmamı
sağlayan bütün acımasız duygularım da uyanıktı. İki farklı ülkenin, tüm kara parçalarını bir etmiş, içime
sığdırmıştım sanki. Büyük bir kargaşa hakim de olsa, yeryüzü dile geliyor, 'Birsiniz, teksiniz, farksızsınız!'
diye çığlıklar içerisinde kendini savunuyordu.

Saatler sessizce akıp gidiyor ve artık etraf, git gide daha da kalabalıklaşıyorken, günahkâr, ufak
duraksayışımızdan beri yüzüme çevirmediği başını hareket ettirdi. Gözleri üzerime değdiği anda kasılmış,
yerimden hafifçe kıpırdamıştım. Bir yola, bir bana baktığından ve bu gidip gelmeleri bir döngü hâline
getirdiğinden, istediği şeyin farkına varmam kısa sürmüştü. Karşılık verdim, diri bakışlarına değdiğim
anda, belirli bir zaman aralığında önünde döndürüğü başı, bu sefer uzun süre yüzümde takılı kalmıştı.
Onun görüş alanında takılı kalmak, çehremi, tarihi bir sanat eserini incelerken ki özenle ince ince kendi
zihnine hapsedişi, kalabalığımın ortasına kendi hükmünü bir anıt misâli dikmesine sebep oluyordu. Tüm
düşüncelerim bulanıklaşıyor, bu puslu görüntünün ardında, yalnızca günahkâr kalıyordu.

"Şehirde annemin başhemşire olduğundan bahsetmiştim. Bir geceliğine, derli toplu düşünüp karar
verebilmek için orada konaklayacağız. Sabah erken saatlerde, tekrar yola çıkmamızın uygun olacağını
düşünüyorum. Babam, elbette ki ilk olarak, bizi bulmaya kalkışacaksa, annemin yanına gelecektir. Beni es
geçmek, seni babana teslim etmek isteyecektir. Buna göz yummayacağım. Her şeyi bir plana uyduracak,
gizden, sırdan arınarak, korkusuz bir hayat süreceğiz. Gerilmenin lüzûmu yok. Aklını temize çıkar.
Habersiz bir ziyaret de olmayacak hem, annem gideceğimizden haberdâr," Cümlesi, devamı gelecekken
kesilse de, sonrasında suskunluğunu tekrar bozmuştu. "Yaşanan çoğu şeyden haberdâr."

Aklıma, Choi Wook'un, bu kadına vurgun hâle geldiği andan itibaren, dinini de ailevîlikten ayıklayıp,
kendi özgür iradesiyle onunla kaçtığı düşmüştü. Bir hristiyan olduğunu bildiğim annesinin, yaşananlara
dair duyumları olduğunu öğrenmek, o an için içime bir kurt düşürdü. Böylesine çıkmaz, çalkantılı bir
durumda, insanın aklına hiç gelmemesi gereken felâket senaryoları yerleşiyor, bir de yaşanabilecekleri
ihtimaliyle, bir tehdit edâsıyla, insanın gırtlağına dayanan keskin bir bıçakmış gibi inceden göz
korkutuyorlardı. Annesinin, tüm bunları biliyor olduğu hâlde, oğluna kucak açacak oluşu, belki de bir
yanıltmadan ibaretti. Onu yanına alacak, sonrasında da iş birliği içerisinde bulunduğu eşiyle bizi gâfil
avlayacaklardı. Yok muydu imkânı? Vardı. Vardı elbet... Derin bir nefes eşliğinde, vücudumu ona doğru
çevirdim.

"Mâdem öyle söylüyorsunuz, size güvenmekten başka çarem yok. Merak ediyorum, annenizin evinden
ayrıldığımız zaman, nereye gideceğiz? Sığınabilecek bir ev bulmak kolay olmayacak. Şehir içerisinde
kaldığımız süre boyunca, birileri tarafından görülecek, ifşâ edilecek olmamız da mümkün. Ne derler, nasıl
tepki verirler, biliyorsunuzdur. Ne çok endişelerim var, öyle değil mi? Sizi de yoruyorum seslerimle,"

Taehyung, ellerinden bir tanesiyle uzanmış, yüzüme bakmadan, yerini arar gibi bacaklarımda dolanmış,
bu kısa süreli dokunuşu tüylerimi ürperttiğinden, parmaklarımı istekle arandığı yere götürmemle, tenime
ulaşmıştı. Sıkı sıkıya kavradığı elimin üstünü, tüm aklımı, düz bir araziye çevirecek kadar yumuşak
dokunuşlarla seviyordu. Bakışlarım kucağımdaydı. Hareketlerini seyrediyor, dokunmanın yanında, bir de
görme yetimi işleve sokarak çifte bir doyumla hafifliyordum.

"Bunları vardığımız vakit konuşacağız. Az kaldı, bak, görüyor musun? Şehrin giriş tabelası. Orayı
geçmemizin ardından birkaç kilometre ilerleyecek, sonrasında yolu bir günlüğüne sonlandıracağız. Sıcak
bir duş alır, sonra da dinlenirsin. Üst katta bir misafir odamız var. Yıllardır, akrabalarımızla dünyanın türlü
türlü ülkelerine dağıldığımızdan, boş bir hâlde bekliyor. Düzeni hiç bozulmadı. Kenarları nakış işlemeli,
temiz, orkide kokulu çarşaflarla örtülü. Annemin en sevdiği çiçektir, babam bir ceket giydiği vakit, gider
yakasına özenle kondururdu bir tane. En canlı, en diri olanını. Zarif, alçak gönüllü bir kadındır. Jeongguk,
beni yormuyorsun. Bak, işte asıl yormak budur. Zihninde nelerin döndüğünü biliyor oluşuma karşın,
nefes dâhi almadan sana gereksiz, belki de merak duymadığın ayrıntıları dizdim. Kaygın bu olmasın.
Yorduğun, yoracağın ve yormaman gereken tek bir insan var. O da sensin."
Kıpırdayan, aceleci dudakları duraksadığında, hayranlıkla seyre daldığım çehresinden kendimi
koparamamış, bir cevap verememiştim. Düzgün aksanı, temiz kelimeleri, duymak için can attığım derin,
bir girdabın saklı hazinesinde yankılanıp da kulaklarıma ulaşırmış gibi yükselen sesi, bilinçsizce çattığı ve
sonrasında gevşettiği kaşları, nöbette bekleyen bir askerinki kadar, yolu ciddiyetle inceleyen keskin
bakışları... Bir bütün hâline getirilmesi ne de büyük lütûftu. İçim taşıyordu. Kabarıyor, dalgalanıyor, kıyıya
vuracakken içime hapsoluyordum. Bir okyanustum şimdi. Yutup kendime katmak istediğim, ilk kez
önüme konulmuş başka bir kara parçasının çekiciliğiyle baştan çıkarılmış, alışık olduğum görüntüden
farklı olanla kavuşmanın hazzına bulanmıştım. Ancak cesaret edip de, saydamlığım ve şeffaflığımla, onu
saramıyor, kavrayamıyordum. Bakmakla yetiniyor, nefsime söz geçiriyordum.

Şehrin içerisine girdikten sonrası, olabildiğince hızlı ilerlemişti. İlk kez bir sirke katılmış, çocuk yaşlarında
afacan bir oğlan gibi, ellerimi cama dayamış, meraklı gözlerle etrafı seyrediyordum. Kaldırımlar üzerinde
yürüyen kimi genç, kimi yaşlı kadınlar; dükkânların önünde, içinde bekleyen, kıyafetleri görmeye alışık
olduğumun dışında, özenle ve itinayla seçilmiş, temiz beyefendiler görüyordum. Aynı gökyüzünün altında
olduğumuzdan, mevsimler farklılık göstermediği sürece, her insanın aynı havayı soluduğunu, aynı rengin
tonuna şahitlik ettiğini sanıyordum. Şehir, kasabamıza en yakın yerleşim yeri olmasına karşın, sıra dışı bir
dokuyla işlenmiş gibiydi. Gri, kasvetli bulutların tepemize çöreklendiği, her daim etrafta kol gezen kızgın
bir yelin eşliğinde süregelen hayatımız bir yana; buradaki yumuşak, nahif bir insanın iç dünyasındaki en
saf yerlerden aroma niyetine çalınmış birkaç renk hâkimliğinde, şehir sükûnet içerisindeydi. Git gide
artan binaların mimarisi, kasabada artık eski sayılan, tarihi diye andığımız çoğu yapıdan ayrılıyordu. Bir
sıra işittiğime göre, Avrupa ülkeleri baz alınıyor, balkonlar farklı, odalar farklı, kapılar farklı milletlere
göre tasarlanıyordu. Belli ki doğruydu da, ne kadar öz olanın daima içsel ve samimi bir yanı olduğunu
savunacak da olsam, arabanın hızına yetişmeye çalışır gibi, hızlı hızlı etrafı inceliyor, binaların dışını
incelemeye çalışıyordum. Kapılmıştım yeni olanın çekiciliğine. Tanıdık bir histi.

Dakikalar geçip gitmiş, nihayetinde sessiz, kalabalıktan arınmış bir sokak köşesinde duraksamıştık. Araba
durduğu anda, gözlerim Taehyung'u buldu. Direksiyonu kavramış olan elleri, yavaş yavaş kucağına
düşmüş, sonrasında kısık, uzun bir soluğu çekiyorken içine, yüzüme dönmüştü. Konuşmak bir gereksinim
değildi o an, asıl ihtiyaç içerisinde olduğumuz, kucaklamak için yanıp tutuştuğumuz; sessizlikti. Sessizliğin
dâhil edildiği, uzun bir bakışmaydı. Çünkü insan, tüm duyuları uykudayken, önce görerek ayaklanırdı. Göz,
dokunduğu her yerin tadını alır, sesini işitir, kokusunu duyumsar, tenini hissederdi. Bunların da ötesinde,
somut olarak algılamanın da üzerine çıkar, haklı bir gururla, insanın içerisinde sakladığı ne var ne yok, bir
diğerine daldığı anda yakalar, oltaya takılmış bir balığı çekercesine, sürüklenip gittiği dalgaların arasından
koparır alırdı.

Yetersiz de olsa, artık vakit, içine girmem gereken bir evin eşiğinde sabırsızlanıyordu. Uzatmadım. Kapımı
sakin bir tavırla açmış, dışarıya adımımı atmıştım. Günahkâr da diğer taraftan çıkıp, kokusuyla yönünü
ayırt edebileceğim kadar hararetli bir rüzgâr eşliğinde yanıma gelmişti. Uzun, dar bir sokağın ucundaydık.
Sıra sıra dizilmiş konutların hepsi, ufak da olsa birer bahçeye sahipti. Görebildiğim kadarıyla, hepsinin
girişinde demirden yapılma kapılar vardı. Hemen karşısı, sarmaşıklarla kaplı bir duvarla engellenmişti.
Çıkmaz sokak gibi görünüyor da olsa, yolun sonu sağa ve sola ayrılıyor, belli ki daha da daralarak devam
ediyordu. Sağımda duran, krem rengi, müstakil eve kaldırdım başımı. Taehyung, biraz daha yakınlaşmış,
kolu koluma sürtündüğü an söze girmişti.
"Evde olmalı. Bizi bekliyordur," Ona bakmadan, usulca başımı salladım. Benden ileriye geçmiş, yüzüne
yansıtmayışına rağmen, bedeninin her köşesine işlenmiş olan gergin tavırlarıyla öne uzanmıştı. Kapı,
çekim gücü fazla olan iki mıknatısın, birbirinden koptuğu anki gibi bir ses çıkararak aralandı. Taehyung,
bir iki adım gerileyip, bedenini köşeye çekti geçmem için. Yüzüne bakmadan, yine tavrımı telaşa
bulamamış, bahçeye doğru yürümüştüm. Arkamdan beni takip etti. Her şey başa sarmıştı sanki, değecek
olduğumuzda irkilerek omzumu kasıyor, hemen sağımda aldığı her derin nefesle ağırlaşıyor, belli belirsiz
yüzüme dokunan bakışlarından kaçmaya çalışıyordum. Ya bir felâkete açılacaktı bu kapı, ya da
kurtuluşumuza. Birisi savaşın sonunu getirecekti, ötekiyse savaşı uzatacak, yaralı olanlara ölümü
taşıyacak, harap olan toprakları bir kez daha yıkıma uğratacaktı. Zihnim, seslerine can vererek ayağa
kalktı. Çelimsiz kollarıyla, üzerlerine örttüğüm kara çarşafı kaldırmış, ardından fısıldamışlardı. İki türlüsü
de, Tanrına olan yenilgine bir çözüm getirmeyecek. Sen, çoktan bir kaybediş içerisine düştün. Dirilişin,
imkânlar dâhilinde değil. Gecikmeden, uysal bir karşı çıkışla cevapladım. Ben, haysiyetli bir yıkıma
uğradım, özümü kolumun altına sıkıştırdım, günahım ise çoktan işledi varlığıma. Eğer bu, sonu
gelmeyecek kadar uzun vâdeli bir ölümse, kabul ediyorum. Dirilişim, imkânlar dâhilinde olmasın.

Çalınan kapı, birkaç saniye sonra aralandı. Aralık dudaklarım, almamla beraber göğsümü kabartan
nefesimi özgür bırakmıştı. Karşımda bir kadın, gülümser yüz ifâdesiyle bize bakıyor, önünde bağladığı
ellerini ovuşturuyordu. Üzerinde, açık mavi bir gömlek, düğmelerin sona erdiği kısımda, beyaz, dantelli
bir yakalığı vardı. Saçları, batan güneşin, düz duvara yansıyan turuncu ışığı gibiydi. Gözleri birbirine yakın,
kaşları kalın, titrer vaziyette dudakları vardı. Uyruğunun farklı olduğu, her hâlinden belliydi. Ayrım
yapacak kadar yüzlere ve fiziki özelliklere hâkim değildim, ancak yine de bir kuzey ülkesinden gelmiş
olabileceği ihtimali kuvvetliydi. Beline bağladığı kırık beyaz önlüğü görmemle, onun, bu ev için bir
hizmetkâr olduğu farkına varmıştım. Taehyung'a döndüm, kısa süreliğine tebessümüne karşılık verdiği
kadını, adını seslenerek selamlamıştı.

"Rolienna," Kadın, vakit kaybetmeden aynı şekilde selamlamış, eliyle içeriyi göstererek, bize davetini
sunmuştu. Günahkâr önde, ben ise hemen arkasında, annesinin eteklerine yapışmak için hazırda
bekleyen, korku dolu bir evlat gibiydim. Yavaş adımlarla ilerlediğimiz ince koridor sona erdiğinde, geniş
bir salona açılan kapıya ulaşmıştık. Taehyung'un ağırlaşan adımları, birazdan kiminle karşılaşacağımın
habercisiydi. Uzun da sürmemişti, önce duraksadı. Ardından, sol omzu üzerinden bana döndü. Şefkat
dolu bakışları gözlerimi bulduğunda, ona güven vermek istercesine gözlerimi kısa süreliğine yummuş ve
açmıştım. İşte, böylesine kısa bir zaman aralığı içerisinde, karşımda bekleyen kadınla, nihayet
buluşmuştuk. Günahkâr sağıma geçmiş, annesi ve beni ortalayacak bir mesafede göz hapsine almıştı.

Kadın, kırklı yaşlarının ya ortalarında, ya sonlarındaydı. Dar kesim, diz kapaklarının biraz aşağısında biten,
sütlü kahverengi bir etek giyinmişti. Eteğinin bel kısmından içeri sığdırdığı beyaz gömleği, saten bir
kumaşa sahipti. Saçları siyah, iki yana ayrılmış ve sıkıca toplanmıştı. Bir sağlık görevlisi olduğunu belli
eden dik duruşu, kalçaları üzerinde bağladığı elleriyle, gururu ve onuru daima ön planda tutmuş, ülkesi
bir savaşa girecek olsa, düşünmeden ön saflarda kılıç kuşanacak kadar gözle görülür bir cesareti
sahiplenmişti. Günahım, işte bu sert duruşlu, eğilmez kadının rahminden kopup da gelmişti dünyaya.
Annesine benziyordu. Koyu gözlerinde oradan oraya savrulduğum bu kadın, biricik oğluna kendini
katmıştı, ne kadar de belirgindi. Öyle bir coşku içerisindeydim ki, onu aylarca, belki de belini bükecek
ağrılar çeke çeke karnında taşımış, kendi kanıyla beslemiş, zamanının birçoğunu feda ederek, özenle ve
dikkatle büyütmüş bu kadına sarılmak, ellerini öpmek, bir annem olmayışından yararlanarak, kokusunda
günahkârdan kesitler bula bula ona saygı göstermek istiyordum.

Belli ki, bir kez daha, kendi içimde kaybolmuştum. Çünkü, ne de ağırdı, bu dik duruşu ve eğilmez başıyla
karşımda dikilen kadın, zaman geçtikçe zayıflamaya başlamıştı. Yüzüne bakıyorken gözlerinde gördüğüm
bulanıklık, bir su birikintisine kısa aralıklarla damlayan yağmur damlaları gibi yerleşiyor, daha da
ağırlaşıyordu. Çenesi titriyordu şimdi, bir duvara indirilen balyozun, duvarın iki yanında yarattığı hasarı
yaşatıyorduk. O, darbeyi alan kısmında duruyor, bense onun yaşadığı her sarsıntıyı, tüm gerçekliğiyle,
korka korka deneyimliyordum. Ağlamak üzere olan bu kadının, yıkılmaz sandığım bedeni, ıslak bir mendil
gibi salınmış, çökmez sandığım omuzları aşağı düşmüştü. Bir yük gemisinin kopan halatı sonrası,
kontrolsüzce okyanusa doğru süzülüşündeki kayıtsız yavaşlıkla iki yanına düşmüştü elleri. Bu da
getirmedi sonumu, tâ ki, günahkârı doğurmak, akıl sır erdiremediğim bu mucizevî olayın gerçekleştiricisi
olmak gibi kutlu bir eylemde başrol oynayan bu kadın, gözlerinde yaşlarını tutamayana dek. Onun esmer
tenine dökülen damlalar sonrası, acıyla başımı önüme eğmiş, içime içime attığım hıçkırıklarım sebebiyle
kasılarak ağlamaya başlamıştım. Buruk, insana dokunan bir sahneyi paylaşıyorduk. Amatör bir tiyatro
oyuncusunun, kendisinden yıllar boyu tecrübeli olan başka bir meslektaşıyla, gururla karşı karşıya
dikilmesi gibi göğüs kabartacak oluyor, öte yandan ise, oğlunun şehvetine kor olmuş bir manastır
öğrencisi kimliğimin üzerine basamadığımdan, utanç içerisinde kıvranıyordum. Evet, ağlıyorduk. İç
çekiyordu kadın. Kim bilir, belki benim annem de böyle iç çekiyordu.

Günahkâr, hızlı adımlarla yanıma ulaşmış, çenemi kavrayarak, ezilen ses tonuyla ulaşmıştı bana.
"Jeongguk, eğme başını. Kaldır,"

Onu kırmayacak, üzmeyecek bir reddedişle başımı sağıma çevirdim. Dokunuşu sekteye uğramıştı.
Benden, umduğunu bulamayacağını fark ettiğinde, yönünü annesine çevirdi. Kadının önünde dikildiğinde,
sesi bir önceki cümlesine nazaran daha da sertti. Fısıldayışına karşılık, ne dediğini işitmiştim.

"Anne, rica ediyorum, zaman ver. Küçüğüme zaman tanı, hor görme. Bak, gözlerime bak. Yazdıklarımı
hatırlıyor musun? İnsan özüne, kanından olana meydan okumamalı. Kabul etmeli, öyle değil mi? Anne,
hassas. Çok hassas, durdur. Kendini durdur," Sonlara doğru zayıflayan sesi, gücünü yitiren kelimeleriyle
daha bir perişan hâle gelmiştim. Ancak saygıdeğer annesi, hiçbir karşılık vermeden salonun ortasından
çekilmiş, hemen arka çaprazında duran merdivenlere yönelmişti. Topuklu ayakkabıları, kahverengi
parkeler üzerinde tok sesler bırakıyor, git gide duyarlılığı artan vücudum, çıkan her ses sonrası irkiliyordu.
Ayrıldığı yerde, yıllardır zamanın eskitmeye yeltenemediği bir eser çöküntüye uğramış, geride, telafisi
yapılamayacak koca bir çukur bırakmıştı sanki.

Taehyung, sakin adımlarla karşıma dikildiğinde, konuşacak zannettiysem de sessiz kaldı. Sağ elimi sıkıca
kavradıktan sonra, bahsettiği misafir odasına götürdü beni. Merdivenleri çıkmış, deliğinde gösterişli bir
kilit bulunduran kapının önünde duraksamıştık. Yavaşça öne eğildi, bir kez çevirmesiyle aralanan kapı,
gıcırtılı sesler çıkara çıkara arkaya doğru açılmış, geceleyin sesi yalnızca beni sağır edecek olan
bağırtılarımı saklayacağım odayı, gözlerim önüne sermişti. Gerçekten de bahsettiği gibi, orkide
kokuyordu içerisi. Karşımda uzun bir pencere duruyordu, yerlere kadar sürünen açık renkteki perdeyle
örtülmüştü. Sol kısıma dayanmış yatak, demirden bir başlığa sahipti. Oldukça kabarık görünüyordu.
Temizdi. Çekmecelerinin boş olduğunu düşündüğüm bir şifonyer, yatağın karşısındaki duvara asılmış,
kitaplarla dolu üç sıralık bir raf vardı. Pencere kenarında, dışarıya doğru bakan tekli bir koltuk duruyordu.
Koyu yeşil rengindeydi, tepesine, çiçek figürleri işlenmiş bir dantel asılmıştı. Hoş görünüyordu. Tertip ve
nizâm ikilisi, tam da öyle bir kadının ellerinden dökülmeye yakışırdı.

Yavaştan karanlık çökmek üzereydi. Taehyung, ben alışmak için bu küçük oda içerisinde zaman
geçiriyorken, kapımı tıklatmış, müsait olduğumun farkına varınca içeri girmişti. Bir elinde tepsi, diğer
elindeyse kalın bir kitap tutuyordu. Dikkatli adımlarla yanıma yaklaştı, yatağın üzerine bıraktığı tepsi,
yansıtma özelliğine sahip olduğundan, günahkârın çehresinde saniyelik bir ışık topu yaratmıştı. Öteki
elinde tuttuğu kitabınsa, yakından görmemle beraber, İncil olduğunun farkına varabilmiştim. Tüylerim
ürpermişti. Reddettiği inancıma, benim üzerimden gösterdiği bu saygı, öyle hoşuma gidiyor, bir yandan
ise öyle eziyordu ki ruhumu, elim kolum bağlanıyor, hak ettiği bir tepkiyi veremiyordum ona.

"Rolienna, müthiş bir yemek becerisine sahiptir. Annesi Kuzey İrlandalı bir hayvan terbiyecisi, babası ise
Kore subayı. Şehirde ikâmet ediyorlar. İki ülkenin de lezzetlerini parmak uçlarında harmanlamış gibidir.
Tadına bak, karnını doyur. Duş almak istersen eğer, sağdaki oda bana ait. Orada olacağım. Gelir, haber
edersin. Annem hastahaneye gitti, gece vaktinde döner muhtemelen. İşleri yoğun oluyor. Sağlık
aksatılmamalı, biliyorsun."

Yatağa oturdum, tepsiyi yavaşça önüme çektim. Günahkâr, karşılık vermeyeceğimi fark ettiğinde, henüz
yakınlığı bile beni titretecek raddedeyken eğilmiş, saçlarım arasına uzun bir öpücük kondurmuştu.
Hemen geri çekilmedi, burnu, usul usul derimde gezindi. Odadaki tüm orkidelerin ölü kokusunu bastırmış,
aldığı sık nefeslerin arasına beni katmıştı. Onunla konuşmam, sohbet içerisine girmem için üstelemedi.
Kapıyı yavaşça çekip, dışarı çıktı. Arkasından bakakalmak gücümü kırıyordu. Göremiyor muydu? Deliye
dönecektim. Aklım... Aklım nasıl bir iradeye sahipti de, hâlâ böylesine canlı, böylesine kudretliydi? Birkaç
dokunuş, hasretimin sonunu getirmemişti. Bedeniyle sarmalanmak, saatler boyu zıt iki hava arasında
savuracak olan kollarının hakimiyetine girmek, nefesinin tek yuvası, tek hırsızı olmak istiyordum.
Utanmaz benliğim, yuvasından kaçmanın ağırlığı altında ezilmek, can çekişmek yerine, büyük bir ihtirasla
Taehyung'u istiyordu. Bu çatı altında, hiçbir engel barındırmaksızın, yan yana duran iki oda içerisinde,
aramıza örülmüş bir duvarın iki yanında şehvet yeşertiyorduk. Her lokma boğazıma diziliyordu. İblislerim,
tüm yol boyu yörüngelerini kaybetmeden bizimle hareket etmişti meğer. Şimdi fark ediyordum, gece
vakitleri, parmak uçlarımda kapıdan çıkıyorken, günahkârın odasına doğru adımlıyorken... Henüz
anlıyordum.

Kapı kulpunu, sanki odanın içerisi, manastırdaki küçük sığınağıma açılacakmış ve içerisinde Namjoon'la
karşılaşacakmışım gibi, ses çıkarmamaya özen göstererek indirmiştim. İçerisi karanlıktı. Perdeleri sonuna
dek açılmış pencere sebebiyle, sokağı aydınlatan cılız ışık, ince tutamlar hâlinde yatağın ayak ucunu
aydınlatıyordu. Soğuk soğuk terliyor, tüm bu şehri, hiçbir girinti çıkıntısını atlamadan koşturmuşum gibi,
nefes nefese kalıyordum. Sırtı bana dönüktü. Üzerine çektiği kalın örtü, boynuna kadar kapatmıştı
bedenini. Ayak bastığım toprak, içimde akışı kesilmeyen kanım, dönüp duran dünya şahidimdi, oraya
oturur, saatlerce arkasını izler, sabahı edene dek acılı gözlerime merhamet etmezdim. Varlığının
bilincinde olmak, belirli aralıklar içerisinde yükselip alçalan vücudunu seyretmek, onu sahiplenen,
sarmalayan bu odanın duvarlarını incelemek bile, tüm arsızlığıyla sırtımda tepinen şehvetime uykuyu
getirir, masum bir bebek gibi gözlerine ağırlıkla binerdi. Evet, karşımdaydı, can atıyordum kokusuna
dadanmak, saçlarına karışmak, bir kez ve bir kez daha... Şehveti bol bir meleğin izini, onun dudakları
arasında yok etmek... Delirecek gibiydim. Her yanım sızlıyordu.

Durduramadım adımlarımı. Sırtımı, dayadığım kapıdan ayırmamla birlikte, ses çıkarmamaya özen
göstererek yatağın başına ulaştım. O an farkına varabilmiştim çıplak teninin. Üzerini sarmalayan tek şey,
tutup bir köşeye savurmak, tenimle yerini sahiplenmek istediğim bu koyu örtüden başkası değildi.
Hafifçe öne doğru eğildim. Yüzü belli belirsiz görüş açıma girdiğinde, merhametim titrer bir vaziyette
başını kaldırmış, bir insan uzvunu takınarak, sabırsız gözlerle ellerime uzanmıştı. Direnişin ne yeri, ne
zamanıydı. Yeteri kadar engel teşkil etmeyen tereddüdümü yok saymış, parmaklarımı, Taehyung'un
dingin çehresine uzatmıştım. Yanaklarına değen etimle beraber, odanın her yanına iz bırakacak bir
arzuyla iç çekmiş, boştaki elimle ağzımı örtmüştüm. Ne yapıyordum, nasıl cesaret ediyor da, gecenin bir
vakti, uykuda olan bedenine duyduğum açlıkla tenini seviyordum, cevabım yoktu. Olmayışı, tatmin de
ediyordu bir yandan. Parmak uçlarım, kısa adımlarla dudaklarına ulaştığında, her şeyin yolunda ve
sessizce ilerleyeceğini sanan ahmak Jeongguk, günahkârın ani öpücüğüyle yerinden sıçramıştı. Elimi
çekecek olduysam da, Taehyung benden önce davranmış, ince bileğimi sıkı sıkıya kavramıştı. Öylece,
yatağa eğik bir vaziyette duruyordum. Günahkâr, zaman kaybetmeden bedenini bana çevirdi. Karanlık,
aşağılanmış gücünü savunmak cehâletiyle harekete kalkışmadı bile. Usulca geriye çekildi. Gözlerimiz
arasında kurulan bağ, güneşin bakışlarını kamaştıracak kadar kuvvetliydi, biliyordum. Yıkılmaz, sonu
gelmez bir ışıkla aydınlanıyorduk.

Taehyung, yavaşça yatağında doğruldu. Tuttuğu bileğimi kendisine doğru çektiğinden, dizlerim üzerinde
yumuşak çarşaf üzerine çıkmış, karşısına dikilmiştim. Aşağı doğru uzattığı bacaklarını toparladı. Tenime
sürtüne sürtüne, benim gibi dizleri üzerine oturmuş, o esnada bir kez olsun bakışlarımız arasında bir
kesintiye sebebiyet vermemişti.

"Duvarları deşip de sana ulaşacak kadar mı yoğundu hasretim?" Pürüzlü ve fısıltılı sesiyle beraber,
ellerinden birisini yüzüme yerleştirdi. Ah, Tanrım! diyordum içimden, affına sığınıyorum, yüce, şanlı
Tanrım. Söyle bana, nasıl olur da böyle bir dokunuş karşısında, öz irademin savunmasına tabî olur da,
kaçabilirim teninden? Tanrım, bu aciz ve aşağılık kulunu bağışla, ancak işte, şimdi ona karşı koyacak
olmak, biliyorum, asıl gururumu da, onurumu da ezecek olan budur.

"Siz söyleyin asıl... Uykunuza sebep olacak kadar mı bas bas bağırıyordu şehvetim?" Günahkârın bakışları,
şehvet kelimesine can veren dudaklarıma ilişti. Boşta duran eli, usul usul belime yerleştiğinde,
üzerimdeki kalın kumaştan dokunma geceliğe tutunmuş, etek kısımlarından kavrayarak sıyırmış, çıplak
tenime sürtmüştü parmak uçlarını. Dokunuşlarının etkisiyle kasılan vücudum, sırtımdan bir darbe
almışım gibi öne savruldu. Taehyung, karnımı okşayan parmaklarının baskısını arttırdığında, hâlâ
dudaklarıma bakıyordu. Kucağımda duran ellerim, bir insan gibi soluk alan titreyişlerime engel
yaratamamıştı. Bacaklarına uzandım, diz kapakları üzerini okşuyor, çıkıntılı kemiğine değdikçe, sert
nefeslerim arasına cesaret serpiştirerek, daha bir kuvvetle dokunuyordum tenine.

"Aramızda bırakıyor olduğun mesafeye bile muhtacım. Ancak şimdi, Jeongguk, izin ver günahkârına,
tadını içsin. Hasret düştü, kıvranıyor... Müsâade et, bağıracak kadar yolunu kaybetmiş şehvetini,
dudaklarında söndüreyim,"

Yolumu kaybetmiştim. Dizlerinde duran ellerim, dokunuşlarını sıkılaştırdığı anda, gözlerimi yummuş,
dudaklarımı aralamıştım.

"Söndürün. Bir defa daha, bir geceliğine de olsa getirin sonunu. Öpün beni, nefeslerimi işitiyor musunuz?
Nasıl da coşkulu, utanmazlar. Önlerini kesin,"

Henüz cümlem bitmişti ki, Taehyung, yüzümde duran elini enseme indirmiş, karnımdaki parmaklarını
arsız bir aceleyle belime sarmıştı. Sert bir baskıyla dudaklarım üzerine kapanan ıslak dudakları, bir
öpücüğün nasıl yola konulacağını bilmeyen beni, beceriksizliğimle küçük düşecek olmamı bile yok
saydırtarak şevke getirmiş, ona ayak uydurmam için itici bir güç olmuştu. Günahkâr ne zaman
dudaklarını aralasa, yumuşak ve ince dudaklarımı, kendi ıslak ağzı içerisine çekiştirse, kuvvetli bir
kıvranma eşliğinde yerimde kıpırdanıyor, vücudumu ona iter bir vaziyette karşılık vermeye çalışıyordum.
Bir ara, nasıl olduğunu çözemeyeceğim kadar bilinçli bir şekilde, dolgun üst dudağını, Tanrı'nın bahşettiği
o baş döndürücü, fazlasına ihtiyaç duyuracak hâle getiren yumuşak dokusu ve çizgileriyle hissedecek
kadar kavramış, masumane bir tavırla, kendi tenimden kaydırarak serbest bırakmıştım. Livonya Gölü'nde,
geceleyin işittiğimin aksine, daha da taze, daha da tetikleyici bir sesle ayrılmıştık birbirimizden.

Günahkâr, aralık kalan dudaklarından dökülen nefeslerini kontrol etmeye çalışıyordu. İki eli de, boynuma
tutunuyordu şimdi. Gözleri, gözlerimin içerisine damladığında, öylece ona bakıyor olan benimle
karşılaşmak, yüzünü gülümsetmişti. Tüketilmiş, ancak baştan yaratılmaya müsait bir arzuyla kaplıydı
tebessümü. Silik, buna rağmen samimiydi. Taehyung, karşımda ve arzusunun önüne geçmeye
çalışıyorken, hiçbir dokunuşta bulunmamak, onun kendisiyle düştüğü savaşın çekiciliği, tüm siperleri
bana doğrultuyorken, hareketsiz kalmak ne de yersiz bir davranıştı. Evet, elbette böyle olmalıydı.
Parmaklarım, iki göğsü üzerine dokunduğunda, aşağı doğru olan bakışları yükselmiş, çehremde
duraksamıştı. Gözlerine değdim, iki dağın tepesini andıran bu kabarıklıkların üzerinde, en zirvenin dar
ucu gibi çıkık olan iki tane daha yükseklik vardı. Henüz kendi bedenini böyle bir incelik ve istekle
keşfetmemiş olan ben, tüm utancımın üzerine basa basa yürümüş, o yükseklikleri parmak uçlarımla belli
belirsiz okşamıştım. Elimin altında yoğunlaşıyor, kabarıyor, bir tezatlığı yüklenir gibi, ölümün kıyısında
olan genç yaşta bir adamın korku içerisindeki nefeslerinden çalıyordu.

"Arzu ederseniz eğer, sizinle uyumak isterim." Anın içerisinde bitap düşmüş sesim, günahkâra ulaştığı
vakit, neredeyse kapanmak üzere olan gözlerini araladı. Gece yarısını geçiyordu zaman. Taehyung,
yatağına uzanıyorken, beraberinde beni de sürüklemişti. Yüzüme bakmak arzusu içerisinde olmalıydı ki,
sırtım göğsüne gelecekken engel olmuş, bedenimi kendisine bakacak şekilde yönlendirmişti. Tek bir
yastığa yığılmış, içi kalabalıklardan sıyrılmak için birbirine karışan iki zihin, iki beden, iki günahkârdık.
Gözlerimiz kavuşmuştu yeniden, geçmişe adımlar gibi kayboluyor, dengesiz adımlar ata ata, uzaktan
uzağa deneyimliyorduk birbirimizi. Gece, her insan için doğa düzenine ait olan uyku isimli girdabını
aralamak üzereyken, belli belirsiz mırıldanmış, onu bir kez daha gülümsetmiştim.

"İşte, bakın. Saymaya kalkışamayacağınız kadar saç telim var yastığınızda. Bir araya geldiklerinden, zayıf
ve görünmez de değiller. Uçamazlar, terk edemezler de. Yanmak ise ancak, dokunuşlarınız eşliğinde
mümkündür. Soyut bir aleve atılır, daha da güzelleşirler. Görüyor musunuz? Hepsi sizin,"
Alnıma, bir anne sesinden dökülen, narin bir ninni gibi dokunan öpücüğü, uykuma dayanak olmuştu.
Bedenlerimiz, bizi es geçip de birbirlerine tutunduğunda, yavaştan girdabın içerisine adımlamıştık.
Geceleyin, vaktini tam olarak ayırt edemediğim bir aralık, aşağı kattan duyup duymadığıma emin dâhi
olamadığım sesler işitmiştim. Taehyung'un annesi geldi sandığımdan, üstelik sesler kesilip de, ne
uzaklaşma, ne de bir yakınlaşma göstermediğinden, önem vermemiştim. Burnumu dayadığım çıplak ten,
tüm saflığı ve özüyle getiriyorken bana günahkârın kokusunu, bir kasırga geliyor, şehri viran edecek
deseler dâhi, kıpırdamazdım. O an anlamıştım, benim için ev, sığınacağım bir çatının altı, rüzgârdan,
kardan, kıştan esirgeyecek dört duvar değildi. Burasıydı. Taehyung'un var olduğu her yer, bana ömrüm
boyu geçim sağlayacak, beni besleyecek, ısıtacak olan evimdi. Yuvam, günahımın ta kendisiydi.

Kurtuluş ve felâket. Hatırlıyordum. İki kelimeyi karşı karşıya dikmiş, bir fiile dökülecek olmaları
endişesiyle, kendi saflığımdan kaçınarak beklemiştim nereye varacağımızı. Sabaha karşı, evin içerisi, tüm
fertleri saldırıya kurban gitmiş bir harabe yığını kadar sessizdi. Merdivenleri inip, hiçbir tereddüt
yaşamadan, salona çevirmiştim başımı. Bir ayna yokken etrafta, ben çoktan ölümle cezalandırılmış
bedenimi ve ruhumu, tüm cansızlığıyla görüyordum gözlerim önünde. Salonun karşısında, bir zengin işi
sayılacak olan kanepe üzerindeki adamı fark etmemle beraber, bu şahit olduğum ölü, durgun bakışlarını
sûretime dikmiş, henüz kendime gelememişken, tüm hızıyla, çiğnemek ve kast etmek arzusuyla varlığıma
doğru koşmaya başlamıştı. Tüm kanım çekilmişti, bir buz dalgasına esir olan bedenim, yalpalayarak
duvara dayandı. İkilemler sona ermiyordu. Bigâne bir duygunun eşiğinde, gırtlağıma yapışacak olan
ellere bırakmıştım kendimi. Çünkü diyordum ya hep, nasıl da mahvolmuştum. Nasıl da güçsüz, nasıl da
yorgundum şimdi. Bir sondan ziyâde, gelecek yaratacağını sandığım sokağın köşesi, gözlerim önünde
yıkıma uğruyordu. Çaresiz ve küçük düşmüş bir kul olan ben ise, içsel muhabbetlerimi bir kez daha
başlatıyor, özellikle bir cümleyi, durmadan tekrar ediyordum. Hak ettin. Tanrın, sana bunu revâ gördü.
21.bölüm
"Ben senin sevgine güveniyorum,

Yüreğim kurtarışınla coşsun.

Ezgiler söyleyeceğim sana, Tanrım,

Çünkü iyilik ettin bana."

Mezmurlar, 13:5-6

21.BÖLÜM

-BOYUN EĞİŞ-

İnsanoğlu için, korku duyduğu ve daimi bir saklanma ihtiyacı hissettiği gerçek, bir mağara içerisinde, sırf
avcısının dışarıda, herhangi bir yerlerde olduğunun bilinciyle mevsimler geçiren, zayıf, korkak bir hayvan
gibi, köşe bucak gizlendiği ağzı açık, kapısı olmayan taştan duvarlara benziyordu. Bedenini ulaşılmaz,
kokunu fark edilmez sanıyor, büyük bir yanılgı içerisinde, belki de en dolu, en neşeli ve en değerli
günlerini geçireceğin zamanlarını heba ediyordun. Kendine göre kutsal sayılan bir sebebin vardı, canını
kurtarmak. Öte yandan, hiç mi tehlikeden uzakta yaşayan, dipdiri ve tıpkı ölümsüz diye
nitelendirebilecekleri sıhhati bol bir insan, gün geldiğinde hizmetten kesilenlerin kervanına katılmıyordu?
Hatta ve hatta, kanın gökteki hava kadar bol olduğu, yaşayanların ayakları altına zemin yapacakları kadar
cesedi fazla bir savaştan, hiç mi sapasağlam çıkabilen olmuyordu? Mümkündü. Göze alınabilirdi. İnsan,
bazı zamanlar kendi yaşamı kesintiye uğramasın, henüz tadamadığı zevklerden mahrum kalmasın diye
bencillik etse de, kaderine müdahalede bulunamıyordu. Tıpkı, tüm ömrünü birkaç dakika içerisinde
gözden çıkarmış, varını yoğunu geride bırakıp, belki de sefalete, ancak aşkta duyulan bolluk sebebiyle,
kimselerin ilişemeyeceği bir cennet uğruna kaçak sayılan ben gibi. Bir defalığına da olsa, ayaklarım
üzerinde durabilmek, isteklerim peşinde hiçbir kaygı duymadan sürüklenebilmek istemiştim. Aslına
bakacak olursak, durum, bundan çok daha ağır tabirlere, açıklamalara mahkûmdu. Geride bıraktıklarım
bir faciadan kesit gibi görünüyor da olsa, yanımda duran adamın gölgesi bile, tüm ülkelerin insan eli
değmemiş topraklarında hükümdâr kılıyordu beni. Hâl böyleyken, elime hiç tutmadığım bir tüfeği alıyor,
kemiklerimi ağrıtacak kadar vücudumu kasıyor, korkuma katil kesiliyordum. Ölüm, hak edenin varlığında
bir devrim niteliği taşırdı. Bir canı olsaydı eğer, korkuma da kıyamazdım ya, şükrediyordum.

Gözlerimin içine bakıyordu. Salonun ahşap pencereleri ardında gürler gibi kendini belli eden ayazı
işitiyordum. Kapılar kapalı, soğuğu içeri davet edecek hiçbir açıklık yoktu. Buna rağmen, ellerim ve çıplak
ayaklarım, bir buz kütlesi üzerinde dengesini arar gibiydi. Aynı utancı ve azarlamayı, bir kez daha
yaşayacak olduğumu bilseydim eğer, kaçar gelir miydim günahkârla, onu düşünüyordum. Temelli sırt
çevirmek kurtuluştu. Öyle zannederek gaflete düşmüş olmalıydım ki, sevgili günahkârım, biricik sızımın
babası, karşımda beni seyrediyordu. Kalın paltosu, zaten cüsseli olan bedenine bir ağırlık gibi çökmüştü.
Solunda, ucu püsküllü yastığın üzerinde duruyordu fötr şapkası. Bir ölçüye dayanır gibi aralanmıştı
bacakları. Kol dirsekleri dizleri üzerine denk geliyordu. Bu hâliyle, ne de benziyordu Taehyung'a.
Annesine duyduğum, henüz bir günü bile doldurmamışken içselleştirdiğim hürmeti, ona da göstermek
arzusundaydım. Ancak biliyordum, reddederdi. Bu sükûnet içerisindeki oda, karşısında aşağılık, bir iblis
kölesi, Tanrı elçilerinin yüz karası olarak baktığı beni, aheste aheste yutuyordu. Belki çekseydi bakışlarını,
bir nebze de olsa hafifler, almaya dâhi yeltenemediğim nefeslerime güç olurdu.

"Jeon Min Suk, öfkeden aslını yitirmiş, Tanrı yaratılışından özgün gelen göz çizgileri, hırsından beyazına
sıçramış koyu irisleriyle dikildi karşıma. Senin din bilmez, İlah bilmez oğlun, benim bir gelecek vâat eden
çocuğumu yoldan çıkardı, diye bağırdı yüzüme. İnanması güçtür, ancak, oğlumu başka bir adamla, şehvet
içerisinde yanıp tutuşurken gördüğüm vakit bile, böylesine hissetmedim dilimin lâl olduğunu. Sormak,
inceden öğrenmek, detaylarıyla dinlemek istiyorken, sessiz kaldım hakaretlerine, boyun eğdim. Bir
babanın isyanı karşısında, ötekinin borcudur susmak. Acısı büyük sanıyordu, ulaşılmaz, duyulmaz... Oysa
yansıması, buradaydı, Jeongguk. Tam burada." Bir titremenin esir aldığı elini, göğsüne bastırdı. Bu sert
temasla birlikte, parmaklarının kontrolsüz tıkırdayışı kesintiye uğramıştı. "Öfke, bir din adamını bile,
bildiği ve tabî olduğu yoldan ediyorsa, biz ne hâl içerisindeyiz, nasıl eğiteceğiz nefsimizi, düşünmeden
edemedim,"

Pürüzlü, fısıltılı sesi kesildiğinde, merdivenlerden ani bir ayak sesi yükseldi. Çıplak ayaklar, çıplak
zeminlere. Geceleyin, uykunun eşiğindeyken, belli belirsiz bacaklarıma sürtünen ayakları, şimdi
korkularından tanıyordum. Başımı eğdim, saniyeler geçmişti ki, soluk soluğa yanımda bitti günahkâr.
Bakışları, hiçbir tepkiyi barındırmayan sûretimden akıp, babasını buldu. Öne çıktı, sol kolunu belli belirsiz
bir dokunuşla kalkan gibi değdirdi göğsüme. Ağır nefeslerim eşliğinde, üzerindeki kumaş parçası, gözle
görülmeyi kuvvetli bir dikkate mecbur bırakacak yavaşlıkta hareket ediyordu. Salonun ortasında
peydahlanan meydan okuyuş, insanın eklemlerine kast edecek bir yükte uçuşuyordu. Buna bir sebep
olarak, tüm suçlamaları üzerime çekiyor, diğer türlüsünü ızdırabı kabullenerek reddediyordum. Bendim,
bana bakmalı, beni acıtmalı, beni alt etmelilerdi.

Çok geçmeden, Taehyung'un annesi de katıldı aramıza. Sessizlik süregelecek sanıyordum ki, kadın,
üzerindeki ipek geceliğin ipini, karın boşluğu hizasında bağlıyorken, dehşet dolu bir sesle söze girdi.

"Emrivâki bir ziyaret oldu, hiç hoş bulmadığımı en iyi sen bilirsin oysa." Choi Wook, bir ihtiyar edâsıyla
ayaklandı olduğu yerden. Kemikleri ağrıyor, belindeki geçmişin yükleri, omurgasını kıvırıyor gibiydi. O,
ben ve günahkârdan birkaç adım önde, çaprazımızda duran kadını seyrediyorken, bakışlarında bir
tanıdıklık seziverdim. Sanki tek derdim buymuş gibi, gördüğüm eritilmiş merhamet ve yılların başını
ezdiği saf tutku, bir olup aşkı diriltmiş miydi, gözlerimi kısmış, inceleme sevdasıyla seyre dalmıştım. Keza,
bu orta yaşlarındaki eğitimli adamın, söylediklerime karşı çıkabilecek, savunmaya koyabilecek bir sahte
duygu birikimi yoktu. Farksızdı. Beni, oğlunu ve girdiğimiz bu affedilmez günahı silikleştirmişti kadının
çehresi. Demek, onun da bir zaafı vardı. Yasak yollardan sıyrıldığı sanılsa da, hatırlıyordum, ailesine sırt
çevirmiş, karşı gelmişti. Öyleyse, anlaması gerekmez miydi? Görmesi gerekmez miydi ne denli perişan,
savunmasız olduğumuzu?

"Utanç içerisindeyim, Myung Cha. Kızgınım. Hafiften de yorgun, bitap. Günahına köle olmuş, günahına
çivilenmiş oğlumuz bir yana, senin gibi yürekli, yol bilir, Tanrı dostu olan kadın, nasıl olur da ev sahipliği
eder böylesi bir akıl almazlığa? Korkusuzluğuna beslediğim hayranlık, artık yalnızca bir düş kırıklığı
gözlerimde. Bu... Bu ötekiler gibi değil, seina la ton, değil."

Choi Wook, akıcı Korece içerisinde, aniden dilini değiştirerek, karşısındaki kadına farklı bir lügâtla hitap
etmişti. Yaşadığımız kasaba, etnik yapıdan zengin, kültürel anlamda kabullenilir, hatta sahiplenilir bir
karmaşa içerisindeydi. Birkaç dili, etraftaki göçebeler sayesinde işitmiş de olsam, böylesine ilk kez tanık
oluyordum. Baskın, tonlamasını biraz daha vurucu yapmasını gerektiren, latin havası içerisinde söylenmiş
bir dizeydi. Bambaşka gayelerle, kim bilir, belki de üzerindeki koyu renkli kabanının arkasında,
gerektiğinde tetiği çekebileceği onlarca silahı kuşanıp da gelmişti. Ancak ben tekrar etsin istedim, tuhaf,
yersiz bir arzuydu, yine de öyle kuvvetliydi ki; günahkâr, yüzüme dönene dek, fısıldayıp durdum
dudaklarım arasında. Seina la ton. Seina la ton. Seina la ton.

"Jeongguk, müsâade eder misin? Sohbet içerisinde bulunmak gibi bir zorunluluğun yok, ikilemde kal
istemiyorum. Odamıza çık, kapıyı üzerine ört. Sıkıca ört, olur mu? En kısa sürede yanına geleceğim,"
Endişeyle irileşmiş bakışlarım, Taehyung'un gözleri içerisinde, bir zaman tüneli yaratıp, geçmişteki sayılı
olan tatlı anılarımızda kaybolmak, hatta ve hatta, sırf başımı çevirdiğim vakit, ebeveynleriyle karşı karşıya
gelmeyeyim diye, kısa bir süreliğine görmekten yoksun kalmak arzusuna düşmüştü. Bunun, engelleri
gerekli zamanlarda oluşturmayan, eksiksiz bir işleyiş içerisinde düzeni sürdüren bedenim için pek bir
ehemmiyeti yoktu. Annesinin de, babasının da gözlerine değmiş, ellerim önüme bağlı vaziyette
merdivenlere yönelmiştim. Bacaklarım, bir iki basamak sonrasında kasıldı. Günahkârın adımları, salonun
ortasına doğru, söyleyebileceği her kelimenin yankısını bağıra bağıra ilerliyorken, ben durdum. Odamız
diye nitelendirdiği o dört duvar arasına, aşağıda kopacak olan aile felâketinin bilincindeyken giremezdim,
biliyordum. Neşesini, heyecanını yaşayamadığım, ikimizi sığdırdığı bu kalıbın coşkusunu; korkularım,
dibine cesetler gömülmüş bir ağacın dalları kadar uzun olan kollarıyla nefessiz bırakmıştı. Hevesim
sönükleşti, sırtımı duvara dayadım.

"Baba, günaydın. Ziyaretin için müteşekkir kaldık, kaldık diyorum, çünkü yukarıya gönderdiğim genç
adam, onu vahşi bir hayvanmış ve eğitilmesi gerekiyormuş gibi geri sokmak istediğin kafesleri düşünüp,
seni hor görecek değildir. Senin aksine. Jeongguk, asla kapı önünde bekleyen arabana binmeyecek.
Jeongguk, bugün asla gitmeyecek benden. Sana güvenim, artık oğluna bakmaktan bile aciz hâle gelişine
rağmen, tam, eksiksiz. Ancak, kapıdan çıkarıp da, onu babasına, kimliğini yaşatacak olsa, gözlerinde
gördükleri ışıkla bizzat kendisini kör edecek olan kasaba halkına, açıkta bekleyen mezarına götüreceğini
bildiğimden, aşacağın yolları baştan sona kül edesim, yok edesim geliyor."

Taehyung'un sert girişi, soğuk duvara yaslı olan sırtımda, bir kılıcın keskin ucunu baştan aşağı gezdirmiş
kadar ürperti uyandırmıştı. Heyecanı kesilsin istediğim soluklarım, beni görmezden geliyor, baş kaldırıyor
diye; dudaklarımı ağzımın içerisine çekmiş, kesik ve yetersiz nefeslerim eşliğinde, kabaca bulmama karşın
kulak misafiri olmaya devam etmiştim.

"Kül et, yok et. Varını yoğunu kullan, kaldır yolları ayaklarım altından, yap. Korkar, kaçınır mıyım
sanıyorsun? Demek babanı, sana bakmaktan aciz buluyorsun. Bir sırra ortaklık eder gibi, sessiz ancak tüm
bilgeliği ve düşünsel becerisiyle kaybedilmiş nitelikleri kendinde toplamış, biriktirmiş sandığım oğlumu,
bu hâllere düşmüş görmek gururumu örseliyor. Yanılıyorsun. Büyük bir yanılgı içerisindesin. Jeongguk,
bugün benimle dönecek. Hangi ara, kimselere görünmeden var ettiğinizi bilmediğim kirli, çürük
şehvetiniz son bulacak. Sakın kendini öfkemden, sineye çektiğim nefretimden. Git, bir gürültü çıkmadan,
çocuğu bana getir."

Artık dünya üzerindeki yaşamı tüketilmiş, ruhu henüz bedeninden çekilip alınmış bir insanın renksizliği
vardı ellerimde. Pürüzlü, soluk görünüyorlardı. Damarlarım belirginleşmiş, beyaz tenim, kan akışım
sekteye uğramış gibi koyulaşmış, özünden sıyrılmıştı. Ânın ördüğü iki duvar arasında sıkışmış olan bu
ellerimi kaldırıp, sanki bir demirmiş, ses çıkarırmış korkusuyla, yavaşça duvara dayamıştım. Göz ucuyla,
bir nebze de olsa yaşanan sahneye tanıklık etmek için yeltendiğim zaman aralığı, belli ki yanlıştı. Choi
Wook, olduğum yere doğru harekete geçmişti ki, günahkâr öne atılıp, bir hışımla babasının kolunu
kavradı.

"Dur, dur... Baba, dur. Otur, lütfen. Bir dinle beni," Choi Wook, oğlunu bir kenara itmeye kalkışacak
olduğunda, Myung Cha'yla göz göze gelmiş, kendisine engel olmuştu. Usul adımlarla geriledi, bir kez
daha kanepeye oturduğunda, artık gün tam anlamıyla aymıştı. Ev içerisinde dalgalar hâlinde büyüyen,
büyüdükçe birbirlerinin karşısına dikilmiş tüm bu insanları çarpıp, içlerindeki ateşi harlayan gerilim,
gözlerim önünde yaşanıyor olan sahneyle sona ermişti. Derin bir sessizlik ayaklandı. Sessizlik, işte böyle
onurlu ayaklanmalıydı. Hiçbir bağırtı, öfke kusmadan... Günahkâr, bakışları aşağı düştüğünde, dizleri
üzerine çöktü. Babasının ayak ucunda, onun hizmetkârı, parasıyla satın aldığı bir esiri, peşinde her yere
sürüklediği kölesiymiş gibi oturuyordu. Gururu yıkılmaz sandığım bu adamın, göğsüne sızı diye binmiş
olan tüm duyguları uğruna verdiği ödün, yaşadım diye böbürlendiğim haysiyetli yıkımımı paramparça
etmişti.

"Hatırlıyor musun? Kızıl gök mevsimleri gelirdi, bizi alır, dedemin çiftlik evine götürürdün. Ufak, haylaz
bir çocuktum. Laftan anlamaz, çoğu zaman dualar eşliğinde yaptığınız akşam yemeklerini, kızacağından
emin olduğum sorular sorarak zehir ederdim. Bir dedem keyif alırdı bu hâllerimden. Derisi kalınlaşmış,
kuru kalmaktan soyulmuş parmaklarıyla çenemi tutar, 'nereden yeşeriyor bu anlamsız sorular aklında,
hiç bilmem,' diye söylenirdi. Yine birçok kez, dedemin bir başına vakit geçirmekten haz duyduğu, karton
bir kutuyu andıran odasına kapatırdım kendimi. Sana, altından kalkamayacağın şartlar sunmazdım,
çıkmama karşılık, tek bir şeyin ricasında bulunurdum."

Sesler bir süreliğine duraksadığında, duvarın arkasına sinmiş bedenim içten gelen yoğun bir şevkle titredi.
Taehyung'u, dizleri üzerinde, babasına baş kaldıramaz hâlde görmek, yerlere serdiği gururuna atılma,
ellerinden kavrayıp tüm ağırlığıyla, eziyetiyle kendime yükleme hevesine buladı zihnimin ücrâ köşelerini.
İstiyordum da, gücü tükenmiş parmaklarım bir kımıldasa, her daim büyük bir özlem içerisinde
arzuladığım bedenine tutunacak, onu yerden kaldıracaktım. Yazıktı ki, sebebiyet verdiğim ne varsa, kendi
taşıyamadıklarım dâhil, günahkâra yükleniyordu. Bunu izlemek zorunda bırakılmak ise, henüz anne
sütünden kesilmiş bir bebeğin, gözlerin önünde işkenceye mâruz kalışı, ölüme mecbur bırakılışı kadar
yoğun, mahveden bir ızdıraptı. Mevcûdiyetine son verilen sen olmasan da, aldığın hiçbir soluk, eskisi
kadar yaşatır olmuyordu.

"Baba... Neyin ricasında bulunurdum, unutamazsın, değil mi? Sen, bir akıl hastası olup da, aidiyet
içerisinde bulunduğun ruhundan kopsan, yine de bana anlattığın o hikâyeyi atamazsın aklından. Hevesle,
tüm haylazlıklarından sıyrılmış bir genç adam olur, ayaklarına kapanırdım. Tıpkı şimdi olduğu gibi...
Çünkü kabul etmeyeceğin isteklerimin gerçekleşmesi, bu zamana dek daima gururumun kırılmasıyla
getirdi bana arzularımı. Ben, bir hikâye uğruna odadan çıkacağımı söylüyorken, sen, bir erkeğin, hatta
cinsiyetten bağımsız, bir insanın sahip olduğu, kırıldığında, ense kökünden bir damarı zedeleyecek kadar
şiddetli etki yaratan o erdemi, gururumu parçalardın. Görüyorsun, yeniden aynı hâldeyiz. O zamanlar,
annemin elini tutup, tüm ailene, vatanına duyduğun sevgiyi, bir sigara dumanını üfler rahatlıkla göğe
saldın. Ben, bir kadına duyulan aşkın aslını, bakmaktan absürd bir zevk aldığım gözlerinde tattım.
Annemin ayak bastığı toprağı avuçların arasına alır, kirini, bulandığı pis havayı göz ardı ederek sever,
göğsüne bastırırdın. Fısıldardın, vatan budur, ülke yönetimini ele geçirmiş, yeryüzünü keyiflerine göre
parçalara ayırmış insanların ne haddine, derdin. Vatan budur, rahminden kopup geldiğin kadın, nereye
bassa o zarif ayaklarını, orası yuvadır. Alçakların kelimelerine ne hacet, ben bu toprağı göğsüme
bastıktan sonra, kim koparıp alabilir içimde harlanıp, ta boğazıma dek alevleri yükselen bu saf ateşi, der,
o toprağın kokusunda, koşturduğun çayırlara adımlardın,"

Git gide gücünü yitiren etim, kemiğim, bir bütün hâlinde hapsolduğu bu bedeni, ruhumdan ayırmak için
can atıyor, kıvranıyordu. Başımı geriye yaslamış, acı içerisinde nefesleniyordum. Jeongguk, biricik sızının,
içi sızlıyor. Hissediyor musun?

"Kaçıp gittiğin, at koşturduğun, düşüp kalktığın yolların tasvirini yapardın. İşte bu kadın, rahminden,
kanıyla beraber ayrı düştüğüm bu kadına olan aşkın, seni doğru bildiğinden etmişti. Baba, baba... Öyle bir
anlatırdın ki, seni bir bahar gecesi, ay ışığı altında yorgun bırakan, ayak tabanına dikenli bir engel yaratan
o çayırları; işittiğim her cümleyle beraber, yeşilliğin ve ferah havanın esintileri, birer gölge olur gözlerine
yerleşirdi. Sıcağın altında şakaklarına inen, seni bir kez olsun bezdirmeyen ter damlaları, geçmişten
kopup tenine yerleşir, boynuna akardı. Anlatmazdın, yaşatırdın. Dinlemekten büyük keyif duyardım,
çünkü, gök gürlediği vakitlerde, dedesinin ahşap masası altına sığınan o çocuk, masanın bir ağacın
gövdesinden oyulma olduğunu öğrendikten sonra; babasını, adsız ve hiçbir toprakta yetişmeyen, ancak
damarlarımda akan kanı uyruk bellemiş, başına buyruk bir ağaç saymıştı yeryüzünde,"

Her konuştuğunda bayağılaşıyor, katlana katlana ruhumdan sıçrayan, arsızca bedenim üzerine binen bu
acının gözleri önünde, yerle bir oluyordum. Parmaklarım yakama takıldı, duvarın pürüzlü yüzeyine
yasladığım başım, birkaç kez öne ve arkaya gitti. Bağırmak, feryat figân ederek kendimi paralamak
istiyordum. Güçsüz, biçare sandığım Jeongguk, böyle büyük bir imtihana tabî tutulmuşken, nasıl
oluyordu da dik durabiliyordu? Dudakların ardında, var olan tüm canlıların çığlıkları dizilmişken susmak
zorunda bırakılmak, kasvetiyle toprağın sonunu getiren bir felâketi, insanın cılız bedeni içerisinde
diriltiyordu. Tüm çığlıklar... Bir avuç içerisinde, yaşamı olduğu unutularak parçalanan, saydam kanatlı
ufak bir sineğin, içine gömülen sessiz çığlıkları gibi... Jeongguk, için sızlıyor.

"Senin bir kadın için hükmettiğin yollar haktı da, ben bir adamın masumiyetinde, duruluğunda, el
değmemiş teninde yaşamaktan nasibimi almış oldum diye, günaha mı bulandım? Bu sonu gelmez
nefretiniz, ucu nereye dayanır bilmediğim öfkeniz, şehvetim, aynı cinsime yönelik diye mi dolanıyor
boynuma? Baba... Ayaklarım üzerinde duramıyorum diyecek olsam, merhamet etmez misin? Bak, oğluna
bak. Yıllar geçti aradan, yine çöktü dizleri üzerine, medet umuyor senden. Kanın, parçan, soyun... Nasıl
tutkun, nasıl viraneyim ona, hiç biliyor musun? Dedemin, anneannem için elleriyle oyduğu kolyeyi
hatırlıyorsundur. Elma ağacından olan. Yapmayı öğrenmek adına, defalarca parmaklarımı kana buladığım,
sırf maneviyatına duyduğum hürmetten, hayranlıktan dolayı peşini bırakmadığım o kolye. Küçük odun
parçası, kimin parmaklarında var oluyorsa ve ardından, kimin teninde nefesleniyor, aitleşiyorsa, bu iki
ruh, yeryüzü kıyamete kurban gitmediği müddetçe, birbirinden ayrı kalmaz derdi. Oğlun ne yaptı, biliyor
musun? Oydu... İlk kez parmaklarını kanatmadan, tıpkı dedesinin yaptığı gibi, ince ince soydu kalın
kabuğu. Gitti, var ettiği o kolyeyi, aşık olduğu adamın boynuna taktı. Öyle zordu ki ayrı düşecek olmanın
düşüncesi bile, kendi kudretine, insanlığından bahşedilmiş gücüne olan inancı yetmedi; kökü nereden
yeşermiş bilmediği bir söylentinin, gerçek olma ihtimaline tutundu. Belki de bir ağaç parçası, bize sığınak
olur dedi,"

Dudaklarından dökülen her kelime, bir tümsek misâli gelip yerleşti boğazımın ortasına. Artık, ağlıyor
olduğundan şüphe etmediğim günahkâr, içine akıtmaya alıştığı göz yaşlarını, teninde dinlendiriyor
olmanın şaşkınlığıyla kasılıyor, derin sesini, okyanusun dibine zincirlenmiş, dile gelecek olsa işitilmeyecek
olan bir boğukluğa kurban ediyordu. Sırtımın tam ortasına, kalın bir odun parçasıyla vurmuşlardı sanki.
Aniden yığıldım merdivenlere, ayaklarım üzerine. Bir elimle ağzımı kapatmıştım, iç çekme seslerim
işitilmesin diye, parmaklarımın tümünü, dudaklarıma mühür niyetine örtmüştüm. Öte yandan ise, baygın
bir beden gibi basamaklara yığılmış elimle, göğsüme denk gelen kumaş parçasını kavramış, kanı taze ve
sıcacık olan yüreğimi sıkar gibi, tüm öfkemi, kırgınlığımı kıyafetimden çıkarmıştım. Hakikaten, böyle güzel
sevilecek olmak, insana kast eder miydi daima? Uyku uyuyamayan hastalıklı bir kadının, istediği verecek
olan zehre susaması gibiydi bu. Öldüreceğini gözden çıkarıyor, bir gece de olsa gözlerini huzura
yummanın vereceği keyifle, kendini ödüllendiriyordun. Ağlıyordu, günahım, bana duyduğu aşkın acısıyla
kıvranıyordu.

"Mâdem kalmadı içinde affedicilik, mâdem cezalandıramayışının hırsıyla, özünde var olan babalık
duygularına doğrulttun tüm kurşunlarını... Öyleyse, sevdiğin bu kadının rahminden diye, onun canından
diye, parçası diye bağışla oğlunu, suskun kal ve bırak, tutayım ellerini. Sürgünleri de, cezaları da yok
gözümde. Jeongguk var, baba. Bir o var. Başka hiç,"

Dişlerimi, kırdığım dizimin kemik kısmına geçirmiş, içli içli ağlıyordum. Bir ara, başımı çevirip de tekrar,
bir aileyi zemininden sarsan buhran dolu yıkıma göz değdirdiğimde, Choi Wook'un, oğlu karşısında bir
çocuk gibi küçüldüğüne, babalığın verdiği bükülmez, bir demir gibi sert olan görünüşünden sıyrılıp,
sessizce ağladığına şahit olmuştum. Buruktum. Yüklüydüm, eziliyordum. Duvardan destek almak,
ayaklarım üzerinde durmak istediysem de, bir lastik gibi eğilip bükülüyor, yeniden düşüveriyordum.
Silemeyecektim, bir gündüz ışığına, kara mürekkep döken bugünü, mürekkebi dağıtan, saçan işittiğim
kelimeleri, can verdiği her cümleyle, paslı bir demiri kaburga kemiklerime geçiren yorgun sesini...
Silemeyecektim.

"Bir babanın acı eşiği, evladını yitirdiği vakit yok olur, silinir. Ben, bunu çoktan deneyimlemişken, ikinci
defa yaşayıp da, insanlığımdan ödün vermeyeceğim. Olmayacağım senin yıkımın, git. Kalk ayağa.
Koştuğum çayırlar, bana hakikati, doğruyu ve tertemiz, sıhhatli bir anneyi getirdi. Şimdi de hüznüm, gün
geldiğinde baba olamayacağınadır. Görme bu ihtiyarı, işitme. Hadi, kalk. Tut ellerini, küçüğüm diye
seviyormuşsun. Annene gönderdiğin mektuplarda okudum. Akıl erdirememiştim, meğer içine kattığın,
bir bakışıyla seni, tüm doğruların şafağına sürükleyen, pederin oğlu Jeon Jeongguk'muş. Tanrı affetsin
günahlarınızı. Tanrı, sizi bağışlasın. Kalplerinizi, daimi olacak bir karanlıkla mühürlemesin. Kalk ayağa,"
280

Bakışlarım, dizleri üzerinde yükselecekken yalpayalan günahkârda yer edinmişti. Choi Wook, oğlunu es
geçip de kapıya yürüyorken, Taehyung'un, rengini bozkır atların parlak tüylerinden çalmış tenine baktım.
Yanaklarını, bir karşı çıkma eylemiyle yaratılmış kadar dik olan kirpiklerini, öpüşleriyle şehvetimi
susturacak sanıyorken, kanatları göğe açılan bir melek misâli kabaran dudaklarını, belirgin bir koyulukla
resmedilmiş havası verilen çene çizgisini kucaklamıştı göz yaşları. Evin kapısı örtüldüğünde, başı boş bir
insan gibi, hiçlikten beslenen parkelerde, bir telaş baş göstermişti. Günahkârın annesi söze girdiğinde,
omzumu duvara yaslamış, bitkin gözlerimi açık tutma çabasından arınmış hâlde, sohbetlerini
dinlemiştim.

"Biletleriniz hazır. Tren bir buçuk saate kalkacak. Telgraf, umuyorum ki ulaşmıştır Orenda'ya. Sizi, içten
samimiyetiyle karşılayacağından şüphem yok. Laf kalabalığı bunlar... Kuzenini benden de iyi
tanıyorsundur. Kimselerin aklına esmez orada olacağınız, bir müddet, çiftlik hayatına alışana dek orada
ikâmet edersiniz. Sonra birlikte, isteğiniz doğrultusunda, zarar görmeyeceğiniz bir yörüngeye sokarsınız
hayatınızı. Oğlum, seni parşömene, dolma kaleme düşüren bu gence duyduğun aşk, tek taraflı değil. Bir
manastır talebesi, gelecek vaât eden, imanı kuvvetli bir Hristiyan iken, sırt çevirmiş kutsalına. Böylesi
nâmümkün, alışılmadıktır. Bil ki, içimde bir katil dolanıyor diye tarif ettiğin bu sızın, hiçbir eksiklik
yaşamadan, o çocuğu da yakıyor. Belki daha da fazla, ancak asla azı değil. Taehyung, koru onu. Küçüğünü
kolla. Esen rüzgârdan, yaklaşıyor olan kıştan, gözünü korkutacak en ufak bir bakıştan... Koru. Savunmasız.
Seni, bu yaşına dek sırtını dayadığı Tanrı'dan kopma bir günahkâr bellemiş. Dedenin altında dinlendiği
elma ağacı ol, hiçbir gösterişin, heybetin yokken, kollarını açar gibi eğ dallarını üzerine. İnsandan sakın,
doğayla bir ol, koru Jeongguk'u."

Artık, bu eve akıtılan zehrin sonu geldiğinde, parmak uçlarımda üst kata çıktım. Hemencecik perdeyi
aralamış, camı sonuna dek açmıştım. Bir daveti aşağılama olarak gören yel, yolunu değiştirip de yüzümü
selamladığında, az önceki kıvranışlarımın izinin silineceğini umdum. Taehyung, merdiven basamaklarını
döve döve çıkmış, nefes nefese girmişti odanın içerisine. Hiçbir şey söylemedi, sırtım ona dönüktü. Ben
bakmıyorken, ahşap döküm olan dolabından bir bavul çıkarmış, etrafında gerekli gördüğü ne var ne yok
doldurmuştu içine. Ufak koşuşturması sona erdiğinde, bir bebeği uykudan edecek olma korkusuyla
arkamdan yaklaşmış, burnunu saçlarımın arasına sürtmüştü. Aniden hafifleyen nefesleri, ağır ağır
kokumu yükleniyor, duyularına şölen niyetine ikrâm ediyorken, parmaklarını belli belirsiz elime sürttü.

"Yirmi dört saate yakın sürecek, sonu hür iradeden doğma topraklara açılan bir yolculuğa çıkacağız.
Rusya sınırına yakın, Tumen Nehri'ni, çatı katına manzara diye hapsetmiş bir çiftlik evine düşüyor
yolumuz. O evin bir odası, günahımızı, aynı tenlerin katman katman bir oluşuyla yarattığı bütünden,
tekrar doğuracak. Jeongguk, yasak olanın sonu getirilir demiştim, hatırlıyor musun? Getirdi. Kavuşuldu,
aşkım. Kavuştun bana," Kurduğu her cümle, vurgusuyla bir biçime mecbur bıraktığı her kelimesi, zihnimin
tenha tepelerine kurulmuştu. Ancak her şeyden önce, şahsımı hedef alarak dile getirdiği hitap şekli,
sersemletmişti beni. Kafam, bilinçsizce arkaya düşmüş, günahkârın tek bir an olsun açlığını gideremediği
boynumu, gözleri önüne sermişti. Dudakları, yumuşak bir temasla bastırılıyorken tenime, bunu yeterli
göremeyince hareketlenmiş, sürtüne sürtüne yanaklarımı bulmuştu. Elime değen parmakları, sağımdan
yolu açıp belimi kavradı. Soğukla bir olan, iç içe geçen tenim, bir şöminenin karşısında uyuklar
hâldeymişim gibi ısınıyordu şimdi.

Annesine ettiği veda, evden çıkışımız ve bir faytona binerek, tren istasyonuna ulaşmamız, yaklaşık bir
saatimizi almıştı. Biletlerimiz hazır olduğundan, bekleme salonuna geçmiş, bordo, deri koltuklar üzerine
bırakmıştık kendimizi. Kalabalığın gürültüsü, ara ara seyrekleştiği ve gözler, yan yana iki dost gibi
oturuyor olan bedenlerimizi terk ettiği vakit, günahkâr istekle yüzüme dönüyor, bakışlarına karşılık
vermemle beraber, diz kapaklarını hafifçe bacağıma sürtüyordu. Trenin, insanları bir cümbüşe
sürükleyen, avlanmış bir dağ ayısının, ormanları titretir çığlığına eş değer olan sesi duyulana dek,
dokunuşunu benden esirgemedi. Ne zaman ki üç numaralı vagonu bulmuş, özel olarak ikimize ayırtılan
kompartımana yerleşmiştik, ikimizin dudakları arasından da yüklerden arınmış, taze birer nefes
dökülmüştü. Her ne kadar baş başa olursak olalım, buğulu penceresi ardından geçip giden yüzler, ara ara
itinayla her bölümü inceleyen kondüktör sebebiyle, iki dostu andıran görüntümüzün önüne
geçememiştik. Ta ki gece vakti gelip, trenin gürültüsünü, tehditkâr bir havayla bastırana dek. Güneşin,
artık canlılığını kaybettiği aylar sebebiyle, cılız ışıkları üzerimize doğru süzülene dek, sessizlik hüküm
sürmüştü dışarıda.

Günahkâr, geceleyin uyku hâlindeki beni karşısından çekmiş, yanına oturtmuştu. Kuşetin iç kısmında
kopuk olan demirleri sebebiyle sızlayan sırtım, Taehyung'un okşar vaziyette olan samimi dokunuşlarıyla
gevşemişti.

"Söyler misiniz, nedir seina la ton?" Omzuna yaslı alnımı kaldırmış, direkt olarak gözlerine daldırmıştım
koyu irislerimi. Önce, kaşları belli belirsiz çatıldı. Kuru dudakları aralandı, oluşan kara çukurdan, boğuk,
fakat olabildiğince sıcak bir nefes sızdı.

"Kıtlık döneminin başlangıç zamanlarıymış yanlış hatırlamıyorsam. Her ay, taş çatlasa bir defa
birbirlerinin yüzlerine bakabilen annem ve babam, o sıralar meşgul olan ailelerini fırsat bilip, sık sık
görüşmeye başlamışlar. Fakirlik hüküm sürüyor, hayvanlardan istenilen verim elde edilemiyormuş. Salgın
hastalıklar diz boyu... Hâliyle, eğitim, sağlık gibi gereklilikler aksar vaziyetteymiş. Annem, bir dil öğrenme
hevesiyle yanıp tutuşuyormuş. O zamanlar babamın da dilinde dönen tek lügât, kırık Korecesiymiş. Ancak,
bir farklılık yaratmak, güzeller güzeli Myung Cha'sını memnun etmek için, yoktan var etme arzusuna
düşmüş. Bir gün, boylarına kadar varan otlar arasındalarken, annemin kucağına bir kâğıt bırakmış.
Parmakları arasına da, mürekkebi kurumakta olan, paslı bir kalem. Bildiği ne kadar harf varsa, hayali
satırlar üzerine yerleştirmiş hepsini. Sonra anneme dönmüş yüzünü. 'Hadi,' demiş, 'Bir dil yaratalım,'"

Taehyung'un kıpırdar hâldeki dudaklarından alamıyordum bakışlarımı. Susuzluğum, insanî yanlarımı


baştan yaratacak, her adımda bir vahşilik ekleyecek kadar yoğundu. Farksızdır, bir kez daha. Onun
vücuduna doğru bir eğim kazanmış bedenimi sarmaladı, gözlerini bir an olsun ayırmadı dudaklarımdan.
İri ellerinden bir tanesi, yüzümün sağ kısmını komple örtmüştü. Hafiften aralık olan ağzım, ciğerlerimde
süratli bir gezinti sonrası, ısınarak yolunu bulan nefeslerimi, günahkârın çenesine döküyordu.

"Birlikte, kimsenin çözemeyeceği, gizli bir dil yaratmışlar. Seina la ton, o parşömen kâğıdına dökülen ilk
yazıymış. Annem şöyle tabir eder, 'Kurak toplarda açan ilk beyaz orkide, beyaz, Tanrıların rengi. Bir kaçışa,
imkânsızlığa yatkınlığı olan her aşığın, bu pak, arı sütü andıran renge döktüğü, ilk günahından kesit.' Bir
bakıma, orkidelerin Tanrı'ya baş kaldırısı, aşk uğruna kesik atılan temiz, erdemli bir yaprağın serpilişi.
Birbirlerine böyle seslenirlerdi. Seina la ton, ilk günahım, ilk kesiğim, ilk serpilişim."

Tren yolu pürüzlüydü. Saatler geçtiğinden, artık sarsılan bedenlerimiz, gözün karanlığa alışmasındaki o
pervasız direnişe sahipti. Taehyung'un arzu dolu bakışları, işaret parmağıma düştüğünde, yorgun kolumu
yavaşça havaya kaldırdım. Ben sonunu getiremeden, o uzanmış, kavradığı ince bileğimi istediği gibi
hareket ettirip, her zamanki yerine bastırmıştı dudaklarını. O gece de parmak ucumdan öptü beni.
Dudaklarım arasından, fısıltı hâlinde dökülen dileğime karşılık, kimlerin görebilecek olduğu korkusundan
sıyırlmış, bir anlığına da olsa uzanıp, bacağımı, iki bacağı üzerine yerleştirmişti.

