Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 202

2581 I ALFA 1 TARİH 1 35

Bizans'ın Çöküşünden Günümüze


BALKANLAR

MARK MAZOWER
Mark Mazower Oxford Üniversitesi Eski Çağ Dilleri ve Felsefe bölümünden
1981 yılında mezun oldu ve doktorasını aynı bölümde 1988 yılında tamam­
ladı. Ayrıca John Hopkins Üniversitesi'nde Uluslararası İlişkiler bölümünden
yüksek lisans derecesini 1983 yılında aldı. Modern Yunanistan, 20. yüzyıl Av­
rupa tarihi ve uluslararası tarih üzerine uzmanlaşan Mazower Londra Üni­
versitesi Birkbeck Collegc, Susscx Üniversitesi ve Princeton Üniversitesinde
dersler verdi. Şu anda· Columbia Üniversitesi Tarih Bölümünde profesördür.
Finaıuilıl Times ve 11ıt lndq.endenr gazetelerinde de yazılar yazan Mazower'ın
kitaplarından bazıları şunlardır: inside Hitler� Gımt: 11ıe Experieıut �f Oau·
pation, 1941-44 (Yale UP, 1993); Karanlık Kıta: Avrupa'nın 20. Yıızyılı (A lfa ,
2015); A,{ter the War was Over: Rı-constrwtin� tht Family, Nation and Stak in
Grtect, 1943-1960, (Princeton UP, 2000); l..)utf Cooper Ö dülü kazanan St·
lanik: Hayaletler Şclıri (Alfa. 2013); LA Times Y ılın Tarih Kitabı Ödülü kaza­
nan Hitler İmparatorluğu : 4.gal Avrupasında Nazi Yönetimi (Penguin, 2008; Alfa,
2014); Büyülü Saray Yok: Birleşmiş Milletler' in İdeolojik Kökenleri VI' İmparatorlu­
ğun Sonu (Princeton UP, 2009;Alfa, 2013); Dünyayı Yönetmek (Penguin, 2012;

Alfa, 2015).

AYŞE OZİL
lloğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Ulu.•lararası İlişkiler Bölümü mezu­
nudur. Aynı üniversitede tarih alanında yüksek lisansını tamamladıktan sonra
Londra Üniversitesi llirkbeck College'de tarih doktorası yapmıştır. Çeşit­
li y:ıyınevlerinde çevirmen ve redalttör olarak da çalışan Ayşe Ozil'in geç
Osmanlı tarihi konusunda çeşidi makaleleri ve Anadolu Rum/an: Osmanlı
İmparatorluğu'11u11 Son Döntmitıdt Millet Sistemitıi Yeniden Düşünmek (Rout­
ledge, 2012; Kitap Yayınevi, 2016) başlıklı bir kitabı vardır. Halen Sabancı
Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Faltültesi'nde tarih dersleri vermektedir.
Blun.t'ın Çölıilprukrı Giiniimiizt &IJwnLır
CI 2010,ALFA Ba.<ım Yayım Dağıtım San. ve Tic. ltd. Şti.

Tlıt &lluın.ı-From tlıt En4 of Byzantl11m to tlıe Prumt Doy


C> 2000, Mark Mazower

Bu kitap Weidenfeld ve Nicolson ile yapılan anlaşma gereğince y:ıyınılannuıtır.


Kitabın Türkçe y:ıyın hakları Wylie Agency aracılığıyla Alfa Basım Yayım Dağıtım San. ve
Tic. Ltd. Şıi.'ne aittir. Tanıtını amacıyla, bynak göstermek ıaruyla yapılacak kısa alıntılar
dııında hiçbir yöntemle çoğaltılamaz.

Yayıncı ve Genel Yayın Yönetmeni M. Faruk Bayrak


Genel Mü dü r Vedat Bayrak
Yayın Yönetmeni Mustafa Küpüşoğlu
Dizi Editörü Hüly:ı Hatipoğlu
Kitap Editör Göksun Yazıcı
Kapak Taıarınu Begüm Çiçekçi
Sayfa Tasarımı Mürüvet Durna

ISBN 9711-605-106-879-4
1. Basım: Ha2ir�n 2014
2. Basım: Nisan 2017

Baskı ve Cilt
Melisa Matbaacılık
Çiftehavu2lar Yolu Acar Sanayi Sitesi No: il Bayrampaşa-İstanbul
Tel: 0(212) 674 97 23 Faks: 0(212) 674 97 29
Sertifika no: 12088

Alfa Basım Yayım Daiıtım San. ve T ic. Ltd. Şti.


Alemdar Mahallesi Ticarethane Sokak No: 15 34110 Fatih-İstanbul
Tel: 0(212) 51 1 53 03 (pbx) Faks: 0(212) 519 33 00
www.alfakitap.com - info@alfakitap.com
Sertifika no: 10905
MARK MAZOWER

Bizans'ın Çöküşünden Günümüze

BALKANLAR
Çeviri
Ayşe Ozil

ALF�ITARİH
Dimitri Gondicas'a
İÇİNDEKİLER

Türkçe Baskıya ônsöz, 9


Teşekkür, 13
Haritalar, 14
Kronoloji, 15

Giriş: İsimler 25
1. Coğrafya ve İnsan 47
2. Ulustan önce 83
3. Doğu Sorunlan 124
4. Ulus-Devlet Yaratmak 158
Sonsöz: Şiddet 'Ozerine 188

Ek Okuma 199
Dizin 203
TÜRKÇE BASKIYA ÖNSÖZ

Mark Mazower

Türkçe baskıya bir önsöz yazmak üzere bu kitabı on dört yıl


sonra tekrar elime aldığımda Soğuk Savaş'tan bu yana geçen
şu kısacık zaman diliminde ne kadar çok şeyin değişmiş ol­
duğunu fark ettim.
Bu kitabı yazarken önümde iki amaç vardı. Bunlardan il­
ki, ı 990'larda Yugoslavya'da çıkan savaşa yönelik bir şeyler
söylemekti, çünkü bu savaş, bugün Avrupa'nın içine düştüğü
krizden çok daha önce, Avrupalılann aslında birbirlerini ne
kadar az tanıdıklannı ve birbirleri hakkındaki önyargılann
nasıl bala güncelliğini koruduğunu açık bir biçimde ortaya
koyuyordu. Yugoslav savaşı sırasında gerçekten de Balkanlar
hakkında saçma şeyler söylenmiştir. Örneğin Balkan halkla­
nnda özel bir şiddet eğilimi olduğunu düşünenler vardı. Oy­
sa Balkanlar'da şiddet, modernleşmeyle birlikte ortaya çıkan
bir olgudur. Bölgenin tarihine baktığımızda, Balkan halkla­
nnda özel bir şiddet eğilimi olmaması bir yana bu halkla­
nn yüzyıllar boyunca şiddetten uzak yaşadığını da görürüz.
Bölgedeki asıl mesele devlet otoritesinin zayıflığıydı. Coğ­
rafyanın da etkisiyle (sıradağlar nedeniyle toprak bütünlü­
ğü yoktu ve nehirler ulaşıma elverişli değildi) Balkanlar'da
siyasi birlik sağlamak çok zordu; aynca bölge doğal kaynak­
lar açısından da zayıf olduğu için buraya yatının yapmak ve
düzen getirmek için fazla bir neden yoktu.

9
Bütün bunlan elbette büyük Fransız tarihçi Fernand
Braudel'in izinden giderek söylüyordum. Gerçekten de Bal­
kan tarihçiliği, aşağı yukan 50 yıldır hatta belki daha uzun
bir süredir Braudel'den bağımsız düşünülemez oldu. Braudel,
Akdeniz adlı klasik eserinde, iklim ve coğrafyayı özellikle de
dağlan ön plana çıkararak bu büyük denizi çevreleyen ülke­
lerin tarihine son derece özgün bir bakış açısı getirmiştir.
Braudel'de dağlar tarihin başaktörleri olur, insanlar ise çok
daha mütevazı bir konuma yerleşir.
O dönemde Yugoslavya'daki savaş bana bir başka konuyu
daha ele almamız gerektiğini düşündürmüştü. 1 1 Eylül'den
sonra, özellikle de sözde 'terör ile savaş'ın başlamasıyla bir­
likte çok daha büyük bir önem kazanacak olan Müslüman
halklann Güney Avrupa'da çok eskilere dayanan bir tarihi
vardı. Aslında Braudel'in de en önemli amaçlanndan biri er­
ken modern Avrupa tarihinde Müslümanlann oynadığı ro­
lü incelemekti ama bu büyük tarihçi ne yazık ki Akdeniz'de
İslamdan pek söz etmez. Oysa bu coğrafyadaki Müslüman
varlığını hiçbir Balkan tarihçisi göz ardı edemez. Sonuç­
ta, aslında hep orada olan ama Soğuk Savaş döneminde
kimsenin pek önemsemediği Balkan Müslümanlan, Bosna
Savaşı' yla birlikte yeniden keşfedilir. Mesele elbette yalnız­
ca İslamdan da ibaret değildir. Bütün bu olan bitenin arka­
sında koca bir Osmanlı mirası meselesi vardır. Ben de bu
kitapta Balkanlar' ın nasıl hem Avrupa'nın hem de Osmanlı
dünyasının aynlmaz bir parçası olduğunu göstermeye çalış­
tım. Avrupa ile Osmanlı'nın, birbirinin zıddı olmadığını, tam
tersine birbirini tamamladığını düşünüyorum.
Modem siyaset anlayışının henüz ortaya çıkmadığı dö­
nemlere de yer vermekle birlikte, bu kitabı, her şeyden önce
devlet ve iktidar meselesine odaklanan bir siyasi tarih ola­
rak tasarladım. Yine Braudel'i takip ederek Balkanlar'ın u­
zun siyasi tarihini devlet otoritesinin güçlü ve zayıf olduğu
dönemlere bölmek mümkün. Örneğin Roma İmparatorluğu
yerini Bizans' a bırakırken yüzyıllar sürecek bir istikrarsız­
lık dönemi başlamış, bir zamanlar imparatorluğun hayat da-

10
marlanndan biri olan Egnatia Yolu· işlevini yitirmiş ve böl­
gede haydutlar kol gezmeye başlamıştı. Bu açıdan bakınca
modem ulus-devlet, son derece uzun, devingen ve destansı
bir imparatorluklar tarihinin sonuna eklenmiş kısa bir dö­
nem gibidir. Aynca hemen şunu da eklemeli ki Balkanlar'dan
gelip geçen imparatorluklardan hiçbiri, Romalılar bile, böl­
genin kaderini Osmanlılar kadar etkilememiştir. Ben Os­
manlı tarihçisi değilim: Osmanlı tarihi çalışmak için gere­
ken dilleri bilmiyorum, kaynak okuyamam. Dolayısıyla Os­
manlı tarihine hak.kını verecek bir çalışma yapmam zor. Bu
alana dışarıdan bakmakla birlikte, yine de Osmanlı tarihi ile
ilgili çalışmaları takip ederek, Osmanlı 1mparatorluğu'nun
Balkan tarihinde ne kadar büyük bir rol oynadığını gördüm
ve bu kitapta da bunu anlatmaya çalıştım.
tık olarak imparatorluğun nasıl ortaya çıktığına ve ge­
nişlediğine baktım. Bu konuda, Heath Lowıy gibi Osmanlı
tarihçilerinin çalışmaları bana çok faydalı oldu. Osmanlılar,
Balkan fetihleriyle birlikte, küçük bir hanedanlıktan Trakya
ve Makedonya topraklarına yayılan varsıl bir merkezi devlet
yaratmış ve bu devleti zamanla bir imparatorluğa dönüştür­
müşlerdi. Aynca 14. yüzyıl öncesi Anadolu fetihleri ile son­
raki Balkan fetihlerini karşılaştırmak, Osmanlıların, Hıristi­
yanlara yönelik politikalarda da ne kadar esnek olduklarını
ve bu esneklik sayesinde diğer devletlerin aynı topraklarda
yapamadığını yapıp varlıklarını nasıl yüzyıllar boyu sürdü­
rebildiklerini açık bir şekilde gözler önüne seriyordu. Ger­
çekten de sorulması gereken en temel soru buydu: Osman­
lılar yüzyıllar boyu Balkanlar' ı nasıl bir arada tutabilmişti?
Sonuçta din faktörü çok da büyük bir rol oynamamıştır. Yol
yapmak, at tedarik etmek, aynca topraktan, madenden ve
de insan gücünden bir değer yaratmak çok daha önemliydi.
Osmanlılar pragmatik davranarak ve #gönülleri fethederek#

Romalılar tarafın dan MÔ 2. yüzyılda inşa e dilen bu yol, Dıraç'tan


(Arnavutluk) Selanik'e, Selanik'ten Byzantlon'a (İstanbul) kadar de­
vam e den bu imparatorluk yolu toplam ı 1 20 km'dir -ed.n.

il
Balkanlar'da uzun yıllar silinmeyecek izler bırakmışlardır.
Osmanlı dünyasını, bugün hayatımızı gereğinden fazla ku­
şatmış olan nostalji hissinden uzak durarak ve de ulus-dev­
let ölçütlerini bir kenara bırakarak kendi içinde değerlen­
dirmeliyiz.
Son 10-15 yıl içinde yeni bir tarihçi kuşağı Osmanlı Bal­
kan tarihi ile ilgili çok önemli işler çıkardı, aynca genel ola­
rak Osmanlı tarihi ile ilgili yapılan yeni çalışmalara baktığı­
mızda bunlar içinde en heyecan verici olanların hatınsayılır
bir kısmının yine Balkanlar' la ilgili olduğunu görüyoruz.
Osmanlı'daki çok-dinlilik ve dinler arası geçişkenlik konusu
bugün daha önce hiç olmadığı kadar ilgi görüyor. Yine son
10-15 yıldır Yunanistan'da Osmanlı tarihine büyük bir ilgi
var; Girit ve Selanik gibi şehirlerin Osmanlı arşivlerinde çalı­
şan araştırmacıların sayısı her geçen gün artıyor. Türkiye'de
de bu konuda büyük bir dönüşüm yaşandı; insanlar artık
köklerini aramaya Balkan ülkelerine gidiyor. Bugün mübadil
ve muhacir hikayeleri Türkiye tarihinin derinliklerinde kay­
bolmuş olabilir ama bu hayatlar çok daha önce bambaşka
bir yerde, Osmanlı' nın Balkan topraklannda başlamıştı. Son
yıllarda Türk hükümeti dış siyasette Yeni Osmanlıcılık adın­
da bir politika geliştirdi; Türk Hava Yollan da eski Osmanlı
şehirlerine seferler düzenliyor. Bu yeni uçuş hatlannın açıl­
mış olması kadar bu hadan kullanan ya da tur otobüsle­
riyle tstanbul'dan kalkıp Elbasan'a, Yanya'ya, Filibe' ye ata
topraklannı görmeye gidenler, Türkiye toplumunun kültürel
hafızasında ne kadar büyük bir dönüşüm yaşandığını gös­
teriyor. Bugün Avrupa' nın içinde bulunduğu kriz nedeniyle
Türkiye-Avrupa ilişkileri de bir dönüşüm geçirmekteyken
uTürklerin Avrupa topraklan"nın sadece bir klişeden ibaret
olmayıp coğrafi bir gerçekliği yansıttığı dönemlere bakma­
nın çok önemli olduğunu düşünüyorum.

12
TEŞEKKÜR

Bu kitabı Princeton'da yazdım ve burada bulunduğum süre


içinde pek çok değerli insanla tanışma fırsatı buldum. Önce­
likle bana burada çalışma imkanı s ağladığı için Phil Nord'a
ne kadar teşekkür etsem azdır. Aynca Peter Brown' a, Maıwa
Elshakry'ye, Laura Engelstein'a, Bill Jordan'a, Tia Kolbaba'ya,
Liz Lunbeck'e, Arno Mayer'a, Ken Mills'e ve Gyan Prakash'a
yorumlan , eleştirileri ve fikirleri için teşekkür ederim. Molly
Greene ve Heath Lowry beni Osmanlı dünyasıyla tanıştırdı­
lar ve Osmanlılar hakkındaki bilgilerini benimle sabırla pay­
laştılar; Polymeris Voglis ve Dimitris Livanios da kitaba çok
faydalı öneriler ve eleştiriler getirdi. Londra'da Peter Mandler
yardımını hiç esirgemedi. Johanna Weber metni satır satır
okuyarak bana büyük destek verdi; getirdiği öneriler ve eleş­
tiriler için kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır. Aynca bu
çalışmayla ilgili olarak Columbia ve Brown üniversitelerinde
yaptığım sunumlar için Nicholas Dirks ve Tony Molho'ya, ya­
ratıcı ve değerli fikirleri için Fergus Bremmer'e teşekkür ede­
rim. İngiliz Akademisi ve Leverholme Vakfı'nm desteği olmasa
bu çalışmayı tamamlayamazdım, kendilerine minnettanm. Yi­
ne Princeton'da Dimitri Gondicas'ın yıllar yılı büyük emekler
harcayarak müthiş bir araştırma merkezi, gerçek bir akade­
mi.le ve entelektüel ortam haline getirdiği Helen Araştırmalan
Programı'nın bir parçası olmak benim için büyük bir onurdu.
Gondicas'a hep şükran ve hayranlık duymuşumdur, dostluğu­
muza da istinaden bu kitabı ona adıyorum.
HARİTALAR

B alkan Yanmadası, Topografik Harita 17


Osmanlı İmparatorluğu, y. 1550 18
B alkan Yanmadası, y. 1870 19
Balkan Yanmadası, y. 191O 20
Balkan Yanmadası, y. 1930 21
B alkan Yanmadası, y. 1950 22
Balkan Yanmadası, y. 2000 23
KRONOLOJİ

(Tarihlerin bir kısmı yaklaşıktır)

330: Konstantinopolis'in kuruluşu


395: Roma İmparatorluğu'nun ikiye bölünmesi
6. ve 7. yüzyıllar: Slav akınları ve Balkanlar'da Slav yerleşiminin
başlaması
865: Bulgarların Hıristiyanlığı kabul edişi
1071: Malazgirt Savaşı; Selçukluların Anadolu'ya girişi
1204: Konstantinopolis'in Haçlılar tarafından yağmalanması
(Dördüncü Haçlı Seferi)
1243: Timur'un Anadolu zaferi
1352: Osmanlıların Gelibolu'yu alması
1402: Edime'nin Osmanlı İmparatorluğu'nun başşehri olması
1453: Osmanlıların Konstantinopolis'i fethi
1463: Osmanlıların Bosna'yı fethi
1476: Eflak'ın Osmanlı İmparatorluğu'na ait imtiyazlı bir eyalet
(vasal) olması
1512: Boğdan'ın (Moldavya) Osmanlı İmparatorluğu'na ait imti­
yazlı bir eyalet (vasal) olması
1526: Mohaç Muharebesi; Buda'nın Macarlardan Osmanlılara
geçmesi
1571: Osmanlıların İnebahtı bozgunu
1573: Kıbrıs'ın Venediklilerden Osmanlılara geçmesi
1669: Osmanlıların Venediklilerden Girit'i alması
1683: Osmanlıların Viyana bozgunu
1699: Karlofça Antlaşması
1711-1715: Eflak ve Boğdan'da Fenerli hakimiyetinin başlaması
1718: Pasarofça Antlaşması
1736-1739: Osmanlı-Rus/Habsburg Savaşı
1768-1774: Osmanlı-Rus Savaşı
1770: Mora İsyanı
1774: Küçük Kaynarca Antlaşması
1787-1792: Osmanlı-Rus/Habsburg Savaşı
1797: Venedik Cumhuriyeti'nin sonu
1804: Birinci Sırp İsyanı
1815: İkinci Sırp İsyanı
1821: Yunan Bağımsızlık Savaşı'nın başlaması

15
1827: Navarin Muharebesi
1830: Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanması
1839: Tanzimat Fermanı'nın ilanı
1858: Eflak ve Boğdan'ın birleşmesi (Romanya)
1870: Bulgar Eksarhhğı'nın kuruluşu
1877-1878: Osmanlı-Rus Savaşı
1878: Ayastefanos Antlaşması'nın imzalanması ve hemen ar­
dından antlaşma koşullarının Berlin Antlaşması ile ye­
nilenmesi; Bulgaristan'a özerklik tanınması; Sırbistan,
Karadağ ve Romanya'nın bağımsızlığını kazanması; İn­
gilizlerin Kıbns'ı işgali; Avusturya-Macaristan'ın Bosna­
Hersek'i işgali
1893: İç Makedon Devrimci Orgütü'nün kurulması
1903: İlinden İsyanı
1908: II. Meşrutiyet'in ilanı; Bosna krizi
1912: ı. Balkan Savaşı; Arnavutluk'un bağımsızlığını kazanması
(sınırlan 1921'de kesinleşmiştir)
1913: il. Balkan Savaşı
1914-1918: 1. Dünya Savaşı
1918: Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı'nın (Yugoslavya) kurulması
1919-1922: Türk-Yunan Savaşı
1923: Lozan Antlaşması; Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi;
İtalya'nın Korfu'yu bombalaması
1939: İtalya'nın Arnavutluk'u işgali
1940: SSCB, Macaristan ve Bulgaristan'ın Romanya'dan toprak
ilhakı; İtalya'nın Yunanistan'ı işgali
1941: Almanya'nın Yugoslavya ve Yunanistan'ı işgali
1941-1944: Mihver Güçleri'nin Balkan işgali; bağımsız Hırvat
devletinin kurulması
1944-1945: Almanların Balkanlar'dan çekilmesi
1946-1949: Yunan İç Savaşı
1948: Tito-Stalin ayrışması
1967-1974: Yunanistan'da darbe dönemi
1980: Tito'nun ölümü
1989: Doğu Avrupa'da komünist devletlerin çöküşü
1990-1991: Slovenya ve Hırvatistan'da çarpışmalar
1992-1995: Bosna Savaşı
1999: Kosova Savaşı (NATO ile Sırbistan arasında)

16
AKDENİZ ö

'�
o

Balkan Yanmad�sı
o 100 200
Topo grafik Harıta
Mil
FAS

Sahra Çölü

1 Osmanlı İmparatorluğu, y. 1550

-- o.nıonlı İmparoıorluğu'nun sınırları


500
- imtiyazlı Eyaletler ......._
. __

Mit
...__
KARADENiZ

/
:
........-·-··'

- Ülke sınırlan, 1877


··••·•·•·• ·•• Osmanlı vilayet sınırları
100 200
.ıı. Büyük muharebeler
Mil
,._.,
,) Z?S'eb
{',,J . AVUST
\
\

KARADENİZ

•Roma

Ankara

Balkan Yarımadası, y. 1910

--- Ülke sınırları, 191 2


............. Ayostelcrıos Anrlaşması sınırları

----- Avusluryo·Macariston sınırları


-G== 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı
sırasında başlıca Rus saldırıları
o 100 200
.. Büyük Muharebeler
Mil
ssce.

\_/
TRANSİLVANYA '\
1
i
ROMANYA

)
,/

ı-·"-�·'-""·
! E F LAK

Balkan Yarımadası, y. 1930


·� o

m Yunanislan'ın Bulgarislan'dan aldığı topraklar


O Yunan topr�ı, 1919-1923
rl Romanya'nın Avusturya- o 100
� Macarislon'dan aldı!jı topraklar
Mil
- Romanya'nın Rusya'dan aldığı topraklar
Balkan Yarımadası, y. 1950

- Yunonislan'ın İtalya' don oldıljı ıoproklor

nııııııının Bulgorislan'ın Romonya'don oldıljı ıoproklor


100
D Rusyo'nın Romonyo'don aldıljı ıoproklor
o 200

- Yugaslavyo'nın İtalya'don aldığı ıoproklor


RUSYA

POLONYA
Varşova •


Kiev

DENİZİ

A K D E NiZ

1 Balkan Yanmadası, y. 2000

o 100

--- Ülko sınırları Mil


GİRİŞ

İSİMLER

Bir şeyin nasıl göründüğü, tanımlandığı ya da anıl­


dığı, yani nesneleri değerlendirme biçimimiz, aslında
hemen her zaman yanlış bir bilgiye dayanır ve keyfi
bir biçimde ortaya çıkar. İnsanlar sadece öyle oldu­
ğuna inandıkları için bu bilgiler kuşaktan kuşağa ak­
tarılır ve sonunda o şeyle özdeşleşir. Tiıli bir bilgi, o
şeyin kendisi olur.
Friedrich Nletzsche'

Bugün B alkanlar olarak bildiğimiz coğrafyanın ezelden beri


bu isimle anıldığı zannedilir. Halbuki daha iki yüzyıl önce
kimse bu adı duymamıştı bile. Buraya Balkanlar değil, "Ru­
meli" denirdi, yani Osmanlı'nın Bizans'tan fethettiği "Roma"
topraklan. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu'nun Ortodoks
Hıristiyan seçkinleri de kendilerini "Romalı" ("Rum") ya da
sadece "Hıristiyan" olarak adlandınr, bölgeyi Makedonya,
Epir, Daçya ve Moesia gibi antik isimlerle bilen Batılıla­
ra da "Balkan" lafı pek fazla bir anlam ifade etmezdi. "Bir
Balkan'dan geçeceğimizi duyunca çok heyecanlandım" diye
yazar Avrupalı bir seyyah 1854 yılında, "ama sonradan öğ­
rendim ki bu ilginç kelime, su yollannın arasındaki bir dağ
silsilesi ya da geçit gibi bir yer anlamına geliyormuş . Aynca
manzara da hiç öyle sanıldığı gibi ahım şahım değildi. "2
B alkan sözcüğü gerçekten de bu bölgedeki sıradağlardan
birinin adıydı. Orta Avrupa ile İstanbul arasındaki bu dağ
zinciri antik dönemde Haemus olarak bilinir ve seyyahlann

Friedricb Nietzscbe, The Gay Science'tan akta ran M. Todorova, Ima­


gining the Balkans, New York, 1 997, s. 1 9.
Warrington W. Smyth, A Year with the Turks, New York, 1 854, s. ı 69.

25
BİZANS'IN ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

çoğu bu bölgeyi bu adla tanırdı. 1 9. yüzyılın başlannda Av­


rupalı subaylann, örneğin Albemarle Earl'ünün, bu dağda
keşifleri olmuştur. 1 833'te yine bu topraklardan geçen Prus­
yalı bir diplomat, "şimdiye kadar Balcan'lann iç kesimlerine
pek fazla gidilmemiş , bazı yükseklik ölçümleri dışında bu
bölgeye ait pek fazla kayıt yok elimizde" diye not düşer. Bun­
dan yirmi yıl sonra, Giacomo August Jochmus da İngiliz Kra­
liyet Coğrafya Akademisi'ne "Balkan (Haemus Dağı) Yolculu­
ğu" başlıklı bir sunum yaptığında pek de fazla bir şey değiş­
memişti . Rus ordusu da 1 829 ve 1 877 yıllannda bu dağlar
üzerinden İstanbul ' a ilerleyecek ve 1 877 Osmanlı-Rus Savaşı
hakkın da yazılmış popüler bir tarih kitabı, "Balkanlar'ı geç­
mek bu savaşın en büyük başanlanndan biridir" diye yaza­
caktır.3
Aynı yıllarda bazı coğrafyacılar Balkan sözcüğünü bu
bölgenin tamamını kapsayacak şekilde sözcüğün anla­
mını genişleterek kullanmaya başlar. Pireneler nasıl İber
Yanmadası'nın sınırlarını çiziyorsa B alkan dağlarının da
Güneydoğu Avrupa'yı kıtadan ayırdığı düşünülür ama bu
bilgi doğru değildir. 1 8 . yüzyılda Rumeli coğrafyası hakkı n­
da pek fazla şey bilinmiyordu . 1 802 yılında John Pinkerton,
"bölgenin hıilıi doğru düzgün bir haritası"nın olmamasın­
dan yakınır. Bu döneme ait en eski tarihli Yunanca kitaplar
da dahil olmak üzere pek çok araştırmada bölge "Türklerin
Avrupa topraklan" olarak geçiyordu. Gerçekten de B alkan­
lar o dönemde bu isimle bilinirdi. Buraya 1 9. yüzyılda bile
B alkanlar diyen pek yoktu. Örneğin Ami Boue gibi, bölge
hakkında en ayrıntılı ve doğru bilgiye sahip bir bilim ada­
mı bile çalışmalarında, özellikle de 1 840 tarihli La Turquie

Earl of Albemarle [George Keppel), Narrative of a Joumey Across


the Balcan, Londra, ı 8 3 1 ; M. von Tietz, St. Petersburgh, Constanti­
nople and Napoli di Romania in 1833 and1834, New York, 1 836, s.
9 1 ; A. Jochmus . "Notes on a Joumey into the Balkan, or Mount Ha­
emus in 1 847", Joumal of the Royal Geographical Society 24 ( 1 8541.
s. 36-86; E. Ollier, CasseU's Ill ustrated History of the R usso-'IUrkish

War, 2. cilt, Londra, tarih belirtilmemiş, s. 1 5 .

26
iSİMLER

d'Europe (Avrupa'daki Türkiye) adlı kitabında, ki bu kitap


kuşaklar boyu bu coğrafyayla ilgili temel bir referans kita­
bı olarak kalacaktı, Balkan toprakları diye bir tanımlama
kullanmaz.4
l 880'lerden önce Balkan halkları diye bir tanımlama da
yoktu. Rumlar ve Slavlar, Ortodoks olarak bilinirdi, yani
henüz siyasi bölünmeler ortaya çıkmamış, Ortodoks halkı
etnik olarak ayrılmamıştı. Nitekim l 797'de Velestinli Ri­
gas, Fransız Devrimi'nin etkisiyle isyan bayrağını açtığında
ırk ve din farkı gözetmeden "Rumeli, Anadolu, Ege Adalan,
Eflak ve Boğdan· halklarının tek bir yurttaşlık bağı altın­
da birleşeceği bir Helen cumhuriyeti fikrini ortaya atmıştı.
Velestinli'nin öngördüğü bu cumhuriyette Yunanca sadece
okumuş sınıfların değil, aynı zamanda devletin de resmi dili
olacaktı. 1850'lerde, uzmanlar "çoğu 'Grek'. dininden olduğu
için Slav halklarını hıila 'Grek' zanneden bilgisiz insanlar ol­
duğundan" yakınıyorlardı. Alman coğrafyacı Carl Ritter bile
Tuna'nın güneyindeki bölgenin tamamını "Halbinsel Griec­
henland" (Grek Yarımadası) olarak adlandırmıştır. İngiliz·
tarihçi E.A. Freeman da 1877 yılında kaleme aldığı bir maka-

P. Vidal de la Blache ve L. Gallois, Geographie Universelle, 7. cilt, no.


2, Paris, 1 934, s. 395-396; J. Pinkerton, Modem Geography: A Desc­
ription of the Empires, Kingdoms, States and Colonies, with the
Oceans, Seas and Is/es in AU Parts of the World, 1. cilt, Londra, 1 802,
s . 46 1 ; Jochmus, "Notes", s. 64. Balkanlar'da yazılmış ilk Balkan tari­
hi kitabı muhtemelen D. Filippides ve G. Konstantas'ın 1 79 1 tarihli
Geografia neo teriki 'sidir, bkz. A. Koumarianou baskısı, Atina, 1 988.
Grek kelimesi metinde doğrudan Rumlardan (Osmanlı İmparator­
luğu'ndaki Ortodokslar ya da 1 9 . yüzyılda daralan anlamıyla Slav­
lar dışındaki Rum Ortodokslar) ya da Yunan/Yunanistan'dan (19.
yüzyılda kurulan Yunan devleti ve bu devletin vatandaşlan) bahse­
dilmediği zamanlarda kelimenin en geniş anlamıyla kullanılmıştır.
Ôzgün metinde ve çeviride özellikle kültür ve Aydınlanma'yla ilgi­
li bağlamlarda ya da Grek kelimesiyle dönüşümlü olarak "Helen"
kelimesi de kullanılmıştır. Nitekim bu tür kavramlann her birinin
ne kadar karmaşık bir gerçekliğe işaret ettiği ve zaman içinde an­
lamlannda nasıl değişiklikler olduğu bu kitabın ana konulanndan
biridir -çn.

27
B İ ZA N S' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E B A L K A N L A R

lede "çok yakın zamana kadar Türklerin Ortodoks tebaasının


tümü Avrupalıların gözünde Grekti" diye yazar.5
Slav milliyetçiliğinin ortaya çıkışından çok sonra bile
O smanlı tmparatorluğu'nun yerini ne tür bir devlet düze­
ninin ve de hangi halkların alacağını kestirmek zordu.' Bir
görüşe göre O smanlı egemenliği altında bazı özerk Hıristi­
yan devletler kurulacak, bir başka görüşe göre ise bir Yunan
devleti ile güney Slav federasyonu bölgeyi aralarında pay­
laşacaktı. O dönemde neredeyse kimse gerçekte yaşanacak
p arçalanmayı öngörememişti. Bir Fransız yazar 1 864 yılında
şunları söylemiştir: "Türkiye'nin Hıristiyan halklarının as­
lında hangi devlete ait olduğu sorulduğunda -Rusya'ya mı,
Avusturya'ya mı, yoksa Fransa'ya mı- bazı hayalperestler
hala 'bu halklar kendilerine aittir' diyebiliyor. Bu ne ütopik,
ne gülünç ve acınası bir görüş."6
1 8 . ve 1 9 . yüzyıl boyunca "Balkanla� yerine kullanılan
genel tanım uTürklerin Avrupa topraklan"ydı. Ama 1 880'lere
gelindiğinde Osmanlıların bu topraklardaki ömrünün çok da
uzun olmadığı anlaşılır. 1 9. yüzyılda Yunanistan, Bulgaris­
tan, Sırbistan, Romanya ve Karadağ ayn birer devlet olacak,
O smanlı İmparatorluğu ise gittikçe küçülecektir. Gerçekten
de 1 878 ve 1 908 yıllan arasında Osmanlılar Balkanlar'da çok
toprak kaybeder, ellerinde kalan yerler de Büyük Güçler'in

Yazar, burada ve birkaç istisna hariç kitabın genelinde Brltanya ve


Brltanyalı ifadesini kullanmaktadır. Sadece belli bir halkı değil bü­
tün bir ülkeyi kastettiği için bu ifade elbette doğru olmakla birlikte
çeviride Türkçede daha yaygın olarak kullanılan İngiliz ifadesi ter­
cih edilmiştir -çn
Yazar burada ve kitabın genelinde Osmanlı yerine Türk demektedir.
Bazı istisnalar hariç çeviride Osmanlı sözcüğü kullanılmıştır -çn.
Rigas, aktaran R. Clogg (ed.), The Movement for Greek Independen­
ce 1 770-1 8 21 , Londra, 1 976, s. 157- 1 63; E. A. Freeman, "Race and
Language", Contemporary Review 29 (1887), s. 7 1 1-74 1 .
Krş. Ami Boue, RecueU d'itineraires dans la Turquie d'Europe, 2.
cilt, Viyana, 1 854, s. 327-332; H. F. Tozer, Researdıes in the High­
lands of Turkey, 1. cilt, Londra, 1 869, s. 393-397; Saint-Marc
Girardin'i aktaran T. G. Djuvara, Cent projets de partage de la Tur­
quie ( 1 28 1 - 1 9 1 3), Paris, 1 9 14, s. 496.

28
İSİMLER

denetimi altına girer. Bu dönemde bölgeye büyük bir Batılı


seyyah ve gazeteci akını olacak, aynca propaganda faaliyet­
leri de başlayacaktır. İşte bugün bildiğimiz anlamıyla "Bal­
kanlar" deyişi bu dönemde yaygınlaşmıştır. 1. Balkan Savaşı
sırasında ( 1 9 1 2) , ki bu savaş Osmanlıların Avrupa'daki ege­
menliğine (Doğu Trakya hariç) son verecektir, artık herkes
Balkanlar'dan bahseder olmuştu. Fakat bu yeni kullanım ba­
zılarını rahatsız eder. örneğin bir Alman coğrafyacı "Güney­
batı Avrupa"ya "yanm yüzyıldır hatalı olarak . . Balkan Yarı­
.

madası• dendiğinden yakınmaktadır. Aynı şekilde, bir Bulgar


araştırmacı da "bu bölge(nin) . . . B alkan Yarımadası olarak
adlandırılmasının yanlış" olduğunu söyleyecektir. Ama ar­
tık bu tür doğrucu yaklaşımlarla akıntıya kürek çekmenin
faydası yoktur. Bölgede yaş anan sınır değişiklikleri ve siya­
si dönüşümlerle birlikte yanın yüzyıldan az bir süre için­
de günlük dile yeni bir coğrafi tanım girmiştir. 1 9 1 7 yılında,
Doğu Sorunu hakkında yazılmış temel kitaplardan birinde
"bizden önceki coğrafyacıların 'Türklerin Avrupa topraklan'
olarak adlandırdığı ama siyasi gelişmeler sonucu bizim yeni
bir isim verdiğimiz bölge"den bahsedilir olmuştu. Bu bölge
Balkan Yarımadası ya da kısaca Balkanlar'dı. 7
Bölgeye ait daha önceki tanımlamaların aksine Balkan­
lar en başından beri bir coğrafi tanımlama olarak değil,
birtakım olumsuz çağrışımlarla yüklü bir kavram olarak
ortaya çıkar. B alkanlar denince akla şiddet, vahşet ve ilkel­
lik görüntüleri gelmektedir. Gazeteci Harry de Windt 1 907
yılında yazdığı Through Savage Europe (Vahşi Avrupa) adlı
kitabında bu bölgeyi neden "Vahşi Avrupa" olarak adlandır­
dığını şu şekilde açıklıyordu: "Bu tanımlama Adriyatik ile
Karadeniz arasındaki kanun tanımaz ülkeleri çok iyi anlatı­
yor. " İç Makedon Devrimci Ôrgütü'nün terörist saldınlannı,

F. C rou sse, La Peninsule greco-slave, Brüksel. 1 876; T. Fischer, Mit­


telmeerbilder, Leipzig, 1 906, s. 44; D. M. Brancoff (Dimitur Mishev),
La Macedoine et sa population chretienne, Paris, 1 905, s. 3; J. R.
Marriott, The Eastem Question: An Historical Study in European
Diplomacy, Oxford, 1 9 1 7, s. 2 1 .

29
8 İ ZANS'I N Ç Ö K Ü ŞÜNDEN G Ü N Ü M Ü Z E &A LKANLAR

Sırp kralına düzenlenen suikastı ( 1 903) ve Balkan Savaşları


sırasındaki katliamları yakından bilen Avrupalılar için B al­
kan tarihi l 900'lerin başında doruğa varan yarım yüzyıllık
bir "isyan ve intikam" tarihiydi; Avrupa'nın bu bölgeyi kan
ve vahşetle özdeşleştirmesi fazla uzun sürmemiştir. Balkan
S avaşlarıyla başlayıp 1 922 yılında Yunanlıların· Anadolu
yenilgisiyle sona erecek on yıllık savaş ve bu s avaşın hemen
ardından 2 milyon kişinin mübadele edilmesi de Avrupalı­
ların kafasındaki Balkan imajını düzeltebileceğe benzemi­
yordu. Elbette şunu da s öylemek lazım: Balkan halklarının
B atılı destekçilerinin yıllardır beklediği dönüşüm gerçek­
leşmiş, Balkanlar'da bağımsız devletler kurulmuştu ama
bunun için nasıl bir bedel ödenmişti? Ortaya çıkan tablo
dışta komşusuna düşman, içte kendine tahammülsüz bir­
takım küçük ve zayıf ülkelerden oluşan bir karmaşaydı. Bu
durum Avrupa'da ulus-devletlerin fütursuzca büyümesine
karşı çıkan kesimlerin korktuğu kleinstaaterei manzarası­
na çok benziyordu. Liberal kesimler bile bölgenin p arça­
lanmışlığını ve istikrarsızlığını, ulusların kendi kaderlerini
kendilerinin tayin ettiği 'ideal' bir dünya fikriyle uzlaştır­
makta zorlanıyordu. Almanya ve İtalya örneklerinde milli­
yetçi dalga birtakım ufak devletleri hem daha büyük ve hem
de iktis adi olarak daha rasyonel birliklere dönüştürmüştü.
Balkanlar'da ise sonuç tam tersiydi. 8
İki savaş arasında' romanlar ve filmler bölgeyi yolsuzlu­
ğun kol gezdiği, cinayetin işten bile olmadığı, suç işlemenin
vaka-i adiyeden sayıldığı casus ve korku hikayelerinin eg­
zotik malzemesi olarak kullanmıştır. örneğin Erle Ambler'ın
The Mask of Dimitrios (Dimitrios'un Maskesi) adlı kitabın-

Çeviride birkaç istisna ve dilbilgisel gereklilik dışında "Yunan"


değil "Yunanlı" tanımlaması kullanılmıştır. "Yunanlı" Osmanlı'dan
"galat"tır; Osmanlılar "Sırplı", "İ ngilizli" vs de derlerdi. Günümüz
Türkçesine sadece "Yunanlı" sözcüğü bu eski şekliyle geçmiştir -çn
H. De Windt, Through Savage Europe, Londra , 1907, s. 1 5; Todorova,
Imagining the Balkans, s. 1 22.
1. ve II. Dünya Savaşları arasındaki dönem -çn.

30
İSİMLER

da, B alkanlar, Avrupa'nın iki savaş arasındaki ahlaki çökü­


şünün simgesi olur. Ambler kadar sofistike olmasa da Agat­
ha Christie de 1 925 tarihli The Secret of Chimneys [Köşkteki
Esrar] adlı kitabında, kötü adam Boris Anchoukoff'un mem­
leketini Nbir B alkan ülkesi" olarak tanımlıyordu: NEn önemli
akarsulan: Bilinmiyor. En önemli dağlan: O da bilinmiyor
ama çok dağ var. Başkenti: Ekarest. Nüfusu: Ç oğunlukla hay­
dutlardan oluşuyor. Halkın boş zamanlannda yaptığı iş: Su­
ikast ve devrim." Aynca Rebecca West de Black Lamb and
Grey Falcon [Kara Kuzu ve Boz Şahin] adlı seyahatnamesinin
b aşında, NBalkanlar deyince aklıma vahşetten başka bir şey
gelmiyor. Gerçekten de Güney Slav bölgesi hakkında bildi­
ğim tek şey bu" diyecektir. Jacques Tourneur ise 1 942 tarihli
kara filmi Cat People'da [Kedi İnsanlar] daha da ileri gidip
B alkanlar'ı -filmin Sırp kadın kahramanının sorunlu kişiliği
üzerinden- ölümcül bir tür cinsel saldırganlığın baş göster­
diği bir "kadim günah" yuvası olarak tanımlayacak ve Ame­
rikalılann "düzenli ve mutlu yaşamlan"nın nasıl büyük bir
tehdit altında olduğunu vurgulayacaktır.9
il. Dünya Savaşı'ndan sonra bu klişelerden bir kısmı et­
kisini yitirmiş, Soğuk Savaş başladığında da Yunanistan
komünist devletlerden aynlıp Güneydoğu Avrupa ikiye bö­
lününce, Balkan ülkeleri B atı'nın hafızasından silinmişti.
Arnavutluk'a girmek fiilen imkansızdı. Tito Yugoslavyası ise
hem Amerika'da siyaseti belirleyen kesimler hem de Avru­
pa'daki Yeni Sol tarafından idealize ediliyor, Bağlantısızlar
hareketi ve işçilerin özyönetim.i Yugoslavya dışında da yan­
kı buluyordu. Romanya'da Nicolae Ceausescu ise uyguladığı
ağır b askı rejiminden çok, dış politikadaki belirgin Sovyet
karşıtlığıyla tanınıyordu. Yunanistan ancak kıyısından kö­
şesinden "Batı"nın bir parçası olurken diğer B alkan ülkeleri
komünist Doğu Avrupa'nın en bilinmeyen kısmıydı. Bir yan­
dan da kitle turizmiyle milyonlarca insan bölgedeki plajlara
ve kayak merkezlerine akın ediyor, B alkan köy yaşamı folklo-

R. West, Black Lamb and Grey Falcon, 1 . cilt, Londra, 1943, s. 23.

31
B İ ZANS ' IN Ç Ö K Ü Ş ÜNDEN G Ü NÜ M Ü Z E & A L KANLA R

rik bir malzemeye dönüşüyordu. Artık kafalardaki şiddet i­


majı yerini hoş manzaralara bırakmaya başlamış, turistlerin
en korktuğu şey yolların bozukluğu ve tuvaletlerin garipliği
olmuştu.
Bütün bunlar Soğuk S avaş'la beraber Avrupa'da esme­
ye başlayan barış rüzgarlarının bir sonucuydu. Bugün pek
çok insan için bu dönem s adece uzak ve hayali bir geçmiş
değil, Balkanlar'ın gerçek karakterinin geçici bir süreliği­
ne askıya alındığı ara bir dönemdir. Komünizm çöktükten
sonra Güneydoğu Avrupa'yı tek bir bütün olarak görmek ye­
niden mümkün olmuş ama bu durum aynı zamanda bölge
hakkındaki eski kötü çağrışımları da beraberinde getirmişti.
Yugoslavya'nın p arçalanmasıyla ortaya çıkan çatışmalar bu
çağrışımları insanların kafasına yeniden ve belki hiçbir za­
man olmadığı kadar güçlü bir biçimde yerleştirmeyi başarır.
Bölgede yaşanan kitlesel şiddetten artık s adece Tito ve ko­
münizm sorumlu tutulmuyor, bütün bu olaylara etnik ve kül­
türel farklılıklar ile dini ayrımların yol açtığı düşünülüyor­
du. 1 990'larda neredeyse kimse Balkanlar hakkında olumlu
bir fikre s ahip değildi , bölgeyi iyi-kötü karşıtlığının ötesin­
de değerlendirebilen de pek yoktu. Peki bugün B alkanlar'a
yeni bir gözle b akmak mümkün mü? Bu coğrafyayı yıllardır
özdeşleştirildiği olumsuz imgelerden bağımsız düşünebilir
miyiz? İşte elinizdeki kitabın temel amacı bu sorulara yanıt
aramak.
•••

Eğer Batılıların kafasındaki Balkan stereotiplerinin bir yüz­


yıldan daha uzun bir geçmişi olmas aydı, bugün bu imgele­
rin nasıl hala güncelliğini koruyabildiğini açıklamak güç
olurdu. B alkan tanımlaması, nispeten yakın bir zamanda
ortaya çıkmış olmakla beraber, Batılıların kafasında çok
daha derinlere inen bazı çağnşımlarla yakından ilintilidir.
Bunlardan biri Ortodoks-Katolik çatışmasıdır ki en belirgin
şekliyle 1 204 yılında Haçlıların Konstantinopolis yağmala­
masında ortaya çıkmıştır. Ama kuşkusuz bundan çok daha
önemlisi, Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında 7. yüzyılda

32
İSİMLER

başlayıp aşağı yukan 17. yüzyıla kadar devam eden çatış­


malardır ki bu süreç içinde Avrupa topraklann da zorlu bir
mücadele girilmiş ve her iki taraf da halklan kendi tarafına
çekmeye çalışmıştır.
tık Müslüman (akınlanyla) cihadıyla İslam kültürü
İspanya'dan (ve Afrika'dan) Hint ve Ç in sınınna dayanın­
ca, Hıristiyanlar bu akınlara Güney İtalya topraklannı ve
İber Yanm adası'nı geri alarak karşılık verir (reconquista)
ve her şeyden önemlisi Haçlı Savaşlannı başlatırlar. "Kut­
sal Akdeniz Savaşlan" olarak da b ilinen bu savaşlar Erle
Christiansen'in sözleriyle, "zaman, p ara ve insan kaybı"ndan
başka bir şey değildir. Müslümanlara karşı sürdürülen bu
iki yüzyıllık mücadele sonuçta Kudüs'ü geri getirmez ama
Hıristiyan Avrupa'da heretiklere, çoktannlı dinlere inanan­
lara ve de her şeyden önce Müslümanlara karşı bir hoş­
görüsüzlük geleneğinin yerleşmesinde büyük rol oynar.
Müslüman devletler gayrimüslimleri -Osmanlı döneminde
Balkanlar'da gayrimüslim nüfus her zaman çoğunluktaydı­
kendi tebaaları olarak kabul ederken Hıristiyan devletler,
Müslümanlan ülkelerinden atmış ya da onları her zaman bir
tehdit unsuru olarak görmüşlerdir (Hıristiyanlar ortaçağdan
itibaren küçük Yahudi topluluklannı da sıkı denetim altında
tutmuşlardır) . 10
İkinci dalga Müslüman akınlarında ise, Orta Asya kö­
kenli göçebe bir halk olan Türkler başı çekiyordu. 1 1 . ve 1 7 .
yüzyıllar arasında Türkler, Doğu Ege ve Karadeniz'deki Hı­
ristiyan kalelerini ele geçirerek Bizans İmparatorluğu'nu
yok edecek ve Macaristan üzerinden Orta Avrupa'nın Ger­
men topraklannı zorlamaya başlayacaklardı. Osmanlı or­
duları Viyana'yı iki kere kuşatmıştır. Hıristiyanlar 1 453 'te
Konstantinopolis'in düşüşünü Ortodoksluğun çürümüşlü­
ğüyle ve Bizans devletinin bir emperyal düzen olarak nihai

10
E. Christiansen. The Northem Crusaders, Londra, 1 997, s. 2; Müs­
lüman akınları için bkz. B. Lewis, The Muslim Discovery of Europe,
New York, l 982, s. 20-28; K. M. Setton, Prophecies of Turkish Doom,
Philadelphia, 1 992, s. 4.

33
8 İ Z AN S ' IN Ç Ö K Ü Ş ÜNDEN GÜNÜ M Ü Z E B A L KANLA R

başarısızlığıyla yorumluyor bu düşüşü günahları yüzünden


onlara verilen ilahi bir ceza olarak görüyorlardı . Türk do­
nanması İtalya sahillerinde dolanırken, dini bütün Katolik­
ler #İslamın yok olması için dua" ediyorlardı. Osmanlı hane­
danı kendini "Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi", büyük Roma
ve Bizans imparatorluklarının varisi olarak görüyor olabi­
lirdi ama pek çok Hıristiyanın gözünde Müslüman ş iddeti­
nin cisim bulmuş hali ve Elizabeth dönemi tarihçilerinden
Richard Knolles'in deyimiyle #dünyaya terör saçan güç"tü. 1 1
Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında dini uyuşmazlık­
lar olmasına rağmen, 1 6 . yüzyılda Avrupalılar O smanlılara
korkuyla olduğu kadara hayranlıkla da bakıyorlardı. #Büyük
Senyör" olarak adlandırdıkları Osmanlı padişahını dünyanın
belki de en güçlü hükümdarı olarak görürlerdi. Rönesans
döneminde Osmanlı padişahlarının, Büyük İskender ve Ro­
ma imparatorlarının halefi olduğuna dair bir inanış vardı,
Hıristiyan ordularının pespaye hali ise eleştiri konusuydu.
Fransa Kralı ve #Kilise'nin en büyük oğlu" 1. François, l 525'te
Kanuni Sultan Süleyman'la Kutsal Roma tmparatorluğu'na
karşı ittifaka girince, zaten sallantıda olan Hıristiyan birliği
çöker. Zambak" ile Hilal'in bu aykırı ortaklığı, Osmanlı İm­
paratorluğu ile Fransa arasında uzun dönemli bir yakınlaş­
manın başlangıcı olacaktır. Toprak ve insan gücü açısından
sınır tanımayan Osmanlı savaş makinesini aynı zamanda
Venedikliler de hayranlıkla izlemektedir. Elçi Marco Minio
1 52 1 'de, #Büyük Senyör Hıristiyan dünyasını tamamen elinde
tutuyor" demişti . 1 2

il Setton, Prophecies of Thrkish Doom ve K . M. Setton, Europe and


the Levant in the Middle Ages and the Renaissance, Londra, 1 974;
Knolles, aktaran Lewis, The Muslim Discovery of Europe, s. 32;
Müslüman ve Türk sözcüklerinin birbirinin yerine kullanılması ile
ilgili olarak bkz. N. Matar, Islam in Britain, 1 558- 1 685, C ambridge,
1 998, s. 2 1 .
Katolik Fransa'nın sembolü -çn.
12
L. Valensi, Venezia e la Sublima Porta: La nascita del despota, Bo­
lonya, 1 989, s . 4 1 , 44; L. Stavrianos, The Balkans since 1 453, New
York, 1 965, s. 74-75.
İSİMLER

Thomas Fuller ise 1 639'da şunlan söyleyecekti: Osman­


lı ülkesi uyeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük ve en sağlam
imparatorluğu. Batı'da Buda'dan Doğu'da Toroslar'a . . . deniz­
de ve karada ... yaklaşık 5000 km genişliğinde bir alanı kap­
lıyor. İmparatorluk sanki dünyanın tam ortasına yerleşmiş,
herkese meydan okuyan korkusuz bir kahraman edasıyla
Avrupa'nın, Asya'nın ve Afrika'nın en verimli topraklarına
hükmediyor." Gerçekten de padişahın sahip olduğu iki gör­
kemli şehir (ya da bugünkü deyimle metropol olan) -İstanbul
ve Kahire- o dönemde Londra, Paris, A.msterdam ve Roma gi­
bi şehirlerden çok daha büyüktü. Osmanlıların, çevrelerinde
hırgür eden Hıristiyan komşularını kolayca ezip geçerdi. Bu
güç, Avrupalılar için hem çekici hem de iticiydi. Din değiş­
tiren Hıristiyanlan kastederek uBizden onlara ne kadar çok
adam geçtiğini düşününce" diyecekti Sir Henry Blount, "ve de
onlardan bize ne kadar az . . . refah içindeki bir ülkenin çekici
olduğu çok açık . . "13
.

