İklim Değişikliği Politikalarının Piyasalaşması2020

You might also like

Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 29

İklim Değişikliği Politikalarının Piyasalaşması 2020

BAA İklim Değişikliği ve Çevre Komisyonu

“İklim değişikliğinin esas nedeni kapitalist sistem. Eğer yerküreyi korumak


istiyorsak bu ekonomik modeli sonlandırmalıyız. Kapitalizm iklim değişikliğine
karbon piyasaları ile çözmeye çalışıyor. Biz bu piyasaları ve onları teşvik eden
ülkeleri kınıyoruz. Yarattıkları bu rezaletten para kazanmayı durdurmanın
zamanı geldi."

Evo Morales, COP15, Kopenhag, 2009

GİRİŞ

Dünya iklimi, dünyanın oluşumundan beri değişime uğramakla birlikte, değişim


19. Yüzyılın başlarından itibaren kayda değer bir şekilde hızlanmış, milyon
yıllarla ölçülen değişim eğilimleri, on yıllara kadar inmiştir. 19. yüzyılda
başlayan sanayi devrimi, atmosferdeki sera gazı konsantrasyonunun artmasına
neden olmuştur. Sera gazlarının, özellikle de karbondioksitin atmosferde
birikmesi nedeniyle meydana gelen küresel ısınma, 1970’li yıllardan uluslararası
düzeyde ele alınmaya ve siyasi gündemde de üst sıralara taşınmaya başlamıştır.

İklim değişikliğinin, kapitalist üretim ilişkilerinden kaynaklandığı artık geniş


ölçüde kabul edilen bir gerçek haline gelmiştir. Birleşmiş Milletler, fosil yakıt
temelli bir ekonomiden “yenilenebilir enerjiye dayanan ve sürdürülebilir
kalkınma hedeflerini benimseyen çevre dostu” bir kapitalizme, ismi yerindeyse,
iklim kapitalizmine geçişi iklim değişikliğini durdurmanın yolu olarak
sunmaktadır.

Ancak, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS)


çatısı altında kaydedilen uluslararası gelişmeler iklim değişikliğinin
durdurulması konusunda sonuç vermemektedir. Gerek BMİDÇS, gerekse Kyoto
Protokolü ve Paris Anlaşması, neo-liberal politikalar ve emperyalist hiyerarşide
üst sıralarda yer alan ülkeler arasındaki anlaşmalar ardında şekillenmekte, iklim
değişikliği ile mücadele emperyalizm tarafından siyasi bir araç haline
getirilirken mücadelenin kendisi ikinci plana düşmektedir.

Uluslararası iklim politikaları serbest piyasa ekonomisinin baskısı altındadır.


Yeşil ekonomi, ve sürdürülebilir kalkınma gibi doğası gereği piyasa
sürdürülebilirliğini öne çıkaran kavramlar “insan kaynaklı” iklim değişikliğinin
durdurulması ya da yavaşlatılması için çözüm olarak ortaya konmakta, “temiz
teknoloji” temelli bir ekolojik modernleşme stratejisi çerçevesinde küresel
ekonominin dönüştürüldüğü yeni bir kapitalist model (Newell ve Paterson,
2010) iklim değişikliği öne sürülerek hayata geçirilmektedir.

Bu çalışmada, iklim değişikliği politikaları yukarıda sayılan boyutlarıyla


incelenecek ve iklim değişikliği politikalarının gelişimindeki etmenler
araştırılacaktır.

İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNE KISA BAKIŞ

Atmosferdeki sera gazı emisyonlarının artması sonucunda meydana gelen iklim


değişikliği, küresel sıcaklık artışı, deniz seviyesinin yükselmesi, biyolojik
çeşitlilik kaybı, çölleşme, su ve gıda güvenliğinin tehdidi ve aşırı meteorolojik
olaylar gibi gözlenmesi de mümkün olan birçok olumsuz etkiye yol açmaktadır.
BMİDÇS altında taraflar, iklim değişikliğinin yıkıcı etkileri kontrol edilemez
hale gelmeden önce bu etkileri en aza indirmek üzere, küresel ısınmayı sanayi
devrimi öncesine göre 2oC, tercihen 1,5oC artışla sınırlandırmak üzere emisyon
azaltımına gitmek konusunda anlaşmaya varmışlardır. BMİDÇS çerçevesinde
hangi ülkenin ne kadar emisyon azaltımı veya sınırlamasına gideceği ise
müzakerelerin ana unsurudur.

Sanayi Devrimi sonrasında salınan karbondioksit emisyonları kümülatif olarak


iklim değişikliğine neden olmakta ve tüm dünyayı küresel ısınmayı
sınırlandırmak için belirli bir karbon bütçesini uygulamaya mecbur
bırakmaktadır (Foster ve ark. 2019). Sanayi devrimi öncesinde 280 ppm olan
atmosferik karbondioksit gazı konsantrasyonu (IPCC, 2013) 9 Nisan 2020
tarihinde en yüksek seviyesine ulaşarak 417,85 ppm olarak ölçülmüştür (NOAA,
2020). Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tahminlerine göre
atmosferdeki karbondioksit gazı konsantrasyonunun ısınmanın 1,5oC düzeyinde
kalması için 430 ppm, 2oC düzeyinde kalması için ise 450 ppm ile
sınırlandırılması gerekmektedir. IPCC, 2050 yılında emisyonların net olarak
sıfıra indirilmesinin yüzde 50 olasılıkla bu şartları sağlayabileceğini tahmin
etmektedir.

Devletlerin emisyon azaltım miktarlarını belirlemesinde yol gösterici olması


amacıyla ısınmayı hedeflenen oranda sınırlandırmak için havaya salınabilecek
karbon emisyonu miktarı hesaplanmış küresel “karbon bütçesi” ortaya
konmuştur. IPCC’nin (2018) Küresel Isınmada 1,5°C Raporu’na göre küresel
ısınmayı 1.5ᵒC düzeyinde tutmak için %66 olasılıkla en fazla 570 GtCO2 daha
karbon emisyonu salınabilecektir. Buna göre, 2030 yılına kadar 2010 yılına göre
karbondioksit emisyonlarının mutlaka %45 oranında azaltılması ve 2050 yılına
gelindiğinde sıfıra düşmesi gerekmektedir. Hali hazırda BMİDÇS’ye sunulan
ulusal katkı beyanları ısınmayı hedeflenen seviyede tutmaktan uzaktır (Olhoff,
ve Christensen, 2018). Mevcut azaltım taahhütleri yerine getirildiğinde, küresel
ısınmanın 2100 yılına kadar 2,7-3,7 oC aralığında olabileceği öngörülmektedir
(Huggins, 2017).

Yıllık toplam karbon emisyonlarının %27’sinden sorumlu olan Çin’in resmi


taahhüdü emisyonlarının 2030’da pik yapacağını ondan sonra azalma eğilimine
gireceğini göstermektedir. ABD ise Trump Başkanlığında BMİDÇS’den
çekilme kararı almıştır.

Karbondioksit emisyonları atmosferde kümülatif olarak birikmekte, salınan


emisyonların dörtte biri yıllarca atmosferde kalmaktadır. Dolayısıyla, atmosferik
karbondioksit konsantrasyonunun yükselmesinde endüstrileşmiş tüm ülke ve
bölgenin katkısı bulunmaktadır. Ancak, sanayi devrimi itibarı ile bakıldığında,
ABD, Kanada, Avrupa, Japonya ve Avustralya’nın tarihsel karbondioksit gazı
emisyonlarının %61’inden sorumlu olduğu görülmektedir. Bununla birlikte Çin
ve Hindistan birlikte %13, Rusya ise %7 paya sahiptir. Sayılanlar dışında kalan
ülkelerin payı ise kümülatif emisyonlar içinde yalnızca %15’tir (Hansen ve Sato,
2016).

Yukarıda verilen oranlar üretimden kaynaklanan emisyonları göstermekte olup,


kişi başına tüketim dikkate alındığında daha çarpıcı sonuçlar karşımıza
çıkmaktadır. Şekil 1’de görüldüğü gibi 2000’li yıllardan itibaren Çin en fazla
karbon emisyonu salımı yapan ülke haline gelmekle birlikte kişi başına
emisyonları değerlendirildiğinde hala sıralamanın aşağılarında yer almaktadır.