"İyi geceler, seina la ton. Siz, benim yeniden doğuşumsunuz."

*Alıştığınızı biliyorum ancak, yine de belirtmek istedim. Dil de, cümle de, anlamı da bir uydurmadan
ibaret. Bölüm için kurgulandı.
22.bölüm
"Bedenin ışığı gözdür. Gözünüz sağlamsa, bütün bedeniniz aydınlık olur. Gözünüz bozuksa, bütün
bedeniniz karanlık olur. Buna göre, içinizdeki 'ışık' karanlıksa, ne korkunçtur o karanlık!"

Mat 6: 22-23

22.BÖLÜM

-BAŞLANGIÇ-

Güneş, ışığını solumdan döküyordu. İki yanı da taze toprak kokan bir yol üzerinde yürüyorduk. Afacan bir
rüzgâr, henüz aydınlanan göğün altında tek tük insan görmesinin verdiği keyifle, bir o yana bir bu yana
koşturup duruyordu. Ara ara yanımda yürüyen adama dikiyordum gözlerimi, saç tutamları, yönünü bir
türlü belirleyemeyen yelin bozgununa uğramıştı. Temiz alnı ne zaman açılsa, üzerinde yıllar boyu emek
verilmiş bir yontma heykel gibi kibirleniyordu çehresi. Farkında değildi ne denli bir meydan okuma
içerisinde olduğunun, etrafında ne var ne yok, canlı cansız, yürüdüğü her an renklerin sonunu
getiriyordu. Çöl ortasında dallanıp budaklanan, suyu reddeden, güzelliğiyle kendi kendisini besleyen
adsız bir çiçek gibiydi. Adı olmamasıydı onu özgür kılan, bir hitap etme zorunluluğundan bağımsız,
gönlüne göre sesleniveriyordun. Neresiydi kökeni, hangi insanın parmaklarında tutunmuştu yaşama,
yoksa yalnızca bir Tanrı mucizesi miydi, bilemiyordun. Tüm soruları silikleştiren, insan aklını tek bir renge
tutsak eden, büyüleyici bir hoşluğu vardı. Böylesine bir yoğunluğa karşın, yalnızca birkaç saniye beklettim
bakışlarımı yüzünde. Yorgundu. Uykusuzdu.

Artık yolun ucu, bir evi ufuğa seriyordu. Yaklaşmamız üzerine, günahkâr adımlarını hızlandırdı. Bir an
önce ulaşmak, rahata ermek istiyordu belli ki. Ya da, hiç üzerine konduramadığım bir tedirginlik
içerisindeydi. Yaklaşık iki yüz metre uzaklıkta olan asil ev, bir çiftlik evi sayılabilecek olmanın ötesindeydi.
Henüz buradan beyaza boyanmış, şeritler hâlinde dikey olarak bölünmüş balkon kolonlarını
görebiliyordum. Etrafı çitlerle çevriliydi. Çitlerin içerisinde kalan alan, ev kapısının girişinden sonrası için,
belki de ufak bir yemek masası, etrafa konulabilecek çeşit çeşit oturakları bünyesinde barındırabilirdi.
Çitlerden dışarı çıkıldığındaysa, sonu gelmeyecek bir özgürlüğe adım atacağının garantisini veriyordu
gittikçe yakınlaşan manzara. Bakışlarım, bir alaca misâli dikkati olabildiğince topladı. Tüm doğa kesitleri,
git gide soluyor olan çayırlar, ağaçların zayıf düşmüş dalları, dönüp duran rüzgâr bir süreliğine kesti
hareketi. Zaman, mekân kavramları, algılarımın önü temize çıksın diye, nezâket gösterircesine geriye
çekilmiş, gerçeği tüm çıplaklığıyla sermişlerdi ayaklarım altına. Bir eve bakıyordum, ne kadar süreceğini
bilmediğim bir misafirliğe, yabancısı olduğum bir konuta, içinde kimlerin yaşadığını bilmediğim bir yığına,
günahımı gecelerine dağıtacağım, günahımı içinde dirilteceğim bir mezara bakıyordum. Hayır, artık
mezarlar ölüleri almıyordu içine. Zihnimdeki resim bundan çok daha başka bir pencereye açılıyordu.
Mezardı, yaşatanından. Nefeslenecektik. Tekrar ona döndüm, yüzüme bakıyordu. Gelmiş sayılırdık. Evet,
nefesleniyordum. Şimdiden, ayak basmadığım bir toprak parçasının öz, has kokusu süzülmüştü
burnuma.
Evin önündeki tahtadan, hiçbir güvenlik sağlamayan, sırf var olsun diye konulmuş olan kapıyı araladı.
Henüz, üzerine toprak sıçramış taştan yolu yürüyorduk ki, karşımızdaki asıl kapı büyük bir gürültüyle
aralandı. İçeriden başını uzatan, yüzünü, birkaç saniye sonra tam anlamıyla seçebildiğim orta yaşlarında
bir adam çıkageldi. Büyük, samimi bir tebessümle kollarını iki yanına açtı. Üzerinde, yüz ifadesine tezat
duran, buram buram ciddiyet kokan bir takım elbisesi vardı. Buğday tenli, boyu günahkâra nazaran biraz
daha kısa, saçları gür ve siyahlığını bağırır raddede belli eden bir koyuluktaydı. Taehyung'un kuzeni
olmasına rağmen, yüzünde asıllı bir Kore vatandaşından uzak, karma genler taşıyor olduğunu gösteren
bir yabancılık vardı.

"Vante, sevgili kuzenim!" Vante... Sorgusuz suâlsiz, yeni bir merak dalgasının yaratılmasına fırsat
vermeden, zihnime bir komutan edâsıyla emirler yağdırıyordum. Şaşırtıcıydı ki, ilk kez beni reddetmedi.
Adamın kolları, günahkârın bedenini sarmalayana dek açık kaldı. Nihayet birbirlerine ulaştıklarında, iç
ısıtan ve özlemi bir insan kokusu gibi baştan yaratan bir samimiyetle kucaklaştılar. Adam, Taehyung'un
omuzlarını sıvazlıyorken geri çekildi. Saydam bir burukluk, eş değerinde, eksik olmayan bir huzurla
gülümseyişini sürdürdü.

"Seni görene dek, geçip giden yılların farkında değildim. Sonu gelmeyen bir koşuşturma içerisinde,
yaşanmış ne varsa eskilere gömüyor, gelecek ve bugünün derdine düşüyoruz. Böylesi doğru olanı
muhakkak, ancak bilmeni isterim ki, gömülü ve kökü çürümüş sanılan bir filizin, kış ortasında cana
geldiğini hissediyorum. Mektubunuzu dün aldım, nasıl bir sevinç içerisinde okuduğumu bilemezsin. Ah,
baktıkça yabancı kaldıklarımızın ağırlığı altında eziliyor Orenda. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi oysa,
konuşacak ne de çok şey var, Vante." Son cümlesini söylüyorken, günahkârın omzu üzerinden bana kaydı
bakışları. Dudaklarında hâli hazırda olan tebessümü, yüzüme değen gözleriyle birlikte merhamet
içerisinde hafifledi. Taehyung, aheste aheste ardını döndüğünde, tüm yorgunluğu, bir akarsuya kapılmış
ufak su damlası gibi kaybetti yolunu. Tazelenen yüzünde bir ferahlık baş gösterdi. Yanıma adımladı, elini,
hafif bir dokunuşla omzuma sardı. Gözlerimiz birbirleri içerisindeyken, kuzenine hitaben beni takdim etti.

"İznin olursa, bu genç beyefendiyle tanışmanı isterim. Jeon Jeongguk, beklenmedik kavuşmamızın
temelindeki asıl ve yegâne sebep," Gözleri, büyük bir dinginlik içerisinde geziniyordu uzuvlarımda.
Kuzeni, yaralı bir serçeyi ürkütmemek için atılana benzeyen, şeffaf ve bir o kadar da merak dolu
adımlarla yakınlaştı. Elini, boynunu bükerek, eş zamanlı olarak da bacağını öne doğru kırarak uzatmıştı.
Heyecan içerisinde, bir kabulleniş ve haberdâr olma durumunu yaşatan sıkışma için, parmaklarını
kavradım. Bu, bir izin göstergesiymiş gibi gözlerini gözlerime yükseltti, belini doğrulttu ve dik bir duruş
takındı.

"Şeref verdiniz, küçük bey. Sizi burada ağırlayacak olmanın gururu içerisindeyim. Orenda Pertugol,
Vante'nin, tek ve değeri paha biçilemez olan biricik teyzesinin, ilk oğluyum. İtalyan, şarap tüccarı bir
babadan, Kore'nin kaligrafi sanatında büyük eserler vermiş bir anneden gelmeyim. Memnuniyetim dile
gelecek gibi değil, affediniz." Sıktığı elimi bırakmadığından, tedirginlik içerisinde Taehyung'a döndüm
yüzümü. Güven verir bir ifadeyle, omzumda duran elini enseme yükseltti. Parmak uçları, belli belirsiz
tenimde geziniyorken, bir yakını karşısında böyle samimi oluşumuz utancımı tetiklemişti.

"O şeref bana ait, signore. Misafirperverliğiniz için müteşekkirim," Bozuk İtalyanca hitabıma karşılık,
kaşlarını kaldırarak hayretler içerisinde gülümsedi. Bundan üç sene önce, eş dost hasretiyle kasabaya
gelen ihtiyar kadın Elvira'ya, içimden şükranlarımı sunuyordum. Yaşlılığı sebebiyle ağzında geveliyor
olduğu İtalyancası, hiçbir çaba göstermeyişime karşın ağır ağır yerleşmişti zihnime meğer. Haftasonları
olan ziyaretlerimde tanık oluyordum, öğlen vakitlerine yakın balkon demirliklerine yaslanır, üst kattaki
komşusuna bağırır dururdu. Ne dediğinden bihaber de olsam, sonraları öğrenmiştim ki, bir ayağı çukurda
olan adamın, odadan odaya geçiyorkenki sürünür vaziyetine rağmen, parkelerin sesinden duyduğu
rahatsızlığı, kaba bir üslûpla dile getiriyormuş. Ne de anlayışsız bir kadındı. Kiliseye karşı gösterdiği
saygınlığı olmasa, nezaketen olan tebessümlerini karşılıksız bırakır, aynı şekilde muamele ederdim ancak
içim bir türlü elvermemişti.

"Baylar, lütfen içeri buyurun. Uzun yoldan geldiniz, yorgunsunuzdur. Ma amoureuse -benim âşığım- ve
küçük kızım Viole, kahvaltı masasında sizleri bekliyorlar. Ah, kabalığımı görmezden gelin, küçük bey.
Çevirmen olmak böyle bir gürültü kirliliğine sebebiyet veriyor. Birçok dili, balkabağı çorbasına katılmış
taze baharatlar gibi karman çorman ediyor, ağzıma geleni koyveriyorum. Evet, bu taraftan. Masa
örtümüzü görüyor musunuz, vişne figürleriyle dolu. Viole vişneye bayılır, annesinin aksine."

Aniden, kendimi daha önceden hiç tatmadığım bir aile saadeti içerisinde bulmuştum. Masanın bir
ucunda, çelimsiz, soluk tenli, buna rağmen güleç bir kadın oturuyordu. Kestane rengi saçları, kulak
bitimine dek uzanıyor, son anda yolu kıvıran bir bisiklet misâli, hoş bir dalgayla dışarıya doğru şekil
alıyordu. İçeri girişimizle birlikte, kadın alelacele ayaklandı. Onun kalkmasıyla birlikte, sandalyenin
arkasına saklanmış küçük kızları, bahsi geçen Viole, başını usulca çıkardı olduğu yerden. Taehyung, genç
kadının eli üzerine, teması belli belirsiz olan bir buse kondurdu. Hâlini hatrını sorduktan hemen sonra,
parke üzerinde bekleyen küçük kız çocuğunun yanına ilerledi. O esnada gözlerimi, beklentiyle diktiğim bu
masumane, insanın içine işleyen sahneden çekmek zorunda kalmıştım. Kadın, kemikli ellerini, aynı
Orenda gibi uzatmış, karşılık vermemle beraber tebessüm etmişti. Öyle bir istekliydim ki günahkârın,
küçük çocukla olan etkileşimine tanık olmaya, karşımda duran kadına kabalık yapacak olmayı
umursamadan, gözlerimi bu tabloya diktim. Yavrucağın beline varan saçlarını seviyor, ışıltısı, bir gecenin
yapaylıktan uzak olan, yıldız taşıran zemininden çalınmış gülüşüyle, cevap alamadığı sorular soruyordu.
Yörüngesinden çıkmış, kimsenin varlığından haberi dâhi olmadığı çapsız bir gezegen gibi seyrediyordum
onu. Kulaklarımın dibinde, Choi Wook'un cümlesi dalga dalga yankı yapıyor, engelleyemediğim bu
tekrara varış, her seferinde köhne bir parçamdan etlerimi liğme liğme koparıyordu. Şimdi de hüznüm,
gün geldiğinde baba olamayacağınadır.

Bir saraydan çalınmış kadar gösterişli olan sandalyelere yerleştiğimiz vakit, isminin Elsha olduğunu
öğrendiğim genç kadın, servise başladı. Kimse dua etme gereksinimi göstermemişti. Geride
bıraktıklarıma rağmen, hâlâ sahip olduğu kudretli coşkuyla sesim, bir idama karşı gelir gibi ayaklandı.
Taehyung'un inançsızlığını bildiğimden, ona dair bir beklenti içerisinde değildim. Ancak görüyordum ki,
bu çekirdek ailenin de sevgili günahkârımdan bir farkı yoktu. Belki de yalnızca, tüm hayatlarını bir din
üzerinden yürütmenin mantıksız olduğunu düşünüyorlardı. Yemek yiyorken de, Tanrı'ya
seslenmeyiverelim diyorlardı. Bu ihtimale tutunmak, bulunduğum an içerisinde, bir gereksinimden
ziyâde muhtaçlık hâlini almıştı. Üsteleyecek, yüz asacak değildim. İçten, samimi bir yakarışla seslendim
İsa Mesih'e. Tanrım, bize verdiğin şeyleri ve lütfûnla bize vereceğin şeyleri takdis et. Amin.
Kahvaltı başladığından itibaren, herkes sükûnet içerisinde tabağına odaklamıştı ilgisini. Taehyung, sık sık
yüzünü bana çeviriyor, nasıl bir utanç içerisinde eğilip büküldüğümü görmezden gelerek, önümde duran
çini işlemeli tabağa bitirdiğim ne varsa yeniden koyuyordu. Artık doymak bilmez, iri cüsseli bir adamın aç
gözlülüğüne sahip gibi görünüyorum sandığımda, çatalıyla önüme uzanıyorken bileğini kavradım. Demir,
cilalanmış kadar parlak olan uçlara sapladığı haşlanmış patatesi, kendi tabağına bırakmak istediysem de,
anlık bir arzuyla elini yönlendirmiş, çatalı dudakları önüne dek sürüklemiştim. Bir kitap kapağı gibi
aralanan ağzından, pembe dili aheste aheste süzülüp, patatesin bir ucunu kavradığında, tedirginlikle
kasıldım. Masanın öteki tarafında toplanmış olan ailenin, hiçbir çaba göstermeksizin bas bas bağıran
dikkati pür bakışlarıyla, bir kriz sonrası ne yaptığının, neleri devirdiğinin, ne zararlara sebep olduğunun
hesabına düşen hastalıklı bir zihin gibi kendimi geriye çektim. Orenda, tuttuğu çatalını usulca masaya
bıraktı. Sırtını geriye yaslıyorken, bir süre bakışları yan yana oturan günahkâr ve ben arasında gezindi.
Ardından, beklemeden lafa girdi.

"Taehyung ile, Bologna Üniversitesi'nde eğitim gördüğümüz zamanlar, kendisi Vante mahlasıyla sanat
icrâ ediyordu. Başına buyruk, bağımsızlığına düşkün bir gençti. İnatla İtalyanca öğrenmeyi reddediyor,
kimseden işitemeyeceğin pürüzlü bir aksanla İngilizce konuşuyordu. Sokağa, halkın arasına karışmış,
insanlıkla iç içe geçmiş olan sanata ve bittabi sanatkârlara büyük hayranlık besliyordu. Bundandır ki,
kendisi, Bologna'nın duyulmamış, harabe sokaklarında, kalabalığı iki ele evrilip, boğazına sarılacak kadar
yoğun olan caddelerde müzik yapıyor, kendince yarattığı özgün bir ifade tarzıyla, her milletten, her
yaştan ve her cinsiyetten insanı, ağzından çıkar çıkmaz, nişan aldığı yeri bulan bir kurşun misâli, keskin
cümleleriyle manipüle ediyordu. Ah, sevgili kuzenimin kirli bir geçmişi olacak sanıyordun, değil mi?
Yanılmıyorsun da, lafı evirip çevirmemek lâzım. Profesörleri, gözlüklerini ayakları altına alıp parçalayacak
seviyeye getiriyordu yersiz sorularıyla. Devrimci, bir yandan da yasak olana meydan okuyan, tutkulu bir
baş kaldırma hâli içerisindeydi,"

Günahkâr, anlatılan her şeyi kayıtsızca dinliyor, porselen bardağındaki taze bitki çayını sessizce
yudumlamaya devam ediyordu. Orenda, haylaz bir tebessümle kuzenini süzdükten sonra, yeniden bana
odaklandı. Dirseklerini masaya dayamıştı. Anlatacaklarından aldığı haz, henüz dile gelmemişken
çepeçevre sarmıştı koyu gözlerini.

"Bir gün, ana kampüsün oldukça bilindik olan ufak, taşları granit yapımı havuzunun yanına, bir heykel
dikildiği haberini aldık. İnsanların yüzlerinde yer edinmiş dehşet ifadesi, durumu gittikçe daha da merak
uyandıran, öte yandan da anlamsız bir bilmeceye çeviriyordu. Görmeliydin, tarihi çağlardan kalma
iskeletlerin, keyfî karar veremedikleri ölüm hâlleri gibi, şahit olmadığım tuhaf tepkilerle koridorun bir o
ucuna, bir diğer ucuna koşuşturuyorlardı. Pencerelere dizilmiş insan yığını arasına sızdım, ite kaka bir
şekilde yer edindiğim o eşiğin önünden, aşağıda, gözlerim önüne serilen manzarayı görmemle, az önce
tabirini yaptığım tuhaf çehrelerden hiçbir farkım kalmamıştı. Öyle sanıyordum, mümkün değildi aksî. Bu
çılgın, ruhunu ellerinde yontup, taşa, toprağa aktaran adam, havuzun yanına dikilen o heykelin asıl
sahibiydi. Ve o heykel, birbirlerine sarılmış, şehveti duru bedenlerine ilişmiş iki adamın, zihni içerisindeki
estetik bir yansımasından başkası değildi,"

Şaşkınlık içerisinde göz hapsine aldığım, basılmış her ne kadar kitap varsa, içlerindeki en değerli satırların
birikiminden doğma çehresini geziniyordum. Bakışlarıma karşılık verdi. Sanki, Orenda'nın anlattığı
hikâyenin çılgını, heykeltıraşı, sanatkârı o değilmiş gibi, yoğun bir arzuyla dudaklarıma bakıyordu. Yerli
yersiz söz hakkı tanıdığı ihtirasına karşılık, çekingen bir tavırla yeniden karşımdaki adama odaklandım.
Kıpır kıpırdı. Devam etmek için sabırsızlanıyor, aralık dudaklarıyla, bir konferansta spontane konuşma
yapacakmış gibi, aklında dönüp duran cümlelerin tekrarını ediyordu.

"Sözde baktığın vakit, tüm üniversite belli bir kapasite üzerinde bulunan, gelişimi diğerlerine göre farklılık
gösteren, aldıkları eğitimin sonuna kadar hakkını veren hümanist, özgürlükçü ve eşitliği savunan
öğrencilerinden oluşuyordu. Ancak bu heykel, üniversite dekanından, temizlik görevlilerine dek herkesi
çıldırtmaya yetmişti. Atılacağının bilincinde olan sevgili kuzenim, Vante, dekanla olan görüşmesi henüz
kurula iletilmemiş, bir sonuca bağlanmamışken, eğitim hayatını sonlandırdı. Kendi hür iradesiyle,
fikirlerine saygı gösterilmemesine duyduğu rahatsızlıktan ve kontrolsüz öfkesinden dolayı, insanların
girebilmek için bir hamal gibi çalıştığı, gücünün son safhasına dek didindiği üniversiteden vazgeçti,"

Taehyung, oturduğu yerde kıpırdanıyorken, parmaklarını birbirine kenetleyip, eklem yerlerine çenesini
dayadı. Orenda, az önceki haylaz bir çocuğu andıran tonlamasından sıyrılmış, gevşemiş olan bütün yüz
çizgilerini, söyleyeceklerinin ağırlığıyla dize getirir gibi kasmıştı.

"Rastlanılır bir kişilik değil. Öz kuzenimi ilk kez, o an tam anlamıyla tanıyabildim. Yüzündeki pervasızlık,
gururla diktiği omuzları, adımlarındaki özgüven ve kayıtsız, alaylı tebessümü... Kampüsü terk ediyorken,
işte böyle bir ifade takınmıştı yüzüne. Maneviyat, kişisel değerler, onun için pek özel ve dokunulmazdır.
Ulaşılmaması, kimsenin bu amaçla tenezzül dâhi etmemesi gerektiğini savunur. Böylesine savaşçı bir ruh,
peşine takılabilecek olan herhangi bir var edilecek sonucun, tehlikenin endişesiyle karar vermez
adımlarına. Gerekli gereksiz, ne çok ayrıntıyı serdim önünüze. Fakat varmak istediğim nokta, birkaç
cümleye sığacak kadar basit. Vante'nin, kendi cinsinden bir insana duyduğu aşkın, gözünde Tanrı'yı da,
cehennemi de olduğundan daha silik bir hâle getirmiş olmasına şaşırmıyorum.O yıllarda, neredeyse
beşeri olarak nitelendirdiği insanî duyguları, görüyorum ki artık, içsel bir savaşın getirisi olarak dolanmış
eline ayağına. Biricik kuzenimin gözlerinde, alışılmadık tatlı bir telaş var. Silinmiyor da belli ki, geldiğinden
beridir, eksilmeden, aksine inatla büyüyerek yer ediniyor kendisine."

Kalakalmıştım. Ellerimin üzerindeki kumral tüylere, sanki yeni ekilmiş buğdayların, zarif salınışları
eşliğinde birbirlerine kur yaptıklarını izliyormuş gibi dalıp gitmiştim. Kıvranıyordum. Bu cesur adamın,
kendi ağzıyla, günahkâra yönelik yaptığı itirafı, tenimi ateşlere vermişti. İki kişiye ait kalacak sandığım bu
gizliden gizliye yeşeren, benliğime baştan aşağı yabancı olan duygularım, şimdi başka insanların
seslerinde dile geliyordu. Tepkisizce bekliyor, hiçbir laf edemiyordum. Nihayetinde, zarif Elsha, düştüğüm
mahcubiyetin farkına varıp, yumuşak bir tonla konuyu değiştirdi.

"Taehyung, çatı katındaki iki kişilik odayı sizin için hazırladım. Eğer birlikte kalmak rahatsızlık verecek
olursa, salonu da geceleyin servise sunabilirim. Bol bol temiz örtülerimiz, çarşaflarımız var. Rica
ediyorum, yabancılık çekmeyin. Yorgunluğunuz gözlerinizden okunuyor. Üst kattaki banyo tertemiz,
henüz yıkattırdım. Gidin ve sıcak birer duş alın. Keyfiniz nasıl istiyorsa. Akşam yemeğine dek dinlenir,
sonrasında yeniden odalarınıza çekilirsiniz. Yatağın yanındaki komodinin ilk çekmecesine, dedenin
tütünlerinden koydum. Sarmak istersen, oradalar. Temiz kıyafetler de dolap raflarında. Bir ihtiyacınız
olursa, ben burada olacağım. Söylemekten çekinmeyin, incinirim yoksa."
Bunlar, kahvaltı sofrasında duyduğumuz son cümlelerden olmuştu. Günahkâr önde, ben arkada
merdivenleri çıkıyorduk. Tahtadan kapısını araladığı oda, mahremiyetin bedenlerimizden önce süzülüp,
köşe bucak kendisine yer edinebilme arzusuyla ilerlemesine sebepti. Tavana doğru git gide daralan,
ikimize yetecek genişlikte, buram buram ahşap kokan sade bir odaydı. Yatağın ayak ucunda olan duvar,
baştan aşağı uzunlamasına bir camla kaplıydı. Göğü olduğu hâliyle, bir uyku uyanıklık, dinlenme
eşliğinde, tüm mucizesi ve bilinmezliğiyle seriyordu gözler önüne. Soğuğa karşı direnci düşük ağaçlar,
dalları, gövdelerine dek uzanmalarına karşın renklerinden ödün vermiş çayırlar ve tüm bu doğanın
uykuya dalacağını gösteren şahane eserin ardında, günahkârın bahsini ettiği Tumen Nehri görünüyordu.
Havanın kapalı oluşundan mı, yoksa aramızdaki hatırı sayılır bir mesafeden midir bilmem, rengi açık bir
griyle baştan aşağı boyanmıştı. Yaz ve bahar aylarının cıvıl cıvıl, kendine has yaratılmış olan birbirinden
farklı renklerin iç içe geçtiği, insan ruhuna hiç irade tanımaksızın sızan, sinsice yer edinen tüm o güzel
seyir üzerine, opak sayılabilecek, koyu bir örtü örtülmüş gibiydi. Soluktu. Işıltısızdı. Buna rağmen, en
saklımda, ölmeyi bekleyen bir veba hastası gibi tir tir titreyen yaşama sevincim, ilacına kavuşmuş gibi
ayaklanıyordu ufaktan.

Önce günahkâr temizlendi, onun ardından ben, kapının hemen sol çaprazında kalan banyoya girdim.
Taehyung'un ilk olarak yıkanmış olması, kaynar suyun altında iç çektirecek bir hazla gevşiyorken, faydalı
ve işe yarar görünmüştü gözüme. Hemen yan odada, belki de gecelerce uykusuz kalacağımız, yahut
sıcaklığımız eşliğinde direnişe söz geçiremeyeceğimiz o yatağın üzerindeydi. Buna rağmen,
doyumsuzluğu artık sınırı aşmış olan benliğim, bedenimi istila ediyordu. İstekle banyo duvarlarındaki su
damlalarına dokunuyor, yetmiyor o damlaları, bilinçsiz bir şehvetle dudaklarım arasına bırakıyordum.
Elimin altında birkaç defa hissettiğim, kendi nefesine ve sistemine sahip bir canlıymış gibi hareketlenen
teni, şimdi gözümün önünden gitmiyordu. Cildine çarpıp da etrafa sıçrayan, duvarları bir yürüme yolu
belleyip taştan zemine dek süzüle süzüle, kendisini gidere bırakan tüm bu sıvı parçalarına, açgözlülükle
bakıyordum. Kısa ömürleri içerisinde dâhi olsa, ona dokunan ne varsa, tümüne birden hayran
kesiliyordum. Artık kutsal saydığım değerlerim arasında, beni görmezden gelerek, yok sayarak
böbürlenen ve kendi ayrıcalığını, eşsizliğini bas bas bağırarak dile getiren teni; zihnime her sızdığında
parmaklarımı karıncalandırıyordu. Nasıl bir ateşin içerisine atılmıştı ruhum? Öyle güzeldi ki alevler,
harlasınlar arzusuyla kıvranıyordum.

Elsha'nın bir gün içerisinde hazırlığına dahil ettiği temiz kıyafetler, yanında hiçbir giysisi olmayan ben için
oldukça iş görmüştü. Nemli saçlarım, birbirine önlenemez bir çekimle yapışmış tutamlarım, derimden
akıp gelen su damlalarını, yönlerini şaşırtmadan yüzüme, özellikle alnıma ve burnuma döküyorlardı. Oda
kapısından içeri girdiğimde, Taehyung'u, parmakları arasında bir kitapla beraber, sırt üstü uzanıyorken
gördüm. Okuyorken, cümleler ve tasvirler arası bocalayan zihni, kaşlarına bir sertlik eşliğinde yansıyordu
belli ki, adım seslerimle beraber başını kaldırdı. Omuzlarımda asılı olan açık mavi renkteki havluyu, bir
kenarından tutarak aşağı çekiştirdim. Günahkâr, yatağın bir ucuna doğru dizleri üzerinde adımlamış,
çıplak ayaklarını yere sabitleyip oturduktan sonra, tekrar bana dönmüştü.

"Gel, buraya gel." Gözlerimiz buluştuğu vakit, elimde salınan havluyu yatağın üzerine bırakmış,
Taehyung'un yanına oturmaya yeltenmiştim. Fakat izin vermedi, el bileklerimi kavrayıp, bedenimi ters
çevirmiş, araladığı bacaklarının arasına sırtımı yerleştireceğim şekilde önüne oturtmuştu beni. Bu ufak,
kumaş üzerinden yarattığı bir zelzele etkisi yaratan dokunuşları, ensemde yer edinmiş tüm kasları baştan
aşağı germişti. Ne yapacağının, ne sebeple bu hâle geldiğimizin merakı içerisinde yalpalıyorken,
günahkâr, saçlarım arasına daldırdığı tarakla beraber, şaşkınlığımı tetikledi. Alnımdaki tutamlardan
başlıyor, geriye doğru, az önce suyla tumturak bir tavırla kavgaya girişmiş her teli, özenle ayırarak
saçlarımı tarıyordu. Tüm kenarlarını okşayarak, dokunarak ezberime almak arzusunda olduğum
parmakları, belli belirsiz boynumda, cildimde titriyordu. Tenime değiyor, başımdan akan soğumuş su
damlaları, parmakları ve tenim arasında sıcaklayarak içime akıyordu. Bu zamana dek, kimsenin bir kez
olsun özen göstermediği, sevgiyle beslemediği saçlarım, ilk kez hissettiği ferah, narin dokunuşlarla
rahatlıyor, birbirlerine geçmiş olduklarını yok sayarak, günahkârın tarak darbelerine direnmeyi
kesiyorlardı. Usul usul çözülüyorlar, ayrı olması gereken yollarını tutturuyorlardı.

Git gide ısınan vücudum, hâl değiştiren hacimli bir madde gibi eriyor, günahkârın bacakları arasına daha
da bir yerleşiyordu. Saç tellerim, artık tam anlamıyla bir özgürlük içerisinde, uysal çocuklar gibi baş
kaldırmaktan vazgeçmiş de olsa, Taehyung saçımı taramaktan vazgeçmedi. Gözlerim, yavaştan
ağırlaşmaya başlıyordu. Böylesine şeffaf dokunuşların, üzerimde olan yatıştırıcı etkisinden bihaberdim
şimdiye dek. Ah, ne de güzel okşuyordu başımı! İncitmekten kaçınır olan, zarif temaslarını durdurmak,
hoyratça saçlarıma tutunması için ricalarda bulunmak istedim. Her hâliyle içimde bir orkestra şefini
bayağılaştırıyor, ayağa kaldırıyordu. Notalar yükseldikçe, çalgıcılar, keyif içerisinde sürdürdükleri dingin
müziği, aniden bir koşuşturma içerisine sürükledikçe, dudaklarımdan kaçabilecek olan herhangi bir istekli
cümlenin telaşına kapılıyordum. Dokunun tenime, daha fazla, daha tutkulu, daha hissedilir dokunun.
Yakın küçüğünüzü. Bir ızdırap eşliğinde, ateşlere sürün. Sürgün edin beni şehvetiniz uğruna.

"Sizin gibi, zihni içerisinde şiddetli bir fırtına yaratan, gece gündüz fikirlerinin akınına uğrayan, mantığın
izini kaybetmeden, kendince yarattığı sonuçları tartarak yol belleyen bir adamın, Tanrı varlığına
inanmıyor olduğunu bilmek, inanın garibime gidiyor." Fısıltılı ve mayışmış sesimi duymak, günahkârı, hoş
bir kıkırdamaya sürüklemişti. Elindeki tarağı bırakıp, kendi ellerini kattı saçlarım arasına. Dokunuşları,
baharın kol gezdiği topraklardan çalınmış, tatlı bir esinti yaratıyordu tenimde. Kendime doğru çekmiş
olduğum bacaklarımı açıp, öne doğru boylu boyunca uzattım. Biraz daha aşağı kaymış, günahkârın kısa
süreliğine de olsa okşayışında kesinti yaratmıştım.

"Jeongguk... Yanılgı içerisindesin. Bir Tanrı olduğu kanâatindeyim. Aksini düşünmek, insanın
yaratılışındaki gizeme, insana bahşedilmiş ve ancak insanda rastlanacak olan işleyişe hakaret sayılır, öyle
değil mi? Böylesine büyük, akıl almaz bir düzenin, kendi kendisini yönettiğine inanmak cahilliğin ta
kendisidir. En basitinden, ana rahminde, erkeğin ve kadının eşeysel hücrelerinin bir olup da, zamanla
gelişerek bir insan evladına dönüşüyor olması, ihtimaller dâhilinde kadın ya da erkek olarak şekillenmesi,
bir mucizenin ürünüdür. İrade bahşedilen bir canlı, insan bile, kendi kararlarında yanlışa düşüyor,
doğrudan sapabiliyorken, böyle üstün görülen bir varlığa karşılık, cansız nitelendirdiğimiz toprak, içine
ekilen bir tohuma gerekli ilgi gösterildiğinde, su verildiğinde, uygun ortam sıcaklığı sağlandığında geri
dönüt yapıyor, meyve veriyor, çiçek açıyor, filizleniyor. Mâdem irade sahibi olan insan, öyleyse bu varlık,
insan vücuduna gerekli besin takviyesini yapabilecek her türlü zengin bitki ve meyveyi üretebilen bu
varlık, yalnız başına mı karar veriyor ürünü nasıl yaratacağına? Eğer özgün, başı boş bırakılmış bir iradesi
olsa, aynı insan gibi, canı sıkıldığında sorumluluk bellediğini aksatır, keyfine göre içinden bir filiz
çıkarmaz, meyve verecek ağacı yeşertmezdi. Ancak hiç aksamıyor, aksamaz. İnsanın zararı dokunmadığı
sürece, doğa asla döngüsünü bozmaz. İşleyiş bellidir, aynı insan vücudu gibi. Gezegenler gibi, gökteki
güneş, ay, yıldızlar gibi. Mevsimine göre yağan yağmur, kar, esen rüzgâr gibi. Bunlar, insanın aklından,
iradesinden de üstün bir varlık tarafından kontrol ediliyor, bilincindeyim. Aciz olan bizleriz, düzeni
aksatan, zarar veren, kana susayan, merhameti öldüren, acımasızca katleden ve kendi sonunu hazırlayan
bizleriz. Oysa, bu bahsettiğim varlık, öyle üstün ki; düzeni hiç bozmuyor, insana rağmen insana hizmet
ediyor, yarattıklarını bize fayda sağlayacak şekilde belli bir yörüngeye yerleştiriyor."

Başım, gayriihtiyari bir şekilde düşmüştü kucağına. Cümleleri sona erdiğinde, örtülü göz kapaklarımı
araladım. Günahkâr, boynunu eğmiş, büyük bir incelik içerisinde yüzümü seyrediyordu. Olduğum gibi
kalayım diye, ellerini, başımın iki yanına yerleştirdi. İki gözüm arasında gidip gelen bakışları, nihayetinde
dudaklarıma doğru yükseldi. Derin bir iç çekti. Ellerinden bir tanesi, uzanıp çenemi kavramış, bir uzantısı
olan güzel, narin baş parmağı, benim üzerine yerleşmişti. Oraya bakıyor, orayı okşuyor, aralık
dudaklarından sık nefesler alıyordu.

"Mâdem bir yaratıcının varlığına inanıyorsunuz, Hristiyanlığı reddetmenizin sebebi nedir?" Uyku ve
uyanıklık arası bir mırıldanmayla sorduğum soru, günahkârın bakışlarını bir süreliğine yüzümden
çekmişti. Sağında yer alan pencereye baktı, gördüğü manzaranın yansıması vuruyordu yüzüne.
Gözlerinde esen rüzgârı, sürtünen ağaç yapraklarını görüyordum. Uykum geriye çekildi, böylesine bir
adamın önünde, sersem hâlde duruyor oluşum, ona bile ağır geliyordu. Diril, seyret onu der gibi, aniden
terk etti bedenimi.

"Dinlerin reddedilme sebepleri, uzun ve meşakkatli bir sohbetin sonucunda, belki ancak açıklanabilir.
Senin gibi, Tanrısına düşkün genç bir çocuğa, aklımın kurduğu tuzaklar ve belirgin dönemeçleri gösterip,
kendi inancını buğulu görmeni sağlamayacağım. Ki biliyorum, ne söylersem söyleyeyim, İsa Mesih,
göklerdeki babanız, asla gözünde aşağılanmayacak, yerini kaybetmeyecektir. Roma Kilisesi'nin, insanları
mal uğruna bir yalana sürüklediği, kutlu dininin, yaratılmış, aciz bir varlık tarafından küçümsendiğini
biliyorsundur, öyle değil mi? Cennet'ten toprak vâat edilerek bir af belgesi hazırlıyorlardı. Endüljans. Ah,
ne ahmak bir toplum! Konuşmayalım, önemi yok. Bırak, yalnız kalışımızın, kış ortasında toprağı yara yara
baş gösteren özgürlüğümüzün keyfini sürelim."

Günahkâr, öne doğru eğilip, bacaklarım üzerinde duran ellerimi kavradı. Benimle beraber ayaklanmış,
vücudumu, yumuşak yatağa sürüklemişti. Yatak başlığını solumuza alarak uzanmıştık sırt üstü, o,
pencereye dönmüştü sırtını. İhtişamı bol bir dağ yamacı gibiydi. Ne tarafından bakarsan bak, halk
arasında dillendirilmiş olan büyülü güzelliği sebebiyle, tanık olman gereken kusurları dâhi görmezden
geliyordun. Her açıdan eksiksizdi. Kendisini, bir çırağını, öğrencisini besler gibi özen ve ilgiyle geliştirmiş
bir sanatkârın, bu dağa elleriyle bizzat şekil verdiğinin tahayyülü içerisinden sıyrılamıyordun.
Mahvediyor, yüklü bir geminin eze eze geçtiği deniz parçaları gibi, ardında enkaz bırakmadan varıp
gidiyordu yoluna.

"Bir gün, sesinden adımı duyabilecek miyim, Jeongguk? Bu zamana dek, sana dair güçlükle zapt ettiğim
sabrım, ne arzuladıysam getirdi, ellerime teslim etti. Taehyung deyişini..." Bakışları dudaklarıma indi.
Göğsü, belirgin bir şekilde yükseldiği vakit, ağzını araladı ve sesi, içime hapsolsun istediğim bir
yoğunlukta nefesini bıraktı aramızdaki boşluğa. "Baktıkça, saf şehvetten yontulmuş, iki erkeğe özel inşâ
edilmiş bir şehrin sokakları arasında, yolumu kaybettiren dudaklarını aralamanı, günahkârına, işittiği ne
varsa bu zamana dek, birer pürüz hâline getiren sesinle, adını söylemeni istiyorum."

Karnı üzerinde birbirine bağladığı ellerine eğdim başımı. Taehyung'un, beklenmedik yükselişim karşısında
şaşkına dönen bakışları, kısa bir süre içerisinde yörüngemden çıktı. Kıpırdayamıyordu. Kenetlenmiş
parmaklarına değdirdim dudaklarımı. Eklem yerlerindeki belli bir düzene uygun var edilmiş çizgilerini
öptüm, teninden kopmadan, sürtüne sürtüne tırnaklarına ulaştım, şefkat dolu buseler kondurdum sert
yüzeyi üzerine. Havalanan göğsü, bastırayım, durdurayım diye eğitmeye kalkıştığım ihtirasıma destek
çıkıyordu. Yolunu, çoktan kaybetmiş olan bir gezginin, artık nerede, ne vakit boyu kayıp kalacağını
gözden çıkarışı, adımlarını keyfi dâhilinde yönlendirişi gibi, dudaklarım, ellerinden yukarı kayıp, bileklerini
buldu.

"Bir gün, arzu ettiğinize muhakkak kavuşacaksınız. Lâkin bilmenizi isterim, bu saygınlık içeren ifadem,
başta bir yabancı oluşunuzdan kaynaklansa da, şimdi asli sebebini yitirdi. Yetiştiriliyorken, sevgi
beslediğim ne varsa, bir getirisi olarak hürmet içeren hitaplar kullanmam gerektiği aşılandı bana. Siz...
Siz, sevgimin baştan sona, kimselerde rastlanmayacak bir saygınlığı, özene bözene dilime pelesenk
edişimin tek nedenisiniz. Sorumlu tutun kendinizi diye değil bu söylediklerim, içimde gürleyen fırtınanın
şiddetini işitin diye... Saygım, saygım size sonsuz, seina la ton. Tıpkı sevgim gibi..."

Dudaklarım, göğsünü kaplayan kumaş üzerinde yürüdü, koşmak istiyorken, sakin sakin yürüdü. Bana
bakıyor olduğundan, çenesi ve gerdanı arasında gizlenen boynuna ulaşamıyordum. Buna rağmen,
engeller beni durduracak kadar güçlü görünmedi gözüme. Gırtlak boğumlarına değebilmem için, başını
isteğim doğrultusunda yöne sokan günahkâr, yavaşça boynunu açtı, gerdi tenini önüme. Toyluğum,
bilgisizliğim silinip gitti aklımdan. Dudaklarımı, ânın ateşiyle sıcağa gömülmüş tenine bastırdım. Öpüyor,
kokusunu soluyor, soluklarımı, pürüzlerden men edilmiş cildine diziyordum. Dengesini sağlayamayan bir
sarhoş gibiydim, aslımdan şaştım, boynunun her köşesine, itinayla bıraktığım öpücüklerim tatmin etmedi
ruhumu. Aşağı kaydım, yakasını tenimle sıyırıp, çıkık kemiklerine dokundum dudaklarımla. Her
temasımızda dizginlemeye çalıştığı, ancak başarısız olduğu keskin solukları sıklaşıyordu. Bir yandan da
ben, farkında bile olmadığı, bedeninde yer edinmiş o odunsu koku eşliğinde, aklımı yitirecek gibi
oluyordum.

Başımı usulca kaldırdım. Nemli saçlarım alnıma döküldü. Taehyung'un kısık bakışları, hemencecik
gözlerime yerleşti. Hâlâ karnında duruyor olan ellerinden birini, yüzümün sol yanına koydu. "Özünüz esas
alınarak yaratılacak bir varlığa baba olamayacağınız için kederleniyor musunuz?"

Taehyung, sorumla beraber, sûretine yayılmış olan rahat ifadeden sıyrıldı. Kaşları belli belirsiz çatılmış,
sanki aklımın en uç köşelerine sinebilir, ulaşabilirmiş gibi gözlerimde gezinmişti. Merak ediyordum
zihninde dönüp duranları. Bir erkek olarak, cinsiyetimden ötürü, ona çocuk verebilecek olmam
imkânsızdı. Aykırıydı düzene. Öyle bir düşüştü ki bu beni yerlere savuran, düşüncelerimin anlamsız yön
değiştirişleri, beklenmedik aldatmaları, olmayacak hayallerin eşiğinde beni hüzne boğmaları karşısında,
biçare kalıyordum.

"Ah, Jeongguk... Küçüğüm, beni öyle kuytu köşelerimde yakalıyor, öyle bir perişan ediyorsun ki... İyi dinle
beni. Her söylediğimi kazı aklına," Yüzümde duran eli, gözleri gözlerim içerisinde boyut kazanıyorken,
usul usul aşağı süzüldü. Üzerimdeki kalın ipten dokunma kazağın eteğini kavrayıp, göbeğimi açıkta
bırakacak kadar yukarıya sıyırdı. Dokunuşlarının etkisi, içerisinde bulunduğumuz muhabbetin rengini
silikleştirdi gözümde. Soğuk parmakları, kasılan tenim üzerinde aheste aheste geziniyorken, konuşmasını
sürdürdü.

"Vakti geldiğinde, yaratılıştan var edilmiş, şeffaf bir sıvının etkisiyle, lütûf olan organa, rahme bir tohum
düşürme, onun yeşerip de dünyaya ayak bastığını görme arzum ve bunun gerçek olamayacağı düşüncesi,
beni kedere boğsaydı, dokunmazdım sana. Aklından geçip giden düşünceler beni çılgına çeviriyor, bakma
durgun, coşkudan arınmış sesime. Avuçlarımdan da küçük olan bu organ, cinsiyetlerden, bedene
yerleştirilmiş uzuvlardan bağımsız, benim genimi ve soyumu taşıyacaksa eğer, o çocuk bir bedenden
beslenecek, tüm gerekli kaynağını bir bedenden çekip akıtacaksa kendine, ancak senden arzu ederdim
böylesine bir mucizeyi. Delice, kavranılmaz bir istek bu... Biliyorum. Fakat sakınamam ya senden
gerçeğimi, arzu ederdim. Doğurabilme yetin olsun, bana baba diyecek çocuğu, sen bahşet isterdim.
Kırmasın, incitmesin seni bunun mümkün olmayışı. Yetersiz görme kendini, bil ki bana çok fazlasın.
Yetişemediğim, tümüyle sarmalamakta zorluk çekeceğim kadar bolcasın içimde. Sakın çıkarma aklından,
Jeongguk. Bir kadın rahminin, kasıla kasıla dünyaya getireceği bebeklerin hiçbiri, senin henüz dokunmaya
cesaret edemediğim erkekliğinin, şimdiden başımı döndüren güzelliğini veremez bana,"

Cümleleri karşısında, güneşin alnında sağa sola savrulan bir fidandan farksızdım. Hâlâ karnımı seviyor
olan elleri, olduğu yerden kayıp da sırtımı bulduğunda, Taehyung bedenimi yanına yerleştirmiş, çehremi
uzun süreli bir göz hapsine almıştı. Tuhaf, dile gelmez bir keyif alıyorduk birbirimizi seyretmekten. Dingin
ve arsız huzurum, tüm endişelerinden arınmış bakışlarında uyukluyorken, aniden aklıma bir soru
düşmüştü. Günahkâra yansıtmadan, hızlıca içimdeki bir toprak parçası altına iteklediğim merakım,
aklımın her köşesini istila etmişti. Choi Wook, oğluna, evlat yitirmeyi bir kez deneyimlediğinden, bunu bir
defa yaşamayı, tüm varlığıyla reddettiğinden bahsetmişti. Ve yine, hatırımdaydı, Taehyung, mezarlık
içerisinde böbürlenerek geziyor, ölüler arasından geçip gidiyorken, bir gün geldiğini söylemişti. Bir güne
dek demişti... Ne getirmişti o gün günahkâra? Gözlerimi yumdum. Kayıp vardı, henüz bana anlatmadıysa
da, zamanı geldiğinde, onu bir yönüyle baştan yaratan bu vedanın asıl yüzünü gösterecekti bana. Şimdi
değilse de, bir gün... Aynı onun, büyük bir çaba içerisinde yatıştırdığı sabrı gibi, ben de bekleyecek,
sabredecektim. O bana gelene, açılana dek, bekleyecektim.
23.bölüm
"İnsan soyu ota benzer,

Bütün yüceliği kır çiçeği gibidir. Ot kurur, çiçek solar, Ama Tanrı'nın sözü sonsuza dek kalır."

1.Petrus: 24-25

23.BÖLÜM

-TUTULMA-

Sabahın ilk ışıklarında, merhametsiz bir ihtiyarın, kâbusuma girdiği anın zorba betimlemeleriyle
debeleniyordum. Rüyâlarım daima kesik kesikti, hiçbir anın tasviri, uyanıklık anında belirgin şekilde
yapılamıyordu. Buğusu kendisine özel bir cam, bir kent üzerine kalkmamak üzere çökmüş sis gibiydi.
Zihnime, arzu ettiğim vakit ulaşamıyor olmamdan rahatsızlık duyuyordum. Bu sebeple, yatağın diğer
tarafının boş oluşuna karşı içlenmeme sebebiyet vermeden, çarşafın yattığım kısmını ter içerisinde
bırakacak olan kâbusumun detaylarını hatırlamak için çabalıyordum. Sonuçsuz kalacağının
bilincindeydim. Ayak ucumda duran pencereye karşı uzattım ellerimi. Cılız, yorgun düşmüş güneş ışıkları,
kapalı bulutlar arasından sinsice süzülmüştü. Sanki bu koca ateş topunun üzerine, siyah bir kaban
giydirmişti Tanrı. Neden olmasındı? Çocukluğundan beri, her yağmur yağdığında, 'gök göz kapaklarını
indiriyor, bu yüzden etraf kararıyor,' diyen ben, Güneş'in giyinip kuşanmasına da imkânlar dâhilinde
bakardım elbette. Yüklüydü omuzları, kararacak kadar ağırlaşmıştı. Kış ayındaydık. Aralık, zemherî
zamanlarını, sırtındaki küfesini doldurduğu tüm kuvveti bol esintisini, belki de hasret düştüğüm kar
taneleriyle beraber getiriyordu. Dilimde eritmeyi, ağzımdaki sıcaklığa karşı koyamayıp zamanı
ölçemediğim bir hızla suya dönüşmesini, o tatlı esintinin, bir lokmaymış gibi boğazımdan akmasını
özlüyordum. Gelmeli, çocukluğumun bölük pörçük anılarını, verdiği hissiyatla beraber tazeye çekmeliydi.

Arzuladığım görüntülere kavuşamayışım, zihnimin, keyfî olarak ördüğü duvara toslayışım, beni yataktan
kaldırabilmek için yeterli derecede zorlayıcıydı. Gün, ben yorgan içerisinde bir o yana, bir bu yana
dönüyor, günahkârın yastığını kollarım arasına alıp, saçlarından dökülmüş terin süregelen nemine
burnumu sürtüyorken, çoktan başlamıştı. Kahvaltı sofrası hazır edilmişti. Aile fertlerinde bir telaş vardı.
Küçük hanımefendi, Viole, yediği vişne sebebiyle kırmızıya bulanmış parmak uçlarını dudakları arasında
nemlendiriyordu. Aldığı tat, meyveyi yerkenki hazzından çok daha büyüktü belli ki. Teninin aromasını
seviyor olmalıydı, hoş bir tebessümle başını sağa sola sallıyor, kulaklarına takılmış olan küpelerini,
bilinçsizce bir koşuya mecbur bırakıyordu. Ne de şanslı, bahtı açık bir kız çocuğuydu! Annesi, soylu bir
aileden gelmiş kadar kültür ve bilgi sahibi, babasıysa kendine has fikir ve davranışları sebebiyle tam bir
ruhsal şölendi. Orenda, kahvaltı masasında türlü türlü anıların bahsini açmıştı. Kızının bebekliğinden
bahsediyor, doğum anını, o günü bir daha yaşarmış gibi, canlılık ve bayağılaşmış bir heyecanla
anlatıyordu.

"Viole'nin dünyaya geldiği kent, geçmişin tozu içerisinde boğularak yaşayan ve batıllıktan sıyrılamamış
olan ihtiyarlarla doluydu. Saat gecenin ikisiydi, otuz beş dakikalık bir fazlalığımız da vardı. Ma
amoureuse'ün içgüdüsel gelişmiş olan annelik hazları ve tahayyül etmeye yeltenemediğim acısı, beni ilk
kez, evden dışarı adım attığım gecenin göğüne yabancılaştırmıştı. İlk kez o gün, başımı kaldırıp da
bakmadım semâya. Yakınlarda, henüz hizmet vermeye başlamış bir hastahane vardı. İnanın, beyler, nasıl
anlatılır?... Telaşım, acelem ve bir yandan da dokuz aydır, sevgili Elsha'mın karnında büyüyen, yol alan,
beslenen ilk çocuğuma bir zarar gelecek olma korkusu, beni deliye çevirmişti. Gayriihtiyari bir azarlama
isteğiyle, tüm yaşlı beyleri, şifâcıları ve gök bilimcileri, ağır ithamlarla serseme çeviriyordum. Ne var ki,
içlerinden, bir rasathanede yatıp kalkan, yukarıda gördüğü bir virgül ucuna benzer ışık toplarında, halkın
gördüklerinin ötesini sezen adam, araba hareket edeceği vakit yüzüme yakınlaştı ve yıl aldıkça bir sakala
düşeninden aklaşan, bir ten gibi buruşan sesiyle, 'Orenda, Tanrı çocuğunu sakınsın. Orenda, Tanrı
kadınını esirgesin. Göğe bak... Ay tutuluyor. Ah, oğlum, bu ne ıstıraplı bir haberdir! Tez varın, dikkat edin.
Ay tutulması esnasında dünyaya gelecek çocuğa, büyüklerim pelchivose, ölü bebek derdi. Hadi,
beklemeyin, varın yolunuza,'"

Orenda, tabağının solundaki çiçek motifleriyle süslenmiş mendili aldı. Dudaklarını siliyorken, alaylı bir
tebessüm etti. Gözlerini kahvaltı masasından ayırmıyordu, reddedercesine, ki neyeydi bu karşı çıkış, o an
bilmiyordum, başını iki yana sallıyor, dudağının kıvrak, derin bir çizgiyle yukarı bükülmüş kısmı, şimdi
titriyordu.

"Ne garip insanlar, ne aşağılık düşünceler! Şu hadsize bakın, bir de yoluma varmamı söylüyordu. Neyin
derdine düşmeliydim, artık Elsha'nın kıvranışları, içimdeki ifrit kalabalığın çığlıklarına set öremiyordu.
Öyle büyük bir aşağılanma ve pes etmişlik içerisindeydim ki, çaresizliğim, belki de hiç yaşanmayacak olan
bu ölüm karşısında tir tir titriyor, görünmek ve görünmemek arasında gidip geliyordu. Ağır müebbet
yemiş bir mahkûmdum, parmaklıklarım ise bir zincir gibi akıp giden düşüncelerimdi. Ahmak, batılın esiri
olmuş küstah bunak! Güzel Viole'mi, kollarım arasına aldığımda, sıhhatinin yerinde olduğunu söyleyen
hekimi işitmiyordu kulaklarım. Gereği yoktu, zirâ kızımın henüz araladığı, su katılmış, göğse hapsedilecek
kadar mahmur eden bir bulanıklığa bandırılmış gözleri, tatmin olmam için yeterliydi. İşte, görüyorsunuz,
kızım soframızda oturuyor. Çayırlarda dört nala koşan bir kısrak kadar sağlıklı. Bu mevzûyu dile getirişim
de boşluktan doğmamıştır. Geçen, nehir taraflarında bir Rus gazetecesine denk geldim. On yedi, on sekiz
yaşlarında, cılız bir erkek çocuğuydu. Elime tutuşturdu bir tane, 'Okuyun bayım, okumalısınız!' diyerek,
kir tutmuş gömlek yakalarını düzelte düzelte gitti yanımdan. İlk sayfada, büyük, siyah puntolarla yazılmış
haberi görünce, mümkün olmadı geçmişe gitmemek. Yakın vakitte bir tutulma bekliyorlardı, neredeyse
altı yedi gün oluyor. Net bir zaman belirtilmediğinden, vakit ne zaman karayı, koyuyu getirse göğe,
başımı kaldırmadan edemiyorum. Bugün yarın görünecektir, görünmelidir de. Öyle değil mi, Elsha?"

Kadın, dudaklarının kenarından taşan karanfil çayını, işaret parmağıyla siliyorken başını salladı.
Orenda'nın ucu bucağı olmayan muhabbeti, zamanı, su gibi dolan bir kovadan taşırmıştı. Kahvaltı
masasından kalkıyorken, gözlerim önünde, tanık olmadığım bir gerçeğin tasvirini yapıyordum. Bu, şekli
ve şemâlinden bihaber olduğum Tanrımın, bir renk cümbüşü içerisinde silikleşen, ben üzerine gittikçe
daha da hırçınlaşıp, her şeyi karman çorman eden sûretini hayal etmek gibiydi. Merak doluydum, Ay
nasıl tutulurdu? Ne görürdü gözler o gece, her zamankinden farklı olarak? Eskiler, ihtiyarlar, hangi
yaşanmışlığa sırtlarını dayayarak, batıla böylesine sıkı sarılmışlardı? Sorular, uç uca eklenmiş birer halka
misaliydi. Cevap alınamadıkça öteki doğuyordu, doğmuş olan, bir öncekine gerekli özenin
gösterilemeyişi, yanıtın alınamayışına duyduğu hırsla toz serpilişi gibi bulanıklaşıyor, ötekini getiriyordu
önüme. Zihnim, günün ilk saatlerinde yorgun düşmek üzereydi ki, Viole, evine yerleşen yabancıya, bana
duyduğu çekingenliği yavaştan yok ediyorken, yanıma yakınlaştı.

"La triste -kederli- Jeongguk, ne kadar da mahzun bakıyorsunuz!" Çocuğun, bir yetişkin edâsıyla kurduğu
cümle, hayretler içerisinde kaşlarımı kaldırmama neden oldu. Kucağında tuttuğu, İtalyan bir yazara ait
olduğunu düşündüğüm masal kitabını, koltuğun kolu üzerine yerleştirdi.

"Bakın, bayım, size kederli bir insan olduğunuzu söylüyordum. İnsan, tebessüm etmeyi hatırından
çıkarmamalıdır. Ne yapayım istersiniz, gülmeniz için? Size, yeni ezberlediğim bir tekerlemeyi
okuyabilirim, beni güldürüyor. Ayna karşısında gördüğüm kadarıyla, evet, beni güldürmüştü," Viole,
baharda serpilen ağaçların, koyu dallarını öğüttüğü, öğüttüğü dalların üzerini de daimi bir geceyle
perdelediği yeşil gözleriyle izliyordu beni. Bu küçük hanımefendiye yaraşır bir cevap vermek, karşılığında
da ilk olarak onun gülüşünü kazanmayı planlıyordum. Ancak, ben lafa girememişken, günahkâr
yakınımıza ilişti. Kanepenin sol çaprazında duran, üzerinde, amatör ellerle çizilmiş hayvan figürlerinin
olduğu bir vazo taşıyan, dikdörtgen şeklindeki sandığa yasladı bedenini. Işıl ışıl, saf bir afacanlıkla
bakıyordu ufaklığa.

"Ona bir hediye ver, Viole. Hediyeler karşısında mahcup düşer, karşılıksız bırakmanın, nezâkete aykırı
olduğunu düşünür. Sana verecek bir armağan bulamayacağından, gülümsemek mecburiyetinde
kalacaktır. Bir fırsat bu eline geçen, değerlendir. Kavuşmak zordur arzulara, sabır lâzımdır. İlk olanağı
yakalamak, ilk olanağa sıkıca tutunmak gerekir," Bakışları, küçük kızdan ayrılıp da beni bulduğu vakit,
sakin bir ormanı anımsatan gözleri, dudaklarımda konakladı. "Bu kederli genç, tüm hüzünlerine katil
doğuran bir gülüşe sahip,"

Viole, kendisini beklemeyen oyun arkadaşlarına yetişmek için çaba gösteren bir çocuk heyecanıyla
koltuğun başına uzandı. Elleri arasına aldığı masal kitabını, hiçbir tereddüde düşmeden önüme
bırakmıştı. Aşağı sarkıttığı ayaklarını topladı, dizleri üzerine oturdu. Küçük yaşlarındaki bir çocuğun, yeni
yeni kavrayıp bir kefeye oturtabildiği sahiplenme duygusunu yok sayması ve belki de saniyeler sürecek
olan tebessümüme duyduğu merakı gidermek için, anne ya da babasının aldığı, hoş bir kitabı gözden
çıkarması, çehresindeki her çizgide yaratılan masumiyeti altında azarlamıştı beni. Karşı koyamadan, içten
bir gülüşle saçlarına uzandığımda, dizleri üzerinde yükselmiş, ellerini bir hayret göstergesiyle araladığı
ağzı üzerine kapatmıştı.

"Mösyö, haklıymışsınız! Bakın, görüyor musunuz? Kederi yalnızca yüzünden değil, hafızamdan da sildi,"
Masal kitabını, parmak uçlarımla Viole'ye itekliyorken, gözlerim günahkârı buldu. Livonya gecesi,
prangalara vurulmuş ayak bileklerinin, hür bir vatana doğan güneş ışığıyla aydınlanışı gibi coşan bakışları,
hiçbir farklılık göstermeden kucaklamıştı beni. Vücudumu baştan aşağı ürperten bir utançla gözlerimi
kaçırdım. Sabahleyin, yastığına bıraktığım buseler, soluduğum ve soludukça aklımın en edepsiz, en
vurdumduymaz taraflarında bir uyanıklığı önüme dizen türlü hayallerim, nemini tenime hapsetmek
istediğim mavi kumaş, Taehyung'un da tanıklık ettiği bir film sahnesiymiş gibi canlandı aklımda. Alelacele
Viole'nin ellerine sarıldım, düşkün olduğu vişnelerden rengi çalınmış dudaklarını araladı. Ön dişlerinden
bir tanesi yoktu.
"Hediyeye lüzûm yok, küçük hanım. İnce fikirliliğiniz karşısında teşekkürü borç bilirim. İzin verin, öpeyim
saçlarınızı," Usulca başını uzattığında, buram buram dalından koparılmış taze limon kokan saçlarına,
şefkatli bir öpücük kondurdum. İnce sesiyle kıkırdadı, kitabını bir kez daha kanepe kolu üzerine
koymuştu. Bir şey söylemeye yeltenmişti ki, günahkâr yakınlaştı, ufaklığı koltuk altlarından tutarak sol
dizine oturttu. Duyularıyla, etrafında olan biten her şeye tanıklık edebilen insanın, gözü önünde
yaratılan, gerçeğin en doğru yansımasına kendisini de dâhil edemeyişi, beraberinde burukluk getiriyordu.
Şimdi, kalıcı bir yara izinden farksız olarak zihnimde hükümdârlık kuran isteğimle, Taehyung'u ve Viole'yi
seyrediyordum. Nasıl görünüyorduk resme dâhil edilen ben olduğumda? Merak içerisindeydim. Bir aile
gibi olmalıydı. İki genç babanın hüküm sürdüğü bir aile.

"Mösyö, güneş batmaya yakın kente ineceğiz. Babam, bolca müşteri ağırladığı küçük binası içerisinde bir
tiyatro gösterisi sergiletecek. Vodvil hem de, bilir misiniz? Nasıl da hoşuma gider. Bu gösteriye
müteakiben, müzikal eşliğinde bir şiir dinletisi. Enstrüman sahiplerinden bir tanesi, mia madre -annem-.
Elio Volcanni, piyano çalmayı bilmediği hâlde, bir piyano başına oturduğu vakit, parmaklarını
kıpırdatmadan duramaz. Notaların esrarengiz hoşluğudur bu, der hep. Demem o ki... Bu gece âşığınızla
baş başa kalacaksınız, mösyö. Eğer, ağır ağır dönen bir tekerlek gibi akıp giden satırları tutabilirsem
ezberimde, kırlangıç sözü, yarın size de fısıldayacağım,"

Küçük kız, yetiştiği ailenin ruhundan beslenerek büyümüştü. Diller arasındaki ufak geçişleri, günahkâra
yaptığı arsız imâları, kullandığı saygı ifadeleriyle, anne ve babasının karması gibiydi. Cümlelerini
bitirdikten hemen sonra, arkada kalan pencere önüne koşturdu. Birisini görmüş gibi, hasret dolu bir
telaşı vardı. Ufak ebatlı ellerini cama vura vura bağırıyor, henüz ne içindi bu asılsız heyecanı, görüş açıma
girmemiş olduğundan, baktığı boşluğa doğru keyifle zıplayışını izliyordum.

"Vante, geleni görüyor musun?" Günahkâr, ayaklanıp cam önüne geçtiğinde, dudaklarında belli belirsiz
bir tebessüm baş gösterdi. Doğrulmama kalmadan, çayırlar arasındaki adam, bir şimşeğin, ölçü aletleri
kullanılarak çizilmiş gibi duran biçimli çizgilerinin, gökteki yansıma hızıyla aynı oranda başını çıkarmıştı.
Düşe kalka eve geliyordu. Üzerinde, dağ çobanlarının giydiklerine benzer, hardal renginde bir yelek vardı.
Kıvırcık saçları omuz kemiklerine sürtünüyordu her adımında. Yüzü, kire bulanmış teni sebebiyle
seçilemese de, güldüğünü görebilmiştim. Kolları ve bedeni arasında orantılı bir boşluk bırakmıştı, sırtına
geçirdiği küfesi, savruk yürüyüşü sebebiyle sağa sola savruluyor, yol boyunca, yalnızca gözlemleyerek
hayran bıraktığı sabrıyla, durup durup hasırdan çantayı düzeltiyordu.

Bu adamı karşılamak adına ev halkı kapıya döküldü. Çocuk ruhuna dalgaları vuran bir kıyıda, kumdan
çakıldan yontulma bir beden gibiydi. Sonraları öğrenmiştim, bu civarlarda senelerdir keyfince dolanan bir
akıl hastasıydı. Kimseler, bu yetişkin adamın, hangi yaşanmışlığı dolayısıyla aklî dengesini yitirdiğini
bilmiyordu. Keza, ismi de bir muammadan ibaretti. Ancak öyle imrenilesi bir sevinci vardı ki, küçük
hanımın ellerini tutup etrafında döndürüyorken, önceki hâlini bilmeyişime rağmen, bilincine ve iradesine
sebep olacak yaşanmışlıklarının, kendi sesine mâl olduğu farkındalığına varmıştım, zayıf tonlamasıyla
çığlık çığlığa bağırıyordu: "Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, emrinize âmadedir, kırılgan kırlangıç. Size kışı
getireceğimi söylemiştim!"

Viole ile birlikte dönüp duran bu adam, kavradığı ellerde kaybını yaşadığı aklına ulaşır gibi, ölçülemez bir
hasretle bakıyordu küçük kıza. Sûretinde, dakikalar boyu dinmeden yaşattığı tebessümü, aniden yok
olmuştu. Vücudunu geri çekti, tedirgin gözlerle kendi etrafında dönüp durmaya, dudakları arasında
güçlükle duyulur bir tonlamayla, bilmediğim dillerde konuşmaya başladı. O âna dek yok saydığı,
görmezden geldiği bizlere baktığında, ölçülemez bir kısalıkta olan bakışlarımızın teması, tüm bedenimi
ürpertmişti. Bu ürperiş, öncekilere nazaran farklılık gösteriyordu. Bir delinin gözlerinde, bana ait olmayan
anıların yansımalarına şahit olmuştum. Kendimi temin ediyor, iç sesime karşı koymak adına hislerimin
birer palavradan ibaret olduğu kanâatini, avuçlarım arasında benliğime yediriyordum. Garip, buhranlı bir
sıcaklık yaratılmıştı aramızda. Yeryüzünde, hiçbir yere ait olamayan bu yetişkin adamın hüznüne, ufacık
bir soyut dokunuş yüzünden ilgi duyar olmuştum. Kimsesiz, biçare ve korunmasızdı. Daha sonra
söylenenlere göre, kendisine bir yazar adıyla hitap eden bu adamın, her ziyaretinde kimliği bir başka
sanatkâra dönüşüyordu. Tolstoy, Stendhal, Da Vinci, Rembrandt... Çeşit çeşit isimlerin her birini,
kaybettiği kimliğine yediriyor, bir süreliğine doyurduğu ve kendisine yabancı gelen varlığını, bu sefer bir
başkasına tutsak ediyordu. Kendince bir yatıştırma yöntemi gibiydi, düşünüyordum da, o muydu aklını
kaybeden, aklından koparılan, yoksa bizler miydik? Delilik zaferi getiriyordu. Bir bilinç dayatması
olmadan, beynin özellikle donatıldığı iradenin kendini katledişi, insanı hür kılıyordu. İşte, şimdi, geldiği
yolu geri dönen, topuklarıyla küfesini döve döve, bir başka kişiliğe bürünmek arzusuyla rotasını
değiştiren adam, gözümde ulaşılamaz bir mertebeye oturmuştu. Çaylak bir casus edâsıyla niteliğini
yitirmiş olan aklına sızmak, öldü diye cenazesini kaldırdığı çürük anılarını bir bir diriltmek istiyordum.

Öğle vaktinden sonra, bir süreliğine bu misafirperver aileyle salonda oturmuş, şömine ateşi eşliğinde
sıcak bir muhabbete başlamıştık. Bir türlü yetinemeyen varlığımın yegâne muhtaçlığı, meğer kıyısından
köşesinden geçemediği, küçük bir ailenin saadetiymiş diyordum kendime. Bu kibar insanların hitapları,
en az nâzik cümleleri kadar nüktedanlık içeren anıları, ancak bir hediye karşılığında önünü açacağım
sanılan tüm tebessümlerimi, kahkahalarım arasına dizmişti. En son ne zamandı, sesimdeki ritmi
aksamadan büyüyüp çoğalan bu tınıyı işitişim? Bilmiyordum. Düşünmeme fırsat tanınmamıştı. İlk
zamanlar, iki ucunu devraldığımız kanepede oturuyorken, kahkaha atmamla odağı şaşan günahkâr,
kimseleri önemsemeden yere inmiş, dizlerim önüne oturmuştu. Sırtı diz kapaklarıma değiyor, arada
gevşemek ister gibi başını geriye atıp, kaslarının hareket yönünü değiştiriyordu. Bir sıra, Orenda'yla siyasî
bir mevzu üzerinden konuşuyorlarken, gerilmesinin getirisi olan etkiyle, sağ elini ayak bileğime sarmış,
verdiğim yada vereceğim herhangi bir tepkiyi umursamadan, tenimi usul usul sevmişti. Topuğum ve çıkık
ayak kemiğim arasında gidip gelen parmaklarının zarif teması, el ayâlarına masaj yapılarak rahatlatılan
bir bebek gibi uykumu tetiklemişti. Bu sebeple, incelemek, her köşesini hafızama kazımak istediğim
odamıza çıktığımda, Taehyung'un yastığı üzerine koyduğum başım, her bir saç telimden akıta akıta kıtlığa
mecbur bırakmıştı zihnimin karmaşasını. Duru, taze ve yüksüz. Hâl böyleyken, kapılmamak uykuya,
mümkün değildi.

Gözlerimi araladığımda hava kararmıştı. Akşam vakitlerinde geziniyor olmalıydık. Sırtımı, uykumdayken
bilinçsizce döndüğüm pencere, kıştan beklenmeyecek temizlik ve açıklıkta bir gökyüzünü ağırlıyordu
konuğu olarak. Evde çıt çıkmıyordu. Taehyung'un yaktığını varsaydığım bir oda lambasının cılız ışığı, kısa
kirpiklerimin ucunda, geceyi çılgına çeviren ateş böcekleri gibi alev alıyor, turuncunun en isyancı
tonlamasıyla titreşiyordu. Aşağıya inmeden önce, kısa bir zaman diliminde de olsa, bu içine kapanık
sükûnetin tadına varmak istemiştim. Uyku sonrası mahmurluğuyla kısık bakan gözlerimi, camın öteki
tarafında usanmadan vaktini bekleyen müzmin karanlığa yerleştirdim. Her bakışımda, bir deniz
canavarının ağzını aralayışı gibi, yutma isteğiyle genişleyen, ortasında dibi görünmeyen bir çukur yaratan
bu karanlık, günahkârın varlığı, kimselerce aşağılanmıyor ve hor görülmüyorken sevecendi. Öfkeyi,
nankörlüğü hak etmiyordu. Yataktan kalkıp, çıplak ayaklarımla parkeleri okşaya okşaya alt kata iniyorken,
hangi mevsimlere birlikte tanık edebileceğimizi düşünüyordum. Betimlemekten ve kısa bir özetini
çıkarmaktan keyif alan aklım, kendince çiziyor, geleceğe dair birer sis bulutu olan anların, soyut bir
canlandırmasını resmediyordu. Bu kapılmışlık, merdivenleri inene ve yemek masasının olduğu tarafa
dönene dek, hiç son bulmadı.

Taehyung, şömine önünde tek dizi üzerinde duruyordu. Adım sesleri kulağına ulaştığında, omzu
üzerinden yavaşça bana döndü. Işığı kesilmiş bu geniş oda, yemek masasının ortasına konulmuş
şamdanlıkların, titrer vaziyetteki mum alevleriyle aydınlanıyordu. Akıl erdiremiyordum, zihnim, uzun
süreli bir duraksamanın ardından, yeni yeni yolunu buluyordu. Günahkâr ve iki ucuna dek donatılmış
olan bu masa arasında mekik dokuyordu bakışlarım. Artık sessiz kalışım, bir tepki mahiyetinde, en ufak
mimik dâhi göstermeyişim, Taehyung'u konuşmaya mecbur bırakmıştı. Yavaş adımlarla, hâlâ merdivenin
dibinde bekleyen bana yakınlaştı. Bir badem çekirdeğinin kavrulmuş rengiyle bezeli tenine, sağından
vuruyordu turuncu dalgalar. İnsanların şevkle seyrettiği bu erime esnasında, acı çeker gibi, göz yaşına
benzer damlalar akıtan mumdan farksızdım. Yüzünü seyrettiğim genç adamın gözleri, tüm uzuvlarım
arasında dinlenerek geziniyorken, varlığımda saklanıyor hâlde bekleyen yangınım en vurucu hâliyle
tutuşuyordu şimdi.

"Bach'a ait eserlerin derlendiği bir plak var elimde. Verona'da üretilmiş, Amatore Rosso adında kırmızı bir
şarap. Senin içinse, taze karanfil yapraklarıyla demlenmiş bir bitki çayı... Viole, âşığınla baş başa
kalacaksın dediğinden beri, aklım başka hiçbir yerli yersiz düşünceyi kabul etmez oldu. Uyanmanı
bekliyordum. Unutulsun diye, keşfedilmemiş topraklara sürgün edilen bir mağdur gibi, koca arazinin
ağzına kurulu bu ev bizimmiş, ikimize aitmiş gibi... Bir yuvaya sahipmişiz gibi. Ardımızdan gelen,
akıllarında, bağırsaklarında dolanan kurtlar gibi cirit atan türlü korkunç hayalleriyle, öfkelerine esir olmuş
insanları unutarak, huzur içerisinde yemek yiyelim,"

Gözlerinde, ben uyku uyuyorken ayaklanan arzusunun, ezilmiş başını görüyor, kesilmiş çığlıklarını
işitiyordum. Kendi tutkusunu terbiye edişi, bakışlarına bir sıcaklık iliştirmişti. Bastırdığı ne varsa, yüzüme
bakıyorken dengesini şaşıran gözleri içerisinde ayağa dikiliyor, bağıracakları esnada şefkatin bozgununa
uğruyorlardı. El bileğimi kavrayıp, beni masanın bir ucuna çekiştiriyorken, yüzümde bir deli sarhoşluğuyla
dağılıp giden memnuniyetim, günahkârın gözlerini getirdi önüme. Sandalyemi çekiyorken, bakışlarımız
arasına mesafe koymadı. Tam karşıma oturdu, soylu bir kraliyet üyesi gibi, dizlerine serdiği beyaz
havlusunu düzeltti. Kadehinde, denizin sabaha karşı, ayan gün tarafından uyandırılma öfkesiyle vurduğu
dalgalarına benzeyen katmanlar oluşuyordu. Dudaklarına götürdü, kırmızı sıvı, dolgun teni üzerine yayıla
yayıla yolunu tutturdu. Şarap olmak, ağzı boyunca akmak, damarlarındaki kanı selamlayarak organlarına
tutunmak istedim. Açlığım, artık insanî boyutundan sıyrılıyordu.

Bakışlarımda, artık bir sıfata dayandıramadığım arzularım, muhtaçlığım sebebiyle bedene bürünüyor,
uzunca olan kollarıyla günahkâra tutunmaya kalkışıyorlardı. Benim tabirlerim, erkekliği unutturulmuş
yetişkin bir adamın, tenden kana kana içilmiş şehvetin tadını bildiğinden, ona karşı duyduğu özlem ve
saldırganlık içeren ihtiyacından da fazlasını barındırıyordu. Taehyung'u ise bilmiyor, durgun bedeni altına
sığınmış, tutsağı olduğu kirli fikirlerine söz geçirerek, aklına ve bedenine hükmedişini, bir imrenme hâliyle
seyrediyordum. Muhteris, zavallı bir gençtim karşısında.

Sessiz sedasız yemeğimizi yiyorduk. Arka planda, notaları, bir saray inşâ eder gibi tuğla niyetine üst üste
bindiren pek sevgili Bach, sükûnet karşısında çılgına dönüyordu. Aldırmadık. Sık sık gözlerimiz buluştu,
kaçamak bakışlara yer vermemesi gereken bu masa etrafında, durmadan iç içe geçiyorduk. Bir ara, öyle
uzun bir süre boyunca konakladı ki gözlerimde, hemen önünde, evde esâmesi okunmayan bir yel
varmışçasına süzülen mum, fark edilir bir yol kat ederek eridi, aktı diplerine, ağaçtan düşen solgun
yapraklar gibi. Bakışları, ara sıra dudaklarıma iniyor, o esnadaysa, belki bilerek, belki içgüdüsel olarak
göğsünü gere gere soluklanıyordu. Tenime, tadıma duyduğu açlığı hissetmek, ellerime evvel zamanlarda
tanık olmadığım bir gücü yerleştiriyordu. Çoktan batmış olan güneşi diriltecek, şu zamanlarda
aydınlatıyor olduğu ülkelerden çekip alacak, vakti yok sayarak, yeniden pencere önüne getirebilecek
kadar yetkin ve taşkındım sanki. Kutsal bir güçtü kanımda konaklayan.