Fakat bu hayranlık çok uzun sürmeyecekti. 1 7 . yüzyılın


ikinci yansından itibaren, daha Montesquieu bile bu konu­
lara değinmeden önce, Osmanlı İmparatorluğu bir zulüm ve
zorb alık rejimi olarak görülmeye b aşlar. Bu dönemde dini
hoşgörüye yapılan vurgu azalmış, imparatorluğun meşru bir
devlet olmadığı , hakimiyetini ancak yolsuzluk, zorbalık ve a­
daletsizlikle koruyabildiği ve bu şekilde de önünde sonunda
çökmeye mahkum olduğu söylenir olmuştu.
Bu tavır değişikliği Osmanlılar ile Avrupalılar arasındaki
güç dengesinin belirgin bir biçimde dönüşüme uğradığı ve
Osmanlı ordularının artık güçlerinin sınırına dayandığı bir
noktada ortaya çıkmıştır. Bu dönemde merkantilizmin doğu­
şu, Atlantik ticaretinin gelişimi ve deniz aşırı imparatorluk­
ların kurulmasıyla birlikte Hıristiyan devletler artık çok da­
ha güçlüdür. Aynca Otuz Yıl Savaşlan'ndan sonra Avrupa'da
yeni bir devlet sistemi ortaya çıkmıştır. Özellikle Rusya'nın
ve Habsburglann Osmanlıları yenebilecek bir askeri güce

13
Matar, Islam in Britain, s. 14, 22.

35
BİZANS' I N ÇÖKÜŞÜ N D E N GÜNÜMÜZE BALKANLAR

kavuşmaları Doğu Avrupa ve Karadeniz'deki güç dengesini


tamamen değiştirecektir. 1 683 İkinci Viyana Kuşatması'ndan
sonra Osmanlıların Avrupa'daki gücünün zayıflamakta oldu­
ğu artık bellidir: Habsburg orduları Macaristan ve Hırva­
tistan topraklarını Osmanlılardan alıp bir sınır bölgesi ola­
rak düzenler, buraya asker ve insan yerleştirirler. Bu arada
Osmanlı İmparatorluğu'nun içişleri de iyi gitmemektedir.
Merkezin taşra üzerindeki hakimiyeti gittikçe azalmakta ,
Osmanlı siyaset literatürüne bir altın çağ nostaljisi yerleş­
mektedir. İmparatorluk topraklan, özellikle de Balkanlar ar­
tık pek güvenli yerler değildir. 14
Söz konusu siyasi ve ekonomik gelişmeler insanların
hayata bakışını da değiştirir. 1 7 . yüzyıldaki din savaşların­
dan sonra gelen bilim ve aydınlanma çağı Avrupa'yı sekü­
lerleştirmeye başlar. Avrup alı üst sınıflar arasında bir ortak
kültür de yaratan bu yeni gelişmeler karşısında Osmanlı
İmparatorluğu'nun siyaset- din karışımı yapısı artık epey
köhne gözükmektedir. İşte tam da bu dönemde Avrupalılar
dinin insan hayatı ve devlet yönetimindeki hakimiyetini kı­
yasıya eleştirmeye başlarlar. Hem yozlaşmış Ortodoks pa­
pazlarını hem i:ie Müslüman ufanatikler"i hedef alan bu gö­
rüş günümüzde halfı geçerliliğini korumaktadır. Seyyahlar,
fikir önderleri ve filozoflar bu dönemde yeni ikilikler yaratır:
Uygar Batı'ya karşı barbar Doğu ya da özgürlükçü Avrupa'ya
karşı Doğu despoti zmi. Tenselliği, ağır hareket eden ve bir
rüyayı andıran haliyle Doğu, B atılıların kendi yansımalarını
gördükleri bir ayna olur. 15
Bu kültür kodlarına göre, Balkanlar Avrupa ile Asya ara­
sında bir yerdedir; Avrupa'dadır ama Avrupa'ya ait değildir.

14
Bkz. A. Pippidi, "La Decadence de l'Empire ottoman com.me concept
historique, de la Renaissance aux lumieres", Revue des Etudes Sud­
Est Europeennes 35, no. 1 - 2 ( 1 997), s. 5- 1 9 .
15
Pippidi'nin belirttiği gibi, Avrupalılar arasında o dönemde kendi
toplumlannı eleştiren, Türk yanlısı bir bakış da vardı. Bu bakış pek
güçlü değildi ama en önemli temsilcilerinden biri Montesquieu'dür,
s. 1 8- 1 9.

36
İ S İ ML E R

Gerçekten de 1 9 . yüzyıl seyyahlannın gözünde Osmanlı'nın


Balkan topraklan Avrupa'da değil, Asya'daydı ve bu seyyah­
lar bu konuda kendilerinden önceki kuşaklara göre çok da­
ha sert değer yargılarına s ahiptiler. örneğin Arthur Evans
1 875'te, o zamanlar Habsburg toprağı olan Hırvatistan ile
Osmanlı toprağı olan Bosna arasındaki sınır bölgesinde do­
laşırken Sava Nehri'nin kıyısında o genç ve heveskar haliyle
şunlan söyleyecektir: uBambaşka bir dünya burası. Bosna­
lılar Save'nin öte tarafına 'Avrupa' diyorlar ve de haklılar.
Gerçekten de nereden bakılırsa b akılsın, insan buradan beş
dakika içinde Asya'ya geçebiliyor. Türklerin Suriye, E rmenis­
tan ve Mısır topraklannda görülen manzaralarla, Bosna'da,
yani Türklere ait de olsa bir Avrupa eyaletinde karşılaşmak
şaşkınlık verici bir şey." Batılılar, aynca, Osmanlı hukukuna
tam akıl erdiremiyor, Türklerde özel mülkiyet anlayışının ge­
lişmemiş olduğundan dem vuruyor ve Müslümanlık ile diğer
uikinci-sınıf' dinler arasında büyük farklar olduğunu vurgu­
luyorlardı. Her şeyden çok, uilginç" manzaralardan ve uteat­
ral" görüntülerden, hiç aşina olmadıklan birtakım renkler,
kokular ve insanlardan çok etkileniyorlardı. 1 8 1 2 'de İyonya
Adalan'ndan Preveze'ye geçen genç Henry Holland izlenim­
lerini şöyle aktanr: uBurada manzara aniden değişiyor ve
yepyeni bir insan türü ortaya çıkıyor. Yıllar yılı Doğu masal­
lanyla bizi büyülemiş olan karakterler ve manzaralar bütün
o zevksiz süslü püslü halleriyle burada gözlerimizin önünde.
Türklerin, Müslümanlığın vs. etkisiyle s ahip olduğu o kadar
belirgin bazı davranış biçimleri var ki, Avrupa'ya en yakın
olanından en uzak olanına kadar hangi Türk kasabasına git­
seniz hemen anlarsınız." Bundan bir yüzyıl sonra da, ileri­
de Lev Troçki adıyla meşhur olacak genç bir Rus gazeteci, 1.
Balkan Savaşı başlamadan hemen önce Budapeşte-Belgrad
yolunda treninin camından dışan bakıp heyecanla şunlan
söylecektir: uDoğu ! Doğu l Ne kadar çok değişik insan, kıya­
fet, etnik grup ve kültür bir arada l"1 6

16
A. J. Evans, Through Bosnia and the Hercegovina on Foot, Londra ,
ı 877, s. 89; H. Holland, Travels in the Ionian lslands, Albania, Thes-

37
B I Z A N S' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E B A L K A N L A R

Avrupa ile Asya'nın, B atı ile Doğu'nun nasıl "tatsız" bir


biçimde birbirine kanştığını, söz konusu dönemde B alkan­
lar üzerine yazılmış değerlendirmelerin çoğunda görmek
mümkün. Bu bakışa göre, Avrupa, Doğu'nun edilgenliği kar­
şısında uygarlaştıncı bir güçtür. Seyyahlar gittikleri yerler­
de "Avrupa"ya ait bir şey görürlerse -cam, çatal bıçak, kabare
tiyatrosu ya da bilardo salonu olan bir otel- bunu hemen
not eder ama Balkan şehirlerinin Avrup ai görüntülerinin ar­
dında aslında birer Doğu şehri olduğunu belirtmeyi ihmal
etmezlerdi; buradaki şehirler ilginç manzaralar sunmakla
beraber aslında pistir ve kötü kokar, yapılar da ahşap ve dü­
zensizdir. Tren Avrupa'ya, at arabası Doğu'ya aittir. Teknolo­
jinin Avrupa'dan çıktığına şüphe yoktur, din ise Doğu'nun­
dur. Bu topraklar ancak yüzeysel bir şekilde modernleşebi­
liyor ve temelde geleneksel özelliklerini koruyordur. Doğu'ya
ait gerçeklikler -din, köylülük ve fakirlik- yüzyıllardır hiç
değişmemiştir. 1 9 . yüzyıla ait pek çok kitapta açıkça görüle­
ceği üzere, Piyer Loti gibi yazarlann yarattığı tensel Oryan­
talizm ve haz vurgusu, B atılı seyyahlann Balkanlar'ı farklı
bir şekilde görmelerini neredeyse imkansızlaştırmıştı.
Osmanlı İmparatorluğu -Fransa'yla olan bağlantısına
rağmen- Avrupa'nın büyük devletleri arasında sayılmıyor­
du. 1 8 1 5 'te Viyana Kongresi'ne çağnlmamıştı, yine o dö­
nemlerde uluslararası yasalar yapmakla meşgul "Hıristiyan
devletler topluluğu"na da dahil değildi. Osmanlılar s onunda
ancak realpolitik yoluyla Avrupa devletleri arasına katıla­
bileceklerdi. O yıllarda Avrupalılar Rusya'yı dizginlemeye
çalışıyor, dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu'nun tamamen
çökmesini istemiyorlardı. Nitekim Kınm Savaşı'nın temel
amacı Osmanhlan Ruslardan korumaktı ve bu savaşın so­
nunda muzaffer devletler "Babıali'yi Avrupa devletler siste­
mine dahil ederler." Ama karşılığında, Osmanlı'nın, mülki­
yet, hukuk ve din konusunda reform yapması gerekmektedir.

saly, Macedonia ete. during the Years 1 81 2 - 1 8 1 3, Londra 1 8 1 5, s.


69-70; The War Correspondence of Leon Trotsky: The Balkan Wars,
1 9 1 2 - 1 9 1 3, New York, 1 98 1 , s. 58-59.

38
İSİMLER

Hıristiyan devletlere göre bu reformlar modem ve uygar bir


devlet olmak için şarttır. 1 7
Sonuçta Osmanlılar hiçbir zaman Avrupalı olarak görül­
meyeceklerdir. 1 9 . yüzyılın ırk ayrımlanna vurgu yapan di­
linde, uAvrupa uygarlığının doğduğu topraklar"da hakimiyet
süren "Asyatik", "göçebe" ve ubarbar" bir halktır onlar. Lord
John Russell'a göre "Türkler, Avrupa'nın diğer milletlerinden
neredeyse her konuda farklı"ydı ( 1 828) . Viktorya döneminin
en düzgün etnograflanndan R. G. Latham bile uAmerika'daki
İngilizler ne kadar Amerikalı ise Türkler de o kadar Avrupalı­
dır, yani ancak ucundan" der. Latham, Osmanlılan Avrupa'ya
"sonradan gelme" diye aşağılamaktan çekinmez. Türkler
"Asya kökenli"dir, aynca Müslüman olduklan için de UAvru­
pa devletler topluluğunun bir p arçası olamazlar. " B atılılar,
Müslümanlann her zaman barbarlığa daha yatkın olduğunu
düşünür. Bir Amerikalı diplomat 1 842'de şunlan söyleyecek­
tir: "Türklerin, Yunan savaşında sergilediği saldırganlık ve
zulüm, tarihin başka hiçbir döneminde görülmemiştir. Hıris­
tiyan Avrupa'nın bu vahşete bu kadar uzun süre nasıl sessiz
kalabildiğini anlamak zor." George Finlay gibi tarihçiler ise
her ne kadar Türkler ile Yunanlılann karşılıklı olarak bir­
birlerini yok etmeye çalıştıklannı söylese de, Avrupa'daki
yaygın görüş şiddetin tek yönlü olduğu yönündeydi. Bu tek
yönlü şiddet "gerçeğini" Bulgaristan'daki "katliamlar"ı eleş­
tirirken Gladstone da kullanmıştır: Hıristiyanlar kimseye
zulüm etmemiş ve de herhangi bir mezalimi bilinçli olarak
desteklememişlerdir. Edith Durham Batılılann bu konudaki
görüşlerini şu şekilde özetleyecektir: "Müslümanlar istiyor­
larsa birbirlerini öldürebilirler. Bir Hıristiyan bir Müslü­
manı da öldürebilir. Hıristiyanlann birbirlerini öldürmeleri

17
E. A. Freeman, Ottoman Power in Europe, Londra, 1 877, s. l; A. Oa­
kes ve R. B. Mowat (ed.), The Great European Treaties of the Ninete­
enth Century, Oxford, 1 9 1 8, s. 1 77; bkz. N. Sousa, The Capitulatory
Regime of TUrkey: Its History, Origins and Nature. Baltimore, 1 933,
s. 1 62; aynca bkz. J. C. Hurewitz, "Ottoman Diplomacy and the Eu­
ropean State System", Middle East Joumal 15 ( 1 96 1 ) , s. 1 4 1 - 1 52.

39
8 İ ZA N S ' I N Ç Ö K Ü Ş ÜNDEN G Ü N Ü M Ü Z E B A L K A N L A R

yanlış bir şeydir ama bu da olabilir. Gelgelelim bir Müslü­


man bir Hıristiyanı öldürürse işte o zaman tam bir katliamla
karşı karşıyayız demektir. H t e
Müslümanların başına gelen felaketlerle Avrupa'nın hiç
ilgilen.memesi, Osmanlılar toprak kaybettikçe yaşanan bü­
yük Müslüman göçlerini de gözlerden uzak tutar. Ami Boue
1 854 yılında şöyle bir gözlem yapacaktır: "Batılılar Türkleri,
yani Müslümanları Anadolu'ya sürerek Avrupa'yı tamamen
Hıristiyanlaştırmak istiyorlar. Bu, Yahudilerin İspanya'dan
ya da Protestanların Fransa'dan kovulması kadar insanlık
dışı bir hareket olacaktır. Hem böyle bir şey mümkün de
değil çünkü Avrupalılar buradaki Müslümanların çoğunun
Slav ya da Arnavut olduğunu unutuyorlar. Yani bu toprakla­
rın Müslüman geçmişi Hıristiyan geçmişi kadar eski . " Ne var
ki, 1 82 1 yılından başlayarak Osmanlılar hem Balkanlar'dan
hem de Karadeniz'den çekildikçe, yaklaşık 5 milyon Müslü­
man da yerinden olur. 1 878 ile 1 9 1 3 yıllan arasında sadece
Balkanlar'dan 1 ,7 ila 2 milyon Müslüman, kendi istekleriy­
le ya da zorunlu olarak Anadolu'ya (yani bugünkü Türkiye
topraklarına) göç etmiştir. Bu dönemde Türkçe, Balkanlar'ın
ortak dili olmaktan çıkar, ş ehirlere Hıristiyan halk yerleşir
ve Osmanlılara ait yapılar ya yıkılır ya da yok olmaya terk
edilir. Dolayısıyla 1 990'ların başında Bosna-Hersek'te cami­
ler de dahil pek çok önemli Osmanlı anıtının bomb alanması
yeni bir gelişme değil, çok daha önce başlamış bir Hıristi­
yanlaştırma sürecinin son aşamasıdır. 19

18
Anonim (Lord JR), The Establishment of the Turkish Empire, Lond­
ra, 1 828, s. 27; R. G. Latham. The Ethnology ofEurope, Londra, 1 852,
s . 6; R. G. Latham, The Nationalities of Europe, 2 . cilt, Londra, 1 863,
s . 69; E . Joy Morris, Notes of a Tour through Turkey, Greece, Egypt,
Arabia Petraea to the Holy Land, Philadelphia, ı. cilt, 1 842 , s . 48; E.
Durham, The Burden of the Balkans, Londra, 1 905, s. l 04.
19
Boue, Recueil d'itineraires, 2. cilt, s. 3 3 1 ; Müslümanların
Balkanlar'dan sürülmesi ile ilgili olarak bkz. A. Tourmarkine, Les
Migrattons des populations musulmanes balkaniques en Anatolie
( l 876- ı 9 1 3), 1stanbul, 1 995; bu konuda daha taraflı bir kaynak için
bkz. J. McCarthy, Death and Exile: The Ethnic Cleansing of Otto-

40
İSİMLER

1 9 1 2 - 1 9 1 3 yıllannda Osmanlı tmparatorluğu'nun Bal­


kanlar'daki gücünün çökmesi Avrupa'da, geniş kesimler
tarafından, Doğu'nun Avrupa'dan artık tamamen atılması
olarak algılanır: Din ve ırk bakımından üstün olan Hıristi­
yanlar sonunda Osmanlılan alt etmiştir. Amerikalı gazeteci
Frederick Moore, National Geographic'te, Türklerin kurduğu
İslam imparatorluğunun Avrupalı tebaayı bozmuş olduğu­
nu yazar. Türkler, Hıristiyanlan din değiştirmeye zorlayarak
kendi ırklannı hakim kılmaya çalışmış ama sonunda Avru­
palılar biyolojik olarak üstün gelmiştir: "Türkler geldikleri
gibi gideceklerdir. Avrupalılarla onca yıl haşır neşir olmak
onlan hiç ama hiç ilerletememiştir. . . Avrupa'yı nasıl bul­
dularsa öyle bırakmış, ortaçağa ait bütün o karmaşa, pis­
lik, köhnelik, barbarlık ve kör inançta bir değişiklik yara­
tamamışlardır." Moore gelecek için de fazla umutlu değildi:
"(Türkler) Müslümandır. Müslüman olduklan için de ilerle­
me fikri onlara yabancıdır." Ama "yeni kurulan Balkan dev­
letleri için hızlı ve modern bir gelişme öngörmek mümkün.
Bu devletlerin her biri büyük zorluklar altında bile Avrupa
uygarlığını benimsemekte ne kadar kararlı olduklannı açık­
ça göstermektedir. "20
Moore'un öngörüleri Müslüman ve Hıristiyan halklann
uygarlığı yakalayabilme becerileri arasındaki farka dair dö­
nemin genelgeçer liberal görüşlerini çok iyi yansıtıyordu. Bu
görüş aynı zamanda Bulgar, Sırp ve Yunan bağımsızlık hare­
ketlerini destekleyen güçlü lobi faaliyetlerinin arkasındaki
görüştü. Ama tam da böyle düşündükleri için bu insanlann
sonunda hüsrana uğraması kaçınılmaz olacaktı. Nitekim

man Muslims, 1 821 - 1 922, Princeton, New Jersey, ı 995; Balkanlar'da


Türkçenin gittikçe daha az kullanılması ile ilgili olarak bkz. B. Lory,
"Parler le turc dans les Balkans ottomans au XIXe siecle", Vivre
dans l 'Empire ottoman, ed. F. Georgeon ve P. Dumont, Paris, ı 997, s.
237-245; Balkanlar'da Osmanlı eserlerinin yok olması ile ilgili ola­
rak bkz. M. Kiel, Studies on the Ottoman A rchitecture of the Bal­
kans. Aldershot, 1 990.
20
F. Moore, "The Changing Map of the Balkans". The National Geog­
raphic Magazine (Şubat 1 9 1 3), s. 1 99-226.

41
B İ ZANS ' I N Ç Ö K Ü Ş ÜNDEN GÜNÜ M Ü Z E B A L KANLA R

1 83 6 gibi oldukça erken bir tarihten itibaren, yani Balkan


milliyetçiliğinin ilk zaferinden hemen sonra, bir Fransız
seyyah Yunanlılar hakkında hiç de alışılmadık şeyler söy­
lemeye başlamıştı bile: "Yunanlılar, Türklerin boyunduruğu
altında yaşarken acınası bir durumdaydı. Bağımsızlıklarını
kazandıktan sonra daha da felaket bir hal aldılar. Tek bil­
dikleri şey hırsızlık, ona buna saldırma, etrafı ateşe verme
ve suikast düzenleme." Aynı şekilde, 1 9 1 2 yılında 1. Balkan
Savaşı'nın yarattığı umutlar da büyük darbe alacaktı: Bal­
kan devletleri 1 9 1 2'de Osmanlı ordusunu yenilgiye uğratmış
ama hemen ardından il. Balkan Savaşı'nda birbirlerine gir­
mişlerdi . Özellikle Makedonya, Kosova ile Karadağ sınırında
ordular sivil halka büyük şiddet uyguluyordu. Troçki'ye göre
"yakından bakınca manzara şöyle(ydi) : Etraf ceset ve hayvan
ölüsü dolu; köyler yangın yeri gibi; öldürülenler arasında 'on
iki yaşından küçük çocuklar' da var. . . bu şiddet insanı insan­
lığından çıkarır. "2 1
İşte bütün bunların üstüne Haziran 1 9 1 4'te de Sırp mil­
liyetçisi Gavrilo Princip, Arşidük Franz Ferd.inand'a suikast
düzenler. 20. yüzyılın ikinci Bosna krizi veya üçüncü Balkan
savaşı olarak da görülebilecek bu Büyük Savaş, Avrupa'yı
kan gölüne çevirecek ve eski düzeni yerle bir edecekti. Bu
savaşla beraber, Balkanlar Avrupa'nın bundan sonra hep la­
net okuyacağı bir yer haline gelir. Balkanlar' a bundan s onra
Avrupalılar arasında sadece bölgeyle bir şekilde bağlantılı
olan bir iki kişi sahip çıkacak, Balkan ülkelerinin B atı'nın
kültürel normlarıyla değil kendi içlerinde değerlendirilmesi
gerektiğini savunan bir avuç insan dışında kimse bu toprak­
lara sempatiyle bakmayacaktır.
•••

Balkanlar'ı daha doğru ve daha iyi anlayabilmek için bu


bölgeye yönelik bakışın nasıl sadece orada olan olaylar üze­
rinden değil, Avrupa kimliği ve uygarlığıyla ilgili çok daha

21 J. V. de la Roiere, Voyage en Orient, Parla, 1 836, s. 23 ; War Corres­


pondence of Trotsky, s. 272.
İSİMLER

geniş meseleler üzerinden şekillendiğini görmemiz gerekir.


Balkanlar'da çok uzun bir Osmanlı geçmişi vardır. Tarihçi­
lerin önündeki zorlu görev, bu tarihin Avrupa tarihine nasıl
eklemlenebileceğidir. Pek çok büyük tarihçi için bu iş gayet
basitti : Örneğin Sir John Marriott, Doğu Sorunu hakkında
yazdığı gayet dengeli bir çalışmaya şöyle sert bir saptama
ile başlar: UDoğu Sorunu'nun en temel ve en önemli nede­
ni, Avrupa'nın içinde yabancı bir öğenin olmasıdır. Bu ya­
bancı öğe Osmanlı'dır." Osmanlılar, Balkanlar'ı Avrupa'dan
koparmış ve bölgeyi yeni bir ortaçağ karanlığına sokmuş­
tur. Polonyalı tarihçi Oskar Halecki de uAvrupa tarihi(nin)
Hıristiyanlık tarihiyle özdeş# olduğu görüşündedir. Aynca
Balkanlar'ın Osmanlılardan önce Bizans hakimiyeti altında
kalmış olması da bu bölge ile ilgili bakışı desteklemektedir
çünkü Avrupalılar Bizans 'ı da aşağı görüyorlardı.22
Avrupa ile Hıristiyanlık (daha doğrusu Katoliklik) ara­
sında kurulan bu birebir bağlantıyı doğru bulmayanlar
da vardı. Arnold Toynbee ve büyük Romen tarihçi Nico­
lae !orga, Osmanlı İmparatorluğu'nun, uevrensel" Bizans
İmparatorluğu'nun mirasçısı olduğunu düşünmektedir.
Bundan yüzyıllar önce Fatih Sultan Mehmed'in görüşü de
pek farklı değildi. Özellikle !orga, Bizans İmparatorluğu'nun
yıkılışından sonra da bir uBizans#ın devam ettiğini savunu­
yordu. Ne var ki, Hıristiyanlık ile İslamı yan yana getiren bu
tür görüşlere pek rağbet yoktu. Tarihçilerin çoğu ve de po­
püler bakış Halecki'nin görüşlerine yakındı : uAvrupalıların
gözünde, Osmanlı İmparatorluğu köken, gelenek ve din bakı­
mından Avrupa'ya tamamen yab ancıdır. Osmanlılar Avrupa
tebaalarını yeni bir kültürle harmanlamak bir yana, kurduk­
ları b askıcı yönetimle bu halkların neredeyse dört yüzyıl bo­
yunca Avrupa tarihine dahil olmasını engellemişlerdir."
Balkan devletleri de Osmanlı hıikimiyetinden çıktıkları
anda bu mantığı takip ederek, kökenlerini ya ortaçağda ya
da antik dönemde aramaya başlarlar. B alkan milli tarih ki-

2l
Marıiott, Eastem Qu.estion, s. 3; O. Halecki, The Limits and Divisi­
ons of European History, New York, 1 962, s. 47, 77-78.

43
BİZAN S ' I N ÇÖKÜŞÜ N D E N GÜNÜMÜZE BALKANLAR

taplan Osmanlı egemenliğinde herhangi olumlu bir şey ger­


çekleşmiş olamayacağı varsayımından yola çıkarak bu döne­
mi hızla geçer. Todor Zhivkov 1 98 1 yılında şöyle diyecektir:
" 1 4. yüzyılın sonunda Bulgaristan Osmanlı boyunduruğuna
girince, Bulgar tarihinin doğal gelişimi durmuş , ülke geriye
gitmiştir." Bu görüş Zhivkov'un komünist yönetiminden önce
de vardı, sonra da. Örneğin 1 389 Kosova Savaşı'yla ilgili Sırp
hikayelerinde Osmanlı mirası konusundaki bu takıntılı ruh
halini görmek mümkün. Yunanlı tarihçiler ve restoratörler,
Osmanlı döneminden ziyade antik ya da modern çağ veya
Bizans tarihi üzerine çalışmayı tercih ederler. Britanya'nın
Anglosakson, Norman ya da Hanover döneminden hangisi­
nin daha önemli olduğu pek sorulmaz, ama iş Balkanlar' a
gelince devamlılık, kopuş, tarihsel miras gibi konular neden­
se kaçınılmaz olur. Hem B alkan tarihçiliği hem de kamuoyu
büyük ölçüde Halecki'nin altını çizdiği Batılı bakış açısın­
dan etkilenmiştir. Bu demek değildir ki Balkanlar'da insan­
lar kendilerini zamanın derinliklerinde kaybetmeye daha
yatkındır; asıl mesele Avrup alı olmanın Osmanlı geçmişi­
ni reddetmekten geçtiğine inanılmasıdır. Avrupa kulübüne
girebilmek için emperyal bir baskıya karşı onurlu bir mü­
cadele vermiş olmak şarttır. Milli duygular ve kaygılar, bir
zamanlar -hatta belki hıilıi- Avrupa'nına hakim olan 'doğru'
tarihsel gelişim fikrini yansıtır.23
B alkanlar Avrupalılar tarafından o kadar uzun bir süre
kötü gözle görülmüştür ki, sonunda bazı tarihçiler bölgenin
birtakım iyi yönleri de olabileceğini düşünmeye başlar. Ç ok
yakın bir zamana kadar milli tarihçilik, bir ülkenin geçmişi­
ni, o Millet'in, düşmanları karşısında mutlak surette kazan­
dığı haklı bir zafer ve bir haşan hikayesi olarak yorumluyor­
du. Son zamanlarda ise milliyetçiliğin yarattığı düşkınklığı
imparatorluklara yönelik nostaljik bir bakış getirmiştir. ör­
neğin çeşitli etnik ve dini topluluklann Osmanlı egemenli-

2J
T. Zhivkov, aktaran M. Kiel, Art and Society of Bulgaria in the Tur­
kish Period, Maastricht, ı 985, s. 34, n. l .

44
İSİMLER

ğinde nasıl huzur içinde bir arada yaşadıkları vurgulanmaya


başlanmış ve çok-kültürlülük diye bir kavram daha ortada
yokken Osmanlı İmparatorluğu'nun nasıl bir hoşgörü cenne­
ti olduğu öne sürülmüştür. Bu elbette oldukça yüzeysel bir
imparatorluk anlayışı ve Osmanlı'yı gerçekçi olmayan bir
şekilde mükemmelleştiriyor. Bu görüş elbette madalyonun
öteki yüzünü göstermesi açısından önemli ama eski olumsuz
bakışa göre bizi daha ileri bir aşamaya taşımıyor. Osmanlıla­
rın yüzyıllar boyunca farklı dinlere karşı, belki hiçbir Hıris­
tiyan ülkesinde olmadığı kadar uhoşgörülü" olduk.lan doğru
olabilir, ama unutmamalı ki Osmanlı'da dini eşitlik diye bir
şey yoktu. Etnik çatışma olmamasının nedeni Osmanlıların
çok uhoşgörülü" olmaları değil, o dönemde bu topraklarda
ulus fikrinin gelişmemiş olması ve de Hıristiyanlığın etnik
birlikten çok, dini cemaat fikrini öne çıkarmasıydı. 24
Normatif tarih, belirli bir tarihsel gelişimi doğru olarak
kabul eder ve bu çizgiye uymayan her şeyi sapma olarak
görür. 1 9. yüzyılın tarih anlayışı da normatifti ve tarihçile­
rin işi, geri kalmış barbar toplumların uygarlık yolundaki
ilerleyişini izleyip bu konuda ne kadar başarılı ya da başa­
rısız olduklarını ölçmekti . 20. yüzyılda da toplumların ge­
leneksellikten moderniteye doğru ilerlemekte olduğu fikri
güncelliğini korumuş. kavramlar değişse de bakış büyük
ölçüde aynı kalmıştı . Tarihçiler, evrensel olduğu düşünülen
b azı iktisadi gelişme ve siyasi demokratikleşme modellerini
kullanarak Balkan devletlerinin ve toplumlarının neden böy­
le yoksul ve istikrarsız olduğunu ve istendiği gibi gelişeme­
diklerini incelerlerdi. Halbuki Güneydoğu Avrupa'daki göre­
celi yoksulluğun, hatta etnik çatışmanın bir geri kalmışlık
alameti olup olmadığı tartışmalıdır. İlginçtir ki Balkanlar'ın
etnik haritası yüzyıllar boyunca pek az değişime uğramıştır
ve bundan bir iki yüzyıl öncesine kadar burada neredeyse
hiç etnik çatışma olmuyordu. Neden son iki yüzyıl içinde bu

24
Bu konudaki saptamalannı benimle paylaştığı için Dimitri
Livanios'a teşekkür ederim.

45
B İ ZA N S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E B A L K A N L A R

b ölgeye siyasi istikrarsızlık gelmiştir? Dini ve etnik ayrımlar


ya da köylülük gibi sözde ezeli ve ebedi meseleleri Balkan
tarihçileri pek s ever. Peki, neden modem kitle siyaseti, şehir
yaşamı ve endüstrileşme, yeni devlet biçimlerinin ortaya çı­
kışı, okuryazarlığın artması ve teknolojik gelişmeler Batı'da
olduğu gibi Balkan tarihinde de önemli bir rol oynamamış
olsun? Eğer tarihe bu şekilde bakacak olursak B alkanlar'ın
aslında Avrupa'dan pek de farklı olmadığını, hatta Avrupa'ya
bu konuda herhangi bir üstünlük atfetmenin pek de mümkün
olmadığını görürüz. Balkan halkları, kendilerini tanımla­
mak için kullandıkları kavramları nasıl Avrupa'dan aldılar­
sa, aynı şekilde kendilerini yok edecek ideolojik silahlan da
Avrupa'dan almışlardır. Bu silahlardan en önemlisi roman­
tizmle harmanlanmış modem milliyetçiliktir. Balkanlar'ı
anlayabilmek için, tarihi, geçmişin önüne bir set çeken ve bi­
ze kendi erdemlerimizi gösteren bir ayna olarak görmekten
vazgeçmeyi öğrenmeliyiz.
1

COCRAFYA VE İNSAN

önce dağlar gelir.


-Femand BraudeJI

Akdeniz'in batısından doğusuna uzanan sıradağlar, milyon­


larca yıllık bir süreç içinde, Avrupa ile Afrika arasındaki
tektonik tabakaların sıkışmasıyla ortaya çıkmıştır. B atı'da
İber Yarımadası'ndan başlayan bu dağ zinciri Güneydoğu
Avrupa'dan geçerek Anadolu'ya, oradan da Orta Asya'ya u­
zanır. Bu dağların kuzeyinde C alais 'den Urallara neredeyse
kesintisiz bir biçimde devam eden Avrasya platosu vardır:
Burada yağmur bol, tarım alanı çoktur; nehirler de ulaşıma
elverişlidir ve iç kesimleri denize bağlar. Güneydeyse ekile­
bilecek alan az, toprak p arçalı ve yağış seyrektir.
İber ve Apenin yarımadalarını anakaradan ayıran sıra­
dağların aksine Balkanlar'daki dağ zinciri bölgeyi kuzeyden
ve doğudan gelebilecek tehlikelere karşı korumaz. Bu dağlar
düzgün bir sıra takip etmediği için bir taraftan öteki tarafa
geçmek de zordur. Dolayısıyla kıyı bölgeleri , iç kesimlerden
çok, deniz yoluyla yarımadanın dışındaki birtakım yerlere
bağlanır. örneğin Dubrovnik tarih boyunca neredeyse istis­
nasız bir biçimde Belgrad'dan çok Venedik'le bağlantıda ol­
muştur. B alkanlar'da dağlar hem iç ticaretin hem de siyasi
birliğin önünde büyük bir engeldir.
Aynca dağların iklim üzerindeki etkisi bütün bölgede
hissedilir. Kıta Avrupa'sındaki nem burada görülmez, çün­
kü dağlar iç bölgelere yağmur sokmaz. Kolasin'de (Kara­
dağ) 2642 milimetre olan yıllık yağış miktarı, biraz doğuya,

F. Braudel, The Mediterranean, 1 . cilt, Londra, ı 972, s. 25-53.

47
B İ ZANS ' IN Ç Ö K Ü ŞÜNDEN GÜNÜ M Ü Z E B A L KANLAR

Üsküp'e gidince 460 milimetreye düşer. Dalmaçya sahille­


rinden Yunanistan'ın b atısına uzanan dar kıyı şeridine ise
sıcak Akdeniz yazlannı serinletmeye yetecek kadar yağmur
düşer. Korfu'da bitki örtüsü bol, doğal kaynaklar çoktur; Kik­
lad Adalan'nın iklimiyse kurudur ve adalılar yiyeceklerini
dışandan temin eder, nitekim il. Dünya Savaşı'nda burada
açlık olmuştur. Genel olarak B alkanlar'ın doğusu, b atısına
göre 250 ila 500 milimetre az yağış alır; verimli ovalarda bile
sık sık kuraklık olur. 1 9. yüzyılın ortalannda Vardar'dan ge­
çen cesur bir İngiliz kadın seyyah, burayı "bunaltıcı, kuru ve
kumluk bir yer" olarak tasvir etmiştir; "kilometrelerce gittik
bir ağaç görmedim," der. 2
Akdeniz ikliminde yazın akarsular kurur, bölge çoraklaşır,
su bulmak zorlaşır, toprak çatlar; dolayısıyla Balkan ülkele­
ri ancak kuru bir bitki örtüsünün görüldüğü, insan yerleşi­
mine elverişli olmayan yerlerdir. 1 875'te Hersek karst'ından
yürüyerek geçen Arthur Evans , "Bu dağlann en kötü özelliği
burada hiç su olmaması," diyecektir. "Etraf virane gibi, çev­
redeki tepeler sanki birer kireçtaşı yığını . . . hiç bitki yok . . .
burası taşlaşmış bir buzul bölgesine benziyor. . . Ay'ın yüze­
yi böyle olmalı . " Dağlann yazın yağmur alan taraflanndaki
kayın, meşe ve kestane ormanlan aslında bazı yerlerde bol
su kaynaklan olduğuna işaret eder ama genel olarak, Güney
İspanya ve Malta hariç, B alkan Yanmadası Avrupa'nın en
kurak bölgesidir. 1 9 1 7 gibi yakın bir tarihte bile Karadağ'da
su kıtlığından ölen oluyordu.3
Elbette B alkanlar'da her yer böyle kurak değildir. Örne­
ğin Rodop Dağlan'nda nehirler hiç kurumaz. Arnavutluk'un
yüksek kesimleri ise Alplere benzer. Eski Yugoslavya'nın bü­
yük bir bölümünde, Romanya ve Kuzey Bulgaristan'da Orta

N. Newbigin, The Mediterranean Lands, Londra, 1 924, s. 46; M. A­


delaide Walker, Through Macedonia to the Albanian Lakes, Londra,
1 864, s. 87.
A. J. Evans, Through Bosnia and the Herzegovina on Foot, Londra
1 877, s. 359; M. Djilas, Land without Justice: An Autobiography of
His Youth, New York, 1 958, s . 79.

48
COGRAFYA VE İ N SAN

Avrup a iklimine benzeyen iyi cins bir iklim vardır. Bir za­
manlar yoğun meşe ağaçlarıyla kaplı geçit vermez Şumadiya
Dağları'nda kışlar uzun ve serin geçer, bölge bol yağış alır­
dı. Alexander Kinglake, Eothen adlı kitabında 1 834 yılında
yaptığı İstanbul yolculuğunu anlattığı bölümde, uher taraf
yoğun meşe ormanlarıyla kaplı . 1 50 kilometreden fazla git­
. .

tik . . . orman bitmedi. . .n şeklinde tasvir edecektir bu bölgeyi.4


Tuna'nın Karadeniz'e döküldüğü bölge, yani B alkanlar'ın
doğusu Kuzey Karadeniz iklimiyle benzerlik gösterir ama
burada da Karpat Dağlan yağışın iç kısımlara geçmesini en­
geller. Sonuçta B alkanlar'da, dağların birbirinden ayırdığı
iki farklı iklim vardır: Akdeniz iklimi ile doğu ve kuzey böl­
gelerinde görülen iklim. Dalmaçya kıyısındaki Kotor kasaba­
sından Karadağ'ın eski başkenti Ç etine'ye çıkmış olan her­
kes bunu bilir. "İklim burada birdenbire değişti/ diyecektir.
Bulgar dağlarından geçmekte olan bir seyyah, uetraf ısındı.
Haemus Nehri'nin güney yamaçlarından başlayarak Türkle­
rin Avrupa topraklan çok tatlı bir iklime sahip, hem tropik
iklimlerin çekiciliği var burada hem de yüksek b ölgelerin
temiz havası; ve bu iki iklim biçiminin diğer kötü özellikle­
rinden hiçbiri görülmüyor. ns Güneşe hasret kalmış bu kuzey­
linin Akdeniz'e yaklaştıkça hissettiği sıcaklık ve mutluluk
duygusunu veba bile gölgeleyememiştir.
Nehirler coğrafyanın gelişiminde önemli bir yer tutar,
çünkü modern zamanlara kadar su taşımacılığı kara taşı­
macılığından daha kolay ve ucuzdu . Hatta bazı tarihçiler
"Avrupa mucizesinni, kıyılan iç bölgelere bağlayan ulaşı­
ma elverişli nehirlere atfederler. B atı Avrupa'daki Ren ve
Ron havzası ile Doğu Avrupa'daki Vistula-Dinyeper ticaret
yolunun bir benzeri kıtanın güneydoğusunda yoktur. Bal­
kan nehirleri, eğer kış aylarındaki selleri bir yana bırakır­
sak, ya yamaçlardan çok sert ve dik indiği ya da düzgün bir
hat izlemediği için ulaşıma olanak vermez. Sava, Vardar ve

A. Kinglake, Eothen, Oxford, 1 982, s . 22.


M. von Tietz, St. Petersburg, Constantinople and Napoli di Roma­
nia in 1 833 and 1 834, New York, 1 836, s. 96.

49
B İ Z ANS ' IN Ç Ö K Ü Ş ÜNDEN GÜNÜ M Ü Z E B A LKANLAR

Aliakınon gibi önemli akarsular ticaret ve ulaşım için elve­


rişli değildir. 1 867'de Vardar Nehri'ni takip ederek güneye
inen Henry Tozer, "böyle büyük bir iç ulaşım hattının çevre­
sinde hiç yerleşim olmaması çok şaşırtıcı . . . nehir, tek bir hat
üzerinden gittiği sürece güzel bir görüntü sergiliyor. . . ama
burada taşımacılık yapmak kolay olmamalı,n diyecektir.6
Tuna bile aslında ulaşıma pek elverişli değildir: Güneydeki
dağlar nedeniyle Akdeniz'e çıkışı yoktur, aynca Karadeniz'e
dökülmeden hemen önce ticaret hattının tam ters yönünde
kuzeye doğru kıvnlır. il. Dünya Savaşı'ndan önceki yıllarda
da Tuna'nın güney kısmı yılın dört-beş ayı donuyor ve 1 9 .
yüzyıldan önce, Ruslar ile Türkler arasında çekişme konu­
su olmasına rağmen ticari taşımacılık için kullanılmıyordu.
Orta Avrupa ile Balkanlar arasında ticaret kara yoluyla ya­
pılırdı; seyyahlar ve diplomatlar önce bir süre nehir yolunu
kullanır, sonra karadan 1stanbul'a ulaşırlardı.
B alkanlar'da dağlar nasıl nehirlerin denizlere çıkışını en­
gelliyorsa, aynı nedenle bu bölgede suni kanal açılması da
pek mümkün değildi. 1 8. yüzyılda İngiltere ve Fransa'nın
ticarette ilerlemesinde büyük pay sahibi olan kanal taşı­
macılığı Balkanlar'da görülmez. Dağlar demiryolu ulaşımı­
nı da olumsuz etkilemiştir. Almanya'da 1 870'te tamamlanıp
on yıl içinde Habsburg 1mparatorluğu'na ulaşan demiryo­
lu hattı Balkanlar'a ancak 1 880'lerden sonra gelir. Demir­
yolu Avrupa'nın batısından doğusuna doğru genişledikçe
bu hat üzerindeki şehirler de tahtadan tuğlaya dönecektir.
Hem Habsburg hem de Osmanlı yönetimi Balkan toprakla­
nnın modernleşmesi konusunda çok çaba harcamış ancak
siyasi, stratejik ve coğrafi engeller demiryolu yapımını zora
sokmuş, hatta engellemiştir. Yapıldığı kadanyla Balkan de­
miryolu hattı ticari mallann kıyı bölgelerinden iç kesimlere
aktanlmasını sağlamış ama bölgesel bir ekonomi yaratama­
mıştır. Bu hat Brest-Litovsk'un batısındaki en kısa hattı: Her

H. F. Tozer. Researches in the Highlarıds of Turkey, ı . cilt, Londra,


1 869, s. 382.

50
COÔRAFYA VE İNSAN

bin kilometre kareye Yunanistan'da l 920'lerde 2 1 ,9, savaştan


önce Romanya'da 3 1 ,5 kilometre demiryolu hattı düşüyordu.
Aynı dönemde Fransa'da 97, Almanya'da 1 23 ve B elçika'da
370 kilometre demiryolu döşeliydi.7
Roma döneminde, Balkanlar' a geniş bir yol ağı kurulmuş,
Osmanlılar da bu sistemi devralıp geliştirmişlerdi: Posta ta­
tarlannın' at değiştirip dinlenmesi için menziller yapılmış ,
hanlar, kervansaraylar inşa edilmişti. Ne var k i b u sistem 1 8.
yüzyıla doğru bozulmaya başlar; bu dönemde artık at bul­
mak zorlaşacak, posta bir yerden bir yere gecikmeli olarak
ulaşacaktı. Yine de her şey tamamen çökmüş değildi, hatta
1 84 1 'de Balkanlar'dan geçen bir seyyah "bu ülkede doğru
düzgün işleyen belki tek kamu hizmeti" şeklinde övecektir
bu yol ağını. Yine de 1 9. yüzyılın ortalannda yollar o kadar
kötüleşmişti ki Osmanlı devletinin bu yollan bilerek bu şe­
kilde tuttuğundan şüphelenenler vardı: "Tüm barbar krallar
hakimiyetlerini koruyabilmek için ülkelerindeki yollan kötü
tutar." Bu durum dağ köylülerinin işine yarayacaktır çünkü
yollar bozuk oldukça vergi tahsildarlannın köylere ulaşması
zordu. Ama kötü yol demek, aynı zamanda kötü ticaret de de­
mekti. örneğin Manastır Ovası son derece verimli olmasına
rağmen dışanya hiç ürün satamıyordu; tek neden ulaşımın
kötü olması değildi ama sonuçta 1 9. yüzyılda "bu bölgede
hiçbir b ağlantı yolu yoktu.'' Bulgaristan'da da yollar "doğal
hallerindeydi" ve ancak "yazın bir miktar kullanılabiliyor­
du." Besarabya'nınsa bu konuda adı çıkmıştı, 1 930'lardan
önce Avrupa'nın en kötü yollan buradaydı. Sırp Prensi Mi­
loş Obrenoviç'in müdahalesine kadar B elgrad ile Kragujevac
arasındaki 1 00 kilometrelik yol ancak bir haftada alınabili­
yordu.
1 9. yüzyılın ortalanndan itibaren B alkanlar'ın dört bir
yanına yol yapılmaya başlanmıştı başlanmasına ama Os­
manlı sınırlan içindeki faaliyetler bir vali döneminde başla-

T. Stoianovicb, Balkan Worlds: The First and Last Europe, New York,
1 994, s . 1 07.
Osmanlı'da posta taşıyan ulaklara verilen isim -çn.

51
B İ Z A N S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E B A L K A N LAR

yıp öteki vali döneminde sona eriyordu, belki diğer yerlerde


de böyleydi . örneğin 1 860'larda Serez yakınlarında yapılan
yeni bir yol, bakımsızlıktan 5 yıl içinde at arabasının gire­
meyeceği bir hal almıştı. 1 9 . yüzyılın sonlarında Selanik Bi­
siklet Kulübü yollar çok kötü olduğu için şehir dışına gezi
düzenleyemiyordu. Bölgeye devlet desteğiyle demiryolu ge­
lip taşımacılık ve ticaret trenlere aktarılınca da araba yollan
iyice bakımsız kalır.8
Osmanlı fetihlerinde, yolların iyi olup olmaması muh­
temelen fazla bir rol oynamamıştı ama imparatorluğun,
rakipleri karşısında başka bir üstünlüğü vardı: Manda, ka­
tır, eşek ve de hepsinden önemlisi Osmanlı'ya has bir silah
olan deve. Dönemin seyyahları özellikle deve gördüklerinde
çok şaşırır, kendi ülkelerinde olmayan bu hayvanın aslında
ne kadar çok işe yaradığından bahsetmeden geçmezlerdi.
l 684'te Türkler Viyana kapılarından döndükten bir yıl sonra,
Johann Christoph Wagner Osmanlılar üzerine yaptığı kap ­
samlı bir araştırmada bu "pek kullanışlı şahane" hayvanın
faydalarından uzun uzadıya bahsediyor, devenin "Tann'nın
en önemli buluşu" olduğunu söylüyordu. Aynı şekilde Lady
Mary Wortley Montagu, 1 7 1 7 yılında bir arkadaşına yazdığı
mektupta "Nasıl anlatsam ki sana," diyordu, "bu yazacakla­
rım hayatında hiç deve görmemiş biri olarak sanırım sana
çok garip gelecek." Osmanlı ordusu sefere çıktığı zaman bu
hayvanlar sayesinde çok hızlı bir şekilde yol alırdı çünkü
deve doğa şartlarından neredeyse hiç etkilenmez, çamurlu

M. Zdraveva, "The Menzil Service in Macedonia, Particularly around


Bitolj, in the Period of Turkish Domination", Etudes Balkaniques 2
( 1 995), s. 82-88; J. A. Blanqui, Voyage en Bulgarie pendant l'annee
1 844, Paris, 1 845, s . 1 02- 1 03; Kinner, aktaran Tozer, Researches, l .
cilt, s . 1 50; Walker, Through Macedonia, s . 1 3 1 ; D. Warriner (ed. ) .
Contrasts in Emerging Societies: Readings in the Social a n d Eco­
nomic History of South-Eastem Europe in the Nineteenth Century,
Londra, 1 965, s . 242; J. Baker, Turkey, New York, 1 877, s. 389; bu
konudaki en iyi çalışma B. Gounaris, Steam over Macedonia 1 8 70-
1 91 2: Socio-Economic Change and the Railway Factor, Boulder, Co­
Jorado, 1 993, özellikle bkz. s . 7 1 -74.

52
COGRAFYA VE İ N SAN

yollarda ağır yük taşıyabilir, ata göre çok az yorulur ve su­


samazdı. 1 5 . yüzyılın sonlarında Osmanlı ordusuna katılan
Konstantin Mihailoviç "silah taşıyan 300 deve" den b ahsedi­
yordu, "burada at arabası kullanılmıyor dolayısıyla cephe­
ye ulaşmada herhangi bir gecikme olmuyor." Devenin önemi
konusunda Ogier Ghiselin de Busbecq'in de hiçbir şüphesi
yoktur: "Fikrimce iki şey vardır ki Türkler bundan gayet bü­
yük fayda ve kar temin ediyorlar. Bunlar hububatlar arasın­
da pirinç, yük hayvanları arasında da devedir. Hem pirinç
hem de deve Türklerin giriştikleri uzak muharebelerde çok
işe yarar. . . . Develer ağır yük taşıyabiliyor; açlığa ve susuz­
luğa dayanıyor, pek az itinaya lüzum gösteriyorlar." Bu altın
çağlar bittikten çok sonra bile Osmanlılar hala deve kullanı­
yordu; örneğin 1 884 yılında Agnes Smith, Delfi'de çiftçilerin
deve kullandığını görür; bu develer belki de altmış yıl önce
Yunan devrimcilerinin, Bağımsızlık Savaşı sırasında, Mora
Yarımadası'nda Osmanlı askerlerinden topladıkları hayvan­
ların soyundandı . l 920'lerdeyse deve artık sadece turistik
bir atraksiyon olacaktı.9
At ise, Balkanlar'ın taş toprak yollarına hiç uygun bir
hayvan değildi ama 1 9. yüzyılda tüccarlar Makedonya'dan
Viyana'ya atla hem de büyük karavanlar halinde mal taşırdı.
Yüzyılın başlarında Rusçuk'ta, süvari alaylarına, taş toprak
yollara dayanıklı özel atlar yetiştirilirdi. Yine de neresinden
bakılırsa bakılsın at pahalı bir hayvandı, dolayısıyla düzlük
yerlerde yük arabalarını ve s abanları hatta binek arabaları­
nı da öküz ve mandalar çeker, dağlardaysa katırlar iş görür­
dü. Bugün bunu hayal etmek zor ama II. Dünya Savaşı'nda

J. C . Wagner, Delirıeatio provirıciarum parırıorıiae et imperii tur­


cici irı Orierıte, Augsburg, 1 684, s. 1 1 9- 1 20; R. Halsband (ed.) , The
Complete Letters ofLady Mary Wortley Morıtagu, 1 . cilt, 1 708- 1 720,
Oxford, 1 965, s. 340 [Lady Montagu, Türkiye'derı Mektuplar, çev.
Bedriye Şanda, İstanbul Kitaplığı, İstanbul, 1 973); K. Mihailovic,
Memoirs of a Jarıissary, çev. B. Stulz, Ann Arbor, Michigan, 1 975, s.
1 63; E . S. Forster (ed.), The Turkish Letters of Ogier Ghiselirı de Bus­
becq, Oxford, 1 927, s . 1 08 [Busbecq, Türk Mektuplan, çev. Hüseyin
Cahit Yalçın, Remzi Kitabevi, İstanbul, tarih belirtilmemiş).