Tüm bu karbondioksit emisyonlarının kaynaklarına baktığımızda ise, 1988


yılından bugüne kadar salınan emisyonlardan %70’inin dünyanın büyük
tekellerinin oluşturduğu 100 şirketin sorumlu olduğu görülmektedir (Riley,
2017). Bu çok uluslu yapılar, “iyi yönetişim” çerçevesinde BMİDÇS’de de
temsil edilmektedir. Dolayısıyla, ulusal değerlendirmeler bir noktada yetersiz
kalmaktadır. Diğer taraftan karbondioksit emisyonlarının en büyük kaynağı
ortada olmasına karşın bireyler karbon ayak izi telafilerinin teşviki ve bireysel
tüketimin azaltılmasının özendirilmesi gibi “farkındalığı artırıcı önlemler” ile
“antropocen” tanımlamaları gibi ideolojik söylemler ile iklim değişikliğinin asıl
sorumlusu olarak işaret edilmektedir.
Diğer bir açıdan, küresel ısınma dünyadaki tüm bölgeleri aynı şekilde
etkilemeyecektir. Kuzey Amerika’da iklimin ılımanlaşması ile tarımsal üretimde
fayda sağlayacak soğuk bölgeler bulunmaktadır. Deniz seviyesinin yükselmesi
ile kıyıların sular altında kalması ve toprak kaybından en çok güney-doğu ve
güney Asya bölgelerinin etkileneceği öngörülmektedir. Orta Doğu ve Afrika ise
ciddi kuraklıkla karşı karşıya kalacaktır. Bununla birlikte, küresel ısınmanın en
fazla etkileyeceği bölgeler aynı zamanda hem iklim değişikliğinde katkısı en az
olan hem de iklim değişikliğine uyum sağlama olanağı en az olan yoksul
bölgelerdir (Şekil 2).
Şekil 2: Küresel CO2 gazlarının dağılımı
(Kaynak: https://ourworldindata.org/co2-and-other-greenhouse-gas-emissions)

İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ MÜZAKERELERİ

İkinci Dünya Savaşını izleyen süreçte kurulan ve Sovyetler Birliği’nde reel


sosyalizmin çözülmesinin ardından iyiden iyiye emperyalizmin hegemonya
aracına dönüşen Birleşmiş Milletler (BM) ve Bretton Woods kurumları[1] gibi
uluslararası kuruluşlar uluslararası iklim değişikliği rejiminin şekillenmesinde
belirleyici olmaktadır.

BM çatısı altında yürütülen iklim değişikliği müzakerelerinde, ülkelerin benzer


çıkarlara sahip olan diğer ülkeler ile oluşturdukları ittifaklar bulunmaktadır.
Bunların başta gelenleri, Avrupa Birliği (AB), G77 ve Çin, Şemsiye Grubu, En
Az Gelişmiş Ülkeler ve Küçük Ada Devletleri Birliği’dir (AOSIS) (Carbon
Brief,, 2015). Taraflar, müzakere grupları ile birlikte veya tek başlarına hareket
edebilmektedir ve gruplar çıkarlara göre değişiklik sergileyebilmektedir.
Aşağıda, bazı müzakere gruplarının tutum ve söylemleri ile perde arkasında
yaşanan bazı gelişmeler verilmektedir.

AB, müzakerelerde belirleyici bir rol üstlenmekte, iddialı iklim değişikliği


hedefleri ilan etmektedir. Paris Anlaşması’ndaki pozisyonuna uygun olarak,
2019 yılının sonlarında ilan ettiği Avrupa Yeşil Mutabakatı ile de karbonsuz bir
ekonomi hedefine yönelik olarak karbon piyasasını genişleteceğini göstermiştir.

Küçük ada devletleri, deniz seviyesinin yükselmesi ile tüm topraklarını


kaybetme riski ile karşı karşıya olduklarından iklim değişikliği ile mücadelede
en güçlü önlemlerin alınmasını savunmaktadır.
Afrika ve En Az Gelişmiş Ülkeler grubu, müzakerelerde finansal desteğin
artırılması pozisyonundadır (Carbon Brief, 2015).

Suudi Arabistan ve Venezuela gibi büyük petrol rezervlerine sahip ülkelerden


oluşan “Benzer Düşünen Gelişen Ülkeler” müzakerelerde gelişmiş ve
gelişmekte olan ülkeler ayrımının ortadan kalmasına karşı çıkmakta, yani
tarihsel sorumluluğu yüksek olan gelişmiş kapitalist ekonomilerin yükümlülük
almasını ve uluslararası finansman akışının depolitize edilmesini (ENB, 2019)
savunmaktadırlar.

Ekonomik olarak hızlı bir yükseliş kaydettikleri için G77 içinde çıkarları
farklılaşan Çin, Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika’nın oluşturduğu BASIC
grubu ise kendi büyüme gündemlerini korumaya çalışmaktadır (Carbon Brief,
2015).

Japonya, Rusya, Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkeleri barındıran Şemsiye


Grubu piyasaları iyileştirecek kuralların iyileştirilmesi ve iddialı hedefler
benimsenesini savunmaktadır.

ABD ise kendi başına müzakerelerde ağırlığı olan bir aktördür. İklim rejiminin
gelişimi süresinde ABD yönetimleri ortak eylemlere yaklaşıp uzaklaşmıştır.
Bununla birlikte, müzakerelerden çekilmemiş, hep belirleyici aktör olmayı
başarmıştır.

Türkiye ise, talihsiz bir şekilde BMİDÇS imzalandığında talihsiz bir şekilde Ek-
1 ve Ek-2’ye dahil edildiğini. EK-2’den çıkmakla birlikte Ek-1’den de çıkması
ve özel koşulları kabul edilerek mali destek alacak ülkelere dahil edilmesi
gerektiğini savunan resmi politikasının ardından gitmektedir[1].
Kapsayıcı ve şeffaf görünen BMİDÇS müzakerelerinin arka planında, bu
grupların özel gündemleri bulunmaktadır. Örneğin 2009 yılında düzenlenen
COP15 sırasında ABD ve BRICS arasında yapılan özel müzakereler sonucunda
“Kopenhag Mutabakatı” kaleme alınmıştır. Basına sızdırılan belgelere göre,
ABD ve mutabıkları iklim değişikliği rejiminde gönüllü bir serbest piyasa
yaklaşımını kabul ettirmek için yoksul ülkelere verilecek finansal desteği rüşvet
olarak kullanmışlardır.

Belgelere göre, AB iklim müzakerecisi, ABD temsilcilerine fona çok ihtiyacı


olmasından dolayı Küçük Ada Devletlerinin satın alınabilir bir müttefik
olabileceğini söylemiştir. Bir başka belgede ise, ABD temsilcisinin, dönemin
Afrika Birliği lideri olan Etiyopya Başbakanına Kopenhag Mutabakatını
imzalamamaları halinde diplomatik ilişkileri durduracakları ve tüm finansal
yardımı keseceklerine dair şantaj yaptığı kaydedilmiştir. Mutabakata, Ekvador,
Bolivya, Venezuela, Sudan ve Tuvalu gibi güney ülkeleri karşı çıkmışlardır.
Sonrasında, Ekvador ve Bolivya’nın ABD’den aldıkları mali yardım kesilmiştir
(Huggins, 2017).

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ ÇERÇEVE SÖZLEŞMESİ

Öncesinde BM ve Bretton Woods kuruluşlarının gündeminde olmamasına


karşılık, 1972 yılında düzenlenen Stockholm Konferansından itibaren,
uluslararası kuruluşlar ekonomik kalkınma ve çevresel bozulma arasındaki
ilişkiye işaret etmeye başlamışlardır. Bu değişim, 70’li yıllarda, sanayileşmiş
ülkelerde yaşanan çevre sorunlarına karşılık olarak özellikle atık yönetimi ve
kirlilik kontrolü alanlarında çevre endüstrisinin gelişmesi ile paralellik
göstermektedir (Pratt, ve Montgomery, 1997).
1992 yılında Rio de Janeiro’da düzenlenen Birleşmiş Milletler Çevre ve
Kalkınma Konferansı (United Nations Conference on Environment and
Development – UNCED) sürdürülebilir kalkınma gündeminin dünya ölçeğinde
üst sıralara taşınmasında önemli bir rol oynamıştır. Rio Konferansının
sonucunda üç önemli uluslararası anlaşma imzalanmış ve Rio Deklarasyonu ile
Gündem 21 kabul edilmiştir. Ayrıca, Rio Konferansında imzalanan Birleşmiş
Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) bugünün uluslararası
iklim değişikliği rejimini şekillendirmektedir.

Tüm bu çıktılara bakıldığında, Rio Konferansının, yönetişim anlayışını


yerleştirmeyi ve Batı’da gelişen çevre teknolojisi ve normlarını gelişmekte olan
pazarlara taşımayı hedeflediği görülmektedir. Rio Deklarasyonu[1] ve Gündem
21’de serbest piyasa çevreciliği anlayışının ağırlığı görülebilecektir. Rio
konferansı, “küresel ekonominin kuzey ve güney arasındaki eşitsizliklerin
giderilmesi amacıyla yeniden yapılandırılması ve kapitalist kalkınmanın büyüme
sevdasının geride bırakılması” olarak sunulsa da esas sonucu sürdürülebilir
kalkınma altında neo-liberal yaklaşımların kurumsallaştırılması olmuştur (Böhm
ve ark., 2012a). Bu konferansla, çevre ve kalkınma birbirine zıt kavramlar
olmaktan çıkarılmış, hatta çevrenin korunması için ekonomik kalkınmanın
sağlanması ön şart olarak ortaya konulmuştur.