Günahkâr, aniden çatalını masaya bıraktığında, onu tekrar ettim. Tanrı karşısında dizleri üzerine çöken,
sırtında yaralar açıyorken itirafta bulunan Jeongguk'un kuşkulu heyecanı vardı yüzünde. Dudakları
aralandığı vakit, tabağının iki yanında duran ellerini aşağı indirdi, dizleri üzerine yerleştirdi.

"Cesur bir savaşçının içine düştüğü, ilk ölüm çukuru gibisin." Mum ışığının, topraktan yeşillenen ne kadar
verimli ürün varsa, hepsinden saf kökleri çalınmış renkleriyle harmanlanan, baskın tarafı, kıvılcım
turuncusuna aitleşmiş tonu, günahkârın titreyen göz bebeklerinde gölgeler yaratıyordu.

"Sen, ele geçiren bir uykuyla dinleniyorken, Orenda'yla edebiyattan bahsediyorduk. Hugo, Zweig'ın
sonunu getiren, tüketilmiş yaşama sevincini, bir idam mahkûmunun, insanı, her okuduğu satırla o
hücreye kapatan günlerinin kahrolası gerçekliğiyle aktarmış. Hikâye şöyle, bu kalemi kuvvetli yazarların
bir tanesi, savaşın, arpa arpa değil, arazi arazi yok edişine dayanamayıp, biricik karısıyla birlikte canına
kast eder. Umut yoktur, umut ulaşılmazdır. Yollar kapanmıştır. Tek başına, bir başına insanlığı savunmak,
gece boyu üzerine ağlaya ağlaya cümleler sarf ettiği kâğıdıyla mümkün değildir. Siyasîler kana
susamışken, bebek, çocuk, kadın değil, gözleri nefes alan herhangi bir canlıya dâhi tahammül
edemiyorken, Zweig köşe de, bucak da bulamaz. İçinde varoluşundan gelen tutkulu yaşamak arzusuna,
bir gecede bütünüyle son verir. Diğeriyse aktarır, aktarır, hissettirir... Yaşatır. İdâmın, ölümün kapı
önünde beklediğini, bir adamın korku dolu gözlerle o kapıyı seyrettiği saatleri, geceleri anlatır. Bu,
sömürülmüş bir yaşamaktır. İstemiyordur ölmek ancak mecbur bırakılmıştır. Fark bulunmaz aslında, öyle
değil mi? Savaşın, bir zebani edasıyla, avuçlarında ceset biriktirmiş ellerini göğe kaldırışı, Zweig'ı ölüme
sürgün eder. Ötekiyse, hukukî olmaktan uzak bir yargının, engellenemez öfkesiyle yüz yüze kalmıştır,
kaçamaz. Tutsaklıktır bu. Orenda öyle söylüyor, insan kendine de, bir başkasına da tutsak olmasın. Böyle
hikâyelerin sonu, kaybedişten öteye gidemez, diyor."

Günahkâr, usulca ayağa kalktığında, sandalyesini bacaklarıyla geriye iteklemişti. Gözlerini gözlerimden
çekmeden, istikrarlı adımlarla yakınıma geldi. Dizleri üzerine eğildi, hafifçe ona doğru çevirdiğim
bedenimi süzdü baştan aşağı. Parmakları, bakışlarımız birbirinden ayrı düşmezken, çıplak ayağımı buldu.
Topuğumdan kavrayarak yükselttiği bacağım, onun desteği olmasa tir tir titreyecekti, biliyordum.
Gözlerim, açık kalamayacak kadar bitap düşmüştü bu yoğunluk karşısında. Dudaklarını uzattı, ayağımın
üzerine, zarif bir kadını dansa davet etmeden önce, şımartmaya yarayacak ufak bir dokunuş gibi, busesini
kondurdu.

"Bahsettiğim bu yaşam arzusu, çöldeki serap gibi gözlerimi yanılgı içerisine sürükleyerek, açık çukurda bir
iblisin ikiyüzlülüğüyle yansımanı yaratıyor, beni eşelenmiş toprağa çekiyor. Ölüm çukuru... Getirmiyor
sonumu. Utanayım istediğinden, beni kabul etmeyecek raddeye geliyor. Ancak öyle temiz ki aldığım
soluklar, dilindeki zehri kanıma akıtan bir yılan misâli etime susamış hiçbir yırtıcı, kendi cinsime
duyduğum şehveti, saf sevgiyi hor gören hiçbir insanoğlunun aşağılaması, hor görmesi, hatta toprağın,
özümüzde yaşayan bu toprağın, Tanrının arzusuyla çirkinleşerek, kire bulanarak, bedenimi hastalıklarla
kıvrım kıvrım kıvrandırması, beni senin teninden almak için kul olacağım tek bir nefesten mahrum
bırakamaz,"

Ayağımın yüzeyi boyunca gezinen pürüzlü dudaklarını, kendi nemime katmak arzusundaydım. Ellerim,
göktekine kurban edilmiş bir koyun misâli, usulca saçlarına karıştı. Kavradığım tutamları, parmaklarım
arasında tüm hoyratlıklarıyla hissediyorken, hafifçe öne eğilmiş, günahkârın alnına, dudaklarımı
bastırmıştım.

"Nasıl hissediyorum, biliyor musunuz? Sanki boğazımın tam ortasına bir kukla koymuşsunuz. O kukla,
sizinle her konuşmaya kalkıştığımda, tahtadan kollarını oynatıp, bir ipin iki ucunu bağlar gibi düğüm
atıyor sesime. Kısılıyorum," Tenine sürtünen dudaklarım, oradan saçları arasına tırmandı. İlk yenilgimi,
tüm detaylarıyla başa saran ahşap kokusunu çektim içime. Doğrulmamla eş zaman içerisinde, Taehyung
bir defa daha eğilip, ayak bileklerime sürttü tenini. Bacaklarımın çıplaklığına ulaşmak isteğiyle tırmanan
dudakları, sıyırdıkları kumaşın ardında, beyaz cildime kavuşmak hırsıyla sürüklendi. Ardı arkası
kesilmeyecek sandığım buseleri, bel kısmımda bir ayaklanma gibi baskınlaşan sızıyı tetikledi. Zarifçe
zemine bıraktığı ayağım, kan akışı durmuş gibi uyuşuktu şimdi. Kıpırdayamadım.

Yemeği bitirmiş, bir süre kanepe üzerinde, karşılıklı sohbetler etmiştik. Gece vakti, peri tozu dağıtır gibi,
yorgunlukla çöktü başımıza. Üst kata çıktıktan sonra, Taehyung, içtiği şarabın da göz ardı edilemez
baskıcılığıyla uykuya direniyorken, kapana kısılmıştı. Saatler geçip gidiyordu, ancak bir türlü yeterli
teslimiyeti yaşayamıyor, gözlerimi kapatamıyordum. Günahkâr, gürültünün ağır olduğu, lafların birbirine
dolandığı bir münazara ortasında kalıyorken her gün, şimdi, gözlerim önünde masumane, dingin hâliyle,
ağır nefesleriyle uyukluyorken, ne mümkündü ağırlaşan bedenimdeki sızıyı hissetmek? Büyük bir boşluğa
düşüyordum, yatağın karşısında duran pencereye ilerliyorken, aklım tamamıyla gün içerisinde
duyduklarından arınmış hâldeydi. Ne bir beklenti içerisindeydim, ne de kimselerin erişemediği bir doğa
olayına şahit olmanın, Tanrı'nın izinleri ve isteği dışında, bilhassa benim gözlerim önünde yaşanacağına
dair inancım vardı, neredeyse hiçti. Kendiliğinden sineye çekilmiş olan kalabalığımı yara yara yürüdüm o
camın önüne. Koyu, aralarına sigara dumanıyla çizilmiş gibi uçuk bulutlar yerleştirilmiş gök, bir misafiri
ağırlıyordu.

Donakalmıştım. Eşiğe dayalı parmak uçlarım, soğuk mermeri itmek ister bir güçle baskıladığında,
kulaklarıma, silik bir anının akılda yeşerişi misâli, uzaktan uzağa Orenda'nın sesi doldu. Ay tutuluyordu.
Kızılın en gaddar, en acımasız tonuna bulanmıştı lekeli beyazı. Göğsü çılgınca bir ritimle alçalan ve
yükselen, tek geceliğine, sırf farkındalığı oluşsun diye ölümü tadacak bir ihtiyarın, o dehşet anı
içerisindeki durmak bilmeyen soluklarıydı kulağıma fısıldanan. Bu bezgin uydu, ellerini göğsüne iliştiriyor,
tam kaburgaları arasından bir bıçak darbesi yemiş gibi sızdıran kana siper oluyordu. Yolum şaştı, yeri
geldiğinde arkasından sessizce yaklaşıp, gırtlağına ellerimi geçirdiğim şehvetim, kırmızıyla bir olan Ay'ın,
harlı ve diri ihtirasına karşı ayaklandı. Neydi beni zincirlere vurulmuş bedenimle, okyanusun ortasında
boğan? Zaman ne bilirdi ki merhamete dair? Ben değil miydim, varlığına duyduğum minnettarlığı içten
içe dillendiriyorken, çıplaklığına ulaşmak isteyen yanımın kir içerisindeki çığlıklarıyla boğuşan? Arzum
sona erecek gibi değildi. Arkamı dönüp, Ay'ın gövdesinden gözlerime akıttığım kızıl rengini, dilimle tada
tada yatağa ilerledim. İki kuvvetli elin, sıkı sıkıya sardığı omuzlarımla bedenimi sarsıyor olması kadar
çarpıcı bir titreme eşliğinde uzandım günahkâra. İşaret parmağım, hafiften aralık bırakılmış
dudaklarındaki küçük, karanlık boşluğa süzüldüğünde, iç çekerek gözlerimi yumdum. En son aylar
öncesinde suya bulanmış bir toprağın, asıl besinine ulaşamıyor oluşuyla, gittikçe çatırdayan, yarılan
zemini gibi, parça parça dağılıyordum.

Dudakları arasında, ucu hafiften nemlenmiş parmağımı, tüm ruhu arzularının esiri olan vahşi bir esir gibi
tenime sürttüm. Tüylü cildimi yalayıp geçen bu ıslaklık, aklı başında olan yanlarımı, önüne kemik atılmış
bir it gibi ayağa kaldırdı. Dayanacak gücüm yoktu, ne yaptığımı bilmez şekilde, Taehyung'un kollarını
okşuyor, ağzımdan çıkan kelimelerden bihaber, parmaklarım arasında biçim değiştiren etlerini
sıvazlıyordum. Böylelikle, onu uykusundan çekip çıkarmıştım. Aralanan gözleri, baş ucunda oturan beni
bulduğunda, bütün mahmurluğu devrildi ayakları dibine. Korkuyla doğruldu, bir tehlike göreceği
beklentisiyle etrafa bakındı. Bense, acınası bir küçülmüşlük içerisinde, yerden baktığım için tüm
uzunluğuyla gerilmiş olan boynunu seyrediyordum. Taehyung, bir şey söyleyecek gibi başını bana
çevirdiğinde, dizlerim üzerinde yükselerek geceliğinin yakalarından kavradım. Düşmanına hesap sorar
gibi tutunduğum bu kumaş parçasını gücüm belledim, tüm erkekliğimi kasıp kavuran bedene duyduğum
sonu gelmez ihtiyaçla, günahkârın göğsünü kendime doğru çektim.

"Sahip olun bana," Gözlerine bakamıyor, az önce Ay'ın yüzeyinden oluk oluk parmaklarıma boşalmış olan
kızıllığı, günahkârın boynuna akıtıyordum. Bu öyle bir cezaydı ki, ihtiras, seni kasırga ortasına; bir cadde
kenarına atılmış plastik, zorba bir adamın su içtiği şişe gibi, öldürmeyecek bir yelin, yitirilmiş
merhametine mahkûm ediyordu. Ellerim, zemini kaynayan bir zindan içerisindeki sirk hayvanının,
çığlıklar eşliğinde oraya buraya kaçışı gibi, bilinçsiz bir hareketlenme sevdasıyla kıpırdıyordu.
Taehyung'un geceliğini, biraz daha aşağı çektiğimde, göğsünden kısa bir kesit sunan bileğimin gücüne
şükrettim. Parmaklarım, günahkârın gırtlak boğumlarını tek tek okşuyorken, baştan çıkarılmış sesim,
arzularım önünde diz çökmüş hâlde istenilene kulluk etti. Fısıldadı.

"Keşfedin, cesurca dokunun ücrâlarıma, en gizli saklı yanlarıma. Ait kılın beni size. Bırakın, bir kül yığınına
dönüşeyim. Kendi etrafında dönüp duran bir fırtınanın ortasında dirilir, yeniden kavuşurum bedenime.
Sabrım kalmadı, teninize değmiş olan su damlalarını, aciz bir tutkuyla dudaklarım arasında ezecek, şeffaf
tadına ulaşabilirmişim gibi dilimi, damağımın her yanında gezdirecek kadar arzu doluyum size. Lütfen...
Sahip olun bana. Ulaşın, sebebi bulunamayan bir hastalığın köküne ulaşır gibi derinime, en derinime..."

Günahkâr, aralık dudaklarından dökülen her nefesi, havaya fırsat tanımadan kendi vücut ısısıyla
eritiyordu. Soluk soluğaydı, içgüdüsel art arda dizilmiş cümlelerim esnasında, kıvranır gibi öne arkaya
gidişlerim, omuzlarımı yükseltip, oyuncu bir tavırla gevşetmelerim, onu mahvetmişti. Gerdanında duran
ellerime uzandı dudakları. Kuru kalmaktan sertleşmiş derisi, işaret parmağıma her sürtündüğünde,
bastırılmış ne kadar hissim varsa, yüzyıllar boyu içine içine biriken bir yanardağ misâli, fokur fokur
kaynıyor, sesimden, hiçbir anlam taşımayan belli belirsiz mırıltıları diziyordu günahkârın kulaklarına.

"Ay kızıl, vakit tepede. Doğa tutulduysa, insana eşlik etmek düşer. Güneş'i durdurmaya yeter mi
gücünüz? Durdurun, savurun bu ateş topunu. Doğmasın, doğurmasın gündüzü. Gece boyunca sahip olun
bana, erkekliğim, bu önü alınmaz arzuları içinde parçalara ayrılana dek, doyurun tırnaklarını sırtıma
geçirmiş şehvetimi. Artık, küçüğünüzün sabrı kalmadı."
24.bölüm
Ne zamana dek, Tanrım?

Sonsuza dek mi beni unutacaksın?

Ne zamana dek yüzünü benden gizleyeceksin?

Ne zamana dek içimde tasa,

Yüreğimde hep keder olacak?

Ne zamana dek düşmanım bana üstün çıkacak?

Mezmurlar, 13:1-2

24.BÖLÜM

-ÇÖL-

Bir ışık dalgasının, boş arazi ortasında yalnızlığının asıl mânâsını, ayak bastığı yerde tek başına dikiliyor
oluşunun mutlak gâyesini anlamak için bekleyen bir adamı, ulaşabildiği her açıdan vuruşu, insan gözü için
görülmesi mümkün olmayan bu kavisli çizgileri, kemiklerine ve etine katarak öteki boyuta ulaşmak isteği,
tek bir kelimenin metaforuydu. Şehvet. İliklerimde akıyordu. Etkisi tahayyül edilemez olan bu dalgalar,
tüm hücrelerim içerisinde kendilerine ait birer krallık inşâ etmişti. Bir ayaklanma vardı içimde, sessiz.
Duyularımla hissedemeyişime karşın, dokunuşun, zarif bir elin boşluğa yerleştireceği saydam aşklar gibi
yarattığı bu duygu, kendini kaybedecek, büyümek ve çoğalmak için can atacak olan bu arsız duygu; dört
bir yanımda ayaktaydı. Titriyor, beraberindeyse titretiyordum. Günahkâr, ellerimi elleri arasına almış,
vücudumu yatağa doğru kaldırıyorken, bir başka tepkiyi verecek haddi bulamıyordum kendimde.
Söylediğim cümleler, arzumu dile getirişim, giyotin sehpasında, canının hiçe sayılacak olduğunun
bilinciyle kahkahalar atan bir adamın hissettiği buruk, yansıtılmayan hüznü gibi sarmalamıştı beni. Ah,
keder... Keder, Jeongguk'un kayıp annesiydi. Güçlü bir gen, kan, gönül bağı vardı aramızda. Tanrım...
Affet. Affetmezsin. Güçsüz düştüm.

Göz bebeklerimde soluk soluğa kalmış cılız ışık gibiydim bakışları altında. Kırılmaz zincirlerle yekpâre bir
varlık olarak sergiye konulmuş iki tablonun, boyalardan, çizgilerden mahrum bırakılmış, teması
kesilmeyen tahta çerçeveleri misâli, çekemiyordum kendimi ondan. Birdik, kıramıyordum bağı.
Günlerdir, bigâne kaldığım bir hissin, insana yaratılış esnasında yerleştirilmesine rağmen, sanki Tanrı, es
geçmiş olduğu ruhuma yeni bir dokunuş katıyormuş gibi, var oluşunu yaşıyordum. Adım adım, yavaş
yavaş... Böylesine büyüyeceğine, beni, bir günahkârın çıplaklığına muhtaç edeceğine imkân yoktu
inanmazdım. İmtihanım diyordum, küçük kıyametim. Sarsıyordu, tüm insanlığı yerle bir ediyordu.
Gerisini öldürüyor, beni ve onu acılar eşliğinde yaşatıyordu. Ne kutlu bir eşlik edişti, bir ızdırâbı utanca
boğacak kadar coşkun şehvetim, her şeyden önce... Canımdan kopma bir aşk varken, yeltenmiyordum
dâhi korkmaya, çekilmeye ve vazgeçmeye. Mahkûmluğum, öyle tesirliydi.

Karşımda oturuyordu. Elleri ellerimden çekildi, geceliğimin sarmaladığı bacaklarımı buldu. Yüzümü
görmekten mahrum bırakılmak istemiyordu, elinde olsa, iki görüş açısı yaratabilmek adına, belki de
inanmadığı Tanrıma duâlar edecekti. Öne eğildi, kumaş üzerinden dudaklarını bastırdı diz kapaklarıma.
İki yamaç arası koşuşturur gibi, bir tanesine değil, ikisine de sıcacık, masumane buseler kondurdu.
Parmakları, dizginleyemediği isteğine köleydi, okşadı elinin değdiği her yeri. Baştan aşağı. Titriyor, titriyor
ve durduramıyordum. Aklımın bir köşesinde, yanıp sönen arızalı avize ampulleri gibi beliren İsa Mesih
silueti, yapmakta olduğum şeyin habercisi oluyor, kendime yabancı düştüğümü sandığından, ki
inanıyordum, en derinindeydim benliğimin, yasağını avaz avaz bağırıyordu. Yasak... Neydi? Yoktu.
Tanrım... Güçsüz düştüm. Yasağın da, düşüşümle beraber paramparça oldu.

"Jeongguk, taptazesin," Tüm dış seslerden izole edilmiş çatı katı odamızda, günahkârın içimi titreten
boğuk, bastırılmış doyumsuzluklarıyla yoğrulu kelimeleri yükseldi. "İnsan, insan için zaman geçtikçe
antika bir vazo gibi eskir. Canlılığı yiter, renkleri solar, değeri alışıldıktır artık. Kokusuna âşina olduğun bir
bebeğin, gün geçtikçe yerini sabit kılan, bu sebeple artık yoğun etkisini hissedemediğin teni gibidir.
Silinmemişken, tanıdıklığından olsa gerek, gücü yiter. Öte yandan sana bakıyorum, günler, bahar yelinin
peşinde sürüklediği kopuk yapraklar misâli geçip gidiyorken, ulaşılmazlığını, ben dudaklarını kana kana
içiyorken bile koruyorsun. Ah, canımın en güzel parçası... Kayıp bir insanım, yittim. Körpe bir çocuktun
daha gözümde, serpiliyorsun. Yeşeren her dalında, hiçbir varlığın kendinde bulamadığı bu uçsuz kudretle,
geçmiş nefeslerime uzanıyorum,"

Boynuma sıkıca tutundu, zarif elleri, teni altında oluşuna duyduğu hayranlıkla kabaran damarımı
örtüyordu. Titreyişi, baskısıyla sekteye uğradı. Gözlerime dokundu yeniden. Parmakları, usul usul
omuzlarıma iniyorken, yeniden aralandı dudakları.

"Kendi ayaklarınla baş ucuma geldin, tutulun bana, sahip olun dedin. Şehvetin, her yanından ateşe
dizilen, okyanus ortasında, yapayalnız direnen bir savaş gemisi gibi. İşte, o kurşunlar gelir, henüz dirilen
gençliğin ve erkekliğine isâbet eder diye korkuyorum. Bu gece, seni söndürmekle kalmaz, yalnızca içinde
filizlendiğini bilmenin dâhi, beni büyük bir hazla kavurduğu tutkularını; bundan da öte, her ne kadar
tasdik etmesem de, dilinin ardında bekleyen, seni durdurmak için en kutsal ayetlerini sesine yediren
Tanrını kül eder, yaşananların altında kalır da, başını bükersin diye korkuyorum. Oysa hiç istemem,
onurlu bir âşık gibi dik durman arzusundayım,"

Bacaklarımda duran ellerini geriye çekti. Tereddüdü, şimdi, içimde köklerinden sızlayan, göğe serpilmek
arzusuyla taş kadar sert gövdesini savuran ağaçlar misâli çağlayan şehvetim kadar gerçekti. Yine de
müsâade etmedim, her dokunuşuyla beni, bir kez olsun tadamayacağımı sandığım yasak kısımlarıma
ulaştırıyorken, o da beni dinlememişti. Gözlerimi gözlerinden ayırmadan, kendi kucağında titremeye
devam eden parmaklarını kavrayıp, tekrar dizlerime yerleştirdim. Aralık dudaklarından süzülen her nefes,
kaynar bir su olup başımdan aşağı dökülüyor, derimi buruşturuyordu. Şaşkın değildi, dayanamıyordu.
Yıllardır hiçbir canlının uğramadığı, terk edilmiş bir deniz gibi sakin olan bakışlarının arkasında, hiç
dinmek bilmez açlığı uzanıyordu. Ulaşsın diye yalvaracak hâle düştüğüm derinlerim, arzu ettiklerinden
mahrum bırakılacak olmanın endişesi içerisine düşmüştü. Durgun bir heyecanla öne atıldım.
"Size tek diyeceğim, şimdi duracak olmanız, bir gecelik değil, yüzyıllık içime çekilişime sebep olacak.
Seina la ton, görmüyor musunuz hâlimi? Ayaklarınıza kapanıp, aciz bir sokak dilencisi gibi dileneceğim
neredeyse şehvâni olan her duygunuzu. Benim kavgam, kendi içimdedir. Banadır, vurduğu da, kırdığı da
kendi kemiğimdir. Mâdem korkuyorsunuz, öyleyse hiç durmayın! Dokunun. Bana dokunun. Cesaret
edemediğiniz, güzelliği şimdiden başınızı döndürüyor olan erkekliğime uzanın, kaygılarınız yaşamak
arzusunda değil, kutlu bir başkaldırı gibi yok olmak temennisindeler. Tenimde açacağınız mezara gömün
hepsini,"

Henüz cümlelerimin sonu gelmemişti ki, dizlerimde duran elleri, geceliğim üzerinden, kanımın akışının
aksadığını hissedeceğim bir yavaşlıkla temas etti bana, günahkârın, yüz yıla da tekabül etse kısa sayılacak
olan ömrüme dâhil oluşundan beri, diri ateşlerde kavrulduğum tüm ihtirasım, cılız odun parçaları gibi
alevlere tutuldu. Kahroldum, tek bir dokunuşuyla yerle bir oldum. Titredi, geri çekilecek gibi oldu, bileğini
sıkıca kavradım. Gözlerimi yumdum, aralık dudaklarım nefesimin bitmek tükenmek bilmeyen heyecanına
tutsak düştü, kurudukça kurudu. Hâlimin ne denli zavallı, görmezden gelinmeyecek kadar biçare
olduğunu fark eden günahkâr, elleri hareket etmeye ürküyorken fısıldadı.

"Söylenmiş ve söylenecek olan tüm kelimelerinin yatağından, dudaklarından öpeceğim seni. Geçmişine
de, geleceğine de sahip olacağım, Jeongguk. Aslın, orada duruyor. Yaklaş bana," İkiletmedim. Eli, olduğu
yerde kasılıyor, bir avcının göğü delecek sivrilikteki mızrağıyla yaralanmış vahşi bir aslanın göğsü gibi
boyut kazanıyordu. Sıcak, ıslak et parçası, var oluşumdan bu yana sarf ettiğim her cümleyi ezberine kazır
gibi kavradı beni. Öpücükleri durmaz oldu, soluğuna kast edişi engel olmadı ona, geri çekildi, bir daha
öptü. Dudaklarım, şeffaf ve bükülür bir hamur gibi eziliyordu baskıları arasında. Tadını tadıma katıyor,
öpücüğüyle beraber gittikçe gevşeyen elini, belli belirsiz hareket ettiriyordu.

"Tatmadığım her ölüme eş değersin," Dudaklarımız ayrıldığı vakit, söylediği ilk cümleydi bu. Belimi
kavradı, küçük bir oğlan çocuğuymuşum gibi kucağına çekti beni. Üzerimdeki koyu renkli geceliğin
eteklerini kavradı, başımdan yukarı doğru çekiştirdi. Dokunuş çoğaldıkça gücü yiten ışık, arkamdan bir
gölge yaratıyor, sağımdan ise karanlık olana meydan okuyordu. Gözleri göğsüme indi, tenimde adım
adım gezindi. Günahkârın bakışları, hür bırakılan bir esirin, havaya, toprağa ve öz yaşamına
kavuşmasındaki arsız coşkuyu taşıyordu. Parmakları, karnımdan başlayarak yükseldi çıkık kemiklerime
dek. Dudakları, açılmış yolun takipçisi oldu. Ürperiyor, irkiliyordum. Bir buzul kütlesindeki soğuğu
sahiplenen tenim, ıslak temasları sebebiyle ısınıyor, görülmesi ve kıvılcımlarının işitilmesi mümkün
olmayan alevlerin varlığıyla sıcağa teslim oluyordu. Onun bedeninde dokunma cüretine eriştiğim iki dağ
tepesi, vücudumdaki varlığından işte şimdi memnuniyet duyuyordu. Dudakları, ömrüm boyunca başımı
eğip de bakmadığım o çıkıntılı uzuvlarıma kapandı. Öptü, kokladı, burnunu sürttü toprak okşar gibi.
Nefesimi kesti, kıvranıyordum tutunduğum omuzlarından güç alarak.

Bu sefer koltuk altlarımı kavradı, hiçbir zorluk çekmeden, beni, sırt üstü çarşafa yatırdı. Birkaç dakika
öncesinde, dokunmak bir yana dursun, uzanmaya dâhi yeltenemediği, ücrâm diye nitelendirdiğim
erkeklik uzvuma indi gözleri. "Zamanında iğrendiğin şehvetime, nasıl da güzel bulanmışsın..." Fısıltılı
sesinde, efsûnkar bir davet vardı. Bakışları, ânın getirisi olan, artık boyutundan bihaber kaldığım sessiz ve
içsel yakarışlarım nedeniyle kayan bakışlarımı buldu. Üzerini çıkarttı, Livonya Gölü'nün suları akıyordu
sanki teninden. Hayalî gördüğüm bu damlacıkları, gerçek sanıp da uzanacak, Taehyung'un tadıyla iç içe
geçişine tanık olduğumdan yüklendiğim hırsımla, içmeye kalkışacak oldum.

Yatakta yanıma uzandı, ne yapacağını kestiremez bir hâli vardı. Ufak ufak yanaklarımı, alnımı,
dudaklarımı okşadı. Gecelerce sussun, önü kesilsin istediğim zihnimdeki sesler, iki düşman ülke gibi
birbirlerine bağırıyorlarken, şimdi tek bir ağızdan komutlar yardırıyorlardı. Artık, yeryüzündeki tüm
canlılarda bir kara keşfi gibi baş göstermiş olan şehvetin tümü, benim ellerimde, benim kanımdaydı. Tüm
insanlığı es geçip, bir geceliğine de olsa varlığıma doladılar halatlarını. Durum böylesine küstah ve
şiddetliyken, küçük iblislerimin yüzü yoktu inkâra, ön kesmeye. Aksine, diyorum ya, emirler veriyorlardı.
Yandığın gibi yak, yaktığı gibi ver ateşe, tutuştuğun gibi dokun.

Tutuştuğum yerimden dokundum günahkârın zayıflığına. Bacakları kasıldı, ağır ve güçlü bir nefes
dudaklarından süzülüyorken gözlerini yumdu. Hâlâ, utanç içerisinde titriyordum. Toyluğum, bütünüyle
arzularımın önünde diz çökmüştü. Ancak, bu imgesel boyun eğme, gerçeğimdeki çatışmalara engel teşkil
edemiyordu. Evet, utanıyordum. Gözlerini zor da olsa açabilen Taehyung, bakışlarım, hazla yoğrulmuş
suretinde dinlensin isteğiyle seyrediyorken beni, durup durup kendimi ondan kaçırıyor, esirgiyordum.
Dayanamadı buna, elleri, onun ücrâsında yer edinmiş parmaklarımı kavradı. Ne yapacağının merakıyla
ona bakıyordum ki, afallayacağım bir şekilde çıplaklığına ulaştırdı tenimi. Ahşap kokusu, bir yangına
kurban edilmiş gibiydi, sıcacıktı... Endişeli, tepkimi ölçer bakışları, şaşkınlığımdan başka bir şey
görememek rahatlığıyla gevşedi. Titremem git gide büyüyordu, bütün günahının biricik sebebi olan bir et
parçasına, belli belirsiz temas etmek, nasıl olurdu da içimde bir şehri gazaba uğratırdı? Binalar devriliyor,
hiçbir beşeri güç olmaksızın yeniden yükseliyorlardı. Bu git gel arasında, yüzünde anbean şekil değiştiren
ihtirasının, göremediğim hâllerine tanık olabilmek için, parmaklarımı usulca kıpırdattım. Zayıf bir nota
gibi, adım döküldü dudaklarından. Öyle bir mahvoluyordum ki, ismimi, tutkunun anlaşılmaz harfleri
misâli diline döken bu adamı, uzanıp ağzından öptüm. Aralıkken, kapanmamışken... Tenim, ön dişlerine
sürtündü baskının etkisiyle. Tebessüm etti günahkâr, durmadım, karşılık verdim.

Ayaklarımıza dolanmış kırışık yorganı, kenarlarından tutup üzerimize örttüm. Şiddetli bir hislenme
yaşıyordu kaburgalarım arasında, kızıl organımın tuttuğu nefesleri, hırsına sebebiyet vermişti.
Tekmeliyordu etimi, kemiğimi. Taehyung, bir süre bacaklarını bacaklarıma sürttü. Dizleri dizlerime
çarpıyor, çıkıntılarıyla cildimde kayıp gidiyordu. Dirsekleri üzerinde yükseldi, yüzümün her bir köşesini
usul usul okşuyorken, serçe parmağı aralık dudaklarıma takıldı. Ufak bir kara deliğin çekimine kapılmış
gibi, yolundan şaştı. Parmağını, tenimdeki katmanlar sebebiyle yaratılmış çizgilerim üzerinde gezdirdi.
Dudağım katlandığında, kuru cildine ıslaklığım bulaştı. Başımı döndürecek, şevkimi harlayacak olan derin
nefesi, nasıl ilerleyeceğine dair bihaber olan ruhuma, bilincim dışı emir verdi. Parmağını kavradım, üst
dudağımın iç kısımlarını tırnağına sürttüm. Islaklık, gözlerinde demlenen geceye bir silah ateşlemiş
gibiydi. Aniden, bedenini üzerimde buluverdim. Sağ bacağı, iki bacağım arasında yer edinmişti.
Göğüslerimiz arasında bıraktığı mesafe dışında, tamamıyla bir olmuş, iç içe geçmiştik. Aklımı kaçırmanın
eşiğindeydim, her hareketi, utanmaz, doyumsuz ve günahkâr olan yanlarımı kasıp kavuruyordu. Bu his...
Fazlası için, evet, yapardım bunu, dilenir, kapanırdım ayaklarına. Öyle ya, geri de durmamıştım. Şimdi,
belimin biraz aşağısında bulunan kalın lastiklerden tutunmuş, çıplaklığımın son örtüsü olan geceliğimi
aşağı çekiştiriyorken, gerçekliğin en şeytanî yüzüyle karşı karşıyaydım.

Üzerime eğildi. Islak, yapay ışıklardan arınmış bir sokağa düşen yıldız parıltıları gibi ışıldayan dudakları,
boynumu buldu. Beyaz tenimin her yanına değiyordu dudakları, öpüyor, etimi; aromama ulaşmak için
aracı kullanarak, ağzı içerisine çekiyordu. Ellerim omuzlarına tutundu, kasılan kemiklerim hazımsızlık
içerisinde ağrıyorken, parmaklarımı kaslarına geçirdim. Kısık, yaşanılan karşısında eli ayağı düğümlenmiş
olan sesim, dudaklarımdan olmadık mırıldanmalar döküyordu Taehyung'a. Yatak çarşaflarına sıkıca
tutundu, ağır ağır aşağıya adımladı. Öyle nazik, öyle temkinliydi ki, her busesi sonrasında gözlerime
bakıyor, ne hâlde olduğumun kontrolünü yaparak devam ediyordu. Kollarımı kavradı, dirseklerimdeki
ağarmış, kahverengi koyuluğumdan öptü. Bileklerimdeki belirgin damarlarıma, göbeğimdeki, bir deniz
ortasından zeminine açılan su çukuru gibi yaşayan küçük karanlığa, içime çektiğim her nefesle beraber,
ince cildimin belirginleştirdiği kaburga kemiklerime, belimin iki yanına, omuzlarıma, ellerimden bir
yaprağın damarları gibi uzanmış olan titrek parmaklarıma, avuçlarıma... Vücudumda var olan tüm
köşelerimi hatırlatır gibi öpücükler bıraktı. Çenesi, belli belirsiz karnıma değiyorken, sağ kalça kemiğim ve
bacağımın birleştiği yerdeki, bir çocuk avucu büyüklüğünde yer kaplayan doğum lekemi gördü. Yüzünde,
arzularını dâhi, bir kavga ortasında gülen barbarlarınki gibi, insanlığı yaşatacak sakin bir huzur baş
gösterdi. Gülümsedi, parmaklarıyla etrafında gezindi.

"Teninde, kimselerin adını bilmediği bir çöl var," Dudaklarını, açık kahverengi lekenin üzerine bastırdı.
Kokumu, nefes sesini işiteceğim bir kuvvetle çekti içine. "Böyle bir heyecanın ortasında, değinilmeli mi
geçmişe, bilmiyorum. Ancak bu öz leken, öyle kabarttı ki çocukluğumun boynu bükük yanını, ayak
basılmamış verimsiz topraklarda yürür gibiyim. Haklısın... Evet, neyden bahsediyorum, merak
ediyorsundur. Küçük bir oğlanken, dedem, amatör, buna rağmen becerisi göz ardı edilemez elleriyle,
tuval üzerine kurak toprakları resmederdi. Onlarcası... Saç telleri biriktirdiğim koleksiyonumun, bir
benzerini yapar gibiydi. Önceleri, tenimin uçuşmuş rengine benzettikleri bu çizimin, ne olduğunu
kavrayamadıysam da, babamın bilgilendirmesiyle, dedemin her salı sabahı, aklında yarattığı çölleri
çizdiğini öğrenmiştim. Ondaki bu akıl almaz heves, sevgi ve hayranlık, bana da sirayet etti. O
yaşlarımdayken, sürekli bir çöle adım atmanın imkânı olmayan hayallerinde gezinirdim. Öyle bir arzu
ediyordum ki, çiçek beslemekten bihaber olan susuz ruhum, kaktüsleri dizdi pencere kenarıma. İçimde
kaldı, ayak basamadım bir çöle diye..."

Vücudumun üzerinde yukarıya tırmandı. Yüz yüze geldiğimiz vakit, ellerini olduğu gibi, bu zamana dek
varlığından zerre haz duymadığım lekemin üzerine kapadı. Tenimi okşuyorken, gözleriyle gözlerimin içine
daldı, koparıldığı göle hasret, cılız bir balık gibi çırpındı bakışlarımda. "Sevgili annen, temiz, kutlu rahmini
kasıp, seni dünyaya doğman için itekliyorken, kokusuyla mest olduğum cildine, içimde burukluğu kalan
çölü yerleştirmiş. Tüm kırgınlığım uçtu gitti, yıllar sonra, genç bir erkeğin bedeninde rastlayacağımı
düşünmediğim kızgın kumların ateşi, ellerimin altında şimdi. Jeongguk, ruhumun zincirlere vurulmuş,
kayıp çocuğu... Susuz bırak beni, bibaht bir bedevî gibi, bu küçük daire içerisinde, yürüyemediğim çöl
topraklarına düşür, ellerimi yak, susuz kalayım,"

Ah, akıl... Akıl sineye çekiliyor, insanı, kudretiyle tüm varlıklardan ayıran o değilmiş gibi, bir köşeye
saklanıyordu. Taehyung'un ensesini kavrayıp çektim kendime, dudaklarını, dudaklarımla bir etsin
istedim; küçük bir doğum lekesinde, ulaşamadığı çölü gören bu ince fikirli adam, ince bir fikir gibi öpsün
istedim beni. Öyle de oldu, susuz bıraktığım her an için besledim onu. Cana gelir, ayaklanır gibi coştu,
şehveti omuzlarıma ağır geldi. Ücrâlarım, tamahkâr, gözü dönmüş bir adam gibi kabaran vücudunun
altında titriyordu. Nefesim tıkandı, artık mırıldanmalarım, bilinçsiz, daha öncesinde işitmediğim,
âşinalığımın olmadığı seslere evrildi. Bir parkinson hastasının titrek ellerine sahiptim şimdi, uzanıp,
bacaklarını saran, çıplaklığına tek engelim olan kumaşa sarıldım. Hırsla, öfkeyle çekiştirişim, Taehyung'un
göğsüne yük oldu. Bir defa daha, derin sesinden, İncil'in bir duâsıymışım gibi dökülen adım, kulaklarıma,
bir ömürlük hazzımı teslim etti. Kalmamıştı engel, ah, deliye dönecektim! Çırılçıplak, anadan doğma
hâlleriyle iki erkektik, tek bir yatağın üzerinde, aynı çarşafa sular seller gibi akıtıyorduk şehveti.
Günahları, emirleri; ihtiyar bir adamın, yaş aldıkça görme yetisinden mahrum kalan işlevsiz gözleri gibi
izliyordum. Yoktu, gözümde; günahından beslendiğim bu adamdan başkası yoktu.

Bakamıyordum, bir kurşun kalemin ısrarla karaya boyadığı küçük, anlamsız bir daire gibi kuyuya
benzeyen bakışlarına. Gözlerinin, rengi solmuş, gücü yitmiş vücudumda nerelere değdiğini görmek
istediysem de, kafamdan aşağı bir çuval toprak yığmışlar gibi, hareket edemedim. Bir süre sonraysa, zarif
parmaklarının uysal baskısını hissettim. Gerildim, acı sınıfına koymaya kalkışamadığım sızlatan bir his,
beraberindeyse hafif dokunuşlarının getirisi olan iç okşayıcı haz, saçlarımdan dökülüp de ağzıma dek
yığılan toprağı savurdu, yok etti. Kontrolsüzdüm, bütün hareketlerim, arzum dışında gelişiyordu.
Dudaklarımdaki zayıf nidâlar, bir yılan bedeni esnekliğiyle kıvrılan alt bedenim, parmaklarımın bezgin
eklem kısımlarında dâhi nefes nefese kalmış olan arzularım... Öncesinde, durdurabileceğime, önlerine
yıkılmaz duvarlar, kurşun geçirmez opak camlar dikebileceğimi sandığım isteklerimi, az da olsa
doyurabilmek adına, günahkârı, şimdi en kuytu girdaplarımda, arzu ettiğim gibi gezinen parmaklarından
öpmüştüm. Niyeydi? Dinsin, durgun bir yaz yeli gibi hafiflesin... Olmadı, kavurdu, yıkıp geçti. Ardında
bıraktığı enkazın, en kısa sürede gri taşlarından, tozundan dumanından dirileceğini biliyordu. Dirilmiştim.
Zirvelere, kanadı olmadan yükselen bir efsanevi varlık gibi tırmanıyordum.

Sızı... Etrafta dizili olan kitapların baş kahramanları, kafalarını uzatıp da neler olduğuna kulak kesilecekti.
Öyle bir yükseldi sesim, sırtımda, ince bir yarık açılmış gibi büktüm belimi. Saçlarımı okşadı Taehyung,
yavaşladı. Nasıl? diyordum, nasıl olur da bilincimi kaybedeceğim kadar yoğun olan bu şehvete rağmen,
onun gözleri hâlâ merhametini besler? Bir uçurum kenarında, yamaca doğru, ince bir iplik gibi sallanıp
duruyordum. Ayakları, ayak bileklerimi eziyordu. Ağır hareketleri, çehremde canlanacak olan herhangi
bir duyguya bağlıydı; ne görecekse ona yanaşıyor, onu göz önünde bulundurarak hareket ediyordu.
Dişlerimi, aralarında bir kemik parçası varmış gibi bastırdım birbirine, bakışlarım, günahkârın, hazla
silikleşen, bir yandan da renkleri bir araya getirilmiş ormanların tablosu gibi, tek bir koyuluğa bulanan
gözlerine ulaştı. Omuzlarına tutundum sıkıca, dudaklarımı araladım. "Erkeğim," deyiverdim, "Siz, benim
erkeğimsiniz."

Nefes nefeseydi. Sırtımı, göğsüne yasladı. Sağ omzum üzerinden yüzüne döndüm, aralık dudaklarımdan
çıkan her soluğun arasına, kısık sesli bir kelime oturdu. Utandığımı fısıldadım günahkâra, utanma dedi,
güzel olduğumu, çok... Çok güzel olduğumu mırıldandı. Bir ninninin, masumiyet kokan sıcak bir beşiğe
dökülen ilk nakaratı gibi, usul usul, gözlerimde nefeslenerek hükmetti bedenime. Ait oldum, ayak
ucumuzda, sessiz sedasız bir oluşumuza tanıklık eden kızıl ay, akıttığı kanıyla gözlerini mühürlerken,
kulaklarını dikmişti bir tilki misâli. Her sızlanışım, her mahvoluşumun tınısı, akıp ona uzandı. Cam devrildi
sanki yerlere, dışarıdaki meyus soğuk, bir felâketin habercisi gibi içeriye adımladı. Üşüyordum,
yanıyordum da. Düştüğüm bu ikilem arasında, Taehyung'un arsız parmakları sebebiyle, dokunuşları
eşliğinde utanmadan daha da bir arzusuna esir düşen ücrâm, sessizlik ricâsındaydı. Aklım bağırıyordu,
hür topraklardasın, bırak, özgür kalsın ruhun.
Terden ıslanmış olan bacakları, bacaklarıma yapışmıştı. Diz kapakları, bükülü eklem yerlerime hafif bir
baskı uyguluyordu. Tenlerimiz sürtündü durmadan, bir ısı çıkarıyorduk açığa, o ısıyla kavruluyor, şevkten
aklımızı kaybediyorduk. Tadına vardığım türlü türlü hissin şeklini, şemâlini değiştirerek, palette duran
boyaları birbirine katar gibi karıştırmış, ne denli yoğun olacağını, bir insanın, yanabileceği türlü türlü
ateşleri yok saydıran bu tehlikeli duygunun, gerçekten de beni aklımdan edip etmeyeceğine karar
vermek istemiştim. Ah, bir hiçti! Tahayyülün yarattığı, sonuca ulaştırdığı bir hiçten ibaretti... Günahkârın,
bedenimin bilmediğim köşelerine temas edişi, bana kâh koşturan bozkır atları gibi hızlı, kâh yavrusuna
dokunmaya kıyamayan bir annenin merhametli elleri gibi yavaşça sahip oluşu, insan zihninin bahşedilen
kudretine rağmen, asla ve kâtiyen tecrübe edilmeyişiyle kavranabilecek bir his değildi. Yasak olan ne
varsa, insana zayıflık mahiyetinde, bazı zamanlar ise ölçülü kullanıldığı vakit, tatmin eder bir boyutta
yetindiren, bu duyguların tümü, baştan çıkarıcıydı. Dudaklarım aralandı, bir kez daha, tüm duyularıma
eksiksiz bahşedilen özgün kabiliyetlerini, sesime yükleyerek fısıldadım. "Nasıl da sevdim... Günahkâr,
arsız âşığıma ait olmayı," Başım, omzuna düştü. Islak dudaklarından dökülen kızgın, bir o kadar da
yumuşak nefesleri, boynumda konakladı. "Sıcacıksınız,"

Tadı mest eden ne varsa, bir dakika da olsa, bir saat de, bir yıl da... Nihayetinde son olduğu belli olan
koyu, uzun şeritlerin ardında, kayıp gidiyordu. Tam anlamıyla yitiktim kolları arasında, belimi kavrayan eli
sıkılaştı. Kesilen nefeslerimiz, aksayan seslerimiz... Zaman, geçmişi ve geleceği bir etti, tüm dünyaya
hükmediyoruz sandım. Yoktu gözümde, coştukça coştu. Bacaklarıma tutundu soğuk parmakları,
bütünüyle eksik hissettiğim yanlarımı doldurmamış gibi, edepsiz ve kendimden uzak hâllerle
kıvranıyordum önünde. Meğer nasıl da doyumsuzdum, artık, bir trenin varış noktasına ulaşması, su
katılmış bir kömür karası rengindeki islerini, insan kalabalığı üzerine salıp, gürültüsü kulak aşındıracak bir
tonla çığıran düdüğü gibi, sonumuzu getirmiştik. Ensemdeki sıcak nefeslerini, boynuna tutunduğum
vakit, parmak uçlarımda, ak, insana değmemiş bir su birikintisi misâli dağılan terini, titreye titreye,
tıkanmış soluklarıyla karnıma tutunuşunu, bana dokunuşunu... Atamaz, silemezdim aklımdan. Bir
harabeden farksızdım, günahkâr, yorgun düşmüş bedenini, usulca geriye çekiyorken, tükenişe kurban
gitmiş kollarım, sızlayarak yanıma düştü. Yüzümü olduğu gibi çarşafa bastırdım. Kendime vakit tanımak,
az önce tutkunun görmeye engeller dizen heybeti yüzünden, ne ağzımdan çıkanı, ne de kıvranan
vücûdumun tepkilerini dizginleyemeyişimi sindirmek istedim. Günahkâr, buna izin vermedi. Tenimi
taşıyan elleri, omuzlarımı kavradı. Beni zorakî, belki de yaşananlara karşı hâlâ aynı hazla kalabildiğimi
yahut pişmanlıktan yüzümü asıp asmadığımı görebilmek için, kendisine çevirdi. İçim gitti o an, korku dolu
gözlerinin, bakışlarımdaki temkinli gezintisine. Rahata ersin, korkusu, erkekliğinin şehvet kokan yanlarına
zarar vermesin diye, yorgun bir tebessüm yerleştirdim dudaklarıma. Tepkisi, yavaşlatılmış bir koşu anının
her saniyesini kaydeden insan gözü gibi, aheste aheste gevşedi karşımda. Gülümsedi, feraha erdiğinden,
uzanıp göğsüme sokuldu. Kokumu soludu uzun uzun, terle kaplı bitap düşmüş cildime rağmen, her
soluyuşunda memnuniyetle mırıldandı.

Ses etmeden, zaman; çocuğu gibi beslediği dakikaları, şahit oldukları anın tesirini üzerinden atabilmeleri
için süre tanırken, öylece uzandık. Günahkâr, çölüne tutundu. Koyu lekemi seviyor, kendisine ait kılar gibi
tüm avuç içiyle üzerini okşuyordu. Çocuksu merakı, arzusuna kavuştuğuna inanan derin yapısı, tenimde
gördüğü varoluş izinde, bir heves olarak kalan sıcak kumları tutuşu, yüzümü bir defa daha gülümsetti.
Sonra ayaklandı, baş ucunda duran çekmeceliğe uzandı. Parmakları arasında tuttuğu tütün tabakasından,
ince bir dal çıkardı. Gözleri gözlerimi bulduğunda, kaşlarını kaldırarak sordu.

"Müsâade eder misin?" Usulca salladım başımı. Dudakları arasına yerleşen ince sarma yapıya, henüz
bedeninden ayrılmama rağmen, aç gözlülükle bakıyordum. Ucunu, bir kibrit kıvılcımıyla ateşe verdi.
Dizleri üzerinde emekleyerek ulaştı tekrar yanıma. Yatak başlığına dayadı sırtını, içi tadımla kaplı
ağzından, boşluğu kâğıt kabul edip, hevesle resimler çizen gri dumanlar süzüldü. Gözleri gözlerimden
başka hiçbir yerde görmez olmuştu sanki, bir bana bakıyordu. Hür olan eli, yatağın ortasında, parçalara
ayrılmış bir kitap sayfası gibi duran parmaklarıma uzandı. Boğumlarımı, kemiklerimi, tırnaklarımı sevdi.

"Quis est in eo virtus dormitiva, cujus est natura sensus assoupire," Kıpırdamadan, öylece dudaklarını
seyrettim. Şefkatle eğdi başını sağına doğru, belli belirsiz, silik bir tebessüm ele geçirmişti bakarken
nefeslendiğim çehresini. "Onda uyutucu bir erdem olduğundan, doğasından gelir duyuları uyuşturmak.
Böyle diyor, Moliere. Uyuşturdun beni, erdemlerinin arkasına, ıslak toprakla bütünleşmiş taş parçaları
arasından sızan su gibi yerleştirdiğin hazlarınla... Manastırın temiz, ağaçlara kıyı olmuş yolunu, yanımda
babanla yürüyorken, karşılaşacağım gencin beni tek bakışıyla, ancak ilme ve sanata duyduğum merâkın
bir oyuncağı hâline getirebileceğini düşünmüyordum. Asık suratlı, kendince katılaşmış, Tanrı'nın
yeryüzündeki hakimiyetini yaşattığını zanneden bu ihtiyarın oğlu, nasıl böylesine saf, duru bir suyun,
dere boyu yalnız başına sızlanışı gibi bakabilir, dedim kendime. Masumiyetini teninden koparmak,
masumiyetine susamak, kir görülen yanlarımda, bir kanun gibi koruduğun el sürülmemiş tenini öğütmek
istedim,"

Parmaklarımda gezinen elini kavradım. Avucuna bastırdım dudaklarımı. "Yaptınız da, neyi arzu ettiyseniz,
kavuştunuz. İsminizin, bir duman üfler ağırlıkla dudaklarımdan dökülmesi dışında... Teslim oldum size,
tek bir yanımı dâhi esirgemeden..." Bitirdiği sigarasını, çekmeceliğin üzerinde duran ufak, halka
şeklindeki çömlekten tabağa bastırdı. Elini parmaklarımdan çekti, yüzüme dokundu. Oradan uysal bir
sahiplenişle saçlarıma adımladı, ıslak tutamlarımı okşuyorken, bir kez daha fısıldadı.

"Sıcak bir duş al, küçüğüm. Yıkan, gevşesin kasların. Uykunu bölen şehvetin, çoktan uykuya daldı. Sen de
yanına kıvrıl, yanıma kıvrıl. Önce temizlen," Başımla onayladım Taehyung'u, ancak, karşısında
çıplaklığımla, kibirli bir soylu gibi dikilecek olmak, az önce her temasıyla titretiyorken bile bedenimi, zor
geldi. Zorluğa, sevginin de merhameti işliyordu demek. Günahkâr, neyin derdine düştüğümü anlar gibi,
ona döndüğüm sırtıma, yatağın bir kenarına yığılmış olan yorganı örttü. Elleriyle, iki yakasını birleştirdi
göğsümde. Geriye çekilmeden önce, enseme baskın, sesi olan bir buse kondurdu. Ürpermiştim. Bir defa
daha dönmedim yüzüne, ayaklandım. Gevşeyecek, ardından uykuya dalacaktım.

Ağrıyan, sızlayan, bakırdan bir duvara inen balyoz gibi kıvrandıran acım, ruhumun açılan savaşta hem
galip, hem mâğlup gelişini hatırlamamla geriye çekildi. Öyle ya, bir süre sonra, mâğlup oluşumu da
unutmuştum. Galibiyetin sarsılmaz, pâyidar olan tatmini, düşüncelerimin fokur fokur kaynattığı zihnimi
şevke getirdi. Bir süre, suyu açıp da temizlenemedim. Sağ bacak arkama, cildimin üzerine dökülen,
günahkârın öz, has, yoğun kıvamı sebebiyle yapışkan olan ve kurumuş sıvısına dokundu parmaklarım.
Titreye titreye sevdim tenimi. Gıcırtılı, akmaz bir yol da olsa, okşamaktan geri durmadım. Her köşemde
bir parçası ayaklanıyorken, suyun altına, kirden arınmak istercesine, temizlenmek adına girmek, hoşuma
gitmiyordu. Yine de, mızıkçı bir oğlan çocuğu olan kısmıma kilit vurmuştum. Sıcak su, başımdan aşağı,
gecenin tüm detayları, sesleri ve dokunuşlarıyla akıp gidiyorken, vücudumu istemeden, belli belirsiz
baskılarla yıkadım. İşim sona erdiği vakit, Taehyung'un çehresine kavuşacak, onun banyo sırasına dek, bir
dakikalık da olsa çıplaklığına erişecek gözlerim, beni telaşa sürükledi. Bu telaşı kollarım arasında tuttum,
suyu kesilecek topraklarda, son temizlenişimi yaşıyormuşum gibi arındırdım tenimi. Şehvetim, yatağımda
beni bekliyordu.
25.bölüm
"Bir kuyu açıp kazıyor, kazdığı kuyuya kendisi düşüyor."

Mezmurlar, 7:15

25.BÖLÜM

-ŞİİR-

"Güneş bir hırsız," diyordum içimden, "Sevgili günahkârımın tenini çalıyor,"Çatı katındaki odamızın,
uzun ve ışığı içeri davet eden penceresi, bacaklarıma uzanmış adamın gözlerini hedef alıyordu. Dik başlı
ve hür kirpikleri, bu güçlü parıltının etkisiyle belirginleşmiş, uçlarında bir geçiş gibi, hafif renk
yanılsamaları yaratmıştı. Parmak uçlarımla uzandım ilk kesiğime, kahverengiden sulu bir turuncuya akan
karmaşaya dokundum. Göz kapakları titredi. Aldığı derin nefesle yükseldi göğsü, eğilip göğsünü öpmek
istedim. Çıplak gövdesi, taşla yontulmuş, antik dönem aristokratlarının vücutlarını andırıyordu. Edepsizdi
gün ışığı gözümde, avına yaklaşan sinsi bir sürüngen misâli yansıyordu buğulu camdan. Uyumuyordu
Taehyung, ancak gözleri üzerinde, tanıklık ettiğim en nâdide, en dokunaklı perde örtülüydü. Elleri üst
üste duruyordu karnında. Bacaklarını kendisine doğru toplamıştı. Kış mevsimine rağmen,teninde amansız
bir sıcak besleniyordu. Alnına dokundum, bir mucize gibiydi cildi, üzerine dağılan koyu saçlarında, daha
da bir doyumsuzlaştı parmaklarım. Yatağın demir, yer yer paslanmış olan başlığından çektim sırtımı. Öne
doğru eğildim, günahkâr, henüz başımın gölgesi yüzüne vurmamışken, gözlerini araladı. Çocuksu bir
merakla ona uzanan çehremi gördüğünde, bir tebessüm kondurdu dudaklarına. Karnında duran
ellerinden bir tanesi yükseldi, önce sağ yanağıma, oradan teması bir an olsun kesmeden saçlarıma, en
son ise enseme yürüdü. "İçtiğim tat dilimde hâlâ," diye fısıldadı. Bakışlarım silikleşti, gözlerimi kaçıracak
gibi oldum. Müsâade etmedi, parmakları, oldukları yerden belli belirsiz dokunuşlarla omuzlarıma kaydı.
"Eşsiz olmanın imkânsızlığını savunan bir adam için; yegâne, biricik ve senden hariç kimsede ulaşılamaz
bir aroma bu,"

Günün ilk, buhran dolu ışıklarıyla aralamıştım gözlerimi. Fırtınalı bir sabahtı. Doğa uğulduyordu ağaçların
ardından, çiftlik evinin etrafındaki gezintisi, algıladığım sesini bir çehreye oturttuğumda, öfkeli bir cellatı
andırıyordu. Henüz kendime gelmenin çok ötesindeydim, lâkin Taehyung, avuçlarım içerisine dokuduğu
şefkati, dudaklarının baskısıyla sürdürdüğü vakit, bakışlarım aşağı kaydı. Üst bacaklarıma uzanmıştı,
karanlık, durgun ve kışın nakış nakış hissedildiği odada, kırpışan kirpiklerini seçememek olanaksızdı. Fark
edememişti uyandığımı, her hareketi okşamak tabirinin boynunu büküyordu. Öyle nâzik, öyle inceydi. El
âyalarımdaki çizgilerde, bir orman yolunu adımlar gibi yürüdü. Bu kısa süreli yolun sonu, işaret
parmağımın ucuna çıkıvermişti. Ah, ne de şaşılacak şeydi! Gülümsedi günahkâr, kendi hâlinde yürüttüğü
küçük oyunundaki huzuru, beni de aniden sarıp sarmaladı. Hâlâ öpmemişti tenimi, seyrediyordu.
Dayanamaz oldum, cilveli bir tavırla kıpırdayan parmağım, günahkârın dudakları önüne kapandı. Başını
bana çevirmeye kalkıştı, ancak temasın kesilmesini hiç istemezdi. "Öpün," dedim, sesim taşlı bir yol
gibiydi. Yolun seveniydi günahkâr, öyle ki gideceği yer, hiçbir toprak parçası, farklılık yaratmıyordu. Her
kapıya açılan, her ülkeye, her vatana adım attıran biricik yoluydum onun. Öptü parmağımın ucunu,
defalarca kez. İç geçirdim, hazzı ve merhameti boğuşuyordu dudaklarında. Gece boyu bir mahkeme
salonuna sıkışmıştı zihnim. Onlarca yargı, aşağılama ve karar süreci atlatmıştım, korku dolu, uzayıp giden
bir kâbus gibiydi. Hâkim Tanrı iken, boynumu bükmekten, tüm cezaî yaptırımlara razı geleceğimi
söylemekten, ki duyulmuyordu sesim, öyle mahcuptu, başka bir şey yapamaz hâldeydim. Sızlıyordu içim.

Günahkâr, ağır ağır kaldırdı vücudunu. Yokuş aşağı bırakılmış ağır bir zincir gibiydi omurgası. Ayak ucunda
duran kazağına uzandı, giyinmek üzereydi ki, alelacele ellerine atıldım. Gözlerimi bulan bakışları,
geçirdiğimiz gecenin detaylarını resmetti bir kez daha. Utanç içerisindeydim, buna rağmen temas
etmekten büyük keyif duyduğum koyu, kendine has arazisinden alıkoymadım gözlerimi. Hafifçe
kıpırdandı, kalçalarını geriye doğru atıp, bedenini biraz daha yakınıma getirdi. Gri rengindeki, kalın
dokulu kazağına tutundum. Parmaklarını gevşetti, sessizliğimden cımbızla kıl koparır gibi seçip aldı
kelimeleri. Alev alan odunların, acımasız vuruşlarıyla kaynayan saf su misâli, fokur fokur bakan gözlerinde
bir yumuşaklık baş gösterdi. Bıraktı kazağını, serbest kalan elleri, yüzümün iki yanını buldu. Yaklaştı,
gözlerim kapanıyordu aramızdaki mesafeler her azaldığı vakit, saçlarım arasından tenimi buldu, alnımı
öptü. Geri çekiliyorken, bir kez daha bakmayı ihmâl etmedi. Söylendi ağzı içerisinde, "Küçüğüm, günah
kokmak arzusunda."

Öğle saatlerine yakın, Orenda ve sevgili ailesi, eksilmeyen neşeli hâlleriyle eve geldiler. Küçük
hanımefendi, Viole, başındaki mürdüm rengi, el örmesi bereyi çıkarıp, yağmur damlalarını ayak ucuna
silkeledi. Taehyung, merdiven başında, kuzeniyle sessiz bir sohbet içerisine girmişti. Yüzü gülecek gibiydi,
ancak kendini tutar, sıkar bir hâli vardı. Aldırmadım, saklı da olsa yetiyordu keyfi. Ufaklık, bir saray
soylusunu andıran nâzik, öte yandan kibirli adımlarıyla yanıma ulaştı. Göğsünü kabartmıştı, kanepeye
oturmadan önce, gözlerini, odanın avizesine yükseltti, minik elini uzattı önüme. İnce bileği, kemiğinden
kırıldı, zarifçe dalgalandı. Neredeyse gülecektim lâkin takındığı ciddiyetini kaybetmemesi adına, ses
etmeden arzusunu yerine getirdim ve beyaz, masumiyet kokan cildine bir buse kondurdum. "Merci,
monsieur," dedi, cılız, yavru bir civciv ciyaklamasını andıran tiz sesine, tıpkı has bir Fransız gibi yerleşen
aksanı, bu küçük kız çocuğuna imrenmeme neden olmuştu.

"Ah, bir bilseniz mösyö, ne fırtınalar çıktı kentin sokaklarında! Bahsettiğim dinletide feryat figân
kelimeleri kusuyor olan beyefendi, öyle coşkulu ve tutkuluydu ki, tevazusuna müteşekkirim, soğuktan hiç
haz etmiyorken, kaldırım taşlarında mahzun bir heyecanla koşuşturmama sebebiyet verdi. Peki ya siz,
neler yaptınız, rica ediyorum bahsedin. Yalnız kalan âşıklar, bilinmedik diyarların, haddi hesabı olmayan
güzellikteki köşklerine mahkûm edilirlermiş. Öyle diyordu bir şair. Kimdi, neydi adı?... Tabi ya! Viole,
kırlangıçların küçük efendisi Viole."

Küçük kız, oyuncu bir tavırla kıkırdıyorken, hayretler içerisinde çehresini izliyordum. Minik parmaklarını
eteğinin dantellerine dolamış, nüktedanlık içeren kelimeler onun dudaklarından dökülmemiş gibi, saf bir
bakışla seyre dalmıştı yüzümü. Ne arsız, ne hoş bir çocuktu! Bir kez daha saçlarını öpmek isteğiyle dolup
taştım, fakat öyle cümleler dizmişti ki önüme, sanki geceme, edepsizlik kokan birleşmemize, ıslak
tenlerimize şahitlik etmiş gibi, bir türlü solmayan tebessümü, aklımı bulanık sulara itivermişti.

"Umuyorum ki soğuk, narin teninizi incitmemiştir, küçük hanım. Pek zevk almışa benziyorsunuz
gecenizden, memnuniyetiniz, rengi taze ve capcanlı olan güzel yüzünüze sirayet etmiş. Kırlangıçların
küçük efendisi, âşık insanların, bir şehir kalabalığında dâhi, içsel yolculukları esnasında, kimselerin
tahayyül edemeyeceği hoşluktaki köşk ve saraylara, türlü türlü çiçeklerle bezenmiş bahçelere, ancak
yüksekten uçan kuşların görebildiği şehir manzaralarına mahkûm edileceğini bilmez mi? Keza, bir harabe
yığını da olsa konaklanılacak yer, âşıklar için muhittir, bilhassa vatan orasıdır. Viole, boynunuzdaki ne de
güzel bir kolye,"

Parmakları, gümüş zinciri kavradığında gülümsedi. Saçları alnına dökülmüştü, söz geçiremedim çocuk
hasreti çeken yanıma, uzanıp cildindeki tatlı kaşıntıya son verdim. Gözleri önce gözlerimi, ardından
yakamı buldu.

"Sizinki kadar olmasın, signore. Sevgili babacığımın doğum günü hediyesi. Bakınız, bu bir taç yaprak.
Sanıyorum ki bir karanfilin gövdesinden esinlenmiştir. Ekim ayının her beşinde, sabahleyin aile fertlerim
odama gelir, ben uyuyorken perdelerimi çekerler, yanaklarıma pamuklardan kopma buseler kondururlar,
uyanırım lâkin belli etmem. Çocuk gibi heyecanlıdırlar, bir görseniz. Mia padre, -babam-, beni dansa
kaldırır. Tam bir fiyaskodur, kabul etmese de bu böyledir. Tanık olsanız, şu içinize yuva yapmış kederinize
rağmen, katıla katıla gülersiniz. Efendim, kederiniz gözlerinizden çekilmiş gibi. Üzücüdür ki, çekildikleri
yer içiniz olmuş. Unutmadan, sizin doğum gününüz ne zaman, öğrenebilir miyim?"

Viole, bacak bacak üstüne atıyorken, hafifçe başını eğdi öne doğru. Parmakları arasında tuttuğu kolyeyi,
elbisesinin yakasından içeri soktu. Korkuyordum bu akıllı, yaşına göre oldukça zengin bir düşünce
kapasitesi olan ufaklığın gözlerinden. İçime çekildiğini zannettiği keder, her an gözlerimde birikebilirdi.
İçten içe öfke kusuyordum kendime, oğlan çocuğu hâllerim, yerli yersiz hüzünlenişlerim... Hiç de
saklanamıyordum, ne varsa gözlerimdeydi. Günahkârda öyle söylemişti zamanında, dilim varmıyor
konuşmaya, demiştim, gözlerin varıyor diye karşılık vermişti.

"Sevgili Viole, elbette öğrenebilirdiniz. Fakat ben, doğduğum tarihten bihaberim. Aralık ayında olduğunu
söylüyordu babam, gününü anımsayamıyordu bir türlü. Aslına bakacak olursanız, çaba sarf eder miydi,
kuşkularım var. Pek haz etmez tarihlerden, sayılar ve insanın hangi zaman diliminde dünya tarafından
karşılandığı önemsizdir gözlerinde. İşte böyle, demem o ki, benim hiç doğum günüm olmadı. Varım, o
kadar. Takvim yaprakları tanımaz beni,"

Neşesiyle, insanı kendi tutsaklığına yabancılaştıran küçük kız, gözlerinde saniyeler içerisinde meyus bir
karşı çıkış yarattı. Dile getirecek gibi olduysa da, aralanan ince dudaklarını, tüm kelimelerinin yüzüne
kapıları örter gibi kapadı. Gözleri beden ayrılıp da, merdiven basamaklarında oturmuş, bizi seyrediyor
olan Taehyung'u bulduğunda, onu takip ettim. Günahkâr, bakışlarımız buluşur buluşmaz ayaklandı,
kanepeye karşı attığı her adımda, bizi bir düzlükte tutan zeminin çalkantılı ehvamını hissediyordum
kemiklerimde. Arsız, iştahlı, sevgili günahkârım... Birkaç dakika ayrı kalmak yetiyordu açlığımı vahşi bir
saldırının eşiğine getirmeye. Üzerimdeki kazağın kol uçlarına sardım parmaklarımı, tahayyülümde,
tutunduklarım parmaklarıydı. Kokusu esti buram buram, neredeyse kucağına atacaktım kendimi.

"Mösyö, ah, sizi gördüm de hatırıma düştü! Bir şiir, evet, bir şiir okuyacaktım, öyle değil mi? Biliyor
musunuz, nasıl da kolay ezberime kazıdım. Sizler için... Evet, efendim. Okuduğum vakit, neden sizler için
dediğimi anlayacaksınızdır, izninizle. Sesimi ve tonlamalarımı affediniz, pek şâirane bir havam yoktur. Ne
de olsa ufak bir kız çocuğuyum,"

Viole, oturduğu kanepe üzerinde ayaklandı. Başım önce, yüzünü ve şiir okuyorken ki mimiklerini
görebilmek sevdasıyla yukarı kalktı. Lâkin bu yumurcak söze girdiği vakit, romantizmin destekleyicisi olan
genç okullular gibi yükselerek, coşarak dile getirdiği her sözcük, gözlerimi günahkâra, bana odaklı
bakışlarına çiviledi. Serseme döndüm, kan akışı kesildiğinde uyuşan bir insan uzvu gibi, aklımda
karıncalanmalar baş gösterdi.

"İstersen yoksun bırak beni ekmekten,

yoksun bırak beni havadan, ama

yoksun bırakma beni gülüşünden.

Sevgilim, bu en karanlık zamanda

yayılıyor gülüşün,

ve birden görüyorsun

kanımın püskürdüğünü

caddedeki taşlara,

gül, çünkü

ellerim için gülüşün

serin bir kılıç olacak.

Gecede gülüşün,

gündüzde, ayda,

gülüşün

adanın dolambaçlı sokaklarında,

gülüşün seni seven

bu hantal erkekte;

fakat açtığımda

ve kapattığımda gözlerimi,
uzaklara gittiğimde,

geri döndüğümde,

esirge benden ekmeği, havayı,

ışığı, ilkbaharı,

fakat gülüşünü asla,

yoksa ölürüm ben,"

Bir yük gemisinin, kıyıya zincirlenmiş halatıydık. Gözlerimiz iç içe geçti, dağıldı renkler, bir şiirin tınısında,
kimsesizlere yuva olacak yepyeni bir toprak parçasının âşık kâşifleri olduk. Günahkâr, tebessümüme karşı
olan, şehvetin yeni doğurduğu küçük bir çocuğuymuş gibi saflıkla harmanlanmış tutkusunu, bakışlarında
yaşatıyordu. Küçük Viole, geriye yaslandığı kanepenin sırtından kayarak, kalçaları üzerine oturdu. Tüm
renkler saçıldı, fırçanın ucuna vurmuştu bir sanatkâr, dağıldı beyaz tuvalin üzerine anlamsızlık, yine sanat
dediler, yine sanat.

"Beyler, bu şiir, asıl adı Ricardo Neftali Reyes Basoalto olan Şili asıllı şaire, bilindik ismiyle dile getirecek
olursam, Pablo Neruda'ya aittir. Yalnızca birkaç paragrafıdır okuduğum. Aslı İspanyolcadır şiirin ve ismi
de, Tu Risa'dır. Mösyö, ne demektir bu, biliyor musunuz? Gülüşün. Tek kelime egemenliğinde, bir çatı
altına aile kuran asil babalar gibi, insan ruhuna işlek bir cadde kalabalığı gibi dolan cümleler dizmiş. La
triste, Jeongguk, umarım âşığınıza bakıyorken, gözlerinizde topladığınız dikkatiniz, kulaklarınıza engel
olmamıştır. Zirâ her kelimesiyle, bana bir tek sizin tebessümünüzü hatırlattı."

Viole, hanımefendi kimliğine zarar dokundurmadan, zarif adımlarla merdivenlere yöneldi. Üzerimde bir
çift gözün, kemiklerimi ağrıtan odağı vardı. Dur demeye dâhi yeltenemediğim başına buyruk bir çekimin
peşine takıldım, günahkârla göz göze gelmek, yeryüzündeki tüm su birikintilerini ağzımdan içeri
dolduruyor, nefeslerime engel oluyordu. Ah, hele bir de dün gecenin keskin anıları, aksamaz canlılığı ve
silinmez sesleri yok mu? Vicdanım ve erkekliğimin tatminini yaşadığı, elyaf yastıklar, kaz tüyünden
yorganlar üzerinde uyuklayan şehvetim arasında savrulup duruyordum. Bu sorgulayış ve hesaplaşma,
nihayetinde bana, yine arsız arzularımın teklifinde bulunuyordu. Öyle ya, Taehyung tekrarını isteyecek,
doyamadığını söyleyecek olsa, karşı çıkmak haddini de, gücünü de bulamazdım kendimde. Vicdanım
çığlık çığlığa bağıracak, kulağımı sağır edecek kıvamıyla, öfkesini işitme duyuma kusacak da olsa, benim
yollarımın tümü, içimin sızısına, ilk serpilişime, biricik günahıma çıkacaktı.

"Jeongguk, odamızdan kabanını al ve yanıma gel. Birazdan fayton kapı önüne gelecek, şehre gideceğiz.
Ufak bir işimiz var," Taehyung, siyah, solmuş altın rengi düğmeleri olan redingotunu, ucuna astığı duvar
tutamağından alıp üzerine geçirdi. Yabancısı olduğum bir şehrin sokaklarına atacağımız adımlar,
günlerdir bir çatı altında, temiz havaya olan sevdâsına rağmen duvarlar arasında kalan genç bir adam
için, saf bir heyecan tetikleyici olmuştu. Bahsettiği işi, bu aniden gelişen yolculuğun sebebini öğrenmek
arzusuyla soru soracak da olsam, gittiğimiz vakit, deneyimleyerek öğrenmemin daha bir zevkli olacağında
karar kıldım. Girmedim lafa, dediklerini harfiyen yerine getirdim. On beş dakikaya, iki siyah atın
sürüklediği, arka kapısı hasarlı olan bir fayton gelmişti çitlerin önüne. Taehyung, elinde tuttuğu
şemsiyeyle beni yağan yağmurdan koruyarak, hızlı adımlarla arabaya bindirdi. Kendisi de içeri girmeden
evvel, çiftlik evinin üst katındaki pencerede el sallayan Viole'ye döndü. Karşılık verdi ufaklığa, ardından
daha fazla ıslanmamak adına telaşla yanıma oturdu. Atlar, homurdanarak ayaklarını çamura vurdu,
yavaştan harekete geçmiştik, yağmur damlaları, camlara tutunuyordu. Gök ananın rahminden düşen,
ufak tohumlar gibiydiler.

Yolculuğumuz, yaklaşık olarak yarım saat sürdü. Günahkâr, sevgiye muhtaç, boynu bükük bir sokak
çocuğu gibi duran elimi kavrayıp, redingotunun cebine koydu. Parmaklarımız iç içeydi, içim geçti. Onun
sıcaklığına nazaran, benim ince derili, hassas cildim buz kesmişti. Isıttı, yol boyu aklımı alan okşamaları,
yumuşak tenimi ezen baskıları, bunlar yetmiyormuş gibi, omzunun üzerinden dönüp dönüp, utandıracak
bir arsızlıkla bedenime diktiği bakışları... Duâlar ettim Tanrıma, evet, yüzüm kızarmadan yaptım bunu!
İrademin sözcüsü, laf geçireni ol, diye yakardım, beni duymazlıktan geliyor.

Araba durduğunda, Taehyung, iç cebine koyduğu cüzdanını çıkarıp gereken miktarda ödemeyi yapmıştı.
Yola düşmeden hemen önce, atlardan bir tanesine yanaştı, heybetli gövdesine sıcak, kışın alnını terleten
bir buse kondurdu. Sürücü, başıyla selam verip önüne döndüğünde, yanıma ilerledi. Elleri, ellerimi
bulacak gibi olduğunda, vaziyetin ve bulunduğumuz konumun farkına varıp toparlandı. Bu engel teşkil
edişler, aniden dokunuşa mâni olan yerli yersiz unsurlar canını sıkıyordu. Yüzü düştü bir an, kıyamaz
oldum, yan yana yürüyorken, serçe parmağımı belli belirsiz onun parmaklarına sürttüm. Bana bakmadı.
Gözleri, cadde boyu koşuşturan, yağmurdan kaçan insanlarda, sokak kaldırımları arasından, mevsimlere
savaş açar gibi boy gösteren ufak fidanlarda geziniyorken, ruhaniyetini gözlerime şenlik niyetine süren
bir tebessüm etti. Bulaşıcıydı, önüme döndüm. Kim bilir, nereye gidiyorduk.

Birkaç sokağın köşesi dönüldü, dönemeçler atlatıldı, kalabalıklaşan şehrin işlek caddelerinde, gürûhu
yara yara ilerledik. Parmakları, ara sıra kolumu buluyor, beni, aklında çizilmiş olan krokiye göre
yönlendiriyordu. Yağmur azaldığı vakit, şemsiyesini indirdi. Bir kapı önünde duraksadı, başını kaldırıp,
duvara asılmış renkli yazıları olan tabelaya baktı. "Geldik," diye fısıldadı, belimden destek vererek içeri
yönlendirdi beni. Ardımdan geliyordu, iki kat çıktık, tahtadan, aralık bir kapıya vardığımızda, Taehyung
içeri girmeden önce, tokmağı oynattı. Saniyeler sonra, genç bir kadın göründü eşikte. Örgülü siyah saç
tutamı omzundan sarkıyordu, ucunda beyaz bir kurdele takılıydı. Kaşları havalandı, kapıya tutunarak,
topuklu ayakkabılarını istekle zeminde şakırdatarak geriye çekildi.

"Buyurun, baylar. Sebebi ziyaretinizi öğrenebilir miyim?" Taehyung, bir adım öne çıkarak, tuttuğu
şemsiyesinin ucunu, iki ayağı arasından zemine sabitledi. Kadının iri gözleri, birkaç saniyeliğine beni
buldu, tekrar günahkâra yöneldiğinde, cevabını almak adına başını eğdi. "Alfred Locenzo ile bir
randevumuz vardı, kendisi haberdârdı geleceğimizden," Genç kadın, belirgin bir hayretle dudaklarını
araladı. Kapıyı biraz daha aralıyorken, neşelenen sesiyle içeriye buyur etti. "Lütfen geçiniz, babam, beş,
bilemediniz on dakikaya burada olacaktır. Şöyle oturabilirsiniz, bir içecek arzu eder miydiniz?"