53
BİZAN S ' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

bile Yunanistan ve Yugoslavya'da İngiliz ve Alman silahlanın


dağlardan indirmek için yüzlerce katır kullanılmıştır.
Avrupa'nın bu sınır bölgesinde egemenlik kurmak iste­
yen her devlet fiziksel koşullan da hesaba katmak zorun­
daydı. Balkanlar'da güvenlik s ağlamak hep zor olmuş ve bu
durum iktisadi yaşamı olumsuz etkilemiştir. Kısa bir süre
önce, 1 997 yazında, Güney Arnavutluk'ta çıkan bir isyanda
silahlı çeteler Yunanistan sınırında araba çevirmeye başla­
yınca geceleri etrafta dolanmak yerel kolluk kuvvetleri için
bile tehlikeli hale gelmişti. Ama bu olaylar çok daha eski bir
hikayenin devamıydı; bir yüzyıl önce Osmanlı devleti de ge­
celeri yollan koruyamıyordu, tabii bazı yerlerde gündüzleri
de. 1 836'da von Tietz bu konuda şunları söyleyecektir: UBu­
radaki Osmanlı idarecileri güvenliğimizden endişe ettikleri
için Balcan'lan Şumla'dan geçmemize izin vermiyor; burada
çok hırsızlık oluyor ve adam öldürülüyormuş. Dolayısıyla biz
de Tımova yolundan gideceğiz, burası biraz sapa ama daha
güvenli. " Denizde ise durum pek de farklı değildi: 1 5. yüzyıl­
dan 1 9. yüzyıla kadar etraf korsandan geçilmez bir durum­
daydı. Ege Denizi Osmanlılar ile Yunanlılann ortak çabası
sonucu korsanlardan ancak l 839'da temizlenebilmiş tir. 10
Aslında Osmanlı devleti bu tür müdahalelerde bulunma­
ya hiç alışık değildi: Genelde gücünün yetmediği kanun ka­
çaklan, isyancılar ve haydutlarla bir şekilde anlaşma yoluna
gider ya da onlara aman verip kendi hizmetine sokardı. An­
cak 1 9 . ve 20. yüzyıllarda modem devlet anlayışının gelişme­
siyle birlikte, merkezi idareyi tehdit eden bu yasadışı güç­
ler yakalanıp tutuklanmaya başlanır. Modern devlet zaten
doğası gereği bir yandan var olan tüm silahlı güçleri, diğer
yandan da toplumu hakimiyeti altına almayı amaçlayan bir
yapıdır. 1 925 yılında bir haydut çetesi Sisam'ı yağmalayıp
adanın merkez kasabasını birkaç gün elinde tutunca Atina
gazeteleri bas bas bağırıyordu: uÜlkemizin onuruna leke SÜ-

10
Tietz, St. Petersburg; J. K. Vasdravelli s, Klephts, Annatoles and Pi­
rates in Macedonia during the Rule of the Turks ( 1 627- 1 8 2 1 ) , Sela­
nik, 1 975, s . 98- 1 00.

54
COGRAFYA VE İNSAN

ren ve gelişimimize büyük zarar veren bu tür eylemleri kö­


künden kazımak için elimizden geleni yapmalıyız. Devlet bu
tür talihsiz olaylara bir an önce dur demeyi görev bilmelidir;
bu, devletin yüksek çıkannadır. Devletin gücünün her şey­
den ve herkesten üstün olduğu bir kez daha tüm açıklığıyla
ortaya konmalıdır.n 1 9 . yüzyılda modern polis teşkilatının
doğuşu, ayrıca ulaşımın ve bürokrasinin modernleşmesi güç
dengelerini merkezi idarenin lehine çevirecektir; dolayısıyla
20. yüzyılda artık çetecilik ve korsanlık ticarete ve seyahate
zarar verebilecek durumda değildir. Sadece, l 940'larda ve
1 990'larda olduğu gibi, bazı ciddi istikrarsızlık dönemlerin­
de eskiden kronik bir toplumsal sorun olan meseleler çok
kısa bir süreliğine de olsa tekrar gün yüzüne çıkıyor ama
hemen kayboluyordu. 1 1
•••

Nüfus verileri tarihte ne kadar geriye gidilirse o kadar muğ­


laklaşır. 1 8 . yüzyıldan önce, dünyanın neresine bakars anız
bakın, bu konuda s ağlam rakamlara ulaşmak mümkün de­
ğildir. Hatta 1 9. yüzyılda bile, Bulgaristan'ın nüfusunu 500
bin olarak veren de vardı, 8 milyon olarak da. Bunun bir
nedeni nüfusun sürekli olarak siyasete alet edilmesi, diğer
nedeni de O smanlıların, nüfus bilgilerini bugün araştırma­
cılar kullansın diye topluyor olmamasıydı. Yine de B alkan­
lar'daki uzun-dönemli demografik değişimler hakkında bazı
s aptamalar yapmak mümkün. Güneydoğu Avrupa, özellik­
le ovalar düşünüldüğünde, nispeten az insanın yaşadığı ve
toprağın genelde metruk olduğu geniş ve kıraç bir coğraf­
yaydı. Nüfus muhtemelen Bizans tmparatorluğu'nun son dö­
nemlerinde kronik siyasi istikrarsızlıklar nedeniyle azalmış
ve Osmanlıların b ölgeyi göçebe Türklerle şenlendirmeye·
çalışması pek işe yaramamıştı. 1 600 yılında, yani Osmanlı
İmparatorluğu'nun yükseliş döneminde, B alkanlar'daki nü­
fus yoğunluğu imparatorluğun doğudaki topraklarına göre

il
Messager d 'Athenes, 9 Haziran ı 925.
Osmanlı'da bir bölgeyi canlı ve mamur hale getirmek -çn.

55
BİZAN S ' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

daha yüksek olmakla beraber aynı dönemde Frans a ya da


İtalya'daki yoğunluğun yansı, bugünkü Hollanda ve Bel­
çika topraklarındaki yoğunluğun ise üçte biriydi . Venedik
elçisi Benedetto Ramberti'ye göre, "Ragusa'dan (Dubrov­
nik) İstanbul'a kadar hiçbir yer ekili değil(di) ve etraf kor­
kunç gözüküyor(du); buranın doğası b öyle değil(di) , sadece
kimse sahip çıkmıyor(du); ormanlara girmek tehlikeli(ydi) ,
her yer uçurumlarla dolu(ydu) , haydutlar yüzünden gü­
venlik yok(tu), konaklanabilecek yerler de bakımsızlıktan
dökülüyor(du) . " William Lithgow ise 1 632'de şunları s öyle­
yecektir: "Osmanlı topraklan ya ormanlarla ya da kıraç top­
raklarla kaplı çünkü burada insan yok.uız
Aslında 17. yüzyıla kadar bölgenin nüfusu Avrupa orta­
lamalannı takip ediyordu. 1 5 . yüzyıldaki Osmanlı fetihleri
sırasında da böyleydi, hatta 1 6 . yüzyılda Avrupa'da olduğu
gibi B alkanlar'da da refah düzeyi yükselmiş ve nüfus büyük
oranda artmıştır. Örneğin, Osmanlıların fethettiği toprak­
lardan kaçıp Venedik'e sığınan Hıristiyanlann 1 6. yüzyılda
B alkanlar'a dönüp mallarını mülklerini geri istediklerini bi­
liyoruz. 13
Asıl kriz 1 7 . yüzyılda gelecekti. Bu dönem tüm Avrupa için
zorlu bir dönemdi ama özellikle Balkanlar'da siyasi istikrar­
sızlık, bitmez tükenmez savaşlar, sık çıkan veba salgınlan ve
açlık yaşamı iyice güçleştirmekteydi. Özellikle veba bir şeh­
rin nüfusunun yansından fazlasını yok edebiliyordu . Salgın
hastalıklar Yakındoğu'dan Batı Avrupa'ya Balkanlar üzerin­
den geçer, bazı şehirlerde neredeyse her yıl hastalık çıkar­
dı . 1 625'te Thomas Roe, İstanbul'dan bu yüzden kaçmıştır:
12
K. Karpat. Ottoman Population 1 830- 1 91 4, Madison. Wisconsin.
1 985, s . 4-5, 22-23; J. Lampe ve M. Jackson, Balkan Economic His­
tory, 1 550- 1 950, Bloomington, Indiana, s. 28 1 ; Ramberti, aktaran
L. Villaıi, The Republic of Ragusa: An Episode of the Tu.rkish Con­
quest, Londra, 1 904; W. Lithgow, Rare Adventures and PainefuU
Peregrinations, Londra, 1 928 (ilk basım 1 632). s. 1 05 .
13 Geri dönen Hııistiyanlar için bkz. H. Lowry, "The Island of Limnos:
A Case Study on the Continuity of Byzantine Forms under Ottoman
Rule", Studies in Defterology, İstanbul, 1 992, s. 1 8 1 -209.

56
COGRAFYA VE İNSAN

"Hastalık bütün şehir nüfusunu alıp götürecek. n Bu yıllarda,


salgının en yoğun olduğu zamanlarda günde l OOO'den faz­
la insan olmak üzere neredeyse toplam 200 bin kişi haya­
tını kaybetmişti . 1 78 1 - 1 783 salgınında Selanik'te günde en
az 300 kişi ölüyordu, Venedik elçisinin raporuna göre şehir
tamamen ıssızlaşmıştı. Aynı salgında S araybosna 1 6 bin ölü
vermişti. Veba 1 7. yüzyılda Londra ve Marsilya'ya da gelmiş ,
Marsilya'nın nüfusu 1 720'deki salgında aşağı yukarı yarı ya­
rıya düşmüştü. Elbette Avrupa'nın diğer yerlerinde olduğu
gibi. s algın ha s talık Osmanlı'ya her uğrayışında aynı dere­
cede ölümcül olmuyordu ama Osmanlı ile Avrupa arasında
bir fark vardı: Ö zellikle 1 8 . yüzyıldan itibaren, Batı ve Orta
Avrupa'nın pek çok yerinde karantina önlemleri alınmaya
başlanmıştı (bu b ağlamda Osmanlı'dan Avrupa'ya gidenler
karantinaya alınırdı). Salgın hastalıkların kontrol altına a­
lınması Avrupa'da modern bürokratik devletin ortaya çıkı­
şıyla yakından b ağlantılıydı. Doğu Akdeniz'de ise veba bir
buçuk yüzyıl daha devam etmiş , son büyük salgın 1 835- 1 838
gibi yakın bir tarihte görülmüştü. 14
Sonuç olarak elimizdeki nüfus verileri tutarlı değil, ama
eğilim belli. Balkan nüfusu, 1 6. yüzyılın sonlarındaki ra­
kamları ancak 1 9. yüzyılın başlarında tekrar yakalayacak ve
bundan sonra istikrarlı bir şekilde artacaktır. 1 83 1 tarihli
ilk Osmanlı nüfusu sayımına göre, Balkanlar'da muhtemelen
10 milyon insan yaşıyordu; hatta Sırbistan'ı ve o dönemde
henüz var olmayan Hırvatistan ve Romanya'yı da eklersek,
toplam rakamın 20 milyona yakın olduğunu söyleyebiliriz.
Balkan devletleri asıl, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra
hızlı bir nüfus artışı yaşar. 20. yüzyılda ise artık eski nü­
fus sorunu (yani nüfus azlığı) yerini tam tersi bir soruna bı­
rakmıştır: Doğum oranları yükselmekte, ölüm oranlan düş-

..
The Negotiations ofSir Thomas Roe in His Embassy to the Ottoman
Porte from the Year 1 621 to 1 628 Inclusive . . . . Londra. ı 740, s. 427;
K. Kostis, Ston kairo tis panolis, Kandiye, 1 995; D. Panzac , La Peste
dans l'Empire ottoman, 1 700- 1 850, Louvain, 1 985, özellikle bkz. s.
64- 66.

57
8 İ Z A N S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E 8 A L K A N LA R

mektedir. l 920'de Balkan nüfusu 42 ,5 milyonu bulmuştu ve


Avrupa'nın başka hiçbir yerinde görülmeyen bir hızda büyü­
meye devam ediyordu. 1 940 tarihli bir rapora göre "(Balkan
devletleri) kalabalık nüfuslu, fakir tarım toplumları(ydı)."15
Bu demografik dönüşüm Balkan tarihinde ilk defa top­
rak üzerinde de bir b askı yaratır. 1 9 . yüzyılın başlarında
Eflak bölgesinde bulunan bir İngiliz seyyah, burada "topra­
ğın inanılmaz bir şek.ilde verimli" olduğundan bahsediyor,
çayırların bir adam boyunda olduğunu söylüyordu: "Eflak'ın
nüfusu sadece 1 milyon ama buradaki topraklar bu nüfusun
en az on katını besleyebilir." B alkan devletleri bağımsızlıkla­
rını kazandıktan sonra ise nüfus yoğunluğu da hızla artma­
ya başlar: Sırbistan'da kilometre kareye düşen insan sayısı
1 834'te 1 8 , l kişiyken 1 905'te 55,7'ye çıkar, Moldavya'daysa
1 803'te 1 1 ,8 olan nüfus yoğunluğu 1 859'da 36, l ' e yükselir. 16
Nüfus müthiş bir hızla artmaya devam ettikçe, adam
başına düşen küçükbaş hayvan sayısı azalmaya başlar ve
hayvancılık geriler. Bu demografik soruna, insanlar 1 9 . yüz­
yılda haydutlukla, 20. yüzyılda da göçle yanıt aramışlardır.
1 9 1 0- 1 9 1 1 yıllarında Batı Makedonya'da bulunan iki İngiliz
seyyah "burada halk tarımla geçiniyor; hasadın kötü oldu­
ğu yıllarda ise haydutlukla . . . " deyip "son zamanlarda genç
erkekler(in) Amerika'ya göç etmeye b aşladıkları(nıt da ekli­
yorlardı. Köyden kente göç ya da iyi para getiren ticari ürün­
lerin ekimiyle uğraşmak da diğer olasılıklar arasındaydı. İki

••
Bu konudaki en iyi çalışma M. Todorova, "Les Balkans", Histoire des
populatiorıs de l 'Europe, ed. J. -P. Bardet ve J. Dupaquier, 2. cilt, Pa­
ris, l 998, s. 465-487; uzun dönemli nüfus verileri için bkz. C. McE­
vedy ve R. Jones, Atlas of World Populatiorı History, Londra, 1 978,
s. 1 9, 95-99, l 1 0- 1 1 5. 19. yüzyıl Balkan nüfusu için bkz. M. Palairet,
The Balkan Ecorıomies, c. 1 800- 1 91 4: Evolutiorı without Develop­
merıt, Cambridge, 1 997, s. 6 - 1 4; H. İnalcık ve D. Ouataert (ed.l, Arı
Ecorıomic arıd Social History of the Ottomarı Empire, 1 300- 1 91 4,
Cambridge, l 994, s. 652; Royal Institute of Intemational Affairs, So­
utheastern Europe, Londra , l 940, s. 85.
16 Warriner, Contrasts, s. 304-307; K. Hitchins, The Romarıiarıs, 1 774-
1 866, Oxford, l 996, s. 1 73 .

58
COÔRAFYA VE İ N SAN

savaş arasında devlet haydutluğun kökünü kazıyacak (ya da


en azından kazımaya çalışacak) , ABD göçü zorlaştıracak ve
Büyük Buhran ticari tanın ürünlerini karlı olmaktan çıka­
racaktır. Ancak il. Dünya Savaşı'ndan sonra Balkanlar'da­
ki "işsizlikn sorunu hızlı bir iktisadi kalkınma, yeni bir göç
dalgası ve endüstrileşmeyle büyük ölçüde çözüme kavuşa­
bilecektir. 1 960'larda refah artışıyla birlikte Balkanlar'daki
doğum oranlan, en fakir bölgeler hariç, Avrupa ortalamala­
nna doğru geriler. Diğer bir deyişle, B alkanlar'da çekirdek
aile, yüksek tüketim, endüstri ve servis ekonomisi gibi Avru­
pa standartlannın yerleşmeye başlayıp şehirli bir nüfusun
ortaya çıkışı son beş- altı kuşakta olan bir gelişmedir. Yakın
zamanlara kadar Balkanlar' a hala köylülük hakimdi, şehirli
nüfus azdı ve şehirde yaşayanların çoğu toprakla olan ilişki­
sini tamamen koparmış değildi. 1 7
***

Balkan köylülerini "egzotikn kıyafetler içinde gören yaban­


cılar, Balkanlar'da gündelik yaşamın neredeyse yüzyıllardır
hiç değişmediğini düşünürlerdi. 1 92 1 'de Makedonya'da bu­
lunan iki İngiliz öğrenciye göre, "Yerliler, Hıristiyanhğın ilk
dönemlerinden beri pek fazla bir dönüşüme uğramamış (tı) . . .
öyle k i bugün Makedonya halkını incelemek neredeyse Aziz
Paul dönemindeki halkı incelemek gibidir. • Köylülerin "ilkel"
olduğuna dair bu inanış , aslında dönemin seyyahlan kadar
il. Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan modernleşme teo­
risyenleri ve sosyal antropologlar tarafından da paylaşılan
bir görüştü. 1 9 . yüzyıl romantizminden etkilenerek köylüleri
ulusal geleneğin taşıyıcısı olarak gören etnograflar gözlem­
ledikleri inanışların, adetlerin ve maddi kültürün köken­
lerini pagan dönemde arar, Amerikalı antik çağ uzmanlan
Sırp gusle ozanlannın epik şiirlerinde Homeros'u bulurlardı .
Sanki modernite 1 9 . yüzyıl Avrupa'sına hız ve ilerleme getir­
miş, Balkanlar'da ise "zamanı durdur(muştu) ."18

17
A. Wace ve M. Thompson, The Nomads ofthe BaJJca ns, Londra, 1 9 14, s. 33.
18
A. Goff ve H. A. Fawcett, Macedonia: A Pl.ea for the Primitive, Lond­
ra , 1 92 1 , s. xiv-xv, 8.

59
BİZAN S ' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

Aslında bu bölgedeki tanm ve beslenme pratiklerinde


gerçekten de büyük değişiklikler olmamıştı. ı 7 . yüzyılın son­
lannda Robert de Dreux'nün Serez köylerinde gördüğü tahta
kulübeler muhtemelen bundan bin yıl önce de vardı. 1 9. yüz­
yılda Romen köylülerinin yaşadığı evler de gayet b asitti . O
dönemde bu bölgede bulunan bir seyyaha göre: uBundan da­
ha pis ve berbat bir yaş am tarzı olamaz . . . ev dedikleri, topra­
ğa kazılmış bir çukur, çukurun üzerine oturtulmuş bir dam
ve bu damın üzerine atılmış otlar - ya da nadiren hasır." Ta­
nm aletleri de -hayvanlann çektiği tahta sabanlar ve taştan
yapılma el değirmenleri- Avrupa standartlannın gerisinde
kalmıştı. Aynca Balkanlar'da zaman s aatle değil, Güneş'e
ve azizlerin yortu günlerine göre ilerlerdi. Ortodokslar, Ka­
tolik Avrupa'nın Gregoryen takvimini hiçbir zaman benim­
sememiş , saat kulesi Balkanlar'a çok geç gelmişti; 1 868'de
Karadağ'da tek bir saat kulesi bile yoktu. 1 9
Yine d e yüzyıllar boyunca hiç değişmemiş b i r ilkel köy­
lülük fikri , Batı'nın yarattığı romantik bir imgeydi. Batı
Avrupa'yla aralannda, örneğin ticari tanın açısından, her
geçen gün büyüyen ciddi farklar olmasına rağmen, Balkan
köyleri de değişime hızla ayak uydurabiliyordu. Balkan köy­
lüsü sanıldığının aksine yerinde saymıyordu; mısır, tütün,
turunçgiller, patates ve domates gibi yeni ürünler öğreniyor­
du. Kıyafet konusunda ise 1 9 . yüzyılda artık kimin ne giydiği
bir resmi kimlik göstergesi olmaktan çıkmış, şehirliler başta
olmak üzere "Frenk" kıyafetleri giyilmeye başlanmıştı; köy­
lüler eski tip kıyafetlere en s adık kalan kesim olmakla bera­
ber zamanla onlar da değişmişti: Şemsiye, dikiş makinesi ve
makine örgüsü çorabın en ücra dağ köylerine jandarmadan
daha çabuk ulaştığına şüphe yok.

'9
Stoianovich, Balkan Worlds, s . 248-249; Eflak'taki ahır benzeri evler
için bkz. Tietz, St. Petersburg, s. 78; Bulgar kulübeleri için bkz. H.
Pernot (ed.), Voyage en '.lUrquie et en Grece de Robert de Dreux, Pa­
ris , 1 925, s. 95. Osmanlı saat kuleleri hakkında verdiği bilgilerden
dolayı Heath Lowry'ye teşekkür ederim.

60
COCRAFYA VE İ N SAN

Balkan köylüsü aynca sürekli kendi köyünde oturmaz,


mevsimlik işler için çok uzak yerlere bile gider, gittiği yer­
lerde çobanlık, taş ustalığı ve marangozluk yapar, hanlarda
çalışır, yol işçisi olurdu. ı 920'lerde Orta Avrupa'nın buğ­
day tarlalarında yanlarında getirdikleri iki haftalık ekmek
tayınıyla çalışan Bulgar köylülerine rastlamak mümkündü.
Habsburg döneminde Viyana'nın en zengin adamlarından
biri olan Baron Sina, Pindos Dağlan'ndan kuzeye göçmüş U­
lah köylülerinin torunlarındandı . Bazen siyasi, coğrafi ya da
iktisadi değişimler nedeniyle bütün bir köy halkı bile başka
bir yere göç edebilirdi . Sınır değişiklikleri, doğal felaketler
(kuraklık gibi) ya da ürün fiyatlarındaki ani iniş çıkışlar kit­
lesel göç için yeterliydi. Aynca denizden ya da karadan gelen
herhangi bir tehlikeye karşı yerleşim alanları daha yüksek
bir bölgeye taşınabilir, güvenlik sağlanırsa eski yerleşim
alanına geri dönülürdü. Slav köylerinde 3-4 akraba aileyi
kapsayan temel yaş am ve iş ünitesi zadruga ise göreceli ola­
rak yeni ortaya çıkmış bir yapıydı . E skiden araştırmacılar
zadruga'nın yüzyıllardan beri var olduğunu düşünürlerdi,
muhtemelen aile yapısının kırsal toplumlarda çok az de­
ğiştiğini varsaydıkları için. Ama küçük tanın ünitelerinin
Balkan toplumunun temel yapıtaşı olarak bin yıldan fazla
bir süredir -yani Bizans ve Osmanlı imparatorluklarından
sonra da- varlığını korumuş olması, hiç değişime uğrama­
dığı anlamına gelmiyordu. İlginçtir, tam da Batılılar son iki
yüzyıl içinde Balkanlar'daki ucanlı fosilleri" keşfetmeye baş­
ladıklarında Balkan köylüsü de kapitalizme ve ticari üretime
ayak uydurabilmek için daha önce hiç olmadığı kadar deği­
şime uğramıştı . 20
Balkanlar'daki Osmanlı hakimiyeti Hıristiyanlar için ge­
nelde yeni bir karanlık çağın başlangıcı olarak görülür, oy­
sa Osmanlı yönetiminin köylülere yaradığını bile söylemek
mümkündür. Bizans'ın son dönemlerinde, yani Osmanlılar-

ıo
T. Stoianovich, "Land Tenure and Related Sectors of the Balkan E ­
conomy", Betweerı East a rı d West: Th e Balkan a rı d Mediten-arıearı
Worlds, ı . cilt, New Rochelle, New York, 1 992, s. 1 - 1 5.

61
BIZAN S ' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

dan önceki iki yüzyıl boyunca siyasi istikrarsızlıktan, özellik­


le de prensler ve derebeyler arasındaki iç çatışmalardan çok
çekmişti köylüler. Yine bu dönemlerde Hıristiyan -Grek, Slav,
Fransız, Venedikli ya da Katalan- toprak sahipleri köylüler
üzerindeki baskıyı iyice artırmıştı. Osmanlılar işte bu hakim
sınıfı ortadan kaldınr. Büyük toprak sahipliği sadece Eflak ve
Boğdan prensliklerinde (ve bir ölçüde de Bosna'da) , yani Os­
manlı egemenliğinin nispeten daha zayıf olduğu yerlerde de­
vam edebilmiş ve bu topraklardaki köylüler, 20. yüzyılda bile
Güneydoğu Avrupa'nın başka hiçbir yerinde olmadığı kadar
sömürüye uğramıştır. Diğer B alkan köylüleri ise Osmanlılar
sayesinde eski despotlarından kurtulmuş ve (Balkanlar'ın
dağlık coğrafyasından da yararlanarak) Prusya, Macar ve Rus
serflerinin hiçbir zaman elde edemediği bir hareket özgür­
lüğüne sahip olmuşlardır. Yüzyıllar sonra Balkan devletleri
bağımsızlıklarını kazandıklarında da aristokrasisi olmayan
"köylü demokrasi"leri ortaya çıkmıştır. Bu, Avrupa'nın diğer
yerlerinde neredeyse hiç görülmeyen bir gelişmeydi. 2 1
Osmanlı İmparatorluğu'yla birlikte eski egemenlerin ye­
rini elbette yenilerinin aldığını da söylemek lazım. Osmanlı
devleti, bazı Bizans vergilerini (özellikle emeğe dayalı olan­
ları) kaldırmadığı gibi kendi askerlerine (hem Müslüman
hem de Hıristiyan) toprak verir. Küçük bir kesim bir süre da­
ha din değiştirmeden topraklarını korur, bazı Grek ve Sırp
soylular da Müslüman olup Osmanlı yönetici sınıfına girer.
Asıl kopuş hukuksal düzeydedir: Osmanlıların kurduğu yeni
düzende ekilebilir toprakların neredeyse tamamı imparato­
ra aitti. Osmanlı belgelerinde bu durum şöyle anlatılıyordu :
"Fetih sırasında reayanın elinde bulunan toprak, mülkiye­
ti Müslüman cemaat adına tutulmak üzere, yine reayaya
verilmiştir."22

2l
P. Sugar, "The Least Affected Social Group in the Ottoman Balkans:
The Peasantry", Byzantine Studies: Essays on the Slavic World and
the Eleventh Century, ed. S. Vryonis, New York, ı 9 9 2 , s . 77-87.
22
B. McGowan, Economic Life in Ottoman Europe: Taxation, Trade
and the Struggle for Land, 1 600-1 800, C ambridge 1 98 1 , s. 54-55.

62
COGRAFYA VE İ N SAN

Klasik Osmanlı modelinde merkezi devlet yargı meclisleri


ve bürokrasi yoluyla üretim ilişkilerini düzenler ve denetim
altında tutardı. Bu düzende toprak sahipleri, sahip olduk.la­
n varlığı kolay kolay miras bırakamadık.lan için Osmanlı'da
hiçbir zaman devleti tehdit edecek bir soylu sınıfı ortaya çık­
mamıştır. Toprak sahipleri köylüleri ezmiş ancak onlara hiç­
bir zaman sahip olamamıştır. Sahip olduk.lan tek şey, üretim
üzerindeki haktı. Aynca toprak sahipleri de, en az köylüler ka­
dar, baskıcı bir devletin boyunduruğu altında yaşıyordu. Bal­
kanlar'daki toplam vergi yükünün ise Osmanlılann gelişiyle
arttığını söylemek zor. Sonuçta Balkan köylüsü kendi hayatı
üzerinde, diğer Avrupa köylülerine göre, daha fazla söz sahi­
biydi. 1 4. yüzyılda Balkan toprak.lannı mahveden bitmez tü­
kenmez savaşlar Osmanlılann gelişiyle yerini merkezi bir dü­
zene bırakmış, bölge sistematik bir biçimde şenlendirildikçe
Balkanlar'a istikrar gelmişti. Osmanlı fetihlerinden sonraki
yüzyıl içinde ekili alanlar da artar. Sulama gerektiren, dola­
yısıyla altyapıya muhtaç portakal, domates, dut, aynca daha
sonralan pamuk ve kayısı gibi ürünlerin çoğalması bölgedeki
istikrann bir göstergesiydi. Aynı şekilde İstanbul'un (ve de
diğer bazı küçük şehirlerin) nüfusunun hızla artması da aynı
gelişmeye işaret ediyordu; bu şehirler arkalannda sağlam bir
tanın ekonomisi olmadan büyüyemezdi. 23
Ne var ki, iki-üç yüzyıl sonra Osmanlılar da bazı güçlük­
lerle karşılaşmaya başlar. İmparatorluk toprak.lan genişle­
dikçe karşı tarafın direnişi artıyor, savaşlar bitmek bilmiyor
ve orduyu finanse etmek için daha etkin bir biçimde vergi
toplamak gerekiyordu. Osmanlı iltizam sistemi Fransa, İs­
panya ve Venedik gibi diğer Avrupa devletlerindeki durumun
aksine büyümenin önünde bir engeldi. B atı Avrupa ticari
bankacılık ve imalat sektöründe ilerliyor, özel mülkiyeti teş­
vik ediyor, kolonileriyle ticaret yapıyordu. Osmanlı eyaletle-

23
Bizans toprak vergilerinin Osmanlı döneminde de devam etmesi ile
ilgili olarak bkz. S. Vryonis, "Byzantium and Islam: Seventh-Seven­
teenth Century", Byzantine Studies IX, s. 234-235; İnalcık ve Ouata­
ert, Economic and Social History, s. ı 59.

63
BİZAN S ' I N ÇÖKÜŞÜ N D E N GÜNÜMÜZE BALKANLAR

rinde de özel girişimde bulunan bazı eşraf vardı ama temel


ihtiyaç mallarının üretimi ve ticaret eski düzene göre işli­
yordu ve bu düzende kişilerin kendi inisiyatifleriyle yatırım
yapmaları güçtü. Artık biraz kör topal ilerlemeye başlamış
bu leviathan için ise B alkanlar hala paha biçilmez bir değe­
·

re sahipti. Tüm imparatorluğun vergi gelirlerinin üçte ikisi


Balkanlar'dan -özellikle de köy ekonomisinden- geliyordu.
18. yüzyıl Osmanlı bürokratlarından San Mehmed
Paşa'nın şu sözlerinde, köylüleri yerel eşrafa karşı koruyan
geleneksel devlet bakışını yakalamak mümkün: "Fakir reaya­
yı sıkboğaz etmesinler ve senevi rüsum üzerine başka vergi
toplamaya kalkıp dert çıkarmasınlar. . . büyüklerimiz der ki
reayadan elzem olmayan işler için verebileceğinin üstünde
para istemek bir binanın yapısından çalıp dama aktarmak
gibidir. Yani fakir köylü herhangi bir muzır icatla sıkıntıya
düşürülmemelidir. "24
Ne var ki bir muzır icat çıkmaya başlamıştı bile. İçlerin­
de bazı Hıristiyanlann da bulunduğu yeni taşra eşrafı köy
ve tarla satın alıyor, satın aldığı bu mülkleri sonradan mi­
rasçılarına bırakıyordu. Eski toprak düzeninin yerini özel
mülkiyet almakta, önceden ortak mülk olan topraklar yavaş
yavaş yok olunca köylüler açıkta kalmaktaydı. Bu yeni çift­
liklerin tam olarak ne olduğu, neden ve nasıl ortaya çıktığı
ve ne kadar yaygın olduğu Osmanlı tarihinin en tartışmalı
konularından biridir. Çiftlik, ister eski den düşünüldüğü gibi
uluslararası iktisadın ticareti genişletmesiyle ortaya çıkmış
bir yapı olsun ya da şimdilerde öne sürülen daha makul bir
açıklamaya göre sömürüye her zaman daha yatkın olan mül­
tezim sınıfının siyasi gücünü artırmasına dayanıyor olsun,
Osmanlı köylüsünün durumu her koşulda kötüye gidiyordu. 25

Mutlak egemenlik sahibi otoriter devlet; Thomas Hobbes'un 1 6 5 1


tarihli kitabının adı --çn.
24
Aktaran S. Fischer-Galati (ed.), Man, State and Sodety in East Euro­
pean History, New York, 1 970, s. 7 3 .
Bkz. G. Veinstein, "On the Çiftlik Debate", Landholding and Com­
mercial Agriculture in the Middle East, ed. ç. Keyder ve F. Tabak,

64
COC';RAFYA VE İ N S A N

Kötüye gitmesine gidiyordu ama B alkan köylüsü yine de


Orta ve Doğu Avrupa'nın serfleşmiş tanm işçisinden daha iyi
durumdaydı. Yerel eşrafın kontrolü altında olmakla beraber,
belki bazı istisnalar dışında, hiçbir zaman köleleşmemişti.
Balkanlar'da köylünün vergi yükünü ağır tutmamak eşrafın
yararınaydı. E şraf vergi yükünü artınr ya da işi fazla sıkı
tutarsa köylü tarlasını bırakıp şehirlere ya da başka bölge­
lere kaçar, çoğunlukla da dağa çıkardı . Köylerini bırakmak
istemeyip kaçmayanlar da kaçanların vergilerini ödemekle
yükümlü olduklarını göıiin ce fikir değiştirir ve böylece bü­
tün bir köy boşalabilirdi. Aynca Balkanlar'da mısır üretimi­
nin gelişmesi, J. R. McNeill'in deyimiyle "dağlardaki yaşamı
tamamen değiştirmişti", çünkü dağ köyleri bu şekilde daha
fazla insanı besleyebiliyordu. Ormanların tanma ya da yer­
leşime açılması ve dağlardaki küçük alanların ekilip biçil­
mesi için gereken iş gücünü ya aileler kendileri karşılıyor
ya da biraz daha geniş hısım akraba topluluklar bu iş için
kullanılıyordu. Kızlar çeyiz olmadan evlendirilmezdi ama
bunun karşılığında bir eşeğin taşıyabileceğinin en az ya­
nsını taşıyabilir ve ucuz iş gücü olarak kullanılırlardı. Bu
acımasız yaşam, kadınların bedenlerine de yansımıştı. E dith
Durham'a göre "burada kadınlar çok erken yaşlanıyor(du) . . .
ayrıca, özellikle d e Karadağ'da kadınlar ile erkekler arasında
büyük boy farkı var(dı) . Kadınlar genelde benden kıs a (l ,60) ,
erkeklerse l ,80'den uzun(du)."26

Albany, New York, 1 99 1 , s. 35-57; T. Stoianovich, "Balkan Peasants.


Landlords and the Ottoman State", Between East and West: The Bal­
kan and Mediterranean Worlds, 1 . cilt, New Rochelle, New York,
1 992, s. 1 5 - 39; İnalcık ve Ouataert, Economic and Social History,
s. 45; Rumlar ile ilgili olarak bkz. G. Veinstein, "Le Patrimoine fon­
cier de Panayote Benakis, Kocabasi de Kalamata", Etat et societe
dans l'Empire ottoman, XVle-XVllie siecles, 3. cilt, Aldershot, 1 994,
s. 2 1 1 -233.
26
J. R . McNeill, The Mountains of the Mediterranean World: An Envi­
ronmental History, Cambridge, 1 992, s. 89-90; M. E. Durham, Some
Tribal Origins, Laws and Customs of the Balkans, Londra, 1 928, s.
273.

65
BİZANS' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

Sıtmadan, vebadan, mültezimden, korsanlardan ve çete­


lerden uzak bir yaş am süren dağ köylüsü vergi konusunda
rahat rahat devletle pazarlık yapabiliyordu. Agrafa (kelime
anlamıyla "kayıt altına alınmamış bölge") , Arnavutluk'un
dağlık kesimleri ve Karadağ gibi ücra bölgelerdeki özerk -
hatta tamamıyla bağımsız- köyler hiçbir efendiyi dinlemek
zorunda değildi . Dimitri Kantemir 1 8 . yüzyıl başlarında Su­
ceava yakınlarındaki bir Boğdan dağ "cumhuriyeti" hakkın­
da, "buradaki köylüler yıllık bir vergi" öder diyordu, "eğer
prensin bunlara kötü davranacağı tutarsa, köylüler prensle
anlaşmaya yanaşmaz, vergi ödemeyi o anda keser ve daha da
ücra bir dağ köyüne kaçarlar. Bu nedenle, prens, köylüler­
den hiçbir zaman fazla vergi talep edemez." Aynca derbentçi
olup vergi muafiyeti alan köyler de vardı. Ağustos 1 7 1 5'te Si­
lahdar Ali Paşa, Mora'da Venediklilere karşı kazandığı zafer­
den sonra dağlık Mani köylerinden bir grup Rum temsilciyle
vergi konusunu görüşmüştü. Seferin kaydının tutulduğu Os­
manlı belgesinde, bu köylerin neredeyse kendi kendini yöne­
ten özerk bir bölge olduğu yazılıydı . 27
Fakat siyasi özerkliğin bedeli zorlu bir yaşamdı . Özellikle
1 9 . yüzyılda nüfus fazlaca artmaya başlayınca işler zorlaşır.
Aslında dağ köylerinde insanlar sağlıklı beslenir, ovada ya­
şayanlara göre daha uzun boylu olurdu . Ama dağlardaki ku­
ru iklim bütün bir yıl yetecek kadar ürün yetiştirmeye olanak
vermiyor, örneğin Metsovo'da hasat ancak 1 -2 ay dayanıyor­
du. Dolayısıyla dağ köylerinde yaşayanlar karınlarını b aşka
şekillerde doyurmak zorundaydı. Ormanlık alanlarda yaban
çileği ya da mantar toplar -ki bu da artık yok olmakta olan
bir uğraştır- ya da odun kömürü ve kereste satarlardı. Dağ
köyleri aynca ova köylerine buz da tedarik ederdi . 1 920'le­
re kadar -yani buzdolabının yaygınlaşmaya başlamasından
önce- Yanya'da buz ticareti yapılırdı. %65'lik bir erime payı
olmasına karşın bu iş o zamanlar hala karlıydı. Dağ köylü-

27
Kantemir, aktaran Warriner, Contrasts, s. 1 28; B. Brue, Joumal de
la campagne que le Grand Vezir Ali Pacha a faite en 1 71 5 pour la
conquete de la Moree, Paris, 1 870, s. 38.

66
COGRAFYA VE İ N SA N

sü sattığı mallardan kazandığı parayla ova köylerinden tuz


satın alırdı. Tuz, dağda besin kıt olduğu için köylünün her
şeyiydi .
Aynca "kahramanlık" yaparak para kazanmak isteyenlere
haydutluk yolu da açıktı. Tipik bir 1 9 . yüzyıl haydudu, bu
konuda yapılmış iyi bir araştırmaya göre, "20-30 yaşlannda,
hatta belki daha da genç bir dağ köylüsü ya da çoğunlukla
konargöçer bir çobandı." Genelde kendi saldırganlık eğilim­
leri nedeniyle kanun dışına itilmiş olan bu adamlann aslın­
da temel amacı devletten aman dileyerek mümkünse paralı
bir bekçilik görevi kapmaktı. Bu iş olana kadar da kabada­
yılık eder, insanlan sindirmeye çalışırlardı. Bir Arnavut hay­
dut esir aldığı bir tngilizi şu sözlerle korkutur: "Senin kah­
ven, paran ve canın bizim . . . hırsıza herkes borçludur. Burada
padişah benim, burada İngiliz kralı da benim."28
Haydutluk, özellikle de koyun hırsızlığı, 1 8 . ve 1 9 . yüz­
yıllarda gittikçe büyüyen bir sorundu. Osmanlı İmparator­
luğu küçüldükçe ve bölündükçe pek çok yeni ülkeyle komşu
oluyor, haydutlar bir ülkenin kanunundan kaçmak için ra­
hatlıkla başka bir ülkeye girip kendilerini o ülkenin yandaşı
ilan edebiliyorlardı . Aynca bu haydutlar Müslümanlara ol­
duğu kadar yoksul Hıristiyan köylülere de s aldırırdı; Türkle­
rin egemenliği altında yaşayan Hıristiyanlann en az Türkler
kadar beter olduğuna inanıyorlardı. 1 830'larda David Ur­
quhart, Aynoroz yolunda cesurca ilerlerken şunlan söyle­
yecekti: "Önümüze her an bir haydut çıkabilir. . . bu insanlar
hiç kimseyi dinlemeden etrafa dehşet saçarlar. Birkaç kere
köylülerin üstüne yürüyüp onlan da kendilerine düşman e­
dinmişler. " Bu haydutlar zenginden alıp fakire veren cinsten
değildi, aynca herhangi bir vatanseverlik duygusuyla da ha­
reket etmiyorlardı. Sadece dağlardaki yoksulluğu bir şekilde
hafifletmeye çalışıyorlardı. öte yandan şerefliydiler de; ko-

28
J. Koliopoulos, Brigands with a Cause: Brigandage and lrreden­
tism in Modem Greece, 1 82 1 - 1 912, Ox:ford, 1 987, s. 289; D. Urqu­
hart, The Spirit of the East, IUustrated in a Joumal of Travels thro­
ugh Roumeli during an Eventful Period, 2. cilt, Londra, 1 830, s. 1 50.

67
B I Z A N S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E B A L K A N LA R

yun ya da sığır sürülerine saldırmak, para kazanmanın diğer


geleneksel ve yerleşik biçimlerine göre belli bir kahraman­
lık gerektiriyordu. Yine de bu egzantrik tablonun ardında
haydutların aslında son derece sefil bir yaşam sürdüklerini
söylemek lazım. Urquhart'ı kaçıran Rum haydutların lide­
ri, mahcubiyetini şu sözlerle dile getirmiştir: "Şu adamlara
b ak, kimisi çıplak ayak geziyor, Üzerlerinde doğru dürüst bir
kıyafet bile yok, tütün bezleri boş, karınları aç; bu insanlar
neden böyle bir yaşam sürüyorlar? Tarlada öküz gibi çalışan
ya da dağda ayı gibi avlanan insanın kimseden çekineceği
hiçbir şey yoktur."29
Yerleşik tanının çökmesi, haydutlar kadar çobanla­
rın da işine yarar. Normalde çobanlar ya haydutlarla be­
raber hareket eder ya da onlara teslim olur, bazen de du­
rumu idare etmeye b akarlardı. 17. yüzyıldan 20. yüzyıla
kadar Balkanlar'da kırsal ekonomi altın çağını sürmüş­
tü. Rumeli'den 1 609 tarihli bir belgeye göre askerler terk
edilmiş topraklan yerleşime ve hayvancılığa açmış , bura­
ya köle getirmişlerdir. Çobanlar büyük koyun sürüleriyle
birlikte Aziz Dimitri Yortusu'ndan (8 Kasım) sonra vadilere
iner, Aziz Yorgo Yortusu'ndan (6 Mayıs) sonraysa yaylalara
çıkarlardı. Bu gidip gelmeler yüzlerce kilometre yol demek­
ti . Ç ob anlar vergilerini nakdi olarak ödedikleri için p ara
ekonomisinin nasıl işlediğini de öğrenmişlerdi . 20. yüzyı­
lın başlarına kadar B alkanlar'da ticaretin merkezi olan pa­
zarlarda ve yıllık p anayırlarda hayvan, deri , yün eşya ve
p eynir satarlardı. Bu çobanlardan b azıları zaman içinde
ticarete de atılmıştı. örneğin Pindoslann bir dağ köyü olan
Metsovo'nun 1 9 . yüzyılın ortalarında birtakım çoban-tüc­
carların girişimleri s ayesinde son derece zengin bir yer ha­
line geldiğini biliyoruz.30

29 Urquhart, Spirit of the East, 2. cilt, s. 1 57, 1 62 - 1 63 .


30 McGowan, Economic Life, s. 6 5 ; F. Adanır, "Tradition and Rural
Change in Southeastem Europe during Ottoman Rule", The Origins
ofBackwardness in Eastem Europe, ed. D. Chirot, Berkeley, 1 989, s.
1 35.

68
COGRAFYA VE İ N S A N

Aynca iktisat tarihçilerine göre ön-sanayı ıçın gere­


ken su, ham.madde ve fazla "ayakaltında olmama" koşulu
Balkanlar'ın bazı dağ yerleşimlerinde vardı . Leake'e göre
"toprak açısından ş anssız olan bazı köyler pamuk ve yün
üretiminde ilerlemiş durumda(ydı) . . . Agrafa köylerinin üçte
birinin dokuma işçiliğiyle geçindiği söyleniyor(du) . Aynca
bu bölgede altın ve gümüş üretiminde pek çok işçi çalışıyor
ve Skatina'da kılıç, tüfek namlusu ve tabanca çakmağı üreten
bir fabrika var(dı)."Yunan ve Bulgar dağlarında da bağımsız­
lıktan önceki yıllarda küçük dokuma fabrikalan kurulmuş ­
tu. Ne var k i 1 9. yüzyılda Batı'dan gelen mallar bu fabrikala­
ra büyük darbe indirecekti. Ambelakia'nın varsıl üreticileri
bu dönemde çok sıkıntı çeker. Bundan sonra bu tür üretim
faaliyetleri ancak kasaba ve şehirlerde devam edecektir.31
***

Osmanlı'nın B alkan fetihleri köylerden çok, şehirleri etki­


lemiştir. Osmanlı'ya kendiliğinden teslim olan şehirler ge­
nelde yağma edilmezdi. Yine de İstanbul başta olmak üzere
pek çok Bizans şehri fetihten sonra harabeye döner. Osman­
lılar elbette şehirlerin devlet yönetimi için ne kadar önemli
olduğunun farkındaydılar; Fatih Sultan Mehmed şehirlerin
yeniden hayat bulması için askeri seferlerden çok daha zor­
lu olduğunu düşündüğü bir mücadeleye girmiş ve hiç vakit
kaybetmeden hemen İstanbul' a ve diğer bazı büyük şehirlere
Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman nüfus yerleştirmiştir. Aynı
nedenlerle il. Bayezid de 1 5 . yüzyılın sonlannda İspanya,
Portekiz ve Güney İtalya'dan kovulan Sefarad Yahudilerini
Osmanlı topraklarına kabul etmiş ve böylece imparatorlu­
ğun çeşitli yerlerinde hatın sayılır Yahudi cemaatleri ortaya
çıkmıştı.32
1 5 . yüzyılın sonlarında Osmanlılar şehirleri canlandır­
mak için gerçekten büyük çaba harcar. özellikle saray çev-
31
Leake, aktaran İnalcık ve Quataert (ed.), Economic and Social His­
tory, s. 689.
H. Lowry, "From Lesser Wars to the Mightiest War: The Ottoman
Conquest and Transformation of Byzantine Urban Centers in the
Fifteenth Century", Studies in Defterology, s. 47-65.

6Y
B İ Z A N S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E B A L K A N LA R

resi şehir halkının ihtiyaçlannı karşılamak üzere hanlar,


hamamlar, çarşılar, camiler, medreseler, şifahaneler ve su
kemerleri yaptınr. Bu şekilde İstanbul başta olmak üzere
pek çok eski Bizans şehri yeniden hayat bulacak, aynca yeni
yerleşimler de kurulacaktır: Saraybosna, Banyaluka, Mostar
ve sonradan Arnavutluk' un başkenti olacak Tiran, aynca El­
basan ve Yenice gibi göreceli olarak daha küçük yerleşimler
Osmanlı dönemindeki şehirleşmeye iyi birer örnektir. Nüfus
bakımından ise, şehir ve kasabalann çoğu Müslümanlardan
oluşuyordu; Hıristiyanlar köylerdeydi. 1 520- 1 530 yıllanna
ait bir tahrir defterine göre Balkan nüfusunun %80'inden
fazlası Hıristiyan olmasına rağmen büyük şehirlere Müslü­
manlar hakimdi.33
Osmanlılann şehir yaş amına bir kopuş mu yoksa devam­
lılık mı getirdiği hala tartışmalı bir konu ama kesin olan bir
şey var ki o da Osmanlılann Balkanlar' a felaket getirmemiş
olduğudur. Yıllar yılı küçük bir kale-içi yerleşiminden ibaret
olan Belgrad ve diğer bazı şehirler Osmanlı egemenliğinde
büyük ticari ve idari merkezlere dönüşmüş, hatta çevre köy­
lerde zenginleşmiştir. C ami yapımı gibi kap samlı projeler
dönemin Avrupa standartlanna göre çok daha hızlı bir şekil­
de tamamlanıyor, Serez ve Prizren gibi küçük yerleşimlerde
bile Osmanlıl arın iş gücü organizasyonunda ne kadar başa­
nlı olduğu açıkça görülüyordu. Sonuçta imparatorluğun ilk
zamanlarında Balkanlar'daki şehirleşme oranı artmış , Sela­
nik ile o dönemde artık bir Osmanlı vasallığı haline gelmiş
olan Dubrovnik gibi ticaret limanları büyümüş ve zengin­
leşmişti. 1 600'lerin başında İstanbul Avrupa'nın en büyük
şehriydi . 250 bin gibi aslında düşük bir nüfus verisini baz
alsak bile yine de İstanbul, o dönemde Londra (200 bin) , Pa­
ris (220 bin) ve Roma'dan ( 1 05 bin) daha büyük bir şehirdi .
Berlin (25 bin) , Madrid ve Viyana (her ikisi de 50 bin) herhan-

JJ
S. Vryonis, "Religious Change and Continuity in the Balkans and
Anatolia from the Fourteenth through the Seventeenth Century",
Islam and Cultural Change in the Middle Ages, ed. S. Vryonis, Wies­
baden, 1 975, s . 1 30- 1 32 .

70
COGRA FYA VE İ N S A N

gi bir özelliği olmayan orta büyüklükte birer yerleşimdi. Öte


yandan bu dönemde yine Osmanlı egemenliğinde olan Kahi­
re, İstanbul'dan bile büyüktü: William Lithgow'a göre, diğer
büyük şehirlerle karşılaştınnca "dünya üzerindeki en göz
alıcı, en büyük şehir"di. Dönem dönem Osmanlı sarayına ev
sahipliği yapan E dirne ise ı 7 1 7 yılında Lady Mary Wortley
Montagu'yu çok etkilememiş ama yine de şu övgüyü almış­
tı: "Ç arşı içinde 365 dükkan var. Bu üzeri kubbeli dükkanla­
rı dolduran her çeşit değerli eşya Londra'da New Exchan­
ge'dekine benzer bir şekilde sergileniyor. Fakat burası bizim
çarşılarımıza göre daha düzenli. Dükkanlar o kadar temiz
ki hepsi yeni açılmış gibi. Buraya sadece vakit geçirmeye ya ­
hut kahve veya şerbet içerek eğlenmeye gelenler de var." Bu
manzaralar aslında Avrupa'dan çok daha önce Osmanlı şehir
yaşamının temel taşı olmuştu.34
Şehirlerin Osmanlılar için büyük önemde olmasının ne­
deni imparatorluğun şehirlerden yönetilmesiydi. Devletin
vergi topladığı, ticareti organize ettiği ve temel ihtiyaç mad­
delerinin (örneğin tuz) iaşesini örgütlediği yerler şehirlerdi .
Tabii imparatorluğun bütün şehirlerinin İstanbul'un gölgesi
altında olduğunu söylemek lazım: O smanlı ekonomisinin te­
melindeki iaşe ve narh sistemine göre neredeyse bütün şe­
hirler İstanbul'u beslemekle yükümlüydü. Bütün bunlar da
demek oluyordu ki 17. yüzyılda O smanlı devleti zayıflamaya
başladığında bile bu topraklarda B atı tipi bir sermaye ge­
lişiminin önünde pek çok engel vardı. Bu dönemde ticaret,
dolayısıyla da sermaye, Müslümanlar ile Yahudilerin elinden
çıkıp yeni bir tür burjuva sınıfına sahip Ortodoks Hıristi­
yanlara geçmeye başlar. İmparatorluğun ticaret ve serma-
34
Krş . M. Kiel. Studies on the Ottoman A rchitecture of the Balkans,
Aldershot, ı 990, Giriş; S. Curcic ve E. Hadjitryphonos (ed.). Secular
Medieval Architecture in the Balkans, 1 300- 1 500, and lts Preser­
vation, Selanik, 1 997. Nüfus verileri için bkz. "lstanbul", Encyclo­
paedia oflslam, 4. cilt, s. 226-246 ve diğer şehirler için J. De Vries,
European Urbanization, 1 500- 1 800, Cambridge, Massachusetts,
1 984, s. 270-287; Lithgrow, Rare Adventures, s. 1 79; Halsband (ed.),
Complete Letters, ı. cilt, s. 354.