Elbette bu yaklaşımın inşasında, tüzüğünde “ekonomik büyüme çevre


korumanın en iyi şekilde başarılması için gerekli koşulları sağlar” ifadesine yer
veren ve uluslararası iklim değişikliği müzakerelerine aktif olarak katılan Dünya
Sürdürülebilir Kalkınma İş Konseyi (The World Business Council for
Sustainable Development-WBCSD) gibi kuruluşların temsil ettiği kapitalist
tekellerin de rolü bulunmaktadır (Wallis, 2010).

BMİDÇS de Rio Konferansı ile uyumlu olarak, “yönetişim”, “kirleten öder”,


“ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluk” ve “uluslararası iş birliği” başlıklarının
öne çıktığı bir uluslararası anlaşmadır. Bu ilkelerin işaret ettiği piyasa temelli
mekanizmalar ve teknoloji transferinin teşviki, uluslararası iklim değişimi
rejiminin neo-liberal politikaların etkisi altında geliştirildiğinin somut örneğidir.

BMİDÇS, iklim değişikliğini insanlığın ortak sorunu olarak tanımlamıştır. Bu


tanımlama iklimin korunması için kimlerin eyleme geçmesi gerektiği
konusundaki tartışmaları açmıştır. Bu doğrultuda BMİDÇS farklı kalkınma
düzeyindeki ülkelerin “ortak fakat farklı sorumluluk” almaları gerektiği kabulü
üzerine kurulmuştur. Bu ilke, tarihsel sorumluluğu yüksek olan gelişkin
ekonomiye sahip olan devletlerin birincil olarak eyleme geçmesi gerektiğini
ifade etmektedir. Elbette sorunun ortaklaştırılmış olması, iklimin değişmesinde
sorumluluğu az da olsa tüm ülkelerin iklim değişikliği ile mücadeleye
katılmaları gerektiği sonucunu doğurmuştur. Bu ilke ile, OECD üyeleri ve
piyasa ekonomisine geçiş sürecindeki ülkeler olarak tanımlanan eski Varşova
Paktı ve Birlik ülkelerinden oluşan Ek-1 ülkeleri, emisyon azaltımı yapmakla ve
yalnızca OECD üyesi ülkelerden oluşan Ek-2’de yer alan zengin ülkeler ise Ek-
1 dışında kalan ülkelerin emisyon azaltımı eylemlerine ve iklim değişikliğinin
olumsuz etkilerine uyum sağlamalarına destek olmak için mali yardımda
bulunmakla yükümlü kılınmıştır (Şekil 3). Özetle, gelişmiş kapitalist ülkeler bu
ilkeyi kabul ederek, Güney ülkelerine belli bir kalkınma düzeyine gelene dek
destek vermeyi vadetmiş ve Güney ülkeleri ise bu aşamanın sonrasında iklim
değişikliği mücadelesinin yükünü ortak olarak üstlenmeye razı olmuştur.

Şekil 3 BMİDÇS Ekleri

BMİDÇS’de yer alan kirleten öder ilkesi ise, piyasa temelli araçların
uygulanmasının önünü açmaktadır. Bu ilke çıkışı itibarıyla ABD’de gelişen
ulusal çevre politikaları kaynaklı olmakla birlikte, günümüzde tüm dünyada
uygulanan çevre politikalarında önemli yer tutmaktadır. Kirleten öder ilkesi,
kirliliğin bedelini kirliliği oluşturan tarafın karşılaması şeklinde
tamamlanmaktadır. Ancak, tersinden, bu ilke, ücreti mukabilinde kirletme
hakkının satın alınması anlamına gelmektedir. Emisyon ticareti ve karbon
dengeleme (karbon ofseti) bu ilkenin uygulamalarıdır.

BMİDÇS’de ön plana çıkan bir diğer ilke, uluslararası iş birliğinin


geliştirilmesidir. Gelişmiş kapitalist ülkeler, karbon piyasalarından elde edilen
gelirlerin Dünya Bankası ve Küresel Çevre Fonu eliyle dağıtılması
taraftarıdırlar. Bu kuruluşlar büyük oranda emperyalist devletlerin kontrolü
altındadır. İklim değişikliği ile mücadele ve uyum önlemleri için mali desteğe
ihtiyaç duyan ülkeler ise Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası fon
kuruluşlarının ulusal egemenlik haklarına saldırdığını, bunun yerine BMİDÇS
tarafından yönetilen ve doğrudan mücadele ve uyum için dağıtılan bir fona
ihtiyaç duyduklarını dile getirmektedirler (Vidal, 2009).

KYOTO PROTOKOLÜ

BMİDÇS’nin imzalanmasından üç yıl sonra 3. Taraflar Konferansı’nda hukuki


bağlayıcılığı olan bir uluslararası anlaşma ortaya konulması amacıyla Kyoto
Protokolü imzalanmıştır. 1997 yılında kabul edilen Kyoto Protokolü, somut
emisyon azaltımı hedeflerini içermektedir. Zayıf hukuki bağlayıcılığı ve
yaptırımları olsa da Kyoto Protokolü, BMİDÇS Ek-1’de[1] yer alan ülkelerin
sera gazı emisyonlarını 2008-2012 periyodunda 1990 yılındaki seviyenin %5,2
altına indirmelerini öngörmüştür. Kyoto Protokolü bu azaltımın uluslararası iş
birliği ve teknoloji transferinin teşvik edilmesi, enerji tasarrufu ve verimliliğinin
artırılması ve doğal karbon yutaklarının artırılması yoluyla gerçekleştirilmesini
öngörmüştür.

Kyoto Protokolü’nde, bu hedefe ulaşılmasında kolaylaştırıcı olarak “esneklik


mekanizmaları” olarak bilinen karbon piyasası ortaya konmuştur. Bu
mekanizmalar piyasa temelli araçlar olan Ortak Uygulama (Joint
Implementation-JI), Temiz Kalkınma Mekanizması (Clean Development
Mechanism – CDM) ve Emisyon Ticareti’dir ve tümü iklim değişikliği ile
mücadelenin “en az maliyetle” gerçekleştirilmesini sağlamayı amaçlamaktadır.
Bu araçların temel ekonomik gerekçesi, hedeflerin sağlanmasında toplam
maliyetin düşürülmesi, “gelişmekte olan ülkeler”de sürdürülebilir kalkınmanın
hızlandırılması ve yeşil ticaret için kârlı olanaklar yaratılmasıdır (Leonardi,
2017). Sayılan araçların tümünde, belgelenen her bir ton karbondioksit eşdeğeri
azaltım sertifikalandırılarak alınıp satılır bir metaya dönüştürülmekte ve en fiyat
etkin yatırımların piyasa eliyle oluşması beklenmektedir.

Uzun bir geçmişe sahip olan karbon piyasası fikri, Kyoto Protokolü
müzakereleri sırasında sera gazı salımında birinci sırada yer alan ABD
tarafından ortaya atılmıştır. ABD, izlediği neo-liberal ekonomik yaklaşıma
uygun olarak, emisyon azaltımının ancak piyasa mekanizmaları yoluyla verimli
ve fiyat etkin bir şekilde gerçekleştirilebileceğini savunmuştur (Böhm ve ark.,
2012a). Emperyalist hiyerarşide alt sıralarda yer alan ülkelerin emisyon azaltımı
için mali destek ve gelişmiş kapitalist ülkelere uygulanacak yaptırım
beklentilerinin karşısında, ABD’nin Kyoto Protokolünü imzalamasını sağlamak
amacıyla piyasa mekanizmaları yeğlenmiştir. ABD buna rağmen Kyoto
Protokolünü imzalamamış, ancak karbon piyasaları Kyoto ile iklim değişikliği
rejiminin belirleyicisi olarak kalmıştır.

Bu mekanizmalardan JI ve CDM proje temellidir ve karbon dengeleme (karbon


ofseti), yani bir yerde salınan emisyonun başka bir yerde telafisine dayalıdır. Bu
iki mekanizma arasındaki fark JI projesi taraflarının sayısal emisyon azaltımı
hedefi bulunan Ek-1 ülkesi olması, CDM projelerinde ise yatırım yapan tarafın
Ek-1, projenin gerçekleştirildiği tarafın ise ek dışı bir ülke olmasıdır. Buna göre,
bir Ek-1 ülkesindeki kamu kuruluşu ya da bir şirket, dünyanın başka bir yerinde
normal koşullarda gerçekleşmeyecek bir emisyon azaltımı projesine yatırım
yaparak bu proje ile elde edilen azaltım miktarı kadar emisyon kredisi elde
etmektedir.