Cevapsız kaldım, yarım yamalak duyduğuma göre, günahkârda kibar bir dille reddetmişti. Gözlerim,
duvarlara asılı olan tablolar arasında, tatlı bir koşuşturma içerisine girmişti. Oturduğumuz İtalyan yapımı
koltukların hemen sağında, kış soğuna aralanan bir pencere vardı. Önüne türlü türlü çiçekler dizilmişti,
rengârenk saksılarında. Ahşap bir konsol vardı, duvara dayalı, üstünde askılık ve askılığa asılmış birkaç
ceket, şapka. Konsol üzerinde, son dönem plaklarından duruyordu. Yeni olduğu, parlak yüzeyi ve
gösterişli benci tavrıyla hemencecik anlaşılırdı. İnsan duyularını sersemletecek koyulukta bir kokusu vardı
sanki, öyle bir belli ediyordu varlığını.

"Sakıncası yoksa bayım, randevunuzun kim için olduğunu öğrenebilir miyim?" Taehyung, redingotunun
düğmelerini çözüyorken, göz ucuyla bana baktı. Elleri, ağır kumaşın arasından dizlerini buldu. "Jeon
Jeongguk için," dedi, "Yanımdaki küçük bey adına," Kadının gözlerinin içi güldü, bana baktı. Gözlerimden
ayak ucuma değin süzdü bütünümü, bir kez daha gülümsedi. Üzerindeki elbisenin, sol göğsüne denk
gelen yakasından bir sigara dalı çıkardı. Duvar rafına uzandı, kutusundan çıkardığı, yanmaya hazır olan
kibriti ateşe verdi, ardından sigarayı.

"Bay Jeon, hiç nü sanatçılığını işitmiş miydiniz?" Hayır, diyordum içimden. Dilime söz aktaracak cesareti
bulamadım kendimde, günahkâra baktım, bir yardımı dokunur hevesiyle gözlerine değindim. Lâkin alışık
olmadığım bir sertlik, güzel çehresini ele geçirmişti. Öylece kadına bakıyordu, yüz kasları gerilmişti.
Gayriihtiyari çatıldı kaşlarım, önüme döndüm. Kadın, hâlâ beni inceliyorken, ellerimi ovuşturarak
cevapladım. O esnada, sigarasından uzunca bir nefes çekti ciğerlerine.

"Hayır, hanımefendi. Bir bilgim yok, mâzur görünüz," Kadın, tok sesiyle kısa süren bir kahkaha attı. Ancak
aşağılamadan uzak, daha çok, bunun bir mazeret olarak görülebilecek olmasına duyduğum endişeyeydi
gülüşü. Bedenini duvara yasladı, hemen başı üzerinde, erkek betisi olan, koyu yeşil çerçeveli bir tuval
duruyordu. Günahkâra döndüm, ayaklarını belli bir ritme göre dans ettiriyordu krem rengi parkelerde.
Anlam veremiyorken bu apansız öfke yeşerten çehresine, genç kadın tekrar lafa girdi ve odağımı üzerine
çekti.

"Nü, bay Jeon, çıplak anlamına gelir. Fransızca kökenli bir kelimedir, insan bedeninin, çırılçıplak
resmedildiği eserlere verilen addır. Bu soru, sizin gibi genç, bedensel heybetine karşın masumiyeti had
safhada olan bir beyefendiye yöneltilmese, inanın pişmanlık içerisinde, geceleyin uykularımdan olurdum.
Sanıyorum ki, kendime mesken edindiğim sanatım, vücudunuza konmak arzusuna düştü. Ancak yanlış
anlamayın, bu, tamamıyla benim hayal ürünümdür ve aklımın boyutu olmayan düş hevesinden
kaynaklıdır. Bir gün, aklınıza yatacak olursa, lütfen kapımı çalın. Şüphem yok, atölyemizin duvarlarında,
benden çıkacak olmasına rağmen, başına buyruk ve sanatçısından soyutlanmış bir eser olacak,
misafirlerimizin tükenmek bilmeyen nü tablosu hayranlıklarına, katmerli bir boyut kazandıracaksınız,"

O sıralarda, kapı tarafından gelen evhamlı adımlar, tadı git gide kaçıyor olan sohbetimize son vermişti.
Günahkârın gözleri usul usul gözlerimi buldu. Artık, içsel yaratılan uçsuz bucaksız öfkesinin sebebini,
mânâsını henüz kavrayabildiğim kelime sonrasında anlayabilmiştim. Oysa yüzü sakin, durgundu şimdi.
Öyle de kalsın temennisindeydim. Kadın, içeri gelen adamın elinde tuttuğu sürgülü, bezden arabaya
uzandı. Dairenin arka odalarına ilerliyorken, babası olduğuna kanâat getirdiğim adam, yavaş adımlarla
yakınımıza geldi. Taehyung ayaklanınca, peşinden ben de doğruldum. İhtiyara elini uzattı, adını, adımı
takdim etti. Ziyaretimizin asli sebebinden yalnızca ben bihaberdim, bulunduğumuz bekleme salonundan
çıkıp, kapısının, yaşlı adamın cebinden çıkan anahtarla açılabildiği odaya girdik arka arkaya.

"Lütfen, karşıma geçiniz. Tabureye oturmanızı rica edeceğim. Bay Kim, bir yere mi gidiyordunuz?" Hâlâ
olan biten büyük bir karmaşayken, ihtiyarın karşı karşıya olduğu şövaleyi, şövaleye yerleştirilmiş beyaz
tuvali görmek, şehre gelişimizdeki amacı fısıldıyordu âdeta. Bir de, ben miydim boyaları, bir ihtiyarın
fırçasında koşuşturacak olan? Utançla günahkâra baktım, o ise, ihtiyar adamın yüzünden çekememişti
gözlerini.

"Kapıyı kapatın ve içeri gelin," Günahkâr, derin bir nefes alarak kapıyı kapattı. Yanıma doğru ilerliyorken,
adamın elinde tuttuğu palete düşmüş bakışları, zihninde fitili ateşlenen bir merakın en gerçekçi
yansımasını sunuyordu bana. "Bir yanlış anlaşılma var, zannediyorum ki. Yalnızca arkadaşım için bir
randevuydu sizden rica ettiğim, tuvaliniz, onun için." İhtiyar, her yanı kurumuş boyalarla kaplı olan cam
bardağı, içinden fırçaları seçtikten sonra, arkasındaki dolabın raflarına bıraktı. Yüzünde, geçmiş çağlardan
bir bilgenin, herkes için muamma olan bir bilinmeze, aklıyla ışık tutuşundaki gurur yatıyordu. Tebessüm
ederek, günahkârımın gözlerine baktı.

"Orenda Pertugol, siyasî başkaldırışım sebebiyle, ülke içerisinde neredeyse taşlanacağım vakitler, bana
destek çıkmış, beni halkın ve yönetimdeki şiddet yanlısı aşağılık adamların öfkesinden esirgemiş tek
kişidir. Kuzeniniz, öyle değil mi? Kendisi, her yaştan insana ahbaplık edecek kadar âlicenap bir adamdır.
Ricasını duyduğum vakit, şaşkınlıktan ziyâde, oldukça heyecanlandım doğrusu. Daima bir kadın ve bir
adamın aşkını, yahut, yalnızca tek cinsiyeti ve tek varlığı tuvalime döküyorken, iki adamın bakışlarında
konaklayan, ruhuna çöreklenen imkânsız görülebilir, ancak sonucu kavuşmakla bitmiş sevdâlarına
tanıklık edecek olmak, ne yalan söyleyeyim, bir onur hâline geldi benim için. Görüyorum ki şaşkınsınız,
lütfen, küçük beyin arkasına geçin. Omzuna yerleştirin elinizi, evet, uzağınızda kalan omzuna. Sıkıca sarın
etini, size kalan tek parçası orasıymış gibi tutunun. Tuvalim, sizin için."

Taehyung'un, belki de uzun zamandır rastlamadığım, hatta imkânı vardı, ilk defa böylesine içten tanık
olduğum masumane, saffet ve içli tebessümü, başımı kaldırdığımda beni bekliyordu. Şaşkındı bir yandan,
bir yandan telaş içerisindeydi. Ne yapacağımı bilemez durumdaydım, karşımda duran ihtiyar sanatkâr,
sol elimin tersini, günahkârın karnına, belli belirsiz dokundurmamı istedi. Arzusunu yerine getirdim,
kıpırtısız durmak, bedensel kesintiye uğrattığım hareketliliği, zihnime yüklemişti. Olmadık düşünceler,
amansız ah çekişler, kuytu köşeden süzülen, ifrit bir kalabalığın, bacaklarıma çöreklenen sızıdaki asıl
sebebi bağırışları, dün gecenin hatırı, duş sonrası yatağa döndüğüm vakit, günahkârın çıplak vücuduyla
önümden geçip gidişi, uykuya çekilir sandığım şehvetimin, belki de dakikalar içerisinde, daha da
uslanmaz bir hırsla gözlerim karşısına dikilişi... Tüm çalkantılarım, ressamın ellerinde, göremediğim
tuvalinde, boya bulaşmış eklem yerlerinde, puslu bir kalıntı birikintisine sebebiyet verdi. Saatler sürdü
bekleyişimiz, hava kararmış, rüzgâr bir kez daha dansa kaldırmıştı şehri. Yaşlı adam taburesini, ayak
topuğuyla geri itti. Ellerini, şövalenin parçalarından birine astığı kirli bezle temizlerken, karşısında duran
iki erkek bedeni arasında mekik dokudu.

"Perşembe günü, öğleden sonra saat beş, beş buçuk civarında tamamlamış olacağım muhakkak. Bir
dahaki ziyaretinize dek, şimdilik vedalaşabiliriz. Beyler, bu eşsiz deneyim için sizlere müteşekkir
olduğumu belirtmek isterim. Atmış üç yıllık ömrüm, beni böylesi bir tutku, masumiyet ve baş döndüren
sevgiyle, Tanrı'ya yeminim olsun, karşılaştırmadı. Vakit daha da geç olmadan, çiftliğin yolunu tutunuz.
Geceleyin, düne göre daha da şiddetli bir fırtına bekliyor yerliler. Kapılmanızı, zarar görmenizi istemem,"

Yaşlı adamla selamlaşmamız, bu boya kokan, odaları çeşitli sanatlara yuva olmuş daireden çıkmamız,
birkaç dakika çalmıştı bizden. Günahkârın yüzü gülüyordu, dokunmak, tenimi sevmek arzusunda olduğu,
tüm caddeleri, neredeyse gözle görebileceğim kadar belirgin bir ateşe veren bakışlarından belliydi. Ne
hoş bir sürprizdi yaptığı, öte yandan, sevgili Orenda'yı düşünüyordum. İnce fikirli, neşesi vurgularında
saklı, merhameti en derinlerinde yaşatan, kibar Orenda'yı. Taehyung, dudakları arasına bir sigara dalı
yerleştiriyorken, elinin tekiyle sarmaladığı kibriti, tutup kendime çektim. Ateşi yaktım, alevin cızırtısı
kulaklarıma ilişti, içimdekini harladı, göğsüm kabardı. Ah, ne olurdu öpebilseydim dudaklarından!
Turuncu ışığın gölgesinde dinlenen koyu bakışları, çoktan yaşanıp mâziye gömülmüş bir gece manzarasını
diriltiyordu. Tebessüm, ne çoktu bugün. Yanımızdan geçip gidiyor olan iki adam arasındaki muhabbet,
yüksek sesleri sebebiyle, tüm ayrıntılarıyla işitildiğinde, gülmenin ve aitliğin, en korkunç ızdırabıyla karşı
karşıya kalmıştım. Günahkârın korkuyla iç içe geçen yüzü, beni buldu. Korkusu, korkumdan kaynaklıydı.
Saçlarında, ağırbaşlı bir askerin türküsü dolanıyordu. Güzel bir adamdı, sigaralar parmaklarını değil,
parmakları sigaraları titretirdi.

Elimi kavradı can havliyle, bir sokak arasına çekti beni. Vücudumu, ıssız duvarlardan birine yasladı. Nefes
nefeseydi, saçlarımı öpüyor, göz yaşlarımı, bir sineği kovalar gibi dudaklarıyla itekliyor, tenimi öpüyordu.
Yüzümü kavradı günahkâr, sokak lambasının, günaha tanıklık eden cılız ışığı sönüverdi. Karanlığa
gömüldük, titriyordu vücudum. Ellerim, onu şimdi, burada kaybedecekmişim gibi kollarına tutundu. Baş
parmağı, dudaklarım üzerinde sert hamlelerle ilerliyorken, gözleri gözlerime uzandı, tüm kaygılarımı
kucakladı kirpikleri, kaşları bir evin çatısı oldu, korunduğumu hissettim.

"Jeongguk, küçük çocuğum..." Sesi titriyordu. Boynuna tutundum zayıf düşmüş parmaklarımla. İçli içli
ağlıyor, bakışlarının hedefinde, çelimsiz bir yetim olup, tüm beklentilerimi ve arzularımı eziyordum
ayaklarım altında. "İşittiniz mi? Sürgün diyorlardı, ahlaksızlığa göz yumulmayacak, sürgün vakti geliyor,
hükümet yeni bir yargı sürecinde diyorlardı... Duydunuz mu, seina la ton? Yok, hayır deyin. Uykusuz
kalışların ve içinde kurduğun mahkeme salonu, olmayacak sesleri, bir hayaletin tınısıyla kulaklarına
iliştirmiş deyin. Tanrım, Tanrım... Korursun sanmıştım," Günahkâr, bilincimin, kum tanelerinin rüzgâra
direnemeyip uçuşu gibi, aklımdan kayıp gittiğini düşünüyordu. Ellerimi sıkı sıkı kavrayıp, göğsüne yasladı.
Gözleri buğuluydu, yorgundu, hastalıklıydı. Araladı, bir ömür fedâ edebileceğim, irade sahibi, arsız ve
tenimin tek hükmedeni dudaklarını.

"Viole'nin, yapmacık bir hazla söylendiği şiiri hatırlıyor musun? Jeongguk, günahkârına kulak ver. İstersen
yoksun bırak beni ekmekten, yoksun bırak beni havadan, ama yoksun bırakma beni gülüşünden. İşte, tek
işittiğim budur. Gerisine kör, sağır, dilsizdir kulaklarım," Beline tutundum, neredeyse yığılacaktım
dizlerim üzerine. Hıçkırdım, hıçkırdım... İblislerim uyandı. Sesim kesildi sanıyordum ki, kırgınlık kokan
cümlem dudaklarımdan firar ettiği gibi, günahkârın gururdan dökülmeyen, gözlerinde asılı kalan yaşlar,
kolumun üzerine düşüverdi.

"Biliyor musunuz? Günlerdir ağlamıyordum," Uzandı, kirpiklerime değdi dudakları. Sokağın ıssız feryadı,
iki günaha düşmüş adamın, hiçbir zarar taşımayan meyus, güç yetiremediğim bir kılıcın kını kadar tehlike
taşıdığı yanılgısına düştükleri hislerimizi bağırıyordu. Kulağıma yakınlaştı, bir annenin, gözleri önünde
katline şahit olduğu genç yaştaki evladına duyduğu hasret ve acıma yoğunluğunda bir hüzünle fısıldadı.
"Yoksun bırakma, Jeongguk. Kederin, ölümümü doğuruyor."
27.bölüm
"Onunla birlikte öldüysek,

Onunla birlikte yaşayacağız.

Dayanırsak, Onunla birlikte egemenlik süreceğiz,

O'nu inkâr edersek, O da bizi inkâr edecek.

Biz sadık kalmasak da, O sadık kalacak,

Çünkü kendi özüne aykırı davranamaz."

2.Timoteos, 2:11-13

27.BÖLÜM

-İTİRAF-

Gecenin koyu bir örtüsüydü üzerimi saran, günahkârın ellerinden sonra. Ensemde geziniyordu dudakları,
uykuyu kabullenmiyordu gözlerim. Zihnimde, birkaç gün önce devirdiğim, yerle bir ettiğim ve tozlarından
kürsülerini seçemediğim mahkeme salonu, daha da bir hiddeti ve heybetiyle baştan yaratılmıştı. Sesler
durmuyordu, biçare hâlde, kulağıma fısıldadıkları her gerçeğin ve katlanılması olağanüstü bir zorlukta
olan ihtimallerin küçük tahayyülleri, aklımın kudretiyle bir olup, gözlerim önünde bir film gibi oynuyordu.
Ah, neler geçiriyordum aklımdan! Her hayalin sonunda ürperiyor, korkuyla aralıyordum gözlerimi.
Biliyordum, uyumuyordu Taehyung. Kolları arasındaki güçsüz düşmüş bedenin korkusu, tüm düşmelerin
en sarsılmaz tutacağı gibi, devrilmez ve gücü pek boynuna, kalın bir halat geçirmişti. Ağır, pürüzlüydü
nefesleri. An geliyor, uyuduğunu kanıtlamak arzusundayken, bilinçsizce kıpırdayarak, parmak uçlarıyla
saçlarıma dokunarak yahut az önce yaptığı gibi, ensemde dudaklarını, sessiz kaldığı her cümlenin
fısıltısını bırakır gibi oynatarak, gayriihtiyari belli ediyordu uyanık olduğunu. Çabalıyor, kalabalığımı bir
süreliğine de olsa yatıştırmak için olmadık güçler kullanıyordum fikrime, aklıma dair. Sırf, günahkâr
huzursuzluğumdan etkilenip de, uykusundan geri kalmasın, bitap düşmesin diyeydi çabam. Asıl beni yiyip
bitiren de buydu, ona engel olmak. Denemelerim boşunaydı, sızlana sızlana, göğsümde, elleri yargı
kokan, insana saygısı kalmayışına rağmen adalet dağıtmakla görevlendirilmiş aşağılık yüzlerin öfkesi,
ciddiyeti ve pervasız tutumları varken, nâmümkündü, uyuyamıyordum.

Sulusepken vardı havada gündüz. Kendimi, hımbıl, masa başında uyuklayan, kalemine küskün ve uykuya
aç bir yazar gibi hissediyordum. Asıktı yüzüm, Taehyung'a bakmaktan, gözleriyle münasebete
girişmekten itinayla kaçınıyor, kendi bulanmış su birikintimde sakladığım her menfî düşünceyi, işlev
görmez parmaklarımla dağıtmaya çalışıyordum. Nâfile bir çaba, sonuçsuz kalan bir bocalamaydı. Küçük
Viole'nin, gözlerimden akıp da içime yerleştiği kanısına vardığı başına buyruk kederimi, tüm girinti ve
çıkıntılarımda, ruhaniyetimden de arınmış hâlde, her bir uzvumda ve içsel dönemeçlerimde
hissediyordum. Vücût bahşedilmiş bir hüzündüm, yere serpilen, bir mevsimlik de olsa ömründen olan
sonbahar yaprakları misâli sürünüyordum evin zemininde. Sessiz sedasız bir kahvaltı edilmişti o sabah,
kimselerin konuşası yoktu hâliyle. Hatta ve hatta, kırlangıçların efendisi bile, çocukluğundan güç alıp da
şakımıyordu bir yaz akşamı serinliğindeki gibi. Öyle ya, kış gelmişti. Kırlangıçlar, kışın göçe mahkûm
kalırlardı. Sahi, ne yapacaktı bizimkisi? İç geçirdim. Gülsün, konuşsun arzusundaydım.

Pencere kenarına sindim öğle vakitlerinde, bir elim çeneme dayalı, dirseklerim kanepenin tepesinde ufak
bir girinti oluşturmuş, ayaklarım kalçalarım altında... Kışın ürperten soğuna karşılık, kendi bedenime olan
sığınışım tenimi sıcak tutuyordu. Günahkâr, odamızda bir o yana, bir bu yana gidiyor, sonu gelmez bir
döngüyle çark misâli çalıştırdığı eklemlerinin, karşılığında bir yanıt bulamadığı sorularına getirisi olur
sanıyordu. Tavandan gelen gıcırtılı ve kuvvetli sesler gösteriyordu ki, pek de alışılageldik sakinliğinde,
kuşkularından sahte de olsa arınmış, uysal adımlarında değildi. Zihnini ele geçirmiş her vehmini, hiçbir
vurgusunu ve ince detaylarını atlamadan yaşatıyordum içimde. Bir annenin, daracık rahmini genişleterek,
aylar sonunda, içinde besleyerek büyüttüğü yavrusunu, tüm kemiklerinin tek tek kırıldığını sanarak
kendinden koparması ve o ânın, yaşayandan hariç kimselere sirayet edemeyen, öldürür raddedeki acısı,
kelimeler kullanılarak yahut hisler bütünleştirilerek, ruhanî bir bağ ile anlaşılabilir miydi? İmkânsızdı.
Ancak, ben bu günah kokan adamın, ki öyle güzel bir kokuydu, alamazdım kendimi, tüm sorgulayışları,
tüm marazi korkularını, kendi içimde canlanıyormuş kadar berrak ve özden hissediyordum. Merdivenleri,
ahşap ve çürümeye yüz tutmuş zemini döve döve tırmanmak, odamızın kapısını, saldırgan bir hayvanı
durdurmak için kullanılan el gücüyle aralamak, ilk olarak gözlerimle kucakladığım bedenini, sonrasında
kollarım arasında sıkı sıkıya kavramak istiyordum şimdi. Avuçları, kimselerin işitmediği nağmeleri akıtan
buselere lâyıktı bu adamın. Temiz teni, aşağılamanın değil; en yüce sözcükler ve hitapların esas
yuvasıydı.

Doğanın buyunduruğu altına girmiş ağaçların, kırların, bulutların solmuş görüntüsünde, beklenmedik bir
hareketlilik baş gösterdi. Bu sefer, bir gün önceki gibi, beklenti sebebiyle ayırt edemediğim sûretin, kime
ait olduğunu bilerek seyrettim koşar hâlindeki akıl yoksunu adamı. Yağan karı umursamıyor, yüzünde
büyük bir gülümsemeyle çiftlik evine doğru koşuyordu. Bir ara düşüverdi, elindeki şapkasını kavradı
kendinden de önce, varlığından daha fazla değer biçiyordu sahip olduklarına. Sahip olduklarıysa, birkaç
sanatkâr, yazar, ressam ve şair, üzerindeki yıpranmış, yamalı kabanı, çamura bulanmış kadife pantolonu,
koyu yeşil, yakaları kir tutmuş gömleği, şapkası, kimliksizliğiydi. Hırpani görüntüsünün arkasında,
hatırlamamak adına kendini, kendi aklında, bir delinin parmaklıklarla çevrili, buhran kokan odasına
hapsetmiş, kimselere muhtaç olmadan, kollarından beyaz bir giysi geçirmişti. Ne yaşamıştı, neden bu
hâldeydi? Yakınlaşan yüzündeki yersiz memnuniyeti seyrediyordum, asıl kaçış noktası, işte bu adamın
gözlerindeydi. Delirmek, insanın çabasız kurtuluşuydu. Öyle ki, ihtiyaç duyduğun noktada, acımak bilmez
ademoğlu sırtını çeviriyorken, delirmen için, özene bözene yardım ediyorlar, bunu da bilinçsizce
gerçekleştiriyorlardı. Asıl uğraş, bizzat onların ellerinde, akıllarında, sözlerindeydi.

Eksik bir resimdi bu seyre daldığım, ta ki küçük hanımefendi, biricik kızım, Viole, kapıdan çıkıp da adamın
kolları arasına girene dek. Mahcubiyet sarmalıyordu aklımı, geceden beridir kuruntuların eşlik ettiği
yolculuğum, bir süreliğine kesintiye uğradı. Ayaklandım, soğuğun, bir rüzgârı savurup, yüzümde
peydahladığı etkili tokadına dek, üzerimdeki ince kıyafetlerin farkında değildim. Lâkin farkında olmak da,
hiçbir değişikliğe sebebiyet vermedi. Uyuşuk birkaç adımla yakınlarına iliştim. Adam, paltosunun cebine
uzandı, bir tüy çıkardı. Kahkahaları pürüzlü, kalın fakat anlaşılamaz bir raddede, masumiyet kokuyordu.
Etrafında döndü birkaç defa, eğilip, tüyü, Viole'nin ellerine bıraktı.

"Bakın, sizler içindir bu parmaklarınız arasında yalpalayan tüy. Bir kırlangıç düşürdü uçuyorken, koşup
onu da yakalamak istedim, efendin seni bekliyor, seni arzuluyor dedim ancak... Ancak, sevgili Viole, beni
dinlemedi. Viole, neden dinlemiyorlar beni? Akılsızım diyedir, muhakkak. Oysaki ben, çok profesyonel bir
prafa oyuncusuyumdur. Masa başında utandırır, yenilgiyle kızaran suratlarını kapatmak için, külhanbeyi
kesilip zorbalık taslayan bütün adamları, elaleme rezil ederim. Göç vaktidir, göç vakti. Kim uçuracak sizi
sıcak topraklara, efendim? Ah, bakın, kimler var burada! Mösyö, mösyö, kızgın mısınız bana?
Yapışacaksanız yakama topuklayayım, dün çok feci düştüm, efendim. Hâlâ dizim sızlıyor,"

Bir adım atacak oldum, omuzları titredi. Kaldım olduğum yerde, Viole, endişeyle yüzüme bakıyordu.
Dudaklarımı kıpırdatmak, çakıl taşları dolu bir raylı yolda, pürüze tâkâti olmayan bir treni yürütmek
gibiydi, tebessümüm yarıda kaldı. Fakat küçük kız, zorlanışımın arkasında, bir nebze de olsa çabamı
inceden sezmiş, parıldayan gözlerini, beni anladığını fısıldamak istercesine yummuştu. Adamın ellerine
sarıldı, kuş tüyünü öpüyor, yanaklarına sürtüyordu.

"Bayım, affediniz. Dünkü ani ve beklenmedik çıkışım, korkulu bir bekleyiş ve ıstırap içerisinde olmamdan
kaynaklıdır. Sizinle bir ilgi ve alâkası yoktur. İnanın, çok aşağılık, merhameti hak etmez görüyorum
kendimi. Yakalarınıza yapışan saygıdan yoksun ellerime, ne hakaretler yağdırdım bir bilseniz. Büyüklük
edip, toyluğuma veriniz, rica ediyorum." Adam, bir kriz esnasında hareket ettirilemeyen, son bakılan
noktada takılı kalan gözler misâli, öylece beni seyrediyordu. Dakikalara vuran bu amansız uzayış,
kıyafetimi delik deşik edip de tenime işleyen soğukla beraber, şahitliği insanın aklını düşünmekten aciz
bırakan bir ürpertiyi yerleştirdi kemiklerime, kasıma. Yakınıma geldi, iri, koyu ve uykudan mahrum kalmış
gözleriyle, sûretimi yudum yudum içti.

"Sizin adınız nedir? Ah, ah, ne olur, ne olur Coliman deyin! Coliman deyin! Efendim, siz, benim sabah
yıldızım Coliman iseniz şâyet, aklım ellerinizdedir, kaçırıp götüren sizsinizdir. Durun, bir soru sormak icâp
eder. Lütfen hakikatli olunuz, ne muhayyil bir adamım, Tanrı beni bağışlasın. Bilirim, bağışlamayacaktır
lâkin, ümit insanın omurgasıdır. Öpüldünüz mü bir adam tarafından? Kendi cinsinizden olan, hiç öpmüş
müdür sizi? Coliman... Coliman, izin verin, ben öpeyim. Ben öpeyim sizi. Alnınız da, elleriniz de,
ayaklarınız da kâfidir ancak, dudaklarınıza da hayır demem,"

Korkum, öpmek istediği her uzvuma prangalar geçirmişti. Hareket edemez hâlde, öylece adama
bakıyordum. Neler söylüyordu böyle? Viole yetişecek sanıyordum imdâdıma, saçlarım arasına, bu
Tanrı'nın aksamaz emri olan kış soğuğundan da ürpertici, küçük bir buse konduruldu. Günahkâr,
omuzlarım üzerine bırakmıştı kabanımı. Soğukkanlılığı, umursamaz tavırları ve hudutsuz cesurluğuyla,
öylece adama bakıyordu. Bir gecenin yansıması, köprünün iki ucuna hapsolmuş kara parçalarının,
birbirlerine dönen göğüsleri vasıtasıyla yaratılıyordu. O iki göğüs, bu iki adamın gözleriydi. Dar yolun
girişinde işitilen tıkırtılar, akıl yoksunu beyefendiyi irkiltti. İki ayağı üzerinde, birinden ötekine atlayarak
arkasını döndü, gelen faytonu görmesiyle beraber, âni bir titreyişe kurban giden elleri göğsünü buldu.
Şapkasını geçirdi başına, bir soyluyu selamlar gibi, günahkârın önünde eğildi.

"Mösyö, siz bir marki değilseniz, ben de bir deli değilimdir. Şimdi gitmek mecburiyetindeyim, belli ki beni
yakalamadan peşimi bırakmayacaklar. Siz, Coliman'a iyi bakın. Coliman, soğuğa dayanıksız, çelimsiz, cılız
bir genç adamdır. Dilinden düşmez aryalar, geceleyin yıldızları göremediği vakitler, bir kâbusa sıkışıp
kalmış gibi debelenir durur. Onu göğsünden öpüverin, bakın nasıl da uysal bir beygir gibi, ayakta
uyuklayacak hâle düşüyor! Ah, geldi melun şeytanın atları! Lütfen korunun kıştan, koşar adımdan; koşar
adım, felâketin habercisidir. İnsan için ne zordur, arkasına bakmanın yaratacağı cehennemden
haberdârken, omuzları üzerinde titreyen başını kırbaçlayışına rağmen sabit tutamayışı. İyi günler
efendim, iyi günler, gideyim mâdem,"

Küçük kız, toprak üzerinde seke seke giden adamın arkasından bakakalmıştı. Acır gibi, bir yandan ise
gideremediği hasretin burktuğu gözleriyle, öylece seyretti. Bana döndü sonradan, gülümsedi, ilk kez
görüyordum bu afacan çocuğun gözlerinde, erimiş, masum teninden ayaklarına akan coşkun sevgiyi.
"Affetti sizi, affetti. Gülün artık, tereddüt etmeden gülün ve söndürün şu arsız kederinizi," Eve doğru
koştu Viole, kapıyı, ardına bakmadan örttü. Dilimde tekrar eden, bir musikinin ezbere kazınan nağmeleri
gibi başa saran isim, Taehyung'un sesiyle sekteye uğradı. Coliman... Coliman.

"Şehre düşüreceğiz yolumuzu, bir kez daha. Boyalar, bir ressamın emri altında, nasıl şevkle kıvrılıp, hiçbir
sanatın bir olup da tamama erdiremeyeceği güzelliğini yansıttı, merak içerisindeyim. Bu, her sokağın
kâşifi kesilmiş, akıl yoksunu adamın söyledikleri korkutmasın seni, hiçbir zarar gelmez onun dilinden, hele
ki bizlere," Fayton yakınlaştıkça, o benden uzaklaştı. Yabancı olan her insan çehresi, aramıza bir yol boyu
mesafe ekliyordu. Buna da paylaştıramadım kederimi, geçen ki gibi oturdum arka koltuğa, kapı, yine
arızalıydı. Önüme baktım yol boyu, lâkin sevgili günahkârımın elleri, parmaklarıma dair duyulan açlığın ilk
sahibiydi. Sevdikçe sevdi, okşadı, öyle aheste aheste, öyle hissedilir dokunuyordu ki; bir vakit,
avuçlarımın içine, adsız bir şehir dikti sandım. İnandım da, parmaklarımı içe doğru bükemedim, devrilir,
yıkılırız diye. Müsâade ettim ki, geçen saatlerde, zemini döven ayaklarına dek ele geçirildiği kuşkusu,
benim tenime aksın. Silinsin onun güzel aklından, zihninden kopup gitsin. Bana kalsın. Ondan gelen her
şey, şimdilerde, tek ve yüce saydığım kutsalımdı.

Yolculuk geçti gitti, sıcağın alnında eriyen bir buz kütlesi kadar hızlı ve akıcıydı. Çalınan kapı bir defa daha
tıklatıldı, aynı genç kadın, bu sefer daha bir ciddiyet taşıyan ve anlamı bol olan bakışlarıyla çıktı karşımıza.
Parmakları arasında, sönmeye yüz tutmuş, baş ağrısı olan bir kalantoru anımsatan, zehri; dumanı
neticesiyle ölçülebilecek olan sigarası duruyordu. İçeriye buyur etti bizi, şöyle bir süzmüştü yeniden,
sanat açlığına verdim arsız bakışlarını. İçimden kopacak, dilime dökülecek oldu tümceler, benim
çıplaklığım, bir tek günahımadır.

İhtiyar adam, güleç bir yüz ifadesiyle davet etti odasına. Üzerini, kırık beyaz olan bir örtüyle kapadığı
tablo, içinde hapsolduğu yumurtadan çıkma vaktinin geldiğini savunan yavru civcivleri anımsatmıştı
bana. Sanki, tabloya resmedilen ben figürü ve arkamda dikilen günahkâr da, mahfazaya konulmuş gibi
hissettikleri bu örtüden kurtulmak adına kıpır kıpırdı. Taehyung, bir yabancı karşısında hür kalabiliyor
olmanın verdiği ateş ve cesaretle, ellerime tutundu. Karşı gelemedim bu hâllerine, heyecanı, cildim
üzerinden bir şırınga aracı olmuş kadar keskin bir akışa damarlarıma yol alıyordu. Tebessüm kaçınılmazdı,
gülümseyişim, mevsimleri iç içe geçirmişti sanki, gözlerinde bir yaz güneşinin parıltıları vardı, kirpiklerim
aydınlanıyordu. Önüme döndüm, ihtiyar, boyası kurumuş ellerini, kahverengi ceketine sürttü.
"Baylar, bir kez daha, nereden geldiği muamma olan bayağı bir mahcubiyetle, müteşekkir olduğumu
belirtmek isterim. Gece gündüz, çehreleriniz etrafında koşuşturdum durdum. Gariptir ki, paletime akan
her renk, inkâr ve endişeyle oraya buraya kaçıştı. Sizi, iki genç adamın yüreğindeki bağı, haset görülen ve
topluma baş kaldıran aşkını anlatamayacak, gösteremeyecek olma korkusu sardı onları. İlk titreyişimdir
bir tuval karşısında, sanıyorum ki, gözlerinize iliştirdiğim, bir dine sırt çeviren uçsuz bucaksız sevdânızın
yüceliğidir ellerimi aksatan. Lütfen, bakınız. Merak içerisindeyim, memnun edebilecek mi sizi sanatım?
Ah, hiç böyle kaygılar gütmezdim bilir misiniz? Buyurun, şöyle gelin,"

Aralanan örtü, geçmişimin, bugünümün ve geleceğimin, dizginlenemez bir keder kokan yazgısını serdi
gözlerim önüne. Tutulmuştum, gözlerimde, ateşi yakmaz olan bir alev parçası sürünüyordu. Baktıkça
uyuşuyor, kendi sûretime olan yabancılığım dolayısıyla, ürpererek günahkâra koşuşturuyordum. Onu ve
kendimi, bir kez olsun dışarıdan görmek şerefine erişememiştim. Lâkin şimdi... Nasıl dile gelirdi böylesi?
Ah, öyle serzenişler doldu ki dilime! Diyordum ki bir ahmak gibi, hiç mi görmediler gözlerimizi? Bu
gördüğüm tablodur, maddedir, maddenin bütünüdür, duygu akmış da olsa, gerçek bedenlerimizin birer
yansımasından fazlası değildir. Fakat, bir tabloda bile böyle cana geldiyse duyduğum aşk, yabancı bir
adamın ellerinden çıkıp da renklere döküldüyse, böylesine bezdirir bir tutkuyla dikilebildiyse karşıma,
nasıl dile geliyordu günah kelimesi? Onursuzluk, haysiyetsizlik, aşağılık, çirkinlik... Hani, neredeydi? Biz,
çirkin değilmişiz, diyordum şimdi, biz, evrenin kaybettiği, yüzyıllardır soluk soluğa arayış için keşşaf
kesildiği her rengiymişiz.

Taehyung'u gördüm belli belirsiz, buğuluydu görüş açım. Elleri uzanmış, tablodaki Jeongguk'un
dudaklarının çizgilerinde, temas etmeden, sanki dokunurcasına dolanmıştı. Yüzüne çevirdim başımı,
şefkati bakışlarında debeleniyordu. Sevmişti, bu ihtiyar adamın sanatı, büyülemişti biricik âşığımı.
Gözleri, mekânı karanlığa gömer, zamanı, akıp giden düzeninden bıkkın düşürür bir sevgiyle kucakladı
beni. Arsız, utanmaz adam! Ne de güzel öptü beni, bir sanatkârın karşısında. Eğildi, saçlarımın arasından
uzanan dudakları, alnımı buldu. Onun ufak busesi, tenime yerleşmenin heyecanıyla ısınıyorken,
kokusunu soludum derin derin. İçime işledi, titredim. Öyle bir sevinçti ki yaşadığım, karşımızda dikilen
yaşlı adamın gözleri olmak, gördüğü bu yasak addedilen aşkın yansımasına, bizzat şahitlik etmek istedim.
Şimdi, yeryüzündeki en şanslı, en varlıklı adamdı Alfred Locenzo gözümde. Tanıklık ediyor oluşu,
böylesine yüce kılmıştı onu.

"Emeğiniz, yüreğimi titretti. Kaygı gütmeniz gereken, belki de son tablonuzdur. Nasıl bir göz ve bakıştır
size bahşedilen, inanın aklım ermiyor. Birkaç saatlik görüş alanınıza aldığınız iki adamı, böylesi bir hâlde,
şâyet izin verin benzeteyim, saygıdeğer Victor Hugo'nun betimlemeleri misâli, renklerinizde ve akıp
giden çizgilerinizde yaşatmışsınız. Duyduğum ve büyüttüğüm hürmetim hadsiz hesapsız, asıl teşekkürü
bırakın, biz edelim,"

El sıkıştılar, selamlaştılar, hesaplaştılar ve günün gerisi, üç kişilik bir aileye benzettiğim, iki insanoğlu, bir
de onların yegâne yansıması olan bu tabloya kaldı. Bir bebeği kucaklar narinlik ve zariflikle kollarım
arasına aldım onu, dar koridorları geçiyorken, merdivenlerin kıvrak bedenlere benzeyen dönemeçlerini
iniyorken, pür dikkatle korudum tuvali. Ellerimin sıcaklığı altında hareketlenir gibiydi günahkârın
resmedilmiş bedeni, yansıtılmış şehveti dirildi sanki, parmaklarıma uzanan dudaklarını hisseder oldum,
soğuğa çıkışımızla daha bir güçlenen bu his, vücûdumu, geçitleri aşılmaz bir kalenin esiri hâline getirdi.
Göğsüme bastırıyordum, göğsüm; ona yuva olacaktı.

Yolculuğumuz eve olacak kanısındaydım, lâkin, bahsi birçok kez geçen Tumen Nehri kıyılarına getirmişti
beni Taehyung. Nehrin akış yönünü soluna alan, görkemi, kışın vurucu darbeleriyle örselenmiş bir ağaç;
ağacın önündeyse, eski püskü, tahtaları çürümeye yüz tutmuş bir sandal duruyordu. İçi, rengini yitirmiş
yapraklar ve bahar çiçekleriyle doluydu. Kokuları taptazeydi, silinmemişti. İçine oturduk, karşı karşıya.
Kucağıma koydum tuvali, tıpkı, bir bebeği yatırır gibi. Kar kesintiye uğramıştı yaklaşık yarım saat önce,
sandalın ıslak oluşu, ikimiz için de bir önem teşkil etmiyordu. O redingotuna sığınmıştı, bense, aslında
ona ait olan koyu renkli kabanına. Rüzgâr esiyordu saçlarına, rüzgâra öfkelendim. Keyfince dokunup
dağıttığı gür tellerin arasında, kimselerin ulaşamayacağı gizli bir geçit yaratmak, engellenen her uykumun
acısını, orayı yuvam belleyerek çıkarmak istedim. Gözlerimde gürlüyordu dilinden geçip giden her
kelimesi. Bir süre düşündü, tarttı, kararı üzerinde mutlak bir hakimiyet kurmak istedi. Bu süreç zarfında,
yalnızca karşılık verebildim bakışlarına. Sesimi çıkarmadan, dizginleyebilsin diye fikrini ele geçiren tüm
mariz kalabalığı, günahımın sûretinde dindirdim kışı. Sonrası, aylar sürer sandığım aralığı verdi,
bilinmezin kitli tutulduğu o kapıdan.

"Dün, gün boyu, Jimin ile beraberdim. Mektup yazmıştı kısa bir süre önce, görüşmek
mecburiyetindeydim. Kasabada olan biteni aktarmış kalemine, gerekliliğinden bahsediyordu yüz yüze
gelmenin. Seni, tedirgin olacağın ve omuzlarının ağırlığını kaldıramayacağına şüphemin olmadığı başı boş
kuruntular hakkında bilgilendirmeyeceğim. Ancak, bunların da ötesinde, merakının bulunduğu bir durum
var, bilincindeyim. Ne yarar getirir bize, inan bilmiyorum, küçüğüm. Bilâkis, getirisi olacağına dair hiçbir
beklenti içerisinde değilim. Bir hayal kırıklığı yaratır da, parçalarından biriyle masumiyetini keser,
olmadık, murdar fikirlere gebe eder seni diye endişe ediyorum,"

Tepemizde duran, insanoğluna belki de yıllar boyu hizmet etmiş olan ağacın yarattığı yahut
yaratabileceği her nefesi çalar kadar derince soluklandı Taehyung. Hiçbir kelâm dökülmedi, zayıf
düştüğüne kesinkes emin olduğum sesimden. Günahkârı, ancak tepkisizliğim rahatlatırdı, ona, bu alanı
açacak olmak, benim boynumun borcuydu. Üstelemeden, devamını dinlemeye koyuldum.

"Bir kardeşe sahiptim, onu en son gördüğümde, on yedisinde, körpe bir kız çocuğuydu. Adı, benim arzum
neticesinde koyuldu, Sahara. Bu bir çölün ismidir, o; ilk sahiplenişimdi bir toprağı. Beyaz bir teni vardı,
dik başlı ve umumiyetle huzursuzdu. Küçük yaşlarında, üstesinden gelmekte zorlanacağımız bir hastalığa
yakalandı. Psikolojik, onu yerle bir eden, içten içe yiyip bitiren bir hastalığa. Öyle derdi geceleri,
pencereye doğru, 'Zihnimi ellerim arasına ver, Taehyung, ver ne olur, bir çömleğin çamurunu ezer gibi
yoğurayım da, susmak nedir bilsin artık,' Lâkin olmuyordu, bir şizofreni hastasına göre, oldukça dirayetli
de sayılsa, gördüğü yabancı sûretler ve bölünen uykuları sebebiyle bir mezardan farksız olan yatağı, onu
küskün kıldı hayata,"

Kayıtsızdı. Hiçbir mimik yoktu azamet sahibi çehresinde. Bir kaybın itirafıydı eşiğinde beklediği, anılar
zihninde tekerrür ediyor muydu, gözlerinde aradım. Ulaşması zor bir derinlikte yaşatıyordu ne varsa
aklında, incelikle adımladığım ruhunda, hiçbir ize rastlamadım. Parmakları iç içe geçmişti, geçmişin,
katledilmiş bir ailenin, boşta kalan ve yitik bir hayat kokan evi gibi tanıdık olan izi, günahkârımın yalnızca
ellerini huzursuz ediyordu. Onun acısı, hep ellerinden çıkıyordu.
"Sahara, on yedi yaşında, erken bir vedanın sahibi oldu, terk etti bizi. Düşünüyorum, insan mıdır ölümün
vaktine erken yahut geç diyebilecek olan diye, acizlik kokar bu karar verme durumu. Öyle ya, ne zaman
düşünsem kız kardeşimi, aciz düşüyorum. Mezarlıklara yabacı kalışımın tek sebebi de budur. Âşık oldu,
bir adama meftûn kaldı. Güzel bir adamı sevseydi der, anlamsız bir keşkeyle boğuşur dururum ara sıra.
İntikam hırsıyla dolu bir adamdı sevdiği. Gençlik ateşiyle muhtaç bırakıldığı sevilmek arzusu, kız
kardeşimin güçsüzlüğüydü. Güçsüzlüğünden yorgun düştü, Sahara. Bu adamın gerçek olduğuna inanmak
istediği, saf bir kir ve kötülük kokan sevgisi, şizofrenisini tetikledi. Canına kıydı, bir gündüz vakti, ses sedâ
etmeden, ölüme gitmezmiş kadar sıradan adımlarla, ritmik nefeslerle intihar etti. İşte, hikâyenin bir ucu,
asıl merakının yeşerdiği, içinde bulunan o diğer uca bağlanıyor. Benim güzel Sahara'mın, gönlüne düşen
kıvılcımın sahibi, manastırda yoldaşın olan Namjoon'dan başkası değil,"

Dehşet içerisindeydim. Dizlerimde, kış soğuğunun estirdiği taze yelden tutunarak uyuklayan bu tuvalin
dahi, korkuyla ayaklanacak olduğunu zannettim. İrileşti gözlerim, ellerim kaçacak bir yer arayışıyla
alelacele paltoma tutundu. Göğsümde bir ağrıdır baş gösterdi, damarlarım vasıtasıyla inceden yayılan bu
sızının, dur durak bileceği yoktu. Bir tanışıklık sezmemek mümkün değildi, biliyordum lâkin böylesi... Bir
intikamın yaratabileceği, en arınmış insanı bile yoldan çıkarmaya yetecek güçteki hırsın getirisi, âşığımın
kardeşine sebep olmuştu. Öyle ki, bir mezara konulan genç bedenin katili ise, dinimi duvarlarına dek
yaşattığım manastırda, aynı odada uyuduğum ve gündüzü selamladığım arkadaşım, yoldaşımdı.

"Yüzünde beliren ifadelerin devamının gelecek olmasıdır asıl endişem, ancak yine de, tüm bunların
geçmişte kalmış ve bir daha üzeri temizlenmemek üzere tozlu bırakılmış, meyus anılardan başka hiçbir
şey olmadığını bil isterim. Bir intikam, haklı yahut haksız da olsa, neticede bir sebebe dayanmalıdır.
Namjoon'un da bir nedeni vardı, sevgili arkadaşın, kısasa kısas yapmak amacıyla yakınlaşmıştı Sahara'ya.
Onun erkek kardeşiyle olan, kökeni masum bir içsel bağa dayanan münasebetim sebebiyle, benim küçük
yaştaki biçare parçama intikam almak arzusuyla yakınlaştı. Jeongguk, hepsinin geride kalmış, kötü kokulu
bir yemek gibi üzeri örtülmüş anılardan fazlası olmadığını tekrar etmek isterim. Evet, kardeşiyle, iki
dosttan öte hâle geldiğimiz vakitler oldu. Kardeşi dediğim bu genç adam ise, dün gece seni, odamızda
sonu gelmez sandığın bir bekleyişe tutsak edişimdeki asıl kaynak olan, Jimin'dir."

Üstü açık bırakılmış yağlı bir boya misâli kurudukça kuruyordum karşısında. Bir rüzgâr daha esecek olsa,
demirlere asılmış ince bir kumaş parçası gibi yolumu kaybedecek, belki de tarihi kim bilir nerelere
dayanan bu soğuk nehrin sularında akıp gidecektim. Dilim, tutkalla sabitlenmiş kadar baskın bir vaziyette
yapışmıştı damağıma. Göğsüm titredi, bacaklarıma, Tanrı'nın birer lütfû olarak yerleştirilmiş her
kemiğim, sızım sızım sızlıyordu şimdi. Devrilmiş bir anıt kadar değersiz, savruk hissediyordum. Güneş
yakıyordu sanki tenimi, şakaklarımdan akan ter, ustalıkla süzüldü ve çene kemiğimde asılı kaldı intihara
meyil edercesine.

"O, günahlarından kurtulmak arzusuyla manastıra sığındı. Önünü kesemediğim pişmanlık duygusuyla,
esasında hiçbir suçu bulunmadığı hâlde, tüm öfkemi tepesinden yağdırdığım Jimin ise, perişan ve
nefretin nüvesiyle içimde bir ahali yarattığım hâlime göz yummadan, inat ederek yakınımda dolandı
durdu. Beni, hummalı bir hastalığa düşmenin kıyısından çekip aldı. Fakat, diyorum ya, Jeongguk; geçmiş,
artık esamesi okunmayan, adının unutulduğu ve kapağının asırlardır aralanmadığı bir kitap gibi gözümde.
Ömrüm, hayallerinin de ötesinde bir gerçeklikle, sen ve senden sonrasına dayanıyor. Öncesi silik
bırakılmış bir yazı tahtası gibi, boş ve pürüzsüz. Var olmamış sanki evvelim, öyle bir kayıtsızlık,"

Nasıl bakıyordum kim bilir gözlerine, ayaklanıp dizlerimin dibine geldi usulca. Gücü yitik kollarımı kavradı,
eğildi, diz kapaklarıma kapandı dudakları. "Durun... Endişe ediyorum, bir gören olur," diye fısıldayışıma
karşılık, "Tanrın görüyor, Jeongguk." dedi, "İnsana karşı büyütme korkunu," Söyleyecek çok sözüm vardı
dilimde, inkâr edecek, karşı çıkacak ve belki de, duygularımı kabullenişimden bu yana, ilk defa öfkeyle
seslenecek, kıracaktım onu. Lâkin gönlüm el vermedi, sessizce izledim hareketlerini. Öyle uzatmadı da,
ellerimdi son durağı, tuvale tutunmuş parmaklarımdı. Bıraktığı kuru izler son bulduğu vakit, gözlerime
baktı günahkâr. Bir söz söylerim sandı, bir beklenti vardı bakışlarının arasına gizlenen. Karşılamadım onu,
edecek laflarımın tümü, yutulmuş kuru lokmalar gibi mideme oturmuştu. Hepsini, usanmadan tek tek
çiğneyivermiştim.

Karanlık çökmüştü puslu göğe, o vakitlerdi eve ulaşmamız. Hazır bir akşam yemeğine buyur edildik, sıcak
evin çatısı, zihnimi mesken edinmiş kuruntularımın üzerine devrildi. Viole'yi öptüm yanaklarından, sol
dizime oturdu, bana, ezberlediği yeni tekerlemelerden okudu. Saçlarını örmüştü sevgili Elsha,
saçlarından da öptüm. Taze, şimdiden hasret düştüğüm bahar kokuyordu küçük kızın başı. Yapmacık bir
hüzünle büzdü dudaklarını, elleri ellerimin arasında ufalıyorken, "Ne yapacağım, mösyö? Rica ediyorum
söyleyiniz, hangi kırlangıç kış mevsimine ayak uydurabilmiştir? Ah, bu Pertugol ailesi ne laf bilmez, ne
hâlden anlamaz! Küçük yavrularını, onu soğuktan esirgeyemeyecek tüylerinin altında kıvranmaya
mahkûm ediyorlar," diye söylendi. Geç olmuştu saat, annesinin zoruyla odasına çıktı. Ne hoş bir kız
çocuğuydu, gitmeden evvel, kulağıma fısıldamayı da ihmal etmedi. "Efendim, âşığınız dakikalardır bizi
seyrediyor,"

Aile fertleri uyku için evin türlü köşelerine dağıldığında, Taehyung önde, ben arkada, merdivenleri
tırmandık. Bir duştu ihtiyacım olan, sıcak, eritir bir duş. Henüz bugün, kısa bir yolculuğa çıktığım geçmişin
türlü türlü kesitleri, aklımdaki iblislerimle bir olmuş üzerime üzerime geliyorken, tek çare, önüme
buğular öreceğine inandığım sis bulutlarına benzer buharın kapısına dayanmak gibi görünüyordu. Öyle
de yaptım, kirlerden arınmış oluşuma rağmen, dakikalardır başımdan aşağı akan kaynar suyun etkisiyle,
benliğime düşman kesilen her bir fikir ve tahayyülün başını ezdim. O sıralarda, banyonun tahta kapısına,
bir el usulca üst üste vurdu. Duş alınan küçük alanın mahremiyetini korusun diye, ince bir sopaya
geçirilen halka benzeri uçlara asılmış şeffaf perdeyi, vakit kaybetmeden belime doladım. Gelen, yalnızca
dokunuşunun çıkardığı o melodik tınıdan tanıdığım, biricik günahkârımdı. Omzum üzerinden, çekinerek
baktım arkaya. Bir ihtiyacı olduğundandı ziyareti sanıyordum, lâkin yanılgıydı düştüğüm. Gözleriyle denk
geldik bir anda, ayak uçlarında yakınıma ilişti, üryan hâlimi gizler sandığım perdenin, şeffaflığı ve
görüntüyü aktarır inceliği çıkmıştı aklımdan. Kavradığı perdenin ucunu, aheste aheste ayırdı
vücûdumdan. Direniş gösteremedim, zayıf düşmüştüm yalnızca enseme dayanan ılık nefesleri sebebiyle.
Elleri belime dolandı, içeri adımlamıştı artık, aynı zemine basıyordu ayaklarımız. Suyu kesti, bedenimi,
incitmemeye özen göstererek, önümde duran duvara yasladı. Onu, tümüyle hissediyordum ardımda.
Ürperdim, dudakları, çıplak sırtıma dokundu.

"Ya günahkârın, tüm gözeneklerin üzerinde kayıp giden, bedenindeki tek bir tüy tanesini aksamadan, düz
yol üzerinde ilerleyen bir karınca misâli, teninin her yanını ıslatan bu berrak suya bile imreniyorsa... Ne
yapmalı? Ah, Jeongguk... Ne güzel döküldü dün gece dudaklarından adım, bir barış çağrısı gibiydi
sesinden, öyle coşturdu içimi,"

Sırtımdan akan su damlalarını yakalıyor, ağzı içerisine hapsediyordu günahkâr. Elleri göğsümü buldu,
çıplaklığımdan utanacak bir ara dahi vermedi bana. Arzudan dönüyordu başım, şehvet, gözlerimi kör
etmişti. "Doyamadım," diye fısıldadı, bir yakarış gibiydi bu kelime sesinden. Soğuk, neredeyse duvarı
titretecekti, duvara yaslı ellerim kasıldı, "Doyamadınız," diye karşılık verdim. "En az küçüğünüz kadar
doyumsuzsunuz,"

Kavradı belimi, insan elinden çıkma bir vazonun, kıvrak gövdesinde şekil alan parmaklar gibi, içe gömüldü
elleri. Yüz yüze geldim günahımla, kaçıncı yüzleşmeydi bu yaşadığımız? Her birinde tazelenir gibiydi
çehresi. Rengini kaybeden bir manzaraya, Tanrı'nın usanmadan serpiştirdiği, insanın bir benzerini
yapmaya kudret yetiremeyeceği tonlamalar gibi, yenilendikçe yenileniyordu. Uzunca, çok uzunca bir
süre... Gözlerimde uykusuzluğunu giderircesine dinlendi. İçimi titretiyordu arsız, bir yandan da kimseden
görmediğim masum bir şefkati yaşatan bakışları. "Demir yatak başlığımızın üzerine astım tabloyu, bir
kraliyet ailesinin, yemek salonunda yıllanan, nesilden nesle aktarılması hususunda büyük bir ehemmiyet
gösterdikleri tablo gibi, hatta onlardan da fazla, onur ve haysiyet taşıyor. Şüphesiz, en büyük sebebi,
bana bahşedilmiş bu kederli çocuğun, değerini paha biçilmez olarak nitelendirdiğim aşkının, gözlerindeki
yansımasıdır,"

Gülümseyecek oldum âşığıma, dudaklarıma kapandı, cümlesinin sonuna getirdiği nokta gibiydi öpüşü.
Omuzlarım üzerinden duvara yasladı ellerini, çıplaklığına muhtaç düştüm. Sarı, loş bir ışığın altında,
kıyafetinin sarmaladığı her bir parçasını, kendi gözlerim ve erkekliğimin ihtiyacıyla üryan hâlde
bırakıverdim. Şehvete bulanmıştı, ücrâlarım sızladı istekle. Baskısını sürdürdü, aklıma zoru vardı, deliye
dönecek oldum. Parmaklarımızı iç içe geçirdiği vakit, gözlerime baktı bir kez daha. Arzuları arasına sinmiş,
kafasını uzatmak için debelenen, ancak günahkârın zorlayıcı baskılarıyla önüne geçilmiş, kaynar hâlde bir
keder görür gibi oldum. Yüzünün iki yanını kavradım, ıslak ellerim, koyu saç telleri arasında, bir ormanın
yolsuz toprakları üzerinde kaybolur gibi görünmez oldu. Ayaklarım, ayaklarına sürtündü kaygan bir
ıslaklık eşliğinde.

"Aşkım," dedi, öyle bir dedi ki, kelime; yüzyıllardır döküldüğü her sesten nefret etti. "Şükürler olsun
Tanrına, ne yüce bir Tanrı inandığın, seni verdi bana," Bir kez daha susuzluğu oldu dudaklarımın, öpüşü
alevlendi, samanlığa düşen bir kibrit çöpünün haklı gururunu taşıyordu varlığım. Musluk başlığına ilişti
günahkârın parmakları, suya yol verdi aksın isteğiyle. Başımızdan dökülen berrak damlalar eşliğinde, bir
kış gecesinin kıyısında, yeniden sahip oldu bana Taehyung. "Öleceğim," diye fısıldadığım aciziyet dolu
anlar geldi bir sıra, ölmemiş, daha da yaşamıştım aksine. Şehvetin, bizzat koynunda besleyerek
büyüttüğü iki oğlan çocuğu gibiydik, öyle aç düşmüştük ki birbirimize, saatler sürdü, soğuğun insanı
kaskatı kesen vurucu esintilerine rağmen, banyodan çıkıp da yatağımıza, sıcaklığımıza sığınmamız.
Çölümden öptü beni, yetmedi saçlarımdan, dirseklerimden, yetmedi, yetmedi, ah, nasıl yeterdi! Öptükçe
öptü, uykuya çekiliyorken dahi, belli belirsiz fısıldıyordu. "Doyamadım, küçüğüme. Doyamam... Doymak,
en büyük ahmaklığım olur."
28.bölüm
"Bak, kötüler yaylarını geriyor,

Temiz yürekli insanları

Karanlıkta vurmak için,

Oklarını kirişine koyuyor."

Mezmurlar, 11:2

28.BÖLÜM

-KELEPÇE-

Bir kasırganın uğultusu. Fısır fısır konuşan okul çocuklarını hatırlatıyor. Sesle de kalmıyor, gözümün
önünde, bir hortumun silik grisindeki karmaşanın döne döne yol alışı, seyrettiğim puslu manzarada
yaşanıyordu belli belirsiz. Ellerimde bir soğukluk vardı, ev sıcaktı. Şömine cayır cayır yanıyor, odunların,
alevlere teslim olurkenki aldığı haz, çıtırtılar eşliğinde kulağıma uzanıyordu. Bir burukluk vardı, genzimi
kurutuyordu. Ben haricinde, dünya aynı düzeninde gıdım gıdım ilerliyordu. Viole'nin tiz kıkırtıları,
Elsha'nın uzun, kemikli ve bir kadına göre kaba sayılabilecek parmaklarının tabak çanakla olan
samimiyeti, Orenda'nın gazete sayfalarında geziniyorkenki öfkeli homurdanmaları, ki dilden dile
atladığından, asla ayırt etmeme müsâade etmiyordu, ve Taehyung. Taehyung. Kim Taehyung. Günahkâr,
günahının arsızı, içimin sızısı, ilk aşkım, ilk kesiğim, ilk serpilişim, âşığım, sahibim, bir erkeğe olan ilk
heyecanım, ilk teslimiyetim ve tüm bunların sonu. Pencerenin öbür tarafında, çitlerin ardında, tütününü
içerek yağmuru seyrediyordu. Yüzünde köksüz bir keder, dumanına karışa karışa, hiçbir açıklık
bulundurmayan camı es geçiyor, eritiyor, ellerime bulanıyordu. Alnımı yasladım pencereye, titrek
parmaklarım, nemli zeminde ıslanarak gıcırdadı. Aralık dudaklarımdan süzülen her sıcak nefes, biçimsiz
bir daireyi çiziyordu önüme. Göğsünü izliyordum, alçalışını ve yükselişini. Göğsü olmak ne büyük şerefti
kim bilir, göğsüne sormak lâzım. Dudaklarım karıncalanır oldu o esnada, dün gece değdikleri ve
süründükleri tenin kıpırtılı edepsizliğine, buğulu bir şefkatle hasret doldular. Gülümsedim belli belirsiz,
saçlarını sever gibi pencereyi okşadım. Yağmur yağıyordu, kahvaltı etmiştik bir yarım saat kadar önce.
Hava içime çöküyordu, ben günahkâra susuyordum.

Dudaklarında eriyip giden sigarası, zarif parmakları arasından kayıp yere düştü. Pencereye dayalı
ellerimde bir titreme baş gösterdi, tükeniyordum bu genç adama olan aşkımla. Ayak topuğu altında
ezilen izmarite kaydı gözlerim, gururlu bir ölümdü onunki. Sönmek, belki de ancak bu adamın çektiği
nefesleriyle katlanılabilirdi. Arkasını döndü, cam kenarında, onu; vatanına hasret bir gurbetçi gibi izleyen
küçüğünü buldu bakışları. Beni... Beni buldu. En kuytu köşedeymişim gibi, bu yakalanış, bileklerimdeki
zincirleri söktü attı. Yakınıma geldi Taehyung, en yakınıma. Bir diğer tarafındaydı pencerenin, geri kalan
silinip gitti hafızamdan. Ev ahâlisinin ardımdaki varlığından soyutlanarak seyrettim onu, elime ulaşır,
elimi tamamlar gibi, pencere üzerine dayadı parmaklarını. Avuçlarımız birdi, neredeyse gülümseyecekti,
tuttu kendisini. Bir insan, başka neyi seyrederdi böyle, merak duyuyordum. Öyle bir bakıştı, görülmeye
değer, hatta belki de ucuna bir ömür koyulurdu şahit olmaya sebep. Göğsüm ağrıdı o an, zihnimden
uysal, iyi niyetli bir ses yükseldi. Şakaklarıma bahar mevsiminin ilk günlerini dayar gibiydi, dudaklarının
baskısını hissettim bu soyut seslenişin. Sana, diyordu, tüm bu akıl almaz sevgisindeki coşku, içini titreten
şehveti, gece bedenine sahip oluyorken, 'dünyalar dursun, güneş kessin ışığını, gülüşün aydınlatır beni'
deyişi, doğum lekende çocukluğunu buluşu, kavuşması aradığına, baş kaldırışı sürgüne de, hükümete de,
ensesine dayalı ecele korkmadan yüzünü dönüşü, bir silahın gürültüsüne tebessümü, başlayacak olan her
savaşa uzattığı barış eli, hepsi... Hepsi sana bedel, sana sebep. Âşık bu adam, kimseler bilmez onun
etinde, kemiğinde gezeni. Çağlayan bir akarsu misâli, senin ayaklarının dibine dolanıyor dalga niyetine
sevgisi. Ölür de, öldürür de varlığın için.

Ellerimden çekildi, gözlerime baka baka geriledi ve bir süreliğine kayboldu ortalıktan. O sıralar, küçük
Viole geldi yanıma. Avuçlarında yeni yıkanmış nane yaprakları duruyordu, büktüğü zarafet içerisindeki
bileğini karnıma dek yükseltti. Bir adet aldım hassas çocuk ruhu zarara düşmesin diye, oysa sevmezdim
naneyi. Dişleri arasında öğüttüğü otun kokusu, parmaklarına da bulaşmıştı. Derin bir nefes çekti
teninden, bakışları beni buldu. Bilmiş tavrını takındı saniyeler içerisinde yüzüne, hafiften çatıldı kumral
kaşları, gözleri ciddiyet içerisinde dışarıyı seyrediyordu.

"Mösyö, hazan vakitleri ayrı düşen âşıklardan ne farkınız var? Aklım ermiyor, inanın. Yanınızdayken dahi,
uzak kalmış kadar hasretle bakıyorsunuz ona. Böylesi incitmez mi insanı? Söyleyin ne olur, ne ulaşılmaz
bir adamsınız. Yetişebiliyor mu bu beyefendinin elleri, özenle deştiğiniz yaralarınıza? Bakın, bakın... Ah,
hiçbir kelâm etmeyeceğim! Viole'nin sözlerini tüketiyor sizdeki bu sevda, sizi bilmem lâkin, ben bile
tanıklık ettiğim bu ucu bucağı olmayan uçurumlara benzeyen bakışlarınızla inciniyorum. Tanrı'ya
söyleyeyim de, çocukluğumdan fırsatçılık ederek lafımı dinleteyim. Sevsin içinizi. İçiniz, ulaşamadığınız
tek yer sanıyorum ki. Tanrı, sizi içinizden öpsün. Muhakkak iyileşirsiniz,"

Küçük kızın sözleri, son ana dek, tıpkı az önce seyrettiğim buğulu cam gibi olan huzurumun görüş alanını
temize çekiyorken, Tanrı adını duyuşumla beraber sarsılıverdim. Öpülsün istediğim yerimden, içimden.
Belli ki dışıma da yansımıştı, Viole'nin yüzü asıldı, utandı, bakışlarını kaçırdı gözlerimden. Ne diyeceğini
bilemez oldu, koşa koşa annesinin yanına gitti sonra. Eteğinin pileleriyle oynuyordu, ara ara dönüp
kontrol etti beni. Şaşıyordum zekâsına, büyüklük taslamalarına, yaşının ötesinde ettiği kıvrak bir akıl
gerektiren yargılarına ve çıkarımlarına... Zayıflığımın üzeri örtülü yarasına şöyle bir dokunmuştu, Tanrı
adıyla beraber, bir umudu zemine döşeyerek üzerine inşa ettiğim tüm yapı devrildi ciğerlerimin üzerine.
Nefesimin uğradığı sekte ve belki de günlerdir ayrı düştüğüm içsel, dini hesaplaşmalarım, çayırlar
üzerinde usul usul yürüyen alaca bir atı görmemle silikleşti. Günahkâr duruyordu yanı başında, atın
tepesini okşuyorken, gözleri pencereyi buldu. Eli kalktı bana doğru, gel fısıltısını işitir oldum
parmaklarının hareketinden. Onun çağrısı, üstüne durmaya güç bulamadığım ayaklarımı, bir mezardan
insan uyandırır gibi diriltti, koşar adım attım kendimi kapıdan dışarı. Sevgili âşığımın dudaklarında
taptaze bir gülüş yeşerdi. Yanına ulaştığımda, elini atın başından çekmeden önce, benim elimi kavrayıp
oraya koydu. Hayvancağız, sevgide kesinti görmesin diyeydi çocuksu çabası, gözlerinden öpmek istedim.
Elleri yüzümü kavradı.
"Evin arkasında kalan ahırın, tek ayakta kalanıdır bu alaca. Çayırlar ışığa muhtaç düşmüş, diyorum ki,
şöyle bir gez at üstünde de, doysunlar aç bırakıldıkları yerden. Utandır güneşi," At binmekten
bihaberdim, lâkin Taehyung, benimle beraber olacağını söylediği vakit, tüm endişelerim, bir trenin
tepesinden döktüğü koyu islerin dağılışı kadar hızla savruldu zihnimden. Ellerimden kavradı, eyerin
üzerine oturttu beni. Ardından kendisi de geldi, arkama yerleşti, parmakları belime dolandı. Avuçlarıma
sıkıştırdığı kalın dokudaki dizginlere tutundu. Ayağımı yerleştirdiğim üzengide işitir oldum tereddüdümü.
Kulağımın hemen yanı başındaydı sıcak nefesleri, ardımı dönmek, âşığımın varlığını fısıldayan, havaya
karışan buharı kucaklamak istedim. Çenesi değdi omzuma, at bir iki adım attığında, günahkâr da konuştu.
"Virheam," dedi boynuma doğru, "İsmi Virheam. Seslen ona, işitir, benimser kimliğini. Benden olana
coşkusu çoktur onun, ta sen gelmeden, okşadığım gövdesinden içeri sızdı adın. Müsâade et, duysun
seni,"

Belimi büktüm öne doğru, pürüz ve zayıflık dolu ağzımdan, bir kıvranış gibi döküldü atın ismi. "Virheam,"
Görkemli hayvan, adımlarını hızlandırdığı vakit, Taehyung'un tutuşu sıkılaştı. Onun, bir önlem niyetine
bükülen parmaklarıyla, daha bir kuvvetle sarıldım dizginlere. Beni bekler gibiydi, bir defa daha fısıldadım
adını. "Virheam," Henüz dememe kalmadan, bahar rüzgârına kapılan kokulu saçlar gibi esti güzel hayvan.
Nalları toprağı dövüyordu, kızgın yel yüzümü. Temiz kış havası dudaklarımdan içeri süzüldüğünde,
kahkahalar atarak sırtımı günahkâra yasladım. Saç diplerime ulaştı alnının teması, enseme değen
burnuyla beraber, tatlı kıkırtısını işittim. Daha bir hızlandı at, sevgiyle coşar gibiydi. Çayırları esip gürletti,
biçimli omurgası üzerinde taşıdığı bedenlere kur yapar gibi kıvrılıyor, tutturduğu dengeyi bozmadan,
belirli bir yol üzerinde koşturup duruyordu. Bulutları takmıştı adımlarının ardına. Durgun havada güçlü
bir gürültü koptuğu vakit, hayvan yolunu değiştirdi, çiftlik evine çevirdi rotasını. Taehyung'un elleri,
belimden kayıp usulca bacaklarımı buldu. Etimi sıvazlıyor, parmakları arasında okşuyorken, dudaklarının
baskısını hissettim yanağımda. Derin bir nefes çekti ciğerlerine, yeryüzündeki tüm sigaraları solurcasına
kuvvetli, hepsini tüketircesine uzun... Öpücüğü başımı döndürdü, lâkin niyeti yoktu durmaya, hele eksik
bırakılan bir diğer yanağım varken, sızlıyorken ihtiyaçla, uyuşuyorken yaklaşan temasına karşın... Bir kez
daha dayandı tenime, ıslak, daha bir ıslaktı. At homurdandı, adımları yavaşladı, Taehyung dizginleri
ellerimden kavrayıp da çekiştirdiğinde, tamamıyla kesti gezintisini.

"Jeongguk," Adım, günahkârın dudaklarında tek dizelik bir şiirdi. Göz kapaklarıma mânâların yükleri
bindi, başım omzuna düştüğünde, hafifçe öne doğru uzanıp, dudaklarını boynuma dayadı. "Jeongguk,"
Buseleri art arda dizildi beyaz tenime, bir kutsal kitabı öper gibiydi. Kısık sesli mırıldanışım, bir cevap
bekler mahiyetindeki tuttuğum nefesim, Taehyung'un ellerini getirdi göğsüme. Daha bir yasladı beni
sırtına, arkaya uzanıp sırtının aşağı taraflarına tutundum. "Jeongguk," Bu sefer yüzümü çevirdim
omzumun üzerinden, gözleri beni bulur sanıyordum ki, itinayla vücûduma sabitlenmişti bakışları. Hafifçe
kıvrılan dudaklarına kaydı odağım, "Geç farkına vardım," diye fısıldadı, "Nefes havada değil, küçüğüm,
adının her bir hecesinde," Göz göze geldiğimiz vakit, elleri bir merdiveni tırmanır gibi yukarıya sıyrıldı,
yüzümü sevdi yeryüzündeki ilk dokunuşu yaşatırcasına. Temkinliydi, bir yandan ise haz dolu. Dudağıma
dokunan parmağını öpecek olduğumda geri çekildi, kolumu kavradı, ince bileğime dolandı elleri. İşaret
parmağımda hissediyordum canla başla çırpınan bir adamın uğraşını, arzusunu. Taehyung'un
merhametiydi sığınağım, kıvranacak oldum yaslı bedenine doğru, geciktirmedi neyseki. Islak
dudaklarından kopma, yeni doğan bir denizin karaya ilk düşen damlasına benzer bir buseydi kondurduğu.
Boştaki eli omzumu okşar vaziyette kapandığında uzvuma, uzanıp açıkta kalan kısmını öptüm boynunun.
Yüz yüze geleceğimiz kadar bir mesafe koydum araya, at birkaç adım gerileyip, başını evden ters bir yöne
çevirdi. "Ben daha kaç kez doğacağım yeniden?" Fısıltıyla sorduğum soruma karşılık, derince bir iç
geçirdi. Ardından yakınlaştı biraz daha, burnu burnuma sürttü. "Bir adamı yeniden doğurur gibi her
dokunuşunuz,"

Ani bir kararla attan indirdi Taehyung beni. Virheam'ın karşısına getirdi, atın gözlerinde, gökten
serpilmeye hazırlanıyor olan yağmurun ilk damlaları var gibiydi. Günahkâr bir elini, atın başına
yerleştirmişken, ötekiyle beni tutuverdi kolumdan. Kendi bedenine çekti incitmeden, hafiften çiseliyordu
yağmur. Birazdan artacak, gürleyen semâyı ikiye ayırır bir hırsla koşacaktı yeryüzüne. Taehyung'un
bakışları, onunla geçirdiğimiz ilk vakitlerdeki gibi, aç bir tutkuyla odaklandı dudaklarıma. Göğsümün
sıkıştığını hisseder oldum, dip dibe getirdi bizi, temas her yanımızdaydı. "Doğa insanın, yine insan
tarafından ahlâksız bulunan aşkına saygı duyar. Virheam'ı doğuran sevgidir, dört nala koşturur ihtiyar
damarlarındaki kanın seyrini değiştirir gibi. Şahit olsun," Atı okşamaya devam ediyorken, usulca yüzüme
yakınlaştı. "Mâdem insan kendinde bu haddi göremiyor, biz asıl hak edenlerin gözü önünde düşelim
şehvete. Virheam, henüz tanımadan, dokunuşumda tattığı sevdâmın asıl muhatabını, nasıl öptüğüme
şahit olsun,"

Ondan öteye atılarak karşıladım dudaklarını. Atı sevmeyi kesmeden öptü beni, ellerim beline dolandı,
kabanını sıktım avuçlarım arasında. Yumulu gözlerimin ardında parlayan ışık hüzmesinden sebep, göz
kapaklarım aralanmaya cesaret edemedi. Günahkâr bir dakika sonrasına kurulu bir kıyamet alarmı, yeri
göğü dehşetin kaleminden çıkma bir yazgıyla dağıtacak endişesiyle öpüyordu beni. Nefesi kesildiğinde
verdiği ara, bir yanılgı kadar kısa sürdü. Tekrar, tekrar... Kanım çekiliyordu sanki, bu uyuşuk düşmüş iki et
parçası, kundaktaki bir bebeğin alnı gibi öpülüyordu günahım tarafından. Bir yanda masumiyet, öte
yanda insanın aklını zorlayışından kaynaklanan absürd bir gurur... Buseleri sona erdiği vakit, geri
çekilmeden sürttü dudaklarını bana. Soluk soluğaydı, Virheam başını eğdiğinde, elini attan çekti. Yüzümü
kavradı çocuksu bir hevesle, "Benim küçüğüm korkmaz," Kaşlarım eğildi, şakaklarımdan ucu dikenli bir
ipin iki taraflı geçirildiğini hissediyordum. Alnını alnıma yasladı, "İnsandan korkmaz, yargıdan korkmaz,
cesur bir çocuğun aşkına hükmediyor göğsünde,"

Kollarına tutundum âniden, aklımı meşgul eden tek sorun buymuş gibi, ağlamaklı bir sesle fısıldadım.
"Yalnızca göğsümde mi sanıyorsunuz? Ne büyük bir yanılgı... An geliyor ellerimin varlığını unutur
oluyorum. Ancak ruhun taşıyabileceği bir duygunun yükü, mutlak gerçeğimi yalan ediyor, ele
geçiriliyorum. Öyle sardınız ki her yanımı, şimdi üryan hâlde dolansam çayırlarda, bir buzdan koparcasına
yağsa kar, üşümekten aciz kalırım. Isıtır beni içimdeki günah, ne arsız bir günah... Ateşe edilmiş en göz
kamaştırıcı davet olmasına karşın, kül etmeden teğet geçiyor etimi. Jeongguk dilinden dökülen sözü
unutmadı, lâkin siz de bilin, Tanrımın korktuğum gazabı dahi yakmazken içimi, verdiğim bu teminat,
söylediğim ve söyleyebileceğim her kelimenin mezarı oldu,''

Saçlarıma tutunan parmaklarındaki pişmanlık dile gelecek oldu, sıkı sıkıya yumduğu gözlerinin ardında,
kendini, kendi isteğiyle ittiği topraktan çukur, bir çığ gibi toparlanıp ağzıma doldu. Daha da edemezdim
laf, ne denirdi böylesine kavrulan bir adama. Bendeki mezar mıydı? Özünü yığmıştı göçüğe, ayakta kalan
küçüğü olsun diye. Dizlerim titredi, uzanıp kirpiklerinden öptüm onu. Göz pınarlarım sızlıyordu, sanki tüm
okyanusların çekildiği yerdi ayak bastığım zemin. Bir dolu ağlamak, bir dünyayı boğmak arzusuna
düştüm. Ah, ediyordum, ah! Baba, baba... Küçük dediğin kıyamet bu mudur? Başımdan aşağı devriliyor
hür iradesiyle evren, böyle mi küçük ölür insan? Sarıldım Taehyung'a, ensesinden, bir kış günü dökülen
terleri topladım tenime. Göğsü göğsüme dayandı, o an hissini içtim aşkımın, bir yangını vardı. Şimdi,
şimdilerde... Daha da bir büyür gibiydi, üflesem alevleneceğinden korktum. Yetim kalmış bir oğlan
çocuğu gibi sığındı gerdanıma, aldığı her nefeste, suyundan, ışığından kesilen taze bir yaprağın çürüyüşü
gibi eriyip gittim. Öyle ya, diyordum ya, daha da laf edemezdim.