71
B İ ZA N S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E B A L K A N LAR

ye birikimi açısından pek de elverişli olmadığının farkında


olan bu tüccarlar sıklıkla kendilerine imparatorluk dışından
-Viyana, Odessa ya da Marsilya gibi şehirlerde- ortaklar bu­
lur ve gerektiğinde paralarını buralara aktanrlardı. Sonuçta
Osmanlı şehirleri birer ticaret ve küçük el üretimi merkezi
olarak kalmıştır. Şehirler veba salgınlan karşısında da ta­
mamen savunmasızdı. 1 7 . ve 1 8 . yüzyıllarda aşağı yukan
her 1 2 yılda bir T. Stoianovich'in "olağanüstü salgınlar" diye
tanımladığı bir döneme girilirdi. Aynca kagir yapılann Gü­
neydoğu Avrupa'ya ulaşması epey zaman almış olduğu için
bu dönemde Balkanlar'da evler hala ahşaptı ve 20. yüzyılın
başlannda bile bir yangın çıktı mı gayet rahat birkaç mahal­
lenin birden yok olduğu vakiydi.35
1 9 . yüzyılın başlannda Batılı seyyahlann en çok dikka­
tini çeken şeylerden biri , Osmanlı şehirlerindeki sessizlikti:
Burada çan sesi yoktu, at arabası yoktu, nal sesi yoktu. Bu
da demek oluyordu ki Osmanlı'da demir ve maden işçiliği
de yoktu, makine de yoktu. William Tumer' a ( 1 8 1 2) göre "Av­
rupalılann en şaşırdığı şey, bu kadar büyük bir başşehrin
nasıl bu kadar sessiz olabildiği"ydi . Osmanlı şehirlerinde
endüstrinin gelişmemesinin sebebi ticari tanının geri kal­
ma sebepleriyle aynıydı: Yollann bozuk ve güvensiz olması;
bürokratik engeller; dinin matbaaya ve bilime engel olması;
aynca kamu düzeninin bozukluğu ki bu durum Makedonya
olaylannın yol açtığı siyasi kanşıklık nedeniyle zaman için ­
de gittikçe daha da içinden çıkılmaz bir hal alacaktı . Aynca
taşrada da can ve mal güvenliği ezeli ve ebedi bir sorundu.
Sir Thomas Roe, 1 622'de "Büyük Senyör'ün topraklan hem a­
daletsizlik hem de şiddetli baskılar nedeniyle boşalıyor," de­
mişti. Ama sorun öyle hemen ortadan kalkacak gibi değildi.
1 840'larda Romanya'da hala "üzerinde kimsenin yaşamadığı

,. T. Stoianovich, "Model and Mirror of the Premodern Balkan City",


Between East and West: The Balkan and Mediterranean Worlds,
2. cilt, Economies and Societies, New Rochelle, New York, 1 992, s.
ı 08; aynca bkz. T. Stoianovich, "The Conquering Balkan Orthodox
Merchant". age . . s. ı - 77.
COGRAFYA VE İ N SA N

geniş araziler# vardı. 1 842 yılında bir ova köyünde Osmanlı


idarecilerinin Rumlara baskı uyguladığını işiten Yüzbaşı J.
J. Best, köylülerin kendilerini nasıl s avunduğunu şöyle an­
latacaktı: •Bu köyün köpeklerinden çok çektik. . . ama böyle
tehlikeli bir yerde köylülerin bu tür savunma yöntemlere
başvurmalanna şaşmamalı." Ne var ki, köpekler vergi tahsil­
darlanna karşı pek de etkili değildi: "Bir Rum papazının bir
köye gelir gelmez yaptığı ilk iş orayı yağmalamaktır,# diye­
cekti o bölgenin yerlilerinden biri. Köylü hem yıllık hasattaki
iniş çıkışlar hem de silahlı çeteler karşısında savunmasızdı,
mültezimler ve sarraflar da bu durumdan yararlanmasını
iyi bilirdi. Başka bir gözlemciye göre "Eflak köylüsü verdiği
emeğin karşılığını göremeyeceğini, vannın yoğunun öşürle
kendisinden alınacağını bildiği için p ek çalışmaz(dı) .# Nüfus
azaldıkça topraktan da kaçgun oluyor, ekstansif tanın ar­
tıyor ve ekilebilir alanlar meraya dönüştürülüyordu. Aynca
mevcut nüfus un dağlara yönelmesi nedeniyle de ormanlık
alanlar yok oluyor, ormanlar yok oldukça erozyon başlıyor,
erozyonla da vadiler alüvyal topraklarla doluyor ve sıtma
salgını çıkıyordu.36
Elbette bu olumsuz tablo her yer için geçerli değildi.
örneğin Morava Vadisi'nde "Mısırdan iyi hasat alınıyordu,
tarlalar bakımlı ve verimWydi. 1 8 . ve 1 9 . yüzyıllarda büyük
toprak sahipleri arasından birkaç "müteşebbis# ayan da çık­
mıştı. Ö rneğin Yanyalı Ali Paşa'nın topraklannda ipekböcek­
çiliği yapılır, dut ve pirinç üretilirdi. Aynca paşa, padişahın
gazabına uğramazdan evvel, o bölgede kol gezen büyük hay­
dut çetelerine karşı da "ciddi bir mücadele başlatmış#, "böl­
gede can ve mal güvenliği sağlayarak ticareti canlandırmış
ve bu şekilde kendi zenginliğini artırmanın yanı sıra tebaa­
nın da yaşam koşullannı iyileştirmişti." 1 8. yüzyılın bir baş-

36
Stoianovich, Balkan Worlds, s . 75; Negotiations of Sir Thomas Roe,
s. 67; Tietz, St. Petersburgh, s. 79; J. J. Best, Excursions in Albania,
Londra, 1 842, s. 1 88; Warriner, Contrasts, s. 1 46; H. Andonov-Pol­
jansky (ed.), British Documents on the History of the Macedonian
People, 1. cilt, Osküp, 1 968, s. 287.

73
BİZAN S ' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

ka büyük toprak s ahibi olan Arnavut Bushatlılar da pirinç


ve p amuk üretimi yapıyor, ürünlerini İtalya'ya ihraç ediyor­
lardı. Serez çevresinde de p amuk ekimi yaygındı. Aynca bu
bölgelerde Osmanlı yöneticileri de kasaba ve köylerin mo­
dernizasyonu için çaba harcardı. 1 9 . yüzyılın belki en büyük
Osmanlı valisi olan ve Hıristiyanlara sözde arka çıktığı için
1ürklerin Gavur Paşa diye bildiği Midhat Paşa, Tuna Vilaye­
tinde vergi gelirlerini artırıp tarımsal üretimi canlandırmış­
tır. Ama bu durum fazla uzun sürmeyecek ve Midhat Paşa
birtakım siyasi çekişmelerin kurbanı olunca yaptığı işler kı­
sa z amanda bozulacaktı.
Batı ve Orta Avrupa'daki girişimci toprak sahipliği Os­
manlı İmparatorluğu'nda pek görülmese de Osmanlılar Orta
Avrupa, Fransa ve hatta daha uzak bölgelerle ticaret yaptıkça
imparatorluk gittikçe büyüyen kapitalist dalganın yörüngesi­
ne girer. Aynca merkezi idare o dönemde bir krizden ötekine
sürüklenmektedir, dolayısıyla 1 8. yüzyılın başlarından beri
aralıklı olarak devam eden reformları hızlı ve etkin bir biçim­
de işlerliğe kavuşturmak elzemdir. Bir zamanların fatihanı
yeniçeri askerlerini saray artık kontrol edememektedir ve bu
durum yaklaşık yüzyıldır böyledir. Maaşlarını düzgün alama­
yan yeniçeriler zaman içinde, hanedanın elit ordusu olmaktan
çıkıp başına buyruk hareket eden, isyan çıkaran, hatta padi­
şahları tahttan indiren bir çıkar grubuna dönüşmüştür. Ayn­
ca 1 8. yüzyılda halk için de bir tehdit olmaya başladıklarında
Osmanlı devleti, düşmanlarından çok, yeniçerilerden korkar
hale gelmişti. Yeniçeriler, hem kendi Hıristiyan komşularının
yolunu keser hem de Müslümanları ve Babıali'yi tehdit eder­
di. Herkes onlardan korkar ol.muştu. Napoleon'un Mısır ye­
nilgisinden sonra Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Osmanlılardan
neredeyse bağımsız bir şekilde Doğu Akdeniz'e hakim olmaya
başlayınca Osmanlı devleti de eski gücünü tekrar canlandır­
mak ve saygınlığını geri kazanmak için kollan sıvar. İlk hedef
ordunun modernizasyonudur. 1 826'da Yeniçeri Ocağı lağve­
dilir ve profesyonel bir ordu kurulur. Kısa bir süre sonra da
İngiltere'nin baskısıyla ticarette serbestleşme başlar ve impa-

74
COGRAFYA VE İ N S A N

ratorluğun tüın tebaası kanun önünde eşit ilan edilir. 1 850'ler­


de ise özel mülkiyet -en azından kağıt üstünde- mümkün ola­
caktır (bu arada belirtmek gerekir ki Macaristan gibi bir yerde
de köylülerin mülkiyet hakkına sahip olması bundan çok da
eski bir tarihe dayanmıyordu). Bütün bunlar eski müdahaleci
devlet ekonomisinin yerini yavaş yavaş uluslararası pazarlara
açık bir tür ticari tanının aldığı anl amın a geliyordu: Bu bağ­
lamda pamuk ve tütün üretimi önem kazanmış; Sırp domuzu
ve Romen buğdayı ön plana çıkmıştı. Ticari tanını dış serma­
ye, mal ithali ve yabancı yatınmlar takip edecekti.
Bu arada köylüler halci kendi kendilerine yetebiliyorlardı.
Zaten paradan da pek hazzetmezdiler ki bu konuda haklıy­
dılar çünkü kapitalizmin her zaferi onlar için muhtemelen
yeni bir kayıp demekti. Artık karşılannda vergileri çok daha
sistematik bir biçimde toplamayı amaç edinmiş ve köylülerin
toprak ve üretim üzerindeki geleneksel haklannı yavaş yavaş
ayanlann lehine çevirmeye başlamış merkezi bir devlet vardı.
Kapitalizm, imparatorluğu değişime zorluyordu. Oysa Balkan
köylüsünün hayatını farklı bir doğal düzen anlayışı yönetirdi.
Köylerde bala geleneksel bir adalet anlayışı hcikimdi. Değişim
ise bu adalet anlayışının önündeki en büyük tehlikeydi. Bu
durum zaman içinde köylüleri, Stoianovich'in kısa ve öz bir
biçimde söylediği gibi, "hem aycinlar hem de ayanlan koru­
yan devlet mekanizmasıyla karşı karşıya" getirecekti. Diğer
bir deyişle kapitalizmin ve modernleşmenin siyasi sonuçlan
vardı. Aynen Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Ç arlık
Rusya'sında olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu'nda da para
ekonomisi ve modem devlet eski toplumsal ilişki biçimlerini
bozuyor, siyasi değişimlerin önünü açıyordu.37
İşte 1 9 . yüzyıl Balkan toplumlarında milliyetçiliğin neden
ve nasıl kitleselleştiğini ancak bu büyük iktisadi ve toplumsal
dönüşümlere bakarak anlayabiliriz. Balkan milliyetçiliğini
kitlesel bir akım olarak tanımlarken, elbette köylü topluluk­
lannı da işin içine kattığımızı söylemeliyiz. Fakat köylüler

3'
Stoianovich, "Balkan Peasants, Landlords", s. 30.

75
B İ ZA N S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E B A L K A N L A R

için "milletn ya da buna benzer soyut siyasi kavramlar değil,


toprak ve yaşam hakkı ile adaletli bir vergi sistemi bir an­
lam ifade ediyordu. Köylerde tarım üretimi para ekonomisine
bağlı hale geldikçe ve geleneksel vergilerin yerini nakdi ver­
giler aldıkça sınıfsal gerilimler de artıyordu. Osmanlılann
Balkanlar'da büyük güç kaybetmesine neden olan 1 875 Her­
sek Ayaklanması, hasadın kötü olduğu bir yıl mültezimlerle
askerlerin köylüleri tartaklaması sonucu çıkmıştı. Dönemin
Fransız konsolosu Saraybosna'dan şu gözlemi yapmıştır: A­
yaklanma "tebaanın, aşın vergi talebine direnmesiyle başla­
dı. Ayaklananlar arasında her dinden insan vardı." Dönemin
bir başka görgü tanığı bu konuda daha da netti: "Ayaklanma,
siyasi olmaktan çok tarımdaki sıkıntılarla ilintilidir."38
Köylüler haksız değildi: B ağımsızlıkla beraber hayatlanna
bir miktar sükı1net ve göreceli de olsa mal güvencesi gelmesi­
ne rağmen ne toprak üzerindeki nüfus baskısı yok olmuş ne de
haydutlar defedilebilmişti. Nüfus baskısı ve haydutluk Yuna­
nistan, Karadağ ve Sırbistan bağımsızlığını kazandıktan çok
sonra da devam etmiş, devlet yöneticileri bu konuda halklann
karşısında sürekli güç durumda kalmıştır. Yine de bağımsız­
lık, Hıristiyan çoğunluk için güvenli bir yaşam demekti ve bu­
nun elle tutulur sonuçlan vardı. 1 84 l 'de Adolphe Blanqui'nin
öngördüğü üzere: "Bulgaristan'da, devlet, güvenliği sağlaya­
bildiği ölçüde, bugün keçilerin talan ettiği bakımsız otlaklar
tarımsal üretime açılacaktır. n Türkler hakkı nda özellikle kötü
düşünmeyen bir seyyah bile Osmanlı İmparatorluğu'ndan ya­
n-bağımsız Sırp topraklarına geçerken şu yorumu yapacaktı:
"Şaşırarak söylüyorum ki b ambaşka bir bölgeye giriyor gibi­
yiz: Bütün vadi baştan aşağı ekili ve yollar bakımlı ... insanlar
çok emek harcamışlar buraya, aynca etrafa sükunet hakim. . .
bütün bunların hepsi ülkede güvenlik olduğu için." Bağımsız­
lıkla beraber insanlar dağlardan inmeye, nüfus artmaya ve
atıl duran tarlalar ekilmeye başlar.39

38
Age., s. 38, n. 80; Evans, Through Bosnia, s. 334-336.
39
Blanqui, aktaran Warriner, Contrasts , s. 2 1 6, 244; W. Smyth, A Year
with the Turks, New York, 1 854, s. 224.

76
COGRAFYA V E İNSAN

Aynca köylüler artık birer vatandaş olmuştu ve müm­


kün olduğunca çok mülk elde etmeye bakıyorlardı. Ne var
ki bu ş.ekilde ormanlık alanlar yok olmaktaydı: 1 900 yılında
Romanya'da bulunan bir Alman "son 1 0 yılda burada inanıl­
maz derecede ormanlık alan(ın) yok edildi"ğini söyleyecekti.
Sırbistan'ın büyük Şumadiya ormanlan 20-30 yıl içinde kay­
bolur. Topraklar bu şekilde ekilip devletler de küçük köy ha­
nelerine toprak dağıttıkça üç yüzyıldır geleneksel bir şekilde
devam eden yayla hayvancılığı krize girer. l 920'lerin toprak
reformu ise 1 945'ten sonra komünist yönetimler altında yeni­
den gündeme gelince geniş alanlar ticari üretime açılacak ve
küçükbaş hayvancılık geleneksel kış otlaklannı kaybedecek­
tir. Aynca yeni ülke sınırlan yaz otlaklannı kış otlaklanndan
ayırmıştır. Yazın yaylada yaylayan, kışın ovaya inen çoban ar­
tık pek kalmamıştı: 1 950'lerde bu işi yapan birkaç kişiye rast­
lamak hıilıi mümkün olsa da bugün artık bu "meslek" tamamen
yok olmuştur. Bir İngiliz antropolog 1 964 yılında şöyle bir yo­
rum yapar: " 1 922 yılından önce 2000 adet koyundan oluşan
sürüler vardı, şimdi 500 koyunluk bir sürü büyük sayılıyor."40
Diğer bir deyişle bağımsızlık, toprak işçisine ek zorluklar
getirmiştir. l 935'te bir Hırvat araştırmacıya göre "artık top­
rak bir meta haline" gelmeye başlamıştı. Köylüler çoğunlukla
istemleri dışında, ama kaçınılmaz bir şekilde para ekonomi­
sinin içine çekiliyor ve borç almadan iş yapmak neredeyse
imkansızlaşıyordu. Nüfus artışı ve miras paylaşımı nedeniy­
le bölünen topraklar da birkaç kuşak içinde işe yaramaz hale
geliyordu. Daha da kötüsü, özellikle Sırplar arasında yaygın
olan ve zadruga olarak bilinen eski kolektif tanın üniteleri
de kaybolmaya başlamış, her aile artık kendi kaderine terk
edilmişti . Bu tür bir atomizasyon köylüyü pazar ekonomi­
sine daha da bağımlı hale getirecektir. Bir köylü hanesini
en azından birkaç kuşak boyunca belli bir refah düzeyinde
tutabilecek birkaç ürün kalmıştı sadece. Tütün, kuru üzüm,
Sırp eriği ve Sırp domuzu vs ise ihraç edilmek üzere yetişti-

J. K. Campbell , Honour. Family and Patronage, Oxford, 1 964, s. 1 5.


BİZAN S ' I N ÇÖKÜŞÜ N D E N GÜNÜMÜZE BALKANLAR

rildiği için bu üriinlerin fiyatlan uluslararası pazarlardaki


iniş çıkışlara bağlıydı . 20. yüzyılın başlannda dünyanın en
büyük tahıl ihracatçısı olan Romanya'da, çok sefil bir hayat
sürmekte olan ortakçı köylüler ile Moldavya topraklannı ki­
ralayan tüccarlar, ki bunlann çoğu Yahudi'ydi, arasında or­
taya çıkan sınıfsal gerilimler 1 907'de bir köylü isyanına yol
açar. Modern Balkan tarihinin bu en büyük köylü isyanını
Romen ordusu bastıracak, ama isyan yaklaşık 1 1 bin kişi­
nin canına mal olacaktır. Romanya'da başka hiçbir Balkan
ülkesinde olmadığı kadar eşitsiz bir toprak bölüşümü vardı:
Toprak sahiplerinin %1 'i tanına ve hayvancılığa açık alan­
lann yaklaşık %50'sine sahipken köylülerin yaklaşık %85'i
geçimini ancak sağlayabiliyordu. Yüksek doğum oranlan ve
toprağın parçalanmışlığı ise sadece Romanya'da değil , diğer
ülkelerdeki tarım köylüsünü de fakirleştirmekteydi.41
İnsanların kitleler halinde özellikle de deniz aşın ülkelere
göç etmeye başlaması, yeni kurulan devletlerin tanını canlan­
dırmakta ne kadar zorlandıklannı net bir şekilde ortaya koyu­
yordu. NewYork'taki Ellis Adası Müzesi'nde Karadağlı, Hırvat,
Yunan ve (Yahudi) Romen ahaliye ait resimler Amerika'nın bu
dönemde ne kadar çok göç aldığım açıkça gözler önüne se­
rer. Göç, Osmanlı'nın son dönemlerinde başlamış ve sonraki
yıllarda da devam etmiştir. 1 9 1 2'ye kadar ABD'ye 250 bin Yu­
nanlı göç etmiştir. Bu rakam o dönemdeki toplam Yunan nü­
fusunun % 1 0'una denk geliyordu. 1 900 yılından sonra başka
hiçbir Avrupa devletinde bundan daha büyük bir oranda göç
olmamıştır. Bu dönemde Balkanlar'ın bazı bölgelerinde bütün
bir köy, göçmenlerin yollayacaklan döviz gelirlerine bakar ha­
le gelmiş, I. Dünya Savaşı'ndan önce kimi yerlerde çalışacak
adam bulunamaz olmuştu. Sonunda ABD'nin koyduğu kısıt­
lamalarla bu göç dalgası durur ama 1 950'lerde Yunanlı ve Yu­
goslav köylüler bu sefer de Avustralya'ya ve Almanya'ya git-

41
R. Bicanic, How the People Live: Life in the Passive Regions, Am ­
herst, Massachusetts, 1 98 1 , s. 52; Lampe ve Jackson, Balkan Econo­
mic History, s. 1 93- 1 94; H. L. Robens, R umania: Political Problems
of an Agrarian State, New York, 1 969, s. 3-9.

78
COGRAFYA VE İ N S A N

meye başlar: Balkanlar Avrupa'nın bu en yüksek doğurganlık


oranını kaldıramıyordu.
Sonuçta köylüler modemitenin istilası karşısında dik dur­
maya çalışıyorlardı. Bu insanlar bir yandan kendi ülkelerine
gelen yabancılara gelenek adı altında hoşgörülü ve cömert
davranırken, diğer yandan da komşularına ya da yan köyde­
kilere derin şüphe beslerlerdi - toprak sahiplerine karşı olan
sevimsiz duygulanndan hiç bahsetmiyorum bile. Aynca dağ
köylüleri ile ova köylülerinin de birbirleriyle hiç anlaşama­
dığı iyi bilinir. "Siyahlar giyinip başörtüsü takmaktansa bir
Türk'le evlenmeyi tercih ederim," diye dalga geçiyordu 1 7 .
yüzyılın başlannda Dalmaçyalı şık ova kızlan köy pazarına
gelen dağ çobanlanyla. Karadağlı Djilas bu konuda şunlan
yazmıştır: "Ova köylüsü dağ hayatına yabancıdır. Dağda ya­
şayanlar sürekli bir yaşam mücadelesi içindedir. Dağda yaşa­
mak güzeldir, ama yorucudur; etraf kayalık, kıraç ve ıssızdır."
Djilas'ın anılan köy halkı ile şehir halkı arasındaki soğukluğu
gerçekten de canlı bir şekilde ortaya koymakta: "Yakın bir za­
mana kadar kendileri de köylü olmalanna rağmen şehirliler
köylüleri hor görür. Köylüler de şehirlilerin tembel, kurnaz ve
yalancı olduğunu düşünür, onlan azar azar ve kibar kibar ye­
mek yiyen, havalı çorbalar içip işkembe ve pasta tüketen, ay­
nca hayatlannı nemli ve kalabalık küçük odalarda harcayan
birtakım zavallılar olarak görürler. . . "42
Yüzyıllar boyunca, köy ünitesi, B alkanlar'da hayatı ör­
gütleyen temel siyasi, idari ve askeri birim olmuştur. Taşra
halkının "vatanı" köyüdür. Köylüleri hem devlet katında hem
de diğer davetsiz misafirler karşısında ihtiyar heyeti temsil
eder. İşte 1 9. yüzyılda bu kendi içine kapalı örgütlenme biçi­
mi değişmeye başladığında köylüler bu duruma uyum s ağla­
makta zorlanmışlardı. B alkan köylüsü için şehir, çoğunlukla
Türklerin, yabancı tüccarlann ve esnafın yaşadığı bir idari
ve ticari merkezdi. Dolayısıyla köylülerin kendilerini şehir

••
C. Bracewell, The Uskoks ofSenj: Piracy. Banditry and Holy War in
the Sixteenth Century Adriatic, Ithaca, New York, 1 992, s . 3 1 ; Djilas,
Land Without Justice, s. 142, 201 .

79
BİZANS' I N ÇÖKÜŞ Ü N D E N GÜNÜMÜZE BALKANLAR

yaşamından soyutlayarak ayn bir "millet" olarak tasavvur


etmeleri zor olmayacaktı . Nitekim 1 9 . yüzyılın başlarında
Vuk Karadzic'e göre Sırp milleti Sırp köylüsü demekti. Para
da sömürü demekti; alışveri ş ve ticaret insanları yozlaştınr­
dı. Bazı köylüler, bu dönemde gençlerin "dükkanlarda gör­
dükleri birtakım anlamsız ve ucuz mallardan satın alabil­
mek için evlerden yiyecek çaldıkları"ndan yakınıyorlardı .43
Bağımsızlığın bu tür uğursuzluklara deva olmadığı da bel­
liydi. Köylüler Osmanlı ayanlarını ve beylerini defetmişler­
di ama başlarına bu sefer de yeni bir yönetici sınıf gelmişti.
Bu sınıf da kendini ilerletmeye ve zengin etmeye bakıyordu,
sadece yöntemleri ve talepleri farklıydı. "Milli özelliklerini
incelediğimizde," diyecekti bir İngiliz diplomat fin de siec­
le Sırbistan'ı hakkında, "temelde iki sınıf karşımıza çıkıyor.
Bu sınıflardan biri idarecilerden ve tüccarlardan oluşuyor.
Bu sınıf palto, pantolon, bot ve bazen de çorap giyer. Diğer
yanda ise köylüler var. . . bu sınıf da ceket, eteklik ve açık a­
yakkabı giyer."44 Yani keyfi iş yapan yozlaşmış Osmanlı mül­
tezimi gitmiş, yerine ülkenin modernizasyonu için çalışan
maaşlı memurlar gelmişti. Bu yeni bürokrasi var olan "para
karmaşası"nın yerine tek bir para birimi getirmeyi ve ülke­
nin her tarafına kolluk gücü, öğretmen, coğrafyacı ve nüfus
memuru yollayarak memleketi kayıt altına almayı, ölçmeyi ve
sınıflandırmayı, insanları da eğitmeyi amaçlıyordu. Ama bü­
tün bunlar eskisine göre daha az değil daha fazla sömürü ve
müdahale anlamına gelmiyor muydu? Sonuçta modem B al­
kan devletleri, köylülüğe Osmanlı İmparatorluğu'ndan daha
fazla müdahale etmekteydi. Balkanlar'da kişi başına düşen
memur sayısı Almanya ya da tngiltere'dekinden daha fazlaydı.
l 990'larda Makedonyalı bir köylü bana "Türk kurşunu Yunan
kaleminden iyidir," demişti. Bu lafın Balkan bağımsızlığı dö­
neminde etrafta epey dolandığına eminim.

43
Warriner, Contrasts, s. 298; Palairet, Balkan Economies, s. 1 22; köy­
ler için bkz. N. Iorga, Etudes Byzantines. ı . cilt, Bükreş, 1 939, s. 1 72.
..
A. Hulme Beaman, 7Wenty Years in the Near East, Londra, 1 898, s .
121.

80
COGRAFYA VE İ N SA N

Köylüler sorunlarını ülkelerinin parlamentolarında an­


cak bir aşamaya kadar dile getirebiliyorlardı ve bu konuda
yapabilecekleri fazla bir şey yoktu. İyi örgütlenemedikleri i­
çin siyasi olarak son derece dezavantajlı bir durumdaydılar:
Sayıca çok kalabalık olmalarına rağmen siyasette neredeyse
hiçbir rolleri yoktu. Dolayısıyla zaman içinde başka partiler
kendi kliantalist politikalarının içine çeker köylüleri. Bu a­
rada devlet de kolluk güçleri, öğretmenler ve vergi tahsildar­
ları aracılığıyla köyleri kontrol altında tutuyordu. Bağımsız­
lık savaşları Balkan köylüsünün kazandığı son zaferdi. As­
lında 1 920'lerin toprak reformları da köylüler için bir kaza­
nımdı ama bu reformlar Balkan siyasetçilerinin içine korku
düşürmüş, eğer köylüleri bir şekilde yanlarına çekemezlerse
ülkeyi devrimci Bolşevizmin ele geçireceğini düşünmeye
başlamışlardı. Aynca toprak reformu, tek başına, köylü için
iyi bir yaşam vaat etmiyordu. Tam tersine 10 yıl içinde tarla­
lar daha da bölünmüş ve ortaya işlemez bir toprak düzeni
çıkmıştı. Sonuçta köylünün siyasi zaferi iktisadi çöküşle son
bulmuştur. Kaçgun' yine kaçınılmazdı; köylüyü durduran tek
şey, yolların berbat hali ve gidecekleri yerde kendilerini da­
ha iyi bir geleceğin bekliyor olmamasıydı .
Daha da önemli bir sorun, köylülüğün, devletin karşı
karşıya olduğu demografik ve ekonomik sorunlar karşısın­
da artık bir çözüm getirememesiydi. Küçük üretim birimleri
iyi zamanlarda bile yeterince zenginlik üretemiyor, tüketim
toplumunun ihtiyaçlarını karşılayamıyordu. Gençler sinema,
fonograf ve buna benzer yeni eğlence biçimleri istiyor, köy­
lüler bu talepler karşısında yetersiz kalıyordu. l 930'larda
Hırvat köylü kızlan umakyaja, topuklu ve rugan ayakkabılara
meraklıydı . " Köylerine gelen yabancılara, iyi yemek yemek­
tense güzel giyinmeyi tercih ettiklerini söylerlerdi: "Yemek
mideme gidecek ama üstümdekileri herkes görecek. w Ne var
ki kısa bir süre sonra bu kızlar Büyük Buhran nedeniyle ne
yeni elbise alabilecek ne de yeterince yemek yiyebileceklerdi.

Köylülerin topraklannı bırakarak kaçmasına Osmanlı döneminde


verilen ad -ed.n.

111
BİZAN S ' I N ÇÖKÜ ŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

İki s avaş arasında ürün fiyatlarının düşmesi köylüyü borç


b atağına saplar. İktisatçılara göre bu dönemde yaklaşık 30
milyonluk kırsal iş gücünün 6 ila 8 milyon kadarının doğru
düzgün bir işi yoktu; "nüfus artışı, yoksulluk ve üretimdeki
gerilik biİ' kısır döngü" yaratıyordu.45
Savaş yıllan, bir dereceye kadar, köylülerin şehir halkın­
dan hesap sormasına olanak verecekti. Kısa bir süreliğine
de olsa, ı 940'larda yiyecek maddesi üretiyor olmak yeni­
den prim yapmaya başlar. Ama savaş sona erince, siyaset ve
üretim avantajı yeniden şehirlere geçecektir. 1 974'te tarih­
çi Steven Runciman 50 yıl önce gördüğü kuş uçmaz kervan
geçmez küçük Balkan şehirlerinin l 970'lerde yüksek apart­
manlardan, trafik yoğunluğundan ve hava kirliliğinden na­
sibini almış birer modem "metropolis"e dönüşmesini üzün­
tüyle karşılamıştır. Artık dağlar da iki yüzyıl önce olduğu
gibi komünel bir yaşam seçeneği sunmuyordu; ayrıca yok
edilen ormanlar da geri gelmeyecekti. Pindos Dağlan'nda
köy nüfusu ı 9. yüzyılda binli rakamlardayken bugün birkaç
yüze düşmüştür. Bu yerleşimlerin artık tek umudu turizm ve
döviz gelirleridir. İnsanları dağlardan ovalara indiren göç­
lerden sonra şimdi de ovalardan şehirlere doğru yeni bir göç
dalgası başlamıştır. 50 yıl içinde, tarım ve hayvancılıkla uğ­
raşan insan sayısı tüm çalışan nüfusa oranla Bulgaristan'da
%80'den %37'ye, Yugoslavya'da %78'den %29'a, Romanya'da
da %77'den %29'a düşer. Balkanlar'da köylülük bitmiştir; ar­
tık karşımızda yeni bir toplum biçimi vardır.46

••
Bicanic, How the People Live, s. 1 2 1 - 1 23; K. Mandelbaum, The In­
dustrialisation ofBackward Areas, Oxford, 1 945, s. 2.
..
S. Runciman, "Balkan Cities - Yesterday and Tuday", Cities in History,
ed. D. W. Hoover ve J. Koumoulides, Muncie, Indiana, 1 977, s. 1 - 1 3.

82
2

ULUSTAN ÖNCE

B u geri kalmış toplumların dini inançlarıyla, birkaç


eski çağ uzmanı dışında kimsenin ilgileneceğini san­
mıyorum çünkü din, ne bu bölgenin tarihine ışık tu­
tabilir ne de topoğrafyasına.

-John Pinkerton, Modern Geography


[Modern Coğrafya), ı 802

Kilisemiz kutsal ama papazlarımız hırsız.


-Byron'ın uşağı

20. yüzyılın b aşlannda Makedonya'nın Ortodoks Hıristiyan


halkı, Yunan ve Bulgar milliyetçileri arasında sıkışıp kal­
mıştı. Her iki taraf da bu Rum köylülerini kendi saflanna
çekmeye çalışıyor ama pek başanlı olamıyordu. "Selanik' e
geldiğimde," diyecekti bir Yunan milliyetçisi "kimsenin Rum
Ortodoks Kilisesi ile Bulgar ayrılıkçılar arasındaki farkı tam
olarak bilmediğini gördüm. 'Köylülere Yunan mısınız Bul­
gar mısınız,' diye sorduğumda bana boş gözlerle bakıyor,
bir yandan ne dediğimi anlamaya çalışırken diğer yandan
da istavroz çıkararak şöyle safiyane bir cevap veriyorlardı:
'Biz Hıristiyanız; tam olarak ne demek istiyorsun Rum mu
Bulgar mı derken?'" 1
Aynı şekilde, Bulgar milliyetçisi Danil de bir İngiliz ah­
babının anlattığına göre "kısa bir süre önce şehre göçüp
kendini vatanına hizmete adamıştı" ama "köylüler bu tür ko­
nularla hiç ilgilenmezlerdi." Danil, Prespa Gölü'nde, halka
ayinlerin kendi dillerinde (yani Slavca) değil de Yunanca ya-

M. Avgerinos, Makedonika Apomnimonevmata, Atina, 1 9 14, s. 1 0 .

83
BİZAN S ' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

pılmasının Bulgar karşıtı p apazların bir komplosu olduğunu


anlatır. uköylüler ise çiğ l ahanalarını mideye indirip üstüne
de mastika rakısını dikerken Danil'e kayıtsız gözlerle bakar­
lardı; bu insanların çoğu zaten Yunanca biliyordu, dolayı sıy­
la sorun neredeydi? Nitekim köyün papazı da aynı kayıtsız
tavırla rakıdan bir fırt alır ve aynı şeyleri söylerdi . Papazın
anadili yerel Slav diyalektiydi ama ayin sırasında okunan
duaların hepsinin Yunancasını da öğrenmişti. Sonuçta kili­
seye katılım iyiydi, ayinlerin hangi dilde yapıldığının ne öne­
mi vardı? Fakat Danil kızar, 'bunların hepsi cahil .' derdi, 'bu­
radaki herkes Bulgar; dolayısıyla papazlar da Bulgar olmalı .
Ama köylüler bu konuda hiçbir şey bilmiyor. Görebildiğim
kadarıyla bu durum kimsenin umurunda da değil . "' 2
Osmanlı'nın Hıristiyan tebaası milli kategorilere kayıt­
sızdı çünkü bu insanların hayatlarında din ön plan daydı.
Herkesin Ortodoks ol duğu bir yerde Yunanca mı yoksa Bul­
garca mı konuşulduğu pek de önemli değildi. Köy yaşamına
modem milli kavramları sokmaya çalışan politikacılar, köy­
lerde ulus-öncesine ait bambaşka bir dünyayla karşılaşmış­
lardı . Aslında Güneydoğu Avrupa'daki dil , din ve ırk çeşit­
liliği Slav akınlarına, hatta daha da eskilere gider. Ama bu
ayrımlar yakın bir zamana kadar siyasi bir nitelik taşımıyor­
du. Bizans ve Osmanlı devletleri etnik ayrımlar üzerine inşa
e dilmemişti. Osmanlı'da farklı kökenlerden olup da ihtida ve
eğitim yoluyla üst kademel ere gelen pek çok kişi vardı.
B alkan tarihi genelde milli bir bakış açısıyla yazıldığı
için politikacıların uaydınlatma"ya çalıştığı köylülerin mil­
li politikalar karşısındaki kuşkucu ve ikircikli tavırları pek
bilinmez. Halbuki oldukça yakın bir zamana kadar yani et­
nik siyaset her şeye bakim olmazdan önce insanlar çok farklı
düşünüyorlardı . "Ohri yakınlarında ne öğretmeni ne de pa­
pazı olan ve kimsenin okuma yazma bilmediği ücra bir dağ
köyünde gençlere geçmişleriyle ilgili bazı sorular sordum,"
diyecekti H. N. Brailsford, 1 905 yılında. "Dik ve tuhaf kavisli

E. Durham, The Burden of the Balkans, Londra, 1 905, s. 1 43 - 144.

84
U LUSTAN Ö N C E

bir yoldan tepenin üstündeki eski Bulgar kalesine çıktık. A­


şağıda uzanan göl ve ova manzarasını seyrederken gençlere,
'bu kaleyi kim yaptırmış ,' dedim. Verdikleri cevap ilginçti:
'Özgür Köylüler. ' 'Peki kim bu özgür Köylüler?' dedim. 'Bi­
zim atalarımız,' diye cevap verdiler. 'Peki atalarınız Sırp mı
Bulgar mı Yunan mı yoksa Türk müymüş?' dedim. 'Atalarımız
Türk değil, Hıristiyandı,' dediler. İşte köylülerin bilgisi bu
kadardı."3
O smanlı Hıristiyanları için Sırp, Bulgar ya da Yunanlı ol­
mak pek bir anlam ifade etmiyordu. Aynı şekilde Müslüman­
lar da kendilerini etnik köken üzerinden tanımlamazlardı .
1 9 1 2 yılında, bir grup Arnavut milliyetçisiyle karşılaşmak
İngiliz diplomatı çok şaşırtmıştır: "Şimdiye kadar Müslü­
manlar arasında ister milli ister dini olsun hiçbir ayrılıkçı
hareket çıkmamıştır. Şii, Sünni, Türk, Arap ya da Kürt. . . İs­
lam dininden olan herkes devletin gözünde Müslümandır."
O dönemde Osmanlı topraklarında insanlar ne okul ne de
ordu -yani modern devletin milli kimlik aşıladığı iki temel
kurum- tarafından eğitilirlerdi. Osmanlı yönetimi dile değil,
dine önem verirdi . Brailsford'un konuştuğu gençler de bu
yeni milli kategorilerden haberdar değillerdi. Ama bundan
sonra her şey çok farklı olacaktı .4
***

Balkanlar'ın etnik yapısının oluşumunda göçlerin ne gibi bir


rol oynadığını anlayabilmek için çok da eskilere gitmek ge­
rekmiyor. Daha bundan kısa bir süre önce milyonlarca insan
bir yerden bir yere göç etmiş ya da göç etmek zorunda kal­
mıştır. il. Dünya Savaşı'ndan sonra Yunanlı ve Yugoslav işçi­
ler iş bulma umuduyla Avustralya, ABD ve Batı Avrupa'nın
yolunu tutmuştur. l 990'larda da yine iş bulma amacıyla ya
da s avaşlardan kaçmak için göç eden pek çok insan vardı .

H. N. Brailsford, Macedonia: Its Races and Their Future, Londra,


1 906, s. 99- 1 00.
H. Lowther'dan E . Grey'e, 2 Ekim 1 9 1 2, Albania and Kosovo: Politi­
cal and Ethnic Boundaries, 1 867-1 946, ed. B. Destani, Londra, 1 999,
s. 292.

85
8İZANS ' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

Göç aslında bu coğrafyada binlerce yıldır süregiden bir ol­


gudur. Yine de B alkanlar'ın etnik yapısının ana hatlanyla
MS 7. yüzyılda ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bölgenin bun­
dan önce bir Roma eyaletiyken de Germen ve Hun istilası
altında zaman zaman boşaldığı olmuştur ama bu istilalar
sık yaşanmasına ve genelde yıkıcı olmasına rağmen hiç­
bir zaman fazla uzun sürmemiş ve çoğunlukla istilacılann
başka yerlere gitmesiyle sonuçlanmıştır. 7. yüzyıldaki Slav
akınlannınsa çok başka sonuçlan olmuştur. Slavlar, büyük
topluluklar halinde Mora Yanmadası'na kadar inip iki yüz­
yıl içinde tüm bölgeye yerleşmiş , tanm ve hayvancılığa baş­
lamışlardır. Balkanlar'da antik dönem artık sona ermektedir.
Slav akınları Batı ve Doğu Roma İmparatorluklan arasında­
ki ayrımı da keskinleştirerek tarihte yeni bir sayfa açar; bu
aynın sonradan Katoliklik ile Ortodoksluk arasındaki b ölün­
meyi de belirleyecektir. 5
Böylece bölgede eski ve yeni halklar arasında bir toprak
ve güç mücadelesi başlar. Slav halklan, yani anadili Slavca
olanlar, buraya iyice yerleştikçe eskilerin bir kısmı Arnavut­
luk dağlanna kaçıp, dillerini ve kültürlerini bu şekilde ya­
şatmaya çalışırlar. Rumlar (yani Hıristiyan olduktan sonra,
p agan çağnşımlan nedeniyle kendilerini Helen yerine Ro­
malı olarak adlandıranlar) adalara, sur içi bölgelere, terk
edilmiş şehirlere sığınır ve imparatorluğun eski Grek-Roma
kültürünü buralarda devam ettirirler. Kurdu.klan Güney Tu­
na hanlığında Slav kabilelerine hükmeden Bulgar Türkleri
ise İngiliz, Norman ve Vareg hükümdarlan gibi, hükmettik­
leri halkalann dilini benimserler. Makedonya'da 20. yüzyılın
b aşlanna kadar köylerde Slavca, şehirlerde Yunanca konu­
şulurdu .
Başlarda Rumlar ile Slavlar arasındaki dil ayrımı aynı
zamanda dini bir ayrımdı : Rumlar Hıristiyan, Slavlar pagan­
dı. Ama Rumlar nasıl zamanla Hıristiyan olduysa Slavlar da

P. Charanis, "Ethnic Changes in Seventh-Centuıy Byzantium", Stu­


dies on the Demography of the Byzantine Empire: CoUected Studi­
es, Londra, 1 972, s . 36-38.

86
U L USTAN Ö N C E

9. ve 10. yüzyıllarda Hıristiyanlığı kabul eder. Slavları Hı­


ristiyanlaştıran Cyril ve Methodius adlı kardeşler, Selanikli
oldukları için Slavca konuşulan köyleri tanıyor olmalıydılar.
Doğu ve Kuzey Avrupa'nın büyük bir kısmının hala çoktan­
nlı dinlere inandığı bir dönemde Slavlar için yeni bir alfa­
be icat eden ve Hıristiyan dualarını Slavcaya çeviren bu iki
kardeş ve onların halefleri Hıristiyanlığı Balkanlar'da yayar.
Bu gelişme karşısında Kilise, ortak bir Ortodoks dünyası ya­
ratabilmek amacıyla Yunancayı ayrıcalıklı bir dil olmaktan
çıkarır. Bu dönemde Batı 'da ise tam tersi bir durum geçerli­
dir: Papalık gittikçe baskıcı bir biçimde Latince kullanımını
savunmaktadır. Ortodoks Bizans'ta ise tek bir Kilise olması­
na rağmen pek çok farklı dil vardır.
B alkanlar çok dağlık, dağınık ve saldırılara açık bir yer
olduğu için burada tek bir dil ya da din hiikimiyeti kurmak
zordu. Dağlara kaçanlar s adece Arnavutlar da değildi. Örne­
ğin çobanlıkla geçinen Ulah halkı, Yunan ve Slav dillerinin
hakim olduğu yerlerde bile 20. yüzyıla kadar kendi Roman
dillerini muhafaza etmişlerdir; çok daha ufak bir göçebe
topluluk olan Karakaçanlar için de aynı şey geçerliydi. Ay­
nca Balkanlar'da Ortodoksluk hakim din olmasına rağmen
herkes Ortodoks da değildi. Örneğin Latin ayinlerini takip
eden Slav kökenli Katolik Hırvat kralları vardı. Bosna'da ise
Osmanlılardan önce bağımsız bir B oşnak Kilisesi kurulmuş­
tu. 1 204 yılında bir yandan papa Bulgar çarına taç giydi­
rirken bir yandan da Katolik misyonerler -sonradan Protes ­
tanlar da- insanları "doğru din"e döndürmeye çalışıyorlardı,
her ne kadar Arnavutluk ve Ege Adalan dışında pek fazla
bir haşan elde edemeyecek olsalar da. Aynca bazı bölgelerde
küçük Yahudi toplulukları da vardı.
Yunanca, Bizans döneminde imparatorluğun hakim di­
li olduğundan, sonradan Osmanlı döneminde de Kutsal
Kitap'ın, Hıristiyan kültürünün ve antik dünyanın dili olarak
hala üst bir konumda bulunduğundan, hayatta ilerlemek is­
teyen Ulah ve Slav gençleri Yunanca öğrenirdi; tıpkı İtalyan­
ca, Almanca ve de daha ileriki yıllarda Fransızca öğrenecek-

87
BİZAN S ' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

leri gibi. Bir Osmanlı bürokratının anılarına göre 1 860'larda


bile halci "bütün kalburüstü Romenler" Yunanca biliyordu;
nitekim Romen beyleri Osmanlı beyleriyle Türkçe değil Yu­
nanca konuşurdu. Bu coğrafyanın kadim topluluklarından
Yahudilerin günlük dili de Yunancaydı. Aynca Batı Avru­
p alıların da Yunanca bildiğini söylemeye gerek yok. 1 833'te
Prens Otto, Yunan kralı olarak Atina'ya geldiğinde berabe­
rinde birkaç yüz Bavyeralı paralı asker getirmişti. Bundan
bir yüzyıl sonra SS subayları Avrupa'da temiz Alman kanı
ararken Atina'nın çevresindeki çiftliklerde bu askerlerin
torunlarını bulacaklardı. Fakat bu eski Bavyeralıların çoğu
artık Almanca bilmiyordu; anadilleri Yunanca, dinleri Orto­
doks Hıristiyan olmuştu. Tabii Helenleşmenin de bir sının
vardı. Örneğin Yunanca, eski Egnatia Yolu'nun kuzeyindeki
Slav köylerine pek nüfuz edememiştir. Kuzey Arnavutluk'ta
s adece yüksek papaz sınıfı Yunanca bilir, Eflak-Boğdan'da
da yine yüksek papaz sınıfı ile prensler Yunanca konuşur­
du. Sonradan Yunanistan' a dahil olacak pek çok köyde bile
l 950'lere kadar Arnavutça hakimdi. Yine de genel olarak şu­
nu söylemek mümkün: Bizans İmparatorluğu var olduğu sü­
rece eğitimde, dinde ve siyasette yükselebilmek için Yunanca
bilmek şarttı.6
***

Grek kültürünün Balkan Hıristiyanlığı üzerindeki hakimiyeti


Bizans 'ın çöküşüyle ( 1 3 . ve 1 5. yüzyıllar arası) sona ermez
ama dönüşüme uğrar. Türkler, Güneydoğu Avrupa'daki Hıris­
tiyanlan -yani Bizans, Sırp, Ceneviz, Macar ve Venedik vd
hanedanlarını- yenip B alkanlar'ı siyasi ve iktis adi olarak
birleştirir ve beş yüzyıllık bir imparatorluk kurarlar. Türk-

D. Zakythinos, "Byzance et !es peuples de l'Europe de sud-est: La


synthese byzantine". Byzance: Etat-societe-economie, 6. cilt, Lond­
ra, 1 973, s. 1 3; Romanya'daki Grekler için bkz. S. Stoıy (ed.), Memo­
irs of Ismaü Kemal Bey, Londra, 1 920, s. 2 1 (İsmail Kemal Bey'in
Hatıratı, çev. Adnan İslamoğullan, Rubin Hoxha, Tarih Vakfı Yurt
Yayınlan, İstanbul, 2009); A. Smith, Glimpses of Greek Life and Sce­
nery, Londra, 1 884; A. Ducellier, Oi alvanoi stin EUada ( 1 305- 1 505
aion.), Atine, 1 994.

88
ULU STAN Ö N C E

ler aslında Balkan fetihlerinden önce de bölgede birtakım


Hıristiyan güçlerin müttefiki ya da destek kuvveti olarak boy
göstermiş, Balkan halklannı hakimiyetleri altına aldıktan
sonra bile Hıristiyan askerlerini özellikle Anadolu ve Doğu
seferlerinde kullanmışlardır. Diğer bir deyişle Hıristiyanlar
ile Müslümanlar bu dönemde hep iç içe olmuştur. Türkle­
rin B alkan fetihleri ve Balkan halklanyla olan bağlantılan ,
Almanlann Polonya'yı işgalinden çok, İngiltere'nin Hindis­
tan'daki varlığını andınr.
1 453'te Konstantinopolis düşmeden önce bile Hıristiyan­
lar çok çeşitli nedenlerle Müslüman olmaya başlamışlardı.
1 5 . yüzyılda bir Rum başpiskoposu kendi istekleriyle din de­
ğiştirenleri nefretle anıp bunlann tek derdinin "bir mevkiye
gelip altınlar gümüşler elde etmek" olduğunu söylüyordu. 1 6.
yüzyılda ise artık yüz binlerce Hıristiyan din değiştirmiştir.
Bosnalı ve Bizanslı soylular -imparatorluk hanedanı Paleo­
logoslar da dahil olmak üzere- önce din değiştirmeden ama
sonra Müslüman olarak Osmanlı devletine yüksek kademe­
lerde sadakatle hizmet vermişlerdir. 1 457 yılında Sadrazam
Mahmud Paşa Angeloviç, Büyük Sırp Voyvodası Michael
Angeloviç'le anlaşmaya oturduğunda aslında kendi üvey kar­
deşiyle görüşmekteydi. Mahmud Paşa'nın Trabzon'u Bizanslı­
lardan almak için anlaştığı kişi ise kuzeni Bizans alimi Geor­
ge A.miroutzis 'ti. Hatta Amiroutzis sonradan -din değiştirme­
den- Osmanlı s arayına sığınacak ve padişahın koruması altı­
na girecekti; Amiroutzis'in oğullan da Müslüman olup saray­
da yüksek kademelere gelmişlerdir. Mahmud Paşa, Bizans'ın
soylu bir Sırp ailesinden geliyordu. Fatih Sultan Mehmed'in
diğer sadrazamlan da ya Grek ya da Arnavut kökenliydi. Bu
dönemde Osmanlı elitinin önemli bir kısmı soylu Hıristiyan
ailelerin çocuklanndan oluşuyordu, geri kalanlann çoğu da
Balkanlar'dan devşirme usulüyle toplanan köylülerdi.7

Bkz. T. Stavrides, "11ıe Ottoman Grand Vezir Mahmud Pasha Ange­


lovic ( 1 453 - ı 474)", doktora tezi, Harvard Üniversitesi [The Sultan
ofVezirs: The Life and Times of the Ottoman Grand Vezir Mahmud
Pasha Angelovic ( 1 453- 1 4 74), Leiden, 200 1 ) .

89
8 İ ZANS' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

17. yüzyıla kadar Osmanlı sarayı kul sistemine dayanır­


dı. Mustafa Ali, UDiyar-ı Rum"un karma kökenli olduğunu
söylemiştir. Liyakat sistemine dayanan bu yönetim biçimi­
ni Avrupalılar hayranlıkla karşılar, dönemin gözlemcileri
Osmanlı'da en üst kademelerdeki idarecilerin çoğunlukla
alt sınıflardan gelmesine şaşardı. 1 6 1 0'da George Sandys,
Osmanlı'da ukan bağına dayalı bir soylu sınıf'ın olmadı­
ğını, ayrıca uyönetici kesimin çok küçük bir kısmının Türk
olduğu(nu) ve Türk sözcüğünün de genelde insanları aşağıla­
mak için kullanıldığı"nı söyleyecektir. Gerçekten de Osman­
lılara Türk demek hiç de doğru değil. 19. yüzyılda bile #hiçbir
Müslüman kendini Türk olarak tanımlamaz(dı); birine Türk
demek ona hakaret etmek(ti)". (Genelde Anadolu köylüsü Türk
olarak adlandınlırdı . ) Aynca Osmanlı sarayında o kadar çok
mühtedi vardı ki sarayda bir dönem Türkçeden çok Slavca
konuşulmaya başlanmıştı . William Lithgrow'a göre, usoylu
kesim Slavca, daha kaba s aba olanlarsa Türkçe konuşur(du) .
Türkçe aslında bir Tatar dili olup devletle ilgili sözcüklerini
Farsçadan, dinle ilgili sözcüklerini Arapçadan, savaşla ilgi ­
li sözcüklerini Yunancadan, denizcilikle ilgili sözcüklerini
de İtalyancadan almıştır." Lady Mary Wortley Montagu de
İstanbul'da "Türkçe, Yunanca, İbranice, Ermenice, Arapça,
Farsça, Rusça, Hırvatça, Ulahça, Almanca, Hollandaca, Fran­
sızca, İngilizce, İtalyanca ve Macarca konuşuluyor; benim
kendi ailemde bile bu dillerden en az on tanesini duymak
mümkün," diyecekti .8

C. H. Fleischer, Bureaucrat and lnteUectual in the Ottoman Empire:


The Historian Mustafa Ali ( 1 54 1 - 1 6001, Princeton, New Jersey, 1 986,
s. 1 58- 1 59 (Tarihçi Mustafa Ali, çev. Ayla Ortaç, Tarih Vakfı Yurt Ya­
yınlan, İstanbul, 2008]; Symeon, aktaran M. Balivet, "Aux Origins de
l'islarnisation des Balkans Ottornans", Revue du Monde Musulman
et de la Mediterranee 66, no. 4 (l 9921 . s. 1 3; Sandys, aktaran S. Purc­
has (ed.), Purchas His Pilgrimes, 8. cilt, Glasgow, 1 905, s. 1 23; H. C.
Barkley, Bulgaria before the War, Londra, 1 877, s. 1 79; W. Lithgrow,
Rare Adventures and Painefu/l Peregrinations, 1 632, yeniden ba­
sım, Londra, 1 928, s. 1 0 1 ; R. Halsband (ed.J, The Complete Letters of
Lady Mary Wortley Montagu., 1 708- 1 720, Oxford, 1 965, s . 390.