Kyoto Protokolü çerçevesinde emisyon azaltım hedefi olan ülkeler


yükümlülüklerini JI ya da CDM projelerinden elde edilen karbon sertifikaları
yoluyla yerine getirebilmektedir. Kyoto Protokolünün 2008-2012 yılları arasını
kapsayan ilk uygulama sürecinde İsveç ve Norveç bu yolu seçmişlerdir. JI ve
CDM projelerinden elde edilen karbon kredileri aynı zamanda şirketler
tarafından emisyon ticareti kapsamında da değerlendirilebilmektedir.

Özellikle CDM, gelişmiş kapitalist ülkelerin hükümetleri ve şirketlerine “düşük


karbonlu bir ekonomi” için sorumluluklarını devretme olanağı sağlamıştır.
Dünya Bankası’nın tanımıyla “sera gazları atmosferde homojen bir şekilde
bulunmaktadır, dolayısıyla Dünyanın herhangi bir yerinde azaltılmaları aynı
etkiyi sağlayacaktır” (Böhm ve ark, 2012b). CDM projeleri, kendi emisyon
azaltımı hedefi bulunmayan ülkelerde daha “temiz” kalkınma yollarının
izlenmesini hedeflemiştir. Bu yolla, Şekil 3’te de görüleceği gibi, özellikle
yenilenebilir enerji yatırımları, maliyetlerin ve denetimlerin düşük olduğu
ülkelere kaymıştır. CDM projelerinden elde edilen karbon kredileri emisyon
azaltım hedefi bulunan taraflarda gerçek bir azaltım sağlamamış, hatta bazı
durumlarda projelerin gerçekleştirildiği ülkelerde emisyon artışına yani iklim
değişikliğine olumsuz etkiye neden olmuştur (Böhm ve ark, 2012a). Ayrıca, bu
projelere ilişkin ekolojik kaygılar da bulunmaktadır[1]. CDM projelerinin
uygulamada ülkelerin sürdürülebilir kalkınma süreçlerini destekleyici olması ve
emisyon azaltımına ilave katkı yapması, karbon kaçağı olarak nitelendirilen
emisyonların ek dışı ülkelere kayması olgusunu engellemek için şart olarak
konulmuş olsa da pratikte işlememiştir. Kyoto Protokolünün yürürlüğe
girmesinden itibaren gelişmiş kapitalist ülkelerin ek dışı ülkelere yaptıkları
yatırımlar üzerinden elde ettikleri karbon kredileri kayda değer bir boyuta
erişmiştir. Emperyalist hiyerarşide alt sıralarda yer alan ülkelerin yeni kalkınma
projeleri daha düşük maliyetli ve kolay hayata geçirilebildiği için, gelişmiş
kapitalist ülkeler CDM projelerine oldukça çok ilgi göstermiş, hatta emisyon
azaltımı gerçekleştirmektense karbon kredisi satın almayı tercih etmişlerdir
(Leonardi, 2017).

Şekil 4 CDM Projelerinin Dağılımı (Kaynak:


https://cdm.unfccc.int/Projects/MapApp/index.html)

Emisyon ticareti sistemi (ETS) ise sistemin kapsadığı işletmelere tahsis edilen
emisyon izinlerinin şirketler veya üçüncü taraflar eliyle alınıp satılmasıdır.
Programının kapsadığı işletmelere toplam bir emisyon sınırı getirilir ve
sonrasında açık artırma yoluyla ya da tarihsel emisyonlarına dayanarak belli
miktarda emisyon izni tahsis edilir. Bu tahsisatlar, ETS içinde alınıp satılabilir.
İşletmeler, uygulama dönemi sonunda, yetkili mercilere ellerindeki tahsisatların
gerçekte saldıkları emisyonları karşıladığını göstermek durumundadır. Bu
doğrultuda, kendilerine tahsis edilen ya da açık artırma ile satın aldıkları
emisyon izinleri yeterli gelmediğinde, piyasadan emisyon izni satın almaları
gerekmektedir. Kyoto Protokolü çerçevesinde küresel ölçekte merkezi bir ETS
kurulmamıştır ancak günümüzde ilki AB’de kurulmuş olan çok sayıda ETS
bulunmaktadır ve nicelerinin de kurulması planlanmaktadır (Şekil 5).

Kyoto protokolü altında tanımlanan karbon piyasaları dışında bu rejime dahil


olmayan gönüllü karbon piyasaları da bulunmaktadır. Bu daha ziyade ek-1’de
yer alan ülkelerdeki şirketlerin kendi emisyonlarını karşılamak üzere
başvurduğu bir piyasadır. CDM ile aynı mantıkla işlemektedir. Şirketler karbon
kredilerini “temiz teknoloji” transferine ihtiyacı olan Güney ülkelerinde daha az
maliyetle kazanabilmektedir (Böhm ve ark, 2012a). Kyoto protokolü kabul
edildiğinde BMİDÇS’ye taraf olmadığı için sayısal azaltım hedefi almamış olan
Türkiye de karbon piyasalarına bu yolla katılmakta ve ayrıca Paris Anlaşmasına
taraf olmamasına rağmen AB üyeliği müzakereleri de zayıflamasına rağmen AB
uyum çalışmaları de ETS kurmaya yönelik çalışmalarda bulunmaktadır. 2017
yılı itibarı ile Türkiye’de gönüllü karbon piyasalarında işlem gören karbon
kredilerini sağlayan 232 yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği projesi hayata
geçirilmiştir (Turhan ve Gündoğan, 2019).
Şekil 5 Emisyon Ticareti Sistemleri haritası
(Kaynak: https://icapcarbonaction.com/en/ets-map)

Kyoto Protokolü çerçevesinde hedeflenen emisyon azaltımı, birinci taahhüt


dönemi içinde her yıl 1990 yılına göre 1 Gt daha az karbon emisyonu salımına
denk düşmektedir. 2008-2012 arasında uygulanan birinci taahhüt döneminin
ardından 38 ülke toplamda her yıl 2 Gt karbon emisyonu azaltımı
gerçekleştirmişlerdir. Bu Kyoto Protokolünün hedefine ulaşıldığı gibi bir sonuca
işaret etse de Protokolün sayısal hedefinin arka planına bakıldığında farklı bir
tablo göze çarpmaktadır. Protokol 1997 yılında imzalandığında Sovyetler
Birliğinin çözülmesinin ardından ciddi ekonomik çöküş ile karşı karşıya kalan
ve Ek-1’de yer alan Varşova Paktı ve Birlik ülkelerinin karbon emisyonları hali
hazırda 2.2 Gt azalmış durumdaydı. Bu nedenle, Polonya, Romanya Çekya
azaltım taahhütlerinden arta kalan karbon kredilerini satışa sunabilmişlerdi.
Dolayısıyla Kyoto Protokolünün hedefleri yüksek belirlenmişti. Bunun yanı sıra,
karbon sınırlamaları nedeniyle özellikle Çin’e kayan üretim, azaltım taahhüdü
olan ülkelerin emisyonlarının düşmesine neden olmuştu. Ayrıca, başta Japonya
ve AB-15[1] ülkeleri olmak üzere, 10 üye devlet emisyon azaltım hedefine
ancak karbon kredisi satın alarak ulaşmıştı. Karbon kredilerinin merkezi ise, JI
projeleri için Rusya ve Ukrayna, CDM projeleri için ise Çin, Hindistan, Güney
Kore ve Brezilya idi (Shishlov ve ark, 2016). Tüm bunlar bütün olarak
değerlendirildiğinde, emisyon azaltımının tamamının Kyoto Protokolüne mal
edilemeyeceği ortaya çıkmaktadır.

Literatürde Kyoto Protokolünün eksikliklerine ilişkin çok sayıda inceleme


bulunmaktadır. Ancak, Kyoto Protokolünün iklim krizini çözmeye yönelik
etkisine ilişkin güvenilir hiçbir çalışma bulunmamaktadır. Dünya Bankası
raporlarında dahi Kyoto Protokolünün karbon emisyonlarını azaltma konusunda
çok küçük bir etkisinin olduğu belirtilmektedir. Ayrıca, emisyon ticareti
sistemleri yolsuzluk, dolandırıcılık ve spekülasyona[2] açık güvenilirliği düşük
sistemlerdir (Leonardi, 2017).

Kyoto Protokolünün 2013-2020 yıllarını kapsayan ikinci taahhüt dönemi ise tam
anlamıyla başarısızlık örneği olarak değerlendirilmektedir. 2012 yılında
Doha’da yapılan 18’inci Taraflar Konferansı’nda alınan karar uyarınca, Kyoto
Protokolü 2020 yılına kadar sürecek ikinci yükümlülük dönemi başlatılmış
ancak söz konusu karar yeterli imzaya ulaşmadığı için ancak 2016 yılında
yürürlüğe girmiştir.