Taehyung, bir toprağın en asil soylusu gibi, kabarmış göğsüyle yürüyen hayvanı ahıra geri götürdükten
sonra yanıma geldi. Birlikte girdik ev içine, Viole'nin kısık gülüşü ilişti kulaklarıma. Ardından Orenda,
nükteli bir sesle ayaklandı olduğu yerden. Gülüşünü bastırır bir hâli vardı. ''Geceleyin, hiç ses işittiğiniz
oldu mu?'' Günahkâr, pencere önündeki kanepeye oturuyorken, eline aldığı bir şiir kitabını dizlerine
bıraktı. Hayır dercesine oynattı başını sağa sola, Orenda, ellerini, kadife pantolonunun ceplerine
sokuyorken yakınına ilerledi kuzeninin.

''Vante, evin küçük kırlangıcını, bir baskına kalkıştığı saatlerde, kapınızın önünde yakaladık. Viole, tescilli
bir uyurgezerdir, yolu sizin odanıza düşmüş. Son anda tutuverdim kollarından, aman! Müsâade almadan
bölecekti uykunuzu. Sahi, uyuyor muydunuz ki?'' Taehyung'un durgun gözleri ışıldadı, bana çevirdi
bakışlarını, nereye kaçacağımı şaşırdım. Yemek masasında, dizlerime oturttuğum kız çocuğu, ufak ellerini
çenesinin altında birleştirmiş, öylece günahkârı seyrediyordu. Odağı üzerime düştüğünde, Viole de
merakla başını yükseltti. Gülümsemesi büyümüştü.

''Bir adak ada Tanrına, felâketin eşiğinden dönmüşüz,'' Orenda'nın dozunu ayarlayamadığı kahkahası
kulaklarıma iliştiğinde, artık utancım ve arsız itirafların ardında kalan gerçekler, omuzlarıma yük oldu.
Küçük hanımefendiyi nasıl kavradım kollarının altından, nasıl indirdim de, acelemi ve evhamımı belli
etmeden, ufak adımlarla merdiveni tırmandım, aklım almadı. Arsız, ne arsız bir adam bu! Gülmeden de
edemiyordum koridorun ucunda, alnımı kapı pervazına dayadım, tenim yanıyordu. Edebim çatlayarak
ayaklarım dibine düştü, odamıza girdiğimde, hâlâ anlamsız bir tebessümle dolanıyordum etrafta. Felâket
diyordu bir de, utanmaz! Oysa ne güzel tutunuyordu belime ince ince, ne güzel fısıldıyordu kulağıma
adımı, her haz dalgası titrettiğinde bacaklarını, ne güzel ait kılıyordu vücudumu kendisine... Böylesi bir
felâket, ancak onun kollarında yaşanırdı. Hiçbir zarar ziyan olmadan, yıkık dökük bırakmadan ardında,
şehvetiyle bağırtıyordu ölü duvarları.

Birkaç saat içerisinde, evdeki durgun ve alışıldık hava, yerini evhamlı bir koşuşturmaya bıraktı. Aşağı
kattan gelen seslerle, ahşap merdivenleri merakıma ortak ede ede indim. Kaygı gütdülmez bir
manzaraydı karşılaştığım. Orenda, sevgili karısını kolları arasına sarmakla kalmamış, yüzünün ulaşabildiği
ve coşkusunu paylaşmak niyetiyle uzanabildiği her yerine ıslak buselerini konduruyordu. Çehresini ele
geçirmiş neşe, hiçbir huysuzluğa bulandırmadan yaşattığı huzur görülmeye değerdi. İnsanı, gayriihtiyarı
bir tebessüme sürüklüyordu. Dakikalar henüz yığılıyordu, ağzından dökülen cümlelerle beraber
anlayabilmiştim bu ansızın dolu dizgin taşan mutluluğunu. Sevgili Elsha, henüz eline ulaşan telgrafta
okuduğuna ve hekimin söylediğine göre, ikinci çocuğuna gebeydi. Küçük Viole koşuşturuyordu evin
içerisinde, "Kırlangıçlara lâyık bir bebektir bu gelen!" diye bağırıyordu hevesle. Bir ara, özenle çizerek
üzerinde dönüp durduğu daire dışına çıkarak boynuma atılmıştı. Minik parmakları saçlarımın arasına
uzandı, gülüşündeki kısık nefes ensemi huylandırıyordu. Karşılık verdim kızıma, yanaklarımdan öperek
geriye çekildi. Yüzüme bakıyordu öylece, taze heyecanı burkuldu, gözlerini yumarak devam etti. "İkinci
kez baba oluyorsunuz efendim," Saçlarından öptüm onu, nasıl oluyorduysa, bir şekilde en derinime, en
derinime atılmış yaralara, içi taşla doldurulmuş acı dolu çukurlarıma ulaşıyordu. Dizlerimden kalktı ve
ailesinin yanına katıldı. O esnada, Taehyung da kapı eşiğindeydi. İçeri girdi, gözleri beni buldu. Uzaktan
uzaktan öpüştü benimle, baktığı yerlerim karıncalanıyordu. Önüme döndüm, sevgili kuzenini ve biricik
kadınını tebrik etti, samimiyetle yüzüne oturan huzur, payidar olsun istedim onda. Oysa arzularım çoğu
zaman değer görmezdi. Aldırmadım aklımın geçmişi aralayan perdelerine, sırt çevirdim. Bir zaman sonra
ise, Pertugol ailesini, aldıkları haberi iç içe kutlayabilmeleri adına yalnız bırakıp, odamıza çekilmiştik.

Uykusuzdum, sessizdi Taehyung. Yatağa uzandı, kucağına çekti beni, bacaklarım iki yanına doğru ayrıldı.
Parmakları parmaklarıma dolandı, yüzümü ezberine kazır gibiydi. Çoktan benimsediğim, aitleştiğim bir
evin, yenilenen ziyaretini yapıyordum sanki. Her uzvumda zamanla yarıştı, gözlerimi gidip gelerek değil,
tek tek seyrederek çizdi soyutlanmış tuvaline. Bakışlarım, hemen yatağın başında asılı olan tabloya kaydı.
İçimde bir gemi devrildi okyanusa, konuşsun, kelimeleriyle can simidi olsun istedim çırpınan insanlarıma,
lâkin sessizliğinde bir inattı tutturduğu. O sustukça daha da dibe gömülüyor, ciğerlerime dolan suyun
acımasız hırçınlığıyla, bir balinanın aralanan ağzına doğru sürükleniyordum. Öyle bir korkuydu ki şimdi
dört bir yanımı saran, eğilip boylu boyunca devrildim günahkârın üzerine. Patlamasına saniyeler kalan bir
denizaltı mayınının, boğuk süzülüşleri gibi sürtündü başım göğsüne. Parmakları saçlarıma dolandı,
gecenin şehvetinden payını alan koyu tellerim, temasıyla beraber boyun eğdi. Sevdi, okşadı, kokladı...
Hatta öyle ki, hissettiğime bakacak olursam, tek tek kavrıyordu telleri, her birine, birkaç saat içerisinde
aksatmadan dokunabileceğini sanıyordu. Sonraları anladım, saçlarım dakikalardı, yelkovan ve akrebin
veda koşuşturmasıydı, saçlarımı yolmak, saçlarımı derimden söküp, ateşlere atmak istemiştim.
Göğsünden öptüm, gömleğinin düğmelerini araladım da öptüm tenini. Bir saatti geçen, ardından ikinciye
gebeydik. Dışarıdan gelen takırtılar, önceleri bir hayalden kopma, gerçekdışı sesler gibiydi. Kalsaydı ya
öyle, nasıl kalmamıştı? Böylesine düşman kesilmişti vatanım da, toprağım da. Manastırın duvarları geldi
gözlerim önüne, koridordan gelen her adımda, eskitilmiş tarih kokan taşlar başıma yığıldı. Orenda araladı
kapıyı, eşiğinden dönülemez bir felâketin asıl kurbanlarıydık şimdi.

''Vante,'' Gözlerinde baş kaldıran bir telaş vardı, fark edilmemek, hissedilmemek adına geri çekiliyorlardı
içine içine. Ancak mümkün değildi görmemek, bir yokuşu defalarca koşarak çıkmışçasına yükselip
alçalıyordu göğsü. Utanırdım, sakınırdım insanın gözünden; günahımla baş başa, mâbedimde bir
yatakta... Duramazdım kaçınmadan. Lâkin öyle bir tesir etmişti ki korkum, kollarımı çekemedim
Taehyung'un omuzlarından. Başımı boynuna gömdüm, elleri kollarıma tutundu, titriyordu. Müsâade
etmemdi arzusu, izin vermedim. ''Hayır,'' diye fısıldadım göz yaşlarım arasından, ''Yalvarıyorum size,
inmeyin o merdivenleri,'' Orenda içeriye adımladı, günahkâr, ettiğim sözleri işitmez oldu. Zor bela çekti
beni üzerinden, alnımdan öptü uzun uzadıya. ''Yürüyeceğim yollara engebe oluyor hüznün, ister misin
burkulsun ayağım?'' Reddettim böylesini, hızlıca, defalarca salladım başımı. Kırgındı gülüşü, ayağa kalktı,
kuzenine değdi omuzları, hiç eğmeden başını indi merdivenleri. Peşindeydik, sızlıyordu eklemlerim,
tutunmasam duvara, yerle bir olacaktım. Törpülenen bir taşın ufalmış parçaları gibi sağa sola
uçuşacaktım, gücüm tükenmiş değildi; gücüm yoktu. Varlığımdan koparıp alındığını, her adımımda, etim
iki ucu demirden bir alete kıstırılıp çekiliyormuş gibi hissettiğimde anladım. Ölü bir bebeği doğuruyordu
rahimsiz bedenim.

Kapı önünde zırhlı bir araç duruyordu. Üç adam, koyu yeşil kıyafetleriyle, hükmün alındığı yerden gelen
gururları sebebiyle dik tuttukları başlarıyla, kısık bakışlarıyla, ne için burada olduklarını haber
veriyorlardı. Önde duranın omuzlarında, tilki postundan yapılma bir kürk örtülüydü. Dudaklarının
kavradığı yanan purosunu, toz toprağa bulanmış kemikli parmakları arasına aldı. Viole'yi sıkıca sarmıştı
Elsha, kapı girişinden öte geçemediler. Küçük kızımın bakışları, ilk kez tanıklık edeceği bir gerçekliğin
korkusuyla titriyordu. Ona bakmaya el vermedi içim, Taehyung'un birkaç adım ardında, ses etmeden
dikiliyordum.

''Kim Taehyung, öyle değil mi?'' Âşığım onayladı askeri, onun onayıyla beraber, adam cebine sıkıştırdığı
buruşmuş, bir parşömenden daha diri ve kalın yapıdaki kâğıdı çıkardı. ''12 Aralık'ta, ahlâksızlık yapmış
olduğunuz gerekçesiyle yargı önüne çıkarılacaksınız. Bir duruşma gerçekleşecek, sonucuna göre ise
akıbetinize karar verilecek. O güne dek, hükümetin emridir, sınırın bir kilometre ötesinde kalan askeri
şubede, tutuklu olarak bekletileceksiniz. Yazılı belge elimizde, kanuna aykırı hiçbir durum söz konusu
değil. Mümkünse durumu zora koşmadan, hiçbir aksamaya sebebiyet vermeden araca binin.''

Nefesiydi insanı asıl ayakta tutan, nasıl oluyordu da, hiçbir taze soluk akmıyorken ciğerlerime, hâlâ
kemiklerimin arka çıkmasıyla dikiliyordum öylece? Kirpiklerime sıçramıştı akmayan yaşlarımın öfkesi,
kendimi sıkıyordum, en ufak bir açık verişim, tüm kaçışlarımın nihayetinde sığındığım yuvayı ellerimden
alacak olan bu adamlar karşısında, beni bir şüpheliye düşürecekti. Ne zordu, ne zordu! Düşmek, toprağa
gömülmek, içimde süregelen depremlerin uğrattığı yıkımlar altında ezile ezile can vermek istedim.
Ellerim titriyordu, kazağımın eteklerine sarıldım sıkı sıkıya. Geçmedi, dindiremedim. Rüzgâra yalvaracak,
karşısında diz çökecek hâle geldim, 'Ne olur es, es de kokusunu getir sevdiğim adamın,' Rüzgâr düşmandı
sesime, işitecek olsa mevsimi unutur, çekip giderdi toprağımdan. Ses çıkaramadım, Orenda birkaç adım
attı askere doğru. Ellerini, hiçbir korkuya yataklık yapmayacak özgüveniyle bağladı kalçalarının üzerinde.

''Efendiler, yangından mal kaçırır gibi dayandınız kapıma. Usulü vardır böylesinin de, zaman tanınır
yargılanacak olana. Hükümetin emrine karşı çıkacak hâlimiz yoktur elbet, lâkin müsâade edin, sevgili
kuzenim kısa sürecek de olsa vedasını etsin bizlere. Bu kadarına da saygı duyacaksınızdır umudundayım,
yanılıyor muyum?'' Asker, dudağında sonunu getirdiği sigarayı, tükürür gibi yere fırlattı. Sahte bir
tebessümdü yüzüne yayılan, iki elini öne uzattı, müsâade sizin der gibiydi, dalgaya alıyordu sevgiyi.
Körelmiş bir kalbin, en has görüntüsüydü bu. Kemiklerimi kıracaktım neredeyse, öyle kastım bacaklarımı,
ağlamamak adına, kanlı canlı içimde yol niyetine yardığım boşluğa akıyordu göz yaşlarım.

Taehyung, bana değmeden bakışları, kuzenini kucakladı. Sıkıca sarıldı Orenda'ya, sırtını ovaladı
sükûnetine destek çıkarcasına. Kapı eşiğinden koşarak gelen Viole'yi kavradı kolları, küçük kızımızı
kucağına aldı, saçlarını, kaşlarını, çenesini öptü... ''Sen, tüm dünyanın özgürlüğüsün,'' diye fısıldadı
kırlangıçların efendisine. Elsha'nın elinin üzerine, tıpkı ilk geldiği zaman yaptığı gibi, mütevazı bir buse
kondurdu. Minnet doluydu bakışları. Bakışları beni bulmaz oldu. Öylece evi seyretti bir süre, kaşları
çatıldı, güzel çehresi, onurundan koparcasına akıttı göz yaşlarını. Dayanamadım, boynuna dolandı
ellerim, tenime değen ıslaklıkla, içimde bir denizi ayaklandıran tuzlu yaşlar, akıp dudaklarım arasına
yerleşti. Tanrıma sesleniyordum içimden, böylesine merhametten bihaber mi cezalandıracaktı beni?
Sanıyordum ki kusacağı her öfke, yalnızca beni bulacaktı. Lâkin hayır, böylesi ölmelerin her hâlinden de
beterdi. Tüm kemiklerimi kırsalar canım yerindeyken, akıtsalar kanımı son damlasına dek, yarsalar etimi
acımadan, sökseler tırnaklarımı... Acır mıydım bu kadar? Kokusu doldu burnuma, evin dışına attığım o
adımdan beri, çektiğim ilk nefesti günahımdan kopan. Parmakları ensemi buldu, şimdi tümüyle
kavrıyordu saçlarımı, ne de olsa zaman kopup gitmişti her bir telimden. Avuçlarındaydı.

Kulağıma değdi kuru dudakları, kasıklarımın aşağısında duran çölümün ortadan ikiye yarıldığını hissettim.
Bir zelzeleydi taşıdığım, toprağım parçalanıyordu, ilk defa susuz kalışları tak etmişti canlarına.
''Jeongguk... Canımın en güzel parçası,'' diye fısıldadı boynuma doğru, ''Kokunu sakla benim için,
tadamadığım her günün akşamında, çocukluğuma yatak olan çölünde biriktir. Döneceğim elbet, dönecek
günahkârın. Varacağım eşsiz tadın tahayyülü, ardına hapsedildiğim her parmaklığı eritip, ayak ucuma
akıtacak. Hürüm, hür kalacağım. Aklımda sen varken, esir düşmek hadsizliktir gözümde,''

Sıcacıktı boynu, soludum teninden, varlığına hasret kalacağım her ânın, yatıştıracak birkaç saniyelik
tutamını. Sesim çıkmaz sanıyordum dudaklarım kıpırdadığı vakit, öyle güçsüz ulaştı kelimelerim âşığımın
kulaklarına. ''Kıyamet kopacak olsa direnirim Tanrıma, yeter ki dönün bana, yeter ki dönün, ne olur
dönün... Ne olur... Ne olur, Taehyung, ne olur dön bana,'' Elleri koparıldı benden, öne atılacak
olduğumda, Orenda kavradı kollarımı. Hıçkırıklarımın ağız içimde gezindiğini hisseder gibi göğsüne
bastırdı başımı, tırnaklarımdı etine geçirdiğim, öyle bir adamdı ki Orenda, tenini yardığımı keskin
dokularım arasında ezilen parçalarla hissedişime karşın, ufak bir sızlanış dahi dökülmedi dudaklarından.
Zincirlerin sesi ilişti önce, gözlerim reddediyordu böylesini görmeyi. Günahımın bileklerine kelepçe
geçirdiler, boynuma dolanmıştı demir. Bir elim yakamı buldu, kıyafetimi yırtacaktım, sarıldığım bir kumaş
parçası değildi de, bir dağın eteğinden sökülen cüsseli bir kayaydı sanki. Soluklarım art arda kesiliyorken,
Taehyung'un gözlerime değen bakışlarındaki çaresizlik, hiç yoktan ölen yavrusunun cansız bedenine
sarılan anneler gibi tutundu kirpiklerime. Orenda bir kez daha beni göğsüne çekti, düşecek gibi
olduğumda koltuk altlarımdan kavradı. Zırhlı araca bindirdiler günahkârı, arabanın arka camının tozu,
dönüp dolaşıp ağzımdan içeri süzüldü. İşittiğim zehir kokan motorun sesiyle beraber, daha da dayanmak
mümkün değildi, dizlerim üzerine devrildim. Devrildi bir genç, vatanı koparmıştı evini ellerinden. Araç yol
alıyorken, boğazımdan bir çığlık döküldü bıraktığı izleri yalayıp geçen. Gırtlak boğumlarımda ucu sivrilmiş
bıçaklar... Öne doğru bükülen belimle beraber, ıslak toprağa gömülü parmaklarım kasıldı. Bir çığlık daha.
Sonra bir diğeri. Viole tutundu boynuma, çığlığıma bir küçük çocuğun cılız bağırışları eşlik etti. Yükselen
her sesimle, içimden koptuğuna inanamadığım devasa acımı paylaştı küçük kız. Benimle ağladı. Araba
gözden kayboldu, toprak parmaklarımı yuttu, ben içimin düğümleri sökülene, sökülen düğümler elimi
ayağımı hareketsiz kılana dek, koparıldığım günahıma ağladım.
29.bölüm
"Duymazlıktan geldiniz bütün öğütlerimi,

Uyarılarımı duymak istemediniz.

Bu yüzden ben de felâketinize sevineceğim.

Belaya uğradığınızda, bela üzerinize bir fırtına gibi geldiğinde,

Bir kasırga gibi geldiğinde felâketiniz,

Sıkıntıya, kaygıya düştüğünüzde,

Sizinle alay edeceğim."

Süleyman'ın Özdeyişleri, 1:26-27

29.BÖLÜM

-HASRET-

İnsan doğasının özü, uç noktalarda yaşanan belirli duygular esnasında ve sonrasında, bedeli son raddede
ödenebilecek olan, geri dönüşünün nadiren görülebildiği bir dönemece giriyordu. Uçsuz bucaksız bir
nefret, öfke, açlık, hasetlik, aşk... Aşk. Uçsuz bucaksız bir aşk. Düz bir çizgi çekilecekti, ötekilerden daha
derin olsa dahi, dümdüz bir çizgi. Batsan, ne kadar gömülebilirsin sorusunu getiriyor insanın kaçmayı,
kendine saklanmayı seven aklına. Nihayetinde kendine özgü bir eğimi olmayan, içsel kavgaların ve önünü
alamadığın duygularının el birliğiyle çektiği, zararı dokunmaz yanılgısına düştüğün bir düzlüktü bu çizgi.
Zaman, ademoğlunun hesaba katmadığı en ölümcül dostudur diyordu başrahip. Zaman, o çizgiyi büyütüp
besliyor, gözüne hiç görünen derinliği yardıkça yarıyor, sınırlarını genişleterek dünyaya hükmedecek güce
sahip bir hâl veriyordu. Koca yeryüzü, senin sanıyordun. Bilinmezlikleri ve keşfedilmiş her toprağıyla.
Günahkârın gözleri, onun ayak bastığı ülkeleri, aciz; en kutsal bildiği, İncil'i taşımak, tutmak olan ellerimin
altına seriyordu. Ulaşamadığım dip köşe kalmıyordu. Okuduğu, benimse bihaber kaldığım tüm kitapların
yazarıymışçasına hâkim oluyordum cümlelere. Taehyung'un dokunuşu, insana merhamet etmekten
kaçınmayan, şefkati dağların karlı başını okşayan, alçakgönüllülüğü kıtlığın bükülmez belini kıran bir
hükümdâr ediyordu beni. Taehyung... Yasağım. Elime, gözüme, aklıma, benliğime yasak olan âşığım.
Şimdilerde, parmaklıkların ardında, karanlığa güç yetirmeye çalışan biricik günahım. Saçlarının esintisi
vardı avuçlarımda, avuçlarım baygın birer ihtiyardı.

Gençliğimin doyumsuz yanları, yatırıldıkları uykudan bir süreliğine çekilip alınmışlardı. Ömrümün tüm
gündüzlerine kalabalık uyanmışım gibi, yalnızlığa gözlerimi araladığım her günün başlangıcı ızdırap
oluyordu. Nasılından habersizdim; vakit sabahı getirdiğinde ve gece boyunca kırk dakikadan fazlasını
alamadığım uykum, bilincimden bağımsız hâlde geriye çekilip, beni aslıma, mutlak gerçeğime
sürüklediğinde, gözlerim yaşlı, bir örümcek bacağından daha da ince olan göz damarlarım ağrılı, ruhum
ise bir kaya altında ezilen karıncalar misâli harabe uyanıyordum. Bir sergi açılışında, tablo ve insanlar
arasına kısıtlı süre için çekilmiş o ince kırmızı şeritler gibi, dizlerim üzerinde, yatak başlığına asılmış olan
tuvali seyrediyordum. Aksamıyordu, gayriihtiyari alınan her nefes kadar gerekli ve yaşamla bağı; toprağın
suya karşı muhtaçlığı kadar güçlü olan bir ihtiyaçtı bu. Her sabah... Her sabah. Hasretten yataklara
düşecek hâle geldiğim, tümüyle, köhne sokaklarda açlığa mahkum edilmiş biçare hayvanlardan farksız;
bedenine, el işçiliğinin kendine has özenişiyle dokunmuş ruhuna, beni, keşfine cesaret edilemeyen bir
toprak parçasından yeniden doğuran koyu gözlerine duyduğum özlem sebebiyle deliye dönüyordum.
Vücut ısımla bir olmuş yatağımızda, her daim sırt üstü uzandığı kısmın çarşafını seviyordum
parmaklarımla. Öyle acı, öyle aşağılayıcı bir vaziyetti bu; insan, yatağımız diye sevdiği bir düzeneğin
üzerinde, bir başına nasıl olurdu da keyfine köle uyuklardı? İki insana aitti, iki erkeğe, iki günah
düşkününe. Ben, böylesi bir toyluk ve korkaklıkla, nasıl olurdu da yalnız başıma uyur, bedenime sahip
olduğu gecelerin izini, suyun kumsaldaki insan kalıntılarını acımadan temizleyişi gibi siler ve
kabullenirdim olanı biteni? Mümkünâtı yoktu, kendimi, çaresizlikle teselli ediyordum. Günahkârından
doğma bir acıyı da sevecek kadar coşkunsun içinde, bekleyecek, ardından pâyidar kalacak bir
kavuşmanın kollarında bir olacaksın âşığınla. Bekle, Jeongguk. Sabret, küçüğüm.

Ah, ah! Oluyor muydu hiç? Ölüyordum. Ölmenin dahi haddi değildi böylesine bir acıyı sırtlanmak.
Beterdi, düşünüyordum; yeryüzü, yaşadığım gibi bir sarsılmanın ve harap olmanın eşine benzerine
rastlamış mıydı hiç? Acizliğim omurgamı kırıyordu. Dizlerim üzerinde katıla katıla ağlıyor, yerlere
devriliyor, içimi çeke çeke, onu taklit etme çabası içerisinde, işaret parmağımın ucunu öpüyordum. Bu
yetersizlik canıma tak ediyordu, daha da bir ağlıyor, kaburgalarımın ardına gizlenmiş kutlu organlarımı
ince ince deşiyordum. Bir ressamın hayal gücünden, Tanrı tarafından bahşedilmiş yeteneği vasıtasıyla
renklerine ve parmaklarına döşenen kabiliyetiyle dökülen çehresine kul, köleydim şimdi. Dokunmak
arzusuyla kıpırdayan ellerim sızlıyordu, onu; kanı ve canıyla, gerçekliği tenimin altında hissedebileceğim
öz dokusuyla, etiyle tadamayacak olmanın eziyeti soluğumu kesiyordu. Düz bir zeminde, duyduğum aşk
bir tuvaleymiş, bir kâğıt parçasınaymış gibi asıl varlığından uzakta bırakılmak ve bunun daimi tekrar eden
bilinci, barbarlar tarafından ömrünü feda ettiği toprakları ateşe verilen, gençliği yıllar önce çürümüş bir
ihtiyarın yaşadığı ziyan edilme hissiyatını seriyordu ruhuma. Yok, yok... Hayır, böylesi de çiğ kalıyordu. Ne
yapılmalıydı? Gözlerimi açıp da bakamıyordum Tanrıma. Dilim lâl olmuş kadar tutsak, işlevsizdi.
Edeceğim günah kokan bir duanın acısı, dönüp dolaşır da âşığımın ayağına, soluğuna, boynuna takılır
endişesinden yakarışlarım içimde törpüleniyordu.

İnsanî gereksinimlerimden yoksundum. Sevgili Orenda, kuzeni Vante alındığından beri, dört gündür, özen
ve sükûnetle yanıma ilişiyor, birkaç lokmayla bastırmam gereken açlığımdan dolayı, kırıcılıktan
tamamıyla uzak samimi serzenişlerde bulunuyordu. Kendi endişesi yetmediği vakitlerde ise, küçük hanım
Viole'yi gönderiyordu yanıma. Kız çocuğu, yanımda yöremde ses etmeden geziniyor, an geliyor yakınıma
oturuyor, endişeyle yüzümü seviyordu. Öyle bitap, öyle mahcup, lâkin bir yandan da öyle suzudum ki; bu
minik ve sevdiğim adamınkine benzemeyen parmakları, gözlerimi yumuyor, Taehyung'un dokunuşuymuş
gibi tahayyül ediyordum. Ağlaya ağlaya aralıyordum göz kapaklarımı sonrasında, Viole korkuyor,
boynuma atlayarak eşlik ediyordu tarifi mümkün olmayan acıma. Cıvıl cıvıl bir kırlangıç olan bu çocuk,
eskisi gibi şakımıyordu artık. O günden beridir, tek kelâm etmemişti kederli Jeongguk'a. Ta ki bir sabaha
dek, bir sabah... Ah, nasıl da kutlu, nasıl da eşi benzeri olmayan bir sabahtı o!
Kırlangıçların efendisi, aynı sessizliği ve dingin adımlarıyla girmişti odama. O sıralar, büyük bir dikkat ve
özveriyle, duvara asılmış olan iki erkeğin aşkına adalı tabloyu seyrediyordum. Açlık, uykusuzluk ve ruhsal
çöküşüm sebebiyle, bir ölüden de daha ölü, daha noksandım. Dilim damağım kuru, nefeslerim ağır,
kemiklerim ağrılıydı. Bir rüzgâr esse, bir yel değse bedenime, havada süzülen değersiz bir toz zerresi gibi
uçar giderdim. Öylesi bir tükenmişlik içerisindeyken, küçük kızımın narin sesi kulaklarıma ulaştı. Senelerdi
bu çağırışa, bu nezakete olan mesafelerim sanki, bir an afallayarak yabancıladım Viole'yi. Kısa sürdü,
gözlerime değdi çocuk, gözleri parıldıyordu inceden. Yatağa tırmandı, dizleri üzerinde oturdu yanı
başıma.

''Bilir misiniz, oldum olası sevmem sessizliği. Babam, insanın eylemleriyle var olduğunu söyler. Eylemlerin
en kalıcısı ise, konuşmaktır ona göre. Ailenin geveze, kelimeleri tükenmek bilmeyen iki üyesiyiz. Küçük,
henüz yetişkin bir insanın düşünsel kapasitesine ulaşamamış aklım, neticeyi kavradı yine de. Babam ve
ben, var olmaktan öte bir yaşamak ve buna duyulan arzuyu büyütmekten öte bir gerçeklik göremiyoruz.
Böylelerinin en hakkaniyetli korkusudur ölüm. Lâkin efendim, siz... Siz hangi cüretle cesaret eder oldunuz
ölümden çekinmeye, ayrılığa yenik düşmeye? Sizin âşığınız vuslat bilir bir adamdır, dönecektir elbet. Ah,
şu çocukluğum! Ne laflar var dilimde, dökmekten utanıyorum. Bakınız, o adamın gözleri, sürgüne
gönderildiği topraklar kuraksa yeşertir, gök kuruysa yağdırır yağmurları, insan cimriyse gönlünü bolundan
açar, açtırır, parmaklıksa ardına hapsolduğu, eritir demiri. Bu sebepsiz de değildir, efendim, hiç mi
görmediniz? Baktınız, bilirim. Lâkin, görmediniz mi? Duyduğu aşk, silik bir duygudan öte, yeryüzünden
başka, evrenin karanlığına sinmiş olan nice gezegeni, kâinatı, mösyö, kâinatı dize getirir. Öyle bakıyor
size, çocukluğum devriliyor bunun gerçekliğiyle.''

Viole sustuğu vakit, direncim kırıldı ve sarsılarak ağlamaya başladım. Çelimsiz dizlerine dayadım, su
yutmuş ve ağırlaşmış bir kumaştan farksız olan başımı. Yatağın çarşafı, örtüsü, avuçlarım arasında ezildi
durdu. Parmak eklemlerimde tarifsiz bir sızı, tutturduğu yoldan şaşmadan zihnime dek süzüldü.
Hıçkırıyor, küçük bir çocuğun karşısında ufalıyor, ondan medet umuyordum. Günahkârın eksikliği, elleri
kolları olmayan bir adamdan farksız kılmıştı beni. Baktığım her yerde bir iz, bir yanılsama, bir hayal... Bir
dal, Tanrım, ufacık bir dal! Saniyeler sonra kırılacak dahi olsa mecburum, tutsağım! Bir dal... Uzat, görür
gibi olayım, karşımda bana, küçük çocuğuna bakıyormuş da, gözleri, muhtaç olduğu dinginliğe
ulaşmışçasına göreyim onu. Saniyeler... Tanrım, birkaç saniye için, ömrüm boyu köle kesilir, başımı eğer,
denileni yapacak kadar eğitilmiş bir it gibi önünde, emrine amade olmak adına vakit kollarım. Ah,
delirecektim! Delirecektim hasretiyle! Merhamet dileniyordum içimin iflah olmaz sesleriyle, öyle kısık,
öyle bitap düşmüşlerdi ki, kendi ulaşamadığımı ve duyamadığımı, çığlık çığlığa dile getirmişim gibi
işitebilen Tanrımdan şüphe duyacak hâldeydim. Kıvranıyordum utancımın boğazına çullanmış açlığımın
hırsıyla, özlemim bir nefes olacak olsa ve esse yeryüzüne, kuruturdu toprağı. Çölümü çatlatırdı. Sonu
olurdu.

''Görmediğim, göremediğim her ân için lanet olsun bana, Viole. Ne aşağılık, ne yoksun, ne ahmak bir
genç adamım! Korkularımın ördüğü hayali ıstırap dolu alevler bir hiç şimdi yandıklarımın yanında. Etime
dokunacak olsan, güzel saçlarına sıçrar ateş. Yakarım seni de, öyle bir ızdırap içerisindeyim ki... Lanet
olsun bana, gözlerinden köşe bucak kaçtığım, edebime, dinime ve kutsalıma olan saygım sebebiyle, arzu
dolu olmama rağmen kendimi onun dokunuşundan esirgediğim her ân için lanet olsun,''
Yanaklarımı, uysal bir derenin, rüzgâra kapılıp esişindeki coşkusuyla ıslatan göz yaşlarımı siliyordu çocuk.
Uzandı, alnımdan öptü. Aciziyetle titredim, daha bir sarıldım dizlerine. Soğuk tutmuş parmakları
saçlarıma dadandı, zerafeti ellerini mesken edinmişti, okşadı başımı. Bir sakinlik, bir durgunluk vardı
küçüğün hareketlerinde. Göz yaşlarımın el verdiği kadarıyla yüzüne baktım, bir kız çocuğuna nazaran, çok
daha yüklü mânâları sırtlamış tebessümü, içinde kavruldukça ezilip büküldüğüm kıyametimden söktü
beni bir anlığına. Doğruldum, elleri yüzüme indi, yanaklarımı kavradı. Nemli kirpiklerinin ardından baktı
bana, seyrek kaşları yükselmişti.

''Orenda Pertugol yolladı beni buraya, mösyö. Sevgili babam, kudreti bol bir adamdır. Didindi; âşığınızın
kokusu, noksan kalan yanlarınıza essin de, kurutsun gözlerinizde durmadan çağlayan akarsuları istedi.
Rica ediyorum, toparlanın. Giyinin güzelce, Fransız kokularından; kırmızı karanfillerin öğütülerek çıkarılan
esanslarından sürün beyaz teninize. Gün, kısa süreliğine de olsa hasretinize prangalar vurma günüdür.
Onun yanına gideceksiniz, bir saate gelecek fayton, sevgili Vante, ziyaretten habersiz. Tahayyülü dahi kim
bilir, nasıl da cana getiriyordur kendi ellerinizle ölümüne sebep olduğunuz çocukluğunuzu. Ne güzel bir
adamsınız oysa, yaşamak kim tarafından böylesine hak edilmiştir? Lütfen, kalkın. Saçlarınızı bizzat
taramak isterim. Kavuşun âşığınıza, bir saat de sürecek olsa, avuçlarından çalın, dört günde kaybettiğiniz
ömrünüzü,''

Titreyen ellerime indi bakışlarım, öyle mahvetmişti ki beni bu kelâmlar, hayretler içerisinde avuçlarımı
seyrediyordum, sanıyordum ki evren, Tanrı'nın çizdiği kader uzantılarımda gizlenmişti. Öyle bir kudret,
öyle bir güçtü ki onu görecek olmanın verdiği haz, tatmin; hasretimin kısa sürecek de olsa boyun eğmesi,
kendi çürük kokan yuvasına çekilerek, sessiz sedasız, gözler arasında var olan, kesilmesi nâmümkün bağı
seyredecek olması, İsa Mesih'in bütünüyle benliğinde saklanan kâinatın ulaşılmaz gerçeklerini, insan aklı
ve bilinciyle kavranılmaz gizemlerini, bir hiç olarak nitelendirdiğim vücudumda, çelimsiz bir uzantı olan
ellerimin arasında görebileceğim sanıyordum. Görmüştüm de, ah, nasıl da gülüyordum göz yaşlarım
arasından! Eğildim, küçük hanımı kucakladım tüm sevincimle, bir kırlangıcın başını öper nâziklikle
saçlarına buseler kondurdum. Kıkırdıyor, eski zamanlardaki gibi neşeyle cıvıldıyordu.

Günlerdir, öldüğü sanılan, lâkin mezarı içerisinde kıpırdayıp duran bir genç adam edâsıyla süründüğüm
bu odadan, heyecan içerisinde çıkacak gücü kendimde bulabileceğime dair inancım yoktu. Oysa şimdi
dövüyordum parkeleri, bir o yana bir bu yana koşuşturuyordum. Günahkârın giysileriydi vücudumu
örten, yer yer kirlenmiş, görüntüyü bulanık gösteren dik aynanın karşısında harcadığım zamanların hepsi,
onun bana değecek gözlerinin provasıydı aklımda. Nasıl bakacaktı? Yahut, nasıl kokumu çekecekti içine,
neremden içecekti tenimin özünü? Boynumdaydı Viole'nin, ince ince sürdüğü esansın izleri.
Ayıklayabilecek miydi kendi has esintimi, insan yapımı olandan? Yapardı elbet, Jeon Jeongguk bir
yabancıydı karşımda çoğu zaman. Kendi toprağımın dışında yaşam süren, günler öldüren ve bir arayış
yahut bir kayboluş eşliğinde dünyayı, kendisiyle beraber keşfeden herhangi bir ademoğlundan farkı
yoktu. Lâkin Taehyung ise gören göz, dokunan el, öpen dudak; tek bir insana dahi düşmezdi söz, bilinir ve
bilinmez olan tüm yanlarım onun göğsünde, kimselerin uzanamadığı kızıl organında saklıydı. Yetmiyordu
da, taşırıyordu beni aslımdan coşkun sevgisiyle, parmaklarına dağılıyor, saçlarından tutunuyordum
ona. Ait olmak, bir adamın aşkından kör olana dek, ancak ve ancak yüce Tanrıma aitti. Şimdiyse...
Şimdiyse geçmiyordu laf mantığıma. Nasıl da onundum, nasıl da sahipti Jeongguk'a, nasıl da
ellerindeyken, bir yandan da hiç olmadığım kadar kendimdeydim... Armağanımdı. Günahkâr, getirisi olan
ateşlerin arasında, tenimi yakan, lâkin kavuşmanın ardından, bütünüyle beni yenileyen bir hediyeydi.

Saygıdeğer bulduğum, insanlığından ötürü gözümde yüceliği ulaşılmaza denk olan sevgili Orenda, kapı
önünde bekliyordu beni. Faytona binmeden evvel, dizlerim üzerinde çöktüm ve kız çocuğunu öptüm
alnından. Boynumda asılı olan kolyeye dokundu Viole, pürüzlü sesinden, dokunaklılığı eksilmeyen
cümlelerinden birkaçı serpiliverdi. ''Bir odun parçasına döktüğünüz aşkınız... Kaç buse dizili kim bilir
ipine? Yolunuz açık olsun, gülümseyerek girin kapıdan, ne olur. Bekliyor olacağım,'' Anneciğinin,
kendisine uzanmış ellerine tutunana dek geriledi. Ayrılmadı gözleri benden, faytona binene dek. Bir
çocuk aklından ziyâdesiyle üstün, gerçekçi olamayacak kadar olgun ve bilge bir ufaklıktı. Bazısı, öyle an
geliyordu ki, tutunmak adına dizlerim üzerinde bir dal için yalvardığım Tanrımın gizliden sunduğu gücün,
gözlerim önünde merhamet eden bu kız çocuğunun asıl sebebini, anlam veremediğim kuvvetli içsel
bağımızın, aslında sırtımı dayamam gereken yüce ve metanetli bir dağ olduğunu düşünüyordum. Öyle ya,
inkâr edemezdim de. Alamadığım uyku, yemediğim lokmalardı Viole'nin masumiyeti. Ölüyorken insana
uzatılan bir bardak suydu sesi.

Yol boyunca, Orenda'nın, sürücüyle girdiği siyasi muhabbetlerden bağımsız, kendi heyecanımın tutsağı
olmuş hâlde, geçtiğimiz suskun sokakları, kış mevsiminin örttüğü, insanı ev sıcaklığına sürükleyen soğuk
esintili caddeleri, dükkânlarına hapsolmuş esnafların, kapılardan uzanan kuşkulu ve kısık bakışlarını
seyrettim. Fısıltılarıma akseden heyecanım, çenesi çözülmüş iblislerime fırsat tanıdı. Yüzlerce cümlenin,
aynı istikamet üzerinde ilerleyen birbirine geçmiş atlar gibi acıyla çarpıştığını, hasar alarak aklımın orta
yerinde yerlere düştüğünü hisseder gibiydim. Kulak vermiyor, bahsi geçen durumları işitmez gibi, keyif ve
hasretimin coşkusuyla günahımın çehresini getiriyordum gözlerimin önüne. Ne zaman belirse bütün
hatları ve keskinliğiyle, bir deliden farksız görünecek olmanın kaygısından arınıyor, samimiyetle
gülümsüyordum. Kol kemiklerim üzerine bir tren düzergâhı yerleştirilmişti de, gelip geçen her yolcunun
giderilen ve yüklenen hasreti, tamamıyla, eksilmeden kanıma yerleşiyordu sanki. Sesini bir duyacak
olsam, yalan yanlış yere mahkum edilmişlerin büyüttüğü hırsı ezip geçecek, düzenbazlık içerisinde bir
hükme varan sözde adalet savunucularının hak ettiği azabı, bizzat ben verecek, ben hakkaniyetle yargı
getirecektim insanlığa. Kulaklarımda çınlıyordu adım, sesleniyordu bana, gün; öğlen vaktini süzüle süzüle
bitiren güneşi, bir kez daha doğuruyordu.

Nihayet, siyah demirlikleri olan bir kapı önünde duraksadı fayton. Söz dinlemez çocuklar gibi, kendimi
can havliyle dışarı attım. Karşımda duran, kış mevsimini tüm yeryüzüne yayacak kadar kasvetli ve iç
karartıcı binanın, dökülmüş duvarlarına bakıyordum. İç geçirdim, bu duvarların ardındaydı âşığım,
günahım, hasretiyle beterin beterini, en içlisiyle tattığım günahkârım. Engel olamadım kederime,
gözlerime bulaştı. Nemi artan kirpiklerime, cılız gün ışığı eşlik etti. Orenda dokundu bir süre sonra
omzuma, gözlerinde apansız yeşeren bir hüzün, beraberinde memnuniyet dolu, yaşanması için emek sarf
ettiği âna kavuşacak olmanın tebessümü vardı. Dudakları kıpırdadı, birkaç laf etti ancak işitmedim.
Duyma yetimden men edilmiştim sanki, hiçbir sesi kabullenmiyordu kulaklarım. Kapının iki yanına
dikilmiş askerlere konuştu, geçtiğimiz güvenlik şeridinin solunda bekleyen, belinde ölüme şahitlik etmiş
ve edecek olan bir silah taşıyan uzun boylu görevliye konuştu, koridorlarda selamlaştı birileriyle, bir
merdiven çıktı, ardındaydım; bir odanın kapısına uzandı elleri, yaşlıca bir adamın karşısında ezilip
büzüldü, bir yandan ise dokundurmadı kimseleri gururuna ve onuruna. Nihayetinde, avuçlarıma bir
anahtardı bıraktığı. Donuk çehresiyle, heybeti bol ve omuzları geniş, vatana bağlılığı kırpmadığı
gözlerinden belli, dudakları mühürlü bir adamın himâyesine verdi beni. Geçildi yollar, birkaç kat inildi,
ıssız; yetim bir çocuğun bakışından esinlenmiş, dar bir koridor yürünüldü. Sağ mıydı, sol muydu yuvam?
Endişem, yerini büyük bir heyecana bıraktığı vakitler, parmaklıklara sarılan ellerle döndüm omzumun
üzerinden başımı. Teninden demire akan sesle tanıdım onu, adam, koridorun ucundan döndü ve
kayboldu. Ne demişti Viole, hasrete pranga vurma vakti.

Dizlerim üzerinde düştüm yere, kemiğim sızlıyordu lâkin gözlerime değen bakışları varken, acının
haddine miydi ayaklanmak? Bu günüme dek akıttığım her yaş, birer birer çoğalarak yerleşti irislerime. İçli
içli ağlıyor, pas kokan parmaklıklara tutunmuş ellerini öpüyordum. Parmaklarıydı saçlarımı seven, öyle bir
muhtaçtım ki, şefkat için insan ayağına dolanan sokak hayvanları gibi kendimi avuçlarına bastırdım.
Enseme uzandı, dakikalar içerisinde terlemiş olan cildimi seviyor, gerilmiş ve ağrılı kaslarımı ince ince
okşuyordu. Tüm kıvranışlarım eskidi, göz gözeydik. Göz göze olmak, ne denirdi de tarif getirilirdi onun
bakışlarında hapsolmanın ağırlığına? Yudum yudum değil, gıdım gıdım değil, adım adım değil; durmadan,
defalarca, bütünüyle içti beni günahkâr. Titreyen çenesine uzandı parmağım, vakit kaybetmeden, ani bir
hamleyle dudakları buldu tenimi. Öptü, öptü, tutundu... Doyamıyordu, doyamazdım. Kıvranıyordum
sıcaklığı eşliğinde, özgürlüğüm, ilk kez böylesine tutsak etmişti beni.

''Buradasınız! Yalvarırım ses edin, dokunun tenime. Gözlerime bakın. Üzerime atılan toprak ağzıma
doluyor, siz var olun, siz var edin beni. Bir adam, bir adama böylesine hasret duyar mı? Göğsümü yardı
yoksunluğum, gittiğiniz günden beridir kanıyorum,''

Taehyung'un elleri yüzümü kavradı, bir hazine yığını, insanı maddiyatla her şeye güç yetirecek varlığa
sahip olan tümüyle değerli taşları dahi bir hiç edercesine dokundu yanaklarıma. Neydim gözünde?
Cevapsız kaldım. Nasıl bakıyor, nasıl izliyordu böylesine değer mi sorguladığım çocuksu çehremi.
Hayatıma dahil olduğundan bu yana, soyut olarak her defasında göğsümü çarptığım engeller, şimdi
aramızda diziliydi. Demiri sökmek, kudretimle parça parça etmek, bu esirlik kokan zeminle bir etmek
istedim. Üzerinde kirlenmiş olan, kokusunu bastıran rutubete karışmış kıyafetine düşman kesildim,
teniydi açlığım, bir yuvadan da fazlasıydı sığınak gördüğüm cildi. Uzandı, kimseler gözünde yoktu, keza,
farksızdım. Karşılık verdim, iki paslı demirin arasından, bir roman yazar gibi öpüştüm onunla. Nefesim
tıkandı, küçük dilimin etrafında bir hapishane yaratıldı, ciğerlerime, birkaç dakikalığına eziyetti bu
kavuşmak, önemi hiçti. Soluk soluğa çekti kendisini, dayanamadı; bir defa daha dudaklarıydı dudaklarımı
endişelerimden esirgeyen. Islattı tenimi, tadıyla yeniden var etti.

''Küçüğüm...'' Seslenişinin hemen ardından, dizlerim üzerinde yükseldim hıçkırıklar eşliğinde, saç tellerine
tutunarak fısıldadım. ''Bir kez daha söyleyin, söyleyin... Tahammülüm kalmadı suskun odamıza, soğuk
yatağımıza. Tekrar edin,'' Ağlıyordu, çenesinde titreyen çizgiler, tek tek kesik attı gırtlağıma. ''Küçüğüm,
aşkım... Jeongguk... Çocuğum, sevgilim, göğsümün ağrısı... Jeongguk, Jeongguk...'' Sarılmak arzusuyla
kollarımı uzattım; ona ulaşamıyor olmak, bütünüyle saramamak bedenini, beni çılgına çeviriyordu.
Şiddetlendi iç çekişlerim, sûretinin her bir köşesini okşadım, elime ezber kazır gibi sevdim ağzını,
gözlerini, dik kirpiklerini ve gururuna yenik düşen, çatık kaşlarını. Bakışları boynumda duraksadı, hiç
durabilir miydim yerimde? Uzandım, geriye gerdim başımı, cennete bir kapı aralanmış gibi baktı tenime.
Nefes nefese buseler kondurdu, koyu benimin üzerine, Tanrı'nın ruhundan kopma şiirler dizdi. Kokumu
öyle bir çekti ki içine, ah, deyiverdim, işte şimdi hapsediyor beni tertemiz, pak içine! Arzum buydu, lâkin
küçülüp de sığamadım günahıma.

''Ölürüm, Jeongguk. Ölürüm bu koku uğruna...'' Dudaklarını sürte sürte yanağıma ulaştı, tenime değen
sıcak solukları, kısıtlı kalmış kemiklerime kadar ürpertti beni. ''Bak, bu gördüğün dört duvarın her
köşesindesin. Sesin, çocukluğun, kaçışın ellerimden, sakınışın, erkekliğin, arzuların, kızıl bir ay eşliğinde
dilediğin sahipliğim, öpüşlerin, Tanrın... Tanrın bile bu duvarlarda. Sana ait ne varsa, tek tek akıttım
hapsime. Ancak öylesi ayakta tutardı günahkârını. Adını sayıklayarak başımı taşa dayadım, uyku gelmek
bilmedi gecelerce, parmağını öper gibi, kendi parmağıma buseler kondurdum. Acizliğim eğmedi başımı,
senin onurlu göğsünün tahayyülü, dimdik tuttu beni,''

Yüzünü kavradım, uykusunu alamadığı gecelerin yorgunluğunu süpürür gibi öptüm temiz alnından.
Kollarıma tutundu, ondan alınan hürlüğüne ulaşır gibiydi soluklarında tazelenen kokum. Parmakları
parmaklarıma kenetlendiğinde, gözleri bir defa daha bakışlarımda yer edindi. Dudaklarının iki köşesi
titrer vaziyette kıvrıldı, bir süre sonra bilincine vardım bu durgun izleyişinde beslenen arzusunun. Zaman
kaybetmeden, tutunduğum ellerinden güç alarak, hiç mecâlim kalmamışken tebessüm ettim günahıma.
Ah, geride kalan ne varsa, tüm bencilliğimle çıkardım gözlerimden! Öyle bir gülümsedi, öyle bir
peydahlandı ki sevinci, boğazımdan geçmeyen her lokmayı öğütürcesine serdi güzel dişlerini ortaya.
Çekinmeden, utanmadan, şefkatle öptüm onu ağzından. Parmakları, kendi el işçiliğinin ve sevgisinin eseri
olan kolyeme tutundu. Acı içerisindeydi, belli etmemek için, aldığı onlarca darbeyi örter sandığı buruk
tebessümüyle izledi gerdanımı. Açlığı Livonya Gölü'ydü. Anılarında, bir insanın göğsünü, tereddütten
uzak bir hazla yara yara gezen, o geceydi. Suyu imkân, suyu vuslat, suyu kudret kokan gölün ıslaklığı
tenindeymiş gibi titredi.

''İki gün kaldı, yargılanacağım. Bir hüküm giydirilecek sırtıma. Sakın ola harap etme kendini. Kaçarak ve
birilerinin görecek olma korkusuyla yaşayacağımız her günün, ızdırap dolu bedelini ödemektense, birkaç
zaman ayrılığa kucak açacağız. Bu toprağın sözde adaleti, önyargıyla beslenen ahmak insanların, sarkık
dudakları arasından çıkacak birkaç cümleyle şekillenir. Jeongguk... Kalan ömrüm boyunca varlığınsa bu
sürgünün getireceği, yeminim olsun inandığına, korkum da, endişem de yok. Geçip gidecektir. Bir bahar
yelinin ardına kattığı taze yapraklar gibi yolumuzu getirecektir ayaklarımıza. Senin, senin şu güzelliğin...
Susuzluğum bir tek bunadır. Sahip olmam için izin buyurduğun, görülebilecek ve en kalıbına şüphe
duyulmadan sokulabilecek kusur barındırmayan bedenin, ruhun, erkekliğin... Ah, nasıl açım... Küçüğüm,
nasıl hasret düştüm yatağımıza,''

Ağzımı açacak, içten içe kıvrandıran arzularının karşılığını, en derinlerimde yaşattığımı dile getirecek
oldum. Lâkin o esnada, gürültüyle yakınlaşan kalın tabanlı botların baskısı, veda vaktini, bir kilise ayinini
haber eden çanların özgüveniyle duyurdu. Bir defa daha şiddetlendi ağlamalarım, yakasına tutundum
günahımın, kimseler ulaşmadan uzanıp öptüm dudaklarını. ''Ben öleyim, ben edileyim sürgün, benim
içime dağılsın ayrılığın zehri, vuracaksa silahların sessiz bağırtısı bir kemiği, beni düşürsün, ben kırılayım...
Size değmesin, bilir misiniz, seina la ton? Daha da beterdir bu, özgürlüğünüze uzatılmış her kirli dilin
sızısı, yükü, beni öldürmekle kalmaz, elden ayaktan düşmüş bedenimi aç hayvaların midelerine yem
eder. Etim ayıklanır... Size olan aşkım...''

Cümlemin yarıda kesilişiyle, olduğu yerde yükseldi Taehyung. Arkamdan yakınlaşan iri adam, kollarımı
kavrayıp da bedenimi çekiştirdiğinde, direncim anbean kırılıyorken, günahımın bağırtısı ilişti kulaklarıma.
Adımdı sesinden dökülen, küçüğüm diye diye ağladı. Sürüklendiğim zemini deşmişti ayak uçlarımdan
sızılan, kuvvetli bir asitten de yakıcı ve delici olan acım. Ona sırt çevirmek... Ne büyük hadsizlik, ne büyük
ahmaklıktı! Sırtımdan içeri sızdı çığlıkları. Merdiven başında bekleyen Orenda'nın kollarına yığıldım. Son
gördüğüm, endişeyle büyümüş gözlerindeki biçare yansımamdı.

Dilek diledim, yalvardım Tanrıma sonrasında, tamı tamına iki gündü geçen. Taehyung'un yastığında
ancak hafifleyen başım, her tarafından akın akın gelen ağrılar sebebiyle kıvrandırıyordu beni. Yüzünü
düşlüyor, son öpüşündeki sıcaklığı bir kez daha hayal etme çabası içerisinde, aciziyetle geçmişe
adımlıyordum. İki gün. İki gün evveli... Orada durmak mecburiyetindeydi oysa zaman. Korkuyla kapıdan
gelecek olan herhangi bir sesin yolunu gözlüyordum. Aptallıktı ettiğim, sevgili Orenda, asık yüzüyle içeri
girdiği vakit kavrayabilmiştim bunu. Sessizliği yetmezmiş gibi, eğdiği başının üzerine atılmış yüklerin,
gelecek olan asıl felâketi çığlık çığlığa bağırışı, iç içe geçmiş iki düşmanın korkutan gücüyle bedenime
yığıldı. Gözlerim karardıkça karardı, bir akşamüstü, zamanın tok sesle verdiği hükmü duyan kulaklarımı
kesip atmak arzusuyla, bağıra bağıra ağladım. Öyle bir kuraklıktı ki içinde tutulduğum, yaş akmıyordu
artık, tüketilmiştim. Bir sayıydı, günahkârımın kuzeninin sesinden dökülen. Bir vakit. Bir dilim. Ne demişti
Orenda? Üç yıl, sekiz ay, yirmi dört gün. Jeongguk. Sürgünü, Rusya topraklarına.

Üç yıl, sekiz ay, yirmi dört gün. Hafifletildiği söylenen cezasıydı Taehyung'un. Kendi cinsinden olana
duyduğu el değmemiş aşktan, hiçbir bedene uzanamayacak kadar ilahi olan arzudan kaynaklı cezasıydı.
Gebe hâliyle, çiftlik evini, bir zelzeleye kurban edecek şiddette sarsan çığlığıma koştu Elsha. Gözleri
yaşlıydı. Ellerimde, Viole'nin parmakları yer edindi. Bir ailenin, gömmeye cesaret edemediği cesediydim o
an. Tekrar ediyordum; üç yıl, sekiz ay, yirmi dört gün. Ev ahalisi, ölüm döşeğinde kıvranan, bir kurtuluş
kapısı görülmeyen, artık bütünüyle vakti dolmuş bir çürük bedene bakar gibi izledi beni. Gözlerim, yatak
başlığı üzerinde asılı olan tabloya ilişti. Fısıldadım iç çekişlerim arasından, ''Yanmaya değer... Her ateşte,
her dinde yer edinmiş cehennemin ateşinde yanmaya değersin sen,''

Birkaç gün gecinmek öyle yordu ki beni, Jeongguk ve Taehyung'un kısa süren kavuşmasını, sizlerle
yaşar gibiyim. Güzel geceleriniz olsun, öpüyorum gözlerinizden
30.bölüm
"İsa, halkı yanına çağırıp onlara, "Dinleyin ve şunu belleyin," dedi. "Ağızdan giren şey insanı kirletmez.
İnsanı kirleten ağızdan çıkandır."

Matta, 15:10

30.BÖLÜM

-ÇATIŞMA-

Kış havası ağırdı. Pencere camını buğulamış yağmur damlaları, birbirini kovalayan ufak oğlan çocukları
gibi art arda durmadan akıp gidiyordu. Günlerden farksızdı bu yavaş ilerleyen yolculuk, dakikaların
boyunlarına vurulmuştu da zincir, alamadıkları her nefeste aksıyordu adımları sanki. Öyle vakitlerdeydik;
çekilmiyordu gündüz. Ayan sabah, doğan gece. Uyku, insanî boyutundan sıyrılmış, bir gereksinimden
ziyade, kaybedilen gençlik kadar keskin bir dille sırtını dönmüştü bana. Aldığım solukların her tanesi,
ihtiyar bir adamın ciğerinden araklanmaydı. Göğsümün yükselişine nefret doluydum, çocuksu yahut
yetişkin bir edayla, seçilmezdi şimdilerde. Daima güzelin görülebileceğine inandığım doğa kesitlerinde,
her kapının günahkâra açıldığı derinlemesine bir hoşnutsuzluk vardı. Tanrı emrinde ve kuşatmasında olan
tabiatın, işlediğim; işlemekten de öte bir olduğum, iç içe geçtiğim günahıma rağmen, kederimin
bilincinde olarak, benimle birlikte bizzat yas tuttuğunun buğulu kesinliğine inanıyordum. Öncelerde
tatminlik hissini yaşatmasından yana olduğum her cevap, son zamanlarda var olsun, tutulabilir,
görülebilir ve az da olsa bir mantığa veya bir duyguya yaraşabilir olsun, yeter diyordum.

Ne önemi var?... Efendim, ne önemi var? Üçüncü ayı sekiz gün, sekizinci günün sabahındayız henüz,
geçmiş ve gitmişti. Hiçbir işlevsellik yoktu bitap düşmüş vücudumda. Artık ağlamanın yaraşmadığı,
yanaşmadığı bir gençtim; ilahî bir ceza niyetine göz pınarlarım mahkûm edilmiş kadar zorlamasına
sıkıştırılmıştı yaşlarım, içime de akmıyordu nihayetinde. Yıllarca en verimli, en kimselerin ulaşamadığı
zenginlik ve saflıktaki bir suyla beslenmiş, bu sebeple şımarmış bir toprağın kuraklıktan ölüşü, besinsiz
kalışından içine çekilişi, hiçbir mevsimde serpilemeden, kapalı gözlerle esintileri işitişi, yitirişi kendini,
evet, işte böyle bir toprak parçasından farkım yoktu. Konuşmak dahi fazlalıktı dilime, dilim en çok onun
adına dönmüyordu. Fısıldamak, örtüsü geceden sabaha, sabahtan geceye bir an olsun bozulmayan
yatağımızda tütününü sarıyormuş da, o esnada küçüğünü, beni seyrediyormuş gibi, onu gülümsetecek
bir hamlede bulunmak arzusuyla adını sesimde doğurmak istiyordum. Sesim, katledilmiş bir milletin son
çığlıklarıydı. İşitileceği kadar gitmişti bazı meymenetsiz insanların kulaklarına, ulaşmıştı lâkin artık,
gömülü bir bedenden duyulur muydu hiç sesleniş? Olacak iş miydi? Yok, böylesinde imkân aranmazdı.
Öyle ya, kendimden biliyordum; ne ağlayabiliyordum içli içli, gün geçtikçe tazelenen ve tazelendikçe
daha bir ağırlaşan yalnızlığıma; ne de açıp da ağzımı iki çift laf edebiliyordum, gençliğimin ilk ateşini
dudaklarımdan kusar gibi çıkarmak, bu atım sonrası yenileneceğinin bilinciyle alev almış, bilinmez
yerlerimi sulamak adına.

Üç ay... Ne demekti? Bir mevsimi uğurlamıştım, yapayalnız. Pencere kenarına ne zaman geçecek olsam,
güneş o zaman doğuyordu. Etraf aydınlığın getirisi olan çıplaklık ve açığa seriliş korkusuyla pısırıkça
köşelere çekiliyor, yine Tanrı getirisi olan yağışlar, rüzgârlar ve soğuklar, kendilerini bildiklerinden,
saflıklarından, tüm kâinata, canlılara sahiplik eden yaratıcının gücüyle dolandıkları yeryüzünde, değdikleri
bu ademoğlu denen kirlenmiş varlıklardan daha temiz yaşadıklarından haberdâr oluşlarına tutunarak,
toprak üzerinde, eski yahut yeni muhitler etrafında at koşturuyorlardı. Kış zamanları, Ocak'ın son
günlerinde, dolu dolu yağmıştı kar. Örselenmiş, kendini bilmez çocukluğumu hatırlamıştım. Bir kar
topunu, parmaklarımda eritmekten acizdim küçüklüğümde. Öyle ki bir vakte dek, bu yabancısı olduğum
örtüden korkar olmuş, sevgili babamın inatla kolumdan çekiştirmelerine, bu belki de ona ilk karşı
çıkışımdır, direnmiş, kapı pervazına geçirdiğim tırnaklarım kırılana dek kendimi ahşaba teslim etmiştim.
Bu baş kaldırışımın sebebini anladığındaysa, nadiren gördüğüm babacan, sıcak tavrıyla saçlarımı severek,
''Tanrıdandır o, korkmak haddi mi insanın?'' diye sormuş, beni kapımızın önüne dek zor bela götürüp,
küçük ve kış ayının en hiddetli zamanlarına rağmen terleyen avuç içlerime, küçük bir kar kümesi
bırakmıştı. Tenimin ısısı göz ardı edilir değildi, soğuğu özümde erittim saniyeler içerisinde. Gözle görülür
bir incelikle sıvılaşan kar topu, ellerimin kenarlarından, parmak aralarımdan akarak yok oldu. Nasıl taze
ve yersiz bir heyecanla koşuşturdum o beyazlığın içerisinde! Gülüyor, kendimi yerlere atıyor, bir başıma
oyunlar oynuyor, Tanrıma şükürler ede ede bu saf rengin gözlerime bakışındaki masumluğu seviyordum.

İşte, ne zaman yağan o ilk karı hatırlasam, pencere kenarında sabahlara dek ağladığım, çirkin ve tüm
çıkarlardan, bencillikten arınmış bir insanî yıkım eşliğinde, ilk kesiğimin gözlerine yansıyacak olan beyaz
örtüden mahrum kalışıma içerliyordum. Günahkâr âşığıma, yüreğimin biricik sızısına, gençliğimin ilk
yenilgisine ve ilk zaferine, bütünüyle ömrüme yaraşan güzelliğine, Tanrı'nın has ellerinden kopma şekli
şemâline, bakışlarında biriken küçük bir gence duyduğu hasrete, aç kaldığım ve asla doymak bilmediğim
diri şehvetine, arsız, edepsiz dudaklarına, kırpışsa dünya dengesini hırpalayan dik kirpiklerine, hoyratlığı
benliğinden öğütülmüş koyu saçlarına, sesindeki efsunkâr tınıyla beni yatağımıza davet edişlerine... Ah,
nedir onun zerrelerinde saklı formül? Delirecek, çıldıracak oluyordum! Artık bir tablo gidermiyordu yol
yordam bilmez özlemimi, dizlerim üzerine çöküp, başımı önüme eğe eğe, içimde zincirden bir düğümü
söküyormuşçasına ağlıyor, yeri geldiğinde dayanamayıp boyalarla ifade edilmiş güzel çehresini
öpüyordum. Dinmiyordu. Böyle bir acı, insana verilir miydi hiç? Taşınacak yük müydü bu? Sanıyordum ki,
yeryüzünde kimseler bu denli bir azaba mahkûm edilmemişti. Yarsalar etimi, derimi yüzseler bilincim bir
hayli açıkken, koparsalar saçlarımı tek tek, ayırsa ve kırsalar bacaklarımı, yok, yok! Yaşadığım çaresizliğin,
gittikçe daralan göğsüme sığdırılmış bu koca cehennemin ve aldığım her soluğun gerçekliğiyle, o soluklar
arasına dizilmiş en feci işkencelere dayanan ölümlerin yanında, neydi ki tüm bunlar? Nasıl geçer giderdi
seneler? Taehyung... Taehyung. Küçüğün ölüm döşeğinde, lâkin korkma, ölmüyor. Yalnızca başa sarıyor.
Kimler vardıysa acıdan kayıp giden, tümünün yüküyle bir daha doğuyor, bir daha ölüyor.

Sonra bir gün geldi ayaklarımın dibine, diğerlerinden hiçbir farkı olmaz sanıyordum. Küçük kızım Viole,
kapı altındaki küçük aralıktan, zeminde kaydırarak bir zarf göndermişti akşamüzeri. O vakitlerde, felç
geçirmiş yatalak bir adam kadar hareketsiz ve ağır solukluydum. Hiçbir mânânın ulaşılamayacağı iri
gözlerim, boşlukta dönen bir girdaba kapılmış kadar korkulu, öte yandan ise dertsiz ve tasasız bir sabaha
açılmış kadar sükûnet içerisindeydi. Ancak biliyordum ya, bu hanımefendi beni gerekmediği müddetçe
yormazdı. Üstelik, kapının diğer yanında dikildiğini, küçük kara gölgesinden ayırt edebiliyordum.
Eklemlerimi mesken edinmiş ağrılarımla ayaklandım, yürüdüm sürünmek edâsıyla. Ne bir beklentiydi
içimde kutuladığım, ne bir heyecan... Uzun zaman oluyordu, göğsümde, şiddeti yüzümü gülümsetecek
bir ağrıyla kıvranalı. Lâkin, diyordum ya, kırlangıçların efendisi, beni, kendi çapında oynadığı
oyunlarından dahi muaf tutuyor, kederiyle sevdiği bu genç adama, bir nebze de olsa yaşadığını
hatırlatabilecek türlü türlü vaziyetlerle geliyordu kapıma. Ah, Viole! Viole... O zarfın üzerinde gördüğüm
isimle birlikte, parkeler üzerine kendimi öylece bırakışım ve hiçbir ön hazırlık gerektirmeyen şiddetli
ağlayışımı duyduğu gibi kapıya vurmaya başladı. Bir yandan konuşuyor, bir yandan ise devam ediyordu
ahşabı dövmeye.

''Mösyö, mösyö! İlk oluyor bu, ağlayışınızda keyif seziyorum. Ağlayın, ne olur, hakkınızdır. Sevgili, içinizin
hükümdârı âşığınızdandır bu mektup. İnanır mısınız, zarfı ellerime aldığım anda, sürgün topraklarında
dahi büyüttüğü ve beslediği sevgisinin sıcaklığından yandım. Bakın, siz de hissedeceksiniz muhakkak. Ah,
nasıl mutluyum bir bilseniz! Lütfen okuyun, hasretinin kokusunu alır, buna küçük hâlimle dayanamaz
oldum. Hiç ermez aklım, böyle sevilir mi efendim? Sözüm söz, burada oturacak, sizi görmeyi
bekleyeceğim. Size sarılacağım efendim, günlerdir kollarımda yıkık bir avlunun döküntüleri duruyor.
Telaş etmeyin, sindirin harflerindeki bozukluğu dahi. Sanki söylemesem yapmayacakmışsınız gibi... Yok,
ermez benim çocuk aklım. Mösyö, susuyorum, evet. Lütfen okuyun,''

Avuçlarımda birikmiş ateş toplarında, yüzyıllara mahkûm edilmiş küllerin mutluluk gözyaşlarını
ağırlıyordum. Titriyor, eklemlerimi ve uzuvlarımı kontrol edemedikçe, artık tutsağı olduğum
güçsüzlüğümle kendime sarılıyordum. Parmaklarım, bir tüy kadar hafif olan parşömen kâğıdını
taşıyamayacak kadar işlevsizdi. İçler çekiyor, aylardır bir zehir olduğunu sanıp da dilime dökemediğim
adını sayıklıyordum. Taehyung, Taehyung, Taehyung... Tanışıklığımın yıllara tekabül ettiği, rüzgârın
okşadığı bir kuş kanadı kadar yumuşak, dingin olan sesime, bir başkasından yükseliyormuşçasına yabancı
bakıyordum. Lâkin göğsümün, böylesi bir heyecanı kaldıracak mecâli yoktu. Bu sebeple, içtiğim göz
yaşlarımın tadıyla zihnimi uyanık tutmak için uğraşıyorken, sırtımı ardımdaki duvara dayadım. Duvardan,
bir tutulmanın hüküm sürdüğü gece boyu, günahımın kavruk teninde var olan ter damlaları akıyordu. Bu
düşünceyle daha bir kahrolmuş, yorgun nefeslerimi, ciğerlerimde, bir bölük askeri sıraya dizer gibi
düzene koymuştum. İşte, şimdi, can çekişen bir insan bedenini andıran ellerim arasında, günahkârın
bitkin, hasretle yoğrulmuş, zamana savaş açan cümlelerini tutuyordum. Yalnızca hitabıyla, tüm dünyamı
Tanrı'nın kıyametine oğul diye kurban eden bir adamın mektubunu okuyordum.

''Günümün aydınlatıcısı, gecemin fırtınası, içimin yegâne sızısına, oğluma...

Jeongguk. İsmin ve şimdi okuduğun bu titrek ellere mahkûm cümle arasında, neredeyse birkaç gün
duruyor. Adın, anıldıktan sonra, bir dolu nefese muhtaç bırakıyor insanı. Kederli çocuğum, dileğim;
kederinin hâlâ gözlerinde ölü bir ihtiyar cenazesi gibi toprağın altında oluşundan başka bir şey değildir.
Aylardır mektup yazmaktan aciz düşmüş parmaklarımda, uzun vâde sonrası dökülecek hasret dolu
kelimelerin, sevdiğim adama oluşundan kaynaklı bir telaş var. Tüm barışçıl erkek çocuklarının bakışıyla iç
içe olan gözlerin üzerimdeymiş kadar telaşlı ve endişeliyim. Kim bilir, nasıldır saçlarının kokusu
şimdilerde? Hele o dillere destan olacakken, yalnızca benim dudaklarımın lügâtından doğan ağzın yok
mu?... Tahayyülü dahi şair eder insanı. Esen rüzgârda seni arar oldum. Bir orman misâli içim, kalabalık.
Sanma ki ormanlar yalnızdır; insanın olmadığı her yer, en gür sesi, en pak bakışı ve tüm bunların
getirisinde en azametli coşkunluğu karşılar. İşte, Jeongguk, senken içimde yaşattığım, bir ormandan
farksızım. Bahara az kaldı, bahar yürüyeceği yolları koşuyor, bu acelesi bütünüyle sanadır. Yeşerecek tüm
yapraklar özünden çalacak renklerini, onların doğuranı senin aşkındır. Göğsün... Ya göğsün, sıcak mıdır?
Buralar soğuk. Bu topraklar güneş yüzü bilmez, yabancıdırlar. Kim bilir, belki de benimdir kör olan. Kör
bir âşığa da kabul müsün, küçüğüm?

Geçenlerde, gençliğinin taze vakitlerindeki bir çocuktan ödünç kitap istedim. Vakit öyle ağır işliyor ki;
varlığımın canlı olan her köşesinde, hiçbir aksaklık yaratmadan tekerrür eden adının yükü ve bu yükün,
gün boyu, ağırdan eziyet edilen bir suçlunun kanıyla aksayan nefesi gibi soluğumu kesişi, zihnimi meşgul
etmek zorunluluğuna düşürdü beni. Evet, ne diyordum, bir kitap, bir roman. Şehvetim kadar ağır, kalın.
Bir diyalog esnasında, 'Cehennem nedir?' diye bir soru yöneltiliyor orta yaşlarındaki adama. Şöyle cevap
veriyor kendisi, 'Sevememekten doğan bir acıdır.' Jeongguk, gözlerinin buğusu, günler sonra eline
geçecek olan bu mektupta bir yansıma misâli karşımda dikiliyorken, sana hitap ediyor olmanın sırtıma
bindirdiği özlem yükü daha bir coşkuyla sarsıyor ellerimi. Görüyorsun ya, yanmaktan yana bir korku
beslediğin cehennem, yalnızca, sevememekten doğan bir acıymış. Canımın en güzel parçası, bu kâinat,
seni, günahıyla azaba tutsak edildiği söylenen, Tanrın karşısında aşağılık bir varlık olarak ruhsal
eziyetlere lâyık görülen âşığın kadar sevebilecek başka kimlere rastlar? Asla, asla! Mümkün değildir.
Hiçkimseler, ne bir kadın, ne bir adam, dudağına kondurulmuş bir meleğin izine; karaya düşen ilk yağmur
tanesi, savaşı durdurabilecek bir çocuğun birlik çığlığı, anne olmak hasretiyle tükenmiş bir kadına verilen
gebelik haberi gibiymişçesine coşkun, aşkla, şefkatle ve hasretle susayamaz. Öyleyse, günahkârından bir
müjde, seina la ton; biz, cehennem ateşine okyanusuz. Sevmekten doğacak bir şehvet, ki sana
hissetiklerimin en aşağılığıdır bu duygu, sevememekten doğan bir acıyı, her defasında mağlûp edecektir.
İşaret parmağın ne hâldedir? Biz iyiyiz. İçimdeki sen ve dışımdaki ben. İyilikten de niceyiz. Derdimize
düşme sakın. Parmağın, Jeongguk. Öpmelerim onadır. Yıllar geçip gider elbet, din diri kalır, düşman
hırsında boğulur, günah sessizleşir; yıllar geçip gider. Günahkârın çoğalır sana,''

Günlerdir, ağlamaktan aciz düşmüşlüğümle, içimde parçaladığım ve kıydıkça acısını çoğalttığım


hasretim; tüm önü kesilmiş ağırlığı, birikimiyle çoğaldı. Hıçkırmıyor, iç çekmiyor, âdeta bağırarak,
göğsümden bir çocuk doğurur gibi feryat ederek ağlıyordum. Bir kâğıdaydı vuslatım; mürekkebi, insan
üzerinde kırışan giysiler misâli dağınık kalan harflerini öpüyor, baktıkça gözlerinin yansımasına şahitlik
edercesine dayanamayıp yüzüme sürüyor, vücûduma bastırıyordum. Viole, işittiği kedere karşı duramaz
oldu, kapı aralandı. Titriyordu kızımın elleri, ucu soğumaktan sertleşmiş parmaklarıyla göz yaşlarımı
siliyor, yinelenen ıslaklığın peşinde koşturuyordu. Dizlerimin önüne çöktü, kaşları eğilmişti. Derin derin
soluyor, bir şey söyleyecek hâle gelip, ardından kendini dizginleyerek sessiz kalıyordu. Dakikalar geçtikçe,
artık söze girecek olmaya karşı duyduğu çekingenliği yendi. Gözlerinin rengi, kışın çıplak kalan ağaçların
altında baharı bekleyen yaprakların gençliğiydi; gençlik, yemyeşildi. Baktı, bakışlarımın buğusu dinene
dek baktı biçare gözlerime.

''Âşığınızdan ayrı geçen aylar, ömrünüzden yıllar yedi ya hani; işte şimdi, tazeleniyorsunuz. Tanrı,
kaybettiğiniz günleri yaşamınıza bir bir ekliyor. İnanın söylediklerime, rica ediyorum. Bir mektup, kimi
diriltmiş geçmiş zamanlarda, hiç rastladınız mı böylesi mûcizevi bir ayaklanmaya? Mösyö, kederinize
düşmanım, lâkin aşkınıza duyduğum saygıdan mütevellit dilimi bağlayacak, çıkışlarımı içime
hapsedeceğim. Bakın, ah, ne demeliyim size! Duydum ki sizi küçüğüm, oğlum diye seviyormuş, hakkıdır.
Ne farkınız var bir erkek çocuğundan? Bazen, an geliyor, sizi akran görüp, çocukları dahi mahcup edecek
düzeyde oyunlarla aklınıza girmek istiyorum,''

Titrek dudaklarımda bir tebessüm yeşerdi, Viole'nin iri gözleri ışıldadı; dizleri üzerinde yükseliverdi bir
anda. Mahcup sevgisinde, kaynayan bir suyun fokurdayışına benzer coşkular sezinliyordum. Boynuma
sarıldı, ılık nefesleri; ayrılıktan beridir dokunmadığım, uzadıkça yolsuzlaşan saçlarım arasından
süzülüyordu. Bencilce bir düşünceyle ve yetişkin bir erkeğe yakışıksız kalacak bir sahiplenmeyle, elimdeki
parşömene duyduğum aktarılmış aşkı es geçip, kırlangıçların efendisine karşılık veremedim. Keza,
bundan ötürü bir üzüntüsünün olmayacağının bilincindeydim. Beklentisiz, bir başına yaşatıyordu saf
sevgisini. Tek bir arzusu vardı, kederimin sonu olmak. Küçük bir çocuğun gayesi, en büyük utancımdı.
Ellerim her ne kadar arsız, dolu da olsa, dudaklarımın özgürlüğünü, sevgili kızımın alnında dirilttim. Pak,
taze bir buse bıraktım tenine. O sıralar, henüz kurumakta olan cildim gerim gerim geriliyor, aklımda
tekerrür eden cümlelerin ve hitapların baskısı, yüreğimi bir zindan içerisinde vahşileştiriyorken, aceleci
adım sesleri ve bu seslere müteakiben odaya giren Elsha, nefes nefese söze atıldı. ''Jeongguk, bir
ziyaretçin var.''