90
ULU STAN Ö N C E

Din değiştirmek hayatta ilerlemek ve devlette yüksele­


bilmek için ş arttı ama bu dönemde Balkanlar'da bir iki yer
hariç kitlesel ihtida hareketleri olmamıştır. Osmanlıların ilk
fethettikleri Trakya ve Makedonya topraklarına Anadolu'dan
nüfus nakletmiş olmalarına rağmen imparatorluğun İslam­
laşmasında bu sürgün politikası önemli bir rol oynamamış ­
tır: Bosna'da, Bulgaristan'ın bazı kesimlerinde, sonradan
Kıbns'ta, Arnavutluk'ta ve Girit'te İslamlaşan kesim ço­
ğunlukla, din değiştiren eski Hıristiyan köylülerdi. Örneğin
Bulgar eyaletlerine ait bir Osmanlı belgesinde "kafir" köyle­
rinden birinin topluca Müslümanlığı kabul ettiğine dair bir
bilgi görüyoruz. Bir cami yapımı ile ilgili bir başka belgeye
göre ise bir köyün bütün kafirleri yavaş yavaş İslamiyeti ka­
bul etmeye başlamıştı. 1 536 yılında Zagreb piskoposu dehşet
içinde HHıristiyanlıktan çıkanların s ayısı 40 bini geçti," diye­
cekti, Hher geçen gün bir grup insan daha din değiştiriyor. . .
tek umutlan hayatlarının geri kalanını huzur içinde geçir­
mek."9
İmparatorluğun son yüzyıllarında bile hiilii kitleler ha­
linde ihtidalar olurdu. Örneğin Arnavutlar 1 8. yüzyılda Müs ­
lüman olmuştur. 1 9 . yüzyılın ortalarında Drina'da bulunan
bir seyyah bu bölgedeki Katolik köylülerin son yıllarda çok
eziyet gördükleri için bir süre önce Müslümanlığa geçtiğini
söylüyordu. 1 0
İhtida için gösterilen en önemli nedenlerden biri, Osman­
lıların gayrimüslimleri ikinci sınıf tebaa olarak görmesiydi .
Hıristiyanlar (ve de Yahudiler) ehl-i kitap olarak kabul edil­
melerine rağmen yine de ayrımcılığa uğruyor ve kötü mua­
mele görüyorlardı: Ata binmeleri, yeşil giymeleri ve kilisele­
rini belli bir seviyeden yüksek yapmaları yas aktı . Mahkeme-

R. Gradeva, "Ottoman Policy towerds Christien Church Buildings",


Etudes Balkanique ( 1 994) , s. 14- 36; A. Handzic, Population of Bos­
nia in the Ottoman Period, İ stanbul, 1 994, s. 2 1 .
10
H . F. Tozer, Researches i n the Highlands of Tu.rkey, 1 . cilt, Londra,
1 869, s. 202; Girit için bkz. Molly Greene, A Shared World, Prince­
ton, New Jersey, 2000.

91
B İ Z A N S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E B A L K A N LA R

lerde tanıklıkları bir Müslümanın tanıklığına denk değildi


ve askere alınmadıkları için de fazla vergi veriyorlardı. Bu
zorluklara rağmen yine de B alkanlar'ın büyük bir kesimi
Hıristiyan kalmış ve Türkçe hiçbir zaman hakim dil haline
gelmemiştir. Bu açıdan B alkanlar, Anadolu'dan çok farklıydı.
Anadolu, Selçuklulardan sonra Müslümanlaşmaya başlamış
ve burada Türkçe yavaş yavaş hakim dil olmuştu. 1 1
Avrupa topraklarındaki Osmanlı nüfusunun büyük bir
kısmı -muhtemelen %80 kadarı- Hıristiyandı. Müslümanlı­
ğın kırsal bölgelere nüfuz ettiği yerlerde bile Türkçe yaygın
değildi: Bosnalı Müslümanların anadili Slavcaydı. Yanya­
lı Ali Paşa Türkçe değil, Arnavutça ve Yunanca konuşurdu.
Giritli Müslüman köylülerin de anadili Yunancaydı ve bu
köylüler adanın meşhur destanı Erotokritos'u Hıristiyanlar
kadar anlar ve severlerdi. Sonuçta onların da atalan Hıristi­
yandı. Edirne ve çevresindeki çekirdek bölgeler hariç Türkçe,
B alkanlar'da sadece şehir merkezlerinde kullanılan bir yö­
netim dili olarak kalmıştır. S araybosna, üsküp ve Sofya bir
Hıristiyan denizinin ortasındaki birer Türk-Müslüman ada­
sıydı sanki; tıpkı Slav halklarının hakim olduğu Doğu Avru­
pa topraklarında, Almanca konuşulan şehirler gibi. 12

il
S. Vryonis, "Religious Change and Continuity i n the Balkans and
Anatolia from the Fourteenth through the Sixteenth Century", Is­
lam and Cultural Change in the Middle Ages, Wiesbaden, 1 975, s .
1 27- 1 4 1 ; P. Sugar, "The Least Affected Social Group i n the Ottoman
Balkans: The Peasantry", Byzantine Studies: Essays on the Slavic
World and the Eleventh Century, ed. S. Vryonis, New York, 1 992, s.
77-87; N. Sousa, The Capitulatory Regime ofTurkey: Its History, Ort­
gin and Nature, Baltimore, 1 933, s. 36 vd; R. Jennings, Christians
and Muslims in Ottoman Cyprus and the Mediterranean World,
1 57 1 - 1 640, New York, 1 993, s. 143.
12
N. Filipovic, "A Contribution to the Problem of lslaınicisation in the
Balkans under Ottoman Rule", Ottoman Rule in Middle Europe and
Balkan in the Sixteenth and Seventeenth Centuries, Prag, 1 978, s.
305-359; N. Todorov, "The Demographic Situation in the Balkan Pe­
ninsula (Late Fifteenth-Early Sixteenth C enturyl", Society, the City
and Industry in the Balkans, Fifteenth-Nineteenth Centurtes, 6.
cilt, Aldershot, 1 998.

92
U L U STAN Ö N C E

Eğer Balkanlar bir İslam ülkesine dönüşmediyse, bunun


bir nedeni de Osmanlıların böyle bir amacının olmamasıydı.
Sonuçta Hıristiyanlar yüksek vergiler ödüyorlardı ve kitleler
halinde din değiştirmeleri imparatorluğun para kaynakla­
rının zayıflaması anlamına gelirdi . 1 7 . yüzyıl seyyahlarına
göre "pek çok (Rum) bu zulme artık dayanamadığı için Türk
olmak istiyor ama ihtida talepleri genelde geri çevriliyor­
du; çünkü (Osmanlı idarecilerine göre) bu insanlar Müslü­
man olursa vergi miktarı azalacaktı ." Tabii her şey maddi­
yata. bu kadar bağlı değildi. Osmanlı hükümdarları , 1 5 1 7'de
ve 1 647'de Balkan Hıristiyanlarını ihtida ettirmeyi ciddi bir
şekilde düşünmüş ama bu politika İslama ters düşeceğin­
den ulemadan eleştiri almışlardı. Hıristiyanlar kafirleri ve
zındıkları yanlarında barındırmazdı ama Müslümanlıkta
durum tam tersiydi: İslam hukuku Hıristiyan ve Yahudi ce­
maatlerini korurdu. Müslümanların din değiştirmesi yasaktı
ama diğer tektannlı dinlere inananlar mutlaka Müslüman
olacak diye bir kural yoktu. Hatta ihtida etmek isteyenler
Müslümanlığı birtakım maddi ya da pratik nedenlerle seç­
mediklerini kanıtlamak durumundaydılar.
Ortodokslar, Müslümanları Katoliklere tercih ederdi .
Katolik orduları 1 204 ve 1 444 yıllarında B alkanlar'ı ezip
geçmişti. Mora Yarımadası ve Girit'teki Venedik hükümdar­
ları da sert ve acımasızdı. 1 694'te Sakız Adası bir süreliğine
Venedik hakimiyetine girince adalılar "Türkler(in) daha iyi"
olduğunu söylemeye başlamış , 1 64 1 'de bir Ortodoks keşiş
Katolik misyonerlere "Siz Latinler bizi hiç sevmiyorsunuz,
bize sürekli eziyet ediyorsunuz . Sizinle birlik olmaktans a
Müslümanlığa geçmeyi tercih ederim," demişti. Osmanlılar,
Ortodoks-Katolik ilişkilerinde bile olumlu bir etki yarat­
mışlardır: 1 7 . yüzyılda Kiklad Adalan 'nda küçük Katolik
cemaatler vardı; bu cemaatler Ortodokslarla kilise p aylaşır
ya da kiliselerini Ortodokslannkinin yanına inşa ederler­
di. 1 749 gibi geç bir tarihte bile, Ortodoks Patrikhanesi'ne
ait bir belgeye göre, Sifnos ve Mikonos halkı iki mezhep
arasında fark gözetmiyordu. Yine de Ortodokslar arasın-

93
BİZAN S ' I N ÇÖKÜŞÜ NDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

da Katolikliğe geçen pek fazla kimse yoktu; Balkanlar'daki


yaygın misyoner -özellikle C izvit- faaliyetine rağmen Orto­
doks köylüsünün pek az bir kısmı Katolik olmuştur. Bölge­
de O smanlı hakimiyeti devam ettikçe Patrikhane ile Pap alık
arasındaki güç dengesi Patrikhane'nin lehineydi. Sonuçta
Patrikhane, Papalık'ın değil Babıali'nin topraklarında bu­
lunuyordu . 13
Yine de 1 8. yüzyılın ortalarında, Antakya'da bazı din
adamlarının yeni görev yerlerine atanmalarıyla ilgili bir
anlaşmazlık, Patrikhane'nin imparatorluktaki Katolik faali­
yetlerine o kadar da kayıtsız kalmadığını gösterir. İşte tam
da bu zamanda -Babıali'nin idari reformlarına p aralel ola­
rak- Patrikhane, cemaatler üzerindeki kontrolünü artırdık­
ça, sonradan "milletn sistemi olarak adlandırılacak merkezi
yönetimin temelleri atılmış olur. Elb ette, Ortodoks Kilisesi,
Osmanlı yönetimine -esnek bir biçimde de olsa- çok daha
önce bağlanmış , II. Mehmed Hıristiyan tebaanın yönetimi
için birtakım kurallar belirlemişti. Yahudiler gibi Hıristi­
yanlar da zimmi kategorisine dahil edilmiş, imparatorlu­
ğa bağlı kaldıkları ve vergilerini düzenli ödedikleri sürece
kendi gelenek ve göreneklerini devam ettirme serbestisi elde
etmişlerdi. Bu anlaşmanın bozulmamasından Ortodoks pat­
rikleri -özellikle de en büyük patrik olan İstanbul Ekümenik
Patriği- sorumluydu. Patrikler "kafir cemaatleri"nin başı ad­
dedilmiş , cemaatten vergi toplama ve Kilise mahkemelerin­
de dava bakma yetkisi elde etmişlerdi. Patrikler adına vergi
toplayan Hıristiyan kocab aşıların yanına Osmanlı askeri bi­
le verilirdi. Diğer bir deyişle Osmanlılar, Kilise'ye hem yeni
ayrıcalıklar hem de yeni bir rol vermişlerdir. Kilise, Bizans
döneminde sahip olduğu dini görevlerinin yanı sıra Osmanlı

IJ
Katolik-Ortodoks ilişkileri için bkz. L. Hadrovics. Le Peuple serbe et
son eglise sous la domination turque, Paris, 1 947, özellikle bkz. s.
25; K. T. Ware, "Orthodox and Catholics in the Seventeenth Century:
Schism or Intercommunion?". Schism, Heresy and Religious Protest,
ed. D. Baker, Cambridge, 1 972, s. 259-276; G. Hoffmann, Vescovadi
Cattolici della Grecia, Roma, 1 937- 1 94 1 . 2-5. ciltler.

94
ULU STAN Ö N C E

döneminde Ortodoks tebaanın temsilcisi olarak yavaş yavaş


siyaset ve yönetim alanına da giriyordu. 14
Sonuç olarak B alkanlar'daki O smanlı egemenliği, Orto­
doksluğu yok etmek bir yana -hem Patrikhane'nin hem de
hasımlarının fark ettiği üzere- Doğu Kilisesi'ne büyük yarar
s ağl�mıştır. Bizans'ın son yıllarındaki kaotik ortamdan son­
ra Kilise artık hem Balkanlar'da hem de Anadolu'da gücünü
artırıp kendini yenileyebilecek bir durumdaydı. Doğu Akde­
niz'deki Katolik (Venedik ve C eneviz) tehlikesi de Osmanlı­
lar tarafından büyük ölçüde bertaraf edilmişti. O smanlılar
sayesinde yüzyıllar sonra Balkanlar ilk defa bir araya geli­
yordu. İstanbul kaynaklı bir rapora göre 1 6 . yüzyılın sonla­
rında başkentteki Hıristiyanlar uTürk hükümdar istiyor"du.
1 7 1 5'te Osmanlılar Venedik'ten Mora Yarunadası'nı Rum
köylülerin desteğiyle geri almışlardır. 15
Osmanlı hakimiyeti Balkan Hıristiyanlanna sadece din
serbestisi değil, refah da getirmiş, kimi Hıristiyanlar im­
paratorluğun ilk yıllarından itibaren topladıkları vergilerle
büyük servet s ahibi olmuşlardır. 1 6 . yüzyılda Mihail Kanta­
kuzinos hem patrik seçiminde söz sahibiydi hem de paşa­
ların, vezirlerin maiyetinde dolaşır, Osmanlı saray çevrele­
rinde adından saygıyla b ahsedilirdi. Aynca sonraları Orto­
doks tüccarlar da hem eski hasımları Venediklilerin ticaret
s ahnesinden çekilmesiyle hem de Orta Avrupa ve Güney

••
T. H. Papadopoulos, Studies and Documents Relating to the His­
tory of the Greek Church and People under Turkish Domination,
Brüksel, 1 952, s. 1 0-26; Hadrovics, Le Peuple serbe, s. 95-96. Millet
sistemine eleştirel yaklaşan önemli bir çalışma için bkz. P. Konor­
tas, "From Taife to Millet: Ottoman Terms for the Ottoman Greek
Orthodox Community", Orthodox Greeks in the Age ofNationalism,
ed. D. Gondicas ve C. Issawi, Princeton, New Jersey, 1 999, s. 1 69- 1 8 1 ,
aynca bkz. B . Braude ve B . Lewis (ed.), Christians and Jews i n the
Ottoman Empire: The Functioning of a Plural Society, New York,
1 982.
Crucius, aktaran S. Runciman, The Great Church in Captivity,
Cambridge, 1 968, s. 1 80; L. Stavrianos, The Balkans since 1 453, New
York, 1 965, s. 1 8 1 .

95
8İZAN S ' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

Rusya pazarlannın ticarete açılmasıyla işlerini ilerletmiş ,


büyük servetler elde edip geniş b i r ticaret filosu kurmuşlar­
dır. İstanbul'un Fener semtinde oturduktan için Fenerliler
olarak bilinen, Batılı eğitim almış varlıklı ve elit bir Rum sı­
nıfı ise hem Osmanlı yönetiminin üst kademelerinde hizmet
verir, hem de Patrikhane'nin dindışı işlerine bakardı. Rum
dragomanlann ( 1 7 . yüzyılın ortalarında) Girit'in fethinde ve
Karlofça Antlaşması'nın ( 1 699) imzalanmasında büyük fay­
dalan olmuş, baş dragoman Aleks andros Mavrogordatos ,
Reis -ül-küttab Rami Mehmed Efendi'nin yanında önemli
hizmetler ifa etmiştir. M avrogordatos'un oğlu da Eflak-Boğ­
dan voyvodası olur; aynı zamanda 1 8 . yüzyılda Bükreş ve Yaş
gibi şehirlerde Helen bilim ve kültürünün yayılmasına öncü­
lük eder: Bu şehirler Osmanlı, Rus, İtalyan ve Orta Avrupa
kültürlerinin kesişme noktasında çok önemli birer merkez
durumundaydılar. Osmanlı devletinde yüksek konumlara
gelen bu Rum Ortodoks sınıfının en parlak üyelerinden bir
diğeri, biraz muğlak olmasına rağmen gayet sofistike bir
şekilde "Fenerliler, Grek olmak ne kadar mümkünse o ka­
dar Grektir," demiştir. Fenerlilerin gözünde Grek olmak de­
mek Sultanın emrinde prestij , para ve başarı sahibi olmak
demekti. "Biz Kutsal Kitap'ta yazdığı gibi 'Sezar'ın hakkını
Sez ar' a veririz. İnançlı birer Hıristiyan olarak geçici ve yoz­
laşmış şeyler ile ilahi ve ebedi olanı birbirine kanştırmayız,"
diyecekti Aleksandros Mavrogordatos . 1 6
Eğer yozlaşmadan bahsedeceksek o zaman Fenerlilerin
bu konuda gayet deneyimli olduk.lannı söylemeliyiz. Ger­
çekten de bu dönemde Patrikhane içinde birtakım parasal
ve ahlaki meseleler vardı. 1 6 . yüzyılda toplam 19 patrik gö­
rev yapmışken 1 7 . yüzyılda 60 patrik değişmişti . Ortodoks

16
P. Mansel, Constantinople: City of the World's Desire, 1 453- 1 924,
Londra, 1 995. s. 1 48; R. Abou-el-Haj, "Ottoman Diplomacy at Karlo­
witz", Joumal of the American Oriental Society 87, no. 4 ( 1 967), s.
498- 5 1 2; C. Mango, "The Phanariots and the Byzantine Tradition",
The Struggle far Greek 1ndependence, ed. R. Clogg, Londra, l 973, s.
51.

96
ULUSTAN Ö N C E

Kilisesi'nde artık Osmanlı'ya rüşvet vermeden üst makamla­


ra gelmek mümkün değildi. Patrik adaylarının Fenerliler yar­
dımıyla verdiği rüşvetler Hıristiyan köylülerin vergilerinden
geliyordu. Aynca Patrikhane'nin gittikçe merkezileşmesi de
kaynak paylaşımını zorlaştırmış ve rekabeti artırmıştı. Bir
İngiliz seyyaha göre "Rum köylüler arasında şu laf pek yay­
gındı : 'Başımızda üç felaket var: Papazlar, kocabaşılar ve
Türkler'; ayrıca altını çizmek gerekir ki bu üç felaketi hep bu
sırayla s ayarlardı." 1 9. yüzyılda Bosna'da da şunlar söyleni ­
yordu: "Rum Patriği buradaki yöneticileri hep Fenerliler ara­
sından seçiyor. Dolayısıyla Bosna'da O rtodokslar nüfusun
çoğunluğunu oluşturdukları halde kendilerine ırk, dil ve kül­
tür olarak yabancı birtakım yöneticilere tabiler; Fenerliler
Türklerle birlik olup Bosnalıları eziyor ve ahlak kurallarını
hiçe sayıyorlar." Bunun nedeni açıktı: "Suyun başını tutan­
lara her yıl inanılmaz rüşvetler ödemek durumundaydılar."
Kilise'deki bu çürüme eski Ortodoks ekümenizminin de sonu
anlamına geliyordu: Devamlı yeni vergiler konulmasından
bıkan halk Kilise'den soğumuş, köylülerin dil ve kültür ola­
rak Grek olmadığı yerlerde "Grek Kilisesi" sömürüyle özdeş­
leştirilmeye başlayınca da Balkan milliyetçiliğine giden yol
açılmıştı. 1 7
Evet, bir yandan Kilise gittikçe yozlaşmaktaydı ama di­
ğer yandan da Ortodoks dünyasının sınırlan Akdeniz'den
Karadeniz'e, Kuzey italya'dan Rusya'ya uzanıyordu. Bu dö­
nemde eğer eğitimli ve çalışkan bir Hıristiyandıysanız "Orto­
doks Cumhuriyeti"nde çok şey yapabilirdiniz. örneğin Iossi­
pos Mosiodaks gibi biri bu geniş dünyada var olan düşünce
ve hareket serbestisi sayesinde hızla ilerleyip saygın bir dü­
şünür ve pedagog olmuştu. l 725'te, bugün Romanya sınırlan
içindeki Güney Tuna topraklarında doğan Ulah asıllı Mosi­
odaks Selanik, İzmir ve Aynoroz okullarında Helen kültürü

17
Runciman, Great Church, s. 39 1 ; Stavrianos, Balkans since 1 453,
s. 225; A. J. Evans, Through Bosnia and the Herzegovinaon Foot.

Londra, 1 877, s. 267-268.

97
B İ ZA N S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E B A L K A N L A R

almış ve öğrenimini Padua'da tamamladıktan sonra Fenerli


voyvodaların kurduğu Yaş ve Bükreş akademilerinde ders
vermeye b aşlamıştı. Venedik, Viyana ve Budapeşte'de de bu­
lunan Mosiodaks utüm Grek diasporasını gördüğü" iddiasın­
daydı . Aynı dönemde Skopeloslu Konstantinos Dapontes de
1stanbul'da öğrenim gördükten sonra Osmanlı topraklarında
pek çok yer dolaşmıştır: 1 757'de bağlı olduğu manastırın ha­
çını alıp sekiz yıl boyunca Balkanlar'ı bir baştan bir başa
kat etmişti . Sonra Aynoroz'dan bugünkü Bulgar toprakları­
na gelmiş , oradan Tuna ve Boğdan'a kadar uzanıp İstanbul' a
geri dönmüştü. Kendi anlatısına göre İstanbul'u veba s algı­
nından kurtardıktan sonra da 1 765'te uKutsal Dağ"a [Ayno­
roz) muzaffer bir edayla girer.
Dapontes için umemleket", Skopelos Adası'ydı; o zaman­
lar "Yunanistan" diye bırakın bir devleti, bir coğrafi bölge
bile yoktu. Güneydoğu Avrupa'ya milli değil, dini semboller
hakimdi. Zaman, seküler tarih anlayışına göre değil, Doğu
Kilisesi'nin ritmine göre ilerlerdi. İlahi ve gerçeküstü güçler
her yerdeydi . Elbette maddi güzellikler de tamamen unutul­
muş değildi: Sisam'ın ve Kıbrıs'ın tatlı şarabı, Halep'in fıstı­
ğı, İzmir'in inciri, Boğdan'ın elması, Eflak'ın peyniri meşhur­
du. Tarihçi Christopher Dawson, Bizans İmparatorluğu'nun,
Papalık'ın Batı'da yaptığı gibi, kendi dinini ve kültürünü
hakim kılamadığını söylerken aslında Bizans kültürünü Os­
manlı Rumlarının devam ettirdiği gerçeğini gözden kaçırı­
yordu. Bizans kültürü gerçekten de Osmanlı'nın başşehrinde
Fenerlilerin kaleme aldıkları gösterişli eserlerde yaşıyordu.
Fenerlilerin Osmanlı yanlısı mı Bizans yanlısı mı oldukları
tam belli değildi ama Ortodoksluğa ve Helenizme her zaman
bağlı kaldıkları kesindi . Bizans aynca 1 8 . yüzyılın sonların­
da Ortodoksluğun belki de en önemli temsilcilerinden biri
olan din bilgini Eugenios Voulgaris'in kişiliğinde de yaşı­
yordu . Voulgaris o zamanlar Venedik hcikimiyetinde olan
Korfu'da doğmuş, Korfu, Yaş ve Padua üniversitelerinde öğ­
renim gördükten sonra Aynoroz, İstanbul ve Rusya'da ders -

98
ULU STAN Ö N C E

ler 'vermişti. Rusya'da olduğu dönemde yaptığı en önemli iş­


lerden biri Büyük Katerina'yı Katolikliğe karşı uyarmaktı. 1 8
•••

Osmanlı yönetimi birbirine paralel ama ayn din kurumları­


na dayanıyordu. Halk cemaatlere bölünmüştü; hahamların,
piskoposların ve kadıların her biri kendi cemaatlerinden
vergi toplar, kendi cemaatlerinin davalarına, ekonomik ve
idari işlerine bakardı. Din, hem cemaatler hem de bireyler
arasında sınırlar çiziyor ama hayata karşı ortak bir bakış
açısı da getiriyordu. Avrupa'yla karşılaştırıldığında Osmanlı
İmparatorluğu'nda eşine az rastlanır bir dini hoşgörü oldu­
ğunu söylemek lazım; Lithgow'un sözleriyle, uosmanlı top­
raklarında din ve vicdan özgürlüğü vardı."19
Din, bütün inananlar için ortak bir referans noktasıydı.
Hıristiyanlar, İslami bilgiye de önem verir, camilerden ya da
tekkelerden muska ve kutsal toprak toplarlardı. Efsaneye
göre, bir zamanlar dönemin patriği kendisinden yardım di­
leyen hasta bir Müslüman kadını "bizim inancımız dan olma­
yanları kabul etmemiz doğru olmaz ," diyerek geri çevirmiş
ama sonra fikrini değiştirip uher kim gelirse başım üstüne,"
deyip kadını iyileştirmiştir. Müslümanlar da Hıristiyan pa­
pazlarına ve Yahudi hahamlarına baş vururlardı. örneğin
1 6 . yüzyılda İstanbul'da ateşler içinde kıvranan bir adam,
iyileştiği takdirde genç oğlanlardan vazgeçeceğine dair bir
a dak adar. Ne var ki, iyileşince, verdiği sözü yerine getire­
meyeceğini anlar ama bir yandan da bu işin şakasının olma­
dığını düşünmektedir. Sonunda İstanbul ulemasına danışır

18
P. Kitroınilides, "Cultural Change and Social Criticism: The Case of
Iosipos Moisiodax", Enlightenment, Nationalism, Orthodoxy: Stu­
dies in the Culture and Political Thought of Southeastem Europe,
Aldershot, 1 994, IV, s. 671 ve P. Kitromilides, • 'Balkan Mentality':
History, Legend, Imagination", Nations and Nationalism 2, no. 22
( 1 996), s. 1 6 3- 1 9 1 ; C. Dawson, The Making of Europe, Londra, 1 946,
s. 147; S. Batalden, Catherine Il's Greek Prelate: Eugenios Voulgaris
in Russia, 1 771 - 1 806, Boulder, Colorado, 1 982; Mango, "Phanariots
and Byzantine Tradition", s. 4 1 -67.
19
Lithgrow, Rare Adventures, s. 76.

99
BİZAN S ' I N ÇÖKÜŞÜNDEN G Ü N Ü M Ü Z E BALKANLAR

ve ulema, ona, verdiği sözden öyle kolay kurtulamayacağı­


nı söyler. Bunun üzerine adam kurtuluşu Selanik hahamla­
nnda arar: Acaba onlar bir kaçış yolu bulabilecekler midir?
(Hahamlar ona kadınlan denemesini salık verir.)20
Aynca tehlikeli bayatlar sürenler, örneğin denizciler, ne­
redeyse bildikleri tüm dinlere inanırlardı. "Türkler denize
açılmadan," diyordu Busbecq, "Rumlara giderler ve suların
takdis edilip edilmediğini sorarlar. Eğer Rumlar suların tak­
dis edilmediğini söylerse Türkler yola çıkmaktan vazgeçer ve
sular takdis edilene kadar yelken açmazlar." Hangi dinden
olursa olsun bütün denizciler -özellikle de korsanlar- yan­
larında Meryem Ana ikonası taşırdı. Bir fırtına esnasında
Türk denizcilerden birinin bir Fransıza Meryem Ana'ya dua
etmesini salık verdiğini biliyoruz. Bu Türk denizci Viyana'da
esirken Meryem Ana'nın denizcileri koruduğunu işitmişti. Bu
zorlu dünyada yardım nereden gelirse gelsin geri çevirmemek
lazımdı . Dine saygısızlık etmek başka bir dine inanmaktan
çok daha kötüydü. Osmanlılara esir düşmüş bir İngiliz şöy­
le bir hikaye anlatır: "Gemiye ilk çıktıklarında onlara hangi
dinden oldukları soruldu. Katolik olduklarını söylediklerinde
din değiştirmeleri yönünde bir iki ufak çaba oldu; ama kesin
red cevabı gelince, madem doğru yolu seçmek istemiyorlar o
halde ruhlarının kurtuluşu için en iyi seçenek Tann'ya kendi
inanışlarına göre ibadet etmeleridir, dendi ve bu iş için hemen
onlara küçük bir kamara tahsis edildi. Burayı kiliseye dönüş­
türecek ve düzenli olarak dua edeceklerdi."21
Salgın hastalıklar, kıtlık, sel, deprem, korsanlar, savaşlar
ve yangınlar, diğer bir deyişle Balkanlar'daki gündelik teh­
like ve felaketler insanları ilahi güçlere yöneltmişti. Ruhani

20 New Martyrs of the Turkish Yoke, Seattle, 1 985, s. 32 1 ; Fleischer,


Bureaucrat and InteUectual, s. 62-63.
21
E . S. Forster (ed.), The Turkish Letters of Ghiselin de Busbecq, Ox­
ford, 1 927, s . 1 36; H. Pemot (ed.), Voyage en Turquie et en Grece de
Robert de Dreux, Paıis, 1 925, s. 62; W. B. Stanford ve E. J. Finopoulos
(ed.), The Travels of Lord Charlemont in Greece and Turkey, 1 749,
Londra, 1 984, s. 39.

1 00
ULU STAN Ö N C E

kişilikler din aynını gözetmeksizin çok ilgi görürdü. Her şeh­


rin bir koruyucu azizi vardı; hem Hıristiyanlar hem de Müs­
lümanlar bu azizin kendilerini tehlikelerden uzak tuttuğu­
na inanırdı. Metsovon'lu Aziz Nikola, hem Trikala'daki veba
salgınının önüne geçip hem de buradaki çekirge akınlannı
defedince "Hıristiyanlar ile Türkler sevinçten deliye dönmüş­
tü." "Güneş ışığının bile delip geçemediği kara bir bulut gibi"
gelen bir başka çekirge akınını ise Aziz Mikhail'in sağ elinin
bir hareketiyle durdurması Kıbns halkını huzura erdirir. Bir
Ortodoks büyüğü şehit olduğunda hem Müslümanlar hem de
Hıristiyanlar etrafa yayılan kutsallığı hemen hissederlerdi:
Çürümeyen bir beden, "tanımlanamayacak" kadar tatlı bir
koku ve ilahi bir ışık. Aynca vampirlerin istilasına uğrayan
kasabalarda yaşanan panik de din aynmı gözetmezdi: Örne­
ğin Agia'da vampirler "ellerinde lambalar etrafta dolanırken"
herkes çok korkmuştur. 1 872'de Edirne'de ise Müslüman bir
hoca ile Hıristiyan bir papaz şehri vampirlerden temizleme­
yi başaramayınca bir Türk büyücü çağnlmış, vampirler yok
edilene kadar şehir halkını yatıştırmak mümkün olmamıştı. 22
Diğer bir deyişle Balkanlar, hem iyi hem de kötü ruhlann
kol gezdiği bir yerdi. Bazı aileler vampir ailesi olarak bilinir,
kimse onların yanına yaklaşmazdı . Kimi insanların kuyru­
ğu olduğu bile söyleniyordu. Din farkı gözetmeksizin bütün
inananlar kem göze karşı nazarlık takar, sarmısak asar, ip
düğümler, yabandomuzu boynuzunun ya da çilek, böğürtlen
gibi meyvelerin koruyucu özellikleri olduğuna inanırlardı.
Papazlar mecburen muska yapar; bu muskalann işe yarama­
dığı durumlarda ise Müslümanlar yardıma çağrılırdı . Aslın­
da bu alışkanlıkların çoğu günümüzde de hala devam ediyor,
sadece insanlar gülünç duruma düşmek istemedikleri için
bunları genelde pek açık etmiyorlar. 2 3

22
Metsovon'lu Aziz Nikola için bkz. New Martyrs, s. 1 85- 1 87; Kıbns
için bkz. Jennings, Christians and Muslims, s. 1 79- 1 8 1 ; Tozer, Re­
searches, 2. cilt, s. 80; S. Lane Poole, The People of Turkey, 2. cilt,
Londra, 1 878, s . 225.
23
M. E . Durham, Some Tribal Origins, Laws and Customs of the Bal­
kans, Londra, 1 928, s. 244-26 1 .

tul
8İZANS ' I N ÇÖKÜ ŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

Ama işte o dönemde olan tam da buydu: Gülünç duruma


düşmek. Balkanlar'da.ki bu batıl inançlar Avrupalıların hem
ilgisini çeker hem de onları tedirgin ederdi. Batılı Katolikler,
Ortodoks köy papazlarının cemaatleri üzerinde müthiş bir
etkisi olduğunu görüyor ama bundan hiç hoşlanmadıkları
için papazların aslında ne kadar cahil olduklarının sürekli
altını çiziyorlardı. Dubrovnik'in Slav-İtalyan ailelerinden bi­
rinde yetişmiş eğitimli bir Cizvit papazı olan Ruggiero Gui­
seppe Boscovich, 1 762 yılında İstanbul ya.kınlarında rastla­
dığı bir Bulgar köy papazının haline çok şaşırmıştı: "Papaz
ve de çevresindeki bütün bu zavallı insanlar inanılmaz de­
recede cahil. Oruç ve yortu günleri, bazı ikona ve Hıristiyan
isimleri ve istavroz çıkarma dışında dinleri hakkında hiçbir
şey bilmiyorlar. Papazla konuştuklarımdan anlayabildiğim
kadarıyla burada hiç kimse Pater Noster'i, Credo'yu ya da
s a.kramentleri bilmiyor.H Boscovich'ten neredeyse bir yüzyıl
sonra Efla.k'ta dolaşan Warington Smyth de aynı fikirdey­
di: "Burada inanılmaz bir cehalet hüküm sürüyor. . . papaz
sınıfı halkın bir adım ilerisinde bile değil, 'popa'lar köylü
kıyafetleri giyinip cemaatlerinin en aşağı sınıfıyla s aban
sürüyorlar. H 24
Papazlar hakkında söylenenler cemaatleri için daha da
doğruydu. 1 6 1 5 'te Senj kasabasına atanan bir Katolik pis­
koposuna göre "buradaki halk Kutsal Roma Kilisesi'ne bağ­
lı olmasına rağmen Hıristiyan doktrini hakkında hiçbir şey
bilmiyorndu. Bundan üç yüzyıl sonra bölgede araştırma ya­
p an bir Yunan etnograf da şunları not edecektir: "Köylüler
dindar ama daha çok korkudan, yoksa Hıristiyanlığın en de­
rin anlamlarını keşfetmiş olduklarından değil.n Balkanlar'ın
pek çok yerinde köylüler azizleri "ağır" ve "hafif' olarak ikiye
ayırırdı; "ağırn azizler ağır cezalar, "hafif' azizler hafif cezalar
verirdi. 1 8. yüzyılın sonlarında, Prota Matija Nenadoviç adlı
bir Sırp köy papazı aldığı eğitim hakkında şunları söyleye-

Boscovich, aktaran L. Wolff, Inventing Eastem Europe, Stanford,


Califomia, 1 994, s. 1 75; W. Smyth, A Year with the Turks, New York,
1 854, s. 22.

102
U L USTAN Ö N C E

cekti: "Bazı yaşlı kadınlar hatta birtakım adamlar da anneme


şöyle derdi: Kardeş, ne ş anslısın, evde öyle eğitimli bir oğlun
var ki s ana bütün azizleri sayabilir, böylece tatil günlerinde
çalışmak durumunda kalmazsın." 2 5
B alkanlar'da papazlar da dahil sıradan köylülerin dokt­
rin nedir bilmemesi aslında köylülerden çok, heterodoks ya
da "sapkın" inançlar hakkında bilgi toplamaya çalışan Batılı
seyyahlar, ilim adamlan ve üst düzey din görevlilerinin Hı­
ristiyanlık (ve de genel olarak din) anlayışı hakkında bir fikir
veriyordu. 20. yüzyılın başlannda bölgeye gelen bir Fransız
araştırmacıya göre buradaki köylüler "pek de aydınlanmış#
gibi durmuyordu. Tabii bu tür yorumlar dinin bir tür "ay­
dınlanma" meselesi olduğu varsayımına dayanır: Din kesin
çizgilerle belirlenmiş bir doktrindir. Bu görüş aynı zamanda
dinin toplu bir inanç ve eylem bütünü değil de kişinin kendi
vicdanına ve fikrine dayalı bir şey, bir teoloji meselesi ol­
duğunu varsayıyor, dini bir yandan bilim ve teknikten diğer
yandan da büyüden ve doğaüstü güçlerden kesin çizgilerle
ayınyordu. Ne var ki bu görüş sadece şehirli ve eğitimli elit
bir tabakaya aitti; okuma yazma bilmeyen Ortodoks köylüsü
için din, bir doktrin meselesi değil, pratiğe dayalı bir inanç­
tı . Eğer Ortodoks papazlar teolojinin incelikleri konusunda
Katolik pederlere göre daha az bilgi sahibiydiyseler bunun
nedeni Balkanlar'da koyu dindarlık ve ahlaki doğruluktan
çok, dini ritüel ve usullerin önemli olmasıydı. 26

25
D. Loukopoulos, Georgika tis Roumelis, Atina, 1 938, s. 1 63- 1 64; C.
Bracewell, The llskoks of Senj: Piracy, Banditry and Holy War in
the Sixteenth Century Adriatic, Ithaca, New York, 1 992, s. 1 58- 1 59,
n. 12 [Senjli Uskoklar: 1 6. Yüzyılda Adriyatikte Korsanlık ve Eşkiya­
lık, çev: Mehmet Morah, İ stanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008)
Tozer, Researches, 1 . cilt, s. 206-207; L. Edwards (ed.). The Memoirs
ofProta Matija Nenadovic, Oxford, 1 969, s. ı 7.
26
G. Rouillard, La Vie rurale dans l'Empire byzantin, Paris. 1 953, s.
1 99; bu konuda faydalı metodolojik bilgiler için krş. V. Shevzov,
"Chapels and the Ecclesial World of Prerevolutionary Peasants",
Slavic Review 55, no. 3 (Güz 1 996), s. 584-6 1 3 ve C. Chulos, "Myths
of the Pious or Pagan Peasant in Post-Emancipation Central Russia

103
8İZAN S ' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

Popüler dine olumlu yaklaşan bir görüşe göre B alkan­


lar'daki dini pratikler hayatın zorluklarına, tehlikelerine
ve de kötülüklerine karşı geliştirilmiş birer s avunma me­
kanizmasıydı. Yani köylülerin kendilerine göre bir mantı­
ğı vardı : Sarmıs ak kem gözlerden korur; kuts al toprak ve
kutsal eşyalar eğer doğru bir şekilde s aklanır ve papaz ya
da hoca tarafından nazara karşı korunması gereken kişi­
nin ismi de okunarak kuts anırs a bir hastalık ya da kaza
durumunda kullanılabilirdi. Bu tür bir yorumun dini. bir
tür sigorta sistemine indirgediği bile söylenebilir, ama
köylülerin de gayet açık bir şekilde ortaya koyduğu üzere
doktriner farklılıkların köy yaşamında fazla bir yeri yok­
tu. Hatta _kilise b.ina.sLpek bulunmayan kırsal alanlarda,
bu bölgeye dışarıdan gelenler (O smanlı devleti de dahil)
dinler arasında aynın yapmakta zorlanırdı . 20. yüzyılın
başlarında Arnavutluk'ta çalışan bir Türk telgraf opera­
törü uBuradaki Müslümanlar gerçek Müslüman değil,"
diyecekti HHıristiyanlar da gerçek Hıristiyan değil." Lady
Mary Wortley Montagu'ye göre ise uburada insanlar hangi
dinin daha iyi olduğunu bilmediklerini (çünkü farkı ayırt
edemeyecek kadar yargıdan yoksunlar) açıkça söylüyor­
lar. Fakat gerçek dini inkar etmiş olmamak için de tedbir­
li davranarak her iki dinin gereklerini yerine getiriyorlar.
Cuma günleri camiye, pazarları da kiliseye gidiyorlar. " B atı
Makedonya'da köylüler, kendilerine hangi dinden oldukları
sorulduğunda, tedbiri elden bırakmaz ve haç çıkarıp uMüs­
lümanız ama Meryem Ana'dan," derlerdi . Bundan yüzyıllar
önce Limni Adası'nda Müslümanların Rum ayinlerine ka­
tıldıklarını gören Busbecq de benzer gözlemler yapmıştır:
uonlara neden bu ayinlere katıldıklarını sorars anız bunl a­
rın eski zamanlardan kalma adetler olduğunu ve seb ebini
bilmiyorlarsa da bu adetlerin faydasının tecrübeyle s abit
olduğunu söylerler. Türklere göre eskiler her şeyi daha iyi

(Voronezh Provincel", R ussian History 22, no. 2 (Yaz 1 9951. s. 181-


2 1 6 . B u kaynaklar için Laura Engelstein'e teşekkür ederim.

104
U L USTAN Ö N C E

bilirdi, dolayısıyla bu adetleri öyle rastgele ihlal etmemek


lazımdı. " 2 7
Bu "ortak dünya"daki dini pratikler, sadece doğaüstü a­
landa değil gündelik yaşamda da teolojik farklılıkların önü­
ne geçiyordu. örneğin kadı mahkemeleri ve meclisler s adece
Müslümanların değil gayrimüslimlerin de davalarına b akar,
Hıristiyanlar ve Yahudiler bu kurumlan hem temyiz mah­
kemesi olarak hem de kendi din adamlarına ya da cemaat
mahkemelerine gitmek istemediklerinde kullanabilirlerdi.
Müslüman i dareciler, gayrimüslimlerin vergi ve toprak işleri
ya da ticari anlaşmazlıklarıyla ilgilenir, hem de bunu İslam
hukukuna göre yaparlardı. 1 6 . ve 1 7. yüzyıllarda Hıristiyan
cemaatler arasında piskopos seçimi nedeniyle yaşanan çe­
kişmelerde Osmanlı valilerinin araya girdiği de olmuştur.
Bazı loncaların Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi üyeleri
vardı ve bu loncalar eski bir Bizans pratiğini devam ettire­
rek kendilerine koruyucu bir aziz ya da şeyh gibi kutsal bir
kişilik belirlerlerdi. Ortodoksların -hem erkeklerin hem de
kadınların- kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda bile şeri
mahkemelere gittikleri olurdu. örneğin Kıbrıslı Hıristiyan
bir köylü oğluna sattığı ineğin parasını alamayınca Osmanlı
kadısına gidip şeri usullere göre parasının ödenmesini iste­
miştir. 28
Ö zel yaşamın mahrem alanlarında bile dinler iç içeydi .
Bunun sebeplerinden biri İslamın, evlilik konusunda Hıri s ­
tiyanhğın güçlü b i r rakibi olmasıydı: İslam ç o k eşliliği ve
geçici evlilikleri (kebir) tanır, boşanmada (özellikle kadınlar
için) fazla zorluk çıkarmazdı; ayrıc a İslamda cinsel ilişki

27
Aktaran Balivet, "Aux origins•, s. 1 8; aynca bkz. W. Christian, özel­
likle Local Religion in Sixteenth-Century Spain, Princeton, New
Jersey. 1 98 1 . Bu kaynak için Ken Mills'e teşekkür ederim. Forster,
Busbecq, s. 1 36- 1 37.
28
"Ortak dünya" M. Greene'in kitabının adıdır: A Shared World, Prin­
ceton, New Jersey, 2000. N. Todorov, "Traditions et transformations
dans !es villes balkaniques avec l'instauration de l'Empire otto­
man•. Society, the City, 3. cilt, s. 99; Jennings, Christians and Mus­
lims, s. 1 34, 142.

1 05
8 İ ZA N S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E B A L K A N L A R

s adece evlilikle ve çocuk yapmakla sınırlı değildi. Bu ş art­


lar altında hangi dinin daha çekici olduğu konusunda şüp­
heye pek yer yok. Kilise yönetimi çokeşlilikte sınırı çizmişti
(zaten Balkan Müslümanları arasında da yaygın bir adet
değildi bu) ama geçici evlilikler için aynı şeyi söylemek zor.
William Biddulph daha 1 600 yılında bu durumu fark eder:
Geçici evlilik, belirli bir dönem için bir kadınla, para karşı­
lığında ilişki sürmekti. Bu adet, Müslümanlar kadar Hıris­
tiyanlar için de çekici olduğundan bir zaman sonra Kilise
bu konuda daha yumuşak davranmaya başlamış ve geçici
evlilik 1 8 . yüzyılda oldukça yaygın bir hal almıştı. Bazı
yerlerde kızlar bu şekilde çeyiz p arası biriktirirdi . Aslında
bu bir anlamda meşru fahişelikti. Lord Charlemont, Kiklad
Adalan'nda, hafif de dalga geçerek "eğer bir yabancı bu­
radaki genç b ekar kadınlardan biriyle gönül eğlendirmek
isterse," diyecekti,

öncelikle kızın ana babasına kızlarıyla evlenmek is­


tediğini söyler. Hemen bir anlaşma yapılır ve kadıya
gidilir. Her iki taraf da, erkek tarafı adada kaldığı sü­
rece, birbirlerine sadık kalacaklarına yemin ederler.
Anlaşmaya göre damat önce bir ön ödeme yapar ve
adadan ayrılırken de yüklü bir yekun para bırakır.
Adam gittikten sonra kız bu parayla kendine bemşe­
rileri arasından gerçek bir koca bulur. Bu yeni koca
kızı bir önceki ilişkisi nedeniyle kesinlikle bor g ör­
mez, onu dul kabul eder.

Adalı Hıristiyanlar, Müslümanlığa ait bu geleneği kendileri­


ne uyarlamışlar, Osmanlı idarecileri buna onay vermiş , pa­
pazlar da seslerini çıkarmamıştır. 2 9

B. F. Mus all am , Sex and Society in Islam, C ambridge, ı 983; Purchas,


Pu.rchas His Pilgrimes, 8. cilt, s. 276; N. Pantazopoulos, "Church and
Law in the Balkan Peninsula during Ottoman Rule", Epistimoniki
epeterida: Anticharisma ston Nikolao I. Pantazopoulo, Selanik, 3.
cilt, 1 986, s . 327-329; Stanford ve Finopoulos, Lord Charlemont, s.
48-49. Bu adet Thevenot ve Sir Paul Rycaut'nun 1 7. yüzyıl seyahat­
namelerinde de anlatılır, The Present State of the Greek and Arme­
nian Churches anno Christi, 1 678, New York, 1 970.

ı06
U L U STAN Ö N C E

Aynca Balkanlar'da Müslüman erkekler ile Hıristiyan ka­


dınlann evlenmesi de hiç olağandışı bir durum değildi ve bu
adet Osmanlı İmparatorluğu var olduğu sürece devam etmiş­
tir. Bu da demek oluyor ki pek çok Müslüman çocuğun anne­
si Hıristiyandı . Bu çocuklar ister istemez annelerinin dinini
bilir, hatta b azen yakınlık da hissederlerdi . 1 435 yılında Sırp
Voyvodası George Bran.koviç, sonradan pek işe yaramasa da
Osmanlılara yaklaşmak için kızı Mara'yı II. Murad'la evlen­
dirmişti. Yanyah Ali Paşa'nın kansı da Rum Ortodokstu; pa­
ş anın eşine küçük bir kilise yaptırdığı bile söyleniyordu. Da­
ha yakın zam anlarda da, bir Osmanlı bürokratı olan Arnavut
İ smail Kemal Bey'in bir Rum kadınla -kadının üvey annesi­
nin itirazlanna rağmen- kaçıp evlendiğini biliyoruz. Bu tür
Hıristiyan-Müslüman ilişkileri sadece üst sınıflar arasında
değil, çok daha geniş kesimlerde de yaygındı.30
Mutsuz evliliklere hapsolmuş kadınlar için de ihtida bir
kaçış yoluydu. İhtida eden bir kadının evliliği, eğer koca­
sı din değiştirmezse, otomatik olarak bozulurdu. İhtidanın
standart bir formülü vardı: Kadın, kadı mahkemesine gidip
Müslüman olunca kocasına da ihtida teklif edilirdi. Ö rneğin
C ako adlı bir kadın Müslüman şahitlerin önünde uİslam ile
müşerref ol(upın Fatma adını almış, kocasına da ihtida tek­
lif edilmiş, ama adam kabul etmemişti. Fatma bint Abdullah
adlı başka bir kadının ihtida edişi de kayıtlara aynı şekilde
geçmiştir. Fatma, Müslüman olunca kocası Yanno bin Manol­
ya da İslama davet edilir ama adam Müslüman olmak iste­
mez. Bu da Yanno'nun Fatma üzerinde artık hiçbir hakkı ol­
madığı anlamına gelir. Ayın şekilde Müslüm an evliliklerinin
en küçük bir irtidad şüphesi karşısında bozulabiliyor olması
da oldukça çarpıcıdır. 1 8 . yüzyıla ait bir fetvaya göre:
uMesele: Zeyd ile kansı Hind kiliseye gidiyorlar ve
kafirlerin b azı usullerini benimsiyorlar ki bu da artık inançlı

30
F. Babinger, Mehmed the Conqueror and His Time, Princeton, New
Jersey, 1 978, s. 1 6 - 1 8 [Fatih Sultan Mehmet ve Zamanı, çev. Dost
Körpe. Oğlak Yayıncılık, İstanbul, 2003); Story, Memoirs of lsmaü
Kemal Pasha, s. 38.

107
B İZANS ' I N ÇÖKÜŞÜ NDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

olmadıklannı gösterir. Zeyd ile kansı dinlerini ve evlilikleri­


ni yenilemeli mi?
El-Cevap : Evet."31
l 993 'te yazdığı bir makalede Amerikalı siyaset bilimci Sa­
muel Huntington, Bosna Savaşı'nı bir "medeniyetler savaşın
olarak tanımlıyor ve Balkanlar'ı bu çatışmanın fay hatların­
dan birine yerleştiriyordu. Bu tür bir bakışın Balkanlar'ın
geleceği için ne anlama geldiğini kestirmek zor ama bölge­
nin geçmişini yorumlamak için bir model olamayacağı kesin.
Devletler ve dinler İslam, Ortodoksluk ve Katoliklik arasında
kesin çizgiler çiziyordu ama bu çizgiler gündelik yaş amda
hiç de net değildi. Avrupa ile Asya'nın kesiştiği bu sınır böl­
gesinde, pek çok olası sürtüşme ister kendi kendine çıkmış
olsun ister yabancılar tarafından çıkarılmış olsun yerel or­
taklıklar ve gündelik paylaşımlarla bertaraf ediliyor ya da
en azından tehlikesizleştiriliyordu.
Ortak adetler dini ayrımlar karşısında bir güvenlik kal­
kanı görevi görüyordu. Farklı ailelere, hatta farklı dinlere
mensup gençler kan kardeşi olup birbirlerine s adakat yemi­
ni ederlerdi. ı 7. yüzyılın ortalarında Venedik, Habsburg ve
Osmanlı ordularının Livno sınır bölgesinde tutuştuğu ça­
tışmadan Osmanlılar galip çıkar ve pek çok Hıristiyan esir
alınır. Osmanlı kaynaklarına göre paşa, adet olduğu üzere,
tutsakların kendi payına düşen kısmının öldürülmesini em­
redince askerlerden biri, bir esirin hayatı için aman diler.
Paşa ona neden böyle bir şey istediğini sorduğunda asker
şunları söyleyecektir: "Aman koca vezir, ceng mahallinde
bu kafire dinim verüp anın dinin alup bu kafirle kardaş ol­
muşum. Eğer bunu öldürürsen benim dinim onıyla cennete
gidüp ben garibe yazıktır." Bunun üzerine paşa şaşkınlıkla
diğer askerlere döner ve bu adetin ne olduğunu sorar. Kendi­
sine şunlar anlatılır:

"
Jennings, Christians and Muslims, s. 29; Greene, A Shared World;
C. Imber, 'Involuntary' Annulment of Marriage and lts Solutions

in Ottoman Law•, Studies in Ottoman History and Law, İ stanbul.


1 996, s. 226.

1 08
U LUSTAN Ö N C E

Bu s erhadlerimizdeki yunaklarımız kafire esir olduk­


larında bazı kafirler ile yeyüp içme arasında kafir anı
esirlikten kurtannağa ahd eder. Müselman dahi "Eğer
sen de bize esir olursan ben de seni Türk'den kurta­
rayım" deyü ahd ü aman arasında "Eyle olsun, senin
dinin benim ve benim dinim senin olsun mu? Olsun"
deyü kan yalaşup kafir müselman ile din karındaşı o ­
lurlar. . . Bu ise müselmanın v e kafirlerin kitabında bi­
le yokdur. Ancak bu serhadlerde bu bed-ayin çokdur.

Paşa, anlatılanlardan hiç hoşlanmaz ama her iki adamı da


serbest bırakır. 32
Üç büyük tektannlı din arasındaki aynmlan muğlak­
laştıran en önemli akımlardan biri , 1 7 . ve 1 8. yüzyıllarda
Balkanlar'da hızla büyümekte olan Bektaşilikti . Bir tür İs­
lam mistisizmi olarak da tanımlanabilecek Bektaşi inancı,
Sünni İslamın formel hiyerarşilerine karşı "erenlerin tek bir
aleme ait olduğu" fikrine dayanıyordu. 19. yüzyılın sonların­
da yazılmış bir kitapçığa göre Bektaşiler, Hakk'a, Muham­
med Ali'ye, Hatice, Fatma, Hasan, Hüseyin'e, aynca gelmiş
geçmiş bütün erenlere inanırlar, çünkü onlar iyinin ve doğ­
runun yanındadır. Aynı şekilde Musa'ya, Meryem'e, İsa'ya ve
onların kullarına da inanırlar. Bektaşiler Hıristiyan azizleri­
ne ait kutsal mekanları kendilerine türbe yaparlardı. Bektaşi
mekanları da Hıristiyanlar tarafından kutsal mekan olarak
kullanılırdı . Dolayısıyla dini ayrımlar pek net değildi. Bir İn­
giliz seyyah bir Bektaşi tekkesinde gördüğü papazlara "Ben
bu tekkeye gelen herkesi Müslüman s anıyordum," deyince
"Evet öyleyiz" cevabını alır, "ama tabii Aya Yorgi Yortusu'nu
kutlamayı ihmal etmeyiz". Yüzyıllar boyunca yeniçerilikle
bağlantılandırılan Bektaşilik, imparatorluğun genişlemesiy­
le birlikte hızla Güneydoğu Avrupa'ya yayılmış ve özellikle
Arnavutluk'un güney kesimlerinde çok tutunmuştur. Bugün

32
R. Dankoff (çev.) , The Intimate Life of an Ottoman Statesman Melek
Ahmed Pasha (1 588-1 662), as Portrayed in Evliya Çelebi 's Book of
Travels (Seyahatname), Albany, New York, 1 99 1 , s. 249-250 [Evliya
Çelebi, Seyahatname, YKY, İ stanbul, 200 1 ); ayrıca bkz. Bracewell,
Uskoks, s. 1 8 1 - 1 82.