Bütün bunlarla birlikte, Kyoto Protokolü yaptırımları olan bir uluslararası hukuk
belgesi olarak ömrünü tamamlamaktadır.

PARİS ANLAŞMASI

Kyoto Protokolünün ikinci taahhüt döneminin sona erecek olmasından dolayı


taraflar, 2020 sonrası sürecin yol haritası ve somut hukuki çerçevesi olarak 2015
yılında düzenlenen 21. Taraflar Konferansı’nda Paris Anlaşması’nı kabul
etmişlerdir. 2016 yılında dünya emisyonlarının %55’ini oluşturan 55 ülkenin
imzalaması şartının sağlanması ile yürürlüğe giren Paris Anlaşması küresel
ısınmanın durdurulamayacağı kabulüyle, ısınmanın sanayileşme öncesi döneme
göre 2ᵒC hatta mümkünse 1,5ᵒC ile sınırlandırmayı hedeflemektedir.

Paris Anlamasının bağlayıcılığına ilişkin tartışmalar bulunmaktadır. Kyoto


Protokolünün aksine Paris Anlaşmasında yaptırım mekanizması
tanımlanmamıştır. Ayrıca, sayısal emisyon azaltım hedefi atama yöntemi Paris
Anlaşmasında yerini üye devletlerin kendilerinin belirleyeceği oranda iklim
değişikliği ile mücadeleye katkıda bulunmalarını bırakmıştır. Kyoto
Protokolünün ikili ek sistemi terk edilmiş, tüm tarafların küresel ısınma ile
mücadeleye katılmaları öngörülmüştür. Tarafların ulusal katkılarını ulusal
egemenlikleri çerçevesinde belirlemeleri öngörülmüştür. Bu doğrultuda taraflar
kendi belirledikleri sektörlerde, kendi belirledikleri yöntemlerle, kendi
belirledikleri miktarda emisyon azaltımı yapmayı taahhüt etmektedir. Ayrıca,
Paris Anlaşmasının yapısı gereği, ulusal azaltım taahhütlerinin tamamı
gönüllüdür.

Paris Anlaşmasının nasıl uygulanacağı konusunda müzakereler hala


sürmektedir. 2018 yılında Katoviçe’de düzenlenen COP24 sonucunda Paris
Anlaşması’nı uygulanmasına dair Kural Kitabı kabul edilmiştir. Ancak, Paris
Anlaşmasının 6. Maddesinde düzenlenen ve ulusal taahhütlerin
kuvvetlendirilmesi amacıyla ortaya konulduğu söylenen emisyon ticareti
mekanizması üzerinde anlaşma sağlanamamaktadır.

Paris Anlaşması’nın 6. Maddesi, uluslararası transfer edilebilir karbon


birimlerinin (Uluslararası transfer edilebilir azaltım çıktısı - ITMO)
tanımlanması, Kyoto Protokolü’nde yer alan CDM yerine geçecek sürdürülebilir
kalkınma mekanizmasının (Sustainable Development Mechanism – SDM)
oluşturulması ve piyasa dışı mekanizmaları kapsamaktadır.

Taraflar, ITMO’ların tanımlanması ve SDM’nin oluşturtulması konusunda, Paris


Anlaşması’nın tabandan yukarıya adem-i merkeziyetçi yapısının zedeleneceği
konusunda kaygılarını diye getirmektedir. Ulusal egemenlik kavramı,
metodolojide standartlaşmanın dahi önüne geçebilmektedir. Tarafların karbon
azaltımlarını hesaplama yöntemlerinde özgür olmaları gerektiği
savunulmaktadır. SDM projelerinin onaylanması için BMİDÇS altında
kurulacak onay merciinin taraflarla olan ilişkisi ve merkezileşme düzeyinin
Paris Anlaşması’nın gönüllülük ilkesini zedeleyeceği düşünülmektedir. Bunun
dışında, kurulması öngörülen küresel karbon piyasası ile ilgili CDM kredilerinin
yeni piyasada işlem görebilmesi, emisyon birimlerinin mükerrer sayılmasının
engellenmesi ve piyasanın gerçekten azaltımı teşvik etmesi için tasarım kriterleri
gibi teknik konular da hala netlik kazanmamıştır.

Başta Brezilya, Çin ve Hindistan, Kyoto Protokolü döneminde CDM projeleri


üzerinden elde ettikleri karbon kredilerini Paris Anlaşmasının yeni piyasasında
kullanmak istemekte ancak bu talepleri CDM projelerindeki karbon azaltımının
şaibeli olması nedeniyle genel kabul görmemektedir. Brezilya ayrıca, karbon
kredilerinin mükerrer sayımının engellenmesi konusundaki kurallara da karşı
çıkmaktadır. Oysa ki, pek çok taraf, satılan bir emisyon kredisinin satın alanın
hedefinden düşürülürken satan tarafın ulusal hedefine eklenmesi gerektiğini
savunmaktadır (Farand, 2019).
Piyasa dışı mekanizmalar ise, piyasa temelli araçların kullanılmasına şiddetle
karşı çıkan Venezuela ve Bolivya’nın önerisiyle Sözleşme’ye dahil edilmiştir.
Bu mekanizmaların kalkınma yardımı benzeri bir piyasa dışı bir mali
mekanizma olarak kurgulanacağı öngörülmekle birlikte, nasıl çalışacağı
belirlenememiştir.

SONUÇ

İklim değişikliğinin mücadele edilmesi gereken bir bilimsel gerçek olduğu


uluslararası kamuoyunda başlangıçta dirençle karşılanmış olsa da günümüzde
gündeme yerleşmiş ve barındırdığı “fırsatlara” odaklanılmaya başlanmıştır.
Küresel siyasi iklimin değişmesi ile iklimin değişikliğinin ele alınışı arasında bir
bağ bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Keza, iklim değişikliği
rejiminin şekillenmesinde dünya konjonktürünün etkileri izlenebilmektedir.
Neo-liberalizmin hakimiyeti, karbon ticaretini uluslararası iklim değişikliği
rejiminin merkezine yerleştirmiş durumdadır.

Paris anlaşması ile uluslararası iklim değişikliği rejimi merkezi idare öngören
Kyoto Protokolünden, merkezi idare öngörmeyen (ademi-i merkeziyetçi) bir
yapıya geçiş yapmıştır. “Küreselleşme” gölgesinde merkezileşme korkusuyla
metodolojik standartlaşma dahi hayata geçirilememektedir.

Kyoto Protokolü ile ortaya konulan karbon ticareti sistemlerinin başarısızlığı


ortada olmasına rağmen Paris Anlaşması piyasa araçlarına bağlılığı daha da
artırmıştır. Kyoto protokolündeki tarihsel sorumluluk perspektifi de Paris
anlaşması ile birlikte terk edilmiş, değişen dünya konjonktürü ile de paralel
olarak Kuzeyden Güneye teknoloji ve fon transferi anlayışı Güney-Güney iş
birliğini de kapsayacak şekilde genişletilmiştir.

Gelinen noktada, Paris Anlaşması ile karbon ticareti sistemlerinin birbirine


bağlanmasıyla küresel ölçekte bir emisyon ticareti sistemi kurulmasının
planlandığı görülmektedir. Bu şekilde, atmosferin koca bir işletmeye
dönüştürülmesi sağlanacaktır. Bu çerçevede, Dünya Bankası ve uluslararası
kalkınma bankaları gibi fon kuruluşlarının atmosfer işindeki ağırlığının
bağımlılık ilişkilerini daha da derinleşeceği öngörülebilir.
Paris Anlaşması’nın adem-i merkeziyetçi ve esnek yapısı, ile ikinci dünya savaşı
sonrası dönemi yansıtan iki kutuplu BM diplomasisinin terk edilerek çok
taraflılığın yerleştirildiğini düşündürebilir. Ancak, uluslararası iklim değişikliği
rejiminin emperyalist güç dengeleri çerçevesinde birkaç aktörün belirleniminde
olduğu söylenebilir.

ABD, Paris Anlaşmasından çekilmesine rağmen G20 gibi oluşumlar ve Dünya


Bankası gibi fon kuruluşlarındaki ağırlığı nedeniyle müzakerelerdeki yerini
korumaktadır. AB, öncü rol üstlenerek Yeşil Avrupa Mutabakatıyla “ilk ve en
hızlı hareket eden” küresel aktör olarak ekonomik fırsatları yakalamayı
hedeflemektedir (EC, 2019). Çin, emperyalist hiyerarşide tırmanırken “yeşil
plan” ile karbon yoğunluğunu düşüreceğine dair mesaj vermekte, emisyon
azaltımı için ise zaman kazanmaktadır. Brezilya ise kalkınma paradigmasını
devam ettirmektedir.