Annesi olmayan çocukları, kimsesiz diye nitelendiren bir ihtiyarla geçirilen kısa, sert açıklamalarla
akıp giden bir muhabbet sonrası, Jeongguk, gözümde, bu sıfatla bütünleşmiş bir gençten fazlası değildi.
Kimsesiz. Evet, işte, kimsesizliğim; bir günahın yarattığı sarsıntılarla beraber yerle bir olmuş, ardından,
günahıma sebebiyet veren adamın, her vakte sığdırılamayan heybetli gölgesiyle, kimselerin sahip
olamadığı bir kalabalığa evrilmişti. Kalabalığı süzüyordum gözlerimle, bir ziyaretçi. Kim ola ki diyor, en
ufak bir uyanıklığıyla, zihnimi darmaduman edecek o beklentiden sıyrılmak için savaşarak, kenardan
köşeden ilerliyordum. Merdivenleri bu kuşkulu ruh hâliyle indim. Gözlerimin beklentisi, cehennemimin
katlineydi. Orenda, dış kapının hemen yanıbaşında dikiliyordu. Gözlerime değdi, evhamını dindirmek için
çabalar vaziyetteydi. Eşiği aştım, Viole, o esnalarda sıkıca tuttuğu kazağımdan kopuverdi. Eşiğin gerisinde
bıraktığım Pertugol ailesi; ayaklarımın biraz ötesinde bekleyen, kızgınlığı ve kırgınlığından da öte, yıllar
boyu esirgediği, bir çocuk için nefes kadar gerekli sevgisini kollayan sevgili Peder. Babam, gözlerimdeki
ışığın esas sömüreni.

Elleri, tanıdık bir vaziyette, kalçaları üzerinde bağlıydı. Belki elli, belki yüz adımdı aramızda tuttuğumuz
mesafe. Aylardır sessizliğini koruyan arka yolda bir troyka duruyordu. Atlar, nallarını keyiften yoksun bir
ses eşliğinde kar içine gömüyor, başlarında duran yabancı çehrenin kızgın vuruşlarıyla beraber,
homurdanmayı kesip önlerine bakıyorlardı. Ah, ne ehemmiyetli, ne derin ayrıntılardı bunlar! Babam,
karşımda duruyor, baştan aşağı, kutsal kitabı okurkenki inceliği ve titizliğiyle inceliyordu oğlunu. Çatık
kaşları, yüzüme baktığının her defasında gevşiyor, hüzne önayak olacak hâle gelmenin verdiği onursuzluk
hissiyle yeniden geriliyorlardı. Rüzgâr keskindi; ağlamaktan, ateşe verilmiş gür bir orman gibi acıyan
gözlerim buğulanıyordu. Istırap içerisinde titriyordum, babasını; kendi içinde, Tanrı'nın yeryüzündeki
silüeti hâline getirmiş bir genç için, rastlanılmaz aşağılayıcılıkta bir karşılaşmaydı bu. Sakalına düşen akları
seyrediyordum, geçen zaman, sevgili Peder'i, sonbaharın adımladığı bir ülkedeki dökülen yapraklar gibi
elden ayaktan düşürmüştü. Dik durmak için ayrıca bir çaba sarf ediyordu, bu onun için ne de kolaydı
zamanında. Bükülmez beli, devrilmez heybeti... Babam. Günahkâr oğluydu bakakaldığı.

''Jeon Jeongguk, soyadımın kutlu varisi,'' Pürüzlü, bezgin sesinde bir alay tınısı işittim. Başım eğilecek
olduğunda, hemen ardımda, en yakınımda, Taehyung'un sıcak vücûdunu ve daimi desteğini hisseder
oldum, yaşıyordu hâlâ arzusu. ''Eğme başını.'' Âşığıma astım kulağımı; lâkin bir başıma, yapayalnız hâlde,
bir düşman ordusuna karşı tek başıma savaşıyormuşum yanılgısıyla başa çıkamadığımdan, titrememi de,
korkumu da göz ardı edemiyordum. Kılıçlarla kuşanmış, öldürmekten yana susuzluk çeken, bir milletin
vatanından mezar yaratma arzusundaki ifrit kalabalık karşısında, yanlış, günah diye nitelendirdikleri, bir
erkeğe beslediğim saf, temiz, ucu bucağı olmayan aşkımla dikiliyordum. Ezseler leşimi, onurumdan deliye
dönecek olurdum. Buna rağmen, tükettiğimi sandığım ve babama duyduğum tek taraflı saygıyı, itimadı, o
karşımdayken es geçemiyordum.

''Omuzların düşük, ellerin titrek, kirpiklerin ıslak. Ne uğruna, kim uğruna sırtını döndün Tanrına?''
Aşağılamaktan yana geri durmadığı günahkâra geçmiş vakitlerde diline almaktan ziyade, gözlerinde
büyüterek ve bakışlarıyla ona olmadık laflar ederek eziyet eden babam karşısında, yenik vaziyette
durmayı, Taehyung'un guruna karşı yapılabilecek en büyük darbe olarak görüyordum. Ellerime düşman
kesildim; parmak eklemlerim kasıldı, tıpkı onun gibi, zayıflığımı ardıma sakladım. Kim bilir, belki de o da
titriyor, bundan sebep sakınıyordu ellerini.

''Ancak, kapıdan çıkarıp da, onu babasına, kimliğini yaşatacak olsa, gözlerinde gördükleri ışıkla bizzat
kendisini kör edecek olan kasaba halkına, açıkta bekleyen mezarına götüreceğini bildiğimden, aşacağın
yolları baştan sona kül edesim, yok edesim geliyor...'' Kar birikintisine dalgınlıkla bakan gözlerim,
günahkârın, kendi babası karşısında, üniversitenin bahçesine diktiği iki erkeğin onurlu anıtı gibi durduğu
ânı seyretti. Dilimde dönene yabancıydı Peder, kaşları daha bir çatıldığında, buruk ve artık kopacak
kıyamete dahi endişesi kalmamış hâldeki tebessümümle karşıladım onu. ''Vaktiyle bir savunmadan kesitti
bu cümleler, onun sesindeydi. Öylesine kutsal, öylesine değer biçilmek haddinde... Buralara kadar neden
zahmet ettiniz? Kış sert geçiyor sınır kesimlerinde, üşümediniz mi sahiden? Sırtım, arkamda duran bir
aileye dönük. Hayır, hayır... İzin verin düzelteyim; aileme. Yanılgınıza bir açıklama getirmeyeceğim.
Tanrım, sandığınızın aksine, hâlâ benimledir. Belki öfkeli ve yüz çevirmiştir, kimseler bilemez. Lâkin,
gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, ne ben O'na sırtımı döndüm, ne de O, günahımdan kaynaklanan bir
reddediş içerisinde beni yok sayıyor. İşte, bu bütünüyle bir yanlıştır.''

Dehşet içerisindeki gözlerle bakıyordu saygıdeğer babam, konuşana duyduğu yabancılık hissinden hoşnut
değildi. En ufak bir tökezleme yaşamaması adına mahfaza içerisinde sakınır gibi beslediği gururu
örselenmişti, titrek bakışlarında görebiliyordum. Lâkin kestiremiyor, onu seyredişimdeki asıl gayemde;
ne laflar edeceğine ve hiddetini nasıl yansıtacağına dair fikirlerimde yalpalıyordum. Öngörüden aciz
hâlde, içimde git gide genişleyen bir çukura adımlarcasına titriyor, artık kimliğimi, cehaletten yeni yeni
sıyrılmakta olan aklıma yedirebilmişken, gözlerimde yücelttiğim ve Tanrı dostu olan bu ihtiyar adama
karşı duyduğum utancın başını ezemiyordum.

"Zelzeleye kurban gitmiş, toprağı vasat, göğü yağmur nedir bilmeyen harabe bir şehirden farkın
kalmamış senin. Hangi cüretle baban karşısında böyle konuşabiliyor, bütünüyle bir olduğum dinimi
benden iyi bilirmişçesine serkeşlik edip, Tanrı'nın seni reddetmediğini savunuyorsun? Elbette, elbette
reddetmez! Yüce Mesih'in merhameti ve bağışlayıcılığını ölçmek hiçbir ademoğlunun haddi değil. Ancak
kalbinin mühürlenmediğini söyleyebilir misin babana? Nasıl böyle bir tehevvür hâline düşebildin?
Günahkâr bir adamın affı için yalvar Göklerdeki Babamıza, hiçbir öğüte ve savunmaya yetkin olmayan
dilini çalıştır, İncil'i oku, kendinde olan hasarı tamir ediyorken, öte yandan da genç bir kardeşini, kiliseye,
dine kazandır diye sana böylesi kutsal bir ödevi veren babanı, nasıl olur da utandırırsın?"

Kalın kar tabakasına gömülü ayaklarını seyrediyordum. Eklem yerinden kesilen, işlevsiz bir bacak kadar
hor gördüğü dilim; bir an olsun böylesine sessiz, böylesine durgun kalmamıştı oysa. Rüzgâr gücünü
arttırdı; Tanrı, bir baba ve oğul arasında dönen, kendi düzenine ters düşen ve lanetler ettiği, hor gördüğü
bir günah sebebiyle vâr olan çatışmaya dahil olmuştu sanki. Cildim üşüdü, vücûdum sarsıldı; âni bir
gafletle yüzüne baktım babamın. On birinde, gece vakitleri, bütün bedenini ter içerisinde bırakan
kâbusların acımasız betimlemeriyle boğuşan bir oğlan çocuğu oluverdim. Geçmişi anmak, artık vâr
olmayan bir kapıyı aramak, bir geçit bulmak arzusuyla oraya buraya koşturmaktan farksızdı. Ne çok
muhtaç kalırdım şefkate, okşanmaya. Uykumdan verir, bitkin gözlerle günün ağırması için yakarırdım
Mesih'e. Ah, göğün ve yerin hükümdârı, öfkesinden kaçındığım yüce Tanrım! Öyle ya, doğardı da gün.
Dinlerdi duâmı, an gelirdi; ana olurdu bana. Kimsesizliğimi örter, sağımı ve solumu donatırdı kendi
ilminin kalabalığıyla. Şimdi, bir kez olsun sormaya, sorgulamaya cesaret edemediğim yoksunluğum dilime
dolandı; gözlerine baktığım ihtiyar, bir hırsız kadar alçak, bir çocuğu eksik bırakmanın müsebbibi
olmaktan ötürü, bir hırsız kadar aşağılık göründü gözüme.

"Anne," Duraksadım. Bir kelimenin mânâsı, düzenli olarak sıklığı artan soluğuma dolandı. Kadın,
rahminde yeşerdiğim, büyüdüğüm ve katı, meczup bir babanın ellerine düştüğüm varlıktan öte bir hiçti.
"Tanrım, kutlu gün geldiği vakit, muhakkak hesabını soracaktır. Beni anneden, göğüsten akan saffet bir
sütten yoksun bırakışınızdan sebep, sizi de ağır ithamlarla yargılayacak, oğlunuza vermekten aciz
olduğunuz yanıtları bir bir sökecektir ağzınızdan. Lâkin yine de, kalbinizi kıracak olmaktan, bir yuva
dolusu çocuğu katleden soysuzlara yaraşır vaziyette aşağıladığınız dilimle, öz babama karşı saygımı bir hiç
gibi ezip geçmekten kaçınacağım. Kimsesizliğime hak gördü Mesih, yasaktan doğma kutlu bir aşkı.
Mâdem bir yanlışın olduğu kanâatindesiniz, suçu kendinizde arayın. Bulunduğunuz konum, dahil
olduğunuz avam kesim içerisinde ne denli yüce olursa olsun, siz; iki genç adamın, insanı aşan, göğü yaran
ve ulaşılmaz mevkîlerde tutkuyla, kederle, büyük bir özveri ve sevgiyle yaşattığı duygularına akıl
erdiremez, yetiremezsiniz."

Kupkuru, bir su damlasına muhtaçtı dudaklarım. Babam, olduğu yerden, öfke ve tehdit dolu adımlarla
hareketlendiğinde, ardımda, sessizce olup biteni izleyen aile fertleri, kıpırdanmaları üzerine hışır hışır
sesler çıkaran giysileriyle aşılmaz bir duvar ördüler. Duraksadı Peder, omuzları titriyor, içli ve sıcak
solukları, ayak bastığı karı eritecek hiddette boşalıyordu ağzından. Orenda'nın eli sırtıma dokundu;
yuvama, ıssız bir davetti parmakları. Bu ikili çatışmanın sona erdiğinden yanaydı, ancak babam,
öfkesinden arta kalacak en ufak bir kırıntıya dahi tahammülsüzdü. Sesini yükseltti:

"Oğlum, oğlum, ahmak oğlum! Seni, insanlığa ve Tanrına, bizzat kendine yararının dokunabileceği kadar
allame yetiştirebilecek bir anne vâr oldu mu sanıyorsun? Kilise bahçesine gömülecek olsa leşi, toprak
kabul etmez onu! Bilirsin, öyle değil mi? Kimlerin, hangi günahkârların, Tanrı evinin çevresinde, yanında
yöresinde, ölüm uykusunu tatmaktan men edildiğini. Pek tabî, bilincindesin. Aklî dengeden yoksun,
yaşadığı kayıplardan ötürü canîleşen, gece vakitleri uykusundan uyanıp da sokaklarda gürleyen, bir
deliden farksız, çığlıklar eşliğinde betonu döven; tüm bunlardan da öte, öz oğlunun, kundaktaki
yavrusunun canına kast eden kadını, vicdanım nasıl el verirdi de anlatırdım sana annen diye? Tanrın, en
gözde hediyenden mahrum bırakmıştır seni. Böylesi bir onursuzluk ve haysiyetsizliğe rağmen, yaşadığın
illeti, sevgi kalıbına sığdırabiliyorsan mâdem, Mesih, kararmış kalbine gün yüzü göstermesin. Sürgününün
yegâne sebebi benimdir; o soysuz adamın tevkifini arzulayan, öz babandır. Bu da, oğluma yapacağım son
iyilikten başka hiçbir şey değildir. Affın için değil, yaşadığın müddetçe çek diye azabına duâlar edeceğim!"

Dizlerim tutmuyordu. Orenda, sevgili babamın ruhumu ilmek ilmek katleden itirafları başladığı vakitler,
omuzlarımı kavrayıp da eve doğru çekiştirmeye başlamıştı beni. Ne hâcet! Hepsini bir bir duymuş,
kıvrandıran; sıcak, yaşatanından bir nefese muhtaç eden kederimi doğuranın babam olduğunu, bizzat
onun sesinden işitmiştim. Hâli hazırda var olan güçsüz düşmüşlüğüm yetmemiş, bir de yokluğunu
hatırladıkça küçüldüğüm, eksik ve çaresiz hissettiğim anneme dair ettiği laflara, yerle bir olmuştum. Artık
ağladıkça, beslediği yavruyu dışarı atan bir ceylan rahminin, doğuma rağmen inatla zorlanmasına benzer
bir kasılma duygusuyla irademi kaybediyordum. Sırtımı döndüğüm babamın, bir daha cesaret edip de
gözlerine bakamadım. Ayakkabıları beyaz örtüyü süpürdü, kızgın ve bitap hâlde, tükenen kuvvetine
sahipmiş gibi hızlıca yürüyüp, kendisini bekleyen troykaya bindi. Atlar şahlandı; kişneme sesleri, cılız kış
ayını ürpertti. Gövdelerinden aldılar en büyük darbeyi ve binicinin işaretiyle, gürül gürül akan bir dere
misâli gürleyerek koşmaya başladılar.

Hummalı bir hastalığın nöbetini geçirircesine titriyor, Orenda'nın gövdeme sarılı ellerine tutunuyordum.
Bir sedire oturttular beni, Viole dizlerime avuçlarını dayadı. Kaygılı gözlerinde bir ıslaklık parıldadı; elinde
tuttuğu su bardağını, ayakları üzerinde yükselerek dudaklarıma getirdi. Kana kana içtiğim su, içine zehir
katılmış kadar paslı ve acıydı. Soğuk değildi tenimi kurutan, Peder'in öfkesinden kopup da boğazıma
halat niyetine dolanan kötü duâlarıydı. Lâkin arsızdım; aklım ihtiyat nedir bilmezdi. Titrek parmaklarım,
baş ucumda dikilen Orenda'nın ellerine tutundu. Hiçbir karşılaşma yaşanmamış, bir ziyaretçi; aynı
beklentilerle geçip giden günlerimizin akışını mahvetmemiş kadar dengesiz bir sükûnetle, gözlerinin içine
baktım.

"Onu bekliyorken, sevdâsından ölür giderim diye korkuyorum," Hemen ardımda duruyordu Elsha,
sırtımdan doğru kalın bir örtüyle sarmaladı gövdemi. Dizleri üzerine eğilen, bir göz işaretiyle, küçük
hanımefendiyle beraber içeri geçmesini fısıldayan yüce gönüllü sevgilisinin sözünü dinledi. İki adam
kaldık bahçenin köşesinde, biri kadına, öteki cinsinden olana meftun. Bacaklarım üzerinde, ölü bir beden
durağanlığıyla bekleyen ellerimi kavradı. Çehresinde, tüm insanî kavgaların sonunu getirebilecek, samimi
ve yumuşacık bir tebessüm duruyordu.

"Hayır, hayır... Asıl seni ayakta tutan yegâne, biricik dayanağındır beklediğin. Böylesine bir aşkın
karşısında, sabır ve perestişle günleri devirebilmek, ancak hislerinin kuvvetinden ötürüdür. Yoksa... Aksi
hâlde, Jeongguk, aklım ermez bu gözlerinin yollara düşüşüne. Güneşle birlikte doğuyor, lâkin güneşle
birlikte batmıyorsun. Yinelenen bir doğuş söz konusu. Durmadan, durmadan... Ah, sevgili Vante şahitlik
edecek olsa, nasıl da kedere boğulurdu, bilir misin?"

Keyiften yoksun, içli ağlayışlar eşliğinde ellerine sarıldım Orenda'nın. Pürüzlü cildinin ardında, âşığımın
kanını akıtan damarlarını hissetmekten ötürü tatminlik duyacak kadar biçare ve susuzdum Taehyung'a.
Sıcaklığı sığınağım oldu; oynatırken dahi zorluk çekeceğim kadar üşümüş parmaklarım, bir şömine
ateşine tutulurcasına gevşedi. Aklımın oyunuydu tüm bu yaşananlar; hayal sınırlarımı zorluyor,
dokunduğum her bedende, günahımdan kesitler arıyordum. Kavuşmamız bir serap kadar yanıltıcıydı,
nasıl da uzağımdaydı! Buna rağmen, günleri de, yılları da, bir ekmek parçasını öğütür gibi tüketecek;
varlığına duyduğum had hudut bilmez hasretimi, dudaklarında söndürecektim. Sabrediyordum, sabırla
aklıma mukayyet oluyordum. Zaman, hemen arkamda canıma susuyorken; ben, günahkârın ellerine
değmiş mektupta yaşamı arzulayacak, şehvetini esirgemediği sözcüklerini, kederimin katili yapacaktım.

*Hristiyanlıkta, Kilise bahçesine, kendi canına kıyanların, intihar edenlerin ölüsü gömülmez.
"Başımıza gelenlere yaptığımız kötülükler ve büyük suçumuz neden oldu. Sen, ey Tanrımız, bizi hak
ettiğimizden daha az cezalandırdın ve bize sürgünden kurtulan böyle bir azınlık bıraktın. Yine
buyruklarına karşı gelecek miyiz? Bu iğrençlikleri yapan halklarla evlilik bağıyla karışacak miyiz? Bunu
yaparsak, tek kişi sağ kalmadan yok edinceye dek bize öfkelenmeyecek misin? Ey İsrail'in Tanrısı Rab,
sen adilsin! Bugün sürgünden kurtulan bir azınlık olarak bırakıldık. Senin önünde durmaya hakkımız
olmadığı hâlde, suçlarımız içinde önünde duruyoruz."

10

Ezra, 9:13-14

31.BÖLÜM

-VUSLAT

"Papa, Il va pleuvoir." -Baba, yağmur yağacak.

Viole, dizlerinin birkaç parmak üzerinde biten lila eteğini silkiyor, bir yandan da sevgili babacığının,
meyve sepeti içerisindeki küçük kara sinekleri kovuşuna sessiz sessiz gülüyordu. Bahar vaktiydi: geçip
giden kış mevsiminin yorucu hiddeti ve tesiri bol soğuğundan sıyrılan toprak, tüm verimliliğiyle
uyanmış, kökünü barındırdığı ağaçları da, bitkileri de bir güzel cana getirmişti. Odamın penceresinden
aşağı sarkıtmıştım bedenimi, yaşım yirmi beşti. Ne zaman yılların sürünerek geçip gittiği o vakitleri
düşünsem, göğsümde ağırdan ayaklanırdı bir kıyamet. Çocukluğundan koparılmasından sebep, yaşı
elliden de hallice olmasına rağmen oğlanlar gibi sokak aralarında koşturan ihtiyarlardan farksızdım.
Bir günah bedeli olarak vatanından sürülen sevgili âşığımın bakışları olmaksızın büyümek, savaşın
hüküm sürdüğü bir ülkenin Şafağına doğan çiçeklerin bahtsızlığına benziyordu. Doğumumun tam
olarak hangi gün olduğunu bilmemek ise, aldığım yaşı on iki ayın her birine yediriyor, bütünüyle bir
seneyi bana çile niyetine yaşatıyordu. Ne zamandı? diyordum içli içli, ne zamandı kaçışım? Anne
rahmi kutlu yerdi, bilseydi canıma susamış kadın, böylesi bir ıstırabın yolcusu olduğumu, yine de ıkınır
mıydı dişlerini kıracak ve kaslarını yırtacak bir şiddetle, merak doluydum.

Elsha, elini tuttuğu kız çocuğunu, henüz yeni boy vermiş buğdayların arasında yürütüyor, dengesiz
adımlarını bir anne endişesi ve dikkatiyle tartarak yavrusuna ayak uyduruyordu. Sahara, Pertugol
ailesinin, üç sene önce dünyaya gelen kızlarının adıydı. Kim olmam gerektiğinin bilincine varışım,
başımda meczup bir baba ile büyüyor ve yetişiyorken, dini olarak kazandığım farkındalıkla, hali
hazırda evlilik, aile kurmak gibi insancıl eylemlerden mahrum kalacağıma dair bir kesinlik vermişti
bana. Bu olgudan kopup, daima karşı cinse karşı vâr olacağını sandığım şehvet ve sevginin, iç
kimliğimde boyut değiştirerek benden olana, genç bir adama yeşermesiyle birlikte ise, artık tam
anlamıyla baba kavramına uzak bir birey olarak nitelendirmiştim kendimi. Bir bebeğin adını koymak
gibi masumiyet kokan, insanı; aşina olduğu dünyaya, henüz varmış olan bir başka insan üzerine
sorumlu kılan bu fiili yaşatabilecek olma şansına nail olabileceğime uzak bir birey olarak
nitelendirmiştim kendimi. Bir bebeğin adını koymak gibi masumiyet kokan, insanı; aşina olduğu
dünyaya, henüz varmış olan bir başka insan üzerine sorumlu kılan bu fiili yaşatabilecek olma şansına
nail olabileceğime bir an olsun inanmamıştım. Lâkin aile fertleri, bilhassa böylesi değerli bir mevzůda,
gönlümden kopacak olana saygı duyacaklarını, içtenlikle benimseyeceklerini ifade etmişlerdi.
Böylelikle, bana; âşığımın bir kez olsun göremediğim, kendi kanını paylaştığı, akli bozuklukları
sebebiyle canına kıyan biricik kardeşini hatırlatsın diye ve sürgün sonunda yuvasına dönen günahkâr,
ailemize yeni katılmış küçük çocuğun adını duyduğunda buruk da olsa bir sevinçle gözlerime
bakabilsin diye, bu ufak yavrucağa ilk aklıma gelen adi, Sahara'yı makûl görmüştüm.

Haftalardır Güneş'ten önce doğuyordum. Vakit alacakaranlığa yüz göstermeden ayaklarım ucunda
evin dışına çıkıyor, baharın ürperten esintisi eşliğinde yolları gözlüyordum. Orenda, uyandığım ve
beklenti içerisinde çiftlik evinin her köşesini göz hapsine aldığım zamanların erken olduğunu,
Taehyung'un bir öğle vakti, güneşin kızgın sıcağı yakıyorken geleceğini söylüyordu hep.
Aldırmıyordum. Kimi zaman titrer vaziyette, kimi zaman evin arkasındaki ahırdan yükselen
homurtular eşliğinde, kimi zaman vuslatın öyle ya da böyle günler içerisinde gelecek olduğunun
bilinciyle ve coşkuyla; ağlayarak, toprağı avucumda kutsal kılarak ve baktığım göğün altında, geceyi
gündüzü hırsla nefes nefese kovalayan âşığımın hayaliyle, Güneş'i yolcu ediyor, lâkin hiçbir
hareketliliğin görünmediği yollara küskün vaziyette, omuzlarımı düşürerek evime giriyordum. 2

Üç yıl, sekiz ay, yirmi dört gün. İşte, bugün, yirmi beşinci günün içerisindeydik. Yılları ayaklarım altında
ezmiş, gün geçtikçe kendini bilmez bir insan misali kimliği eriyen hasretimi, esaslı anneler gibi
göğsümde büyütmüştüm. Çektiğim ıstırabın dalgaları durulmuştu; hâlâ bir kıyım varsa şayet, sessiz
sedasız dövülüyor ve hırpalanıyordum. Ancak yine de, tarih yakınlaştıkça annesinin dizinde günü
bitiren oğlan çocukları gibi diniyor, bir yandan ise kadın elinden uğraşsız kavuşulan merhametin
coşkusuyla çılgına dönüyor, kendime hâkim olamıyordum. Elleriydi hayalim, ah, elleri! Öylesi bir
muhtaçlığın pençesinde eziliyordum ki; yalnızca avuçlarının sıcaklığına, tenime dokundukça terleyen
cildindeki yer yer parıltılara, yumuşak, baskılarıyla biçim değiştiren etine ve kendine has kokusunun,
biz dokundukça vücutlarımıza, bir tütsü misali büyüyerek etrafı ele geçirişine, bir üç yıl daha katar ve
beklerdim. Parça parça değil, bütünüyle hasrettim günahıma ve bu sütliman tavrımın yegâne sebebi,
acılar içerisinde geçirdiğim yılların sonunu getirmiş olmamdan başka hiçbir sebebe dayandırılamazdı.
2

Orenda, dudakları arasında sağa sola oynattığı piposunu parmakları arasına aldı. Kısık, güneşin
etkisiyle kamaşan gözleri, küçük ailesini kapsar vaziyette gezindi ve nihayetinde, beni buldu. Koyu
yeşil, cepleri göğüs hizasında bulunan kadife gömleğinin kolları katlıydı; verimli zamanların içerisinde
oluşumuzu değerlendirdiğinden, toprağa olabildiğince şefkatle yaklaşıyor, şehirden getirdiği çeşit
çeşit tohumları sabırla ve özenle ekiyordu. Kemikli elleri saflığa bulanmıştı; çamur hâline gelen
toprağa temas ettiği kısımlar yer yer kahverengiydi. Bileğinin üst kısmına burnunun ucunu sürttü, o
esnada yanıma doğru geliyor, bir yandan da, artık ikinci defa baba oluşundan sebep kuvvetlenen
içgüdüleriyle, tereddüt barındıran gözlerini kızlarına çeviriyordu.
Küçük bey, kahvaltıdaki sessiz ve ürkek hâlinizden arındığınızı umuyorum. Geçen haftalarda ziyarette
bulunduğunuz şapel içerisinde, yolcular ve kiliseye uzakta kalan kullar, bilhassa toplum için uzak
diyarlardan gelip de Tanrı'nın sözünü tebliğ eden diyakoz, dün erken vakitlerde evimize uğradı.
Uyuyordunuz, rahatsız etmeme gönlü râzı gelmedi. Pek uysal, ağırbaşlı bir din adamı. Bir rüya
gördüğünün bahsini açtı, evet. Yanlış hatırlamıyorsam, Fransa'da, çok ünlü bir aile tarafından üretilen,
dillere destan ve ağızların biricik arzusu hâline gelen kırmızı bir şaraptan bahsediyordu. Neydi?... Ah,
hafızam pek kaygılı, engebeli. Evet, tabi. Chateau Lafite. Evet, küçük bey. İşte, bu şarabı, bir derenin
başında suya döküyor, arı rengi kan kırmızısına bulamaktan duyduğunuz hazla kahkahalar
atıyormuşsunuz. Beyefendi, anlatıyorken, sükût hâlinden arındı ve ellerini bir kavga ortasında İlah'tan
medet uman çaresizler gibi göğe doğru savurup durdu. Bir tasvir istediysem de, sessiz kalmaktan
yanaydı. Böyleleri rüyayı açıklamak, görülen obje ve mekânların ne anlama geldiğini belirtmek gibi
durumlardan aciz olmamalı. Yanılıyor muyum?"

Piposunu, hemen ardında kalan beyaz ahşap masa üzerine bıraktı. Esen rüzgâra kapıldı saçları, hiçbir
rahatsızlık duymuyordu. Tane tane, bu zamana dek duyduğum en düzgün ve anlaşılır Korece aksanıyla
anlattığı rüya, henüz seyretmek gibi bir hakka sahip olamadığım ünlü bir filmin girizgâhı gibiydi.
Zihnimde tanık olduğum görüntü, bir tebessümü kucaklayıp dudaklarıma bıraktı. O esnalarda, küçük
kızım Viole, avuçları arasında bir o yana, bir bu yana yönlendirdiği ufak solucanla sohbet ediyor, bir
yandan da o aşina olduğum zeyrek tavırlarıyla kulağını bize doğru kabartıyordu.

"Hayır, hayır. Yanılmıyorsunuz. Zannediyorum ki, kendince kötüye yorduğu bir rüyânın açıklamasını
yapmaktan kaçınmış. İsterdim ki uyandırın beni neredeyse tüm gece uyanık vaziyette, hiçbir
yorgunluk belirtisi olmadan ve uykuya açlık çekmeden duruşuma karşın, bir aralık kendimden
geçtiğim doğrudur. Ayak seslerini duymayışım ise isabet olmuş. işitseydim şayet; sevgili diyakozu
telaşlı adımlarımla korkutur, yorum yapmaktan çekindiği rüyâsına daha meşum bir anlam
katıverirdim. Tanrı esirgesin. Lâkin tuhaf şarabın adını dahi hatırlıyor, öyle mi?"

Elsha, kucağına aldığı Sahara'yı, gözlerinden bir an olsun kopmadan eve götürdü. Açtı süte çocuk,
rengi; yeryüzüne ait kılınmış tüm kırmızıların anası olan dudaklarından belliydi. Ah, bir güzeldi ki,
seyrine doymanın mümkünâtı yoktu! Ne zaman baksam bu ufak yavrucağa, onu gören, onu tanımak
adına gözleriyle bir süre hapseden, bu süreç boyunca git gide tebessümüyle etrafı, bilhassa küçüğünü
aydınlatan günahkârı tahayyül ediyordum. Çocuğa beslenen ari, korunaklı ve yoğun merhamet odaklı
hislerin birçoğu, hayır, hepsi; Taehyung'un tek dokunuşunda vâr olurdu. Oysa arzum eksilmiyordu; bir
rahme sahipmişim gibi karnımı okşadığı sıralar, bakışlarıyla dizlerimi titretiyorken, onun ipinden
örülecek bir kumaşa yuva olacak tek kişi, aklı ve vicdanı, bundan da öte duygularının esiriyken benden
başka hiç kimseydi. Öyle ya, ne delice istiyordum bunu, akıl ermezdi. Çılgınca, aykırı bir düşünceydi
bu! Fakat gerçekti, ötesiz hakikatimdi ve biliyordum, evet; kavuşamayacağım bu kabiliyetin eksikliği,
beni günahımın tesellisiyle dahi doyurmayacak, daima aşağılayacaktı.

"Bir din adamının sözüne tabi olmamak, inancın kökeninde sarsıntı yaratır. Hristiyanlık fikrimce
kutsaldır, kutsalımdır; lâkin hak verilmeli, kendi dünyevî koşuşturmasından sebep, öteki âleme bir
hazırlık yapamayan bizler, eksik kaldığımız yönleri bütünüyle tamamlamış, bir din üzerine varını
yoğunu katmış. Tanrı'ya adanmış insanlara karşı güven besleyemeyeceksek, git gide çürüyen bir
temelin üzerinde çırpınıyoruz demektir. Uzun, tartışılır mevzûlar. Bir daha şapele uğrarsanız eğer,
yolunuz düşerse, siz de beyefendiden rüyasını talep eder, üzerine konuşursunuz. İçeri geçelim, küçük
bey, Elsha ayva reçeli yapacaktı."

Servis edilen kâsedeki reçeli kaşıklıyor, bir yandan da uzun vakittir aklımdan bir türlü atamadığım
kuruntularıma, içimi rahatlatabilecek türlü türlü kalıplar uyduruyordum. Lakin bunların tümü, insanın
içten içe bilmediği ve kendisini daha da üzecek, kedere sürükleyecek nedenlerden kaçmak için, bir
oyun gibi icat ettiği bahanelerden fazlası değildi. Yaklaşık bir senedir, günahkardan aldığım mektuplar
gelmez olmuştu. O ne kadar suskun kaldıysa ben çoğaldım; bıkmadan, usanmadan, büyük bir aşk ve
keyifle yazdığım satırlarda gezinen gözlerinin hayaliyle, yönünü kaybeden, arsızlaşan evhamıma soyut
bir duvar ördüm. Orenda, içimde yarattığım zayıf, kırılgan dalların aşağılaması yetmezmiş gibi,
kendince âdetler uyduruyor, sürgünde bazı zamanlar mektup yazmanın ve bunu, arzu edilen kişiye
ulaştırması için teslim edecek birini bulmanın zor olduğundan bahsediyordu. Bir çocuk oluyor,
kanıyordum ona. Zayıf düşüyor, tutunduğum dallarda hasar görüyordum. Düşüyor, tekmeleniyor,
ağrıyordum; ancak tükenmiyordum. Onu, dünya gözüyle bir kez daha görebilecek olmanın ihtimaliyle,
tüm dünyayı, dünya neydi, efendim! Tüm kâinatı dize getirir bir güçle uyanıp, bu küçük çiftlik evinin
pencerelerinde, vuslat için Tanrıma yalvarıyordum.

Her yıl. Aralık'ın son gününde, teninin öz ve kimselerde rastlanmaz olan rayihasını içime çeke çeke yas
tutuyordum. Şehirde, parmaklarının marifeti dillere destan olan ressamın eseri, yegâne gücümdü.
İnce ince dokunmuş çehresine bakıyor, vakti zamanında korkmaktan beter hâle düştüğüm gözlerinin
teması için yanıp tutuşuyordum. Evet, ağlıyordum. Bu sızı, bir bedel miydi, yoksa imtihan mi, ayrımına
varmanın mümkünâtı yoktu. Uzanmak, dokunma hissini arzulamak ancak bunu elde edememek,
sevgisinden sebep köle, mecnûn olan bir insan için ne de zor, aşağılayıcıydı. Parmaklarım, topal bir
çocuk bedeni oluveriyordu, aksayarak seviyordum renkleri. Ay'ın, penceremiz önünde belirdiği gece
yarıları, karanlığa dağılan çalıntı beyaz ışığın ardında, günahkarın davetkâr gözlerini görüyordum. Öyle
bir yerdeydim ki, an geliyor, bu renk cümbüşünün arasında biçim kazanan vücudunu hareket hâlinde
sezinliyor, iblisin oyunları diyerek aklımı telkin edişime karşın, âniden uzanıp da ellerini tutacak
oluyordum. Elleri... Muhtaçlığım. Bir deliydim hasretiyle; cildimi okşar, sever sanıp da, yanağımı
tuvale yasladığım şafak vakitleri olurdu. Yalnızlığımla kalırdım. Dokunamazdı günahım.

Bu sizi, bir bedel miydi, yoksa imunan mi, ayrimma varma mumkunat yoktu. Uzanmak, dokunma
nissini arzulamak ancak bunu elde edememek, sevgisinden sebep köle, mecnûn olan bir insan için ne
de zor, aşağılayıcıydı. Parmaklarım. topal bir çocuk bedeni oluveriyordu, aksayarak seviyordum
renkleri. Ay'ın, penceremiz önünde belirdiği gece yarıları, karanlığa dağılan çalıntı beyaz ışığın
ardında, günahkarın davetkâr gözlerini görüyordum. Öyle bir yerdeydim ki, an geliyor, bu renk
cümbüşünün arasında biçim kazanan vücudunu hareket hâlinde sezinliyor, iblisin oyunları diyerek
aklımı telkin edişime karşın, âniden uzanıp da ellerini tutacak oluyordum. Elleri... Muhtaçlığım. Bir
deliydim hasretiyle; cildimi okşar, sever sanip da, yanağımı tuvale yasladığım şafak vakitleri olurdu.
Yalnızlığımla kalırdım. Dokunamazdı günahım.

4
Gün, alışıldık koşuşturması ve kendine özgü tavrıyla geçip gitti. Bir önceki güne nazaran daha da
sıcaktı akşam vakti. Rüzgår yüzümü dövsün iki eli on parmağı varmış gibi tenimi kucaklayarak geçip
gitsin arzusuyla, uyumadan evvel evin dışına çıkıyordum. Belki... Belki de, tüm bunlar birer yalandı.
Durmak nedir bilmez, inadı keskin, bakışları sarsılmayan beklentilerime zincirliydim. Kim bilir, rüzgâr
değildi de, bir adamın esen yellere karşı gâlip gelen yoğun kokusuydu arzum. Dalgın gözlerle
izliyordum önümde uzanan ince yolu, uzun; sulu bir hardaldan dokunma halıları hatırlatıyordu. Belki
bir Fransız elinden... Orenda'nın dediğine göre, daha çok Türklerin becerilerine hitap ediyordu. Ancak
nihai olarak gördüğümüz, hava bozdukça ekili toprak arazisine doğru yükselen toz birikimiydi.
Önemsiz, kıyıda köşede kendi döngüleri içerisinde, insanın yaşamasına benzer bir koşuşturmayla
devam eden olayları dahi beklediğimin güzelliğinden sebep, keyif alarak seyrediyordum. İnkâr etmek
olacak iş değildi, bilirdim; şimdi, o yolun ucunda, henüz doğan Güneş'in ufak bir parıltısı misali belirse
Taehyung, düzenin işleyişinde anlamsızlaşan her eylem, kutsal bir arınmakla eşdeğer hâle gelirdi. Bir
toz parçasının uçuşu, sırf o âna tanıklık edeceğinden, gözümde, karanlıktan doğan ve yaşamı
barındıran yeni bir gezegen kadar özelleşir, mânâ kazanır ve yücelirdi. 2

Geceleyin, öfkeli bir kralın çığlıklarına yaraşır şiddette esen yel, git gide kapanan gökte sürükleniyor,
akışkan hâl alıp ekinlerin başına doğru uzuyor, çiftlik evinin her köşesinde varlığının habercisi olup,
birkaç dakikalığına geri çekiliyordu. Uykudaydı ev halkı; odalarında fısır fısır gezinen soluklarını işitir
gibiydim. Ellerim göğsümde bağlı, bir tabut içinde bekletilen cesetler misâli kıpırtısız duruyordum. Sol
kısmımda ayaklanan birileri vardı; infaza giden gencecik çocukların yası tutuluyordu sanki. Ağrı
büyüdü, büyüdü... Şiddeti, kendine özgü yollar yaratıp mecâli kalmayan bedenimin dört bir yanına
dağıldı. Soluklarım, kaya parçaları altında sıkışan ufak böceklerden farksızdı. Can çekişmenin öteki bir
hâliydi bu içinde bulunduğum. Lâkin hayır, yükselen ve alçalan göğsümün belli belirsiz hareketleri
dahi melun iblisi tepeme çıkarıyordu. Bir aksilik söz konusuydu, yahut yanılıyor, ilahî bir sezginin tam
da yüreğime dokunduğu yerden coşuyordum ve bu bayağılık durumu, beni insani kabiliyetlerimden
mahrum bırakıyordu. 1

İşte, tam da somut ağrılarımı zihnimle bir ederek, kendime eziyet ettiğim vakitlerdi. Bir gürültü
işittim; aldırmadım. Yanılgım, beni bir defa daha büyüttüğüm ümidimle sınar korkusundan, hareketsiz
kalmaya devam ettim. Yok, hayır... Hayır. Durmuyordu. Ses daimiydi; birkaç at homurdandı. Nalların
sabırsız vuruşmaları, rüzgârın saatlerdir süregelen öfkesinin gırtlağına çöktü. Bu bir aldanışın ötesi,
gerçekliğin başlangıcıydı. Belimi doğrulttum, omurgamda iç içe geçmiş her kemiğin titrek vaziyette
kaslarımı dövdüğünü, bu baskının; artarak yol alıp bacaklarımda tutulduğunu hissediyordum. Evet,
yıllar bas bas bağırıyordu: "Hürsün, günahınla." 4

Gece vakitleriydi, gecenin issiz koynundan bir vuslat çıkageldi. Pencerelere düşman kesildim; bir
duvarı yıkmaktan öte isteksizdim. Merdivenler uzadı, ah, sanki bir kıtayı talan ediyordum! Ayaklarımın
altında nice insanları, nice yasakları, nice emirleri çiğneyip de koştum kapıya. Gözlerim sızlıyordu;
gözlerimde, bir orman ateşe verilmiş gibi büyük bir sancı, büyük bir acı, büyük bir kahroluş vardı.
Lakin sonu gelirdi, gelmişti de, öyle ya. Bir kapıyı araladım, önüm cennetti

. Tanrı, bir bahar gecesinin kıyısında, günahkâr kullarından sakındığı Cennet'i, bu küçücük arazinin
orta yerine bırakıvermişti. Adem ile Havva kayıp, iki erkeğin bakışından öte issiz. Karşımdaydı, bir an
geldi lầnetler ettim yıllara. Yaşı otuzdu. Kömür karası, zifiri geceyi utandırıyordu gözlerinin yaşı. Bir
hâlde, bir bitap hâldeydim ki; dizlerim üzerine yığıldım, koşamadım günahıma. Kırık, çaresiz ve yıllar
boyu dilimde dönmüş bir addan başka ses edemedim: "Taehyung..." Gözlerime, yitip giden gençliğine
ulaşır gibi bakıyordu. Fısıldadım bir kez daha, "İçimin sızısı..."

Dolu ellerini gevşetti; şimdi, tüm dokunuşlarının yatağıydım. Koştu, dizlerimin önündeydi. Ah!
Dizlerime değiyordu günahım. Titriyor, içimde biriken kederi sesimle söküyor, ağladıkça diriliyordum.
Elleri yüzümü buldu, yanaklarımı avuçlayan pak cildinde dudaklarımı söndürdüm. Bir hayalin varlığıydı
korkum, evet; tüm bunların zihnimin alçak birer oyunu olduğunu sandığımdan, teninde koşar gibi
buseler bıraktım avuçlarına. O ağladıkça kahroldum; oysa otuzunda bir adamdı. Omuzları çökmüştü
aşığımın, gözleri; kıştan başka mevsim bilmeyen bir vatanın gölgesiydi. Alnı alnıma dayandı,
duramıyordum; bir hevesle atıldım, boynundan saçlarına dek sürttüm burnumu, tüm durakları
selamlayan bir tren gibiydim. Önceleri koku nedir bilmez bir insanın, eksik kalan yanına kavuşmak
hasretiyle tüm dünyayı solur gibi taze nefesler almasından farksızdı. Üç yıl, sekiz ay, yirmi dört gün.
Yabancı düştüğüm sesi çoğaldı, bir günahın doğuşu ve Tanrı'nın hiddeti gibi yükseldi adım
dudaklarından. Zaman âniden boynunu büktü; yaşı otuzdu Taehyung'un. Benden uzakta büyümüştü.
4

"Jeongguk, küçük çocuğum... Kurtuluşum, dirilişim, kederli oğlum... Jeongguk, günahkârın geldi."
Çenemi kavradı parmakları, yükselen başımla beraber gözlerinde bir keşiftir başladı. Ah, durmak
bilmiyordu ağlayışı! Sessiz sessiz kahroluyordu, sanki karşı karşıya devriliyor ve aynı anda bir
olmuyormuşuz gibi, meyus bir tebessüm eşliğinde çehremi seyrediyordu. Zihninde tozlanmış bir
yüzdü baktığı, yoksa zorlanır mı olmuştu çocuğunu hatırlıyorken? Bunun acısı devleşti; dünyaya dâveti
anlık olan bir azap meleği oturdu göğsüme, etlerimi liğme liğme etti, kaburga kemiklerimi parmakları
arasında büktü. Avuçları arasında öldüm ve doğdum, haberi olmadı günahkarın. Eğildi, ıslak
kirpiklerimi kuruttu busesiyle. Tenimden ayrı kalmak, dudaklarının en büyük günahıydı artık.
Şakaklarımdan aktı, elmacık kemiklerim üzerinde bir kasabayı devirdi, durmadı; saçlarımın arasına, bir
başımayken yağan yağmurların tadını alır gibi dizdi öpücüklerini. Tanık olamadığı her ânımın, bir
başına, bilmediği topraklarda yapayalnız uyuduğu ve belki de uykusuz kaldığı her gecenin acısını
çıkarır gibi dudaklarıma uzandı. Hıçkırıklarım kesildi; dizlerim üzerinde doğruldum hiddetle. Öyle
öpüyordum ki günahımı, dilimde cehennemin ateşini hisseder oldum. Nefessiz kaldık tek bir ağızda,
neydi ki bu, bir hiç! Ehemmiyeti olur muydu? Öpüşlerinde, çocukluğumun sevgisiz günlerini katlettim.
Kendimi, zihinsel kıvranışım son bulsun diye aç bıraktığım, vücûdumun bir yudum su için iki büklüm
hâle geldiği zamanların karşısına dikildi Taehyung. Hasret kaldığım tadıyla, ömrümün her gününü
doyuma ulaştırdı. Öpüştü küçüğüyle. Fısıldayıp durdu, "Ölümden de beter ayrılığın, canım bir hiç;
mesele gözlerinken,"

Tepemizdeki evin camları tıkırdadı bir aralık, uyanan ev ahalisi, hiçbir ses etmeden yataklarına geri
döndü. Böyle alçak gönüllü, böyle yüce insanlardı sırtımı dayadıklarım. Gözlerimdeydi günahkar, elleri
bedenimin ücra köşelerine sızdı. Etimde, çıkıntılarımda, vücudumun; birkaç senedir uzak kaldığım tüm
mekânlarında erkek etti beni. Alnıma dayalı solukları, dakikalar boyu zihnime sızdı. Hayal sandığım
vuslat, biricik hakikatimdi. Geriye çekilecek olduğunda sıkı sıkı yapıştım gövdesine, tebessüm etti. "Şu
bavulları alacağım, küçüğüm. Say, say hadi. Yedi saniye sürecek." Bir oğlan çocuğunu avutuyordu
sanki, karşılık verdim gülüşüne. Bağıra bağıra, kimseleri önemsemeden saymaya başladım. Sahiden,
yedi saniye içerisinde bir kez daha dizlerimdeydi Taehyung. Uzaklaştıkça, bir sanrinin içerisinde
kaybolmasından endişe ettiğim varlığı, saniyeler içerisinde aynı yakınlığa kadar ulaşmıştı bana.
Durmadı da, özlemi büyüktü. Kim bilir, nasıl da anmıştı temiz deryaların yatağı olan ağzıyla, adımı...
Küçülmüş, ancak son gördüğünün aksine ihtiyarlaşan bedenimi kucağına aldı. Bir an olsun çekilmedi
gözlerimden, ezberinden eksilmeyen evin her köşesinde, aheste aheste ilerledi. Boynunda, kendi
kendisinin gırtlağına susamış bir halat gibi bağlıydı ellerim. Ensesine tutundum; otuz yaşındaydı
günahım.

Kıpırdayan ayaklar, odamızın parkelerini bir başka gıcırdatıyordu. Bu dört duvar, bir hapishanenin,
insana kaybettiği hürlüğünü aralayan parmaklıklarına ne de çok benzemişti zamanında. Şimdiyse, bir
kraliyet ailesini ağırlar zerafetle içeri davet ediyor, dişiliğini kullanan bir kadın misali en hoş kokularını
sürünerek, iki adamın, yeri ve göğü birbirine kırdıran hasretiyle içine çekiyordu. Karşı koymak
hadsizlikti, yatağımıza bıraktı bedenimi. Sırtımı yasladığım çarşaf, günlerdir ilk kez sıcak ve
korumacıydı. Bakışlarım, günahkârın gözlerinin takipçisiydi. Duvara, sağa doğru hafif eğik bir vaziyette
asılmış tabloya takıldı. Duraksadı, nefesleri ağırlaştı bir süre. Ne yapsa sessizdi, kim bilir nasıl da yalnız
bırakılmıştı?... Dudaklarım büküldü; kimsesi olmadığından, bir başına dünyadan göçüp giden ölü
bedenler misali, sağ yanağından doğru bir gözyaşı süzüldü. İrkilerek döndü yüzüme, aynı kırgın
tebessümle bakıyordu bana. Kabanına uzandı, soydu bedenini. Gövdesi üryan hâlde kalana dek,
gözlerimden bir an olsun kopmadı. Tir tir titriyordum; kavruk teninde, kendisiyle beraber çaresizliğini,
hasretini, mektuplara döktüğü ve tükettiği mürekkebi, yabancı rüzgârları da getirmişti. Ağır ağır
soluklanıyor, ayrı düştüğüm adamın her köşesini, hiçbir aksaklık yaratmadan, yudum yudum, ilmek
ilmek, adım adım... Ne derlerdi?... Kimse demezdi. Kimse bilmezdi böylesini. İçtim, seyrettikçe;
kuruyan ağzıma aktı en saf göller.

Yatağa oturdu. Ona bakan yüzde, gördüğü her şeyin bir iz olduğunu biliyordu. "Geceleyin, soğuk bir
yatağın içerisinde debeleniyorken, belli belirsiz gördüğüm hayallere benziyorsun tıpkı. Jeongguk,
aşkım... Konuş, yalvarayım ister misin? Konuş günahkarına. Sessizliğe bir an olsun tahammülüm yok.
Buradayım demek, insan edildiğim ilk yuva. Dokun. Dokun bana." Bir ölüm haberi almışım kadar
yoğun telaşımla doğruldum. İri iriydi gözlerim. Beklemek ne mümkündü! Çıplak göğsüne temas eden
soğuk ve acelesi titretir kıvamdaki parmaklarımla, günahım derin... Derin bir soluk çekti içine.
Ellerimin üzerine kapandı elleri, hatırında olmayan bir adı anımsamış gibi, heyecanla işaret
parmağıma uzandı. Sıcacıktı dudakları, öptükçe öptü. Sımsıkı kavramıştı bileğimi. Boynuna dek tenini
okşadım, ardından çıkık, diri diri gömülmüş insan bedenlerini andıran omuzlarına dokundum.
Göğsüm, bir ayağın gölgesiyle oraya buraya kaçışan kuş sürüleriydi. Kirpiklerimden asılıp da kendini
bırakan iri bir su damlası, dizime düştü.

"Adından başka ne bilsin dilim?" Alnıma uzandı, çenesi titriyordu günahımın. "Taehyung... Taehyung,
ölümün kıyısında debelenip duruyordum. Kaç gece eskittim pencerelerin önünde, kaç kez çürüttüm
ay ışığını, hangi rüzgârlar alıp götürdü sesimden adını... Bir bilsen, bir bilsen... Meğer ayrı düşmek
seninle, ölümlerin her hâlinden daha beter, daha aşağılık, daha korkunç bir eziyetmiş. Bir bakayım
yüzüne... Ah, nasıl oldu da benden uzakta aldın yaşlarını! İşte, sol gözünün kenarında yeni bir çizgi.
Dudakların dolu dizgin âşık, ne duruyorsun? Öp beni,"
Böyle ağlamazdı içimin sızısı, kederimden ölecek vaziyetteydim. Bir yandan vuslatın sevinciyle
kendimi kaybediyor, öte yandan, böylesi bir matemin içerisinde yapayalnız sürüklenen günahımın göz
yaşlarında boğuluyordum. Taehyung'un tabiriyle, tüm renkleri doğuracak kabiliyetteki beyaz cildim,
dudaklarının altında esnedi. Boynumdan, yükselip alçalan âdem elmamdan, tutsağı olduğu koyu
benimin üzerinden öptükçe öptü. Yaşama tutunur gibi dokundu damarımın üzerine, atan nabzımı
ölçtü buseleri. Kollarımı kavradı, bir kırlangıcın soğukta ürpermiş bedenini taşır gibi, boylu boyunca
yatağa yatırdı beni. Göğsü göğsümün üzerinde, gözleri, iki yıl önce, bir kasım gecesi okuduğum
mektubunda, gülün dikensiz gövdesi,' diye bahsettiği dudaklarımdaydı.

"Jeongguk, canıma kast edecektim. Ölüm esnasında, şayet varlığı hakikatse Tanrı'nın, gelirse
günahkar bir adamın vedâsına, gözlerine bağışladığı ışığında seni görürüm diye, canıma kast
edecektim. Yüzyıl bağışlasın ilah bana, bağışlasın ki; hasretinden divane olduğum güzel, en esaslı
orkestralardan çalınma ezgilere benzeyen çehreni seyrederek yitip gideyim." 1

Avuçlarımı örttüm ağzına, sırtım doğrulacak oldu, lakin bedeninin ağırlığıyla geriye yalpaladım.
Dudaklarıma aktı göz yaşı, tadını alıyorken, kederinden ufalıp da bende yaşamaya kalkışan bu ıslaklık
sebebiyle, ağlamalarım arasından söze girdim. "Nasıl edersiniz böyle laflar? Susun, Tanrı esirgesin
ölümü sizden. Küçüğünüz ne yapardı bir başına, düşünmez misiniz hiç? Ölüm, arzulanacaksa, ancak
şimdi, bu günah kokan yatak iki adamı çepeçevre sarıyor ve sıcaklığıyla besliyorken arzulanır. Şu
duvara asılı tablodan medet umacak kadar kaybetti yolunu Jeongguk. Bir renkten can dilendi, bir
tuvalden dokunuş bekledi... Size nasıl, nasıl... Kıvranışlarıma kulak veriyor musunuz? Size, seina la ton;
nasıl aç bırakıldım, bilir misiniz hiç? Mektuplarınız göğsünüzdü, başımın altında koydum da uyku için
yakardım göklere. Ancak sızlanışlar, kâbuslu geceler ve bir başıma dört duvarın egemenliği altında hor
görülüşlerimle ettim sabahları. Yaşamak nedir, öğretin bana. Cehennemin asıl tanımını yaptığınız gibi,
işte, şimdi de yaşamaktan bahsedin. Nedir yaşamak? Bilirim ki, günahım olmadan geçip giden her
gün, mezarda çürüyen bir bedenden farksızdım."

Kederi silinmek bilmedi gözlerinden. Elleri, başı okşanan bir yetime duyulan şefkati yüklendi;
çıplaklığımdı arzusu. Eteklerini kavradı kazağımın, başımdan yukarı doğru çekiştirdi. Dağılan saçlarıma
değen parmaklarında bir şehvet kırıntısı uyandı. Bir yanında baskın varlığı, pür dikkati ve aşılmaz
duvarlarıyla hüznü dikiliyordu. Ulaşamadım, uzansam dahi eksilmeyecek, daha da bir arsızca
büyüyecekti. Cesaret etmek ahmaklık olurdu, sessizce seyrettim günahkârı. Belimi saran kalın kumaşı
iki yanından doğru tuttu, ayırdı tenimden. Eğildi, bedenimin aşağılarına, kuytularına adımladı. Diz
kapaklarım üzerine dokundu burnu, aldığı derin soluklarla yaşıyordum; benim nefeslerim yaşatmak
nedir bilmezdi. Yükseldi, arzusunu sezdiğim an, buruk bir tebessümle saçlarına tutundum. Çölünü
buldu, yıllar sonra evinin kapısından giren bir baba misali, cildimde lekelenen, ulaşamadığı yakıcı
kumlara tutundu; öpücüğüyle titredim.

"Yaşamak." diye fısıldadı tenimi seyrediyorken, "Tanrı'nın seçkin, erkekliğine bigâne kalmış ürkek
kulunun teninde yaşattığı çölde, kana kana su içmekten başka hiçbir şey değildir, Jeongguk." Yükseldi,
yanıma uzandı usulca. Sarmaladığı vücûdumu, bütünüyle varlığında hissetmek arzusuyla kendisine
çekti. Göğsü göğsümde titriyordu, henüz kurumuştu gözleri. Tek bir yastığa düşmüştük, saçları
saçlarıma karıştı. Uzun, gür tutamlar alnına değdikçe tebessüm etti. Bacakları bacaklarıma
sürtünüyordu ağır ağır, ürpererek yaslandım günahıma. Elinin ters yüzeyiyle yanağımı okşadı.
"Büyümüşsün, küçük oğlan," diye fısıldadı. Bir kez daha yaşaran gözlerime uzandı, kırgın bir tebessüm
eşliğinde buseler kondurdu. Otuz yaşındaydı günahım, oğlundan uzakta büyümüştü.

Sonraki Bölüm >


"Koru beni gözbebeği gibi; Kanatlarının gölgesine gizle Kötülerin saldırısından, Çevremi saran ölümcül
düşmanlarından Yürekleri yağ bağlamış, Ağızları büyük laflar ediyor. İzimi buldular, üzerime geliyorlar,
Yere vurmak için gözetliyorlar. Tıpkı parçalamak için sabırsızlanan bir aslan, Pusuya yatan genç bir
aslan gibi."

Mezmurlar, 17:8-12

32.BÖLÜM

-DUVAR

Fısıltılar. Yatağın ayak kısmından başlayıp, başımın üzerindeki tabloya dek uzanan sıcak soluklar. Bir
yanılmışlık, bir yanlışlık olur da, dün gecenin, koynunda parça parça edip üzerime yığdığı hasretin
izleri bütünleşir, bir kez daha canıma okur endişesiyle gözlerimi aralamaktan korkuyordum. Sol
kolum, dirsek kısmından zarif bir kavrayışla yükseldiği vakit, buğulu, yorgun ve bir o kadar da şefkat
dolu olan ses, kulaklarıma uzandı. Tanıyordum bu sesi; yıllar önce, bir manastır kütüphanesinde,
kulaklarımdan önce göğsümü yararak yüreğime ulaşan bu âşinalık içeren tınıyı biliyordum. Bir
adamdı, evet. Sığınağım diyerek başımı yasladığım taştan duvarları, o sıralar gözlerinde sezinliyor, katı
cismin arasına sızmış tarihin tozuyla, pasıyla, bakışlarında cebelleşiyordum. Şehvetti mevzu bahis,
değer diyordu. Yanmak, bilhassa ateşin en yoğun olduğu Tanrı'nın cehenneminde, günlerce yağan
yağmurun doldurduğu bir dere yatağına, sırtüstü uzanmakla birdi. Arsiz, utanmaz, günahkar...
Günahkar. Fısıldıyordu. "Dilimin tutkusu, ellerimin düğümü, gözümün baharı..." 2

"Başka?" diye fısıldayıverdim, "Başka... Kiminiz Jeongguk, neyiniz?" Bakmak, lakin görememek, en
büyük korkumdu. Her gün, iblisin kendine yaraşır oyunlarıyla, Taehyung'un yokluğundan faydalanıp
bana yaşattığı alçakça ikilemlerden birinin ortasındayım sanıyordum. Müsaade etmedi, galibiyet;
bütünüyle varlığıydı. Kıpırdasa, yerle bir edecekti şeytani. Tebessüm ediyordu, hissi olarak, ensemden
uzanan tatlı bir esinti adım adım ilerleyip, başımın üzerine dokundu. Yayıldı. Bakmak lüzûmsuzdu,
içime hükmediyordu günahım. Kendimi bilmez, onun kâhini kesilirdim. 2

"Göz kapakların, güneşi gölgeleyen acımasız perdeleri anımsatıyor. Arala, gözlerine bakayım. Hitabın
banayken, muhatabın benken, bunun gerçekliği ve tanımsız hazzını bütünsel olarak hissetmekten
yanayım." Hâlâ muhabbete devam eden düşsel varlıklara rastlamış gibi, omuzlarımda baş gösteren bir
titreme eşliğinde gözlerimi araladım. Hemen tepemde, hafiften kıvrılmış dudakları ve yıllardır çektiği
tatsız uykusuzluğa karşın keyfini sürdüğü birkaç saatlik istirahatin etkisiyle beni seyrediyordu. İçim
titredi, derin bir soluğu, yeni doğan bir oda dolusu bebeğin ilk nefeslerinden esinlenir gibi ciğerlerime
çektim. Tebessümü büyüdü, uzanıp dağılan saçlarımın arasından alnıma kuru bir buse kondurdu.
Kokum hâli hazırda ayaklandığında, onu da duyusal uzuvlarını tatmin etmek ve doyurmak arzusuyla
hapsetti içine. Parmaklarından bir tanesi, narin ve hastalıklı ciltleri tedavi eden uysal dokunuşlu
hekimler misâli kirpiklerimi okşadı. Soldan sağa... Temasın etkisiyle kırpışan gözlerim, onda, limonu ilk
tadan çocukların, buruşan ve ekşiyen yüzleriyle ailelerine verdiği keyfi yarattı. Yorgunluğu daimdi,
artık gülüşlerinin ardında, tertemiz, parıldayan ve düzgün dizilimli dişleri dahi görünüyorken,
üzerindeki bitkinliği atamıyordu.

"Hürüm... Sevgilim, hürüm. Vatanım tenin, vatanımın oğluyum. Bir vatanıma hasret, bir onun
toprağına düşkünüm." Eskitilmiş cümlelerini diziyordu cildime, dudaklarından akan arı ve tutkulu
temasları yanağımaydı. Tatlı tatlı mırıldanıyor, coşkulu hasretine karşılık bir dayanak arayışıyla sıkı sıkı
tutunduğum kollarını kasıyor, bir yandan da yüzyıla tekabül eden ayrılığın somut olan tüm noktalarını
tek tek çürütüyordu. Yaşamanın anlamını sorguladığım aşığıma, kendi sesimden bir yol dizmek isteği
düştü ağzımın orta yerine. Bir çölde kana kana içilen suydu onun yaşaması, benimki ise, dili damağı
kurumuş bir adamı, tüketecek kadar yoğun bir hırsla besleyen su olmanın gururuydu.

Uzun vakittir evin içerisinde esamesi okunmayan kesintisiz huzur, Taehyung'un biten sürgünüyle
beraber tekrar dirilmişti. Merdivenleri iniyorken bacakları titriyordu, yüzünde asla sarsılmaz olan
gururu ve içine hapsolan özlemiyle, gözleri Pertugol ailesini kucakladı. Orenda'nın kuzeninin sağlıklı ve
özgür bir adam olan bedenini görmesiyle yaşaran gözleri, yıllardır ördüğü duvarın depremi oldu.
Koşar adım uzandı Vante'ye, sarmaladığı adamın saçlarını seviyor, çocukluk zamanlarında, ağaçlar
arasında koşturduğu o küçük oğlanı görür bir şefkatle, sırtını sıvazlıyordu. Hatırı sayılır bir süre
boyunca, avuçları arasına aldığı yüzünü seyretti. Buruk tebessümü, küçük hanım Viole'nin,
memnuniyet ve saygınlık dolu reveransıyla canlandı.

"Mösyö, evimize, beraberinizde taşıdığınız sevgi ve mutluluk için sizlere müteşekkirim. Umuyorum ki
karşılamamı abartılı bulmazsınız. Zira, neredeyse günlerdir, küçüğünüz olan bu beyefendinin insanı
elden ayaktan düşürecek şiddetteki heyecanıyla, bizler de kendi aramızda bir acelenin ağına düştük.
Evet, işte bu koşuşturma sebebiyle, sizi nasıl karşılayacağıma dair düşünüp durur oldum. Bakmayın
dizlerimdeki güce, bu saniyeler süren reverans, yeterince gelişmeyen ellerimi titretiyor. İnanın bana
muhakkak, sözüm sizin için geçerlidir, nitekim, sevgili oğlunuzun hasreti öyle coşkun, öyle uslanmaz
ve arsız bir hâldeydi ki, onun yükünden kaynaklanan bir telaş içerisindeyim. Ah, mösyö, söyleyin
lütfen, sizce de bir genç kız kadar asil ve becerikli görünmüyor muyum? Kuzeniniz bir yanılgı içerisinde
olduğumu düşünüyor."

Taehyung, Viole'nin kıvrak zekâsına duyduğu hayranlığı bir kez olsun dile getirmese de, onu
dinliyorken aldığı keyif ve küçük kıza olan bakışlarında bunun esintilerine rastlamamak mümkün
değildi. Belini bükerek, aynı samimiyet ve saygınlıkla karşıladı kızımızı. Zarif elleri, Viole'nin çelimsiz
beline tutundu, kucağına aldığı çocuğu birkaç kez etrafında döndürdükten sonra neşe dolu bir
kıkırtıyla göğsüne yasladı. Saçlarına kondurduğu buselerle iyice şımaran kız çocuğu, bir yandan da
afacan bir edâyla babasına bakıyordu. Büyümeye duyduğu hevesi, aklı yaşıtlarından çok daha ötesini
kavrayabilen bu kıza yakıştırmayan Elsha ise, çocuğuna yüz vermemek adına, dudaklarının ardında
beslenen tebessümünü gizliyordu.

"Ah, durun! Siz, elbette bu ailenin küçük kurduyla tanışık değilsiniz. Ne ayıp ettim, ilk onu karşınıza
çıkarmak icập ederdi. Sahara, gel sevgili kardeşim. Nasıl da dengesiz yürüyor, görüyor musunuz?
Henüz yaşını almışken çayırlarda yavru bir ceylan misali koşturan ablasına benzemiyor hiç. Ziyânı yok,
adından öte güzelliği nedir ki? Sahara, gel. Evet, bak. İşte bu, kederi, adını işittiği vakit sönen sevgili
Jeongguk'un beklediği aşığı."

Taehyung, durgunlaşan ifadesiyle, öylece ufak kız çocuğunu inceliyordu. İki yanında duran elleri, bir
insan ölüsüne çullanan toprağı hatırlar gibi irkildi. Kucağından inen Viole, günahkarın gözlerinde
çoğalan kardeş hasretini pürdikkat seyrediyordu. Başını eğdi, lakin hüznüne katacak olmanın
korkusuyla, hareketleri daha bir coşku hâlini aldı. Sahara'yı, koltuk altlarından kavradığı gibi,
yükseltebildiği kadar kaldırıp Taehyung'a uzattı. Yavrucak, yakasına iliştirilen beyaz mendili küçük
elleriyle avuçlarına sıkıştırıyor, gözleri, yıllar önce toprağa verdiği kardeşini anımsayan adamın ona
olan bakışlarını reddedercesine, asla günahkâra karşılık vermiyordu. Günahım, kan bağının olmadığı
bir kadının rahminden kopan bu kız çocuğunun sûretinde, kendi katlini arzulayan, ölümüne bile
isteye, lakin aklî bozukluğundan ötürü sebep olan kardeşini görüyordu. Sahara'yı, öyle tükenmek
bilmez bir özlem ve sevgiyle bastırdı ki göğsüne, bir bebeği kucaklayışının bilincine varamayacak olsa,
inanırdım, incinirdi bu narin çocuk. Tanrı vergisi olan hoş, tertemiz kokusunda gençliğinin en büyük
ızdırabı olan kaybını anımsadı. İnce, seyrek saç telleri arasında gezinen burnu, sik soluklar eşliğinde
içinde açık kalan boşluğu dolduruyordu. Geri çekildi, ancak ve ancak yakından fark edilebilir olan
ıslanmış kirpikleri, artık yetişkin bir adam olan günahkârımın, bir başına kaldığı vakitler boyunca,
kontrolünü sağladığı duyguları konusunda hassasiyet kazandığını fısıldıyordu. Burkuldu içim, kederle
eğdim başımı.

"Kız kardeşimin adını onurlandırdınız, dilerim ki bambaşka olsun kaderi. Uzun ve hüzünden arınmış,
çözümüne ulaşmanın nâmümkün olduğu herhangi bir hastalıktan uzakta dingin bir ömür yaşasın
Sahara." Bir duâ, bir yakarış kadar kutsal hâle bürünen dileği, ifade değiştirdi ve dudaklarında yeşerip,
küçük kızın alnında pak bir buseyi doğurdu. Kucağındaki çocuğu annesine teslim ettikten hemen
sonra, anlamlı bakışlarıyla gözlerimi karşıladı Taehyung. Elleri belimi kavradı aniden, bedenimi
göğsüne doğru yasladı ve kulağıma eğilerek fısıldadı: "Küçüğüm, baba da oldun demek yokluğumda."
Gecikmeden, taze bir esinti altında dalgalanan çayırları anımsatan yüzü henüz uzaklaşmadan önce,
karşılığını verdim. "Yokluğunuz sürüyorken, ikinci kez baba oldunuz."

Kahvaltı sofrasında sürgünde geçen yılları konuşmaktan kaçındılar. Orenda, muhabbetin yönü
değişmesin isteğiyle, geçen zamanda yaşadığı en ufak hadiseyi dahi detaylarıyla kuzenine anlatıyor,
hiçbir boşluğa mahal vermiyordu. Masanın bir ucunda kendisi, öteki ucunda günahkâr duruyordu, ışıl
ışıldı herkesin gözleri. Taehyung'un, ailesiyle etmekten aciz bırakıldığı birkaç saatlik kahvaltıya olan
yoğun açlığını, ara ara elinden çatalı bıçağı bırakıp, durgun bir yüz ifâdesiyle sofrayı, sofra
başındakileri seyretmesinden anlıyordum. Gözleri ne vakit takılsa bana, zamanın işleyişine çelme
takıyor, büyük bir gururla hareketi kesen akrep ve yelkovana sırtını dayayıp, kendine has olan
erkekliği ve tutkusuyla beni süzüyordu. Lakin durgundu; bu durgunluğun son bulmayışı ise, tamamıyla
ele geçirildiğim taşkın huzuru kesik kesik bölüyor, bir aksilik çıkacağı endişesiyle arkamda
gölgeleniyordu. 4

Güneş bir hızla tepeye yükseldi, çiftlik evine uzanan dar yolun sağında, tüm ihtişamı, kalın ve baltaya
karşı göğüs geren sağlam gövdesiyle, azametli dallarını sarkıtan yemyeşil, iri meyveleriyle bir elma
ağacı dikiliyordu. Taehyung, duş almak için üst kata çıktığında, bulutların dağılıp taptaze bir renkle
açığa serdiği göğün altında rüzgârı işitmek isteğiyle dışarı attım kendimi. Yürüyorken, kalçalarıma dek
uzanan buğdaylara ellerimi sürtüyor, tırnaklarıma uçuşan küçük sinekleri, benden kaçmayacaklarına
dair düştüğüm büyük yanılgıyla okşamaya, sevmeye kalkışıyordum. Ayağımı bastığım toprak canlandı;
attığım her adımda, yenilenen hücrelerimde ve sükûnet içerisindeki ruhumla nefesleniyor, Tanrı'nın
bir hediyesi olan verimli özüne dönerek kahkahalar atıyordu. Gün neşeliydi, hiçbir yanımdan
ulaşamıyordu ümitsizlik. Bir adamın bitap vücûduna sığınan varlığım, günahkarın sırtında öğütüp de
bir düşman leşi gibi üzerini ezdiği yorgunluğumdan ayıklanmıştı.

Sırtımı dayadığım ağaç, ellerimden tutan bir anne misâli güvenle sarmaladı beni. Gölgesiyle Güneş'i
durduruyor, mevsimler boyu şımartılan toprağından aldığı güçle büyüttüğü yeşil dallarını estirerek en
taze soluklarıyla besliyordu ciğerlerimi. Yumduğum gözlerimin ardında, biricik aşığımdan sahiplik
dilendiğim, erkekliğimin arsız başkaldırışlarıyla dizlerinin dibinde, eğitilmez arzularıma bir karşılık
beklediğim geceyi yaşatıyordum. Bir yandan utandıran bu gerçeklik. Öte yandan, duygusal mânâda
düştüğüm boşluğun, ufacık da olsa bir zerresini kapsayan ihtirasımı tetikliyordu. Ürpererek
oturuşumu düzeltiyor, bir kez daha aynı hayalin içerisinde savrulurken, utanmaz iç çekişlerimle
kendime karşı kuşanıyordum.
Sıcak, git gide etkisini artırıyorken, çiftlik evinin açılan kapısıyla beraber daldığım düşlerden sıyrıldım.
Günahkar, ta olduğum yerden dahi seçebildiğim nemli saçlarını alnından itekliyor, yakınlaştıkça
gözlerinde netlik kazanan çehremi görmenin tatmini, bakışlarını aydınlatıyordu. Usul usul ilerledi
ayaklarımın dibine, gördüğü beden olmanın gururuyla göğsüm yükseldi heyecanım vahşileşti.
Göğsümde topladığım dizlerime dayandı bacakları, yukarıdan, bir yıldızın geceye bağışladığı ışığı gibi
akıyordu bakışları; elleri saçlarımı buldu. Okşayışları boyunca, tüm tenimi sarmalayan bu muhtaçlık
hissiyle irkilip durdum. Bir süre sonra hareketleri kesintiye uğradı, parmaklarının yolu diz kapağımdı.
Eklem yerinden kavradığı bacağımı, uysal bir itişle zemine paralel olarak uzattı. Ardından, ses
etmeden, bir elin şefkatine, iyiliğine ve pâyidar kalacakmış kadar tutkuyla bütün sevgisine ihtiyaç
duyan bir oğlan çocuğu gibi dizlerime yattı.

"Peder'in âni ziyaretini işittim. Yıllar olduysa da, dirençsiz bir beden misâli her rüzgârdan nem kapan
ruhuna işlemiştir bu ansızın gelen misafir. Söyle günahkârına, dindi mi kederin?" Uysal sesinin
ardında, işiteceği herhangi bir yıkımla beraber dirilecek olan öfkesini sezinliyordum. Gözlerinde
uykuya sığındı bakışlarım, bir dalgınlık hâli gibi uzayıp giden bu kavuşmanın arasında, fısıltı hâlinde
cevapladım sorusunu. "Endişe etmeyin, dindi. Kederimin ömrü, üç yıl, sekiz ay, yirmi dört gündü.
Öldü, gömdüm."

Kuru dudakları aralandı, dünyevî bir cenneti doğurdu gözlerim önünde. Kucağımda kenetlenmiş
vaziyette duran ellerime, savaşın ortasında bir çare beklentisiyle dört nala koşuşturan yaralı
askerlerin acelesiyle uzandı. İşaret parmaklarım kurtuluşu, öte yandan, iki adamın arasında ayrılıktan
inşa edilmiş yollar dizmeyen sürgünüydü. Dudaklarından başladı, aheste aheste, adım atarcasına
keşfe çıkardı beni. Hafiften belirginleşen sakallarına değdim, kaldırımlar arasında filizlenen
beklenmedik çimenler gibiydi. Gözlerimden kopmuyordu günahım, sanıyordu ki kopsa, bir daha
bakmak yetisi var edilmeyecekti benliğinde. Çenesi boyunca süründüm, dokunduğum neresi varsa,
parmak uçlarımda bir çığlığı tepiyordu kalabalığın ağzına, gür topluluklardan işitiliyordu dinmek
bilmez arzum. Nihai olarak ulaştığım çıkık âdem elmasıyla ürperdim, bu ürperiş öyle bir şiddetli
yaşandı ki, gayriihtiyari vaziyette kendimi geri çekecek oldum. İzin vermedi Taehyung, silinmeyen
kırgın tebessümüyle seyretti çehremi, boynuna kapanan avucumla beraber, boğazından kopup gelen
derin bir solukla, cildimde alevlenen ateşi harladı.

"Mektuplarının yuvasıydı göğsüm, bir binaya zemin döşer gibi üst üste yatırdım onları. Issız, soğuk
geçen geceler boyu, sözcüklerine can veren mürekkep eridi, bu eriyiş esnasında adımı yazdığın her bir
kâğıttan kopup tenime sıçrayan sıcaklığına sığındım. Hangi dil döner de, bir ismi böylesi güzel kavrar?
İştahlı, masum, bir o kadar da işveli. Ne vakit seslensen işittim seni, bir yankı hâlini alıp da çağırdın
beni yatağımıza." Yüzünü, kokuma ve sıcaklığıma duyduğu arzuyla karnıma yasladı. Hiçbir tutunuşa
sığınmayan baskısı yetmedi günahıma, elleriyle sırtımı kavradı, daha bir kendine çekti vücudumu.
Boğuk soluklarını işitiyorken, hissi olarak büyük bir kuvvetle beni güçten düşüren arzuma yenildim,
göğe yükselttim başımı. Derin derin yakardığım Tanrım, dilime, Taehyung'un mektubunda, yine bir
kitap kesitinden bahsederek araya kattığı kısmı döşedi. Fısıldayarak, her satırını ezberime kazıdığım
parşömen kâğıdındaki o kesiti okudum.
"Hatırlıyorum... Yaşayan Tanrı'nın eline düşmek korkunçtur," Öne doğru eğilip, teniyle olan
samimiyetinden ötürü hasetle baktığım kazağı üzerinden omzunu öptüm. Çekmedim kendimi geriye,
günahkar, esirgediği yüzünü açığa serdiğinde, gözleri dudaklarımı kavradı. Elleri yükseldi, enseme
tutundu. Burnu burnuma temas edene dek yakınına çekti beni, sıcak nefesleriydi başımı döndüren,
bakışlarıma söz geçiremeyecek kadar esiri olmuştum şehvetimin. Ayni sessizlik, aynı dinginlik ve aynı
arzuyla karşılık verdi. "Yaşayan Tanrı'nın eline düştüm ben."