1 09
B İ Z A N S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E B A L K A N LA R

Arnavutluk'ta, komünizmden sonra bile, hala çok yaygındır. 33


Aslında Arnavutluk, dini inanç bakımından belki de ö­
zel bir durumdaydı. Bölgenin ileri gelenlerinden biri, Edith
Durham'a "Biz Arnavutlar biraz değişik fikirlere sahibiz,"
demişti, "hangi inanış, silah kullanmamıza izin verirse o
inanışı kabul ederiz. Bu nedenle çoğumuz Müslümanızdır."
Arnavutların bu "hafif' din anlayışı 1 9 . yüzyıl dünyası için
aslında o kadar da garip değildi. "Gavur dini"nin "cahiliye
dünyası"nı bırakıp "doğru inanç"a gelme, Osmanlı dünya­
sında bugün bizim düşündüğümüz gibi "döneklik"le ve va­
roluşsal kaygılarla ilişkilendirilmiyor, kişinin özüne ya da
milletine ihanet ettiği büyük bir dönüşüme işaret etmiyordu.
Yeni bir inancı kabul etmekle insanlar genelde eski inanç­
larının üstüne yenilerini ekler, eskiyi tamamen silmezlerdi .
İhtida edenler kendi dini adetlerini ve alışkanlıklarını ko­
rur, niyetlerinde ciddi olmadıkları düşünülmesin diye bunu
çok açık etmezlerdi sadece: Hıristiyanlıktan ihtida edenler
Paskalya'da yumurta boyar; kimsenin ne olduklarını pek bil­
mediği Dönmelerse, söylenene göre, eski dini adetlerini aile
içinde uygularlardı.34
Aynı şekilde bazı insanlar çift isim taşırdı: Bazen bir Sü­
leyman, Konstantin olarak da bilinir ya da bir Hüseyin, Yor­
gi olarak. Çift isimlilik sayesinde kişinin gerçek ismi saklı
kalır ve böylelikle tatsız bürokratik engeller aşılırdı: Arna­
vutluk'taki Fransisken rahipler, yanlarında çalışan yardım­
cılarının Hıristiyan isimlerini değil de sonradan edindik­
leri Müslüman isimlerini kullan.malan karşısında dehşete
düşer ama onları bu alışkanhklanndan vazgeçiremezlerdi.
Genç adamların savunması ise şöyleydi: Bir büyücü gerçek
isimlerini bilmeden onlara hiçbir şey yapamazdı . İster bü­
yücülere karşı olsun ister vergi tahsildarlarına ya da Vene­
dik engizisyonuna, çok isimlilik zayıfın güçlü karşısındaki
silahı, bireyin ilahi ve dünyevi alemle baş etme aracıydı . Bir

33
F. W. Hasluck, Christianity and lslam under the Sultans, 2. cilt, Ox­
ford, 1 929, s. 554; Durham, Burden of the Balkans, s. 356.
34
Age. , s. 5 1 .

1 10
U L U STAN Ö N C E

kişinin gerçek ismini söylemesi otorite karşısında kendini


açık etmesi anlamına geliyordu ve bu çok ciddi bir şeydi. Ör­
neğin Aziz İlias şehit düşmeden hemen önce bu tür bir de­
neyden geçmişti. Söylendiğine göre ağır vergilerden kaçmak
için Müslüman olan azize sormuşlar: u•sen Mustafa Ardouris
değil misin?' 'Evet benim,' demiş 'Ama adım Mustafa değil,
tlias, yani Ortodoks Hıristiyanım.'"35
•••

Dinler arası ayrımlar tamamen yok olmuş değildi elbette


ve beraber yaşamak demek mutlak hoşgörü anlamına gel­
miyordu. 1 9 . yüzyılın sonlarında bir İngiliz etnografın an­
lattığına göre, O smanlı'da uErmenilere (ve Rumlara) it ve
domuz denirdi; Üzerlerine tükürmek haram değildi." Aync a
eskiden beri Müslümanlar, yani hakim dinden olanlar gün­
lük dilde Hıristiyanlara "gavur köpeği" derdi. Seyyahlar ge­
nel kullanıma girmiş bu küfür çeşitliliği karşısında hayrete
düşüyorlardı:

Pera'da oturan Frenkler Türk geleneklerine uymayıp


domuz eti yer, dolayısıyla Pera domuz çiftliOi dir, ya­
bancı elçilerin yanına verilen Türk askerleri de do­
muz çobanı. İtalyanlar yanar-döner, İngilizler çuhacı,
Fransızlar aynacı, Almanlar şamatacı küfürbaz, İs­
panyollar tembel, Ruslar lanetli, Lehler geveze gavur,
Venedikliler balıkçı, Eflaklılar çiyan, Boğdanlılar boy­
nuzsuz koyun ya da boOdan-ı nadan, Rumlar tavşan,
Ermeniler bokçu, Yahudiler çifut, Araplar akılsız, Fa­
risiler kızılbaş rafız, Tatarlar leş yiyici.

1 7 . yüzyılda bir kadı mahkemesinde uAbdi bana kafir oğlu


kafir dedi," diye bir şikayette bulunur Mustafa bin Mehmed,
"kafir"lere gündelik olarak söylenen sözlerin bir Müslüman
için kullanılması karşısında dehşete düşmüş bir şekilde. Bir
diğer davacı Mehmed (Bey) de kendis ine Yahudi denmesin­
den şikayetçidir. 36

New Martyrs, s . 39; Durha.m, Some Tribal Origins, s . 290-29 1 .


Ramsay, aktaran V. N. D a drian , The History of the Armenian Ge­
nocide, Providence, Rhode Island, 1 995, s. 1 58; daha eski bir seya-

111
BİZANS'IN ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

Hıristiyanlar ise öyle kolay kolay şikayette bulunamaz­


lardı. Zaten Osmanlı'da ikinci sınıf tebaa oldukları, pek çok
kilisenin camiye çevrilmiş olmasından belliydi. Özellikle Hı­
ristiyanlar ile Müslümanlann beraber yaşadıklan yerlerde
yeni kilise inşa etmek için izin almak gerekirdi, aynca Müs­
lümanlann olduğu yerlerde çan çalmak yerine ancak tah­
taya vurulurdu. 1 836 yılında Doğu Akdeniz'den Balkanlar'a
gelen bir Fransız seyyah şöyle bir gözlemde bulunacaktı:
"Sırbistan'a geldiğimizde uzun zaman sonra tekrar çan sesi
duymak bizi oldukça şaşırttı ve sevindirdi. Bu bölgede Hıris­
tiyan dini tamamen serbestti." Hatta bazen tahtaya vurmak
bile "küfür" olarak görülür ve yasaklanırdı .37
Köylerde Müslümanlar ile Hıristiyanlann aynı olmadığı
bilinir ama cemaatler yan yana yaşardı. Gündelik ilişkilerde
sürekli kavga ve gerilim olduğu da söylenemez. 1 870'lerin
Bulgaristan'ını anlatan bir anı kitabında şöyle yazıyor:

Türklerle Bulgarlar gayet iyi geçinirdi. Mahalleler


yan yanaydı. Bulgar kadınlan Türk kadınlanyla ah­
baplık eder, çocuklar beraber oynardı. Türk kadınlan
ve çocuklan iyi Bulgarca konuşur, Bulgar kadınlan
ve çocuklan da en azından dertlerini anlatacak ka­
dar Türkçe bilirdi. Sonuç olarak karına bir dil kulla­
nılırdı. Bulgarlann yanında çalışan Türkler samimi
dost muamelesi görürdü . . . Türklere çok alışıktık. Biz
Bulgarlar elbette kendi hayatlanmızı sürerdik; kılık
kıyafetimiz, adetlerimiz ve inancımız farklıydı. Türk­
lerin başka adetleri vardı, bizim gibi giyinmezlerdi,
başka dine inanırlardı. Ama bütün bunlar bize çok
normal gelirdi. 38

hatnameden aktaran M. Von Tietz, St. Petersburgh, Constantinople


and Napoü di Romania in 1 833 and 1 834, New York, 1 836, s. 1 35;
Jennings, Christians and Muslims, s. 1 0 1 .
37 Gradeva, "Ottoman Policy towards Christian Church Buildings•, s .
14-35; J. v. d e la Roiere, Voyage en Orient, Faris, ı 936, s . 273.
D. Warriner (ed.), Contrasts in Emerging Societies: Readings in the
Social and Economic History of South-Eastem Europe in the Nine­
teenth Century, Londra, ı 965, s . 234.

112
U L U STAN Ö N C E

Şehirlerde ise Müslümanlar daha baskın, cemaatler arası


ilişkiler daha farklıydı . Gayrimüslimler hakkında söylentiler
yayılması, aşın hareketlere gidilmesi ya da şiddete başvu­
rulması çok da sıradışı değildi. 19. yüzyılın başlarına kadar
İstanbul gayrimüslimler için tehlikeli bir yerdi: Ramazanda
etrafta görünmek iyi değildi. 1 7 . ve 1 8 . yüzyıllarda yeniçe­
riler, Hıristiyanlara ve Yahudilere saldınrdı . Yeniçeri Ocağı
kapatıldıktan sonraysa bu tür tehlikeler azalacak, modern­
leşmeyle birlikte ortaya çıkan ortak burjuva kültürü dini ay­
rımları yeniden muğlaklaştıracaktı. Bu dönemde büyük şe­
hirlerde mahalleler ilk defa dini değil sınıfsal ayrımlara göre
düzenlenir. Hali vakti yerinde olan Hıristiyanlar, Tanzimat'la
beraber belli bir özgürlükçü ortam gelmeden önce, dikkat
çekmemek için evlerinin sokağa b akan taraflarını mütevazı
tutarken, 1 9 . yüzyılın sonlarına doğru bu durum değişmiş,
Hıristiyanların evleri çok daha büyük ve gösterişli bir hal
almıştı . Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler, Selanik'in
işçi sendikalarında, loncalarında ve burjuva kulüplerinde
bir araya gelirlerdi. Sınıfsal farklılıklar dini ayrımları tama­
men yok etmiş değildi ama sınıf kategorisinin ortaya çıkı­
şıyla beraber insanların hayatlarına başka ortak amaçlar ve
birliktelik biçimleri girmişti.
Ya da girebilirdi eğer imparatorluk daha iyi bir durum­
da olsaydı. C emaatler arası ilişkiler bir mekan meselesi ol­
duğu kadar bir zaman meselesiydi de. Katolik Avusturya ile
Ortodoks Rusya'nın yükselişi Osmanlı cemaatleri arasın­
daki ilişkilere yeni gerilimler getiriyordu. 1 8 . yüzyılın orta­
larından itibaren Ortodoks Kilisesi ile Katolik Kilisesi'nin
arası belirgin bir biçimde bozulmaya başlamıştı; halbuki o
zamana kadar iki kilise şaşırtıcı derecede iyi geçiniyordu .
1 9. yüzyıla gelindiğindeyse Yunan ve Sırp milliyetçiliği O s ­
manlıların Ortodoksluğa bakışını değiştirir. Osmanlı devlet
yönetiminin bir miktar liberalleşmeye başladığı bu dönem,
aynı zamanda Müslümanların Hıristiyan saldırganlığı kar­
şısında rahatsız olmaya b aşladığı bir dönemdi. Karadeniz'de
Ruslardan kaçıp Eflak, Boğdan ya da Bulgaristan' a yerleşen

1 13
BİZANS ' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

yüz b inlerce Tatar ve Ç erkes muhacir Hıristiyanlara karşı


pek de olumlu duygular içinde değildi.
Ö zellikle II. Abdülhamid döneminde, yani 1 876'dan son­
ra, O smanlılar B atılı devletlerin, içişlerine karışmaların­
dan rahatsızlık duymaya başlar. 1 876 Anayasası'yla, İslam,
devletin resmi dini olmuş ve Büyük Güçler'in müdahaleleri
karşısında hem devlet düzeyinde hem de halk arasında his­
sedilmeye başlanan sıkıntı bir süre sonra sokak çatışmala­
nna dökülmüştü. 1 895'te E rmenilere, bir sonraki yıl da Girit
Hıristiyanlanna katliamlar düzenlenecektir. Oldukça yakın
tarihli bir araştırmaya göre, Osmanlılar B atı'dan gelen " din
özgürlüğü" talebini, kendi dinlerinin Hıristiyan s aldırısı
karşısında korunması olarak almışlardır. İmparatorluk güç
kaybettikçe Müslümanlar da gittikçe daha fazla savunmaya
geçer. Modernite cemaatler arasındaki dini ayrımları keskin­
leştiriyor, bu ayrımlara yeni siyasi anlamlar katıyordu. 39
1 7 . yüzyılda Larisa piskoposunun şehit edilişiyle ilgili
bir hikaye, bu eski dünyanın artık nasıl değişmekte olduğu­
nu çok güzel bir şekilde anlatır: "Zaten kendisi de şeytani
bir insan olduğu için Avrupalıların sözleriyle kolayca baştan
çıkıp şeytanı yanına almış ve topladığı kalabalık bir grupla
Türklere savaş ilan etmişti . . . tabii hükümran Türkler onu he­
men yakalayıp yaptıklarının cezasını hayatıyla ödetmişlerdi,
Tanrı'nın izniyle. Piskoposun bu yaptıkları bir din adamının
yapmaması gereken şeylerdi."40
Bu hikaye bir Hıristiyan din adamının zalim Türkler kar­
şısındaki mücadelesinin hikayesidir. Ama sonradan çıkacak
milliyetçi tarihlerin aksine hikayenin (Hıristiyan) anlatıcı­
sı, piskoposu hiç de bir kahraman gibi görmez . O, şeytanın

39
S. Deringil, The WeU-Protected Domains: Ideology and the Legiti­
mation of Power in the Ottoman Empire, 1 876- 1 909, Londra. 1 999,
s. ı ı 5 [/ktidann Sembolleri ve ideoloji: II. Abdülhamid Dönemi,
1 8 76-1 909, çev. Gül Çağalı Güven, Yapı Kredi Yayınlan, İstanbul,
2002)
40
"Martyrdom of Holy New Hieromartyr, Serafim, Bishop of Phanari­
on", New Martyrs, s. 36 1 .

1 14
U L U STAN Ö N C E

baştan çıkardığı bir adamdır. Türkler zalim olabilirdi ama


piskoposu Tann'nın rızasıyla öldürmüşlerdi . Bu hikayede
anlatılan dünya elbette türlü çatışmalardan ve dini husu­
metten uzak bir dünya değildi; bu dünyada şiddet de vardı,
huzursuzluk da. Ama aynı zamanda Hıristiyanlann Müslü­
man bir devlete sadakat gösterdikleri bir toplumdur bu; yani
insanların hareketleri milli değil dini ölçütlere göre değer­
lendirilir.
***

Hıristiyan köylüler inançlarında, beğenilerinde ve


adetlerinde Müslüman kültüründen etkilenmiş olabilirlerdi
ama bir gün yeniden bir Hıristiyan imparatorluğu kurulabi­
leceği fikrinden de vazgeçmemiş ve bununla ilgili halk şarkı­
larını ve ananevi efsaneleri unutmamışlardı. 1 453 yılının o
umeşum" salı günü Konstantinopolis düşeli beri halk arasın­
da ağıtlar yakılmakta, kehanetler de bulunulmaktaydı. Sırp
papazlar ve Manili beyler Venedik ve Avusturya elçileriyle
birlik olup Türklere karşı isyan planlan yaparlardı. 1 657'de
bir Ortodoks patriği İslamın sonunun yakın olduğunu söy­
leme gafletinde bulununca idam edilmiştir. Hıristiyanla­
nn, İstanbul'u önünde sonunda geri alacağına dair pek çok
hikaye dolanıyordu etrafta yüzyıllardan beri; Rusya'nın yük­
selişiyle de, Müslümanları İstanbul'dan kuzeyli bir san ırkın
atacağını öngören -Ruslar hem Avrupalı hem de Ortodoks
olduğu için bu tanıma uygundu- meşhur kehanet ortaya çı­
kar. 1 766 yılında da Karadağ'da Büyük Katerina'nın bir süre
önce kaybettiği talihsiz kocası Ç ar III . Petro olduğunu iddia
eden bir adam, çevresine topladığı kalabalık bir grupla be­
raber Türklere saldırır. Bu sahtekar, Katerina'yı harekete ge­
çirecek ve Rusya, Karadağ'a göndereceği elçilerle ueski Grek
imparatorluğunun başkenti Konstantinopolis"in geri alın­
masını da yönelik bir hareketi destekleyeceğini ilan edecek­
tir. Karadağlılar arasında İstanbul'u geri almaya yönelik pek
bir heyecan yoktu elbette ama Katerina için aynı şey geçerli
değildi . Ç ariçe, Ortodoksları Osmanlılara karşı isyana teşvik
etmesi için gözdelerinden Kont Aleksey Orlov'u görevlendir-

1 15
B İ ZA N S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E B A L K A N L A R

mişti. Her ne kadar Rumlar, Orlov'un "bu konuya olan ilgisi­


nin antik tarih ve mitoloji merakının ötesine geçmediğini"ni
düşünüyor olsalar da yerli Rumların da desteğiyle l 770'te
isyan başlar,41
Orlov, Rusların "Grek ulusunu özgürleştireceği"ni müjde­
ler. Bu çağrıya Osmanlı Rum köylüsü arasından bir tek Mora
ve Girit'ten kayda değer bir destek gelir. Osmanlılar için bu
isyanı bastırmak zor olmayacaktır. 1 770 yılı itibariyle top ­
lam 40 bin kişi öldürülür, esir edilir ya da bölgeden kaçar.
Bu isyan milliyetçi isyanların öncüsü müydü? Belki. Sonuçta
1 774 yılında Arşimandrit Varlaam, Büyük Katerina'ya yazdı­
ğı bir mektupta şunları söyleyecekti: "Grek halkı özgürlüğü­
ne kavuşmayı bekliyor. Rusya'nın yardımı bu yolda kuşkusuz
büyük bir rol oynayacaktır." Ne var ki l 779'da Moralı Rum
beyler Osmanlılardan yana çıkacak ve o sırada bölgenin al­
tını üstüne getirmekte olan Arnavut çetelerini bastırmak
üzere Osmanlı'nın büyük dragomanı Nikola Mavroyeni'yle
anlaşmaya varacaklardır. Osmanlı Hıristiyanları arasında,
özellikle de üst sınıflarda, Rus yenilgisini bir uyan olarak
görenler de vardı . Sanılanın aksine belki Osmanlılar o kadar
da zayıf değildi. "Eğer Tanrı, gerçekleşmesi gereken şeyleri
bizim günahlarımız nedeniyle engelliyorsa ki böyle konuş­
tuğum için O'ndan af diliyorum," deyip şöyle devam edecekti
Konstantin Dapontes:

eğer Tann, imparatorluğumuzu astronomlann,


alimlerin ve azizlerin sözlerini bu denli boşa çıkara­
cak şekilde, sadece imparatorluğumuza değil, dünya­
ya da yakışmayan insanlann eline veriyorsa, (Roma)
imparatorluğun(un) yeniden ayağa kalkması mümkün
mü? . . . Hal böyleyken Grekler ya da Rusl ar, Şehre [İs ­
tanbul) hiçbir zaman bakim olamaz. Tannın bize mer­
hamet et, dünya bizim olmayacaksa, en azından bize
cenneti ba ğ ışla .42

41
F. Venturi, The End of the Old Regime in Europe, 1 768- 1 776, Prince­
ton, New Jersey, 1 989, s. 1 0-29.
G. Finlay. The History of Greece under Ottoman and Venetian Do-

1 16
ULUSTAN Ö N C E

Tuhaftır bütün bu yenilgi yüklü sözlere rağmen,


Dapontes'in kendisi, Avrupa'nın Aydınlanmacı fikirlerinin
ışığında B alkanlar için yeni bir dil geliştiren ve farklı bir
düzen hayal eden ilk Ortodoks aydınlardan biriydi. Aslında
bu Ortodoks aydınlar politik gayelerle yola çıkmamışlardır:
Orta Avrupa'nın yeni hümanistik öğretisini Ortodoksluğa
uyguluyor, Balkanl ar'a bilim, antikite ve felsefe getiriyor, bir
yandan da Balkan kültürlerini geri kalmış barbar bir kül­
tür olarak eleştiriyorlardı . 1 8. yüzyılın sonlarında Grekler
tarafından Yunanca olarak yayımlanan yıllık kitap sayısı,
matbaa sayesinde, bir yüzyıl öncesine göre yedi kat artmıştı.
Ortodoks aydınların neredeyse tümü Kilise kökenliydi, yani
önce papaz sonra alim olmuşlardı . Kendileri belki farkında
değildi ama bir yandan bilimsel akılcılık diğer yandan sekü­
ler tarih anlayışı dini otoritenin geleneksel temellerini bal­
talıyordu.43
Osmanlı Hıristiyanlarının çoğu hala geleneksel bir an­
lam dünyasında yaşarken işte bu okumuş elit kesim yavaş
yavaş ulusları ve etnik kökeni öne çıkaran bir dil geliştir­
meye başlayacaktır. Tarihçi Pashalis Kitromilidis'e göre a­
maç, "Avrupa'nın ücra köşelerindeki ulusları Kıta'nın ortak
tarihi"ne katmaktı. Zaman algısını eski Ortodoks Hıristiyan
geleneğinden çıkarıp milli ve seküler bir tarih anlayışına dö­
nüştüren Balkan Aydınlanmacıları bu şekilde modem milli­
yetçiliğin de temellerini atmış oluyorlardı. öte yandan, aynı
dönemde ( 1 8 . yüzyılın başlarında) Fenerli beylerden Alek­
sander Mavrokordatos , Yaradılış 'tan Yeniden Doğuş'a kadar
altı dönemden oluşan tarih anlayışını devam ettirmektedir;
en sonda bir de "ebedi istirahatgahta sonsuz uyku" uyunacak

mination, Londra, 1 86 1 , s . 323-324; Varlaam, aktaran T. Prousis,


R ussian Society and the Greek Revolution, De Kallı. Illinois, l 994, s.
6; T. Blancard, Les Mavroyeni, Paris, 3. cilt. 1 909, s. 84-85; Dapontes,
aktaran Mango, "Phanariots and Byzantine Tradition", s . 55.
C . Koumarianou, "The Contribution of the Intelligentsia towards
the Greek Independence Movement, 1 798- 1 82 1 ", The Struggle for
Greek Independence, ed. R. Clogg, s. 70.

il'/
BİZANS'IN ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

yedinci dönem vardır. Ne var ki tarihsel dönemlerin haftanın


günlerine denk geldiği bu dini zaman anlayışının yerine uy­
garlıkların ve kültürlerin birbiri ardına ilerlediği yeni bir ta­
rih anlayışının hakim olması fazla uzun sürmez. 1 8. yüzyılda
Antik Yunan, 1 9 . yüzyılda da Bizans İmparatorluğu yeniden
keşfedilecek ve politik bir mücadele alanı olarak baştan ya­
ratılacaktı. Tarihin artık yönü vardı.
1 8. yüzyılda Balkan aydınlarının siyasi bağımsızlık düş­
leri -aynen Voltaire'de olduğu gibi- kurtarıcı bir aydın- des­
pot fikrine dayanıyordu; Eflatun'un filozof kralına benzeyen
bir hükümdar aranıyor, Büyük Katerina ya da il. Joseph gibi
modernleşmeci bir önder bekleniyordu. Ruslar her zaman
potansiyel bir destek gücüydü; özellikle 1 806- 1 8 1 2 Osmanlı­
Rus Savaşı'nda Tuna'nın güneyine indiklerinde "Büyük tvan,
Balkan topraklarını kurtarmaya gel(mişti)" sanki. Ama Fran­
sız Devrimi'nden de bilindiği üzere bağımsızlığı halkların
kendileri de yaratabilirdi . Fransa'da aristokrasinin düşüşü,
Napoleon'un yükselişi ve her şeyden önemlisi 1 798 Mısır iş­
gali Balkanlar'daki Hıristiyan aydınlarının siyasi fi.kirlerini
iyice keskinleştirecekti.44
En ateşli devrim liderlerinden biri , zamanında Fenerli
beylerin sağkolu olan Velestinli Rigas 'tır. Rigas, Osman­
lı hanedanını devirmek ve yeriıie eşitlikçi bir cumhuriyet
kurmak üzere Viyana'dan Yunanca yayın yapıyordu . "Ru­
meli, Anadolu, Ege Adalan ve Eflak-Boğdan Halkının Yeni
Anayasası" ( 1 797) b aşlığı altında yayımladığı bildirge, dil
ve din farkı gözetmeksizin halk egemenliğine dayalı yeni bir
"Helen C umhuriyeti"ni müjdeliyordu . Bu cumhuriyetin res ­
mi dili Yunanca olacaktı. Bizim etnik ayrımlara alışık mo­
dern kafamız Yunancanın, Yunan devleti dışında herhangi
bir ülkenin resmi dili olabileceğini anlamakta güçlük çeker.

..
P. Kitromilides, "The Enlightenment Eest end West: A Comparative
Perspective on the Ideological Origins of the Balkan Political Tradi­
tions", Enlightenment, Nationalism, Orthodoxy, s. 5 1 -70; R. Clogg.
"Aspects of the Movement for Greek Independence", 71ıe Struggle
for Greek Jndependence, s. 26.

1 18
ULU STAN Ö N C E

Ama Rigas'ın anayasasında çağdaşlarına asıl garip gelen


şey dil değil, dindi: Bildirgede Kilise'den hiç bahis yoktu.
Rigas ' a göre O smanlı hanedanının ve O rto doks Kilisesi'nin
yerini henüz net olarak tanımlanmamış da olsa bir uulus"
alacaktı.•�
Bu tür tanntanımaz ve eşitlikçi bir radikalizm, ister
Müslüman ister Hıristiyan olsun, geniş kesimleri korkutma­
ya yetmişti. Osmanlı idarecileri ubirkaç yıl önce Fransa'da
patlak veren ve her tarafa kötülük ve fesat tohumlan yayan
isyanlar"a hiç de iyi gözle bakmıyorlardı. Gidişattan mem­
nun olmayan Habsburg otoriteleri de Rigas 'ı tutuklayıp Os­
manlılara teslim eder, Osmanlılar da onu öldürür ( 1 798). Ge­
lişmelerden Ortodoks Kilisesi de endişelidir. Kilise'ye göre
siyasi özgürlük fikri Ortodoksları padişahtan uzaklaştırıp
,

isyana teşvik eden şeytani bir icattı. Rigas'ın öldürüldüğü


yıl, Kudüs Patrikhanesi tarafından yayımlanan "Papazlar Bil­
dirgesi# uson z amanlarda öne sürülen yeni özgürlük fikri"ni
"bir tuzak, bir zehir" olarak görüyor ve Hıristiyanlan uya­
nyordu: Tann uDevlet-i Aliye-i Osmaniye'yi yoktan yarattı.
Roma [Bizans) devletinin Ortodoksluktan sapmaya b aşladı­
ğı bir dönemde Osmanlılann diğer bütün imparatorluklara
üstün gelmesi Tann'nın şüphesiz onlann yanında olduğunu
gösterir.# Aşağı yukan ayııı dönemde İstanbul'da yayımlanan
Aydınlanma karşıtı bir Rum mizah dergisi de Frenk hayran­
lığıyla dalga geçiyordu: uRomantik gençler, aydın önderler
der ki 'Ben aydınım, Fransızca konuşur, Avrupai kıyafetler
giyerim.'# Demek oluyor ki, yeni özgürlükçü öğretilerin ya­
rattığı siyasi çağnşımlar hem elit hem de popüler düzeyde
tepki çekiyordu.46
Halkın diline kültürel bir değer atfeden romantik mil­
liyetçiliğin B alkanlar'da yayılmasıyla Yunanca kültür dili
olarak sahip olduğu üstün konumu -Batı'daki Latince gibi­
kaybediyordu. 1 9. yüzyılın başlannda Bulgar, Sırp ve Romen

..
Clogg (ed.), The Movement for Greek Independence, 1 770- 1 82 1 ,
Londra, 1 976, s . 1 57 - 1 63.
.. Clogg, "Aspects", s. 25-29; Clogg (ed.), Movement, s. 58-6 1 , 89-90 .

119
B İ ZAN S ' I N ÇÖKÜŞÜ N D E N G Ü N Ü M Ü Z E BALKANLAR

-çoğu Grek okullarında eğitim görmüş- aydınlar kendileri­


ni yerel kültürlerle tanımlamaya başlarlar. Bu aydınlar ar­
tık Yunancayı kendi dilleri, uHellas"ı da anavatanlan olarak
görmüyorlardı. Paisii Khilandarski yazdığı Bulgar-Slav tari­
hinde şöyle diyecekti: uAramızda kendi milletleriyle hiç il­
gilenmeyip yabancıların alışkanlıklarını ve dillerini benim­
seyenler var. Bunlar Bulgarca değil, Yunanca konuşuyor ve
yazıyor, kendilerine Bulgar denmesinden utanıyorlardı."47
Ne var ki o dönemde Khilandarski'nin hedef kitlesi ara­
sında muhtemelen Bulgarca okuyup yazan pek fazla insan
yoktu. Yeni siyasi ve kültürel aidiyetlerin entelektüel ve şe­
hirli çevrelerden kasaba ve köylerdeki okuma yazma bilme­
yen halka ulaşması, Viyana, Trieste, Yaş ve Odessa'daki dias­
pora topluluklarından Osmanlı'nın iç kesimlerine yayılması
zaman alacaktı. O dönemde pek çok insan haia okuma yazma
b ilmiyor, okuma yazma bilmediği için de kitap okuyamıyor,
kitap okuyamadığı için de yeni öğretilerden haberdar olamı­
yordu. Bir sürü insan köylerde kendi içine kapalı bir hayat
sürüyordu. 1 8 1 0 gibi ileri bir tarihte bile, örneğin Belgrad
Paşalığı'nda (sonradan Sırbistan'ın merkezi olacak bölge)
sadece iki ilkokul vardı ve bu iki ilkokulda da öğretim di­
li Yunancaydı. Karadağ'da ilk ilkokul 1 834 yılında açılmış­
tı. Romanya'da da Romen milliyetçiliğini, soyluların Grek
prenslerden kurtulma isteğiyle özdeşleştiren köylüler gidi ­
şattan hiç hoşnut değildi. Bulgar milliyetçiliğiyse 1 9 . yüzyı­
lın yansında katıksız Bulgar okulları açılmasına kadar pek
fazla bir ilerleme göstermemişti.48
Milliyetçilik, Kilise'nin hedef kitlesini kendi tarafına çek­
tikçe Patrikhane de sesini yükseltmeye başlar. Kilise eskiden
beri Ortodoks alemi içinde farklı topluluklar olduğunu ka­
bul ediyor ama bu toplulukların Ortodoksluğun egemenliği

P. Khilandarski, aktaran Clogg "Aspects", s. 2 1 ; Romen Aydınlanma­


sı için bkz. K. Hitchins, The R umanian Nationalist Movement in
Transylvania, 1 780- 1 849, Cambridge, Massachusetts, 1 969.
••
P. Sugar ve I. Lederer (ed.) . Nationalism in Eastem Europe, Seattle,
1 969, s. 1 05- 1 06, 373-379, 401 -402.

1 20
U LUSTA N Ö N C E

altında birleştiğini savunuyordu. Bu geleneksel görüşü Baş­


piskopos Ignatius şu şekilde özetlemiştir:

Bugün Helenler, Bulgarlar, Ulahlar, Sırplar ve Arna­


vutlar hepsi birer millet; her birinin kendi dili var.
Ama bu halkların hepsi, Doğu 'dakilerle beraber, aynı
inanca ve aynı Kilise'ye bağlı; Grek ya da Rum adı al­
tında yekpare bir vücut, tek bir millet oluşturuyorlar.
İşte bu nedenle Osmanlı devleti, Ortodoks Hıristiyan
tebaasına Rum der, Ortodoks Hıristiyan patriği de
Rum patriği olarak bilinir.••

Ne var ki Rum p atriğinin konumu birkaç koldan tehlike al­


tındaydı. Grek aydınlannın gözünde "ya bir budala ya da
çobandan kurda dönmüş" bir haindi. Slav aydınlanna gÖFe
Grek, Türklere göre Babıiili'nin sadakatsiz bir hizmetkiinydı.
V. Grigorios, 1 82 I 'de Yunan devrimcilerini aforoz etmiş, bu­
na rağmen Osmanlılar tarafından asılmıştır.50
l 830'lardan itibaren ulus- devletlerin yükselişi
Patrikhane'nin gücünü iyice zayıflatacaktır. Güneydoğu
Avrupa'nın yeni bağımsız devletleri, vatandaşlarının bir Os­
manlı memuru tarafından yönetilmesine ( 1 7 . yüzyılda Rus ­
lar gibi) göz yıım amazlardı. "Doğu Kilisesi her zaman belli
bir devlete b ağlı olmuştur, Bizans 'tan beri patrikler hep bir
hükümdara hizmet etmişlerdir." 1 833'te Atina'da, İstanbul
Patriği'nin onayı olmadan kurulan Yunan Kilisesi'nin des­
tekçilerinden biri işte böyle diyecekti. Diğer Balkan devlet­
leri için de aynı şey geçerliydi : Bulgarlar 1 870'te (bağımsız
bir devlet olmadan önce) , ayinleri Slavca yapacak p apaz is­
teyip Patrik ile uzun bir kavgaya tutuştuktan sonra kendi
"eksarhlık..lannı kurmuşlardır. Bir sonraki yıl da otosefal
Romen Kilisesi kurulur. Aynı gelişmenin doğal bir uzantısı
olarak bir Türk Ortodoks Kilisesi kurmaya yönelik bir plan

••
P. Kitromili des , "'Imagined Communities' and the Origins of the Na­
tional Question in the Balkans.'' Enlightenment, Nationalism, Ort­
hodoxy, içinde XI, s. 1 58.
C . Frazee, The Orthodox Church and lndependent Greece, 1 82 1 -
1 852, Cambridge, 1 969, s . 3 1 .

121
B İ Z A N S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E B A L K A N LA R

bile vardı; bu konuyla ilgili olarak 1 92 l 'de Türkiye Büyük


Millet Meclisi'ne bir yasa tasansı sunulur. 1 929'da ise Arna­
vut Ortodoks Kilisesi kurulur. Sadece Sırplar kurallara uy­
gun davranıp 1 879'da patriklikten izin aldıktan sonra kendi
kiliselerini kurarlar. Yeni kurulan her kilise çok sayıda Orto­
doksun İstanbul Patrikliğinden kopması anlamına geliyor­
du. Patrikhane bu şekilde cemaat kaybettikçe artık yeni ge­
lişmelere bir şekilde ayak uydurması gerektiğini düşünmeye
başlar. Sonuçta bir yüzyıl içinde, İstanbul'a bağlı cemaatte
büyük bir daralma olmuş, Patrik bir zamanlar Balkanlar'ın
ve Anadolu'nun bütün Ortodoks nüfusunu kontrol ederken
artık neredeyse sadece İstanbul'daki 20-30 binlik cemaatle
kalmıştı. Osmanlı İmparatorluğu'nun bu en güçlü , en zengin
ve en ileri Hıristiyan kurumu yine Hıristiyanlann kurduğu
ulus-devletler nedeniyle neredeyse tama.men silinmek üze­
redir.51
Tabii Balkan Aydınlanma'sının, güç dengelerini tamamen
kendi lehine çevirdiği söylenemez. Giderek milliyetçileşen
liberal aydınlar, milli cemaatlerin varlığını kanıtlamak için
Kilise'ye saldınyor olabilirlerdi ama sonuçta ulus-devletler
ancak köylülerin desteğiyle ayakta durabilirdi ve köylülerin
Kilise'ye olan bağlılıklannda herhangi bir değişiklik yoktu.
Katolik misyonerler Ortodoks köylüler arasında pek başanlı
olamamış, Amerikalı misyonerler de 1 820'li yıllarda 250 bin
dolar harcayıp 1 milyon kadar din kitabı basmış ve pek çok
çocuğa eğitim götürmüşlerse de toplamda sadece 3 kişiyi
Protestan yapabilmişlerdi . 1 8. yüzyılda Balkan aydınlannın
ateist öğretilerinin halk arasında yankı bulmaması da pek
şaşırtıcı değildi. Ortodoksluk (ve de genel olarak din) Os­
manlı İmparatorluğu sona erdikten sonra da -sadece nitelik
değiştirerek- Balkanlar'da önemli bir siyasi rol üstlenir. Din
bu dönemde artık bir milli kimlik öğesi olmaya başlayacak,
dolayısıyla diğer dinlerden keskin çizgilerle aynlacaktır.

61 Age., s. 1 88; P. Ramet (ed.), Eastem Christianity and Politics in the


'IWentieth Century, Durham, North Califomia, 1 988, s. 1 0- 1 1 .

122
ULUSTAN ÖNCE

Romancı Yorgo Theotokas'ın umilli dinn olarak adlandırdığı


yeni bir gerçeklik ortaya çıkmış, hem Batı Avrupa'da hem de
İtalya'da görülen Kilise-karşıtlığı ve sekülarizm Balkanlar'da
tutunamamıştır. Bugün, papa tüm dünyaya sesini duyuran
çok önemli bir siyasi aktörken İstanbul Patriği sahip olduğu
küçük Ortodoks cemaatiyle varlığını ancak sürdürebilmek­
tedir. Güneydoğu Avrupa'da, geçmişi iki yüzyıldan geriye git­
meyen modern ulus-devletler yüzyılların Ortodoks geleneği­
ni alt üst etmiştir.52

52
Misyonerler için bkz. J. Clarke, American Missionaries and the Na­
tional Revival of Bulgaria, 1 939; yeniden basım, New York , 1 97 1 , s .
233-234; Runclman, Great Church, s . 396.

1 23
3

DO�U SORUNLARI

Yeni bir devir başlıyor


Geri geliyor altın çağlar
... Dünya yüzümüze gülüyor artık,
bütün bu eski inançlar ve imparatorluklar
sona eren bir kabusun son demleri gibi
-Percy Bysshe Shelley1

Türk İmparatorluğu kendinden kat kat güçlü ülkeler­


le mücadele ettikçe zayıf düşüyor. Bu ülkeler isterler­
se Türkleri anında yok edebilirler ama şu anda böyle
bir şey yapmıyor, sadece bu zayıf imparatorluk üze­
rinde nüfuzlannı genişletmeye bakıyorlar.
-Leopold von Ranke2

B alkanlar'ın modern siyasi haritası tarihçilerin uuzun 1 9. yüz­


yıl" olarak adlandırdığı dönemde, yani Fransız Devrimi'nden
Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşüne kadar geçen süre için­
de biçimlenmiştir. Bu süreç içerisinde beş yüzyıllık Osmanlı
İmparatorluğu yerini yeni kurulan bağımsız ulus-devletlere
b ırakır. Kendilerini Roma İmparatorluğu'nun varisi olarak
gören "Tanrı'nın kulu" ve ualemlerin sultanı" Osmanlı padi­
ş ahları artık Balkanlar'a bakim değildir. Milliyetçiliğin za­
feri, en azından bir yere kadar, Osmanlı hakimiyetine isyan
eden Balkan halklarının eseridir. Ama elbette Avrupa'nın Bü­
yük Güçleri B alkan halklarına yardım etmeseydi muhteme­
len bu isyanlar pek bir sonuç vermeyecekti. 1. Dünya Savaşı
da zaten B alkan özgürlük mücadelelerinin Avrup a devlet sis­
temiyle iç içe geçmesinin bir sonucudur.

P. B. Shelley, HeUas, 1 822.


L. Von Ranke, The History of Servia and the Servian Revolution,
Londra, 1 853, s. 365.

1 24
DOGU S O R U N LA R !

Aslında B atı'nın Osmanhlan Balkanlar'dan çıkarma ça­


balan 1 5 . yüzyıla kadar geri gider, ama bu iş ancak B abıali,
Hıristiyan devletler karşısında zayıf duruma düşünce ger­
çeklik kazanacaktır. 1 699'dan sonra Habsburg İmparator­
luğu, Osmanlılann Macar ve Hırvat topraklarını ele geçi­
rir. Rusya Karadeniz'e çıkar ve l 774'te Osmanlı donanma­
sının mutlak yenilgisiyle sonuçlanacak uzun bir savaştan
sonra Osmanlı'nın içişlerine karışmaya başlar; amaç hem
Eflak-Boğdan'da düzgün bir yönetim kurmak hem de impa­
ratorluğun Hıristiyan tebaasını korumaktır. Ne var ki 1 8.
yüzyılın sonlannda Avusturya ile Rusya'nın yani bölgenin
iki büyük saldırgan gücünün -aslında bunlara Prusya'yı da
eklemek lazım- asıl kurbanı Osmanlı değil Polonya olacak,
hatta Polonya'yı paylaşmak bile bu iki imparatorluğa kafi
gelmeyecekti. Bu gelişmelerin sonucu olarak da Güneydoğu
Avrupa'da ulus-devletler diğer Doğu Avrupa ülkelerine göre
80-90 yıl daha önce kurulur.3
il. Joseph ve Büyük Katerina Balkanlar'ı şu şekilde pay­
laşır: Avusturya Bosna-Hersek'i, Sırbistan'ın bir bölümünü,
Dalmaçya ve Karadağ'ı alacak, geri kalan yerler Rusya'nın
kontrolüne girecek ve Katerina'nın torunu İstanbul'da kuru­
lacak olan yeni Bizans imparatorluğu'nun başına geçecek­
tir. Katerina'nın torununa Konstantin adı verilmesi boşuna
değildi. l 787'de Joseph ve Katerina Rusya'nın Karadeniz'de
yeni ele geçirdiği topraklarda bir teftiş gezisine çıkarlar; bu
gezi için kurulan zafer takının üzerine "Bizans Yolun yazılır.
Ne var ki Katerina'nın "Grek Projesin diğer Büyük Güçler'in
çıkarlarıyla çatıştığı için hiçbir zaman hayat bulamayacaktı.
Rusya sonunda s adece Kırım'ı alır.4
Avrupa'nın Aydınlanmacı hükümdarları aslında B alkan­
lar'daki b ağımsızlık hareketlerine hiç de sıcak bakmıyor,
Osmanlı'yı devirip yerine kendi Hıristiyan hanedanlıklannı
kurmak ve bu şekilde B alkan halkları üzerinde söz sahibi

T. G. Djuvara, Cents projets de partage de la Turquie, Paris, 1 9 14.


Age s . 278-305.
..

125
BİZAN S ' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

olmak istiyorlardı. Fakat Fransız Devrimi bu planlan altüst


edecekti. Yunan bağımsızlık savaşçılarından Theodoros Ko­
lokotronis anılarında şöyle yazar: uônce Fransız Devrimi,
sonra Napoleon, dünyanın gözünü açmıştır. Eskiden uluslar
çok cahildi, insanlar kralları tanrı zanneder, onların yaptığı
her şeyin doğru olduğuna inanırlardı. Fakat bu son gelişme­
lerden sonra insanları kontrol etmek artık çok zorlaşmıştır."
Ruslar ise bu dönemde Osmanlı'nın Ortodoks tebaasının
koruyucusu rolünü benimserken Habsburglar gittikçe tutu­
cu bir politika izlemeye başlamış ve Mettemich'le birlikte,
yanıbaşlarında alevlenen Slav özgürlük hareketlerine kötü
gözle bakmaya başlamışlardı. Fransa ve İngiltere ise bir
yandan İslam hükümranlığı altında ezilen Hıristiyanlara
destek olmaya, diğer yandan da Osmanlı İmparatorluğu'nu
Rus saldırılarına karşı korumaya çalışıyordu. Büyük Güçler
arasındaki bu rekabet ve çıkar çatışması Balkan bağımsızlık
hareketlerinin önünde bir engeldi. 1 829 yılında Rus Dışişleri
B akanı Kari Nesselrode "Türk imparatorluğunun gelecekte
ne olacağı sorusu son derece karmaşık ve cevaplandırması
zor bir soru," diyecektir. Bir yandan Osmanlı İmparatorluğu
zayıflıyor diğer yandan b ağımsızlık hareketleri hız kazanı­
yordu, ama bu sürecin ne şekilde sonuçlanacağını tahmin
etmek neredeyse imkansızdı. İşte Doğu Sorunu , bu sorulara
uluslararası düzeyde bir çözüm bulma çabasıdır.5
O smanlı İmparatorluğu zayıflıyordu zayıflamasına ama
B alkan halklarının yabancı devletlerin desteği olmadan ba­
ğımsızlıklarını kazanması çok güçtü. Sonuçta Osmanlı İm­
paratorluğu bala dünyanın en büyük devletlerinden biriydi
ve B alkanlar'da Osmanlı'ya karşı durabilecek ne sağlam bir
i dari yapı ne de bir lider kadrosu vardı. Yani Balkan halkları­
nın Osmanlı'yla mücadele edecek durumu yoktu; hatta böyle
bir şeyi istedikleri de söylenemezdi. Bu dönemde Babıali 'nin
karşı karşıya olduğu en büyük tehlike, elinde silahı bile ol-

Kolokotronis, aktaran L. Stavrianos, The Balkans since 1 453, New


York, 1 965, s. 2 1 2; H. Temperley, England and the Near East: The
Crimea, Londra, 1 936, s. 57.

l ?.li
DOGU S O R U N LA R !

mayan bir grup "kiifir" değil, bugün pek bilinmemesine rağ­


men o dönemde sözü çok geçen Müslüman elitlerdi: Bosnalı
beyler, Hersekli kapetanlar, Arnavut valiler ve elbette Tuna
boylarının ve Vidin şehrinin hiikimi Pazvanoğlu. Bu beyler o
kadar güçlüydü ki 1 8. yüzyılın ortalarında Bosna'da birbiri
ardına çıkan isyanlar karşısında padişah bu eyaleti "yeniden
fethetmek"ten bahseder olmuştu. Zaman içinde işler daha da
karışır. Haziran 1 803'te bir İngiliz seyyah şöyle diyecektir:
"O smanlı valileri , Avrupa'nın eski feodal baronlarından bile
daha bağımsız bir şekilde hareket ediyorlar. Türklerin Avru­
pa topraklarında anarşi, isyan ve şiddet kol geziyor."6
Babıali kuzeyde Pazvanoğlu'nu kontrol altına almaya ça­
lışırken Habsburg sınırındaki küçük Belgrad Paşalığı'nın
isyankar yeniçerileri de kendilerine yeni hükümranlık alan­
ları açmaya başlamışlardı . 1 9 . yüzyılın önde gelen tarihçi­
lerinden Leopold von Ranke'ye göre "yeniçeriler arasında
padişaha en karşı" olan grup Belgrad'daydı. Bu grup, bölge­
de kendi hiikimiyetini kurabilmek için önce Belgrad paşa­
sını Hıristiyan yanlısı olduğu için öldürür, sonra Hıristiyan
beyler (knezler) arasındaki Osmanlı yandaşlarını katletmeye
başlar. Hıristiyan beyler padişahtan yana çıkar; bu aşamada
beylerin amacı bağımsızlık değil sadece nefs -i müdafaadır.
Yine de padişah onlara güvenmekte tereddüt eder. Her ne
kadar isyankar grup Müslüman, padişah yanlısı grup Hıris­
tiyan da olsa, Müslümanlara karşı Hıristiyanları silahlan­
dırmak B abıali'nin öyle kolay kolay kabul edebileceği bir şey
değildir.7
Önce yerel bir isyan olarak başlayan bu olaylar ancak
1 806'da Sırp knezler Ruslardan yardım isteyince bir ba-

A. Suceska, "The Eighteenth Century Austro-Ottoman Wars' Econo­


mic Impact on the Population of Bosnia", East Central European So­
ciety and War in the Pre-Revolutionary Eighteenth Century, ed. G.
Rothernberg vd, New York, 1 982, s. 339-348; H. Andonov-Poljanski
(ed.). British Documents on the History of the Macedonian People,
ı . cilt. ü sküp, 1 968, s. 1 80.
Ran.ke, History of Servia, s. 66.

1 27
BİZAN S ' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

ğımsızlı.k mücadelesine dönüşecektir. Bu aşamada Ruslar


Ortodoks dayanışmasını önemsemekle birlikte Osmanlı
İmparatorluğu'nun parçalanıp Napoleon'un eline düşmesi­
ni istememektedir. Bir süre sonra Napoleon, Rusya'yı işgal
edince Osmanlılar bu fırsattan yararlanıp Belgrad'ı geri alır.
Böylece Osmanlı İmparatorluğu'nun birinci Sırp isyanı Bü­
yük Güçler'in kendi aralarındaki mücadeleleri sonucu ye­
nilgiye uğrar. Yine de belirtmek gerekir ki devşirme Hıristi­
yan çiftçi ve esnaftan oluşan ve ne fazla bir teçhizata ne de
doğru dürüst bir askeri örgütlenmeye sahip olan bu küçük
sınır isyanını bastırmak bile Babıali'nin dokuz yılını almış­
tır. Osmanlı devleti açısından bu durum hiç de iyiye işaret
değildir;...nitekim bu dönemde imparatorluktaki reform yan­
lılan seslerini gittikçe yükseltmeye başlar. Osmanlılan kötü
günler beklemektedir.
İsyan lideri Corc Petroviç (Karacorc) kaçmıştır ama Sırp
halkı yerli yerindedir. İsyancılardan biri "Bölgeyi boşaltma­
mız padişahın hiç işine gelmez; devlet ne yapsın kimsenin
yaşamadığı boş topraklan? Eğer Sırplar katledilirse Sırbis­
tan hiçbir işe yaramaz," deyip Osmanlılan bekler. Aynı şekil­
de başka bir Sırp lider, Miloş Obrenoviç de işini bilenlerden­
dir ve bölgeden çıkmaz. Gerçekten de padişah bir süre sonra
Obrenoviç' e Büyük Knez unvanı verecek ve onu Sırbistan'dan
sorumlu lider ilan edecektir. Obrenoviç ise iki yıl sonra bir
isyan daha başlatır. 1 8 1 5 b ahannda Müslüman kankardeşi
Aşin Bey'in güvenliğini sağladıktan sonra "Türklere karşı ye­
ni bir savaş"ın li derliğini üstlenir. Etrafta yeşil kıyafet giyen
-yani Müslüman- kim vars a öldürülmesini emreder.8
Sırpların zamanlaması bu defa daha iyidir. Napoleon'un
Waterloo yenilgisi üzerine Ruslar gözlerini tekrar
B alkanlar'a çevirir ve Sırplar lehine Osmanlılardan birtakım
tavizler elde ederler. Belgrad'da halıi bir Osmanlı garnizo­
nu vardır ama Müslümanlar şehirlere kaçmıştır. Padişaha

L. Edwards (ed.), The Memoirs of Prota Matija Nerıadovic, Oxford,


1 969, s. 1 92.