Literatürde birçok yazar karbon piyasalarını iklim değişikliği ile mücadele için
uygun bir araç olarak görmektedir. Piyasaların ekonomik teşvik yaratarak
küresel ekonominin karbonsuzlaştırılması için yatırıma olanak tanıyacağı, yalnız
piyasaların iyi işlemesi için iyi tasarlanması gerektiği değerlendirilmektedir.
Aksine, Kyoto Protokolünün uygulanması sürecinde görüldüğü üzere, piyasa
mekanizmaları yapısal olarak iklim değişikliği dahil herhangi bir çevresel
soruna dair etkin bir çözüm sunmaktan uzaktır. Esas olarak kâr motifiyle hareket
eden karbon piyasaları, yeşil ekonomi söyleminin bir parçası olarak, “ekosistem
hizmetleri ve malları”nın fiyatlandırılması ve parasallaştırılması ile kapitalist
birikimin yayılmasını kolaylaştırmak amacıyla uygulanan bir araçtır (Böhm ve
ark, 2012a).

İklim değişikliği ile mücadelenin karbon emisyonlarının azaltılmasından geçtiği


kabul edildiğinde, azaltımın esas amacı kâr sağlamak olan serbest piyasaya
bırakılması amacın yerine getirilememe olasılığının baştan kabul edilmesi
anlamına gelmektedir. Piyasaların “iyi” işlemediği durumlar için gerekçeler
bulunması ve krizlerin daha iyi tasarımlarla aşılabileceğinin kabul edilmesi ise
karbon emisyonlarının azaltılmasında bir handikap oluşturmaktadır. Azaltım
ancak, piyasanın insafına terk edilmeden, hedeflenen toplumsal gelişim hattında
üretimin ve tüketimin küresel ölçekte planlanması ile mümkün olacaktır.
Teknoloji bu planlamanın önemli bir bileşeni olmakla birlikte, toplumsal
yaşamın bir bütün olarak ele alınmaması halinde etkisiz kalacak bir araçtır.

Bu doğrultuda, iklim değişikliği ile mücadelede uluslararası ölçekte güce ve


etkinliğe sahip sosyalist bir odak oluşmadığı müddetçe emperyalist sistem
içindeki ülkelerin ve buna entegre olarak oluşturulan uluslararası yapıların bu
soruna çözüm üretmesi mümkün görünmemektedir.
[1] Dünya piyasalarını düzenlemek, kalkınmayı sağlamak ve yeni krizleri
önlemek için 1944 yılında kurulan IMF ve Dünya Bankası. Dünya Bankası geri
kalmış ülkelerin “kalkınma”sına yardımcı olmak üzere, kredi sağlama görevi
üstlenmiştir.

[2] Bkz. http://www.mfa.gov.tr/bm-iklim-degisikligi-cerceve-sozlesmesi.tr.mfa


ve https://iklim.csb.gov.tr/muzakerelerdeki-mevcut-durum-i-4377

[3] Bkz. Madde 12 ve 16

[4] BMİDÇS Ek-1ülkeleri Kyoto Protokolü’nün Ek-B ülkeleridir.

[5] Örnek projeler için bkz. Watch, C. M. (2018). The clean development
mechanism: local impacts of a global system. Carbon Market Watch, Brussels,
7. https://carbonmarketwatch.org/wp-content/uploads/2018/10/CMW-THE-
CLEAN-DEVELOPMENT-MECHANISM-LOCAL-IMPACTS-OF-A-
GLOBAL-SYSTEM-FINAL-SPREAD-WEB.pdf

[6] Avrupa Birliği’nin 2004 genişlemesi öncesindeki üyeleri

[7] ETS’leri içinde işlenebilecek suçlara ilişkin detaylı inceleme için bkz.
https://www.interpol.int/content/download/5172/file/Guide%20to%20Carbon
%20Trading%20Crime.pdf

KAYNAKLAR

Böhm, Steffen & Misoczky, Maria & Moog, Sandra. (2012a). Greening
Capitalism? A Marxist Critique of Carbon Markets. Organization Studies. 33.
1617-1638. 10.1177/0170840612463326.

Böhm, S., Murtola, A. M., & Spoelstra, S. (2012b). The Atmosphere Business,
Ephemera: theory and politics in organization. ephemera theory &
politics in organization, 12(1-2), 1-11.

Carbon Brief, (2015). Interactive: the UNFCCC negotiating alliances. Erişim


tarihi: 20.04.2020. https://www.carbonbrief.org/interactive-the-negotiating-
alliances-at-the-paris-climate-conference

EC, (2019). The European Green Deal sets out how to make Europe the first
climate-neutral continent by 2050, boosting the economy, improving people's
health and quality of life, caring for nature, and leaving no one behind. Press
release. Erişim tarihi:
20.04.2020 https://ec.europa.eu/commission/presscorner/detail/en/IP_19_6691

ENB, (2019). Earth Negotiations Bulletin. Volume 12 Number


765. https://enb.iisd.org/vol12/enb12765e.html?
&utm_source=enb.iisd.org&utm_medium=feed&utm_content=2019-12-
03&utm_campaign=RSS2.0

Farand, C. (2019). What is Article 6? The issue climate negotiators cannot


agree. Erişim tarihi:
20.04.2020 https://www.climatechangenews.com/2019/12/02/article-6-issue-
climate-negotiators-cannot-agree/

Foster, J. B., Holleman, H., & Clark, B. (2019). Imperialism in the


Anthropocene. Monthly Review, 71(3).

Hansen, J., & Sato, M. (2016). Regional climate change and national
responsibilities. Environmental Research Letters, 11(3),
034009. https://iopscience.iop.org/article/10.1088/1748-9326/11/3/034009

IPCC, (2013). Climate Change 2013: The Physical Science Basis. Contribution
of Working Group I to the Fifth Assessment Report of the Intergovernmental
Panel on Climate Change [Stocker, T.F., D. Qin, G.-K. Plattner, M. Tignor, S.K.
Allen, J. Boschung, A. Nauels, Y. Xia, V. Bex and P.M. Midgley (eds.)].
Cambridge University Press, Cambridge, United Kingdom and New York, NY,
USA, 1535 pp.

IPCC, 2018: Summary for Policymakers. In: Global Warming of 1.5°C. An


IPCC Special Report on the impacts of global warming of 1.5°C above pre-
industrial levels and related global greenhouse gas emission pathways, in the
context of strengthening the global response to the threat of climate change,
sustainable development, and efforts to eradicate poverty

Leon Sealey-Huggins (2017) ‘1.5°C to stay alive’: climate change, imperialism


and justice for the Caribbean, Third World Quarterly, 38:11, 2444-2463, DOI:
10.1080/01436597.2017.1368013

Leonardi, E. (2017). Carbon trading dogma: Theoretical assumptions and


practical implications of global carbon markets. Ephemera: Theory and Politics
in Organization, 17(1), 61-87.
Newell, P., & Paterson, M. (2010). Climate capitalism: global warming and the
transformation of the global economy. Cambridge University Press.

NOAA, (2020). National Oceanic & Atmospheric Administration, Earth System


Research Laboratories, Global Monitoring Laboratory, Erişim tarihi:
24.04.2020. https://www.esrl.noaa.gov/gmd/ccgg/trends/monthly.html

Olhoff, A., & Christensen, J. M. (2018). Emissions Gap Report 2018.

Pratt, L., & Montgomery, W. (1997). Green imperialism: Pollution, penitence,


profits. Socialist Register, 33(33).

Riley, T., (2017). Just 100 companies responsible for 71% of global emissions,
study says. Erişim Tarihi: 20.04.2020.https://www.theguardian.com/sustainable-
business/2017/jul/10/100-fossil-fuel-companies-investors-responsible-71-global-
emissions-cdp-study-climate-change

Shishlov, I., Morel, R. & Bellassen, V. (2016) Compliance of the Parties to the
Kyoto Protocol in the first commitment period, Climate Policy, 16:6, 768-782,
DOI: 10.1080/14693062.2016.1164658

Turhan, E. & Gündoğan, A.C. (2019) Price and prejudice: the politics of carbon
market establishment in Turkey, Turkish Studies, 20:4, 512-540, DOI:
10.1080/14683849.2018.1533821

Vidal, J. (2009). Copenhagen summit: It's money that matters in the backroom
talks. Erişim tarihi:
20.04.2020 https://www.theguardian.com/environment/2009/nov/29/financial-
negotiations-money-copenhagen-summit

Wallis, V. (2010). Beyond green capitalism. Monthly Review, 61(9), 32-48.