Bir durumu niteler, fikrini destekler gibi, dingin hâlimle katiyen arkasında duramayacağım bir eylemi
gerçekleştirdi; ellerimi kavrayıp, yüzünün iki yanına bastırdı. Ellerine düştüm, Jeongguk. Avuçlarımda
uysallaştırdığım tutkum, sımsıcak teniyle bir olduğunda sarsıldı ve kovulmuş iblisin hırsıyla büyüyerek
gözlerime saçıldı. Günleri yere serip, aylara, yıllara mâl olacak şekilde, üzerine basa basa koşmuş
kadar nefes nefeseydim. Gözleri bir başka bakıyordu günahkarın. coşkunluğuna akıl erdiremediğim
tutkusunu, bastırılmış bir içsel yoğunluk gibi esirgiyordu benden. Yanıldığımı tekrar ediyordu zihnimin
bir köşesi. Geçen seneler boyu, bir defa olsun işlediğim günahın şehvanî yönüne açlık duymamıştım.
Lâkin şimdi, teni, tüm pürüzsüzlüğü, sıcaklığı ve davetkârlığıyla ellerimin altındayken, hâkim
olamadığım yanlarım tarafından hayali bir mahkûmluk yaşıyordum. Aklım, kireçli bir su kadar
bulanıktı. Ses bulan arsız isteğim, bilincimi es geçerek günahkârın dudaklarına döküldü. "İçimden
yakarıyorum Tanrı'ya, bir kez daha Ay'ı kızıla boyasın."

Gözlerine, bir biçimine şahit olamadığım karabasanın, kara gölgesi düşüverdi. Avuçlarımda titredi,
neredeyse canlanacak, iki ayağıyla beraber karşımda duran yolun ortasında dikilecek, meydan
okuyacak hâle geldi kederi. Afalladım, geri çekilecek, bu şahit olduğum ve yüzüme örtülen perdenin
varlığını, bir de uzaktan seyredecek oldum. İzin vermedi Taehyung, içine düştüğü bir ikilemin
eşliğinde, inadına hapsolarak seyrine devam etti. Alnımın orta yerinde asılı kalan bir su damlasının,
bulduğu ilk yokuştan kendini bırakıp da kaşlarıma, gün ışığında beliren kirpiklerime, yalnızca
günahkara bakıyorken erkekliğimi, sevgimi dirilten gözlerime, kokusuna meftun burnuma ve içindeki
ıslaklıkla arzularımı öğüttüğüm, dirilttiğim ağzıma akışı gibi, yol boyunca bakışlarıyla dokundu
çehreme. Bir cümle döşedi sesine, vâr etmek üzereydi ki, çayırları inlete inlete koşuşturan Viole'yi
işitmesiyle beraber odağı dağıldı. Küçük hanımefendiye çevirdi başını, dudakları öyle kuruydu ki,
tebessümleri can çekişir vaziyetteydi. Doğruldu yavaşça, ensesinden akıyordu teri.

"Mösyö, mösyö! Ah, ellerinizi uzatın, öpeyim ne olur! Nasıl da kibar ve düşüncelisiniz, efendim, bakın
lütfen. Âşığınız, uzak diyarlarda iken, kırlangıçların efendisini çıkarmamış hatırından. Rus kadınlarının
el işçiliğine hayret ettim doğrusu, şu nakışlı elbisenin güzelliğine de bakın! Giymeye kıyamaz oldum,
ayna karşısındaki kız çocuğuna yabancı düşürdü beni. Büyülü mü yoksa? İnanırım, biliyorsunuz beni."
Taehyung, gülüşmeler eşliğinde kucağına çekti Viole'yi, bir güzel öptü ellerinden. Yaraşır kızıma, diye
söylenip durdu. Bir babaydı gözümde, tüm çocukları kucaklar nitelikteki samimi sevgisiyle, ondan
başka hiçbir ağızdan böyle hakikatli dökülmüyordu kızım kelimesi.

Orenda, siyasî haberlerle alakalı münakaşa etmek istediği kuzenini çağırdı yanına. Başında şapkası,
parmakları arasında sızlayarak yanan tütünü, bacaklarını saran soylu işi kumaş pantolonuyla, eksiksiz
ve fazlasız, İtalyan beyefendisiydi. Aşığımı aldı yanımdan, ötede, çayırlarda keyif süren atların
yakınında bir sohbete giriştiler. Gözlerimi, Tanrı'nın kudretiyle aydınlığa ve sıcaklığa erişen bu iki
bedenin üzerinden, bilhassa günahımdan alamıyordum. Biraz evvel dizlerimde uzanıyorken, âni
arzumla gölgelenen bakışlarının tahayyülü, kasıklarımın bir köşesinde dinlenen çölümü kavurdu.
Ellerim kapandı üzerine, Viole, dizleri üzerine çöküp de, bir ahmak kadar sersemlemiş hâldeki yüzüme
dokunduğunda, ancak kendimi toparlayabilmiştim.

"Efendim, bir gün olur da aşka düşer, bir adam uğruna münzevi olacak hâle gelirsem, daima bir sizi,
bir günahınızı anacağım. Şayet, varlığından öte bir cehennem bilmediğim beyefendi aşkıma karşılık
verirse, ayaklarına kapanıp ricâlar edeceğim. 'Küçüğüm deyin bana, kızım deyin. Neyiniz var neyiniz
yok, parmak uçlarımdan öpüp de dile getirin' İnanın bana, yeminim olsun Tanrı'ya yapacağım bunu."

Baharın ufak çocuğu gibi beslediği dingin rüzgârlari, Viole'nin ince saç tellerine takılıp da esiyordu.
Kızıma uzandım. alnını alnıma yasladığımda, ellerini bir hanımefendi edâsıyla bacakları üzerinde
birleştirdi. Sıkıca yumduğu gözlerinin masumiyetini düşündükçe, kendi içimdeki sorgu suallerden
arınarak, yalnızca onda kavuştuğum bu dinginliğe tebessüm ettim. "Küçük hanım, bir beyefendi
kapanmalı ayaklarınıza ve şükürler etmeli sizden gelen aşk için. Asıl yemininizi böyle edin, rica
ediyorum. Evet, söyleyin. Kim olursa olsun, güzelliğiniz, annenizden ve babanızdan alıp
içselleştirdiğiniz kültürünüz, saygınlığınız, bir kraliyet ailesinin gözdesi gibi zerafet içeren
davranışlarınızı es geçip de, ayaklarına kapanmayacaksınız. Bekliyorum, edin yemininizi."

Sözümü ikiletmedi kızım, ellerini dizlerinden ayırmadan, kuvvetli bir teslim oluşla yemin etti.
Ardından, ben hiçbir hamlede bulunmamışken, uzanıp alnını dudaklarıma dayadı. Gülmemek
mümkün müydü? Coşkuyla, hasretle, merhametle öptüm tenini. Neşeyle ayaklandı, ellerimi kavradı
ve eve doğru peşinden sürükledi beni. Kapıya yaklaştığımız sıralar, ayak sesleriyle beraber omzu
üzerinden bize dönen günahkar, selamlar, göz göze gelişimizi destekler, ardımdan geleceğini haber
verir bir şekilde başını eğdi. Karşıladım onu, içeri giriyorken, o önüne dönmüşken, gür baharın
ortasında, gökleri yuva bellemiş bir meleğin yeryüzüne ilk ayak basışı gibi dik duruşunu, olduğu hâliyle
zihnime kazıdım. Bu da, yol yordam bilmez aklımın muhtaçlığıydı.

Gün aktı ve yörüngesinin peşinde adım adım ilerledi. Gök kararmıştı o vakitler, akşam yemeği
yendikten sonra, salonda edilen neşeli bir muhabbetin içerisinde bulduk kendimizi. Bir Fransız şarabı
tutuyordu Orenda ellerinde, kuzeninin, sürgün topraklarından araklayıp da, ücra köşelerde yaşamını
sürdüren bir çiftlik evine soktuğu bu kırmızı ip, boğazından akarak tüm ruhunu şenliğe sürdü. Kadeh
kaldırıyor, sevgili karısının dudaklarında renk bulan sıvıyı seyrediyorken, edepsiz bakışlarıyla Elsha'yı
utandırıyordu. Kız çocuklarının uyku vakti geldiğinde, annelerine tutunup, gün boyu koşuşturmaları
sebebiyle yorgun düşen kas ve kemiklerini dinlendirmek için odalarına çekildiler.

Gece kapıya dayandığında, artık içilen şarabın ve edilen muhabbetin ucu da uykuya tutundu. Ses
etmemeye özen göstererek çıktık merdivenleri. Odanın kapısından giriyorken, ardımda, ayak ucunda
yürüyen günahkarın işitilir bir nefes misli yükselen endişesini hissediyordum. Yatağın ucuna oturdu
usulca, düşünceliydi. Öylece zemini seyrediyor, iki dizi arasından sarkan ellerini ovuşturuyordu. Bir
köşeye geçip geceliğimi giyiniyorken dahi, arsızlık edip de bakmadı üryan bedenime. Gücüm, korkumu
dirilterek kendi canina susuyordu. Ses etmedim, uykuya zerre açlık beslemiyorken, gün boyu yorgun
kalmışım ve elim ayağım tutmuyormuş gibi yatağın sağına yığıldım. Dakikalar boyu, vicdanım ve
içimde git gide büyüyen ifrit kalabalığın ürkünç seslenişleriyle boğuştum. Taehyung kıpırdamadı.
Göğsümün orta yerinde uğursuz bir ihtiyar dirildi mezarından, bu yenilenen vår oluşu öyle bir
yaşattım ki, tüm kemiklerimin ve etimin altında esneyen kaslarımın, bir ölüyle bir olup da iç içe
geçişinde ortaya çıkacak olan tüm kırılmaları, acıları ve ızdırabı, önü kesilmiş büyük bir çığlığın ardında
bağırdım. Bir süre sonra, sessizlik canıma kast edecek kadar büyümüştü ki, günahkarın aceleci
hareketleriyle yerimden sıçrayarak sırtüstü dönüverdim yatağımızda. Üzerime örttüğüm ince çarşafı
yere serdi Taehyung, aniden dudaklarıma dayandı. Değmedi, öpmedi. Bir temasa sebebiyet
vermeden, aradaki mesafeyi koruyorken fısıldadı.

"Jeongguk, elim kolum bağlı... Deli de günahkârına, aşağıla arzu edersen, dehşete uğra. Lâkin
esirgeyemem senden tutkunu, açlık duyduğun bütünlüğü. Gerçeği... Arsız aşığın, küçük çocuğunun
sahipliğini arzuluyor." Derinlerinden yükseliyordu sesi, şaşkın hâlde, söylediği gibi biraz dehşet, biraz
da isteğinde yatan çılgınlıkla seyrediyordum yüzünü. Göğsümde üzeri açılan mezar örtüldü, ancak bir
mezarlığa evrilmekten geri durmadı. Zihnimde tekerrür eden cümlesiyle birlikte küçümsediğim
yanlarımdan diriliyor, bu delilere yaraşır isteğinin karşısında değil, bizzat ortasında dikiliyordum. Karşı
çıkmak, böyle bir güce ve kabiliyete sahip olmadığımı dile dökmek arzusuyla dudaklarımı araladıysam
da, kuru ağzıma esen solukları, edeceğim tüm kelimeleri bir cami buğulandırır gibi sildi. Bakışlarında
yer edinen sarsılmaz kararı, bunun getirisi olarak bükülemeyecek kesinliğiyle yüzleşmem, bir itiraza
kalkışmama dahi müsaade etmedi. Titriyordum yavaştan, şehveti şimdiden dirilten güçsüz, yenik
erkekliğime karşı duramıyor oluşumla beraber zayıflığımı kabullenmekten öte çaresiz kaldım. Ellerim,
fırtınaya tutulmuş, dalı ince bir yaprak gibi sarsılıyordu, sıkıca sarıldım sırtına. Dokunuşumla eş
zamanlı ürperdi. 2

O esnada, dışarıdan gelen tekerleklerin gürültüsüyle yerinden doğruldu günahkar. Kaşları çatıldı,
nefes nefeseydi bir yandan. Farksızdım, merak duyamayacak kadar kendimi kaybetmiş hâlimle,
çocuksu bir ürkeklikle seyrediyordum Taehyung'u. Doğruldu, temkinli adımlarla pencerenin önüne
ilerledi. Bir süre daimi olan sessizliği, bana döndüğü vakit gözlerinde karşılaştığım şaşkınlık ve
anlamsızlıkla dillendi. Yanıma yaklaştı, uzanıp, saçlarımın arasına değdirdi dudaklarını. Nefeslerini
taşıran cümlesiyle beraber, derime esen bir sıcaklıktı ki yayılıp ayaklarıma dek kavurdu beni. "Belli ki,
terk ettiğimiz kasabadan bir ziyaretçimiz var, küçüğüm."
"Tümüyle yıka beni suçumdan, Arut beni günahımdan. Çünkü biliyorum isyanlarımı, Günahım sürekli
karşımda."

Mezmurlar 51:2-3

33.BÖLÜM

SIR

Henüz yeni aralanmış olan pencereden içeri girdi rüzgâr. Etekleri kırmızı, sahnede dans eden, dolgun
dudaklarına bir rengi yakıştıramadığından, olduğu hâliyle gösteriye başlayan bir opera sanatçısı misali
kıvrıldı, sanatçı bir kadındı. Ürpertici soğuğuyla süzüldü mobilyaların arasından, ekseriyetle
omuzlarıma değmesinden korkuyordum. Omuzlarıma değecek olursa titrerdim, zayıflığımdı çıkık
kemiklerim. Karşımda oturan adamın ayaklarına bakıyordum, siyah, kalın bir örgü çorap giyinmişti.
Birbirine yapıştırdığı eklemlerinin arasından, kahverengi, Elsha'nın bacaklarına örttüğü şal
görünüyordu. Düşünmeden üzerine oturmuştu, gözlerindeki telaşı, henüz ona bakmamışken
sezebiliyordum. Günahkarın ağır, içimde hâlâ yerinden kıpırdamamış olan endişeyi tetikleyen ihtiyar
nefeslerinde, bana belli etmekten kaçındığı gizli bir memnuniyet vardı. Yıllardır görmediği bir çehreye,
belki de bir daha karşılaşmayacağını düşündüğü genç bir adama olan tutumlu nezaketi sebebiyle,
girdiği döngü içerisinde bir bana bakıyor, bir de yanında oturan, soğuktan kendi içine çekilmiş yavru
serçeleri andıran bu tanıdık, şefkatli dostunu seyrediyordu. Gözleri bitkin, hastalıklı ve titrekti. İkna
olamıyordum kaldığımız yerden, hiçbir sorun yaşanmaksızın devam edebileceğimize. Evet, bir şüphe.
Düz yolda, üzeri; yaşlı bir kadının yastığına serdiği örgü hırkasıyla örtülen, sırf bu samimi anımsatma
nedeniyle insanı ürkütmekten çok uzakta, uykuya çekilirken ki o mahrur mayışmakla bir olan gizli
tuzaklar gibi, içime yerleşmişti

. Sevinci durağandı, daimi olsa dahi, kaçan bir ilmeğe benzer huysuzlukla duruyordu bakışlarında.
Jimin'e çevirdim gözlerimi, beni izliyordu.

"Çat kapı gelmek değildi isteğim. Lütfen affedin, uykunuzdan ettim. Böldüm gecenizi, aksayan
seferlerden ötürü geç saatlere sarktı yolculuğum. Bir mujik, yakınlarda kalabileceğim herhangi bir
pansiyon yahut otel de bulamayacağımı söyleyince, şehirde beklemenin hiçbir getirisi olmayacağını
düşünerek, sokakta rastladığım ilk faytona attım kendimi." 3

Güderiden yapılma eldivenleri vardı. Bakışları, firari bir suçlunun caddeler arası koşuşturmasında
dengesizce yuvarlanan gözlerini andırıyordu. Çekiniyor muydu, yoksa Taehyung'la arasındaki
münasebetten haberim olabileceği gerçeğiyle bana bakarak konuşmakta zorlanıyor muydu, tüm
bunlardan da öte, yanında oturan ve bilhassa sezinlediğim sevgisinin daimiliğini yaşattığı otuz
yaşındaki adama karşı bulunabileceği bir temasın, beni rahatsız edip etmeyeceğinden dolayı kuşkulu
muydu, çözemiyordum. Zira, tüm bu seçenekleri birden karşılıyor olması muhtemeldi.

"Pertugol ailesi misafirperverdir, seni de memnuniyetle buyur edeceklerdir evlerine. Yorgunsundur,


bu gecelik yatağını oturduğumuz kanepeye hazır edelim. Ertesi gün Elsha, misafir odalarından bir
tanesini senin için açar. Yatakları temiz ve rahattır, yastıkları patiska, sevdiğinden. Arzu edersen,
uyumakta zorluk çekiyorsan, lavanta çayı demleyeyim senin için. Jeongguk, tazesinden vardı, değil
mi?"
Uysal uysal başımı salladım. O kalkmaya yeltenmeden doğruldum oturduğum yerden, Jimin için bizzat
kendi ellerimle bitki çayı demlemek, bir uyku sorunu varsa, doğal ve yatıştırır olan çözümü ben
sunmak istiyordum. Tüm hatlarıyla belirginleşmiş bir sebebe ulaşamamış da olsam, gayriihtiyari
hâlde, ikisinin karşısındayken, kendimi, bilmediğim bir ülkenin çıkmaz sokağında, aklıma estiğinden,
izin dahi almadan girdiğim yabancı bir ailenin muhitinde sırlarına tanık oluyormuş gibi hissediyordum.
Sessiz kalmalarının ardında yatan, daha doğrusu, ben mutfağa girdikten hemen sonra ardımdan
fısıldar vaziyette yükselen seslerinin zemininde duran mesele neyse, merakımdan ötürü büyük bir
rahatsızlık ve ezilmişlik tarafından ele geçirilişime rağmen, aralarında, onlara özel olan kişisel
sorunlarına müdahil olmamam gerektiğini pek alâ biliyordum. Kabil olsam, kulaklarımın yetisini bir
süreliğine keser, bu işittiğim fısıltıların aşağılamasından kurtulabilmek adına kendimi noksan
bırakırdım. Günahımın, günahkârımın, benden gizli tuttuğu yahut bana açmakta zorlandığı hiçbir özeli
olmamasıydı arzum, kendimi telkin ediyordum içten içe. Girdikleri muhabbetin içerisinde dönüp
duran öznenin Taehyung değil de, Jimin olabilme ihtimaline dört kolla sarılıyordum. Aksi hâlde,
yaklaşık yarım saat önce, gözlerime bakıp da sahipliğimi arzulayan adama karşı aynı tutkuyla
yaklaşamayacak, kendimi; kimsesizliğimi tekmeleyerek, aşağılayarak bıraktığım o çukurun üzerinde
uyuklarken bulacaktım.

Yatak hazır edildikten, lavanta çayının servisi yapıldıktan sonra ve artık geç saatlerin getirdiği
mahmurluk sebebiyle, bilhassa Taehyung'un göz kapakları ağırlaştığından, misafirimizi salonda yalnız
bırakıp odamıza geri döndük. Göğsümde alçak bir adama yataklık ediyordum, alınan her soluk,
ardında, kirlenmiş, aksak ve boğucu bir hava bırakıyordu. Zehirleniyordum sanki, bir hapishane
hücresiydim de, örülmüş her çelikten duvarımın ötesinde, hayatlarını, gözünü hırs bürümüş
insanlıklarıyla kaybeden ruhların sızlanmalarını çekiyordum. Yersiz diye nitelendirdiğim bir kederin
himayesi altındaydım, aşığıma kavuşmamın tadı damağımdaydı, damağımda ulaşamadığım bir tadın
kıyısındayken teşrif etmişti kasabanın misafiri. Hâlâ arzuluyor muydu günahkar, hiçbir becerisi
olmayan oğlunun şehvetini? Kuyruk sokumumda titrek bir heyecan baş gösterdi, bir elma ağacı
ellerini uzatmıştı, enseme sardığı parmaklarının arasından tekrar ediyordu. "Günahkarın bir yanlıştan
ötürü eşiğindedir cehennemin; onun yegane günahı, biricik yanlış arzusuna yenik erkekliği, şehvetine
düşkünlüğü ancak sensin."

Taehyung, birkaç adım arkamda, attığım her adımı taklit ederek takip ediyordu beni. Gıcırdayan
parkeler söylüyordu bu ufak oyununu. Yolun sonuna ulaştığımın habercisi oldu yatağa dayanan
dizlerim, kalakaldım öylece. Oysa ne büyük, ne arsız bir açlıkla istiyordum yüzüne dönebilmeyi,
gözlerinin ta içine dek ilerleyip, her kaldırımı dolu veya boş, itinayla seyrederek şahitlik ettiği tüm kara
parçalarına ulaşabilmeyi ve nihayetinde, kendince vâr ettiği bir Cennet'in kapısında, kendimi görmeyi.
Elleri dur durak bilmezdi, elleri zayıflığıydı, elleri, daima içimde hareket hâlinde olan bir parşömene
satırlar boyu düştüğüm günahı ve günahımdan ötürü çektiğim ızdırabı, yok saydığım kutsalımı, sırtımı
çevirdiğim babamı karalayan parmakların sahibiydi. Öte yandan biliyordum, o eller, yazılan sayfaları
yırtmaya, parçalara ayırmaya, zerre tereddüt yaşamadan, yakılan bir ateşin üzerine atmaya gelince
âlim kesilirdi. Kül olurdum, elleri yeniden doğururdu beni.

Belime tutundu, dudaklarımdan dökülen vurgun nefese, onu dansa kaldırır bir nezaketle eşlik etti.
Vücudunu uzağımda tutuyordu buna karşılık, yolunda yürüyorken dengemi kaybedip de dizimi
yardığım bir şehirdi şehvetim, kendimi geriye, onun bedenine itmek istedim, müsaade etmedi.
Dudakları uzandı kulağıma dek, nefeslerini duyuyordum, ilk kez böylesine bir kesiklik içerisinde
süzülüyorlardı. Neydi onun endişesi? İsmi, ağzımın içinde günü doğuran Güneş'ti, öyle bir bütündü
vâr edilmiş mahcup benliğimle, buna rağmen kendi sorularıma karşı geçerli sebepler üretemiyordum.
Haddim değildi günahıma yabancı kalmak, uzakta olmak, esirgenmek ondan. Ah, dudaklarına sözüm
olur muydu? Hangi ağıza karşı aralansa devrilirdi gençliğim. Usul usul okşuyordu boynumu,
yetinmeyip enseme süzülüyordu, saç tellerimin arasına uysal soluklar bırakıyordu, tekrar boynuma
yelteniyordu.

"Afacan gözlerin gölgelendi, ne oldu sana?" Gülecek oldum, son anda bir yenilmişlikle durdurdum
kendimi. Nasıl olduysa farkına vardı günahkar, omzumun üzerinden uzanıp, masumane bakışlarla
dudaklarımı seyretti. Gözlerine değen ağzım. vakit kaybetmeden muhtaçlığı oluyordu Taehyung'un.
Uzandı, uzanabildiği yere kadar uzandı ve tam da bir çizginin başlangıcına, Tanrı'nın kalemi ilk
indirdiği noktaya, kıvrımıma, kenarıma kondurdu öpücüğünü. Cildime bulaşan belli belirsiz ıslaklığıyla
bir kez daha utanmadan iç geçirdim, bir eli yükseldi, bir İtalya mimarisine son dokunuşu yapacakmış
kadar temkinli ve gururlu vaziyette, yavaşça çenemi kavradı. "Yetmedi." diye fısıldadı, ona doğru
çevirdiği başımdan faydalanarak, yakınlaşıp bütünüyle kavradığı dudaklarıma bir devrimin aryasını
söyledi. Aryalar uzundu, yoğundu, coşkundu; işte öyle öptü beni günahım. Dudağımın iki parçası, iki
ayrı gövdesiydi bir insanın ağzıyla sarıldı tek tek, çekti içine bir duman gibi kendi aromasından kattı,
yoğurdu, yumuşacıktı.

"Ne kadar da hoşunuza gidiyor ufak bir çocuk muamelesi yapmak, fakat sizi durduramıyorum da, otuz
yaşında bir adamın, inkârı yersizdir, daima küçüğü olacağım. Muhakkak. Sorunuza gelince," Kollarının
arasında yüzümü döndüm ona, saçları alnına dökülmüştü dalga dalga, cılız ışık eşliğinde parıldayan
ıslak dudakları hâlâ aralıktı. Gözlerimin düğümüydü günahkar. "Bir evin içerisinde, yıllardır gölgelerin
arasında saklanıyor gözlerim. Siz de şahitsiniz buna, hatırlıyorsunuzdur, mevzû bir hediyeyken ve
bahşedilen ışık hiç kesilmez sanıyorken, esiriniz olmamla birlikte, insanı kör etmeyen bir karanlığın
içinde buldum kendimi. Babamın en büyük korkusu, en şiddetli vicdan azabıdır. Aydınlığıydım onun,
şimdiyse hem sönük, hem karayım, öyle söylüyordur. Hiç ehemmiyeti yok. Siz söyleyin, neyi yitirdim
geçmişinizden? Benden sakınıyor musunuz bir şeyleri? Evetse cevabınız gönül koymam, yüz çevirmem
size, yahut bu geceyi arzularımı bölüp de dağıtmam. Yalnızca, kökü zehir saçan bir merakın
filizlenmesine olan korkumdan ötürü dürüst oluyorum. Ne derseniz inanır, tek doğrum bellerim."

Bakışlarımdan kaçmamak adına büyük bir çaba sarf ediyordu. Gözlerinde bir yanıt doğdu ve
doğmasıyla birlikte öldü. öyle ki; bu artık bir döngü hâlini aldı. Suskun kaldığı vakit boyunca başa
saran bir filmin sahnesiydi, film gerçeğimizdi. Gülümsedi, tanıdığım içtenliğe karşı kuşanmış sahte bir
memnuniyetti bu. Ona baktıkça, içinde tuttuğu gizine ulaştığımı bildiğinden midir bilmem, bir anda
öne atılıp dudaklarını alnıma bastırdı. Terli olduğumdan ötürü geri çekilmek istedim, sıkıca kavradı
kollarımı, bir defası eksikliğiydi, çoğaltarak öptü küçüğünü. Çoğaldıkça, yanlışlarını eksiltir gibiydi.

"Dokunmanın lüzûmu olduğu ne kadar köşem bucağım varsa açtım sana, lüzûmsuz olanları da
bilhassa kemiklerinden sızıp. yüreğine bıraktım. Korkun olmasın, endişen hiç Şimdi, tüm bu vehimleri
bir kenara savur, onlara en kızgın hâlinle bak, onları aşağıla ve bir suçlu gibi eğdir başlarını. Şimdi...
Şimdi. Jeongguk, bu an içerisinde, bu geceye layık, Tanrına muhtaç düşmeden, Ay kırmızıyla
sevişmeden ve kendi beyazında kendi hırsızlığında boğuluyorken, yalnızca öz arzuların, arsız şehvetim
için, sahip ol bana."
Yatağın üzerine bıraktı kendisini, bir korku vardı gözlerinde, ne yanaşmak, ne şahit olmak istedim.
Hiçbir duraksama, tereddüt yaşamadan sesine dizdiği güven verici kelimelere dayadım sırtımı.
Kafamın içerisinde kurulu olan orkestra, tarihin karşılaştığı en acımasız, en kanlı, en şiddet dolu
senfonilerinden bir tanesini çalmakla meşgulken, günahımın gövdesine uzandım titreyerek. Pürüzsüz
tenine dökülen saçlarımı kavradı, alnımdan geriye doğru itekledi yavaşça. Tümüyle açığa serdiği
sûretime daldı gitti bakışları, müsaade ettim, dakikalar boyunca göz göze, birazdan yaşayacağımız
anin şimdiden ürperten tesiriyle boğuşarak, katlanarak büyüyen heyecanımızın görkemli kolları
arasında sıkışıp kalarak, nefes nefese, bir yandan da durgun vaziyette, ses etmeden bir şiiri okuduk,
karşılıklı. "Öp günahını." diye fısıldadı Taehyung, "Öp, yoksa kemiğimden fışkıracak bu düştüğüm
ateşin kıvılcımı. Seni de, beni de, acımadan kül edeceğim." 2

Vücutlarımız birbirine yaslı değildi, çırak bir çocuğu anımsatan ellerim, heybetli gövdesinin iki yanında
duruyordu öylece. Onu öpmekle bir anne oluyordum, onu öpmekle bir kâhin kesiliyordum, onu
öpmekle bir Âdem oluyor, şeytana uyuyordum, onu öpmekle bir mezar oluyor, ölüyü çekiyor, ölüyü
toprağıma katıyor, onu öpmekle bir, Tanrımın ayakları altında eziliyordum. Kadın göğsünde süt
kovalayan oğlan çocukları nasıl asılıyorsa bir et parçasına, öyle doyumsuz kaldım günahımın
dudaklarına. Keza, bir çocuk nasıl düşkündüyse bu berrak, pak beyaz sıvıya, öyle bir tutkunuydu
ağzımın Taehyung. Vakti, işlevi yarım yamalak olan parmaklarım arasına alır, bir cam kâseyi
parçalarmış gibi yok ederdim ona doymak niyetimken.

Çıplak gövdesinde besledi oğlunu, evet, diyordum ya, anne ve çocuğu; göğsü ve sütü. Ne hâllerde, ne
tutkularda sürgün ediliyorduk! Bir erkeğe bağışlanmamış kabiliyeti yok sayıyor, kendi vâr ettiğimiz
doğanın içerisinde birbirimizden besleniyorduk. Bir ve iki. Tamı tamına iki ada tepesi gür ormanların
yeşilliği, öptükçe daha bir dik, daha bir yoğun. Dudaklarımın arasında büyüttüm âşığımı, saçlarımı
kavrayışında sezinlediğim burukluk, hâlâ ulaşamadığım sebebinden ötürü hırsımı tetikledi, erkeğe
duyulan şehvetin erbabıymışım gibi, daha da bir şevke gelerek ağzım içinde denizlere sürdüm biri ve
ikiyi. Bir... İki. Göğüsleri, erkeğimin. Yükseldim, bir nefes molasıydı dudakları, öptüm. Yeterince
doldurdu ciğerlerimi. Elleri... Ah, elleri! Hangi uzvuna rahim değildim? Tanrı, bahşettiği zayıflığıyla
sınıyordu iki cinsi de, bilirdim ki, bizim sınavımız şehvetti. Büküldü parmakları, üryan bıraktığım
bedenimin en ücrâsını, en zayıfını, en arsızını, en utanmazını, ki bu uzvumdu iblisin dostu, kavradı. Bir
ağlamaklı hazdı ki döküldü dudaklarımdan, onun dokunuşlarında kıvranmaktan öte çaresizdim. Ağır
ağır, ölçerek, kederini büyüterek, bir yandan ise tenindeki büyüyü içime işleyerek, sırça kirpiklerinden
akan tüm yalnızlığını katlederek, tatmin ederek beni, dokundu. Adımı sayıklıyordu sesi, Jeongguk,
Jeongguk, Jeongguk. Böylece, bir defa daha döküntü hâlindeki üç şehri birden diriltti, insansızdı
sokaklar, tek kalabalığı bizdik.

Zaman ölçülür değildi, dakikalar sandığım vakit dilimi, belki de bir saati aşmıştı, belki de yalnızca on
küçük saniyeydi. Sezgilerim, insanî algılara kapalıydı. Öteki bir hayatın günahkârlarıydık, şimdi kapı
açılsa ve girse içeri bir beden, odanın her yanını yakalayan istidatlı gözleri, bir bize kör kalırdı; iki
erkeğin açlıkla, tüm yasakları ve günahları, emirleri çiğneyen bir oluşlarına ulaşamaz, dudaklarımızdan
akan terli sözcükleri, fısıltıları, hiçbir harfi barındırmadan kıvranan sesleri işitmez, kendi hâlinde
yaşayan bu dört duvarı rahatsız etmeden terk ederdi. Yastığa düşen başını seyrettim, ellerimi
kavrayıp da çekti beni ardına, baştan aşağı çıplak değildi. Gövdesi teninden ibaret, bacakları ise bir
kumaşın himayesindeydi. Sabırsızlığına, bir arzudan, ricâdan da öte, bağıra bağıra isteğine kavuşmak
için debelenen şehvetine verdim bunu. Terliydi, çok hastalıklı bir terlemeydi cildine bulaşan.
Duraksamama müsaade etmedi, kasılan çene hattına. Sıkıca yumduğu gözlerine, dişleri arasında
ezdiği diline bakarak, durgun bir gecenin orta yerinde, tecrübesizliğimi gözü dönmüşlüğümü,
merhametimi, iğne iplikle etime işlenmiş uçsuz bucaksız sevgimi ve kuruntularımı bir ettim; ilk
kesiğime doyumsuzca sahip oldum. Cildindeki gözeneklerden sızan teri hiçbir ırmağın beşer
ağırlamamış suyunda ulaşılamayacak kadar kutsal ve biricikti. Ensesinde gezinen ağzımda birikti tadı,
iflah olmuyor, tadına vardığım bu erişilmez hazzın kıyılarında yeniden var olmamla yetinmiyor,
kendimi kaybettiğim anlarda dahi bilincime tutunarak hükmediyordum günahımın bedenine.

Göğsüne değen avucumla birlikte geriye düştü başı, yüzünde, bulanık bir suyun altında gezinen
balıkların silik siluetleri misali, şehveti bir görünüyor, bir yok oluyordu. Parmakları enseme tutundu,
bacakları kıpır kıpır, nabzı düzensizdi. Elimin altında, vücudunun bilmediğim, tanık olmadığım
karmaşasına doğru akıp duran sıcak kanını hissediyordum. Kanına dahi susuzdum, bu hirs ve istekle,
avuçlarımda soluyan tenini kavradım. Yüreği, tüm bitkinliği ve otuz yıllık ihtiyarlığıyla ellerimdeydi
sanki; fikriyle dahi sarhoş edecek kadar yoğun bir tahayyüldü. Nefes nefese yüzüme döndü günahkar,
"Erkeğim... Sen, benim erkeğimsin." diye fisıldadı. İlk günkü baygınlığıma, ilk kez kırmızı bir şarabı
tadan ufak kız çocukları gibi hevesli olan erkekliğime atıfta bulunuyordu. Beni tetikliyor, yüceltiyor,
şahsıma karşı kullandığı tumturaklı hitabıyla gücümü kontrol ediyordu. Aldığı övgülerle kendi
kuvvetini sınayan, etrafında, üzerine çevrili gözlerin şahitliğiyle omuzlarını kabartan ve insanlardan
ziyâde, özünü deneyimlemek için çizgide bekleyen okullu çocuklardan farksızdım. Mâdem yeterince
erkek ve kudretliydim günahımın gözlerinde, zihninde betimlendiğim her sözcüğe yaraşır vaziyette ait
kılmalıydım onu kendime. Soluğu kesildi, keza, kimliğimden yoksun kalır bir yabancılık ve ihtirasla
tutundum beline, dudaklarından dökülen edepsiz övgülerin ve titrek nefeslerin her birini, harf harf
kazıdım aklıma. Onun şehvetle yoğrulmuş ücra köşelerine ulaşmama fırsat tanımadı, bakışlarım dahi
değmedi çıplaklığına. Kendi gözü dönmüşlüğümle kalakaldım, mahvoldum, vakti geldiğinde insanın
göğünü ve yerini bir edecek olan kıyametin küçük bir kesitini yaşar gibi, sıcaklığında ve
davetkârlığında, bir felaket eşliğinde yitip gittim. Sesi silinmiyordu kulağımdan, "Senin, zincire vurup
da terbiye etmeye kalkıştığın şehvetin, diriyken başlangıcım, ölüyken sonum olur."

Gri, pamuk ipliğinden örülme geceliğini beline dek çekti yüzüme dönmeden. Dirsekleri üzerinde
yükseldi, hiçbir şey söylememe, hiçbir temasta bulunmama izin vermeden, omuzlarımdan birini
kavrayıp beni çıplak hâlde sırtüstü yatırdı. Göğsüme koydu başını, tenime değen sıcak yanaklarıyla
beraber ürperdim, doğrulacak oldum lakin yine engel teşkil etti ağır bedeni. Ellerimden bir tanesini
hiçbir karşı koymaya fırsat tanımadan alnına yerleştirdim. Sıcacıktı, yanıyordu. Ateşli bir hastalığın
başlangıcı mıydı? Evhamımı sezmişti, alnında duran elimi kavrayıp dudaklarına götürdü.
Teslimiyetinden memnuniyet duyduğunu belli eder bir içtenlikle öptü avuçlarımı. "Önemi yok, beni
yaktığındandır, hastalıktan değil. Ilık bir duş aldıktan sonra geçecektir."

Söylediği gibi olmadı. Vücûduna değen ılık suyla sıyrılamamıştı ateşinden. Göğsümde, ses seda
etmeden yattığı uzun vakit boyunca, dinç ve uykudan arınmış gözleriyle, hayalî bir sahneyi,
geçmişinde yaşadığı ve etkisinden sıyrılamadığı bir anisini seyreder gibi pencereye odaklıydı. Puslu bir
gök, ara ara işitilen göçebe kuşların sesi, rüzgârın, kendi çocukları diye nitelendirdiği buruk ağaç
dallarıyla oynadığı oyunlar, günün yorgunluğuyla devrilen insanların yataklarındaki sessiz nefesleri...
Hepsi bir olup da cama dayanmıştı; yıllar önce bir çocuğun işlediği günahtan ötürü iğrenerek, korkuyla
ve Tanrısının müjdelediği bedel olarak ödetilen cehennemin ateşine duyduğu endişeyle baktığı bu
adama sahip oluşuna şaşıyorlar, ardından, hiçbir şey olmamış kadar dingin, sıradan yüzleriyle sırtlarını
dönüp geceye dağılıyorlardı. İnsanoğlu böyleydi, Viole daima tekrar ederdi, akılsız arkadaşından
işitmişti bu sözleri. "Önce biraz ağladılar, ama alıştılar şimdi. Aşağılık insanoğlu her şeye alışır."
Lâkin bir bedeli, pranga niyetine ayaklarıma dolayan Tanrıma karşı elim kolum bağlıydı. Neden? diye
soruyordum kulağım o duvara dayalıyken, göğsümde, bir ateş eşliğinde harap edilen insan teninin
acısı doğuyor ve katmerli bir vaziyette çoğalıyorken. Muhtaç düşmüştüm bir cevaba, öyle ki,
Taehyung'un sesini örtebilecek herhangi bir gürültü için dizlerim üzerine çöküp yalvaracak kadar
harap hâle gelmiştim dakikalar içerisinde. İşitiyordum günahımı, hıçkırıklarının önüne geçebilmek için
içini kasım kasım kastığını, elini ağzı üzerine örttüğünü, bir köşeye sindiğini ve duvara doğru tüm
acısını kustuğunu, sesindeki dalgalanmalardan ve tınıdan anlayabiliyordum. O sıralar, aniden, bir
okyanus dolusu tokat yüzüme çarpmış gibi, hızlı ve bir anda, bir o kadar da hırsla, yüzüm gözüm
sırılsıklam kalıverdi. Neden?... Fısıltılarımın koruması altında, sarsılarak bitap düşen çaresiz bir
bedendim. Neyi yanlış yapmıştım? Onu incitmiş miydim, yoksa gururunu mu örselemiştim? Güçlüydü,
güçlüydü... Günahkâr, benim zayıflığımın karşısında ağlayacak kadar yorgun bir kez olsun düşmemişti.
Neden?... Neden ağlıyordu öyleyse? Koca bir ikilem arasında, duvardan duvara çarpılan çelimsiz
dilencisi gibi yığıldım yatağın köşesine. O çıkana dek yuttuğum tüm gözyaşları mideme oturdu.
yığıldım, fakat dindiğinde kederi ve çıkıyorken tahta kapıdan hiçbir şey olmamış kadar sakin ve
olağandım. Öyleydim. ancak... Neden? Neden ağlıyordu?

Sabahleyin uyandığımda, yatağımda tek bir bedendim. Bir kâbusa uyanmışım kadar korku dolu ve
ürkektim, sürgün zamanlarında, yalnızlığın bizzat eziyet ettiği ve hor gördüğü o genç beden olmanın
izlerini hâlâ aklımdan atamadığımdandı. Alt kattan gelen seslere sağırdım, oysa bir dinlesem, bir
işitsem keyifli atışmaları, Taehyung'un, aşığımın, içimin sızısının ve hükmedeninin, şimdinin
geleceğimin ve geçmişimin sahibi olan bu yetişkin adamın kaba Korecesini işitecek, rahat bir nefes
alıp gönül rahatlığıyla inecektim merdivenleri. Ancak öyle olmadı, şeytan bağırıyordu iki yanımdan ve
önünü kesiyordu diğer seslerin. Bundan sebep, nasıl giyindiğimden, ne hâlde ayaklandığımdan
bihaber, koşar adım ezdim parkeleri, canlarına susamış gibi döve döve, içimde peydah olan geçmişin
haset suratlarını dövercesine, onun gözleriyle bir olana dek nefes nefese kaldım bir evin iki katı
arasında. Muhtaçlığım ne de acınasıydı, oysa ben gururunu intihar etmeye zorlamış, aşık olduğu
erkeğin karşısında ezilen hiçbir hissiyatının burukluğundan dolayı utanmayan genç bir adamdım.
Gözümde miydi? Asla. Gözümde miydi? Evet... Evet, gözlerimdeydi. Nasıl da güzeldi ve nasıl da eşsiz
yaratılmıştı Tanrı'nın ilmiyle. Yaşıyordu, hürdü. Hürlüğümdü. Gülümseyişi, yüksek bir binanın
tepesinden atılmış ufak çakıl taşlarının havada asılı kalışı misali olduğu hâliyle bekledi dudaklarında.
Neredeydi benzeri? Birdi, tekti. Ne denli temiz, kanı saffet bir annenin rahminde büyümüştü de,
böylesine alıyordu gözlerimi?

"Mösyö, uykunuz ne de ağırlaştı son vakitlerde! Bu hâllerinizin de vardır muhakkak sebebi, bir insanın
kokusu beşik oluyor size belli ki, aksini söylemenin gereği yok. Misafirimizle tanışıyor musunuz?
Kendisi, büyüdüğünüz kasabadan teşrif etmiş dün gece. Çok nâzik, kibar, mütevazı bir kişiliği var. Bu
sebeple, aşığınızın bir süreliğine gittiği topraklardan beni düşünerek aldığı elbiseyi giymeyi borç bildim
kendime. Siz... Evet, siz, Mösyö Park, beğendiniz, öyle değil mi? Dostunuz, söz konusu kız çocukları
olduğunda öyle zevkli bir adam oluveriyor ki... Müteşekkirim kendisine."

Jimin, Viole'nin becerikli diline karşı sevimli bir şaşkınlıkla bakıyor, öte yandan ise kullandığı
kelimelere karşı duyduğu bocalamanın etkisiyle, kaçamak hâlde ev halkının gözlerinde geziniyordu.
Kaçıp da kurtuluşumuza sığındığımız bu çiftlik evine nazaran, tüm halkı bir din adamına köle, günaha
düşman dilleriyle aşağılamaktan yana olan bir kasabaya sıkışıp kalmışlığı sebebiyle, belli ki Pertugol
ailesindeki bu rahat tavrı kabullenemiyordu. Olumsuz, samimiyetsiz bir yaklaşımdan uzak, yalnızca
şüpheci, düşünceli ve tartar vaziyetteydi. Hak veriyordum, geldiği yerin ahlak anlayışını ve insani
soktuğu belirli kalıpların varlığını bildiğimden ötürü, yargıdan uzakta, sessizce seyrediyordum onu. Bir
süre sonra, kimseler ona bir açıklama mecburiyetinde kalmadan, kendi hür iradesi ve yetkin aklıyla ev
halkını tanıyacak ve bu insanlığa öğreti niteliğinde olan iyimser tavrın mutlak bir samimiyetten
doğduğunu kavrayacaktı. Şüphesiz.

Kahvaltı boyunca, birinden ötekine sıçrayan hevesli bir neşenin eşliğinde sohbetler edildi. Orenda,
aile reisliğini üstlenmiş yetkin bir adamdı; sofrasında huzursuzluğa sebebiyet verecek ve evinde
ağırladığı misafirlerini geçmişe dair keyifsiz bir yolculuğa sürüyecek hiçbir muhabbete önayak olmadı.
Yeni basılmış, çağın siyasetine aykırı ve uygun kitapları eleştirdi. sahnesinde gösterime sunacağı yeni
vodvillerden ve birkaç ünlü eserin uyarlamalarından bahsetti, yeri geldi, öfkesine hâkim olamayacak
kadar yoldan çıktı ve anlamayacağımız dillerde kötü laflar etti. Hepsinin ardından çocuksu bir
kurnazlıkla gülüyor, bizi de kendisine suç ortağı ediyordu. Küçük kızımın, biricik Viole'nin uçsuz
bucaksız ve meyus neşesini kimden aldığı apaçık ortadaydı. Hiç eskimesin istiyordum dudaklarındaki
kırmızıya yaraşan zarif gülüşleri, onun hüznüne yüreğim dayanmazdı, evet. Bir baba olarak, çocuğumu
kederler içerisinde hayal dahi etmeye yanaşmıyordum.

Öğle vakitlerine doğru, Viole, yeni bir arkadaş edinecek olmanın verdiği heyecanla, değer biçtiği neyi
varsa eteklerinde toplayıp Jimin'in yanına koştu. Bahçede, atları seyreden genç adamın sırtına doğru
dayadı işaret parmağını, henüz dönmüştü ki yüzünü, titreyen ellerine bir kalıp uydurmaya fırsat
bulamadan, kısık ve ürkek sesiyle bir ricâda bulundu. "Mösyö, haddim değil, inanın değil, affedin.
Lâkin küçük bir kızı kırmayacak kadar âlicenap bir adam olduğunuzu varsayıyorum. Öper misiniz,
parmağımın ucundan?" Jimin, uğradığı şaşkınlığa rağmen, kızımdan esirgemedi gülüşünü. Bir erkeğe
nazaran küçük olan elleriyle bileğini kavradı, uzattığı parmağına dayadı dudaklarını, gözlerini
Viole'den ayırmadan, tenine sevgi dolu bir buse bıraktı. Ah, ne isterdim o esnada hanımefendinin
yüzüne bakabilmeyi, mutluluğuna şahit olabilmeyi! Bir anda gözümün önüne, onunla ilk
karşılaştığımız zamanlar düştü. Ufaktı, zayıftı lâkin ne de güzeldi. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Nasıl da iri iri
seyrediyordu etrafı, hiçbir ânı gözünden kaçırmadan hapsediyordu zihnine.

Taehyung, atların yanında, şahit olduğu sahneye bakarak tebessüm ediyordu. Gözleri beni buldu, her
bakışıyla ürperen bedenime söz geçirmenin mümkünâtı yoktu. Ellerini, atın gösterişli gövdesinden
çekti. Sık adımlarla yürüdü, yakınıma geldi, ulaştı ayaklarımın dibine ve bileğimi kavradı. Ne
yapacağını fark ettiğimde çocuksu bir tınıyla kıkırdadım, işaret parmağımın ucunda dinlendirdi
dudaklarını. Dün gecenin aksine gözleri dinç ve ışıl ışıl bakıyordu, boşta kalan eli yüzümü buldu.
Şefkatine dinmek bilmezdi açlığım, bir hevesle avuçlarına sürttüm yanağımı. Yetmedi, çevirdim başımı
ve teslim olurcasına, bir defa daha aitliğimi dile getirircesine öptüm tenini. "Oğlum imrenmesin başka
öpüşlere, heves etmişsindir sen şimdi." Oyuncu bir tavırla söylediklerine karşılık, ettiği muameleden
ötürü daha bir şevkle gülümsedim ve yüzüne doğru yakınlaşıp, burnumu usulca yanağına sürttüm. O
esnada, Jimin'in, hemen günahkârın arkasında bekleyen varlığıyla yüzleştiğimden bir refleks gibi
geriye adımladım. Kaçtığım varmış, yakalanır, cezalarla yüzleştirilir, sürgünlerle tehdit edilirmişim
korkusuyla, kendimi aşığımdan geri çektim. Önce afalladıysa da, Jimin'in kısık, yanlış anlaşılacak
olmaktan çekindiğini belli eden mahcup sesiyle birlikte, omzu üzerinden çevirdi başını.

"Taehyung, bölüyorum, mazur görün. Yol boyunca isin, tozun toprağın estiği yerlerde soluklandım.
Üstüm başım kirli, bir yıkansam... Ilık bir duş. Yük olmam, öyle değil mi?" Günahkar, küçük çocukları
andıran bu uysal tavra karşılık gülümseyerek elini uzattı, genç adamın, zayıf ve düşük omuzlarından
birini kavradı. "Elbette, elbette yük olmazsın. Suyumuz tükenecek değil ya. Yükünü alır, dinlendirir
seni buranın berrak havası. Gel, banyoyu göstereyim temiz giysiler ve de bir havlu vereyim sana."
İkisi, yan yana, âniden bir sorgunun ve hesaplaşmanın içine düştüklerinin habercisi olan bezgin
adımlarıyla merdivenleri çıktılar. Kapı girişinde, az önce, günahımın parmağımı bir defa daha
uykusundan uyandıran busesini kondurduğu yerde, öylece dikiliyordum. Bir düşünce bindi sırtıma, bir
istek, bir arzu ve bunların yanında büyük bir ayıp, yanlış. Kendi içimde düştüğüm koca bir ikilemin
ortasında sağa ve sola bakarak birbirlerini bastıran sesleri işitiyor ve sesleri yüklediğim insan
bedenlerinin hararetli el kol hareketlerini seyrederek, vereceğim karara hiçbir hayalî karakteri
katmadan, sessizce susmalarını bekliyordum. Öyle de oldu, tıkadığım kulaklarımın bilincine
vardıklarında, usulca köşelerine çekildiler. Mecburdum, günahkarın, döndüğünden beri gözlerine
yerleşen, iblisin istenmediği yerde bitişi, insanı olur olmadık yerlerde alt edişi gibi beliren kederinin
asıl sebebine ulaşabilir olma ihtimalim varken, bir saygısızlığa mahal verecek olmayı dert
etmiyordum.

Merdivenlerin başında eğer ki işitseydim akan suyun sesini duracak ve geldiğim gibi sessiz adımlarla
aşağı inip Viole'nin kardeşiyle oynadığı oyunlara katılacaktım. Lakin su sessizdi, su akmıyordu
fayanslara, su duvarlara çarpmıyordu, suya müsaade edilmemişti. Aksine, odamızın aralık bırakılmış
kapısından doğru süzülen iki zıt tonlamalı sesin varlığıyla, duyabileceklerimden ötürü büyük bir
korkuyla yüzleşerek sırtımı soğuk duvara yasladım. Kaçmak mânâsızdı, düğümler ellerimdeydi,
açamazsam mahvolurdum, zihnime kurulu seslerin acımasız ithamlarıyla eğilir bükülür, endişenin
dinmek bilmeyen kuruntularıyla bir olarak erir giderdim. Parkeler ağırlıyordu ayaklarımı, tanıdıktım
bu tozlu zemine. Aheste aheste, hiçbir gürültüye sebep vermeden yürüdüm ve henüz geçerli bir
nedenim olmayışına karşın, âniden devrilen bir ağaç gövdesi misali dolan gözlerimle, aralık bırakılan
yere baktım. Pencerenin ufak bir kesiti, yere serilmiş halımızın orta yeri, biraz da yatağın ayak ucu
görünüyordu yalnızca. Vücûtlarını göremiyor olmak, belki de bana iyi gelecek bir rastlantıydı. Çünkü
duyuyordum, duyuyordum... Duymak, sürgün yitip gittiğinden beri, en büyük korkumdu.

"Annene de, babana da sağlığın ve sıhhatinin yerinde olduğunu söyleyip içlerini rahat tutacağım.
İstediğin bu mâdem, karşı çıkacak takatim yok, göğsüm bir yokuş da sanki, ifrit bir kalabalık
koşturuyor aşağı yukarı. Ağır, ağrılı... Jeongguk'un hiçbir şeyden haberi yok, öyle değil mi?" Ağlamalar
eşliğinde sarf edilen tüm bu cümlelerin keskin uçlarıyla deşiliyordu karnım. Dudaklarımı eziyordum
parmaklarım arasında, etimi kan toplayacaktı neredeyse, öyle bir kuvvetti ve bu kuvvetin tek sığınağı
kederimdi. Neyi... Neyi bilmiyordu Jeongguk? Başımı duvara yasladım, duyduklarım üzerine, bezgin ve
pişman, sakladıklarının yüküyle ezilmiş, beli bükülü, bitkin bir hayır çıktı Taehyung'un dudakları
arasından. Hayır, hayır, hayır. Jeongguk'un, hiçbir şeyden haberi yok diyen bir hayırdı. Düşmanımdı.

Dakikalarca sessiz kaldılar, belki de, kapının dışında dizleri üzerine çökmüş, duvara sirtini dayamış ve
bilenmiş dişleriyle dudaklarına öfke kusan bir adamın varlığını sezdikleri için, dedikleri hiçbir şeyi
duymamam adına seslerini kısmış. fısıldıyorlardı. Ancak bir süre geçtiğinde, Jimin'in, az önceki
tonlamasına eşdeğer olan sesi, hiçbir farkındalığın olmadığını destekler nitelikteydi. Günahkâr, yıllar
öncesinde birikmiş, küçük bir kavanozun içerisine tıkıştırmış olduğu tozlu anılarını ne denli unuttuysa
ve yok sayıyorsa, karşısındaki genç adam, bir o kadar hatırlıyor ve hasretle anıyordu. İşte, şu son
sözlerinden kopup da, bir tenden yayılan nahoş kokular gibi aşka düşen yanlarıma süzülen istirabi
itiraf ediyordu ne varsa.

"Güneş nereden doğuyorsa yüzüne, karanlık bırakılan tarafından seyredeceğim seni. Dokunmak
günahım, lakin ne gözüm. ne de aklım bilir söz dinlemeyi. Bakmaktır yegâne çarem, artık öyle bir
yerdeyim ki, göremesem dahi içime ağlarım."
"Isa Mesih'in sizi sonsuz yaşama kavuşturacak olan merhametini beklerken kendinizi Tanrı'nı
sevgisinde koruyun. Kimi kararsızlara merhamet edin. Kimini ateşten çekip kurtarın. Kimine de
korkuyla merhamet edin. Ama günahlı bir bedenin lekelediği giysiden bile tiksinin"

Yahuda, 1:21-23 7

34.BÖLÜM

SEZGİ

Aralık pencerenin davetini kabul eden başına buyruk, kıvrak bir esinti süzüldü içeriye. Yatağımın ayak
ucunda, ellerim dizlerime dayalı, bakan ancak görmeyen gözlerimle öylece karşımda duran soluk
benizli duvarı izliyordum. Göz kapaklarımda belli belirsiz bir yılgınlık vardı; yukarıya bakmaya
kalkışsam, kaşlarımdan doğru topraklar devrilecekmiş kadar yüklü, yaşlılardı. Böylesi haylaz ve yerini
yadırgayan rüzgârın, birkaç ay önce, şimdi oturduğum bu yatağı yabancılar vaziyette uzaktan
seyrettiğim, üzerindeki yeni yıkanmış çarşafa dokunamayacak kadar çekingen, ürkek olduğum
vakitlere şahitlik edişini anımsıyordum. Kış soğuğunda, kimsesiz sokaklardan kopup da gelen,
insanların ayak uçlarına düşürdüğü kederlerini toparlayıp küfesine bindiren, yorgun argın hâlini
gözden çıkarıp, emrinde sürüklendiği Tanrı'nın gözetiminde, günahımdan eksik bırakılan bu odaya,
yatağa uğrayan rüzgarı. Nasıl da titrerdi elleri, tüm kenti; caddeleri ve sokaklarıyla, en dip köşeleri ve
çöp yığınlarına maruz kalmış kaldırımlarıyla gezmesine rağmen, hiçbir âdemoğlu böyle kederli
bakmamıştı bu emir kulu esintiye. Seziyordum, usul usul yakıyordu cildimi, aniden vurmaktan,
çarpmaktan kaçınıyor, ilahî bir cezaya gösterilen sabrı taklit ederek yavaşça ve zamanla boy ölçüşerek
saçlarımda geziniyor, terli sırtımdan içeriye girip tüm vücûdumu istemeyerek ürpertiyordu. İşte,
şimdi, aynı rüzgârı ağırlıyordum odamda. Aşığıma bahşedilen, türlü doğa sakinlerinden koparılıp da
bir edilmiş karmaşık öz kokusu her yanımda, her duvardayken, kederimden sıyrılamayışıma iç
geçirerek bakıyordu. Seni ziyarete geldim, lakin görüyorum ki, hâlâ eksilmemişsin kederinden der gibi,
cezalandırır ve bir yandan da başımı okşar gibi hızla gürledi solumdan doğru. Sırtım doğruldu: tıpkı,
gecenin bir yarısı, manastırın geçmişe gömülü, tozlu duvarları arasında kendimi cezalandırdığım
saatlerde, tenimle çarpışan her sert vuruş sonrası doğrulduğum anki gibi. Ayaklandım, oturdukça
saçlarım ağarıyordu.

Uykudan sebep bitkin olduğum bahanesiyle sığındığım odadan, hiçbir teslimiyete yer vermemiş hâlde
çıkıyordum. Yattığım yatağa sığamıyor, bir o yana bir bu yana dönüyor, çıplak olmayışına rağmen
hissettiği her çıkıntıyla titreyen bedenime söz geçiremiyordum. Beklemek eziyetti: öyle ki sessiz
sedasız kıvrıldığım o köşede, aklımda, soluklanmadan, yorgun rahmine zaman tanımadan doğum
yapan bir kadının varlığından şüphe duyuyordum. Yeni kuşkulara, yeni endişelere yeri olmayan
zihnim, bu zorakî sıkışmışlık hissiyle iyice zıvanadan çıkıyor, bir fısıltı eşliğinde sese gelen her korkuma
karşı, aldığım ruhsal darbeleri büyüterek karnıma, ellerime, bacaklarıma vuruyordu. Karşı
koyamayacak kadar yenik ve biçareydim, hâlâ ciğerlerim yaşıyor ve taptaze nefeslerle kanımı
doyuruyorken, en dibe dek kazılmış bir çukurun içine atılıyor, üzerime serpilen toprak yığıntısına karşı
debelenmiyordum. Sessiz, bir çehrenin hayali eşliğinde, küçük çocukların akıl almaz korkularına
yaraşır olan hâlimi gözden çıkarıyordum. Günahkârı düşlüyor, çelimsiz bacaklardan farkı olmayan
dudaklarımı ilk kez öptüğü gecenin koynuna sığınıyordum.
Ahşap merdivenleri iniyordum o sırada, aniden kesilen ve yerini vahşi bir karanlığa teslim eden ışıkla
beraber olduğum basamakta kıpırtısız hâlde kalıverdim. Orenda'nın buğulu sesini işitiyordum,
dudakları arasında bir sigara tutuşuyordu, bozuk ve yarım ağız kelimelerinden seçebildiğim kadarıyla
bu bir puroydu. Düşürmemek için çabaladığı kalın silindir şeklindeki zehir saçanın kokusunu
duyumsadım; sonra bir el değdi bacaklarıma, bedenimi aradığı her hâlinden belliydi. Temasıyla
birlikte ürperdim, lâkin parmaklarının zarifliğini, dokunuşunda yatan hazzı ve uysal bir adamın
uykusunu tattığım anda, yarı yolda beni karşılayan bu ince beyefendinin bizzat günahım olduğuna
kanaat getirmiştim. Gövdemi saran kazağın eteğini buldu elleri, açığa serdiği tenim, evin içerisinde kol
gezen soğukla yüz yüze geldiğinde değil; Taehyung'un hevesli dokunuşlarıyla bir olduğunda çabucak
kasıldı. Sevgili kuzeni birkaç mum yakma telaşı içerisinde o dilden bir diğerine koşuşturuyor ve
söyleniyorken, bulduğu ilk firsatta küçüğüne susamıştı. Eğildi, saçlarına yuvalandı ellerim. Islak
dudakları, bir girdabı anımsatan, göbeğimde yılları tüketmiş küçük kara deliği buldu. Gülümsüyordu,
otuzunda arsız bir adamdı. Onca perişanlığa, bitkinliğe rağmen, bu tatlı kurlarına karşı duramayıp,
saçlarının arasına daldırdığım iştahlı parmaklarımla başını bana doğru yükselttim. Cılız bir ışık uzandı
salondan, kıpırdamadı Taehyung. Elleri dizlerime tutundu, aynı yeri ıslak ağzıyla bir defa daha öptü ve
başını avuçlarıma sürterek fısıldadı. "Bir saat, otuz altı dakika. Bu zaman dilimi, önünde diz çöktürecek
kadar yoğun bir hasrete gebe."

Yemek masasına dizilen üç mumun gövdesini seyrediyordum. Küçük bir ateşin egemenliği altında
eriyen bu halsiz. teslimiyetle kızıllığa boyun eğen bedenleri kendimle karşılaştırıyordum. Öte yandan
ev ahalisi, Elsha'nın lezzetli ellerinin birer eseri olan her yemeğe karşı büyük bir açlık içerisinde
uzanıyor, tabaklarında, kendilerine ayrılmış olan belirli miktarı tükettikçe, genç ve alımlı kadından
fazlasını rica ediyorlardı. Güler yüzüyle ve takdir edilen becerisiyle iyice keyiflenen Elsha,
memnuniyetle beylerin tabaklarını yeniden dolduruyor, yerine oturmadan evvel bir anne telaşıyla
küçük kızını kontrol etmeyi ihmal etmiyordu. Orenda, yüzünü aşağıdan aydınlatan ve hatlarını keskin,
kaba bir vaziyette ortaya seren mum ışığı eşliğinde çatalını ve bıçağını, tabağının sol yanına bıraktı.
Elleri dizlerine indi, birkaç kez kemiklerini ovuşturdu, ardından, söze gireceğini önceleri tahmin
ettiğimden dolayı, biraz kendimle gururlandığım esnada, sesiyle tüm dikkati üzerine çekti.

"Işıklar da tam vaktinde kesildi. Oysa sizinle ehemmiyetli bir argüman üzerine tartışıyorduk. Ne
zamandı kasabaya yolculuğunuz? Eğer ki yarın buradaysanız, kaldığımız yerden devam etmeyi
yürekten isterim. Fikir savunuculuğu esnasında, arkasına aldığı ve yatırım olarak nitelendirdiği tüm
belgeleri, varsayımları ve çoğu değerli düşünürlerin öz açıklamalarını yakıp yıkacak kadar kendini
kaybeden, sesini yükselten, çirkefleşen insanlardan hiç haz etmem, efendim. Oysa siz, ah, ne seviyeli
şekilde tartışıyorsunuz! Ben daima açlık duyarım böylesi mevzular üzerinden düşüncelerle birlikte ardı
arkası kesilmez zincirler yaratmayı. Söyleyin, lütfen. Ne zaman dönüyordunuz?"

Jimin, zarafetini incitmeden, önünde duran çiçek motifli, kalın kumaş mendili dudaklarına götürdü.
Birkaç uysal dokunuşun ardından temizlenmişti ağzı, yahut öyle olmasını umuyordu. İçe çektiği
dudaklarına bakılırsa, tenine bir ıslaklık değmeden kirden arınabileceğine inanmıyordu. Titizdi.
Tebessüm etti, her hareketi uysaldı, kol dirseklerini dayadığı masada öne doğru uzandı. "Nezaketinize
mahcubum, sağ olun, Mösyö. Yarın, erken vakitlerde yola koyulmam gerekiyor. Belirtmek isterim ki,
en az sizin kadar, belki daha da arsız bir coşkuyla haz aldığım bu durgun tartışmadan dolayı minnet
doluyum. Uzun zamandır böyle ciddiyet gerektiren konular üzerinde durmuyor, düşünmüyor ve paslı
bir beyni daha da köreltircesine kimselerle konuşmuyordum. Lakin dert edilir değil, olur ya, bir gün
yolunuz düşer kasabaya, uğrarsınız yahut ben gelirim seve seve. Tekrar ederiz."

Elsha, Viole'nin yardımıyla yemek masasını toparlamaya başladığı sıralar, günün erken vakitlerinde
şahit olduğum sohbetin fısıltıları kulağıma uzandı. Avuçlarımın orta yerinde bir insan katlediliyordu
sanki, öyle bir sızlama ve acıyla doğruldum yerimden; zira oturdukça kendime sığamıyor, zihnimin bu
sorgulayan tavırlarına karşılık veremediğimden, çaresizliğimin hükmüyle ölümlere sürülüyordum.
Ayaklandım, Elsha'nın bir başına iş görmesinden rahatsızlık duyuyordum, ellerine tutuşturduğu
tabaklardan yükünü hafifletene dek aldım ve sıcacık, memnuniyet dolu, anne sevgisi ve şefkatiyle
yoğrulu tebessümüne, zorakî bir dudak bükmeyle karşılık vererek ona mutfağa kadar eşlik ettim. Bu
gidiş gelişlerin her birinde, günahkarın buğulu gözleri üzerime değiyor, birkaç saniye içerisinde geri
çekiliyordu. Karşısında duramayacağım kadar anlam dolu, yoğun ve baskındı; cesaret edip iç içe
geçemedim onunla. Beklentisini sezdiğim hâlde, salon ve mutfak arasında dokuduğum o yol boyunca
bir kez olsun arzusuna müsaade etmedim. Bu mahrum bırakılış. şüphesiz, aşığımdan da çok beni
eziyor, aşağılıyor ve ağır ithamlarla azarlıyordu. Asmadım yüzümü, ettiğim yardım sona erdiğinde ve
usulca gidip kalktığım yere, yanına oturduğumda, bir defa daha çevirdi başını. Sorguluyordu. Az daha
baksa, zihninin dört bir yanında yankılanan seslerini kavgalarını işitecektim. Bakmadı, önüne döndü.

Masa başında, felsefi ve eleştirel yönünü doyuma ulaştırmaktan haz duyan Orenda'nın âni
sorgulamalarıyla, oturan üç beyefendiyi de şiddetli bir tartışmanın ortasına atacak seviyeli bir
muhabbet dönüyordu. Sesler yükselmiyor, kaşlar çatılmıyor, hiçbir çehre öfkeyi ağırlamıyordu. Bir
süre boyunca, bambaşka bir anının canlandırmasını yaşattığım, kara siluetlerle gölgelenen tatsız bir
sahneyi seyrederek, devam eden sohbetten uzaklaşmıştım. O sıralarda tartışılan konunun asıl
muhatabı olan günahkår, gözlerinin de aklının da ilgisini bütünüyle bana verdi; sıcak elleri, masanın
altında, bacaklarımın üzerinde baygın iki sokak dilencisi gibi görünen ellerimi kavradı. Parmaklarımı
araladı, kendi parmaklarını yerleştirdi açılan temiz boşluğa. Karşılayamadığım gözlerinin ağırlığını asıl
taşıyan yanıma ettiği bu sarsıcı temasla beraber, tüm gücümü tüketerek bakışlarını ağırladım. Yegâne
ihtiyacı, tek muhtaçlığı buymuş gibi öyle bir istekle, arzuyla ve çocuksu bir zaferle sıktı ki elimi, ansızın
beliren ve şehvetle olan bağını çözümleyemediğim bu sıcak dokunuşun tesirini tüm varlığımda
deneyimledim.

"Beyler, beyler! Yüzyılın en haz veren, insan kanında sinsi adımlarla dolanıp tüm uzuvları taammüden
gevşeten bir İtalyan şarabından ağız dolusu içmiş kadar oldum. İnsanın en büyük tuzağı ve dirilişidir
zora düşen beyin. Hırslanır, ihtişamlı gövdesi altında sakındığı pençelerini karşıdan gelen atağa karşı
tüm özgüveniyle çıkarır ve bundan bir an olsun gocunmaz. Düşünceler, özümüzden alınmış avuç avuç
topraklardır. Enderdir ve zarara gelmezler. Hırpalamamak, eskitmemek, üzerini örtmemek gerek.
Savunuculuğu yapılan fikirlere karşı kendinde eksiklik gören kişi, baştan kaybettiği bir muharebenin
üzüntüsüyle dizleri üzerine çöküp Tanrı'dan bir şans daha dileyen, dualar eden körpe askerler gibidir.
Oysa siz... Hakkınız verilmeli, aklınız becerilerle donatılmış. Ne mutlu ki, sevgili Vante, böyle değerli
arkadaşlar edinmiş kendine."

Söz, dönüp dolaşıp Taehyung'u bulana dek, aşığım, gözlerini sükûnetle üzerime yatırmış, ağır
dokunuşlarını ise ellerimin her bir yanında, hiçbir aksaklık göstermeden çoğaltmıştı. Orenda'ya
döndü, ne sıcak, ne soğuk, belki ilik bir tebessüm... Evet, ne ısıtırdı, ne üşütürdü suskun
dudaklarındaki gülüş insanı. Hiçbir yanıt vermedi, kavradığı elimi kendi bedenine doğru sürükledi, bir
cambazlık gösterisi sergiler kadar yavaş ve dikkatliydi; sol bacağının üzerine ulaşana dek aldığımız yol,
bakan insanın gözden kaçırmayacağı bariz bir hareketliliği ağırlıyordu. Jimin'in dikkatini çekti, birkaç
saniyeliğine kolumun kıpırtısına değen gözlerini, hiçbir anlam taşımayan boş ve durgun bir ifadeyle
kaçırıp kendi önüne sabitledi. Derisi sıyrılmış kadar soyut bir hâle gelen bu ahşap masanın altında,
hiçbir kaygı gütmeksizin, utanç yahut yasak nedir bilmeyen iki kıvrak elin her temasına şahit
olurcasına ulaştığı görüntü, belli ki içinde gömü vaziyetine soktuğu köklü hislerine, topraktan sızar gibi
akıp rahatsızlık vermişti. Avucumun orta yerinden, tüm parmaklarıma ve ağrılı bileğimden koluma
açılan damarlı yola dek büyük bir katliamın başlangıcıyla, hislerinin geçersizliğine acıdığım bu genç
adama sarsıcı bir keder besledim. Geriye çekildim, Taehyung'un bakışları kuşkuyla gözlerime uzandı,
gülümsedim. İnanmadı. "Hava temiz, baharı solumak gerek."

İnceden süzülüyordu yağmur yeryüzüne. Düştüğü yerin kirine bulanıyor, buruk gözlerle göğü
seyrediyordu, toprağa düşmekten yana olan her bir damla, evinden ayrı kalan genç yaşındaki mağdur
kızları anımsatıyordu. Bir yatağa ihtiyaç duyan başlara, hiçbir zarar iliştirmeksizin taşıyabilecek en
masum, en babacan tavrıyla toprak yuva olurdu. Girişteki birkaç basamaklık merdivenin sonuna
oturuverdim, ellerimden cesur olanı, aniden göğsümün orta yerine kapandı. Aralanan kuru
dudaklarımdan, can çekişircesine birkaç titrek soluk bıraktım. Durmadı, yinelenen bir yıkımın kolları
arasında tutsak edilmiş kadar biçare hâlde, elim göğsümde, gözlerim yarı baygın vaziyette gökten
umuyor kurtuluşu. dizlerim soğuk, aklım; can almaya âşina olmuş bir cellatın acımasızlığıyla mükellef,
bir ferah nefese karşı muhtaçlığıma kulaklarını tıkamış, durmadan tekrar ediyor. Jeongguk haberdar
değil, Jeongguk bilmiyor.

Ardımda, tüm sahte dik duruşlarıma karşı sertçe kapadığım dış kapı aralandı. Ayaklanacak oldum,
lakin sol omzuma doğru kapanan küçük, sıcak avucun varlığıyla beraber, dizlerimin zoraki benimsediği
güç de yerle bir oldu. Jimin, tıpkı benim gibi, sessizce yanıma oturdu, gözlerimin baktığı yere baktı,
gördüklerimden, kulağımdan sızıp zihnime, ucu sivrilmiş bir bıçakla yarılan dar yollardan bihaber,
öylece göğü seyretti. Göğsünde bir ağrıyla cebelleşen bu genç adamın sessizliğinde, sahip olduğum
tertemiz, kimselerde rastlanılabilir olmayan yoğun duygulara karşı beslediği imrenme dile geliyordu.
Ağır ağır alçaldı başı, ondan evvel atılıp yüzüne baktım, bir süre sonra karşılık verdiğinde, şüpheci bir
turuncu ışığın eşliğinde sarsılan göz bebeklerine ulaştım.

"Büyüttün onu," diye fısıldadı. "Uzun vakitler boyu ayrı düşmüş de olsanız, bir bedenle değil, seni de
beraberinde taşıyan yüklü bir ruhun ızdırapları eşliğinde otuzuna dek kıvranarak büyümüş Taehyung."
Ses etmedim, öylece baktığım bu çocuksu çehre, bir süre sonra geçmişe adımlayan, ellerinden biri
baston tutan temiz yüzlü bir ihtiyarın gençliğine duyduğu hasretine benzer bir kırgınlıkla aydınlandı.
"Sevgili baban, günahından ötürü hor gördüğü ve cehennem ehline yaraşır baktığı, kendi cinsiyle
şehvete düşen bu genç adamın evini yaktığı vakitler, Taehyung'un başı tozlu bir yastığın üzerinde
eskiyor, dilinde ise seni çağıran adından başka hiçbir kelime dönmüyordu. Yılları eskittiğim varlığında,
gün gelmedi ki böyle bir yıkılışın ve ardından da tarihe karışmış her ülkeyi diriltecek kadar kuvvetle
doğan bir sevginin eşi benzerine rastlayayım. Gir içeri gir... Dokunmaktan aciz kal karşısında, emret.
Öl, de. Öl, beni yaşatacak olan senin ölümündür de. Hatta dur, hayır, bir sebep dahi sunma ona. Öl
de, Jeongguk. Elinin tuttuğu ilk bıçağı saplar göğsüne, tereddüt nedir, bilmez. Kanı gururlanır,
gururundan çağlayan bir su gibi terk ettiği bedenini kayba sürükler. Saçının bir teli kapılsa rüzgâra ve
düşse yere, eğilip almaktan öte hiçbir derdi kalmaz ayak bastığı yeryüzünde. Bir seni bilir, bir de
senden olanı. Büyüttün onu, lakin öyle bir eskittin ki, sırf sana bir keder bulaşmasın diye girdiği bu
çabanın ardında, ikinize de ömür biçsin arzusuyla canıma kast edesim var. Öleyim de, ne senin,
Taehyung'un evime kapı diye nitelendirdiği tatlı tenine bir zarar gelsin, ne de senin acına
katlanamayarak iki büklüm düşen o otuzunda adama dokunsun kötülük. Öyle ya, daha neyim kaldı,
bak. Avuçlarımın içi kadar boş ve anlamlardan men edilmiş bir hayatın ortasında, sessiz sedasız
savruluyorum."
Bir an hiddetle, söylediği her cümlenin altında yatırdığı saklı imâlara duyduğum vahşi açlıkla yakasına
yapışacak oldum, öyle bir caniliğe bürünmüş ve kararmıştı ki gözlerimin önü, ne vakit ölüme yataklık
etse sesi, bir idam salonunun ortasında kendimden evvel âşığımı görerek irkilip durdum. Nasıl da
çaresiz bakıyordu gözleri, farkım var mıydı? Dizleri önüne oturmak, ayaklarına kapanıp benden uzakta
tutulan tüm gerçekleri yalvararak ondan çalmak istedim. Öyle bir azabın ve acının eşiğinde
ağırlanıyordum, zamanında günahımla aynı yatağa düşen bu bedenin gözü önünde küçülecek ve
aşağılanacak olmanın hiçbir zararı yoktu gözümde. Lâkin kalkışamadım, tenimde ağırlanan sıcacık bir
ıslaklığın, kâinatı karşılayacak kadar yoğun olan hissiyatı içerisinde kavrulup duruyorken, kireç tutmuş
dizlerimi ağrıyla bükerek doğruldum yerimden. Tanrım, diye fısıldadım, içimde vâr ettiğim bu yakarışa
karşı düştüğüm yabancılık boynumu büktü, gerisini getiremedim. Sırtımı döndüm Jimin'e, ağır
adımlarla evden içeri girdiğimde, salonda kimsecikler yoktu.

Usul usul çıktığım merdivenlerin her basamağında, ayak uçlarımda ezdiğim soysuz bir kederin meşum
kıkırtılarını işitiyordum. Kendime düşman kesilen iç benliğimde, yaşattığım tüm kavgalarımı yok
sayabileceğim kadar ihtişamlı, sesi gür bir endişenin altında eziliyordum. İnce damarlarımda çığlık
çığlığa bir gizin heybetine sığınıp da dolaşan bu alçak evhamlarım, banyodan gelen boğuk sesleri
duymamla beraber, kalabalığı da arkalarına katarak arsızca çoğaldı. Korkuyla ahşaba dayadım ellerimi,
Taehyung, geldiğimi anladığında güdüsel olarak verdiği bedeninin tepkilerini durdurmak istedi, ancak
kasılmasıyla beraber daha bir kuvvetle kendisini belli eden öğürme, önünü alamayacağı kadar
istikrarlıydı. Ellerim durmuyordu, kapıyı açmaya yeltendim ancak o an dahi, nasıl bulduğunu ve
edindiğini anlayamadığım kuvvetiyle beni engelliyor, kapıya arkadan uyguladığı baskıyla girmeme
müsaade etmiyordu. Sesim kırıldı, ağlamaklı bir vaziyette yalvarışıma rağmen, yorgun, son gücünü de
tüketircesine karşılık verdi günahkar. "Girme, girme içeri."