1 28
DOGU S O R U N LA R !

sadık kalma karşılığında Miloş, bölgenin de facto hakimi


olur ve paşalığı aynı Osmanlılar gibi yönetmeye başlar. ön­
ce rakibi Karacorc'un kellesini padişaha gönderir, sonra
otoritesini sorgulayan herkesi öldürür ve isyankar köylü­
leri astınr. Aslında Babıali açısından bu küçük paşalıkta­
ki olaylann öyle ya da böyle sona ermiş olması hiç de fena
değildir çünkü asıl şimdi Epir ve Bosna kaynamaktadır. Bu
arada bir de Rumlar ayaklanınca Miloş akıllı davranıp ke­
nara çekilir ve B abıali'ye bağlılığını bildirir. Bu b ağlılığın
karşılığını 1 828- 1 829 Osmanlı-Rus Savaşı'nda alacaktır. Bu
savaştan yenilgiyle çıkan Osmanlı, Miloş'u Sırp prensi yapar
ve Sırbistan'a içişlerinde tam özerklik tanır. Bu aşamadan
sonra Sırbistan'ın artık bağımsız bir devlet olduğunu söy­
lemek mümkünse de ülke 1 878 Berlin Kongresi'nde resmi
olarak bağımsızlığını kazanacak ve bu tarihe kadar Osmanlı
İmparatorluğu'na bağlı bir Hıristiyan prensliği olarak -yani
ara bir konumda- kalacaktır. Eflak-Boğdan ve 1 830'larda ku­
rulan Sisam Prensliği de Osmanlı topraklan içindeki diğer
özerk Hıristiyan bölgelerdendir. Ulus-devletin hakimiyetine
daha vakit vardır.9
1 9 . yüzyılın başlannda padişahın belki de en dirençli ve
en isyankar valisi Tepedelenli Ali Paşa'ydı. Soylu görünümü­
nün ardında son derece acımasız ve işini bilir bir Arnavut o­
lan Tepedelenli'nin topraklan, eyalet merkezi olan Yanya'dan
doğuda Vardar'a ve güneyde Korint Körfezi'ne kadar uzanı­
yordu. Tepedelenli, B abıali'yle girdiği uzun mücadelede bir
yandan İngilizlerle Fransızlan birbirine düşürüp diğer yan­
dan da Rumlardan faydalanmasını bilmiştir. Odessa, Viya­
na gibi şehirlerde Yunan bağımsızlık planları yapıldığından
ve yan-gizli Filiki Eterya örgütünün de bu konuda bazı ha­
zırlıkları olduğundan haberdardı. Ali Paşa, Yunanca bilirdi,
kansı Rum'du. Eyaletinde görev yapan üst düzey Rumlar
onu din değiştirmesi için ikna etmeye çalıştıkça paşa onlara

Ranke, History of Servia, s. 1 88 - 1 89; W. Vucinich (ed.), The First Ser­


bian Uprising, 1 804- 1 8 1 3 , New York, 1 982.

1 29
BİZANS' IN ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

"Roma İmparatorluğu"nun yeniden ayağa kalkmasının çok


da uzak olmadığını söylerdi. Nitekim Yanya'da büyük bir Hı­
ristiyan cemaat vardı. Eğitim-öğretim alanında eskiden beri
ileri olan bu cemaat bu dönemde yeni okullar da açmıştı. 1 0
1 82 1 yılında p adişah, Ali Paşa'yı devirmek için Yanya'ya
asker yollar. Bu sırada Rumlar da birbiriyle hiç ilgisi ol­
mayan iki ayn yerde ayaklanma başlatmıştır. Bu ayaklan­
malardan ilki ve de daha az başanh olanı Tuna bölgesinde,
Karadeniz'in zengin Rum cemaatlerine yakın bir yerdeydi.
Ayaklanmanın lideri, Fenerli beylerden, bir dönem Rus or­
dusunda generallik de yapmış olan Aleksandros İpsilantis 'ti.
Rusya, Rumlar için önemli bir destek kaynağıydı. Rus yük­
sek diplomasisi Rumlara çok ilgi gösteriyor ve para veriyor,
aynca kapalı kapılar ardında Rumlar lehine antlaşmalar ya­
pıyordu. tpsilantis, Ç ar 1. Aleksander'ın bir süre emir suba­
yı da olmuştu. Ayaklanma liderliğini önce geri çeviren ama
bağımsızlıktan sonra Yunan devletinin ilk başkanı olan İo­
annis Kapodistrias da Rus diplomatik çevrelerinde sözü ge­
çen biriydi. Puşkin ise ayaklanmanın başladığı yere çok da
uzak olmayan Kishinev kasabasında kaleme aldığı bir yazıda
Ruml ar hakkında şunlan söylemiştir:

Seslerini her tarafa duyuruyorlar. Türkiye'nin yakın­


da yok olacağını ve Yunanistan'ın bir anka kuşu gibi
küllerinden yeniden doğacağını söylüyorlar. Ve bu bü­
yük zaferin ardında büyük bir devletin olduğuna ina­
nıyorlar. Oç ayn bayraklan var. Biri üç renkli bayrak,
diğerinin üzerinde defne yaprağına sanlı bir haç var
ve haçın yanında "bu işareti gör ve fethet" (Tann'nın
Büyük Konstantin'e söylediği sözler) yazıyor, üçün­
cüsünde de küllerinden yükselen bir anka kuşu var. 1 1

10
D. Skiotis, "The Greek Revolution: Ali Pacha's Lası Gamble", HeUe­
nism and the First Greek War of Liberation, ed. N. Diamandouros,
S elan ik, 1 976, s. 97- 1 09; K. Fleming, The Muslim Bonaparte: Diplo­
macy and Orientalism in Ali Pasha 's Greece, Princeton, New Jersey,
1 999.
il Aktaran T. Prousis, Russian Society and the Greek Revolution, De
Kalb, Illinois, 1 994, s. 1 39 - 1 40.

1 30
DOGU SORUNLAR!

Eğer İpsilantis'in düşündüğü gibi Rusya gerçekten Rumla­


ra destek vermiş olsaydı Tuna'da başlayan bu ilk Yunan is­
yanı Fenerlilerin düşlediği Bizans rönesansının b aşlangıcı
olabilirdi. Ama o dönemde Rus çan için Avrupa'da barışın
korunması çok daha önemliydi. "Rus imparatoru, Prens
İpsilantis'in bağımsız bir Yunanistan için çarpışmasını hiç
onaylamıyor," diye yazacaktı Kapodistrias bir mektubunda,
"Avrupa'nın devrim dalgalarıyla çalkalan dığı bir dönemde
nasıl olur da insan Osmanlı topraklarında çıkan bu iki is­
yanın aynı yıkıcı etkiyi yapacağını göremez, aynı entrikala­
rın savaş belasını üstümüze çekeceğini, demagoji yüklü bir
despotizmin etrafı zehirleyeceğini düşünemez." Romen köy­
lülerden de destek gelmeyince Osmanlı ordusu bu isyanı ko­
layca bastırır. Romenlerin isyan liderlerinden 'İ\ı dor Vladi­
mirescu "Rumlar için bir damla bile Romen kanı dökülmesi­
ne izin (vermeyeceğini)" söylemiştir. Bu yenilginin en önemli
sonucu Fenerlilerin Kuzey Tuna'yı kaybetmeleri ve buradaki
Grek eğitim kurumlarının yavaş yavaş yok olmasıdır. 1 2
Bir ay sonra savaş mevsimi açılınca, Balkanlar'ın ta ö­
bür ucunda, Mora Yarımadası'nda, yeni bir isyan patlak ve­
rir. Buradaki köylüler en azından dil bakımından Grek'tir
ve aynı bölgede Rus desteğiyle daha önce de ( 1 770) bir is­
yan çıkmış ve son derece kanlı bir şekilde bastırılmıştır.
İpsilantis'in başını çektiği Tuna ayaklanmasının yerine Mo­
ra'daki bu ikinci Yunan isyanı başarılı olursa, kurulacak ba­
ğımsız Yunan devleti, Anadolu ve Rumeli'ye hakim yeni bir
Bizans İmparatorluğu olarak değil de küçük bir O smanlı
ticaret şehri olan Atina'yı merkez alan mütevazı bir krallık
olarak doğacaktı. Ama o dönemde henüz bu ikinci isyanın da
ne kadar başarılı olacağı meçhuldur.
İlk aşamada bütün gözler Ali Paşa'ya çevrilir. Bu kurnaz
ve isyankar Osmanlı paşası hıilıi B abıali'yle mücadele ettiği
için güneydeki Patralı Rumlar, Yanya'nın bu Müslüman Ar-

12 B. Jelavich, Russia 's Balkan Entanglements, 1 806- 1 9 14, C ambridge,


ı 993, s. 49-75.

131
B i ZA N S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E B A L K A N L A R

navut hükümranının kendilerini Osmanlı hakimiyetinden


ukurtaraca(ğına)" inanmaktadırlar. Yavaş yavaş bölgedeki Os­
manlı idarecileri de gelişmelerden tedirgin olmaya başlar ve
Ali Paşa'nın destekçilerine karşı bir savunma taktiği olarak
bölgenin ileri gelen Hıristiyanlarını tutuklarlar. Böylece Yu­
nan isyanına giden yol gayri ihtiyari açılmış olur. Bir yanda
hapse düşme diğer yanda isyana katılma arasında bir seçim
yapmak zorunda kalan Rumlar, ikinci seçeneği tercih eder ve
Müslümanlara saldırmaya başlar. uuzun yıllar Batı'nın üze­
rinde dolanan kara bulutlar şimdi bu bölgeye korku ve deh­
şet s açıyor," diyecekti Makedonya'da bulunduğu sırada isyan
haberlerini alan bir İngiliz seyyah. Moralı 40 bin Müslüma­
nın belki 15 bin kadarı ilk birkaç ay içinde çeteler tarafından
öldürülür. Geri kalanlar kasaba ve kalelere sığınır. Aynı yı­
lın yaz aylarında Yunan kuvvetleri Mora eyaletinin merkezi
Tripoli şehrini kuşatır ve yağmalar. Bir Rum görgü tanığına
göre, "kasabaya giren kuvvetler, cumadan pazara kadın-ço­
cuk ayırt etmeden halkı kılıçtan geçirir. 32 bin kişinin kat­
ledildiği söylenmekte(dir) . . . Yüz kadar Rum öldürülmüştür.
Osmanlılar artık l:iu bölgede daha fazla duramaz ve Yunan
kuvvetleri de katliama bir son verilmesini emreder.uı3
1821 yılının sonlarında isyan liderleri bir araya gelip bir
anayasa hazırlar ve Avrupa'ya yardım çağrısında bulunurlar.
Zaten Avrupalılar arasında isyan fikrine olumlu bakanlar,
s onuçta bir Avrupa toprağı olan bu bölgenin hala Osman­
lı hakimiyetinde olmasını "Aydınlanma devletlerinin büyük
utancı" olarak görmektedirler. Gelgelelim Yunanlılar -tıpkı
kendilerinden önce isyan bayrağı açan Sırplar gibi- dağı­
nık, düzensiz ve kavgacıdır. Kendi aralarında anlaşamadık­
ları gibi kazandıkları zaferleri de doğru düzgün değerlen­
diremezler. 1 825 yılında Osmanlı ve Mısır kuvvetlerinden
oluşan iyi-örgütlü bir ordu Mora Yarımadası'nı geri alır.

13
H. A. Lidderdale (çev.l, Makriyannis: The Memoirs of General Mak­
riyannis, 1 797- 1 864, Oxford, 1 966, s. ı 4; Andonov-Poljanski, British
Docu.ments. 1 . cilt. s. 22 1 ; T. Kolokotronis, Memoirs from the Greek
War of Independence, 1 82 1 - 1 833, Londra, 1 892, s. 1 57.

1 32
DOGU S O R U N LA R !

Yunan bağımsızlık hareketi tarihe tam da başarısız bir is­


yan olarak geçmek üzeredir ki Avrupa imdada yetişir. İbra­
him Paşa'nın Moralı Hıristiyanları esir etmesinden korkan
İngiltere Başbakanı George C anning "bölgenin boşaltılma­
sına izin vermeyece(ğini)," söyler. İbrahim Paşa'ya #Asya ve
Afrika'dan nakletmeyi düşündüğü nüfusla Mora'yı bir Bar­
bar Devleti'ne çevirme düşüncesinden" vazgeçmesi ve bunu
resmi olarak açıklaması söylenir. üç yıl önce O smanlılar
Sakız Adası'ndaki isyanı bastırırken binlerce Rum ölmüş ve
bir o kadarı da esir alınmıştı; (Delacroix tarafından ölüm­
süzleştirilen) bu tür kanlı olaylar Avrupa'nın vicdanını sız­
latıyor, özgürlük fikirlerine ters düşüyordu. Büyük Güçler bu
gelişmeleri kontrol edebilmek için Mora'ya bir don anm a yol­
lar ve Navarin'de Osmanlıları bozguna uğratırlar. Mısır or­
dusu da Fransız kuvvetlerinin gözetimi altında bölgeyi terk
eder. Böylece 1 830 yılında, Avrupa müdahalesiyle bağımsız
bir Yunan devleti kurulur. Büyük Güçler iki yıl sonra, B avye­
ra Prensi Otto'yu Yunan kralı yapar. Otto henüz 1 7 yaşında
genç bir Katoliktir. 14
Tarihsel bir olay ya da bir gelişme anlatılırken genelde
gidişatın hep o yönde olduğu zannedilir. Balkanlar'da ulus­
devletlerin ortaya çıkışı Hıristiyan milliyetçiliğine atfedilir,
Hıristiyan milliyetçiliği de o dönemde diaspora cemaatlerin­
de tüccar sınıfının güçlenmesine ve Batı 'dan gelen ideolojik
akımlara bağlanır. Ama eğer Osmanlı İmparatorluğu, özel­
likle sınır bölgelerinde, hem askeri hem de idari bakımdan
zayıf bir durumda olmasaydı ve uluslararası güç dengeleri
daha farklı bir yol izleseydi bunların hiçbiri bir anlam ifa­
de etmeyecekti. Sırplar 1 8 1 0'da, Rumlar da 1 827'de yenilgiye
uğrar ama bu yenilgiler bağımsız birer devlet kurmalarını
engellemez. Bazı tarihçiler haklı olarak Büyük Güçler'den en
azından birinin tam desteği olmasaydı, Sırpların o dönemde
bağımsızlıklarını kazanmalarının pek de mümkün olmadı-

••
Prousis, Russian Society, s . 51; J. R. Marrtott, The Eastem Q uesti­
on: A n Historical Study in European Diplomacy, Oxford. 1 9 1 7, s.
2 14.

133
B İ ZANS ' IN Ç Ö K Ü Ş ÜNDEN GÜNÜ M Ü Z E B A LKANLAR

ğını söylerler. Aynı şey Yunanlılar için de geçerlidir. Sonuçta


hem Sırplar hem de Yunanlılar ancak küçük ve zayıf birer
devlet kurabilecektir. Bu devletler B alkan devrimcilerinin
kafalanndaki büyük imparatorluk düşlerinden çok uzaktır.
Sonuçta bölgedeki bakim güç bala Osmanlı'ydı. Babıali,
Yunan topraklannı (ve de Mısır'ı) kaybettikten sonra, "fesat
yuvası" Yeniçeri Ocağını kaldırmış ve yerine yeni ve modern
bir ordu kurmuştu. Bu dönem, Osmanlı'da reform dönemidir.
l 822'de Ali Paşa 'nın öldürülmesi ve 1 83 1 'de Boşnak beyle­
rinin bastınlmasıyla imparatorluk merkezi gücünü artınr.
Reformlann amaçlanndan biri , yerel beylerin B alkanlar'da­
ki Hıristiyan halk üzerinde baskı rejimi kurmasının önüne
geçmektir. 1 837 yılında, büyük toprak s ahiplerinin, köylüleri
pazar günleri de çalıştırdığını gören bir Osmanlı yöneticisi
"Reaya yeterince çekti . . . Sultanımız reayanın korunmasını ve
serbestçe ibadet edebilmesini arzuluyor," der . 15
Sonuçta "Hasta Adam" balıi ayaktaydı. 1 897 gibi geç bir
tarihte bile Osmanlı ordusu hıilıi Yunan ordusunu yenebile­
cek durumdaydı . İmparatorlukta aynca canlı bir ekonomik
yaşam vardı: Pek çok Rum ve Sırp yeni "vatan"lanna göçmek
yerine Osmanlı tebaası olarak kalmayı tercih etmi ş , batta
yüksek vergiler ve genel olarak pek de parlak gözükmeyen
yaşam koşullan nedeniyle pek çok insan Yunan Krallığı'ndan
Anadolu'ya ve Karadeniz'in liman kentlerine göç etmeye baş­
lamıştı. Osmanlı İmparatorluğu, Hıristiyan tüccarlar için
hıilıi çekici bir yerdi; aynca pek çok Rum, Osmanlı yöneti­
minde elçi ve nazır olarak da görev yapardı. 1 6
Sırbistan ve Yunanistan ise zayıf ve fakir birer ülkeydi,
halklannın çoğu köylüydü. Sırbistan'da, Lamartine'in de­
yişiyle, nüfus çok azdı, etrafta bitki ve hayvandan başka
bir şey yoktu. Entelektüeller ise Habsburg sınırlan içinde
kalmıştı. Yunanistan'da 800 bin Yunanlı vardı, geri kalan 2
milyon Rum, Osmanlı tebaasıydı. Hiçbir Yunan şehri İzmir,

16 Andonov-Poljanski, British Documents, 1 . cilt, s. 264.


16 Vucinich, First Serb Uprising, s. 25 1 .

1 34
DOGU S O R U N LA R I

Selanik ve de tabii ki İstanbul kadar zengin ve gelişkin değil­


di. Yine de Yunanistan'da da bazı hareketlenmeler olduğunu
belirtmek lazım: Örneğin Atina, Patra ve Tripoli gibi yerlerde
eski Osmanlı yerleşiminin yerini yeni ızgara modeli şehir­
ler alıyor, Yunan devletinin, kamu binalan ve neo-klasik ko­
naklarla donattığı yerleşimler hızla büyüyordu. 1 84 1 yılında
Belgrad'da bulunan Adolphe Blanqui bu konuda şunları söy­
lemiştir: "Burada Avrupa mimarisi örnek alınarak inşa edil­
miş bir kışla, hastane ve hapishane gördüm. . . Balkanlar'da
yeni bir uygarlık doğuyor." Aslında bu dönemde Osmanlı şe­
hirleri de benzer bir süreçten geçmekte, imparatorluk sınır­
lan içinde Avrupa şehir mimarisinin etkisiyle büyük dönü­
şümler yaşanmaktaydı.17
Aynca isyanlardan sonra Sırp ve Yunan halklan da yek­
pare bir bütün olmuş değildi. Sırbistan'da Karacorc ve Ob­
renoviç fraksiyonlan arasındaki güç mücadelesi devam
ediyor, bir yandan "yerli" Sırplar, "Alman" diye bilinen bir
grup Habsburglu Sırp emigreyle rekabete giriyor diğer yan­
dan Osmanlı sempatizanlan Rus sempatizanlanyla çar­
pışıyordu. Yunanistan'da da yerel fraksiyonlar arasındaki
güç mücadelesi sürnıekte, aynca "yerli" Yunanlılar ile "dış"
Rumlar çatışmaktaydı. Bunun yanısıra Yunanistan'da Bü­
yük Güçler'in her birinin kendi partisi vardı ve de bu p arti­
lerin yerel sempatizanlan. Bu bölünmeler en başından beri
siyaseti lekelemeye yetmişti. Yeni kurulan Balkan devletleri
Osmanlılardan kurtulduklanna ve dünya devletleri arasına
girdiklerine pek memnundular ama bu memnuniyet Avrupa
karşısında ikinci sınıf birer devlet ol'duklan gerçeğini değiş­
tirmiyordu. Zaten kendileri de bu durumun fazlasıyla farkın­
daydılar. Aynca bir ülkenin bağımsız olması o ülke halkının
kendini tamamen ulus- devlet kategorisinde gördüğü anla­
mına gelmiyordu. "Romanya" ve "Bulgaristan" 1 830'larda sa-

17
J. A. Blanqui, Voyage en Bulgarie pendant l 'annee 1 844, Paris, 1 845,
s. 67; Osmanlı dönemi şehir planlaması ile ilgili olarak bkz. A. Ka­
radimou-Gerolympou, I Anoikodomisi tis Thessalonikis meta tin
pyrkaia tou I 91 7, Selanik, 1 995.

135
BİZANS' I N ÇÖKÜ ŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

dece birkaç aydının ve devrimcinin telaffuz ettiği bir ülke


ismiydi; "Arnavutluk" ve "Makedonya"yı ise hiç duyan yoktu.
Güneydoğu Avrupa'da yaşanan dönüşümler, romantik milli­
yetçiliğin öngördüğü gibi . halk ayaklanmalarıyla bağımsız
devletler kurulması şeklinde değil, birtakım siyasi önder­
lerin Osmanlı köylüsünden bir ulus yaratması şeklinde ge­
lişmişti. Blanqui bu durumu şöyle özetleyecekti: "Sırbistan
denilen ülke, Miloş'un birtakım bayındırlık faaliyetlerine gi­
rişmesi, ekonomiye çeki düzen vermesi ve de bir Sırp kimliği
yaratmasıyla ortaya çıkmıştır."1 8
***

Eflak ve Boğdan eyaletlerinde ise Romen devleti kurulur. Bu


eyaletlerde yerli toprak sahiplerinin egemenliği altında son
derece sefil bir köylü sınıfı yaşardı. Bu köylüler dil ve kültür
bakımından Romen'di ama bölge Osmanlı padişahına bağ­
lı Grek prensler tarafından yönetilirdi. 1 8 . yüzyıl boyunca
Osmanlılar ile Ruslar arasında sürekli mücadele konusu o­
lan bu toprakların Osmanlı İmparatorluğu'na mı yoksa Rus
İmparatorluğu'na mı ait olduğu ya da sonunda bir şekilde
b ağımsız mı olacağı muallaktaydı. Eflak ve Boğdan, böyle
arada kalmış özerk eyaletlerin başında geliyordu. 1 82 1 'de
bölgede çıkan ilk Yunan isyanı başarısızlığa uğrayıp Fenerli­
ler güç kaybetmeye başlayınca eyalet yöneticilerinin Romen
boyarlar arasından seçilmesinin ve böylece yavaş yavaş yerli
bir yönetici elit sınıfın ortaya çıkmasının yolu açılır. 1 826'da
Rusların araya girmesiyle Babıali de bu gelişmeleri kabulle­
nir. 1 829'da ise Rus orduları neredeyse İstanbul kapılarına
dayanınca artık Osmanlıların bölgedeki hakimiyetlerini ta­
mamen yitirdiği anlaşılmıştır. Sadece Sırbistan gibi birkaç
bölge kağıt üstünde Osmanlı toprağı olarak kalır. E dirne
Antlaşması'na göre Eflak ve Boğdan'da "bağımsız bir Romen
hükümeti kurulacak; bölgeye ibadet serbestisi, yaşam gü­
vencesi ve tam ticaret özgürlüğü" gelecektir. 1 9

18 Blanqui, Voyage en Bulgarie, s . 93.


19
Jelavich, Russia 's Balkan Entanglements, s. 75-90; B. Jelavich, His­
tory of the Balkans, 1 . cilt, C ambridge, 1 983, s. 265.

1 36
DOGU SORUNLA R I

Romenlerin ulusal bağımsızlık anlayışında Rus askeri


hakimiyetine yer yoktu ama modernleşmeci Rus yöneticileri,
özellikle de bu dönemde İngiltere ve Fransa'da ortaya atılan
toprak reformu fikirlerinin etkisiyle, eyaletin içişlerine Os­
manlılardan ve Fenerlilerden daha çok karışmaya başlar. Ro­
men Kilisesi, Rusya'da olduğu gibi, devlet egemenliğindeydi.
Kıs a bir süre sonra başkent olacak Bükreş ise yeni hazır­
lanan şehir planına göre baştan aşağı değişmiş , (Berlin'den
sadece 20 yıl sonra) apartmanlara numara, sokaklara isim
verilmiş; aynca aydınlatma gelmiş ve kanalizasyon siste­
mi yenilenmişti. Nasıl Yunan Krallığı'nı Bavyeralılar yöne­
tiyorsa Rusların tutucu-aydınlanmacı bürokrasisi de Eflak
ve Boğdan'da reform yapıyordu. Ruslar, 1 832 anayasasıyla
büyük çiftlikleri p ara ekonomisine dahil ederek tahıl üreti­
mini artırır ve boyarlann toprak üzerindeki hıikimiyetlerini
yas allaştırarak sınıf çatışmalarının şiddetlenmesine neden
olurlar. 20
Diğer bir deyişle yeni yöneticiler eskileri aratmıyordu.
1 848 Devrimleri sırasında Bükreş ve Yaş'ta çıkan özgürlük­
çü ayaklanmalar Osmanlı ve Rus askerlerinden oluşan ortak
bir güç tarafından bastırılır. Yunan bağımsızlığında olduğu
gibi Rusların Romenler üzerindeki etkisi zamanla azalmaya
başlayacak ve Romenler, Latin dünyasına meylederek "kar­
deş devlet"leri olan Fransa'nın Latin kültürünü benimseye­
ceklerdir. Bir süre sonra Romanya'da Yunanca değil, Fran­
sızca konuşmak pirim yapar olur, resmi duyurular Fransızca
olarak hazırlanır. Eflak'ın başkenti Bükreş'i "Balkanlar'ın
Paris"i haline getirmeyi düşleyenler bile vardır.21
Rusya'nın Kının yenilgisinden cesaret alan Fransızlar,
Rus askerlerinin daha da güneye ilerlemesini engellemek i­
çin Eflak ve Boğdan'ın birleşmesini ister. Sonunda hem Fran­
sız desteği hem de Romen yönetici kesiminin çabalarıyla bu

K. Hitchins , The Romanians, 1 781 - 1 866, Oxford 1 996, s. 1 6 1 - 1 66; C.


,

Giurescu, History of Bucharest, Bükreş, 1 976, s . 48- 5 1 .


21
F. Kellogg, The Road t o Romanian Independence, West Lafayette,
Indiana, 1 995, s. 5.

1 37
B İ Z AN S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E BALKANLAR

iki eyalet birleşir. 1 859'da da ortak bir b aşkan seçilir. Ne var


ki s eçilen kişi "kumar oynamayı seven ve Jamaika romunu
politikaya tercih eden" Alexandru Cuza'dır. İşte Romen dev­
leti biraz böyle tuhaf bir şekilde kurulur (ve ancak 1 878 yı­
lında resmi olarak tanınır.) ôteki B alkan devletlerinin ilk yö­
neticileri gibi C uza da kısa bir süre b aşkanlık yapabilir ama
en azından diğerleri gibi suikaste kurban gitmez; gerçekleş­
tirdiği tarım reformlarıyla toprak sahiplerinin düşmanlığı­
nı kazan dığı için 1 8 66'da görevini terk etmek zorunda kalır.
Bunun üzerine ülkenin ileri gelenleri, Yunanistan'da olduğu
gibi, yerli bir yöneticiyle anlaşamadıkları için dışarıdan Av­
rupalı bir prens getirmeye karar verirler. Prusya kralının ku­
zeni Prens Karl Hohenzollern-Sigmaringen, söylentiye göre,
Romanya'nın adını ilk defa ülkeye kral olduğunda duymuş­
tur. Yine de dönemin Yunan Kralı George gibi (Kraliçe Vik­
torya onun hakkında "iyi çocuk, ama çok zeki değil ve de ol­
dukça sade," diyecektir) Romen kralı 1. C arol da ölene kadar
( 1 9 1 4) ülkeyi sorunsuz bir şekilde yönetecektir.
•••

B ağımsız bir Bulgar devleti ise oldukça geç bir tarihte, 1 877-
1 878 Osmanlı-Rus Savaşı'nın ardından son derece çekiş­
meli bir süreç içinde ortaya çıkmıştır. Aslında bu dönemde
küçük de olsa belli bir Bulgar aydın kesimi vardı, aynca
Bulgaristan'ın kurulacağı topraklarda 1 9. yüzyıl boyunca
kültürel ve iktisadi bir canlanma da olmuştu, ama bu bölge
İstanbul'a çok yakın olduğu için hem B abıali hem de Pat­
rikhane tarafından kolaylıkla kontrol edilebiliyordu. Örne­
ğin 1 841 'de çıkan bir köylü ayaklanması Arnavut çetelerin
yardımıyla sert bir şekilde bastırılmış ve çok sayıda Bulgar,
önce Eflak-Boğdan'a oradan da Rusya'ya ve daha sonra da
Sırbistan' a kaçmıştır. Geri kalan küçük devrimci gruplar da
isyan planlarını ancak Bükreş ve Yaş ' ın kahvehanelerinde
devam ettirebilmişlerdir. Bulgar çeteleri Tuna'nın beri ya­
nına geçmeye kalkışacak oldu mu Osmanlı kuvvetleri tara­
fından kolaylıkla alaşağı ediliyorlardı. Bulgar beyleri ise ge­
nelde Grek kültürüne yakın ve Osmanlı padişahına bağlıydı.

1 38
DOÖU S O R U N LA R !

Rus araştırmacı Yuri Venelin, 1 830'da tarihi ve etnografik


malzeme toplamak üzere Bulgar topraklarına geldiğinde in­
s anları ilgisiz ve isteksiz bulmuştu. uBulgar" deyince insan­
ların bundan tam olarak ne anladığı belli değildi. Nitekim
1 860'larda bile uBulgar kelimesi neredeyse hiç duyulmamış­
tı , bölgenin okumuş insanları kendilerine Grek derdi."22
Köylülerde ve tüccarlarda herhangi bir milli duygu ol­
madığını gören Bulgar devrimciler, başlattıkları silahlı
mücadele de sonuç vermeyince, farklı bir yol izlemeye ka­
rar verir ve Osmanlı yönetimiyle güç paylaşacak özerk bir
Ortodoks Hıristiyan konfederasyonu kurulmasına yönelik
planlar yapmaya b aşlarlar. Sonuçta önlerinde iyi bir örnek
vardır: 1 867 yılında Macarlar, Habsburg İmparatorluğu'nu
silahlı mücadeleye başvurmadan Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu'na çevirebilmişlerdi. Aynca o dönemde Os­
manlı İmparatorluğu'ndaki reform hareketleri de sonuç
verecekmiş gibi duruyordu: Midhat Paşa büyük bir Bulgar
nüfusunun bulunduğu Tuna Vilayeti'nde yönetime Hıristi­
yanlan da almıştı, dolayısıyla, en azından kağıt üstünde, Hı­
ristiyan-Müslüman eşitliği yönünde bir eğilim vardı. Tabii
hemen belirtmek gerekir ki Midhat Paşa'nın yönetimde yer
verdiği Hıristiyanlann çoğu Leh, Macar ya da Hırvat'tı. Ay­
nca Osmanlı yönetimindeki istikrarsızlıklar nedeniyle paşa
kısa bir süre sonra görevden alınmıştır. 2 3
Sonuçta Bulgar milli bilincini, milliyetçi hareketlerden
çok dini gelişmeler şekillendirecekti. Amerikalı Protestan
misyonerler Kutsal Kitap'ı Bulgarcaya, yani köylülerin an­
layabileceği bir dile çevirince Yunanca ikinci plana düşer.
Tabii köylülerin pek çoğunun anadili Türkçe olduğu için
misyonerler Kutsal Kitap'ı Slav alfabesiyle ama Türkçe ola-

22
M. Pinson, uottoman Bulgaria in the First Tanzimat Period: The Re­
volts in Nish ( 1 84 1 ) end Vidin ( 1 850)", Middle Eastem Studies 1 1 ,
no. 2 (Mayı s 1 975), s . 1 03- 1 46; Odysseus [Sir Charles Eliot), Turkey
iıı Europe, Londra, 1 900, s. 347; M. Macdermott, A History of Bulga­
ria 1 393-1 885, New York, 1 962, s. 1 24.
23
Jelavich, History of Balkaııs, 1 . cilt, s. 340-341 .
B İ ZA N S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E BALKANLAR

rak basmayı da düşünmüşlerdir, o da ayn . 1 849'da da İstan­


bul'daki Bulgar loncalannın girişimiyle, padişahın maiye­
tindeki yan-Bulgar kökenli Sisam Prensi Stefan Bogoridi'nin
evinin bulunduğu arsaya bir Bulgar kilisesi yapılmasına
karar verilir. Patrikhane'nin Rumların hakimiyetinde olma­
s ı genel olarak huzursuzluk yaratmakta, Rum papazlarının
da taşrada halkı mağdur ettiği bilgisi etrafta dolanmaktay­
dı. Sonuçta 1 870 yılında bir Bulgar Eksarhlığı kurulur. Yine
de Bulgarlar, yani anadili Bulgarca olan köylüler, sonrala­
n Makedonya'da açıkça görüleceği gibi, uzun bir süre daha
kendilerini Rum olarak tanımlamaya devam ederler. Kendi­
lerine Rum derken Patrikhane'ye ait kiliselere devam ettik­
lerini kastetmektedirler, yoksa Yunan Krallığı'nın yayılmacı
emellerini desteklediklerini değil. 24
1 876'da yeni bir Bulgar ayaklanması daha çıkar fakat yi­
ne ne köylülerden ne de şehir halkından destek bulur. "Nisan
Ayaklanması" olarak bilinen bu ayaklanma, B. Jelavich' e göre
"sonradan Bulgarların en büyük milli zaferi olarak efsanele­
şecektir ama aslında tam bir yenilgiyle sonuçlanmıştır." Her
halükarda isyancılar Müslüman halktan yaklaşık 1 00 kişi­
yi öldürür. Avrupalılar en başta bu durumla pek ilgilenmez.
B abıali de o sırada Balkanlar'ın b aşka bir yerinde daha bü­
yük ayaklanmayla meşgul olduğu için İstanbul' a çok daha
yakın bu Bulgar hareketini hiç müsamaha göstermeden bas­
tırır. Osmanlı çeteleri tarafından gerçekleştirilen ve muhte­
melen 1 2 bin ila 1 5 bin Hıristiyanın öldürüldüğü bu "felaket
tablosu" Avrupa'da büyük endişe yaratacak, hatta o dönem­
de İngiltere'deki seçimlerin en önemli konu maddelerinden
biri olacaktır. Babıali, Avrupa'nın reform çağrısına cevap
vermeyince Rusya 1 877'de Balkanlar'ı işgal eder. Bu işgale
Osmanlılar hiç beklenmedik bir şekilde direniş gösterirler
ama Ruslar yine de 1stanbul'a ilerler. Sonuçta Babıali savaşı
kaybedecek ve aynı yıl imzalanan Ayastefanos Antlaşması' na

2•
J. F. Clarke, Bible Societies, American Missionaries and the Natio­
nal Revival of Bulgaria, 1 937, yeni basım New York, 1 97 1 ; Macder­
mott, History ofBulgaria, s. 1 94- 1 95.

1 40
DOGU S O R U N LAR!

göre Romanya, Sırbistan ve Karadağ b ağımsız birer devlet


olacaktı. Bu da Osmanlıların yüzyıllardır sahip oldukları
Balkan topraklarını kaybetmeleri anlamına geliyordu . Ant­
laşmanın en olay yaratan maddesi, oldukça geniş bir Bulgar
devleti kurulmasına olanak veren maddeydi. Buna göre yeni
Bulgar devleti, Üsküp ve Vardar'dan Selanik'e kadar uzana­
cak ve Ege'ye de çıkışı olacaktı.25
Bu antlaşma sadece birkaç ay geçerliliğini koruyabi­
lir. Avrupa devletleri, özellikle de İngiltere, tamamen bir
Rus uzantısı olarak gördükleri bu yeni Bulgar devletinin
Balkanlar' a hakim olmasını kesinlikle kabul etmez. 1 878 Ber­
lin Kongresi'nde İngiltere Başbakanı Disraeli, Ayastefanos'la
Bulgarlara verilen toprakların en azından yarısının geri a­
lınmasında ısrarcı olur. Sonunda Makedonya, tekrar Osman­
lı hakimiyetine girecek ve Bulgaristan ile İstanbul arasında
özerk bir eyalet (Doğu Rumeli) kurulacaktır. Ama bu eyale­
tin yeniden Bulgaristan'a bağlanması uzun sürmez . Sonuç
olarak Bulgaristan'ın Osmanlı'ya vergi veren özerk bir bölge
olmaktan çıkıp tam bağımsız bir ülkeye dönüşmesi sadece
30 yıl sürmüştür. Ama Bulgarlar, Rusya'nın kendilerine vaat
ettiği Makedon topraklarından hiç vazgeçmeyeceklerdir. Ni­
tekim bir süre sonra Makedonya, Bulgar yayılmacı emelleri­
nin ana hedefi haline gelir.
***

Sonuçta Balkanlar'da birbiri ardına ulus- devletler kurulur


ama bu iş ancak kör topal ilerlemektedir. Aynca bağımsız
bir devlet kurmak demek, bu devlete ait olduğu düşünülen
herkesin bu devletin sınırlan içinde bulunacağı anlamına
gelmiyordu. Hiilii Osmanlı ya da Habsburg egemenliğinde,
yani emperyal bir rejim altında yaşayan pek çok halk vardı
(örneğin Habsburg tebaası olan Hırvatlar, Slovenler, Sırplar,
Romenler vd) . Öte yandan, Osmanlı devleti içinde ve dışında
bazı federalizm yanlıları, tam bağımsız ulus- devletler yeri­
ne özerk yönetimler kurulmasından yanaydılar. Ama işler bu

25
Jelavich, History of Balkans, 1 . cilt, s . 347 .

141
BİZANS' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

şekilde gelişmez; yeni uluslar için özerklik sadece bir ara çö­
zümdür, özerk devletler sonra tam bağımsız olurlar. Aynca
süreç her yerde aynı hızla da ilerlemez: Eflak ve Boğdan'ın
b ağımsız bir devlete dönüşmesi bir yüzyıldan fazla sürer,
Sırbistan için bu süre 60-70 yıl. Bulgaristan için 30, Yunanis­
tan içinse 1 -2 yıldır. Osmanlılara bağlı özerk bir bölge olan
Girit ve Samos ise 1. Dünya Savaşı'ndan önce Yunanistan'a
katılır.
Büyük Güçler, Balkanlar'ın bu yeni devletlerinin içişle­
riyle yakından ilgilidir; bu ülkelere anayasa hazırlar, idari
ve askeri danışmanlar gönderir, Avrupa'nın işsiz prensle­
rini bu ülkelere kral yaparlar. 1 840'larda Yunanistan, Kral
Otto'nun maiyetinde, Bavyeralılar tarafından idare ediliyor­
du; 1 880'lerde Bulgaristan'ın yönetiminde Ruslar vardı, Bul­
gar ordusu ve Savunma Bakanlığı bile Rusların elindeydi.
Büyük Güçler, Balkanlar'da hangi bölgenin kime verileceğini
belirleyip ülke sınırlarını çizer, kendi isteklerini uygulatmak
için savaş tehditleri savurur, ekonomik yaptırımlar uygu­
larlardı. Yine de B atılıların Balkan devletlerine tam olarak
hakim olduğunu söylemek doğru olmaz. Ruslar Romanya ve
Bulgaristan'la, Avusturya da Sırplarla başa çıkmakta zor­
lanıyordu. Büyük Güçler, milliyetçilik dalgasını arkalarına
alıp B alkanlar'da bağımsız devletler yaratmışlardı ama Os­
manlı tmparatorluğu'na, bu zayıf haliyle de olsa, son vermek
istemiyorlardı. Balkan devletleriyse özellikle propaganda
faaliyetlerinde yayılmacı emellere çok vurgu yapıyordu; bu
da O smanlı İmparatorluğu için hiç iyiye alamet değildi . Yani
Balkanlar'da yeni düzen istikrarsız başlamıştı.
Gerçekten de Balkan siyaseti yayılmacı emeller üzerine
kuruluydu. Her devlet, mutlaka bir yerlerde "kurtarılma­
sı" gereken "vatandaşlan" ya da henüz ele geçiremediği (ki
bu devletlerin sınırlan aslında Büyük Güçler çizmişti) ata
topraklan olduğunu düşünüyordu. Örneğin Macar Transil­
vanya'sında Romenler, Habsburg İmparatorluğu'nun Hırvat
bölgesinde ve Osmanlı İmparatorluğu'nda Sırplar "kalmış­
tı"; aynca Büyük Güçler Ayastefanos Antlaşması'ndaki va-

142
DOGU S O R U N LA R !

atlerinden dönünce "yabancı" topraklarda "kalan" Bulgarlar


ve Girit'ten Karadeniz'e bütün Osmanlı topraklarının He­
lenleştirilip (megali idea) yeni bir Bizans imparatorluğu ku­
rulmasını "bekleyen" Grekler vardı. Bu tür yayılmacı fikirler
halkı mobilize ediyor, sınır ötesi saldırılara destek s ağlıyor
ve de pasif B alkan krallarını, Büyük Güçler'in itirazlarına
rağmen, sonu belirsiz maceralara sürüklüyordu. Milan Ob­
renoviç, 1 876'da Bosna'daki Hıristiyan isyanı nedeniyle, is­
temediği halde Osmanlı'ya savaş ilan etmek zorunda kalmış,
1 885'te de Bulgaristan'ı işgal etmişti. Fakat bu iki harekat
da başarısız olacak ve Sırplar çok daha büyük bir felaket­
ten ancak Büyük Güçler'in araya girmesiyle kurtulabilecek­
ti. Yunanlılar da 1 854'ten 1 897'ye kadar çeşitli zamanlarda
Osmanlı topraklarına saldırılar düzenler ama bu saldınla­
nn hepsinden yenik çıkarlar. I 922'deki Anadolu felaketi de
Yunanlıların doğru düzgün hesaplamadan giriştikleri son
harekatlarıdır ve bu harekatın başarısızlıkla sonuçlanması­
nı Büyük Güçler'den bilirler.26
Balkan devletlerinin yayılmacı emellerini gerçekleştire­
cek fazla bir güçleri olmayabilirdi ama Büyük Güçler'in bu
devletleri o kadar da yabana atması doğru değildi. Batılılar
kendi yarattıkları bu ülkeleri pek beğenmez ve genelde kendi
amaçlarını gerçekleştirmek için piyon olarak kullanırlardı.
1 873'te Avusturya-Macaristan Dışişleri B akanı Kont Grula
Andrassy, Avusturya'nın Yakındoğu'daki komşuları için şun­
ları söyleyecekti: " . . .vahşi Kızılderililere benziyorlar. . . bun­
lara ancak ehlileştirilmemiş atlara davrandığımız gibi dav­
ranabiliriz: Bir taraftan havuç verip diğer taraftan kırbaçla­
yarak . . . " Avusturya-Macaristan Veliahtı Franz Ferdinand da
Sırbistan'ı "hırsız, katil ve haydut kaynayan, bir iki tane de
erik ağacı olan" bir ülke olarak tanımlıyordu. Habsburglar,
1 878'de, o zaman hala Osmanlı toprağı olan Bosna'yı işgal e­
dip Sırbistan'la komşu olunca Sırbistan'ın yayılmacı emelle-

28
"Etnik Grek"leri Yunan topraklarına katma çabasının yarattığı siya­
sal baskı için bkz. J. Koliopoulos, Brigands with a Cause: Briganda­
ge and Irredentism in Modem Greece, 1 82 1 - 1 9 1 2 , Oxford, 1 987.

143
BIZANS'IN ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

rini bir nebze olsun durdurduklarını , Obrenoviç uçete"sini de


kontrol altına aldıklarını düşünüyorlardı . Ama Balkanlar'da
bu dönemde Büyük Güçler' e pek de iyi gözle bakılmıyor ve
Avrupalı komşularının kuklasına dönüşen Balkan kralları­
nın sonunun Obrenoviç'in sonu gibi olması kuvvetle muh­
temel görünüyordu. Obrenoviç, 1 903'te Sırp ordu subayları
tarafından öldürülür ve yerine onun kadar Avusturya yanlısı
olmayan rakibi Peter, kral olur.
Rusya ise Slav devletlerinin kendisine olan bağlılığından
hiç şüphe etmiyordu. Gerçekten de Romanya ve Bulgaristan
b ağımsızlığını Ruslara borçluydu ama her iki ülke de kısa
bir süre içinde yanıbaşlanndaki bu devasa gücün içişleri­
ne karışmasına kötü gözle bakar olmuştu. Ruslar yine de
1 9 1 2'de büyük bir özgüvenle Balkan devletlerini Avusturya­
Macaristan' a karşı bir blok oluşturmaya teşvik eder. Ama bu
blok Osmanlı'ya saldırıp Türkleri Avrupa'dan atacak (Ruslar
bunu hiç hesaba katmamıştıl ve sonunda da kendi içinde sa­
vaşa tutuşup parçalanacaktı. Rus-Balkan ilişkilerinde Slav
ya da Ortodoks dayanışması Batılıların sandığının (ve de
korktuğunun) aksine çok da büyük bir rol oynamıyordu.
1 878 yılında Büyük Güçler'in B alkanlar üzerindeki
hakimiyeti doruk noktasına varmıştı, ama bundan sonra baş
aşağı gidecekti. Avrupa'da istikrar Avusturya ile Rusya'nın
iyi geçinmesine bağlıydı. Dolayısıyla Alman Şansölyesi Bis­
marck bu iki devletin arasını yapıp sonra da onlarla ittifaka
girince Balkan devletlerinin artık Büyük Güçler arasındaki
rekabetten faydalanamayacağı anlaşılır. Ne var ki Bismarck
1 890'da siyaset sahnesinden çekilince Almanya giderek Rus
karşıtı bir politika izlemeye b aşlar. Bu arada diğer Büyük
Güçler, Afrika'yı paylaşmakta ve imparatorluklarını deniz
aşın genişletmektedirler. Avusturya ise gözünü Güney Slav
topraklarına çevirmiştir, "kaynamakta olan Balkan toprak­
lan üzerinde Avrupa barışını tehdit edecek herhangi bir
rekabet ortamı doğmaması" için 1 897 yılında Rusya'yla
bir antlaşma imzalar. Bu dönemde Rusya ise dış siyaseti­
ni Uzakdoğu'ya yöneltmiştir. Ancak l 905'te Japonya'ya ye-

1 44
oo(;u S O R U N LA R I

nilince tekrar Güneydoğu Avrupa'ya dönecek ve Avusturya­


Macaristan'la rekabete girecektir. Bu iki ülkenin çatıştığı
bölge Osmanlı'nın son B alkan toprağı olan Makedonya'ydı .
•••

Makedonya'nın sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini


söylemek zor; zaten Osmanlı İmparatorluğu'nun böyle bir
idari birimi de yoktu. Müthiş bir etnografik çeşitlilik gös­
teren bölge, üç yayılmacı devletin (Yunanistan, Sırbistan
ve Bulgaristan) arasına sıkışmıştı. Gerçekten de Makedon­
ya'daki etnik çeşitlilik en azılı Balkan milliyetçilerinin bile
başını döndürecek cinstendi. Bölgenin etnik haritası Büyük
İskender'den beri büyük dönüşüm geçirmişti. Makedon köy­
lüsünün çoğu Slav Ortodokstu. Rumlar (yani anadili Yunan­
ca olanlar) daha çok kıyı kasabalarında yaşardı . Bölgenin
başşehri ve Makedonya'nın Mincisi" Selanik ise pek çok farklı
dilin konuşulduğu tipik bir Osmanlı liman kentiydi. Örne­
ğin Selanik'teki kunduracılar yanın düzine dilde dertlerini
anlatabilirlerdi. Buradaki en büyük etnik grup, diğer liman
şehirlerinin aksine Rum, Türk, Arnavut ya da Slav değil, Se­
farad Yahudisiydi. Yine de bu bölgeye (Selanik'in hem içine
hem de dışına) belli bir etnik grubun hakim olduğunu söy­
lemek zor. Dolayısıyla Makedonya'da milliyetçiliğin tutuna­
bilmesi için epey hayalgücü ve çokça da şiddet gerekecektir.
İngiliz diplomat Sir Charles Eliot'a göre 1 900 yılında
"Makedonya'da ırk denince belli bir siyasi grup" anlaşılı­
yordu. Gerçekten de bir yanda Yunan diğer yanda Bulgar
milliyetçileri Slav köylülerini kendi s aflarına çekmeye çalı­
şıyordu . Bu amaçla okullar kuruluyor, kiliseler yaptırılıyor,
haritalar ve istatistikler hazırlanıyor, aynca hem yerli hem
de yabancı destekle milli çeteler oluşturuluyordu . Aslında
Yunanlıların örgütlenmesi epey zaman almıştı, Bulgarlar da
kendi içlerindeki kanlı çatışmalar nedeniyle -bir yanda Bü­
yük Bulgaristan yanlıları diğer yanda Makedonya'nın özerk­
liğini savunan İç Makedon Devrimci Örgütü (IMRO)- epey
zayıf duruma düşmüştü. Sırplar ve Romenler propaganda
faaliyetlerini biraz geriden takip ediyor, Türkler ise Hıristi-

145
S İ Z A N S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E B A L K A N LA R

yanlar arasındaki kavgaları uzaktan seyredip iş ciddileşirse


bölgeye Arnavut çete gönderiyorlardı .27
Etnik ayrımlar, devrimci şiddet ve milliyetçilik Balkan­
lar'daki çatışmaların nedeni olduğu kadar sonucuydu da.
Köylülerin derdi, şu ya da bu milletin zafer kazanması de­
ğil, hayatlarının sükünete kavuşmasıydı: "Bizim atalarımız
Rum'du; şimdiye kadar Bulgar diye bir şey duymadık. Ama
sonunda Bulgar olduk ve kazançlı çıktık. Gerekirse Sırp da
oluruz ama şu anda Bulgar olmak daha iyi." Köylüler şiddet
dozunu gittikçe artıran milliyetçi liderlerin piyonu olmuş­
tu; bir yanda ateşli devrimciler diğer yanda ne zaman zor­
balık edeceği belli olmayan Osmanlı devleti vardı. Sonunda
bölge halkının bir kısmı Bulgaristan'a, Yunanistan'a, Orta
Avrupa'ya ya da Amerika'ya göç eder.2 8
Bulgar sempatizanları ise Cumaya'da bir isyan başlatır.
Köylüler tepkisizdir ama Osmanlı idarecileri isyana köy ya­
karak ve köylerdeki hayvanları elden çıkararak cevap verir;
ayaklanmaya tepkisiz kalmanın ödülü budur. Bir sonraki
yılın bahar aylarında da IMRO Selanik'te bombalı eylemler
düzenleyecek ve sonbaharda İlinden tsyanı 'nı başlatacaktır
ama bu defa köylüler de ayaklanmıştır ve Babıali çok daha
sert bir şekilde karşılık vermeye hazırlanmaktadır. İsyanın
amacı, o dönemde olduğu üzere, Büyük Güçler'i çatışmaya
dahil ederek özerk bir devlet kurabilmekti. Ama başarılı olu­
namaz: Rus Çan II. Nikola ve Avusturya-Macaristan İmpara­
toru Franz Josef son bir kez daha aralarında anlaşıp Osman­
lı devletine bir reform programı önerirler. 29
Mürzsteg Programı olarak bilinen bu reform programı iki
Büyük Güç'ün Balkanlar üzerindeki son gerçek anlaşmasıy-

27
Eliot, Thrkey in Europe, s. 27 1 .
28
D. Livanios, 'Conquering the Souls': Natlonallsm and Greek Gu­

erill a Warfare in Ottoman Macedonia, 1 904- 1 908", Byzantine and


Modem Greek Studies 23 ( 1 999), s. 1 95-22 1 .
29
A . Rappoport, A u pays des martyrs: Notes et souvenirs d 'un ancien
consul general d 'Autriche-Hongrie en Macedoine 1 1 904-1 909) , Pa­
ris, 1 927, s. 28.