BAA Sosyalist Gelecek ve Planlama Bahar-2020 Çalıştayı Katkıları

Erhan Nalçacı

Öncelikle bildiriyi hazırlayan İklim Değişikliği ve Çevre Komisyonuna teşekkür


ederim. Çünkü sera gazı ve buna bağlı olarak atmosfer sıcaklığında artışla
emperyalist düzen içinde mücadelenin nasıl piyasalaştırıldığı ve nasıl bir hileye
dönüştüğünü çok iyi ortaya koymuş.
Bu çalışmayı derinleştirmek için bazı sektörlerdeki tekellerin etkinliğine
bakmanın yararı olacağını sanıyorum. Örneğin, otomotiv sanayi, petrol tekelleri
veya çelik tekelleri.

Otomotiv sektöründe tüketimi nasıl yönlendirdikleri, bankalarla ilişkileri,


emisyonu az göstermek için yaptıkları hileler, emisyon piyasasında emperyalist
müdahaleler vb. Bu şekilde günü kurtarmak isteyen sermaye çok daha fazla
teşhir edilebilir ve sosyalist toplumda atmosfer sıcaklığının artmasına nasıl
müdahale edeceğimiz ortaya konabilir.

Akif Akalın

Merhaba,

İklim raporuna ilişkin düşüncelerim.

Yine öncelikle emeği geçenlere teşekkürler.

Arkadaşlarımız yazının girişinde:

"Bu çalışmada, iklim değişikliği politikaları yukarıda sayılan boyutlarıyla


incelenecek ve iklim değişikliği politikalarının gelişimindeki etmenler
araştırılacaktır".

diyerek önce bizi iklim değişikliği konusunda bilgilendiriyor, sonra


müzakereleri "(BM) ve Bretton Woods kurumları" belirliyor diyorlar.

Daha sonra bu konuda çeşitli ülkelerin ve emperyalist güçlerin konumlarını,


sürecin nasıl ilerlediğini, anlaşmaları görüyoruz.

Gerçekten çok detaylı bir bilgilendirme fakat açıkçası ben bu raporda


"kendimizi" bulamadım.

Raporun son paragrafında:

"Bu doğrultuda, iklim değişikliği ile mücadelede uluslararası ölçekte güce ve


etkinliğe sahip sosyalist bir odak oluşmadığı müddetçe emperyalist sistem
içindeki ülkelerin ve buna entegre olarak oluşturulan uluslararası yapıların bu
soruna çözüm üretmesi mümkün görünmemektedir".
ifadesi var. Fakat "sosyalist odak" bu konuda ne yapacak bilemiyoruz. Yazıdan
emperyalist güçlerin iklim politikasını ve bunun sorunu çözemeyeceğini çok iyi
öğrenebiliyoruz, fakat sosyalistlerin soruna nasıl sorun getireceği eksik kalıyor.

Diğer yandan bence bu rapor, "Enerji Raporu" önerileriyle birlikte yeniden


gözden geçirilmeli. Eğer sosyalistler CO2 düzeyinin örneğin 350 ppm altına
indirilmesi gerektiğini savunuyorsa, bunun mesela sanayi ve enerji
planlamamızdaki karşılığı ne olacak? Enerji raporunu hazırlayan arkadaşlar,
raporlarındaki önerileri iklim raporuna göre gözden geçirebilir diye
düşünüyorum.

Teşekkürler

Iraz Akış

İklim değişikliği ve bu konuya uluslararası alanda verilen yanıtlar, önerilen


müdahale yöntemleri bu bildiride sunulduğu üzere serbest piyasa ekonomisinin
bir parçası haline geldiğinden bu yaklaşımın eş zamanlı olarak siyasi-ideolojik
yansımaları da oluyor. Aşağıda sunulan görüş ve öneriler bu çerçevede
değerlendirilebilir.

1. Bildiride geçen "Küresel siyasi iklimin değişmesi ile iklimin değişmesi


arasında bir bağ bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır." ifadesi siyasetin
bu konudaki yaklaşımına işaret ediyor, ancak sanırım küresel siyasi iklimin
değişimi ile iklimin değişmesine yaklaşım arasında bir bağ olduğu anlatılmak
isteniyor. İfadenin bu şekilde revize edilmesi doğru vurgu açısından iyi
olacaktır.

Yıllar içinde konuya yaklaşımla ilgili değişikliklerin bilim dünyasında, medya


ve kamuoyunda da etkileri oldu. İklim değişikliğinin bilimsel bir gerçek olması
bir yana, konunun piyasa koşullarına entegre edilme çabalarının bilimsel
araştırmalar, bu araştırmaların maddi kaynakları, araştırma sonuçlarının
kamuoyuyla paylaşılma yöntemleri üzerine etkileri de değerlendirilebilir.
Mevcut örnekler varsa, bildirinin odağını değiştirmeyecek şekilde kısaca
sunulabilir.

2. Bildiride üretimden kaynaklanan emisyon oranları ile kişi başına tüketimden


kaynaklanan emisyon oranlarının birlikte sunulması çok iyi olmuş. İklim
değişikliğiyle mücadelede bireysel önlemlerin öne çıkartıldığını görüyoruz.
Sorumluluğun bireylere yüklenmesiyle asıl hedef gözden kaçırılıyor. Bildirinin
bu bölümüne konuyla ilgili bir cümle eklenebilir.

3. Rio Konferansı'nın ele alındığı bölümde aşağıdaki paragraflar yer almaktadır.

"Bu konferansla, çevre ve kalkınma birbirine zıt kavramlar olmaktan çıkarılmış,


hatta çevrenin korunması için ekonomik kalkınmanın sağlanması ön şart olarak
ortaya konulmuştur.

Elbette bu yaklaşımın inşasında, tüzüğünde “ekonomik büyüme çevre


korumanın en iyi şekilde başarılması için gerekli koşulları sağlar” ifadesine yer
veren ve uluslararası iklim değişikliği müzakerelerine aktif olarak katılan Dünya
Sürdürülebilir Kalkınma İş Konseyi (The World Business Council for
Sustainable Development-WBCSD) gibi kuruluşların temsil ettiği kapitalist
tekellerin de rolü bulunmaktadır (Wallis, 2010). "

Söz konusu kapitalist tekeller olduğunda çizilen tablo doğrudur. Ancak birinci
paragraftaki "çevre ve kalkınma birbirine zıt kavramlar olmaktan çıkarılmış"
ifadesindeki eleştiri, genel geçer bir eleştiri olabilir mi? Çevre ve kalkınma her
koşulda birbirine zıt kavramlar mıdır?

4. Bildirinin sonuç kısmında emisyonların azaltılması için gerekli koşullar genel


bir çerçeve içinde sunulmuştur. BAA İklim Değişikliği ve Çevre Komisyonu,
ilerleyen çalışmalarında; (1) üretim tarzındaki değişikliğin sunacağı olanakları
tartışmaya açabilir, (2) toplumsal yaşamın rolü başlığını açabilir, (3) iklim
değişikliği konusunun ideolojik boyutunu, bilimsel üretimden kamuoyunda
tartışılma biçimine kadar farklı boyutlarıyla ele alabilir.

Turgut Yıldız

Bir sonraki çalıştaylarda ABD emperyalizmini teşhir edici işler yapmanın


faydalı olacağını düşünüyorum. İklim değişikliğinde ABD’nin tarihsel ve güncel
sorumluluğu oldukça fazla. Mevcut önlemlere eleştirel baktığımızı gözeterek
bunlara bile katılmadıklarını, hem hoyratça dünyayı tüketmeye devam edip hem
de uluslararası kuruluşları manipüle ettiklerini teşhir etmek faydalı olacaktır.

Örneğin, ABD temsilcisinin, dönemin Afrika Birliği lideri olan Etiyopya


Başbakanına Kopenhag Mutabakatını imzalamamaları halinde diplomatik
ilişkileri durduracakları ve tüm finansal yardımı keseceklerine dair şantaj
yapması gibi.
Rio Konferansı ve Kyoto protokolünde SSCB ülkelerinin ele alınışını da
kapsayacak bir çalıştay bildirisi veya BAA raporu hazırlanmasını öneriyorum.

BMİDÇS Ek-1 ve Ek-2 ülkelerinin belirlenme sürecinde emperyalist ülkelerin


diğerlerine belli bir kalkınma düzeyine gelene dek destek vermeyi vadetmesi ve
ülkelerin bu aşamanın sonrasında iklim değişikliği mücadelesinin yükünü ortak
olarak üstlenmeye razı olması sürecini biraz daha açmanın ve emperyalizm
bağlamında incelemenin faydalı olacağını düşünüyorum.

Kyoto Protokolü 1997 yılında imzalandığında Sovyetler Birliğinin çözülmesinin


ardından ciddi ekonomik çöküş ile karşı karşıya kalan Varşova Paktı ve Birlik
ülkelerinin karbon emisyonları hali hazırda 2,2 Gt azalmış durumdaydı. Bu
nedenle, Polonya, Romanya Çekya azaltım taahhütlerinden arta kalan karbon
kredilerini satışa sunabilmişlerdi deniyor. Bu başlıkta:

Bu işin alışveriş boyutu nasıl oldu?