Bir süre sonra onun öğürmesiyle kasılan midemde çoğalan bir ağrıyla ve ağzımda, öğütülen her
yemeğin geri dönüşünden kaynaklı iz bırakan o acı tatla önünde beklediğim kapı aralandı. Dar
koridorda geriledim, sırtım soğuk duvara değdiği anda, büyük bir iç geçiriş ve kaygılı gözlerle günahımı
seyre daldım. Her daim parıldayan teninde, kış mevsiminde çıplak kalan ağaç gövdelerindeki soğukluk
kadar durgun bir renk asılı kalmıştı. Şakaklarından doğru akacak olan dokunuşumken, ter damlaları
itinayla çenesine doğru süzülüyordu. Gözlerinde takat yoktu, baygın bakıyor da olsa, belli ki kendisini
güçlükle bir tebessüme hazır etmişti, gülümsedi. Kollarına atıldım, yüzüm, soğuk boynunu mesken
edindi, ıslaktı teni, dudaklarımla temizledim. Bedenini benden ayrı düşürmeden, uyuşuk adımlarla
odamıza doğru çevirdi ayaklarını. Annesinin tuttuğu eline sığınan ufak çocuklar misali, attığı her
adımın takipçisi oldum gözlerim sıkıca yumuluyken. İçeri girdik, usulca kapadı kapıyı. Elleri hâlâ
titriyordu, enseme uzandı. Kasılmaktan ötürü yorgun düşen vücudunun ağrısını tüm kemiklerimi
sızlatıyordu. Parmaklarıyla kavradı saçlarımı, derin bir nefes çekti içine, tüm sızısını ve bitkinliğini,
benden ayrı geçirdiği yılların omuzlarına bıraktığı demirler yüklü torbaların ağırlığını unutturuyordu
sanki kokum ona, doyumsuzdu. Tenime hapsedilmiş bütün aromayı çalsın, mâdem dindiriyordu
ağrılarını, tüketsin istedim beni. İkilem içerisinde yalpalayan bir zihnin betimleyeniydi elleri, belimdeki
tutuşu dağıldı, incitmekten uzakta, yavaşça geriye çekti beni. 1

"Oğlum..." Ne görüyordu, ne görüyordu yüzümde? Buğulandı bakışları, kirpikleri, temiz bir derenin
üzerine düşen ağaçların gölgeleri gibiydi. Alnı dayandı alnıma, zorlukla kontrol etmeye kalkıştığı
kasılmaları sebebiyle her yani ter içerisindeydi, saçlarının uçlarına dek konan bu ıslaklık, rüzgârın
nefesiyle ısıttığı benim saçlarıma sürtünüyordu şimdi. İki gözüm arasında, iki yavrusunu aksatmaya
korkan şefkatli babalar gibi itinayla gezindi. "Ağlama," dedi, fısıldamıyordu oysa, sesi kırıldı bir
kelimenin orta yerinde. Tekrar etti, lakin ne zaman başa sarsa bu emreder nitelikteki kışkırtıcı sözcük,
daha bir perişan, söz dinlemez oldum. Çehremde kendisine yer edinmiş bu hissiyatın izlerine, beni ilk
kez gördüğünden beri varlığına şahitlik ettiği, artık bir uzvum kadar bütünleştiğim kederime karşı
dayanıksızdı günahkar, bakamadı. Ellerime tutundu, yere düşen boynu bükük bir bahar yaprağını
kaldırıp pencere önüne bırakı gibi nazikti. Yatak başlığına verdi sırtını, sıcak bir yuvayı anımsatan
kucağına yeltendim, oturmaya kalkıştığımda durdurdu beni gözlerime bakmadan. bir kırgınlık denizi
yarattığı bakışlarını kaçırarak göğsüne dayadı sırtımı. Belimin iki yanından uzanan ellerinden biri,
gövdemi çepeçevre kuşatan kazağı sıyırdı, çıplak karnımda bir şafak vakti yürüyüşe çıkan adımları
yaşatırcasına aheste aheste ilerledi. Dudaklarıyla okşuyordu saçlarımı, bir itirafın eşiğinde kaygıyla
titreyen ağızların soluğuydu tenime bıraktığı, titredim, hevesle daha bir ittim kendimi geriye, nefes
sesleri derinleşti.

"Gün doğuyordu, kızıl bir ışık, tüm renkleri itaat ettiriyordu ayak uçlarında, egemenliği gövdesinden
taşıyordu. Sabaha uzanıyordu, bir halatla yakaladığı yeni günlerin ellerini sıkıca bağlayıp, dizlerine dek
bütün görkemiyle kendisine çekiyordu. Ne zaman aydınlansa gök, gece boynunu bükse, karanlığa
karşı bir savaş açmaya kalksa gün ışığı, ne zaman aralansa gözlerim silik bir uykudan, bestekâr
Tanrı'nın yegâne mucizesi olan çehreni görürdüm. Yıllar geçti, anıları taptaze. Jeongguk, körpe bir
oğlan çocuğu, babasının biricik hizmetkârı, dininin varisi, kasabanın gözdesi ve gelecek vaat edeni.
Jeon Jeongguk, pederin oğlu." Serçe parmağımı kavradı, tırnaklarımın üzerini ve cildimin her bir yanını
merhametine boyun eğdiriyorken devam etti. "Ufak, belli belirsiz bir dokunuşla tuzla buz olan erkek
çocuğu. Mahvediyordun beni. Zayıflığınla, ürkekliğinle, karşı koymak için debeleniyorken, Öte yandan
sesini kesemediğin iblislerinin şehvete buladığı gözlerinle yerle bir ediyordun."

Başımı kaldırdım, gözleri âniden gözlerimi buldu. Geçmişi seyrediyordu, tebessüm etti. Yavaşça eğildi,
bükülen belinde bir kemiği ağrıyordu, yüzü buruşacak olduğunda dahi, emeline karşı durmadan
burnumun ucuna değdirdi dudaklarını. Küçük bir buse düşüverdi yuvasına, kemerim boyunca
kaşlarımın orta yerine dek sürüklenen kuru ağzında ateşe atılmış nefesleri konaklıyordu, ısıttı cildimi.
Ellerinden biri saçlarımı buldu, alnıma dökülen başına buyruk tutamları, baharın yeni yeni yeşerttiği
çaylak otları avucunda toplayan ihtiyar çiftçiler gibi sarmaladı parmakları arasında.

"Onca reddetmenin, azarlamanın ardından, gecenin bir vakti tüm doğrularını zincirlere vurup peşinde
sürükleyerek ve acıtarak kapımın önünde bulmuştun kendini. Hâlâ hatırımda, nasıl da yorgun, nasıl da
küçüktün. Teslim oldun, sonrasında yinelenen bir korkuyla devam etse dahi kaçışların, o gece
bütünüyle sahiptim sana. Bir dudakların yasağımdı." Bir kez daha gülümsedi neleri kazandığının
bilincine varmak arzusundaydı yahut küçüğüne geçmişteki haylazlıklarını hatırlatarak nispet ediyordu.
Ağzı kapandı ağzımın üzerine, tadımı söktü dilimden, geceleyin dudaklarıma dokunmayın diyen o
çocuğun ölü korkusunu şefkatle okşar gibi öptü beni. "Onun da keyfine, bir gölün orta yerinde, tüm
savunmasızlığı ve hikâyelere kucak açan gerçeğiyle vardım. Yüreğim coşuyordu, Jeongguk, böylesi bir
çarpıntı ve tutsaklığın orta yerinde yapayalnız kalacak olmaktan öyle korkuyor, öyle çekiniyordum ki,
dinine teslim olup, bir dogmanın ardında bastırdığın erkekliğine yüz çevirecek olup da ötekileşmiş
arzularından arınacaksın endişesiyle peşinde sürüklenirken buluyordum kendimi. Sana, günahıma
duyduğun açlığı hatırlatıyordum."
Derin bir nefes eşliğinde, dudaklarımı aralıkta kalan gerdanına bastırdım. Çıkık kemiklerine yaslı
ağzımda bir keyiftir başlamıştı, uzun, gür ağaçlarla kaplı dar yolları anımsatan boynu boyunca
sürüklendiğim vakitler, belli belirsiz bir fısıltı eşliğinde karşılık vermiştim Taehyung'a. "Ne mümkündü,
ne mümkündü size karşı kuşanabilmek... Neyden noksan kaldıysam, tek tek keşfederek tenime
sundunuz hepsini. Gençliğimin zayıflığında, erkekliğimin muhtaçlığında, ruhumun kırgınlığında döndü
başım; asıl ben, bendim mahvolan. Siz, değmem sandığım bir ateşle yatağa attınız beni, ilk yanan
ellerimdi."

Yüzümün iki yanından kavradı beni, gözleri ıslaktı, kaşlarım eğildi bu gördüğüm adamın çocuksu
kederine karşı. Baş parmaklarıyla çepeçevre okşadığı yanaklarım kavruluyordu, nereme dokunsa,
oramda bir fırtınanın ağzına sarıyordu ellerini uysallık. "Hangi erkeğin göğsünde böylesi bir temizlik
yetişmiştir diyordum içimden, kusurlara karşı büyük bir özveriyle duvarlar örülmüştü, varlığına bir
hediye olduğu muhakkaktı, lakin Tanrından da öte, kendi saflığın ve masumiyetinle büyüttüğün,
yücelttiğin kalbinden aktığınaydı inancım. Annen gelirdi aklıma sana dokunurken, içimden
tekrarlardım, bana seni kimin büyüttüğünü söyle, çocuk. Söyle. Arala ağzını, bir isim, bir nitelik, bir
varlık çıkar boşluğa hava üfler gibi söyle; gideyim, ayaklarının dibinde azametine karşı duyduğum
mahcubiyetten dert yanayım. Bir bakayım, hangi ellerin gölgesinde okşanmış yanakların. Sonra bir
anneden yoksunluğunu öğrendim, ona da diktim gözümü. Canımın en güzel parçası, anne olabildi mi
günahın sana?"

Hıçkırarak atıldım boynuna, titriyordu çenesi, ağlamamak için sıktığı dişlerinin arasından ince bir soluk
misali sızıyordu dayanıklılığının son esintileri. Ensemi saran parmaklarıyla tenimi seviyorken,
Taehyung'un göğsüne dert diye bindirdiği bu kuruntuyu, cevap vererek, bir kelimenin ağırlığında
boğdum. "Oldu, oldunuz. Siz bana anneden de öte, bir dünya dolusu insan oldunuz. Kalabalığımdı
sesiniz, işitmezsem şayet, bir başınalığımın gürültüsünden delirecek oluyordum. Yokluğunuzda dahi
göğsünüzde yaş aldım, benim ayak bastığım neresi varsa, siz orada, bir adım arkamdaydınız. Biz bir
günahın doğurduğu iki cehennem tohumuyuz, ekiliriz, ekilmeyiz, muamma. Lakin zehir bile saçacak
olsam, yanımda filizlenen yaprağınızın gölgesiyle tertemiz bir çiçek olur, yüzümü güneşe dönerim.
Evet, sizden öte kim anne olurdu bana? Ne de güzel beslendim, ne de güzel uzadı saçlarım."

Yatağa uzandı usulca, göğsüne çekti çocuğunu, göğsü, bir ırmaktan aşağı seyir eden, elma
ağaçlarından kopma taze bir yapraktı. Kokladım tenini bir nefese sürgün edilen öz esansında
titreyerek burnumdan içeri süzüldü endişesi. Tereddüt etmekten yana değildim artık, zira bu korkuyla
uyku da, uyanıklık da, Tanrımın ateşinin orta yerinde cayır cayır yakıyordu tenimi. Çocuk oluverdim
koynunda, pencere camında dualar ediyorken, sokakta koşuşturan yaşıtlarının güler yüzlerini
seyrederek mutluluğu adım adım sezinlediğini zanneden o saf çocuğu, ufak Jeongguk'u anımsadım.
Biraz daha sokuldum günahıma, sessiz ağlayışlar eşliğinde, avuçlarım arasında büktüğüm kazağına
doğru fısıldadım. "Taehyung, beni sensiz yaşatmazlar." Saçlarımda gezinen elleri duraksadı. Nefes
aldı, yükselen göğsünde parçalara ayrıldım. Can havliyle, enseme dayalı, ucu, insanın çürümüş son
soluğu kokan bir bıçak dayanmıştı sanki öyle titrek, öyle ürkek getirdim sonunu. "Beni sensiz
yaşatmam."

Sonraki Bölüm>
"Su gibi dökülüyorum, Bütün kemiklerim oynaklarından çıkıyor; Yüreğim balmumu gibi içimde eriyor.
Gücüm çömlek parçası gibi kurudu, Dilim damağıma yapışıyor, Beni ölüm toprağına yatırdın." 1

Mezmurlar, 22:14-15

35.BÖLÜM

-Bir Tarih, Tek Satır

Bir, iki, üç... Kısık, bir erkeğe kıyasla yumuşaklığından ötürü şefkate kucak açan sesimle, pencereyi
oynatan rüzgârın bir dahaki ziyaret aralığına dek geçen zaman dilimini sayıyordum. Bir, iki, üç, dört...
Evet, altıya kadar geldiğimiz olmuştu. ancak öyle uysal hareket ediyordu ki pencere, bir bedeni
iliştiriyordum tozlanmış camına, genç ve dilsiz bir kadındı bu. muhakkak. Konuşmasını bilmeyen, ağzı
içerisinde yalnızca kelimelere dönmeyen, işlev kaybı yaşamış diline karşın, keskin bir koku alma
duyusuna sahip gencecik bir kadındı. Esen yelin dostuydu, eli olsa, ellerini öpecekti rüzgârın, öyle
minnet duyuyordu. Kalabalık sokakların insanları ağırlayan terini, kaldırım kenarlarına düşüncesizce
bırakılmış çöp torbalarından sızan artıkların gürültüsünü, köhne bir evin üst katında bulunan küçük,
dikdörtgen şeklinde bir pencerenin arasından dışarı süzülen şehveti, bir bebeğin boynunda birikmiş
dolgun etlerinin arasında beliren ufak ter damlacıklarını ve daha nicesini... Rüzgâra emanet ediyor, o
nereden tutup da çekecek olsa tüm bunların solunabilen ve kendi has aromaları olan kokusunu, oraya
doğru çeviriyordu başını. Doğru, öyle diyordum, bir pencerenin asil, ağır ağır süzülüşlerine bakıp da
tahayyül ediyordum tüm bu anlamsız çıkarımları, ellerim bir adamın saçları arasında toprağı
eşeliyordu.

Terden ıslanan saçları yatağın sol tarafından aşağı sarkıyordu. Dokundum, soğuktu. Hastalığından
mıydı? Üşümüştür, diye söylendim kendi kendime. Dudakları aralıktı, kurumuştu teni, parmak
uçlarımla gezindiğim esnada cildimi eşeleyen sert ve pürüzlü dokudan anlaşılıyordu. Rengi kaçıktı;
üzerinden çıkarmadığı kazağının kolları dirseğine dek sıyrılmıştı. Ayakları çıplak, tek bir rengin
himayesinde vâr olan, ağaç gövdelerinin güneşle ıslatılıp da kurumaya bırakılan masumane tonuyla
bezeli teni ise durgundu. Yerlere dek sürünen yorganı bir ucundan kavrayıp açıkta kalan gövdesini
örtene dek çekiştirdim. Kıpırdandı, oysa daima benden önce açardı sabaha gözlerini günahkar, sabah
ise kimdi gözlerinde, bir beni, bir küçüğünü tanırdı. Günün doğduğundan bihaber, uykusu bölündüğü
gibi bakakalırdı çehreme; öyle yoğun ve dikkatli bir irdeleyişti ki bu, bütün yorgunluğuma, bitkinliğime
rağmen bu ağırlığı uykumda sezinliyor, aniden uyanıp, tepemde beni seyreden aşığımın keyfine
neşeleniyordum. Böyle olurdu hep, hep değilse de sık sık, evet. Ellerini avuçlarım arasında alıp da
dudaklarıma götürdüğüm vakitlerde gözlerini araladı. Sırtüstü uzanıyordu, kaşlarıyla iç içe geçen
haylaz saç tutamlarına susadı biriktirdiğim buselerin her biri. Hâli yoktu, nasıl da iştahsız bakıyordu.
Tebessüm etti bana, bana ne zaman gülümsese ensemden doğru ilahî bir sevi çığlığı yayılırdı
kulaklarıma. Eğildim, koyu hâreleri arasındaki ince, sıyrık çizgileri görene dek yakınlaştım yüzüne,
derin bir nefes aldı. İşaret parmağımdı sarmaladığı, dudaklarına yükseltti, kuru cildiyle besledi
küçüğünü.

"Jeongguk..." dedi, "Rüya gördüm. Bir evimiz vardı, bir de oğlumuz." Henüz uyanmış olmasının verdiği
mahmurlukla sesi pürüzlü ve olduğundan da kaba duyuluyordu. Bir erkekten ve bir kadından kurulma
sıradan ailelere göre alışıldık ve devam eden toplumsal düzen için normal olan bu olgular, günahkâr
ve ben mevzü iken bir rüyâya sıkıştırılan hayali ve ulaşılmaz arzulardan ibaretti. Bir ev, bir oğul.
Buruktu gülümseyişim, lakin ona değmesine, onun kederine en ufak bir temasta bulunmasına
müsaade etmeden keyifle göğsüne dayadım çenemi, okuyor muydu, yoksa sızımın doğduğu asıl yere
olan temasımdan ötürü yaşıyor muydu ağrımı? Kaburgalarım arasında bir felaketin öncüsü olacak
şiddetle, bir o kadar da sükûnetle büyüyen aşağılık bir kaygı vardı. Doğrusu, tanımını yapamayacağım
kadar girift ve de anlamsızdı. Görmezden gelemiyor, bir iğnenin ucuyla dürtülen insan eti kadar
hassas olan ruhumda belirli aralıklarla çığlık çığlığa ayaklanan bu tanımsızlığın üzerine basıp da
yoluma bakamıyordum. Yine de banaydı öfkesi, kıvranmaların hiçbir türlüsü, Taehyung'a sirayet eden
bir acının onun gözlerinde yer edinmesinden daha boğucu olamazdı. Tam yüreğinin çarptığı yerden
öptüm günahımı, baygın gözleri ışıldadı, kazağının eteklerini kavrayıp gerdanına dek sıyırdı. Açığa
çıkan tenine susuz kalayım, öz sıcaklığı ve kokusuyla bir yatakta, bir bedenle iç içe geçer gibi
sarmalanıp, bir kez daha aynı yerden öpeyim istiyordu onu, arzusundan öte neydi ki boynumun
borcu? Buseler dizdim cildine, bir keresi yetmedi. "Kime benziyordu oğlumuz?" dedim, "Dönmedi
yüzünü." dedi, "Seslendim, bakmadı babasına. Bir nedenden ötürü ağlıyordum. yine de tenezzül
etmedi. Oğlumu göremedim, Jeongguk. Oğlum bana bir kez olsun bakmadı."

Otuzunda bir adamdı, rüyasında tutunuyordu hasretini çektiği sıcacık bir yuvanın varlığına.
Yetinemiyordu, kime benziyordu oğlumuz? Görememişti günahım. Uykulu gözleri bir kapanıp bir
açılıyordu, fark ettim ki hâlâ gördüğü anların resmini çizen zihninin etkisinde, tıpkı küçük çocuklar gibi
acı içinde şahit olamadığı çehrenin peşinde koşturuyordu. Söz geçirmenin mümkünü yoktu kederime,
içim sancıdı, oğlum diyorken ki kırgın sesini bir an olsun unutamayacağımı işte o sabah idrak ettim.
Bendim oğlu, bir de benden olandı. Sayıklar gibi bir o yana, bir bu yana döndü Taehyung, nihayetinde
kendine geldiği vakitler, Viole de kapımızın önünde, zayıf, narin sesiyle bitivermişti. Kahvaltıya buyur
ediyordu küçük hanımefendi belli ki o da neşesizdi.

Masa başında, sevgili annesinin henüz kaselere doldurduğu taze vişne reçelini sürüyorken ekmeğine,
birden duraksadı ve öfkesinin saygısızlık boyutuna ulaşmasından itinayla kaçınarak durumdan yakındı.
"Elbette, elbette biliyordum erken ayrılacağını! Şayet uyanmasaydım, bir veda dahi etmeden çekip
gidecekti, öyle mi? Bu beyler sahiden de kıymet nedir bihaber, öylece dolanıp duruyorlar. Tabi,
haklısınız, orası doğru, arkadaşınızı bizzat ben yolcu ettim. Sağ olsun, pek kibar kimi zaman,
ellerimden öpmeyi ihmal etmedi, hatta Mösyö, faytonu gelene dek pencereden kırgın gözlerle onu
seyreden küçük kırlangıcı, beni, bakışlarından esirgemedi. Kibar bir beyefendi, hakkını yememeli.
Lâkin kırgınım, kırgın bir kırlangıcım. Teessüf ediyorum dostunuzu, siz yine de görürseniz bir şey
demeyin. Öptü beni nihayetinde, öpmese alçaklık etmiş olurdu."

Kahvaltı sofrası toplandığı vakitler, elinde gazetesiyle sigarasını tüttüren Orenda'ya eşlik etti
günahkar. Dudakları arasından süzülen duman, tarih öncesi çağların koynunda yakılan özgürlük
ateşinden sızıp da saçlarıma siniyordu sanki. Bir lütuftu işlev gören parmakları, tüm renklerin
ayrımında olan koyu gözleri, çalıp da ciğerinde ısıttığı soluklardan geri kalan sözde kirli havası,
şimdilerde ancak farkına varabildiğim titrek diz kapakları... Kontrolünde değildi. Pamuk ipliğinden
örülme bir havluyla kuruladığı saçları, ısrarla ter içerisinde kalmaya devam ediyordu. Kuzeninin de
gözünden kaçmıyordu hastalıklı hâlleri, bir hekim çağırmayı teklif eden Orenda'yı kibar ve kararlı bir
reddedişle geri çevirdi Taehyung. Gözleri beni buldu, sessiz kaldı, önüne döndü ve sigarasından su
içercesine keyifle, ağır ağır yudumlar çekti ağzı içine. Günlerdir aciz bir kuldum, yüzüm yoktu lâkin
Tanrıma, aşığımın zedelenen sağlığına karşın dizlerim önünde yalvarmak, çoktan incinen gururumu
değil, uzak düştüğüm, kendimi adadığım yüce bir varlığın karşısında ezilip büzülmekten ve mahcup
olmaktan kaynaklı üzüntümü çoğaltıyordu. Zira gurur, esrik bir kalabalığın ortasında açık bilinciyle
yürüyorken, bizzat ben tarafından katledilmiş rezil bir insanî duygudan öte hiçti gözümde. Ağırlıktı
sırtımda, bir kene misâli yapıştığı tenimde, genç yaşında günahkâr olan bir erkeğin şehvetiyle
kavrulduğum o gecenin ayazında ölmüştü. Dahası yoktu.

Güdük otları, parmaklarındaki masum şefkatle okşuyordu Viole, bir eliyle Sahara'yı kolluyor, küçük
kardeşini gözünün önünden ayırmıyordu. Baharın keyfi karmaşasında savrulup giden rüzgâr, iki
yavrucağın da saçlarına dokunmadan geçemiyordu yol üzerinden. Güneş, heybetli, bembeyaz bir
bulutun ardında benliğini kavuruyor, ara sıra tüm ihtişamıyla yeryüzünü selamlıyor ve usul usul bir
diğer buluta sığınıyordu. Gölgeler çıkageliyordu sonra, bir varlardı, bir yok. Bir uzuyorlardı, bir
kısalıyorlardı. Ne vakit görsem insan biçiminden doğma bu kara lekeleri, sürgün aylarında, bir gölgeye
sahip olamayışımdan kaynaklı Tanrıma yakındığım geceleri hatırlardım. Taehyung'un hasretiyle öyle
perişan hâllere düşerdim ki, aşağılık, sefil ve insanı ezen türlü türlü düşüncelerin arasında dimdik
durmak arzusuyla gezinirdim soluk almadan. Diyordum, ne olurdu, şimdi gölgesi çıkagelse şu evin
duvarına, bir güneş vursa ve belirse şekli şemali, kara rengine de ses etmem, bir görsem ki saçlarının
uçuş uçuş dağıldığını yel estikçe, duvarda hareketlense, varsın detayları olmasın... Gölgesi dahi
yeterdi. Ne olurdu, şimdi gölgesi çıkagelse şu evin duvarına... Koşar, sarılırdım.

İki hanımefendiyi de avuçlarından öptüm, kıkırdıyordu Sahara, gözleri ışıl ışıldı. Ufak elleriyle
göğsümde tutuşan bu sancıyı kavrasın, saflığı ve temizliğiyle hiçbir güç uygulamadan paramparça edip
de benden uzağa gömsün, toprağa versin, toprağa temizletsin içimi istedim. Bir sıkıntı uyanıktı.
Vücûduma hiçbir beşerin taklidini yapamayacağı bir nizam içerisinde dizilmiş damarlarımın tek tek
titreştiğini hissediyordum. Akan kanım huzursuzdu, bir yol üzerinde önleri kervanlarla kesilmişti sanki,
inanırdım buna. Gün aydığından beridir daha da bir şiddetle kendisini belli eden bu yükü hiçbir yere
koyamıyordum, öyle ki her yutkunduğumda, İsa Mesih'e bilenmiş inanç nedir bilmez bir kalabalığın
ağzıma dek dayanan küfürlerini yutuyordum. Arsızlaşıyordu, sebebi bulunamadıkça coşan hastalıklı
bir hücrenin bölünmesi misali, anlamsız boşluğu gördükçe çirkinleşen bir sıkıntıydı. Hüznü, gerginliği
sırtladı; bir de öfkeye dayandı. Ellerim üşüyordu. Güneş tepedeydi. Toprağa eğildim, Viole ve Sahara
eve dönüyordu o esnada. Dizlerim üzerine çöktüm, nemli toprak kumaş pantolonumu kirlettiğinde
çocuksu bir neşeyle gülümsedim, gerçekçilikten uzaktı. İtici bir güce itaat ediyordum, arzularım bir
köşede uyukluyorken, tüm varlığımda hüküm süren bu sıkıntının aslî sebebi, kendi isteklerine köle
etmişti beni. Sırtüstü uzandım otların arasına, yüzümü yaktı ateş. Ellerim siper oldu, ardından bir
bulut. Bahar vardı gökte yerde, kuşlar kanat çırptıkça çıkan seslere ötüşleri karıştı, kapı aralandı bir
kez daha, Taehyung yanıma geliyordu.

Bir süre öylece, hemen kolumun yanında dikiliyorken seyretti beni. Saçları hâlà ıslaktı, rüzgâr bir kez
sert esecek olsa dalgalanır gibiydi vücûdu, güçsüz görünüyordu. Ses etmedi, güney cephesine
uzattığım ayaklarımın aksine, günahkar kuzeye doğru serdi bacaklarını. Ters yönlere doğru devrilen
bedenlerimizin aksine, yüzlerimiz karşı karşıya, omuzlarımız üzerinde çevrili, ışıl ışıl ve birkaç dakikalık
hasretle bezenmiş hâlde birbirine dönüktü. Gözlerimin dermanı yoktu güzelliğine karşı durabilecek
derin bir soluk eşliğinde örttüm irislerimi. Aralık bıraktığı ağzından sık sık durgun nefesleri çarpıyordu
tenime, tüm sûretime kapanan bu ilik havanın, kendi başına üşüdüğünü düşlüyordum kapalı
gözlerimin ardında. Şehrin kuytu köşesinde, öksüz kalmış küçük bir çocuğun yaktığı ateşe rağmen
titreyen kirpikleri misali, tepemizde, Tanrı'nın kurduğu nizama ayak uyduran bu koca alev topuna
karşın, günahımın solukları da tir tir titriyordu. Tahayyül ne büyük armağandı insana; şükrü gerekliydi,
lâzımdı. O an, sessiz bir minnetle teşekkür ediyordum inandığım Ilah'a. Dilim ağzım içerisinde kıvrıldı,
zihnimde harekete geçen tüm bu görüntülerin imkânsızlığına rağmen nasıl da ruhu doyuma
ulaştırdığını düşünüyordum. Taehyung'un gördüğü rüyânın bir benzeriydi aklımda yaratılan, küçük bir
oğlan çocuğu, bir de ev. Sıcacık bir ev. Tek odalı da olsa yetmez miydi? Tüm dünya nimetleri
avuçlarım arasına hiçbir karşılık beklenmeden bırakılmış kadar yeterdi hem de. Lâkin düştü, tatlı bir
hayaldi, tüm insanlığa aşılanamaz olan barışın küskün tavrı gibi kurduğum bu hayal de bir yanından
kavgalıydı, bir yanından hükümsüzdü. 1

Günahımın saçına değen parlak ışığa açtım gözlerimi, sahne kaldığı yerden devam ediyordu, izliyordu
karşısındaki küçük oğlanı. İlk kez görme yetisi bahşedilmiş yetişkin bir adamdı sanki, öyle incelikli ve
mucizevî bir âna tanıklık ediyorcasına bakıyordu. Bilmediğim yüz çizgilerimi dahi sevdi koyu gözleri,
bir göz, bir adamı alnından öper miydi? Nutkum tutulurdu ansızın coşkuyla titreşen bakışlarına.
Öperdi elbet, yaptı da, ıslaklığını hissedecek oldum. Yutkundu, biraz daha yakınıma geldi, saniyeler
içerisinde fırtınaya kapılmış küçük bir kent gibi kurumuştu dudakları. "Ağrıyor," diye fısıldadı.
"Gülerek ağrıyor." Yüzüm düştü, iki kaşımın orta yerinde birden fazla çizgi derinleşti. Söz etmeme
fırsat tanımadan devam etti Taehyung. "Bacaklarım, biraz bacaklarım ağrıyor. Sık sık da terliyorum,
iyileşiyor muyum dersin?"

Dudaklarıma eğildi, beni öpmek arzusuyla cayır cayır tutuşan teninin sıcaklığı, üzerinde yatıyor
olduğumuz tüm bu toprak dostu yeşilliğin kahrına sebebiyet verecek sandım. Lâkin değmedi dahi
ağzıma, burnu çeneme sürtündüğünde gözlerini yumdu. Cildime, bir kumaşa işlenen iplik gibi
bahşedilmiş kokum, günahımın içinde kutsal bir yolculuğa çıktı ve ciğerlerine dek durmadı. Gözümü
hırs bürüdü, öyle ki bir koku olmak, belki bir denizin uykusu, belki bir kibrit çöpünün. belki de eriyen
bir plastiğin, evet, bir koku olmak ve nefesinden içeri süzülmek arzusuna düştüm. Hafifçe kıpırdandı,
dudağımda yuvalanan küçük, koyu renkli beni okşadı soğuk tırnağının yüzeyiyle. "Şehvetin rahmi,"
dedi, "İşte burası. Burada günah işledin."

"Tıpkı sizin gibi, burada bir günahkâr oldum." diye karşılık verdim, taklit ettim onu, tırnağımın
yüzeyiyle, dudağının bir köşesine sinmiş ufak benini sevdim. İki ağız arasında Tanrı'ya baş kaldıran, iki
ağız arasında Cehennem'e uzanan bir köprüde uyuklayan genç adamlardık, hâlâ sönmemiş bir
şehvetin koynunda büyüyor, iki ömrü tek edip birbirimize katıyorduk. Aklim kontrolsüzce
çoğalıyorken, başa çıkamadığım bu karmaşayı sezen aşığım, aniden gelen ancak içten oluşuna bir
türlü inanamadığım körpe neşesiyle göğe baktı. Bir kez ona değen hangi gözün haddiydi etrafta
gezinip durmak? Yüzünde gençliğini aradım, gözlerim ıslandı, ne zaman hatırlasam otuz yaşını, bir
anne oluyor, yüreğimin sızısıyla kahroluyordum.

"Jeongguk... Ne de güzel olurdu seninle bir çocuğa baba olmak. Öyle değil mi? Kanımdan, kanından,
senin gibi bembeyaz bir çocuğa.... Uysal, temiz yürekli, yüce gönüllü bir çocuk olurdu senin
doğurduğun, devceleyin akılsız, ahmak bir adamım. En kederli, en olmaz arzum budur. Öyle sık
düşledim ki, rüyalarımdan çıkmaz oldu. Tanrın gönül koymasın, isterdim ki göğsünden beslenecek,
gür saçlı, tıpkı Viole gibi zeyrek bir çocuk vâr et, bir mucizenin tanığı ol bedeninde. Delirdim...
Delirmesine delirdim. Lakin, ne güzel olurdu, bir düşün. Hangi annenin rahminde yeşerirdi senin
doğuracağın bir yavru, hangi kadının rahmi büyütürdü senin gibi, ısıtır ve beslerdi? Jeongguk, seninle
aynı evlâda baba olmayı ne çok istedim, bir bilsen."
Âniden titreyerek göğsünü yükseltti, eli kuvvetli bir baskıyla karnına kapandığında, hiç sancı
çekmiyormuş gibi telaşlanmama müsaade etmeden üzerine doğru eğildi. Güneş'i örttü başı, günü
doğuran ve batıran ışığın önünü kestiğinde dahi, tüm ihtişamıyla kamaştırıyordu göz bebeklerimi.
Yanağına yasladım avucumu, bir caddenin köşesine, kuşlar beslensin diye atılmasına rağmen günlerce
dokunulmamış, kuru ve sert bir ekmekten lokma yer gibi zorlanarak, kasılarak ve acıyla yutkundu.
"Oğlum," dedi, gürdü, gücüm kayıp değil diyordu sesiyle, bakışlarında gezinen yorgunluğunu, dik
tutmaya çalıştığı omzuyla sarsıyordu. Bir defa daha söyledi, bir kez daha, her seferinde daha bir eğildi
sûretime. Avuçları arasına aldığı yanaklarımı üşüttü teni, ürperdiğimi sezdiği anda geri çekilecek oldu
lâkin fırsat tanımadan bileklerini kavradım. Teslimiyetle yüzümü bastırdım ellerine, gözlerine esen
deniz dalgalarını reddederek seyrettim günahımı. Taklidi bir köşeye bıraktı, olağan bitkinliğiyle, tüm
salt gerçekliğiyle, varlığını zemine doğru ittiren yüklerinin ne denli ağır olduğunu bir kez olsun sevdiği
adama gösterir gibi baktı gözlerime. Gerilmiş, kavruk boynundan esiyordu uzak toprakların çöl
esintisi. Bir eli, gövdem boyu sürünerek belimi kavradı, yumuşacık, yetiştirdiği çiçeğin dallarını seven
yetmişinde ihtiyar bir adamın ihtiyatlı dokunuşundan farksızdı.

"Yaşamak senden başka kimde hak edilmiştir? Boyuna güzel, zarif, anlayışlı, gencecik bir adamsın.
Gerdanında ellerimi kanatan bir kolyeyle aşıksın günahına. En az benim kadar sürgün, benim kadar
düşkün, benim kadar virânesin. Hiç... Hiç minnetimi işittin mi? Jeongguk, Jeongguk... Dilimin düğümü
içimin yegâne sızısı, hangi ağrı göğsüme ektiğinden daha da kuvvetle sızlatır etimi kemiğimi?
Jeongguk, gece gelir, öyle değil mi? Tanrına ricâ et, bu gece gecikmesin. Ne çok severim karanlık
çöken göğü, kuşkum yok, yıldızlı vakitlerden esinlenerek yaratılmamıştır gözlerin; asil yıldızlı vakitler,
gözlerinden esinlenerek armağan edilmiştir yeryüzüne. Sen. Tanrı'nın esinlendiği körpe bir oğlan
çocuğusun. Evet, kuşkusuz. Mesih bir sanatkâr ise şayet, sen O'nun sanatının kaynağısın." 1

Düz yolda aksayan topal bir bacak, çelme takılan sağlığı yerinde bir ayağın düşüşü gibi devrildi alnı
alnıma. Teri cildime bulaştı, saçları sürtündü ardından. "Uyuyacağım, beni sen uyandır." diye fısıldadı
dudaklarıma doğru, uslu bir aşık oldum ilk kesiğime, başımla onayladım. Ayaklandı, toprak bir çamur
olup da içine çekiyordu sanki Taehyung'u, bata çıka çiftlik evine yürüdü. Aramızda, bir olduğumuz
yatak odasının karşılıklı iki duvarı arasındaki mesafe tıkılıp kalmışken, beklemediğim bir esnada,
ansızın ardını döndü. Gözlerime değdi, çağı devirecek kadar şiddetli, kan ve kesili baş dolu sokakların
dehşetinden geri kalmayan yoğun bakışları, ayak uçlarıma dek ince ince kesti etimi, bir yılan zehri
sarktı ağzımdan içeri, bir savaş bıçağı dayandı enseme, ürkerek karşılık verdim Taehyung'a. O an,
hiçbir sebebe dayandıramadığım kısa süreli bir yolculuğa çıktı zihnim, kuracağı her hayalin bir bedeli
varken, bu sefer kalkıştığı, tek darbeyle yüzüstü devirdi beni. Kulağımda babamın sesini işitiyordum,
günahı diz boyu genç bir adam gelecek yanına, terbiye edesin diye ilk senin himayene teslim
edeceğim. Manastırın İncil ayetlerini fısır fısır tekerrür eden taşlı yolunda, adım atacağım
Cehennem'in asıl sıcağıyla işte o gün kavrulmuştum. Öyle ya, yetmemiş, anlık bir gaflete düşüp de
babamı görmüştüm bu genç adamın örülü duvarları anımsatan sert ifadesinde. Ne büyük bir
yanılgıyla meşgul edilmişti zihnim. Peder, nereden bilirdi şefkati? Arasa dahi bulamazdı, günahla
işlenmiş opak bir perdenin ardında gizliydi merhamet; Taehyung'un ellerindeydi.

Uzun bir vakit, zincire vurulmuş bileklerin savunmasızlığıyla gözlerimde vaktini öldürdü Taehyung,
sonra ise beklemeden, daha da canlı ve sağlam adımlarla evin kapısından içeri girdi. Aklımda gözleri
kaldı, henüz yetişmemiş kısa boylu otlara, raylardan bir hevesle geçen trenlerin sabırsızlığıyla
dokundum, toprağın hür iradesiyle köklerini beslediği bu yeşilliklerin her birinden tek tek nefes
çaldığımı düşledim. Ayak bastığım zemin, tepemizde vaktini kollayan baharla aynı yatakta sefà
sürüyordu. Rengârenk çiçeklerin açtığı heybetli bir ağacın altında sağı solu seyrediyorken,
çaprazımdaki elma ağacı, tüm gösterişiyle ve geçmiş zamanlardan kalma hikâyeleri taşıyan sessiz
dallarıyla bakışlarıma karşılık verir gibiydi. Böyle de gelmedi gece, geciktiğini düşünecek olduğumda,
gündüzün hakkını yediğime dair fısır fısır aklımda dolaşan uysal yanlarıma sığındım. Günahım için
döngü değişsin, aydınlık yerini devretsin, sırf o tatmin olsun ve hayranlık beslediği kara gök tepesine
çöksün arzusundan, asırlardır var olan nizama baş kaldırmak istedim. Lakin böylesine de kanmadı
Tanrım, geçip giden o birkaç saat, doğduğum günden bugünüme dek eskitilen her günü diriltti.
Uzadıkça uzadı, hava ağırdan ağırdan ışıltısını kaybediyordu, tümüyle akşam gelene dek çiftlik evinin
etrafında gezindim durdum. Nihaî, Viole kapı önüne çıkıp da yemeğe davet ettiğinde, koşar adım içeri
girdim. Taehyung henüz çağırılmamıştı, memnunluk duyarak çıktım merdivenleri. İsteği, küçüğü
tarafından uyandırılmaktı.

Odanın kapısı aralıktı, ayak ucumda bastığım parkeler her gıcırdadığında ürperiyordum. Yatakta
uzanıyordu, sırtı bana dönüktü; göz hapsine aldım günahkârı. En ufak bir kıpırtısında durup
kalacaktım olduğum yerde, sesimi işitmeden uyanmasını istemiyordum. Her gece kendi sıcaklığımla
kaynattığım taraftan uzandım Taehyung'a, göz ucuyla yüzüne baktım, dudakları aralıktı. Yatağın tiz ve
pürüzlü bir şekilde yaylanan raylarına rağmen bölünmemişti uykusu, gülümsedim. "Seina la ton," diye
fısıldadım kulağına doğru. Ürperir, ağır ağır ve uykunun verdiği sersemlikle yüzüme döner, aç karnını
doyuracağının bilinciyle ferah bir nefes alır yüzüme dokunur, belki de işaret parmağım susuzluğu olur
beklentisiyle durdum başında. Bir defa daha, soluğumu üflercesine, ona üç kelimenin egemenliğinde
ilk günahım, ilk kesiğim, ilk serpilişim diyerek seslendim. Ses etmedi. Yalnızca konuşmakla
bölünemeyecek kadar ağırlaşan uykusuna çattım kaşlarımı, tatlı bir cilveyle sırtına yaslandığımda,
göğsümü iki eliyle iten bir soğukluk kıyafetimden içeri süzüldü. Tek bir saniye, ufacık, zamanı
karşılamaya yetmeyecek kadar değersiz, varlık ve yokluk arasında, yokluğa meyleden küçücük bir
saniye içerisinde titreyerek dizlerim üzerine yükseldim. Uyanmadı. Yüzüne uzattım parmaklarımı,
kışın ayazı kıskaçlarına sıkıştırdı elimi, vücudundan buram buram süzülen soğuk esinti, günahımın
bedelini ödetmek adına, insan sûretinde karşıma geçip acımadan yanaklarımı tokatlayan Tanrım oldu.
İndim yataktan, ellerim titriyordu. 13

Avucumu göğsüme, şimdilerde kısrakların koşturdukça titrettiği kuru topraklar misali sarsılan
yüreğimin olduğu yere kapadım. Birkaç savsak adımla kapı pervazına uzandım, aşağı doğru, var
gücümle, hiçbir korkum ve endişem yokmuşçasına Orenda'ya bağırdım. Adı ilk kez, saygıdan yoksun
dilimde yükseliyordu. Basamaklara kuruntularını döke döke tırmandı merdivenleri aşığımın kuzeni,
yüzüme baktı. Şaşkındı, ürkekti. Kollarıma tutunmasına izin vermeden, mağaralara akıp da yolunu
kaybeden su damlaları gibi kısılan sesimle rica ettim. "Kuzeniniz uyanmıyor, bir de siz çağırın. Otuz
yaşında halbûki, nasıl da çocuk, görüyor musunuz?" Orenda, git gide daha bir titreyen gözleriyle
omzumun üzerinden yatağa baktı. Dizlerim tutmuyordu, o yanımdan geçip gidiyorken, mideme
ateşler saçılıyormuş gibi öylece kapı önüne çöküverdim. İşitmiyor, görmüyor, koku alamıyordum; öyle
ki ağzımı aralasam, lâl doğmuş bir oğlan çocuğu gibi geveler, hiçbir söz edemeden geri kapatırdım. 2

Günahkara dokundu Orenda, dokunduğu anda, bir odun parçasına inen baltanın sertliğinde, var
gücümle alnımı dayadığım ahşaba vurdum başımı. Ne olmuştu, ne vardı da ağlıyordum? Yemek
yiyecektik, beni sen uyandır demişti günahkâr, kıpırdamıyordu. Öptüğü dudaklarımın ardında bir çığlık
yeşeriyordu, yuttum, çiğnedim onu. Usulca sordum Orenda'ya. "Üşümüş mü?" dedim, gözlerime
baktı, bir eli yatağa yaslıydı, çekse dayanıksız kalacaktı, düşecekti. "Üşümüş," dedi. Bir üşümekti ki
ısınması mümkün değildi, kuzeninin git gide yaşaran gözlerinde okuyordum gerçeği. Reddediyordum,
kış kovulmuştu kapıdan, bahardı hükmünü süren, neden üşüyordu? İçli içli ağlıyor, bir yandan da
önümde fersahlar uzanıyormuş gibi yatağa koşuyordum. Günahkarın yanına sığındım, öyle bir acıyla
yeşerdi ki çiğnediğim, zehir edip de yuttuğum o çığlık, doğdu ve çoğaldı, dokunmaya cüret edemedim
aşığıma. Aklımda sindirilmiş bir lokma gibi erittiğim aslolanı yüzüme vurur, tenine iblisin nefesi gibi
sinen soğuğun gerçekliğini ilân eder diye, uzanıp da yüzünü sevemedim. Aklım kayıptı, taze bir tenin
yokluğu kokuyordu yatak, bilincim kapanacak olduğunda dahi kalan zerrecik kuvvetimi ayaklarıma
yükleyip günahkârın önünde dizlerim üzerine çöktüm. Bir nehir yatağından uçuruma akan incecik bir
ip gibi sarkıyordu elleri aşağıya, titreyerek kavradım. Taehyung'un elleri, mevzû ellerim olduğunda
böyle durgun beklemezdi, avuçlarına bastırdım parmağımı kavrayıp da dudaklarına götürmedi.
Soğuktu, mevsim kıştı. Bahar neredeydi?

Bir acının feryadıyla, başımızı soktuğumuz, kardan kıyametten korunduğumuz çatıyı devirdim.
Merdivenleri döven ayakların sesine sağırdım, bir bebek ağlıyordu korkuyla, göğsümü deşerek
çığlıklar atıyordum, ben bağırdıkça diner sandığım bu korku ise azgınca çoğalıp şah damarımı idama
sürüklüyordu. Orenda iç çekti, beni tutmak için kavrayacağı kollarımı baskısından kurtarıp ayaklarına
kapandım. Sıkıca tutunduğum bileklerini bir kürekle toprağı kazan istikrarlı ellere sahipmişim gibi
sarmaladım. "Orenda, uyandır âşığımı. Uyandır, yemek yiyecek, uyandır! Yalvarırım... Ne olur, ne olur
uyandır! Dayanamam, Orenda, dayanamam... Neden üşüyor?"

Viole annesinin dizlerine sarılmış, git gide pürüzlenen ve kısılan sesimi bastıran tiz ağlamalarıyla bana
eşlik ediyordu. Elsha koşar adım merdivenlere gitti, neden koşuyordu? Koşar adım felaketin
habercisiydi. Aklımı ellerimin arasına almak, erkekliğime bahşedilen tüm güç ve kuvvetimle binbir
parçaya ayırmak, bugünü bütünüyle yok etmek, sabahından akşamına dek her anını zamandan silmek
arzusuyla boğuşuyordum. Orenda'dan çektiğim ellerim, bir hevesle Taehyung'un yüzünü kavradı.
Hissettiğim kırıcı soğuk, avuçlarıma ilahî bir ateşi püskürtmüş gibi can havliyle geriye sıçradım.
Ciğerlerimden içeri süzülen her nefesin düşmanı kesildim, iki ucu bir demire bağlanarak gerilen ipler
misâli sertleşti eklemlerim, feryat edecek ağızlar gibi kapanıp açılan avucumda yüzleşiyordum
günahkarı üşüten gerçekle. Durmuyor, aldığım solukları tek bir arta kalan bırakmadan, gırtlağımdan
kıvranarak yükselen her çığlıkla birlikte katlediyordum. Yukarı kaldırdım başımı, ellerim Taehyung'un
kıpırtısız parmakları arasında boşluğa doğru akıp duruyordu. oysa benim ellerim, bir kez olsun uçurum
tanımamıştı günahkarın himayesinde. Düşüyordum, Tanrıma bağırdım. "Affet, affet, canıma kıyarım,
düşmem bir daha ateşe, bir daha elim değmez eline, affet! Ne olur, nefes ver ona. Ölüm benim
hakkım, nefes ver günahıma! Yeminim olsun, Tanrım, bir kez olsun öpmeyeceğim dudaklarından, ne
olursun, üşümesin... Senin azabının hak edeni bu aciz kulundan başkası değil, uyansın... Aç, yemek
yiyecek... Ne olur..."

Bir hışımla yatağın üzerine attım kendimi, değmem dediğim ellerini tutarak, öpmem dediğim
dudaklarından öptüm. Alelacele, hırsla ve kabul görmezlikle soğuktan demir kesilmiş bedenini
yokluyordum. Günahımın çehresi ıslandı, dalgalı bir denizin öfkesine karşı duramazmış gibi
yanaklarından aşağı aktı göz yaşlarım. O an, tek bir gözün pınarında iki aşık olup da ağladık. "Adını
söyler küçüğün, yegâne arzundu. Isınmaz mısın?" Yüzünü iki yanından kavradım, rüzgârda oradan
oraya savrulan bir ihtiyarın soluğu gibi iki elim arasında sarsıldı başı. Kulağına eğildim, hıçkırıklarım
arasında yer edinen, ağzıma her aldığımda ayaklarımdan doğru gücümü çeken o ilahî adıyla seslendim
günahıma. "Taehyung... Taehyung. Taehyung, beni doğuran ana sendin, bir oğul oldum da gölgende
büyüdüm, körpeydim gözünde, sahipliğinle kavruldum. Taehyung... Üşürsen üşümez mi küçüğün?
Taehyung... Ne olur, ne olur uyan... Bir daha hangi kollara sığınır da baş kaldırdığı Tanrısına duâ
edecek gücü bulur Jeongguk?"

Bir hiç. Sessizlik. Hareket yok, yeryüzü ucundan bucağına siliniyordu da işitmiyordum sanki. Isınmadı
günahkâr, aniden, sırtımı keskin tırnaklarıyla kemiğime girene dek yaran düşman bir gürühun
saldırısına uğramışım gibi kasılarak, çığlıklar eşliğinde yatağa devrildim. Orenda kavradı koltuk
altlarımdan, bir sara hastasının ömrü boyu geçirdiği her isteri krizini tek bir vakte sığdıran vücûdum
kontrolsüzce titriyor, gören gözlerimin önüne şeffaf perdeler çekiliyordu. Güneş batıyordu ardında,
bir elim belli belirsiz günahkâra değdi, soğuğundan anladım çıplak tenini. Ben ağlıyorken uyumak
nedir bilmezdi Taehyung, otuz yaşındaydı, küçüğünü bir başına bırakmış, cayır cayır üşüyordu.

Evin girmeye tenezzül dahi etmediğim bir odasına yatırdılar beni. Neredeyse baygın, neredeyse
ölüydüm, hâlâ sayıklıyordum: Benim yatağım burası değil, beni yatağıma götürün. Sıcağı kabul
etmeyen bedenim her 1sındığında, zaman kaybettirmeden insanı canından eden tesiri bol bir zehre
maruz kalmış gibi kasım kasım kasılıyordu. İşlediğim ilk günah. düştüğüm ilk çukur, boğulduğum ilk
merhamet, öptüğüm ilk ağız neredeydi? Noksan bırakılmıştım, öyle bir cehennemi yaşıyordum ki zayıf
bedenimde, kollarımı delik deşik eden onlarca iğnenin getirmesi gereken sükûnet beni tutamıyor,
aniden, yerli yersiz uyanıp bağırtılar eşliğinde bu yabancı, sıcak yataktan kalkmaya yelteniyordum.
Bilmediğim bir çehre dikilip duruyordu başımda, elinde birkaç saatlik baygınlığa mahkûm edildiğim
iğnelerle beliriyor, kolumu deşiyor, bir cız sesi, bir ipin kopuşu, bir köprünün orta yerinden yıkılışıyla
eş değer olan bu acı, beni günahımdan uzağa itiyordu. Viole'yi gördü gözlerim bir ara, dizlerimde
ağlıyordu, kör düştüm, görmeyen âşığımın gözleriydi dünyaya baktığım, hırsla dikilmek, koşmak
merdivenleri, günah kokan dört duvarlık bir odanın, meskenin içinde, Taehyung'un göğsünde uyumak
istedim. Kim bilir nasıldı göğsü? Benden uzakta, bir başınayken 1sinacağı varsa dahi reddetmez miydi?
Ağlıyor, mahvoluyor, ayaklarımla yattığım zemini tekmeliyor, etime batıp da damarlarıma işleyen tüm
bu ilaçlara olan öfkemle kendimden geçiyordum.

Gün battı, gün doğdu; birle yetinmedi de durmadan canımı aldı Tanrı. Baygınlık ve ayıklık arasında
gezindiğim o kısacık döngüler boyunca, ölüm ve doğum arasına döşenmiş kahirli, dikenli bir yolda
koşuşturdum. Ayaklarım üzerinde durmaya mecâlim yoktu, ne vakit değsem zemine. Taehyung'a
gitmek arzusuyla doğrulsam, boylu boyunca devriliyor, hıçkıra hıçkıra ağlayarak elimi tutanlara
yalvarıyordum. Götürün beni, yatağıma götürün... Arzumu da, sesimi de reddettiler, ne acımasız, ne
iblisti insan! Tükeniyordum, kanım zerresine kadar sökülüyordu damarlarımdan, alacak nefesi
bulamıyordum baktığım hiçbir yerde, baktığım hiçbir yerden uzanmıyordu bana Taehyung. Bir kâbus
da değildi, ah, ne olurdu olsaydı! Delirecek, zıvanadan çıkacak, ortalığı kasıp kavuracak oluyordum.
Kapı önlerinden kalabalığın seslerini işitiyor, tutmaz ellerimle gözlerimi siliyordum. Artık ağlamak
eyleminden de mahrumdum; içim ne kadar kasıldıysa da ıslanmadı yanaklarım. Kasıklarımda
demlenen çölüm, beslediği bir adamın kaybından sebep kurak kesilmişti meğer, vücuduma eziyetler
ediyor, bir dokunuşa muhtaçlığıyla kasıp kavuruyordu içimi. Ne aciz, ne çaresiz, ne acınasıydım! Bir
umutla kapıyı seyrediyor, günahıma ulaşacak olurum, ellerinin bir kesitini görürüm, kıpırdar
parmakları ve yaşamın öz büyüsünü fisildar diye her yanı baygın gözlerimle kolaçan ediyordum.
Saçları dahi esmedi gözlerim önüne. Neredeydi? Onun ayağının değmediği ev, çürümüş bir topraktan
başka neydi? Kabul edemiyordum, küçüğünden ayrı kalmamak adına Tanrımın canına susamışlığına
dahi direnirdi Taehyung, ölüme karşı dirilirdi, ölümün ne haddiydi atan yüreğine karşı kuşanmak?
Gözlerim karardı, yıllar önce katlettiğim bir şeytan uyandı zihnimde, günahının bedeli, diye fısıldadı,
Tanrı'nın gözünde aşığının canıdır.

Karanlık çökmek üzereydi, pencerenin ardında siyahı doğuruyordu gök. Gecenin bekleyeni olan
günahım düştü aklıma, kıvranarak yüzümü yastığa bastırdım. Göremediği, lakin arzuladığı o geceye
lanet ediyordum dilimin ucunda. Koluma yapılan son iğnenin tesiri hafiften kayboluyordu ki, içeri
Orenda girdi. Avuçlarında bir defter tutuyordu, yaprakları aşınmış, iki sert kapağının arasında
düzensizce dağılmış, küçük bir yazı evi. Usulca yanıma yanaştı, ancak dirilen bakışlarım, kısa bir vakit
içerisinde ihtiyarlayan bu genç adamın gözlerinde, aynı acıyı tek bir sessizliğin hükmünde yarattı.
Kaşları eğildi, yatağıma bıraktı defteri. "Taehyung'un, sürgün vakitlerinde yastığı altından ayırmadığı
güncesi. Jimin'e vasiyet etmiş, ellerine ulaştırmazsan toprak kabul etmesin beni demiş."

Yüzüme bir defa daha bakmaya takati yoktu, ardını döndü ve çıktı odadan. Önümde duran defteri
uzunca bir süre seyre daldım, benden esirgedikleri günahımın teninden izler taşıyan bu tozlu kapağa
dokunmaya cesaret edemiyordum. Bir ağlamaktı ki kıyısız, sonunu getirdiğimi sandığım tuzlu yaşların
her biri, kuruyan ve kurudukça acıyan gözlerime doldu. Öyle bir kavradım ve göğsüme dayadım ki
defteri, sarıldığım bu küçücük, cansız, kokusuz, hissetme yetisi olmayan dört köşeli varlık da bana
karşılık verir umudunun en ufak bir kırıntısıyla mahvoldum. Alelacele, iç çekerek, ağlayışıma karşı
duramadan, hastalıklı zihnimin hiçbir engel teşkil etmesine izin vermeden araladım defteri. Birkaç
sayfa arasında, günahkarımın eğri büğrü bacaklara benzettiği yazısını görmemle beraber daha da
şiddetli kasıldı göğsüm. Birçok tarih arasında adımladım, kelimeleri gözlerimle içiyor, her birinde daha
da devriliyor, çoktan kazdığım ve cansız bedenimin arzusuyla heveslenen mezarımın içerisine
korkmadan adımlıyordum. Sonra bir an geldi, bir yaprak. Kısa bir yazı. Okumaktan mahrum kalmak
istedim, neredeyse ellerimle parkeleri kazacak, kendimi gömecek ve canımdan olacaktım. İdrak
edemedim, bir daha baştan... Son kelimeye dek. Silinmiyor, bir yanılgı olmaktan uzakta, tüm
gerçekliğiyle karşımda bana meydan okuyordu bu azap kokan kelimeler. "Bir köleyim," diyordu
Taehyung, "Şehvetim kimi katletti, bilmem. Lâkin mahrum bırakıldım. Düşman dizildiler küçük bir
oğlana dirilen sevgime, bir sebzeyi bölen bıçak kolaylığı ve umursamazlığıyla eksik bıraktılar beni.
Etkisiz kıldılar gücümü, hükmettiler, karşı koyamadım. Bir canînin ellerinde, gözü dönmüş öfkesiyle
gururumdan, erkekliğimden edildim. Hadım edildim. Bir gün evvel, henüz gün doğmamışken, gece
sürüne sürüne geri çekiliyorken, sen belki uyuyor, belki kıvranıyorken... Eksik bırakıldım."

Ellerimi bileklerimden doğru koparacaktım, kasıklarım sızım sızım sızladı, tüm tesiri uçtu gitti ilaçların,
gözlerim çığlık çığlığa, gördüklerine kılıç kuşanmış, okuduğum ve algıladığıma karşı intihara kalkışmış
zihnimle, git gide büyüyen, çoğalan bağırtılarımla, bir tarih okudum. Bir tarih, tek satır, ölümümü
doğurdu o gün.

"Küçüğüm, şimdi senin yetin dahi olsa, günahkârın bir çocuğu veremez sana."

Güzel geceler, güzel mi bilmiyorum, dileğim bu. Bu bölüm, finalden önceki son bölümdür. Bu sebeple,
kitabın sonuna dair spoiler olacak herhangi bir bilgiyi sosyal mecralarda paylaşmamanızı rica
edeceğim. Yalnızca spoiler olmasın, gerisi elbette sizin iradeniz. Veda vakti geliyor. Buruk bir his.
Gözlerinizden öpüyorum, en çok gözlerinizden.
"İşte böylece Tanrı onları utanç verici tutkulara teslim etti. Kadınları bile doğal ilişki yerine doğal
olmayanı yeğlediler. Aynı şekilde erkekler de kadınla doğal ilişkilerini bırakıp birbirleri için şehvetle
yanıp tutuştular. Erkekler erkeklerle utanç verici ilişkilere girdiler ve kendi bedenlerinde sapıklıklarına
yaraşan karşılığı aldılar."

Yeni Ahit.

FİNAL

-Dünyada, Cennet'i gördü

Nemli, çamura yatkın ve biraz da önceki zamanlarda özveriyle büyüttüğü tüm ağaçların kokusuyla iç
içe geçmiş küçük bir nüve gibi. Yüzümü, bir mezar taşının tam önüne bastırıyordum. Şimdilerde, vakti
geldiğinde ezilip büzülen, taze armağan edilişine karşın yılların acımasızlığıyla buruşan nice ciltler gibi,
toprak da tüm işlevselliğine karşı durgun, isteksizdi. Onca vakit yuvasında beslediği mucizevî ne kadar
açan çiçek, yeşeren gövde, meyve veren heybetli ağaçlar varsa, şimdi de kaybına sebep çürüyen
hareketsiz bir bedeni yutuyordu. Toprak, insan acizken onu beslemekten kaçınırdı. İnce, keyfine göre
bükülüp doğrulan bir sırt gibi şekilli dalların her birine, göğsünden doğru uzatırdı istidatlı ellerini.
Lâkin eğer insan hareket etmeye mecâlsizse, bizzat altındaysa toprağın, uyuyorsa ve uykularının sonu
gelmiyorsa, rüyasızsa, kâbuslar uğramıyorsa, acıkmıyorsa insan, yaşam kaynağı denen billur su
akmıyorsa çatlak dudaklarından, konuşmuyor, tek bir sözcük dahi sesine varıp da bürünmüyorsa bir
bedene, nasıl olurdu da tat olurdu damağına bir ölünün? Toprak, Jeongguk'un, benim ellerim gibi,
nasıl olurdu da günahkârımın saçlarını okşar, her dokunduğunda avuçlarında dikilen barış timsäli bir
kentin sokaklarında şen sesle sevdasını bağırırdı? Toprak... Toprak Aşığım yatağımızı terk etmiş, bir
elma ağacının gölgesi önünde, kıyamet gelene dek tüm uykularını, içinde coşup tenine bulaşan
sıcaklığını, gövdesini en çok, buselerini, günü doğuran sesini ve gözlerini küçüğünden sakınmıştı.
Toprağı kokluyordum. Ulaşamadım kokusuna.

Yüzümü kaldırdım ağır ağır, yanaklarıma bulaşan ıslak doku. asılı kalmaktan haz etmeyerek iki büklüm
hâldeki dizlerime yığıldı. Parmaklarımda bir o yana, bir bu yana süzülen kolyeyi gece ve gündüzümü
koynunda beslediğim bir mezarın ayak ucuna açtığım küçük çukura gömdüm. Her gün henüz vakit
alacakaranlıkken evinden çıkıp yuvasına ve çocuklarına, karşılığında hayat verebileceği parayı
kazanmak için iş yolunu tutan ebeveynler gibi, kendimi elma ağacının gövdesinden söküp aldığım
inatçı odun parçalarını öğütürken buluyordum. Tıpkı onun içinde coşan aşkından sebep ellerini
kanatmadan bitirebildiği, boynumda kesilen nefesiyle aynı gün intihara kalkışan o kolye gibi,
parmaklarımı döve döve içimin sızısına bilenmiş elma ağaçları biriktirdim. Gerdanı yoktu, olsa
gerdanından doğru akardı, yoktu; mezarına gömüyordum. Yüz elli altıncı günün akşamıyla
boğuluyordum göğsümde, göğsüm ferah bir nefese, günahkârından öte hiçbir yaşam bilmeyen
Jeongguk kadar yabancıydı.

Dün gece Viole, bir kıvranışın eşliğinde yatak odamızın duvarında sızım sızım sızlayan o tabloya
sarılmış, hiçbir insanî gücü olmayan bu varlıktan bir medet ses umuyor ve bir sıcaklığın boynumda,
ürkek kuşların göğüsleri misali büyümesi arzusuyla içli içli ağlıyorken ellerimi tutmuştu; baktı ki
kontrol edemiyor parmaklarımı, bacaklarımı sarmaladı. "Mösyö, bir çocuk olarak insanlığından
utanıyorum. Siz utanmayı, zira gördüğüm en onurlu adamsınız. Bilhassa, aşığınız da öyleydi,"
deyiverdi. Daha da kahroldum. Zedelenen erkeklik gururunu, bitap bırakılmış hâlde üzerine yığılan
cani, alçak, rezil, aylardır ölümlerine dualar ettiğim o iblis kalabalığa karşı duramayan, çaresizce teslim
olan günahkârı, şehvetine önayak gördükleri uzvunu, çekeceği acıları, bağırmamak adına parmak
eklemlerini zedeleyecek kadar kastığı vücudunu gözden çıkararak kesen meşum bedenleri
düşündükçe ölüme koşuyordum. Ah, ne çok koştum, ne çok dokundum ölümün havasına! Kollarına
atılacağım her vakit, bir anne belimden doğru kavrayıp yaşamın orta yerine fırlattı beni. "Tanrın,
toprağın altındaki biricik aşığına azap eder," dedi, bu korkuyla canıma da kast edemedim. Affet,
Taehyung, diye fısıldıyordum bir mezara, affet. Sana adınla seslenmediğim her gün, doğan Güneş'in
ışıl ışıl parlattığı gözlerine bakıp da sessiz kaldığım her an, beklentiyle dizlerime başını koyduğun,
karşılığını vermekten aciz düştüğümde dahi gülümsediğin her dakika için affet beni. Ben
affedemiyorum. 1

Âniden, hep böyle olurdu, hıçkıra hıçkıra ağlayarak yanına uzandım mezarın. Hem içimde biriken ve
sonu katiyyen gelmeyen düğümleri çözüyor, hem de işaret parmağımı acılı titreyişler eşliğinde
topraktan içeriye uzatıyordum. Öyle muhtaçtım ki sıcacık bir öpüşüne, tenime dudaklarının
değmediği her an için bir balta iniyordu eklem kemiğime, ne çok acı çektirdim ellerime. Canıma
susadığım, kâh yatak odamızın artık Ay'ı ağırlamayan penceresinden aşağı tek bir düşüncenin
hükmünde sarktığım, kâh ahşap çekmecelerden kayırıp göğsümden kanıma davet vermek arzusuyla
intihara yeltendiğim zamanları durduran, bu hâlime uykusuz kalan insanlardan her kaçtığımda, işaret
parmaklarıma ne eziyetler ettim! Koparacaktım, gözlerim dönüyordu, ellerim fazlaydı, ağırdı. Öte
yandan yoktu ellerim. Ellerim, terk edilmiş harabe bir evin orta yerinde bulunan, hiç doğmamış bir kız
çocuğunun leşiydi. İnsanı kahreden bir aşağılama hissiyle ucunu öpmeye kalkıştığım her an daha da
öfkeyle, sancıyla, bir bedenin yokluğundan sızan soğukla kıvranarak kesmeye, derimi zedelemeye,
tırnaklarımı sökmeye kalkıştım. Bir kadın vardı, müsaade etmiyordu. "Taehyung..." diye fısıldadım
mezara doğru. "Anneni hatırlar misin? Annen, içimde bir katil dolanıyor deyip de aklımın ermediği, bir
mektup satırında itiraf ettiğin aşkının yegâne sahibi bana, küçüğünü koruyup kolluyor. İşaret
parmaklarım ne zaman incinse pansuman ediyor becerikli elleriyle. Oğlum diyor bana, ne zaman
oğlum dese, taze çayırların esintisi doluyor düşlerime, düşlerimde baharın koynunda, benimle bir kez
daha ölüyorsun. Ben, senden başka kime oğul olmayı bilirim?"

Toprağın içinde gezinen yara bere dolu parmağımı avucuma doğru büktüm. Ellerime bulaşan nemli
kahverengi, Taehyung'un git gide eskiyen teninden bana bıraktığı armağandı, dudaklarımın arasına,
tadını alır ve bundan böyle esirgediği tüm sevgi sözcüklerini duyar gibi toprağı iliştirdim. Bir kolum,
boylu boyunca yanına serildiğim mezarın üzerine uzandı, en son aklımda kalan soğuğundan eser
yoktu, geceleri bir kentin tüm sokakları, bir sokağın tüm evleri, bir evin tüm odaları olan ihtişamlı
göğsüne uzandığımın tahayyülüyle sarıldım toprağa. Lâkin ne saçlarımı okşadı bir el, ne bakışları
gözlerimde doğurdu kısır kadınların çocuklarını, ne de adimin tezahürüyle silah tutan düşmanca bir el
devrildi okyanusun ortasına Bir daha gömdüm toprağa yüzümü, Tanrım merhamet eder de, dingin
uykusunda huzurla bir olmuş çehresinden kısacık bir kesit görürüm umuduyla gözlerimi yumdum.
Karanlıktan ötesiz, sessizlikten başka hiç, bir yokluğun ateşinde yanıp durdum. Bundan böyle
Jeongguk şefkate bigâne, yirmi altı yaşında kimsesiz bir oğlan olacak, daha da yaş almayacaktı. Dilim
ona söylemeye varmadı, işitecek olursa kaşları eğilirdi, dilimi büktüm, sustum.
Arkamdan bir el uzandı, omzuma değdi, korkuyla irkildiğimde yalpaladı ve git gide mevsime ayak
uyduran, git gide ölen otların üzerine kapandı elleri. Dengesini sağladığında gülümsedi, daha bir kır
doluydu uzamış saçları, gövdesini örten koyu renkli kabanının her yanı yamalarla doluydu. Kirli
parmaklarıyla yüzünü ovuşturdu, adsız bir delinin gözlerinde, aynaya baktığım anda karşılık veren
kederin çocuğunda gördüğüm o uysal katledilişi seyrettim. Önce biraz güldü, utanmadan kahkahalar
attı. Sırtımı döndüm akılsız adama, sustu. Mezara sarılı ellerime atıldı, kıpırdamadım. Bir anda
ağlamaya başladı, günahkârın ayak ucuna doğru emekledi artık eskiyen kemikleriyle, toprağa bakarak
bilmediğim dilde bir ağıt yaktı. Her yanından kuşatılmış çelimsiz ve dayak yiyen bir insan gibi sağa sola
devriliyor, acı içerisinde yükseltiyordu sesini. Göğsünü buldu eli, kabanının iç cebinden katlanmış,
iyice sararmış bir zarf çıkardı. Dudaklarına bastırdı mürekkebin karşıladığı bir adın üzerine, o an, ilk
defa aklından yoksun bırakılmış bu ihtiyar adamın çehresinde, kimselerde görmediğim olgun bir
keder, zamana ayak uydurmayı zor da olsa kavrayabilmiş bilge bir hüzün, sevginin dört nala göğüs
yoran mariz yüceliğinden bir kesit gördüm. Bir öpmek esnasında, her insanın aklından devşirdi de
konuştu ihtiyar.

"Efendim, üzülmeyin, üzülmek geride kalana faydasızdır. Bilmem sanırlar, yoldan geçiyorken yüzüme
tükürür şehrin burjuvası. İşlenen günah mı, yoksa başa çıkarılan bir yasak mıdır? İnsan zihni ne zaman
kabil olmuştur da engel teşkil etmiştir yüreğin sesine? Kentin sokaklarında onuru ve gururuyla yaşam
sürdüğü üzerine yeminler eden sözde namuslu erkeklerin gözleri bir tek evlerine kadın diye aldıkları
eşlerini mi görür sanırsınız? Bu kalabalığın gür sesi, insanın kimselere ziyan vermeyecek olan özgün
arzularına karşı koydukları Cehennem'in en dibinden yükselir. Bilir misiniz? Coliman'ı bilir misiniz? Siz,
Coliman'ın dudaklarını hiç bilir misiniz? Ya mezarını? Ben bilmem. Coliman öldü dediler, bir mezarı
yoktu. Siz, ömür biçtiğiniz bir insanın bedeninin nerelerde çürüdüğünden habersiz kalmak nedir, bilir
misiniz? Yok, yok, Tanrı korusun! Bakin, elinizin altında uyuklayan genç bir adamın saçlarını hangi
toprak kirlettiyse, o toprağı suluyor gözleriniz. Mösyö, Coliman'ı da sürgün ettiler, körpecik bir
oğlandı, zayıfça, çelimsiz bir de boynu vardı. Boynundan doğru iflahi kesildi Coliman'ın, astılar da
aldılar benden. Ya, işte, mösyö, onun adı Colimandır da, ben bir benim adımı öğrenemedim."

İrice gözlerimle süzdüğüm ihtiyar adam, bir kez daha dizleri üzerinde sürüne sürüne yakınıma dek
geldi. Yüzümü kavradı, vakti zamanında aynı günahın acısıyla parça parça edilen ağzıyla alnımdan
öptü. "Mösyö, ayaklarım ne vakit değecek olsa bu verimli topraklara, ilk aşığınızın mezarını
sulayacağım. Size demiş miydim, Coliman'ın hiç mezarı olmadı. Duydum ki, merhum beyefendi,
sizlere bir defter bırakmış geride. Doğrudur, ne asil bir adamın sevgisinden beslenmişsiniz. İçindeki
artık insana dökemeyeceği kadar yakıcı olursa, kâğıda salar ateşini günahkar. Evet, bunu ancak
günahkarlar bilir. Alnınıza kondurduğum bu öpücüğü, veda edemediğim Coliman'ın taze cildi var sayıp
da besleyin, sakın ola kıymayın canınıza. Bir de, rica ediyorum, kırlangıçların efendisine selamımı
iletin. Bilir misiniz, sayın Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, yani şahsım, ben, ne demiştim zamanında:
Önce biraz ağladılar, ama alıştılar şimdi. Aşağılık insanoğlu her şeye alışır."

Oturduğu yerden kalkmadan evvel, göz yaşlarımı bir bir, yerlerde karınca kovalayan masum çocuklar
misali takip ederek incelikle ve şefkatle sildi. Coliman diye bağıra bağıra, çiftlik evinin bundan böyle
bir an olsun ısınamayacak, Güneş'ın sıcağıyla dahi terleyemeyecek olan dar yolunda gözden kayboldu.
Issızdı etraf, gökte bir ışık parıldıyordu, gözlerim aylardır Ay'ı görmeye tahammülsüzdü. İşaret
parmağım kanıyordu, hırpalanmıştı. Beyaz sargıdan zarif bir edâyla belirmeye başlayan sıcak kırmızı,
göğe yükselip de hilalle bir olsun, kızıl bir havanın altında, o eski kuytu gecedeki gibi günahkarımı
uykusundan edeyim istedim. Toprağa eğildim sonra, yüzünün neresine denk geldiğini bilmediğimden,
başını örten kısmın her bir yanına ağlaya ağlaya buseler bıraktım. Vasiyet etmişti Taehyung,
Jeongguk'un dininin usullerine göre gömülmek arzumdur, demişti. Yüce gönüllü aşığım, biricik
sevgilim, içimin tükenmek bilmez sayıklaması, işlediğim ve sevdiğim ilk günahım, azabıyla ikimizi ayrı
düşüren Tanrıma, sırf bana duyduğu sevgi ve bağlılıktan ötürü hürmet ederek ölümü kabullenmişti.
Hristiyanlık esas alınarak toprağa verildi, bir elma ağacının dibine gömüldü.

Mezarına sırtımı döndüğüm her vedânın eşiğinde kahroluyordum. Birkaç adım ötedeydi yatağım,
birkaç kat yukarıda. Oysa aramıza fersahlar dizilmiş kadar korkulu ve azaplı bir geceye buyur ediliyor,
uykuyu tüm hıncım ve üzüntümle reddediyor, uyanık hâlimde dahi elemli kâbuslar eşliğinde çığlık
çığlığa kıvranıyordum. Bundan daha büyük hangi azap vardı? Bundan öte hangi Cehennem'in içinde,
etim kavrularak yanıyor, kemiklerim sızım sızım sızlıyor, işlediğim günahtan ötürü derim soyuluyor
diye ağlamayı had bilirdim? Gün gelecek, ölmeyi öğrenecektim. Belki de aynı mezar, aynı günaha
düşmüş iki bedeni ayırmaz, Cehennem'in iki ucunda değil, en orta yerinde bir edip de yakar bizi
arzusuyla. tek bir mezarın içinde çürüyecektim aşığımla. Ayaklandım, ardımı dönmeden evvel, buğulu
gözlerimle mezar taşına yazılan tek bir cümleyi baştan sona dek okudum. Kim Taehyung, dünyada
Cennet'i gördü. Cennet, bendim.

Ne zaman evin kapısından içeriye girsem. Pertugol ailesinin boynu bükük başları anımsatan kederli
fısıldayışları son bulurdu. Öyle oldu, neşesi bol bir ailenin sahip olduğu bu eve, her köşesine, girinti ve
çıkıntısına, köşe bucağına sinen ölümün kokusundan sebep, bir kez daha affetmedim kendimi.
Merdivenleri çıkıyorken, ardıma takılan kadının ayak seslerine isyan etmekten çok uzakta, yorgun ve
bitkindim. Yatak odamızın kapısını araladım, bozulmamış örtünün üzerine boylu boyunca bırakılan
tablonun yanı başına oturdum. Hemencecik, komodinin üzerine bırakılmış pansuman eşyalarını
kavrayıp dizlerimin önüne çöktü Taehyung'un annesi. Kanattığım parmağıma tutundu, sargiyi araladı,
yaramın üzerinden öptü. Bu yoksunluk öyle bir beterdi ki ölümün her türlüsünden, kapalı gözlerimin
ardında, cildime değen o dudakların âşığıma ait olduğunu düşleyerek sessiz sessiz ağladım. Önümde,
iki evlâdını kaybetmiş bir annenin ıstırabı çığlıklar eşliğinde saçlarımı çekiştiriyordu, ben şefkatten
mahrum bırakılmış işaret parmaklarımın yoksulluğuna iç çekiyordum.

"Myung Cha," dedim âniden. Gözlerime baktı kadın, "Oğlum," diye fısıldadı. İtiraz edemedim, başımı
sağ omzuma yaslayarak, kendi bedenimde yarattım günahkârı. "Bir rüya gördüm, Taehyung
yaşıyordu."

"Kötü ve acımasız adamı gördüm,

İlk dikildiği toprakta yeşeren ağaç gibi

Dal budak salıyordu;

Geçip gitti, yok oldu,

Aradım, bulunmaz oldu."

Mezmurlar 37: 35-36

You might also like