Buradan nasıl bir gelir elde edildi?

Kredileri kim satın aldı?

SSCB ekseninden kopan bu ülkelerdeki iktidarların finanse edilmesi için anlamlı


bir miktar oluştu mu?

Zelal Özgür Durmuş

Birleşmiş Milletler (BM) çerçevesinde belirlenen çeşitli uluslararası


protokollerin piyasa ilişkileri içerisinde nasıl işlevsizleştiği ya da duruma uygun
bir form aldığı anlatılmış. Mevcut pratiği sergilemek çok kıymetli. Ancak bu
kurumların sistem açısından vazgeçilebilir olmadığını düşünüyorum. Hatta
Covid-19 salgını sonrası uluslararası örgütlerin görünürlük düzeyinin artacağını,
kamuoyu beklentisine yanıt olarak öne çıkarılacağını tahmin edebiliriz. Bu
çelişkili durumu görünür hale getirmek için kurumsal ilişki ağını da ifşa etmek
gerekir diye düşünüyorum. Finansal olarak emperyalist devletlere bağımlı bu
kurumların hukuki karşılığı nedir, tavsiyeleri niye uygulanmıyor, niye bir
yaptırımı olmuyor, ülke bazındaki ekonomik programla çelişince ne yapılır vb.
soruları araştırabiliriz. Yapısal bir analiz yapmak mümkün diye düşünüyorum.

Paylaşılan ekonomi değerlendirme metininden de okuduğumuz üzere mevcut


ekonomik küçülmeyi durdurmak ve büyütmek için kalkınmacı veya planlı bir
adımın atılması, uzun süredir tek geçerli parametre olan liberal işleyişte
mümkün değil. Bu metinden de karbon emisyonunu azaltmak için üretim
sektöründe yapılması beklenen dönüşümün, sistem içi anlamda dahi kalkınmacı
modele oturmadığı, salt ekonomik büyüme hedefli şekillendiğini anlıyorum.
Yani yeşil ürünler ve karbon piyasası pazar genişletme ve bu pazarı
finansallaştırma üzerine kurulu gibi. Bu durum yine ekonomi metninde
belirtildiği gibi yeni teknolojik sektörlere yönelerek büyüme konusuyla
ilişkilendirilebilir geliyor. Var olan üretim biçiminden vazgeçilmiyor; yeni yeşil
teknolojik sektör gerek eski teknolojinin el değiştirmesiyle gerek tehlike arz
eden ve emek yoğun işlerin coğrafya değiştirmesiyle ya da ihtiyaçtan bağımsız
arz edilerek talebin ikiye üçe çıkarılmasıyla rekabet içerisinde yükselmekten
başka bir ufukla hareket etmiyor. Bu rekabetçi düşünceyle üretim biçimini
geliştirmenin sınırlarını, toplumsal fayda sağlamayacağını örnekleyebiliriz.
Biyoteknoloji sektörünün de kendini üretken sermaye olarak tanımlayıp hem
“ekolojik” arayışlar bağlamında hem emek verimliliği bağlamında alan
yaratmaya çalışacağı aşikar. Kesişecek noktaları ileride işlemek faydalı
olacaktır.

İdeolojik tartışmayı ilerletmemiz gerektiğini, bu konuda başlı başına ayrı bir


metin yazmanın iyi olacağını düşünüyorum. İklim felaketinin eşiğindeyiz, insan
kaynaklı değişim gibi söylemlerin neden doğru formülasyonlar olmadığını
anlatmalıyız. İklim eylemlerinin içeriksizliğin, sıradan insana korku taşıyarak,
acil durum uyarıları yaparak örgütlü kapitalist yönelimlerin
değiştirilemeyeceğini vurgulamalıyız, göze sokmalıyız. Şirketlerin oluşturduğu
piyasa ilişkilerinin her türlü mücadeleyi kendi lügatına katabildiğini metin
analizleriyle gösterebiliriz: yeşil ekonomi, karbon bütçesi, ekosistem hizmetleri
vb.

BAA İklim Değişikliği ve Çevre Komisyonu’nun katkılara yanıtı

Katkı, öneri ve değerlendirmelere çok teşekkürler, ilerleyen çalışmalarımız için


ışık tutucu oldular. Gerekli düzeltmeler metin içinde yapıldı.

Bu çalışmanın odağını karbon ticareti ile sınırlı tuttuk ve piyasa araçlarının


yerleşmesinde uluslararası kuruluşlar ve onları yönlendiren emperyalist odaklara
işaret etmeye çalıştık. Tüm katkılarda ortaklaşan bir konu olarak emperyalizmin
iklim değişikliği politikalarının şekillenmesindeki rolü daha kapsamlı bir
incelemeyi gerekli kılıyor. Kapitalist tekellerin sermaye hareketleri, lobi
faaliyetleri, bilimi ve kamuoyunu yönlendirme girişimleri, emperyalist
aktörlerin teşhir edilmesi, mevcut durumda uluslararası kuruluşların neden
gerçek bir çözümü işaret edemeyeceği konuları bu incelemenin farklı boyutlarını
oluşturacaktır.

Çalışmamızda, iklim değişikliği ölçeğinde bir sorunla kapitalizm koşullarında


baş edilemeyeceğini vurgulamaya çalıştık. Elbette, iklim değişikliği ile
mücadele yalnızca emisyonların azaltılmasından ibaret değil. İlerleyen aşamada,
sosyalist gelecekte bu sorunun nasıl yönetileceğine ilişkin kapsamlı çalışmalar
yapmaya gayret edeceğiz.

IPCC raporlarında, emisyonların belli bir sınırda tutulması iklim değişikliğinin


geri döndürülemeyecek etkilerinin oluşmaması için güvenilir eşik olarak
sunuluyor. Sosyalizm koşullarında önceliklerimizin ne olacağı ve bu öncelikler
doğrultusunda bu güvenilir eşiği nasıl tespit edeceğimiz, tüm gelecek
kurgumuzda önemli parametreler olacak. Örneğin bir ada ülkesi olan Tuvalu
deniz seviyesinin yükselmesi nedeniyle büyük toprak kaybı riski ile karşı
karşıya. Sosyalistler Pasifik okyanusunda bir ada ülkesi olan Tuvalu’nun toprak
kaybının durdurulması için sanayileşme öncesi karbondioksit konsantrasyonuna
dönüşü mü tercih edecek yoksa bugün iklim değişikliği nedeni ile göçe mecbur
kalan ancak emperyalizmin koyduğu engellerle karşılaşan Tuvalu halkının
yaşanabilir bölgelere yerleştirilmesi kaydıyla emisyonların daha yüksek bir
çıtada sabitlenmesini mi savunacak? (Kuşkusuz, çarpıcı olması için
örneklerimizi keskin veriyoruz.) Yani, dünya insan yokmuş ve hiç olmamış gibi
korunmalı mı yoksa insan dünyayı ileri bir toplumsal yaşam kurgusu ile
değiştirebilmeli mi? Katkılarda yer alan toplumsal yaşamın rolü başlığı bu
tartışmalara başlayacağımız yeri işaret ediyor.

Enerji politikaları mutlaka iklim değişikliği ile birlikte ele alınması gereken bir
başlık. Mevcut enerji tüketiminin sektörel incelemesini sunan bildiri, fosil yakıt
tüketiminde, dolayısıyla karbon emisyonu azaltımında nerelerden
başlanabileceğini ve mevcut üretim ve tüketim kalıpları devam etse dahi
yalnızca toplumsal ve ekonomik faaliyetlerin merkezî olarak planlanması ile
emisyonların azaltılabileceğini gösteriyor. Sosyalist gelecekte toplumsal
faaliyetlerin farklı amaçlarla yeniden kurgulanmasının daha az karbondioksit
emisyonuna neden olacağı buradan dahi çıkarılabilir. Buradan hareketle ortak
bir çalışma da kurgulanabilir.

Iraz Akış’ın 3 nolu katkısı için:


İlgili cümledeki kasıt uluslararası kamuoyunda ve kapitalist tekeller nezdinde
çevre ile barışık bir kapitalist kalkınma modelinin mümkün olduğuna ilişkin
uzlaşının ortaya çıkmış olmasıdır. Tüm toplumsal faaliyetlerin çevresel bir
izdüşümü olacaktır. Esas düğüm toplumsal yaşamın sağlıklı ve dengeli bir
çevrede sürdürülmesinin sağlanmasında yatmaktadır. İster sürdürülebilir ister
yeşil olsun kapitalist kalkınma modellerinin bunu sağlayamayacağı açıktır.
Ancak, elbette bilimsel öngörüleri temel alan toplumcu bir kalkınma modelinde
çevre ve kalkınmanın birbirine zıt kavramları ifade etmesi gerekli değildir.

You might also like