146
DOÖU S O R U N LA R !

dı. Avusturya yanlısı Sırp Kralı Aleksander Obrenoviç'in öl­


dürülmesi üzerine Avusturyalılar, Sırplardan korkmaya baş­
lamıştı. 1 905'te Sırplar Bulgarlarla gizli bir ticaret antlaş­
ması imzalar ama Avusturyalılar bu antlaşmayı lağvettirir.
Bir sonraki yıl ise Sırplar, Habsburglar yerine Fransa'dan si­
lah satın almaya kalkınca ortalık yine kanşır. "Domuz Sava­
şın olarak bilinen çatışmalardaysa Avusturyalılar, Sırplan bu
kez de ekonomik yaptınmlarla dize getirmeye çalı şacaktır.
Sırp ihracatının %80-90 kadan Avusturya-Macaristan İmpa­
ratorluğu üzerinden yapıldığı için Sırplann bu yaptınmlar
karşısında pes etmesi bekleniyordu ama Sırplar tepki olarak
ticaretlerini güneye kaydınp Ruslara yanaşırlar. Sorel'e gö­
re Avusturyalılar, "Doğu Sorunu çözülse bile bu sefer de bir
Avusturya sorunu çıkmasınndan korkmaktadır. Sonuçta 1 9 .
yüzyılın ortalannda Piedmont gibi küçük ama b ağımsız bir
devlet Habsburg topraklarından bir İtalyan devleti yarata­
bilmişti; Avusturyalılar, Sırplann, Güney Slav topraklannı
ele geçirip aynı şeyi yapmalanndan endişeliydi.
1 908'de reform yanlısı Osmanlı ordu subaylan, devletin
zayıflığından ve de Batı'nın sürekli Osmanlı'nın içişlerine
kanşmasından bıkmış bir vaziyette B abıali'ye isyan bayrağı
açınca II. Abdülhamid 1 876 Anayasası'nı yeniden yürürlüğe
koyar ve bölgede birdenbire bambaşka bir hava esmeye baş­
lar: İmparatorluk gerçekten de devrimcilerin önderliğinde,
eşitliğin ve din serbestisinin olduğu çok- etnili bir devlete
dönüşebilecek miydi? Makedonya'da, her ne kadar fazla uzun
sürmeyecek olsa da, kutlamalar başlar. Temmuz ayında köy­
lerde "Mollalar dualar okuyor, Rum piskoposlar ile İttihat ve
Terakki üyeleri nutuklar atıyo�dur. Bir İngiliz diplomatın 23
Temmuz'da hareketin merkezi olan Selanik'ten bildirdiğine
göre "subaylar ve sivil liderler hükümet binalannın merdi ­
venlerinden halka seslenmekteNdir. "Anayasanın ilanı müjde­
lenmekte, özgürlükten ve meşrutiyetten söz edilmektendir.30

30
British Documents on Foreign Affairs, ı . bölüm, B, 1 9 . cilt, Bethes­
da, Maryland, 1 985, s. 500-507.

147
BİZANS'IN ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

Ne var ki, imparatorluğun kurtuluşundan pek memnun


olmayanlar da vardı. Hem padiş ah hem de saray çevresi,
reformların, Hıristiyanlann imparatorluğa olan bağlılığını
artırmaktan çok Müslümanları tedirgin edeceğini düşünü­
yordu. Abdülhamid trene binip balkın arasında dolaştıkça
etraftaki Müslümanlar "Padişah gavur olmuş," derdi. Tıpkı
tren gibi anayasa da Osmanlı İslam dünyasının hiyerarşik
kalıplarına ters düşen bir Hıristiyan icadı olarak görülüyor­
du. Ayrıca meşruti yönetimden Avusturya-Macaristan İmpa­
ratorluğu da korkuyordu. 1 878 yılında Osmanlıların Bosna
Vilayeti'ni işgal eden Avusturyalılar, Jön Türklerin oy verme
hakkını buraya kadar genişletmesinden endişe edip bu top ­
rakları bir çabukta kendi imparatorluklarına katarlar.3 1
O dönemde Avusturya-Macaristan'ın Güney Slav toprak­
larını da hiç iyi bir geleceğin beklemediğini öngörenler var­
dı. Bosnalı köylülerin gözünde Habsburg imparatoru hala
"bizim büyük pederimiz"di (stari otacı ama bu geleneksel sa­
dakat duygusu hızla yok olmaktaydı. Avusturyalıların yeni
ele geçirdikleri Bosna Vilayeti'nde yaptıkları yollar, açtıkları
demiryolu hatları ve kurdukları okullar, Bosnalı Ortodokslar
arasında Sırp milliyetçiliğini yaygınlaştırıyordu. Sırp milli­
yetçiliği ayrıca tanın meselesiyle de yakından bağlantılıydı .
Hırvatistan, Macaristan ve Sırbistan'da köylüler özgürdü a­
ma Bosna-Hersek'te halkın beşte dördü bala Osmanlılardan
kalma bir feodal düzen içinde yaşıyordu . "Drina ve Sava ne­
hirlerinin öte tarafında her yıl ekinlerin üçte birini toplayan
bir bey ya da ağa olmadığını bilmek acaba Bosnalılar üzerin­
de nasıl bir etki yapmaktadır? . . . İşte kafalardaki en önemli
sorulardan biri buydu." Habsburglar bir tür Bosna milliyet­
çiliği yaratmaya çalışmış ama başarılı olamamışlardı. 32
Tek alternatif "Güney Slav topraklarının merkez bölge­
sini Avusturya'ya katarak" Bosna'nın imparatorluğa bağlı
kalmasını sağlamaktı. 1 9 . yüzyıl boyunca Macaristan'ın Sırp

31
H . C. Barkley, Bulgaria before the War, Londra. 1 877, s. 272.
32
J. Baemreither, Fragments of a Political Diary, Londra, 1 930, s. 22-
27, 5 1 , 1 26.

1�8
oo(;u S O R U N LAR!

ve Hırvatlar üzerinde uyguladığı baskı politikası Güney Slav


halkları arasında bir hareketlenme yaratmıştı. Sırp, Hırvat
ve Sloven halklarını bir araya getirmeye çalışan liderlerden
biri Viyana Senato üyesi Peder Josip Strossmayer'dir. Stross­
mayer, Yugoslav Akademisi ve Zagreb Üniversitesi gibi ku­
rumlar aracılığıyla Güney Slav halklarının Habsburg siste­
mi içinde bazı haklar kazanmasına çalışıyordu. Ne var ki bu
tür p olitikalar, imparatorluk içinde bile, başka halklarla güç
paylaşmak istemeyen Macarların sert tepkisiyle karşılaşa­
caktı .
İmparatorluğun dışında kalan Sırplar ise, Güney Slav
halklarını imparatorluktan kurtarmaya çalışan bir Balkan
Piedmont'u gibi hareket ediyorlardı . Bu nedenle Avusturya­
Macaristan'ın Bosna'yı ele geçirmesinden hiç hoşlanmamış­
lardı. Aslında buna Rusya da karşıydı çünkü Avusturyalılar
Bosna'dan tren yoluyla rahatlıkla Ege'ye ulaşabilirlerdi. Bir
İngiliz diplomatın dediği gibi, "Avusturya ile Rusya'nın Bal­
kan mücadelesi işte şimdi başlıyor"du. Bosna nedeniyle hem
Rusya hem de Sırbistan, Avusturyalılardan tazminat talep
eder ama Avusturya oralı olmaz. Aynca Sırplar bu aşama­
da Rusya'dan destek bekliyor, hatta Avusturya'ya s avaş ilan
edilmesi gerektiğini düşünüyorlardı . Belgrad'daki Avusturya
elçisine göre "herkes intikam peşinde(ydi) ama Rus yardımı
olmadan kimse harekete geçemez"di. Olası bir s avaş duru­
munda Almanlar, Avusturya'yı destekleyeceklerini ilan edin­
ce Ruslar aradan çekilir ve Sırplara "Rus ordusunun yeni bir
savaşa hazır olmadığı" bildirilir. Sırplar tabii ı 9 ı 4'te daha
farklı bir cevap alacaklardır.33
Bu arada hem Sırbistan'da hem de Bosna'da Habsburg
karşıtı gizli örgütler kurulmuştur. Bu örgütlerden bir tanesi
1 9 1 4'te Saraybosna suikastinde parmağı olduğu düşünülen
"Ya İttihat Ya Ölüm" adlı örgüttür. Ekim 1 9 1 3 'te Bosna'da bu­
lunan Sırp yanlısı bir Avusturyalı gözlemciye göre: "B alkan
Savaşlan'ndaki Sırp zaferleriyle, bir yıl önce sadece bir ha-

33
B. Schmitt, The Annexation of Bosnia, 1 908- 1 909, Cambridge, 1 937.

1 49
BİZA N S ' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

yal olan şeyler artık büyük bir siyasi harekete dönüşmüş"tü.


Gerçekten de Avusturya-Macaristan içinden çıkılmaz bir ye­
re sürükleniyordu. Bir başka gözlemciye göre ise MSırbistan'ı
ya tamamen yok etmek ya da onlara iyi gözle bakmayı öğ­
renmek lazım"dı . Franz Ferdinand'ın öldürülmesi Avusturya
hükümetini bu iki seçenekten birincisine yöneltir ve l 908'de­
kine çok benzer bir süreç yaşanır. Ama 1 9 1 4'te artık Ruslar
daha fazla geri planda kalamazlar ve böylece Avrup a'nın
ikinci Bosna krizi 1. Dünya Savaşı'na dönüşür.34
Bu tarihte artık Balkanlar'ın siyasi haritası eskisine göre
çok farklıdır. Jön Türk Devrimi, O smanlı devletinin Balkan
tebaasıyla arasını düzeltmek bir yana imparatorluğun çökü­
şünü hızlandırmış , Osmanlıların Avrupa topraklarını nere­
deyse tamamen kaybetmeleri Balkanlar'daki güç dengelerini
değiştirmişti. Habsburglann da kısa bir süre sonra keşfe­
deceği gibi milliyetçilik, geleneksel imparatorluk b ağlarını
çözüyordu. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin devrimci kadrosu
imparatorluğu Türk milliyetçiliği üzerinden modern bir dev­
let haline getirmeyi planlıyordu ama Türkçülük, Hıristiyan­
larda husumet yaratmaktan başka bir işe yaramamıştı. 1 9 1 1
yılında Makedonya'da 200'den fazla çete vardı ve işler kötüye
gidiyordu.
Babıali'nin imparatorluğu modernleştirme çabalan Os­
manlı devletinin en sadık halkı olan Arnavutları da sonunda
kendine yabancılaştırmayı başarır. Arnavutlar (Hıristiyan
ve Müslüman) yıllar yılı nizami ordu dışında s avaşmış ve
Osmanlı'ya korucu olarak hizmet vermişlerdi. Babıali onlara
silah kullandırır ve de geniş idari haklar tanırdı, dolayısıyla
Arnavutların Osmanlılardan pek de bir şikayeti yoktu. Ama
işler zamanla değişmeye başlar. B alkanlar'a genelde iyi bir
gözle bakan E dith Durham bile şöyle bir yorum yapmıştır:
Arnavut köylerinde erkekler #askere çağnldıklannda Hıris­
tiyan olduklarını söyleyip ordudan muafiyet talep eder ama

34 V. Dedijer, The Road to Sarajevo, Londra, ı 966; Baernreither, Frag­


ments, s. 244-246.

150
OOGU SO R UN LAR!

sonra köylerine bedel-i askeri toplamaya gelen tahsildarla­


n silahla kovalar ve Müslüman olduklan için bu vergiden
muaf tutulmalan gerektiğinin iddia ederlerdi. 1 9 1 0 yılında
Kuzey Arnavutluk'ta çıkan ayaklanmalar ancak 20 bin as­
kerle bastınlabilmiştir. Bir sonraki yıl da Osmanlılar, İtal­
yanlarla Libya'da savaşa tutuşup İtalyanlar Amavutluk'u
işgal etmeye kalkınca, Arnavutlar çok daha büyük bir isyan
başlatıp ilk defa olarak ülkelerinin özerk bir devlet olarak
tanınmasını talep edeceklerdir. İstanbul'daki İngiliz elçisine
göre "Dibra'da toplanan kurulun, Amavutlann resmi kayıtla­
ra 'Müslüman' ya da 'gayrimüslim' değil de 'Arnavut' olarak
geçmesiyle ilgili talebini değerlendiriyor olması son derece
önemWydi. "Müslüman üyelerden oluşan bu kurulun dini
değil, milli bir statü talebini görüşüyor olması daha önce hiç
rastlanmamış olağanüstü bir gelişmenydi.35
Arnavut isyaolan, Balkanlar'daki güç dengelerinin ar­
tık tamamen değişmekte olduğunu gösteriyordu. Demek ki
Osmanlı'ya karşı silahlı bir mücadele başlatılırsa başanlı
olma ş ansı vardı, yani Balkan devletleri Babuili'den toprak
talebinde bulunabilirdi. Fakat Amavutlann örgütlü b ağım­
sızlık talebi Sırbistan'ı ve Yunanistan'ı epey endişelendirir
çünkü her iki ülkenin de göz koyduğu topraklarda büyük bir
Arnavut nüfus vardır. Bu arada Avusturya-Macaristan ve
İtalya, yine Arnavut isyanlan sonucu, Güneydoğu Avrupa'da
yeni egemenlik alanlan kurabileceklerini düşünmeye başla­
mışlardır. Bu durum B alkan devletlerini daha da telaşlandı­
racaktır.
Mart 1 9 1 2 'de Sırbistan ve Bulgaristan "bağımsızlıklannı
ve bütünlüklerini korumak ve de herhangi bir Büyük Gücün,
Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkan topraklannı işgal etme­
sine izin vermemek için" aralannda anlaşmaya vanr. Kısa bir
süre sonra Yunanistan ve Karadağ da onlara katılır. Ruslar,
B al.kan devletleri arasındaki bu ittifakın Avusturya'ya karşı

H. Lowther'dan E. Grey'e, 2 Ekim 1 9 1 2 , Albania and Kosovo: Politi­


cal and Ethnic Boundaries. 1 867- 1 946, ed. B. Destani, Londra, 1 999,
s . 292.

151
B İ ZA N S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E BALKANLAR

bir blok oluşturacağını düşünmektedir ama blok Osmanlı'ya


cephe alır. Fransa Başbakanı Raymond Poincare bu gelişme­
leri şöyle özetlemiştir: uRuslar şimdi frene basmaya çalışıyor
ama en başta gazı veren onlardı." Başka bir Fransız diploma­
ta göreyse "Doğu Sorunu'nda ilk defa küçük devletler Büyük
Güçler'den bağımsız hareket ediyor, hatta onları peşlerinden
sürüklüyor" du. 36
1. Balkan Savaşı'nda ( 1 9 1 2) Osmanlılar, Avrupa toprakla­
rındaki hakimiyetlerini birkaç hafta içinde kaybederler. Bu
savaşta en büyük zafer Sırplar ile Yunanların olacak, her iki
ülke de başanlannın karşılığında geniş topraklar elde ede­
cekti. Bulgaristan ise pek kazançlı çıkmamış, hatta kısa bir
süre içinde savaş öncesinde olduğundan da kötü bir duru­
ma düşmüştür. Nitekim Bulgarlar 1 9 1 3 yılında diğer Balkan
devletlerine savaş ilan eder (il. B alkan Savaşı) ama yenilir.
1. B alkan Savaşı 'nın bir diğer sonucu Büyük Güçler'in Ar­
navutların bağımsızlığını tanıması ve Amavutluk'u diğer
Balkan devletlerine karşı korumaya almasıydı. Osmanlı İm­
p aratorluğu dışında savaştan en büyük kayıpla çıkan ülke
Avusturya-Macaristan'dır çünkü artık yanıbaşında yayıl­
macı ve güçlü bir Sırbistan vardır. Avusturya, Amavutluk'u
tampon bölge olarak kullanmaya çalışır ama Kosova ve çev­
resinin Sırbistan ve Karadağ arasında paylaşılmasını engel­
leyemez.
Sırplar, iki Balkan savaşından sonra bir üçüncüye gire­
cek durumda değillerdi ama 1 9 1 4 yazında Avusturyalılar,
Sırbistan'ı artık tamamen ezmeleri gerektiğini düşünüyor­
du, hatta arkalarına Almanya'nın desteğini de almışlardı.
Sırpların arkasında da Ruslar vardı çünkü Rusya 1 908 Bos­
na krizinde olduğu gibi bir defa daha dünya aleme rezil ol­
mayı göze alamazdı. Bu aşamada bütün bu devletler er ya da
geç birbirlerine girecek gibi duruyordu. Avusturya-Macaris­
tan veliahtının suikasta uğramasından sonra Sırp hüküme-

36
L. Stavrianos, The Balkans since 1 453, gözden geçirilmiş yeni ba­
sım, Londra, 2000, s . 535.

1 52
DOGU S O R U N LAR!

ti Avusturyalıların neredeyse bütün taleplerini yerine geti­


rir ama Avusturyalıların gözüne giremez ve ilkinden üç yıl
sonra Avusturya Üçüncü B alkan Savaşı'nı başlatır. Kurulan
ittifaklar nedeniyle bir hafta içinde Büyük Güçler'in hepsi
savaşa sürüklenecek ve sorun bir Balkan sorunu olmaktan
çıkıp bütün Avrupa'ya yayılacaktır.
Avusturyalılar ile Ruslar arasındaki ittifakın 1 878'den
sonra bozulmaya başlaması kendi içinde bir savaş nedeni
değildi. Sonuçta her iki ülke de Balkan Yarımadası'nın fark­
lı kısımlarıyla ilgileniyordu. Fakat hem Avusturya'nın hem
de Rusya'nın bölgede güç kaybetmeye başladığı aşikardı.
Bir yandan Osmanlıların zayıflamasıyla ortaya çıkan otorite
boşluğu diğer yandan milliyetçiliğin yükselişi, bu iki Büyük
Güç'ün B alkan hakimiyetini kırıyordu: Avusturyalılar kendi
topraklarındaki Güney Slav halklarını zapt etmekte zorla­
nıyor, Ruslar da ne Karadeniz'e tam hakim olabiliyor ne de
Akdeniz'e çıkış yollarını güvence altına alabiliyorlardı. Do­
layısıyla her iki devletin de B alkanlar'da müttefike ve kukla
devlete ihtiyacı vardı. Avusturya ve Rusya, B alkan siyasetine
işte bu nedenlerle dahil olmuştur. Ne var ki kendilerine müt­
tefik ilan ettikleri Balkan devletlerinin askeri ve diplomatik
becerilerine güvenmekle hata ederler. Balkan devletleri "sa­
lınım siyaseti" uzmanıydı. 1 9 1 4'te de artık kedi kuyruğunu
değil, kuyruk kediyi kovalıyordu ve bu daha bir başlangıçtı.
***

Haydutlar; kleftler, annatoner ve eşkıyalar, Balkanlar'ın


milli tanrıları, efsane ve destan kahramanlarıydı. Ama iş so­
nuç almaya gelince nizami ordu ve donanmanın bu konuda
çok daha başarılı olduğunu söylemek lazım. Rusya'nın
1 877'de Güney Tuna bölgesine gönderdiği 1 60 bin asker Bal­
kan özgürlük mücadeleleri için herhangi bir haydut ya da
kleft grubundan daha fazla iş görmüştür. O gün bugündür,
hatta 1 999 yılında Kosova'ya yapılan NATO müdahalesi de
dahil olmak üzere, nizami ordu her zaman gayri nizami güç-

Balkan dillerinde kullanılan bir kelime olarak özgün metinde de


hajduk -çn

153
B İ ZANS ' IN Ç Ö K Ü ŞÜNDEN G Ü N Ü M Ü Z E B A L K A N L A R

lere üstün gelmiştir. Gayri nizami güçler arkalarında gerçek


bir askeri kuvvet olmadan hiçbir zaman tam bir haşan elde
edemezler. Nitekim Balkan Savaşlan'nda ( 1 9 1 2- 1 9 1 3) ordu­
lar modern savaş yöntemlerini kull anm akta ne kadar beceri­
li olduklarını açık bir şekilde gözler önüne sermiş ve 1 9 1 4'e
kadar aralarındaki silah yarışını sürdürmüşlerdir. Osmanlı
ordusu Batı'nın askeri tekniğini almakta gayet başarılıydı,
orduda aynca Polonyalı ve Macar eınigreler, İngiliz , Ameri­
kan ve Alman subaylar üst düzey görevlerde hizmet ederler­
di (Örneğin Berlin Kongresi delegelerinden Mehmed Ali Paşa
eski bir Prusya askeriydi. Sonradan din değiştirmiş ve Os­
manlı ordusuna komutan olmuştur.) Aynı şekilde Balkan ül­
keleri de Batı 'dan teknik bilgi ve silah alırdı. Yeni kurulmuş
fakir devletler için elbette büyük yatırımlardı bunlar.
Balkan Savaşlan'ndan sonra da düzenli ordular yine ön
plandaydı. 1 9 1 4'te Sırpların 450 bin askeri vardı; bu olduk­
ça yüksek bir rakam. Ne var ki Sırplar iki yıl içinde 1 00 bin
asker kaybedecek ve ordu mevcutları 1 50 bine düşecekti. Bu
ordu, son derece zayıf iki Habsburg s aldırısına karşı iyi bir
s avunm a yapar ama sonra Adriyatik'e çekilip ülkeyi işgal
güçlerine bırakmak durumunda kalır. Osmanlılar ise savaşa
Almanların yanında girince diğer B alkan devletleri, Bulgar
Dışişleri Bakanı Todorov'un şantaj olarak nitelendirdiği bir
hamleyle, savaşa girmeleri karşılığında Büyük Güçler'den
toprak talebinde bulunurlar. Bulgarlar, Sırp ve Yunan topra­
ğı vaadiyle İttifak Devletleri'nden taraf olur ve 800 bin asker
s eferber ederler.
Yunanistan ve Romanya ise olaylan daha geriden takip
etmekle birlikte sonunda doğru ata oynar. Romenler, 1 9 1 6
yazında İtilaf Devletleri'nin müttefiki olarak savaşa girer a­
ma "Romen ordusunun modern bir savaşta başarılı olmasını
beklemek deveye hendek atlatmak gibidir. " Romanya savaşta
değil, siyasi pazarlıkta iyiydi. Nitekim birkaç ay içinde Ro­
men ordusu lağvolur ve Bükreş'te Alman yanlısı bir hükümet
kurulur. Norman Stone'a göre, "Romanya'nın savaşa dahil
olmasıyla Almanlar savaşı 1 9 1 8'e kadar uzatabilınişlerdir."

1 54
DOGU S O R U N LA R !

Romenlerin şansına diğer İtilaf orduları kendilerininki gibi


kötü değildi: Müttefiklerin elde ettiği başarılarla Romenler,
Paris B arış Konferansı'ndan gayet karlı aynlacaklardır.37
Yunanistan ise sava ş yanlıları ve savaş karşıtları olarak
ikiye bölünmüş durumdaydı. Bu bölünmeden s avaş yanlısı
Venizelos hükümeti galip çıkacaktır. "Selanik Bahçıvanları"
olarak bilinen ve Yunan, Sırp, İtalyan, İngiliz ve Fransız­
lardan oluşan bir ordu gücü Makedonya Cephesi'ni işgal
edecek ve İtilaf Devletleri 1 9 1 8 sonbaharında savaşın gidi­
ş atını değiştiren bir s aldın gerçekleştirecektir. Gerçekten
de Eylül ayında Bulgar C ephesi'nin düşmesiyle Almanların
artık savaşı kaybettiği anlaşılır. İngiltere'nin önde gelen
MDoğucu"larından David Lloyd George bu acı gerçeği şöyle
ortaya koyacaktır: "Birkaç zaman önce Balkanlar'daki so­
runların koca bir dünya savaşı başlatabileceğine inanmakta
güçlük çekenler vardı; şimdi de dünyanın bu ücra köşesinde­
ki gelişmelerin koca bir dünya savaşı bitirebileceğine inan­
makta direnenler var. "38
I. Dünya Savaşı 1 9 1 8'de sona erse bile Güneydoğu Avru­
pa'daki çatışmalar bir süre daha devam eder. Osmanlı İmpa­
ratorluğu, Avrupa'nın diğer çok-etnili imparatorluklarından
çok daha önce p arçalanmaya başlamış ama çökmesi daha
fazla zaman almıştı; Osmanlılar hıila ayaktayken Habs­
burglar ve Romanovlar çoktan tahtlarını bırakıp gitmiş ­
ti. 1 9 1 9'da da Yunanlılar Anadolu'ya çıkar. Büyük Güçler'i
arkasına alan Venizelos, önce İzmir'i sonra İstanbul'u ele
geçirmeyi planlamaktadır. Megali idea hayata geçirilecek,
Anadolu'da yeni bir Bizans imparatorluğu kurulacaktır. Ne
var ki bu macera felaketle sonuçlanır. Türkler, Yunanlıları
önce Akdeniz'e sürer, s onra da Anadolu'dan atar. Osmanlı
Rumları da bu gelişmeler karşısında Anadolu topraklardan
kaçmak zorunda kalır. 1 92 1 - 1 922 yıllarındaki bu mücade-

37
R. W. Seton-Watson, A History of the Roumanians, C amb ri dge ,
1 934, 1 6 . bölüm; N. Stone, The Eastem Front, Londra, 1 975, s. 7 1 ,
264, 277.
38
D. Lloyd George, War Memoirs, 2. cilt. Londra. tarih belirtilmemiş.

1 55
BİZANS'IN ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

leden modem bir Türkiye C umhuriyeti doğacaktır. Son Os­


manlı Sultanı VI. Mehmed (Vahdeddin) bir İngiliz zırhlısıyla
istanbul'u terk eder ve 1 926'da San Remo'da ölür; öldüğünde
o kadar çok borcu vardır ki alacaklıları nedeniyle cenazesi
ancak ölümünden iki hafta sonra kaldırılabilir. Anadolu'da
ise Mustafa Kemal'in liderliğinde yeni bir Türk devleti ku­
rulmaktadır. Elbette ulus- devlet yaratmak hiç de kolay bir iş
değildi . Türkiye bugün bala bu sürecin sancılarını çekiyor.39
İngiliz Dışişleri Bakanı, Haziran 1 9 1 5'te bir açıklama ya­
par. Buna göre "İtilaf Devletleri, savaş bittiğinde Balkanlar'ın
çok daha kapsamlı bir biçimde ulus temelinde yeniden dü­
zenlenmesini istemektedir." Ama bu o kadar basit bir iş de­
ğildi. 1 923 Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi'yle Yunanistan'da­
ki Müslümanlar Türkiye'ye gönderilir, Anadolulu Ortodoks­
lar da Yunanistan'a "döner. " Böylece her iki ülkede de daha
tek tip bir etnik tablo oluşur. 1 9 1 4'ten önce Makedonya hal­
kının yansı bile Grek değilken, mübadeleden sonra burası
%90 Grek olur. Selanik, bir Yahudi şehrinden Yunan şehrine
dönüşür. Romenler ise Ruslardan ve Habsburglardan toprak
aldıkları için yeni azınlıklarla tanışırlar. Romanya savaştan
sonra üçte bir oranında genişlemiştir ama nüfusunun sade­
ce üçte ikisi etnik Romenlerden, geri kalanı Macar, Yahudi ve
Ukraynalı azınlıklardan oluşmaktadır.40
Aynca son derece ilginç bir gelişme daha vardır: Sonra­
dan Yugoslavya adını alacak ülke, aslında Sırp, Hırvat ve Slo­
venlerden oluşan bir krallıktır ve Versailles Antlaşması'yla
kurulmuştur. Savaşın başında İtilaf Devletleri'nin isteği A­
vusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun parçalanıp ortaya
"yeni bir Avrupa" çıkması değildi. Güney Slav halkları ara­
sında da bu fikre sıcak bakan p ek yoktu zaten. Ama Habs­
burg İmparatorluğu'nun çöküşü ve İtalya'nın Dalmaçya'daki
toprak talepleri nedeniyle Hırvatlar ile Slovenler, Sırp Ka­
racorc hanedanının yönetimi altında bir Güney Slav Birliği

39
Mansel, Constantinople, s. 408.
40
K. Calder, Britain and the Origins of the New Europe, 1 9 1 4- 1 91 8,
Caınbridge, 1 976, s. 1 6.

1 56
DO�U SORU N LA R !

oluştururlar. Elbette hem Hııvatlar hem de Slovenler bu ye­


ni devletin federalizmle değil, tıpkı bir Büyük Sırbistan'mış
gibi merkezi bir idareyle Belgrad'dan yönetileceğini baştan
beri az çok sezmişlerdi . Daha savaş bitmeden liderler arala­
rında tartışmaya b aşlamış, 1 9 1 8'den sonra da Hııvatistan ve
Montenegro köylüleri bu yeni devlete karşı silahlı mücade­
leye girişmişlerdir. 1 92 1 Anayasası bütün bu endişeleri haklı
çıkarır: Yeni Yugoslav devletini Sırp bürokratlarla Sırp ordu
subayları yönetecektir.41
1 923 yılına gelindiğinde ise artık Doğu Sorunu bitmiş­
ti. On yıllık uzun bir savaş döneminin ardından B alkanlar
ve de Doğu Avrupa yüzyıllar sonra ilk defa olarak herhan­
gi bir imparatorluğun egemenliği altında değildi. Ama im- ,
paratorlukların çöküşü, bölgeye Batılı liberallerin umduğu
türde bir barış getirmez. Milliyetçi-yayılmacı ideolojiler hız
kesmemiştir, yeni kurulan ulus-devletler sürekli daha faz­
la toprak istemektedir. Sınırların çoğu tartışmalıdır. Aynca
milliyetçilik iki taraflı işliyor, yeni kurulan devletlerin etnik
azınlıkları bu devletlerin hareket etme olanağını sınırlıyor­
du. Büyük Güçler kendilerini sadece birkaç yıl önce büyük
bir savaşa sürüklemiş olan bölünmelerin önüne kolay kolay
geçemiyordu. Faşizm ve komünizm gibi ideolojilerin yüksel­
mesiyle bu ayrımlar daha da sertleşecekti . 20. yüzyıl, tıpkı
1 9 . yüzyıl gibi, B alkanlar'daki bölgesel mücadelelerle Büyük
Güçler arasındaki rekabetin kesiştiği kanlı bir noktadaydı.
Dinler çağı bitmiş, ideolojiler çağı başlamıştı ama her ikisi
de yoğun bir şekilde milliyetçilik kokuyordu.

41
I. Banac, The Natiorıal Questiorı irı Yugoslavia, Ithece, New York,
1 984.

1 57
4

ULUS-DEVLET YARATMAK

Bir zamanlar bulutlann üzerinde uçuyorduk. Şimdiyse


bataklığa saplanmış durumdayız. Eğer özgürlük buy­
sa hiç olmasın daha iyi. Gül ektik, diken biçiyoruz.

-Mikhalaki Georgiev1

"Ulus fikrine dayalı bir devlet kurmak gelmiş geçmiş bütün


ütopik fikirlerin en tehlikelisi," diyordu Avusturya dışişleri
bakanı 1 853 yılında, "bu tam bir kendini bilmezlik ve de tarihi
hiçe saymak. Avrupa'da zaten iyi işleyen bir devlet düzeni var,
eğer ulus-devlet fikri gerçeklik kazanırsa bu düzen tamamen
çöker, Avrupa büyük bir kaosa sürüklenir ve her şey harap
olur." Yarım yüzyıl içindeyse Balkanlar'ın hemen hemen her
yerinde birer ulus-devlet kurulacak, 1 9 1 8'de Habsburglar ta­
rih sahnesinden çekilecek ve Viyana Kongresi kararlan yerini
Versailles düzenine bırakacaktır. Fakat Macar tarihçi Oscar
Jaszi'nin 1 925 tarihli "Ulus Fikrinin Çekiciliği" başlıklı maka­
lesinde belirttiği gibi, I . Dünya Savaşı ulus sorununa nihai bir
çözüm getiremez çünkü her ulusal grubun kendi kaderini ken­
dinin belirlemesi pratikte mümkün değildir. En başta Yugos­
lavya ve Çekoslovakya'nın varlığı, ulus-devletten farklı devlet
biçimlerinin hala geçerli olabileceğinin en açık göstergesiydi,
ayrıca her şeyden önemlisi, Balkanlar'daki etnik çeşitlilik dü­
şünüldüğünde, bu bölgede ulus-devlet prensibini uygulamak
şiddete davetiye çıkarmaktan başka bir şey değildi.2

Aktaran J. D. Beli, Peasants in Power: Alexander Stamboliski and


the Bulgarian Agrarian National Union, 1 899- 1 923, Princeton, New
Jersey, 1 977, s. 4.
V. Dedijer, The Road to Sarajevo, Londra, 1 966, s. 73; O. Jaszi, "The
Irresistibility of the National idea", Homage to Danubia, Lanham,
Maryland, 1 994.

1 58
U L U S - DEVLET YARATMA K

Güneydoğu Avrupa'daki Hıristiyan z aferlerinin Müslü­


manlar için ne anlama geldiği de belliydi. 1 7 . yüzyılın sonun­
da Habsburg İmparatorluğu, Macaristan ile Hırvatistan'ı ele
geçirdiğinde bu topraklarda Müslümanlara ait ne varsa yok
edilir. 1 826'da ise Büyük Güçler, Yunanistan'la ilgili şöyle bir
karar alacaktır: "Yunanlılar ile Türkler arasında, uzun yıl­
lardır devam etmekte olan husumet nedeniyle çıkabilecek
çatışmalan önlemek ve bu iki halkı birbirinden tam olarak
ayırabilmek için, Türkler Yunanlılara bütün mall annı satma­
lıdır.n 1 830'da da Türklerin, Sırp köylerini boşaltıp Osmanlı
garnizonlannın bulunduğu merkez kasabalara yerleşmeleri
emri çıkar; 30 yıl sonra hala bu emre uymayan kalmışsa bu
insanlann bulunduklan yerlerden çıkanlıp mal ve mülkleri­
nin satılmasına karar verilir.3
1 876- 1 878 yıllannda Niş tarafında yaşanan çatışma­
lar ise Sırplann lehine sonuçlanınca Osmanlı-Sırp sınınna
yeni bir muhacir akını olur. Aynı şekilde 1 877 yılında Rus
ordulan Bulgaristan'ı işgal ettiğinde de on binlerce Ç erkez
ve Tatar, Bulgar topraklanndan kaçar, geride kalanlar da
ya Rus birlikleri ya da Hıristiyan köylüler tarafından kat­
ledilir. Tesalya 1 88 l 'de Yunanistan'a geçtiğinde ise bölgede
hala 45 bin Müslüman vardır; bu sayı 1 9 1 1 'de 3000'lere dü­
şer. Girit'in Müslüman nüfusu da 1 88 l 'de 73 binken 1 9 l l 'de
27.850'ye geriler. Müslümanlar savaşlardan, çetelerden ve de
Hıristiyan halkın zulmünden kaçıyor, aynca yeni kurulan or­
dularda Hıristiyan subaylann altında hizmet vermek istemi­
yorlardı . Sonradan 20. yüzyıl Balkan siyasetinde önemli bir
yer teşkil edecek olan nüfus mübadelesi o dönemde henüz
pek bilinmiyordu. Osmanlılar 1 878'de Türklerle Bulgarlan
mübadele etmek ister ama bu öneri kabul edilmez .4

M. S. Anderson, The Great Powers and the Near East, 1 774- 1 923,
Londra , 1 970, s. 32; Donanma İstihbarat Servisi, Jugoslavia, yer be­
lirtilmemiş, 2. cilt, 1 944 , s . 104- 1 07.
A. Toumarkine, Les Migrations des populations musulmanes balka­
niques en A natolie ( 1 876- 1 9 1 3) , İstanbul, 1 995, s. 27-50.

1 59
BİZANS' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

Ulus meselesi, Müslümanların durumundaki değişiklik­


lerle sınırlı değildi elbette . Liberal ulus-devlet anlayışına
göre, ulus- devleti etnik çoğunluk yönetecek ama azınlık hak­
ları da diğer tüm bireysel haklar gibi garanti altına alınacak­
tı. Bu, yakalaması kolay bir denge değildi. Örneğin ilk Romen
anayasası -Büyük Güçler'in itirazlarına rağmen- Yahudileri
vatandaş olarak kabul etmemişti . Amaç azınlıkları asimile
ederek ülke nüfuslarının uzun vadede homojenleştirilme­
siydi ama Avrupa'nın post-emperyal döneminin siyasi ger­
çeklikleri nedeniyle evdeki hesap çarşıya uymamıştı. Etnik
gruplar arasında büyük düşmanlıklar ve gerilimler vardı.5
1 9 1 2 ile 1 922 yıllan arasındaki on yıllık savaş, bu so­
runların gerçekten ne kadar ciddi olduğunu açıkça ortaya
koymuştur. Makedonya'daki Yunan ve Bulgar çeteleri halka
büyük zarar verir, nizami ordular ise Balkan Savaşlan'nda
daha da büyük felaketlere sebep olur. 1 9 1 2 yılında, Balkan
tarihinde ilk defa olarak, devletler askeri mücadeleyi uzun
dönemli nüfus politikaları için kullanmaya başlarlar. Sırp
ordusu eski Osmanlı toprağı Kosova ve Manastır'da binlerce
sivili öldürür. Bu arada bazı Sırp subayları da, her ne kadar
soykırım fikrinden çok öç duygusuyla hareket ediyor olsalar
da, fütursuz bir şekilde Arnavut nüfusunu "yok etmek"ten
bahsetmektedir. Sonuçta ne olurs a olsun insanların ulu or­
ta öldürülebiliyor olması görgü tanıklarını ve gözlemcileri
dehşete düşürüyordu. 1 9 1 4 tarihli Carnegie raporuna göre
"Türkler Hıristiyanlardan, Bulgarlar Yunanlılardan ve Türk­
lerden, Yunanlılar ve Türkler Bulgarlardan, Arnavutlar da
Sırplardan kaçıyor"du. "Yunanlıların Bulgarlara, Türklerin
Slavlara ve Sırpların Arnavutlara uyguladığı politikalar bir
sürgün ya da yok etme politikası değil(di); bu konuda artık
daha dolaylı yollar kullanılmaktadır ama sonuç aynıdır: Din
değiştirme ve asimilasyon." Zorla din değiştirmeler, toplu
katliamlar ve on binlerce insanın vatanlarından sürülmesi

Romen anayasası için bkz. K. Hitchins, Rumania, 1 866- 1 947, Ox­


ford, ı 994, s. l 6 - 1 7; P. Michelson, Conflict and Crisis: Romanian
Political Development, 1 86 1 - 1 871 , New York, l 987.

1 60
U L U S · DEVLET YA RATMAK

hep Osmanlı'wn Avrupa'da kalmış bir avuç toprağını ulus


prensibine göre yeniden düzenleme çabasının ürünüydü. 6
1. Dünya Savaşı boyunca askerler B alkan halklanna hep
şüpheyle yaklaşmıştır. Kosova'da Sırplar ile Arnavutlar ara­
sındaki mücadele tüm hızıyla devam ediyor, Makedonya ve
Güney Sırbistan'daki Bulgar işgali ayaklanmalara yol açıyor­
du. Aynca artık emperyal güçler de eskisine göre çok daha
sert bir şekilde hareket etmekteydi. 8 Ekim 1 9 1 4'te Avus­
turyalı politikacı Josef Redlich, Macar gazeteci Josef Diner­
Denes'le yaptığı bir görüşme sonrasında günlüğüne şöyle bir
not düşer: "Şu anda yüzlerce Sırp gözaltında ve bunlann ço­
ğunun hiçbir suçu yok. Habsburglann Güney Macaristan'da
w

Sırplara yönelik bir "ırk savaşı"na (Rassenkrieg) giriştiğini


düşünen Diner-Denes bir ay kadar sonra, "Syrmia'da on bin­
lerce Sırp(ın) vatan haini olduğu gerekçesiyle öldürüldü(ğü)
ve sınır bölgeleri(nin) boşaltıldı(ğı) (entvolkertıw haberini ve­
recekti. Redlich'e göre bu gelişmeler, Sırplara karşı "sistema­
tik bir yok etme politikasının (systematische Ausrottungspo­
litikl" işaretleriydi. 7
Bu dil Nazi terminolojisinin de habercisiydi. Elbette
Habsburg devletinin uyguladığı baskı politikası aynı bölge­
de 30 yıl sonra Hitler'in Wehrmacht'ının yaratacağı felaketle
karşılaştınlamaz ama kitlesel katliamlar, toplama kaınplan
ve Sırp elit tabakasının sürgün edilmesi, işgal bölgelerinde
Franz Josef'in ordulannın da kullandığı yöntemlerdi . Bu dö­
nemde Anadolu'da Osmanlı devleti de binlerce Rum'u kıyı
bölgelerinden iç kesimlere sürmüş , 1 9 1 5- 1 9 1 6 yıllannda bel­
ki ı milyona yakın Ermeni'yi örgütlü ve sistematik bir katli­
ama tabi tutmuş , bunlann bir kısmını doğrudan öldürürken
diğer bir kısmını da tehcir yoluyla açlıktan ölmeye mahkum
etmiştir. Hitler'in 1 939'da sorduğu o meşhur soru ("Ermeni-

Report of the Intemational Commission to Inquire into the Causes


and Conduct of the Balkan Wars, Washington, DC, 1 9 14, s. 1 54- 1 55.
F. Fellner (ed.), Das politische Tagebuch Josef Redlichs, Viyana, l .
cilt, 1 953, s . 280, 289; HMSO, The Jugoslav Movement, Londra, 1 920,
s. 2 1 -23.

161
B İ ZA N S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E B A L K A N L A R

leri bugün kim hatırlıyor?") işte bu olaylara gönderme yapar.


Franz Werfel'in 1 930'larda yazdığı Nazi karşıtı alegorik ro­
manı Musa Dağ'da 40 Gün de aynı olaylarla ilgilidir.
Azınlıklar meselesini çözmek için kullanılan yöntemle­
rin hepsi bu kadar şiddet içermiyordu elbette. Uzmanların
kibarca "nüfus nakli" olarak adlandırdığı bir başka yöntem
daha vardı. Nüfus naklinin en büyük örneği l 923'te yapılan
Türk-Yunan zorunlu nüfus mübadelesidir. Bu yöntemle 1
milyondan fazla Rum, Yunanista.n' a ve 380 bin Müslüman da
Türkiye'ye gönderilmiştir. Mübadeleyle birlikte eski Osman­
lı dünyası da artık tamamen sona erer. Bu dönemdeki mü­
badil/muhacir sayısı, Karadeniz ve Doğu Trakya Rumları ile
B alkan topraklarından kaçan diğer Müslümanlar da hesaba
katıldığında 2 milyonu buluyordu. Sadece İstanbul Rum ce­
maati ile Batı Trakya Müslümanları yerine kalır. Müb adele
her iki ülke nüfusuna da -Yunanistan'a g�len mübadil nüfus
Yunan nüfusunun beşte birini oluşturuyordu- sürgün, kaç­
gun ve mahrumiyet ne demek öğretir. Bu arada Türk ve Yu­
nan devletleri de bir yandan bu insanlara yiyecek, barınak ve
s ağlık hizmetleri sağlamaya, bir yandan da koskoca halkla­
rın yerlerinden edilmesiyle ortaya çıkan ekonomik sorunlar­
la baş etmeye çalışmaktadır. Olaya Atatürk ve Venizelos 'un
gözünden, yani milliyetçi bir çerçeveden bakacak olundu­
ğunda mübadele her iki ülkede etnik açıdan türdeş bir ulus
yaratma yönünde atılmış son derece önemli bir adımdır.
Makedonya'nın nüfusu mübadeleyle birlikte %89 Grek ol­
muştu ( 1 9 1 2 'de bu rakam sadece %43 'tü). Anadolu'nun kıyı
bölgeleri ise Müslümanlaşmış, "gavur İzmir" bir Türk şehri
olarak yeniden doğmuştu.
Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi bölgede barışın korun­
ması açısından uluslararası camiaya son derece rasyonel
bir yöntem olarak görünmesine ve gerçekten de l 930'larda
Türkiye ile Yunanistan'ın arasını bir miktar düzeltmiş olma­
sına rağmen iki dünya savaşı arasında başka herhangi bir
ülkede uygulanmaz. Bu dönemde, azınlık haklan Milletler
C emiyeti'nin denetimine girer ve Büyük Güçler, Balkan dev-

1 62
ULUS-DEVLET YA RATMAK

letlerine azınlıklarla ilgili antlaşmalar imzalatır. Kolektif


haklann en az birey haklan kadar önemli olduğu, L Dünya
Savaşı'nın sonunda gayet açık bir biçimde ortaya çıkmıştı,
dolayısıyla bu antlaşmalar 1 9. yüzyılda olduğu gibi kolektif
haklan birey haklannın bir uzantısı gibi gören antlaşmalar
değildi. 1 9 1 8'de, Romanya, topraklannı genişletince büyük
azınlık gruplannı (Macar, Alman, Yahudi ve Ukraynalı) içi­
ne alır: Bu dönemde ülke nüfusu sadece %72 oranında etnik
Romendi. Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı'nın ise % 1 5 katlan ne
Sırp, ne Hırvat ne de Soloven'di. Bulgaristan nüfusunun da
beşte biri Bulgar değildi. Arnavutluk'taki küçük Grek azınlık
bile bu yeni düzene dahil edilmişti. Toplam nüfusu 6 milyo­
nu geçmeyen Yunanistan'daysa ı milyondan fazla mübadil
vardı; Slav, Yahudi ve Müslüman azınlıklardan hiç b ahset­
miyorum bile. 8
Fakat bu yeni azınlık düzeni ne azınlıkları ne de çoğun­
luklan memnun edebilecekti. Milletler C emiyeti'nin fazla bir
yaptırım gücü yoktu. Ülkeleri etnik çoğunluklar yönetiyordu
ve bu yöneticiler dış müdahalelerden hiç hoşlanmazlardı.
Dolayısıyla azınlıklar sağlam bir zeminde durmuyordu. Eko­
nomik kriz ve siyasi belirsizlik gibi sorunlar da işin içine gi­
rince ülkelerini ayağa kaldırmakta zaten büyük zorluk çeken
Balkan devletleri, kendilerine zayıflıklarını gösteren her şe­
ye fazlasıyla duyarlı bir hale gelirler. Milletler C emiyeti'nin
l 930'larda Arnavutluk'ta bir Yunan azınlık okulu açtırmak
için harcadığı çaba düşünüldüğünde, var olan azınlık reji­
minin, beklentilerden ne kadar uzak olduğu açıkça görülür.9
Sonuç olarak Balkan devletleri azınlıklara istedikleri gibi
davranmakta serbestti. Nitekim yeni ele geçirdikleri toprak­
lara hemen asker, memur ve öğretmen yollar, farklı dillerin
konuşulduğu bölgelere çoğunluk nüfusundan yerleşimciler

M. Mazower, "Minorities and the League of Nations in Interwar Eu­


rope", Daedalus, 1 26, no. 2 (Bahar 1 997), s . 47-65.
Bu çatışmayla ilgili Yunan belgeleri için bkz. B. Kondis ve E . Manda
(ed.), The Greek Minority in Albania: A Documentary Record ( 1 92 1 -
1 993) , Selanik, 1 994.

1 63
BİZANS' I N ÇÖKÜŞÜ NDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

gönderirlerdi. Yunanlılar "yeni topraklar"ında, Romenler Be­


sarabya ve Bukovina'da, Sırplar "yeni güney bölgeler"inde,
hatta Hırvatistan, Bosna ve Karadağ'da kendilerine hiç de iyi
gözle bakmayan birtakım halklara egemen olmaya çalışıyor­
lardı. İki dünya savaşı arasında hiçbir B alkan devleti Polon­
yalıların Ukraynalı milliyetçilere karşı ordular seferber edip
köy yakması kadar ileri gitmemişti ama yine de sistematik
bir b askı politikası uygulanıyordu. Azınhklar mal davaların­
da çoğunlukla mağdur olur, devletin resmi dilini kullanma­
ya mecbur edilir, anadillerini ancak kendi aralarında gizlice
konuşabilirlerdi. Henri Pozzi'den öğrendiğimize göre 1 935'te
uBütün Makedonlar soyadlarına 'iç' eki ekleyerek Sırplaş­
mıştı; Yunanistan'da da soyadlarının çoğu artık 'os' ya da 'is'
ile bitiyordu." 1 0
Azınlıklar arasında da ayrılıkçı eğilimler yok değildi. Sı­
nırlar 1 9 1 2 ile 1 922 arasında bu kadar hızlı bir şekilde, böyle
büyük değişikliklere uğrayabildiyse neden yeniden değişme­
sindi? Bu amaçla, Hırvat ve Makedon emigre örgütleri Vers a­
illes düzenini devirmek üzere İtalya'daki revizyonist faşizm­
le ittifaka girer. Makedonya'nın özerkliğini savunan örgütler
ise Bulgaristan'ın batı bölgelerini resmen kendi krallıkları
gibi yönetmeye başlayınca Bulgar siyaseti altüst olur ve
ordu olaylara müdahale eder. Aynca bu dönemde B alkan­
lar'daki Macar ve Alman azınlıklar da hep potansiyel birer
beşinci kol olarak görülmektedir; tabii sonradan Naziler bu
b ölgelerdeki etnik Almanlan dış politika amaçlan için kul­
lanmaya başlayınca bu şüphelerin tamamen yersiz olmadığı
anlaşılır. Gerçekten de il. Dünya Savaşı'yla birlikte Güney­
doğu Avrupa'da sınırlar yeniden çizilecektir: Yugoslavya bir
kez daha yok olur; Arnavutluk, Bulgaristan ve Macaristan
Romanya'dan ve Yunanistan'dan toprak alır.
Etnik azınlıklara uygulanan baskıları Balkanlar'daki ge­
nel yönetim ideolojisinden ayn düşünemeyiz; sonuçta bu
b askılar Balkanlar'da hıikim olan çok daha geniş bir siyaset

10
H. Pozzi, Black Hand over Europe, Lonclra, l 935, s. 181.

1 64
U L U S - DEVLET YARATMAK

etme biçiminin bir p arçasıydı. Aynca en sert azınlık karşıtı


politikalar sağ politikacılardan çok, liberallere aitti çünkü
liberaller hem modernleşmeciydi hem de ancak güçlü bir
merkezi yönetimin sosyal ve ekonomik reformlar yoluyla
ülkeyi 20. yüzyıla taşıyabileceğini düşünüyorlardı. Ne var
ki, Balkanlar gelişmişlik verilerinde (okuma yazma oranı,
tarımda verimlilik ve ortalama yaşam süresi vs) diğer Av­
rupa ülkelerinden geride olduğu için modernleşmecilerin
işi zordu ve bu koşullar altında azınlıklara pek de iyi gözle
bakılmıyordu: Azınlık okullarının ülkede ortak bir kültürün
gelişmesine engel olacağı düşünülüyor, çoğunluk dilini yay­
gınlaştırmak amacıyla devlet okulları kuruluyordu. Aynca
modernleşmecilerin kötü gözle baktıkları tek grup azınlıklar
değildi; isyana meyilli olduğu düşünülen işçi ve köylü top­
luluklarına ve çetelere yani devletin kolay kolay kontrol ede­
mediği tüm gruplara şüpheyle yaklaşılıyordu. Modernleşme­
ciler, bir yandan da, en azından 1 920'lerde, sanayileşmeyi,
tanın reformunu ve yurtdışı para piyasalarına katılımı ön
plana aldıkları için bu sektörlerde etkin olan Alman ve Ya­
hudi gruplarını ya da dil bilen diğer şehirli azınlıkları tama­
men dışlayamıyorlardı. Sonuçta bu dönemde B alkanlar'da
uygulanan baskı politikalarının, kendi içinde bir hedef değil
de devlet modernizasyonunun bir parçası olduğunu söyle­
yebiliriz.
Bu açıdan Balkanlar'daki azınlık politikaları ile Nazilerin
biyolojik ırkçılığı arasında büyük fark vardır. Biyolojik ırk­
çılık B alkan ülkelerinde pek tutunamaz. B alkanlar'da azın­
lıklar, ülkelerinin resmi dilini öğrenerek ya da isimlerini de­
ğiştirerek çoğunluğa asimile olabiliyorlardı; Arnavutluk'taki
Yunanlılar, Yunanistan'daki Ulahlar ve Slavlar, Romanya'da­
ki Ukraynalılar ve Makedonlar için bu yol açıktı. Yahudiler
ve Müslümanlar da din değiştirerek çoğunluğa asimile ola­
biliyorlardı. Bir tek Romanya'daki Yahudi düşmanı devlet,
pogromlara ve boykotlara ortak olmuş, Yahudilerin üniver­
sitelere girmelerinin önüne engeller koymuştur. Romanya'da
Ulusal Hıristiyan Parti'ye ve de faşist Demir Muhafızlar gibi

165
8İZAN S ' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

Yahudi düşmanı aşın gruplara halk da epey destek veriyor­


du. 1 940 yılının sonlannda Demir Muhafızlar hükümete gi­
rince Yahudi karşıtı politikalar binlerce insanın öldüğü bir
dizi katliamla sonuçlanır. Diğer B alkan ülkelerindeyse Yahu­
di düşmanlığı geleneksel Hıristiyan kültürünün bir parçası
olarak kalacak ve siyasi gelişmeleri fazla etkilemeyecektir.
Nazilerin 1 933 sonrası politikalannın aksine Balkan devlet­
leri azınlıklara resmi bir tanımlama getirmekle pek uğraş­
mamıştır; farklı bir ırktan olduklan gerekçesiyle azınlıklan
fiziksel olarak ayırma, gettolara toplama, sonra da ülkeden
sürme gibi politikalar Balkanlar'da neredeyse hiç görülmez.
Bu cins politikalar için bilimin ve bürok.rasinin en azın­
dan bir derece gelişmiş olması gerekiyordu ve Güneydoğu
Avrupa'nın kötü yönetilen fakir köylü toplumlannda böyle
bir gelişmişlik söz konusu değildi . 1 1
Yine d e 1 94 l 'den sonra, Nazi işgali Balkanlar'da farklı
etnik gruplar arasında alttan alta kaynayan gerilimleri gün
yüzüne çıkarmaya başlayınca bir kısım azınlık bunu düze­
ni tersine çevirmek için bir fırsat olarak görür. Bu dönemde
Hırvatlar ilk defa bağımsız bir devlet kurar. Bu devlet Mih­
ver Güçleri'nin kukla devleti olacak ve savaştan önce halk
arasında pek destek bulamamış aşın milliyetçi Ustaşa Par­
tisi bu şekilde yönetime gelecektir. Aynca Ustaşalar bir sü­
re sonra ülkede bir tek-parti düzeni kurar, Kirli alfabesini
yasaklar ve Sırplar ile Yahudilere baskı uygulamaya başlar.
Hedef "Hırvatistan'ı Hırvatlann yönetmesidir. " Ustaşalann
Hırvat tanımı (uHırvat halkının özgürlük mücadelesini en­
gellemediğini hal ve hareketleriyle kanıtlamış Aryan kökenli
kişi") net değildi ve uygulamada epey açık kapı bırakıyordu.
Ama hükümetin göreve gelir gelmez başlattığı şiddet eylem­
lerinde herhangi bir muğlaklık yoktu. Özellikle Sırplar ve Ya­
hudiler hedef tahtasındaydı. Sonuçta Hırvatistan'daki şiddet
eylemlerinde yüz binlerce kişi tutuklanır ya da ölür. Bu ko-

il
O . Janowsky, People a t Bay: The Jewish Problem i n East-Central Eu­
rope, Oxford, 1 938.

1 66
U L U S · D EVLET YA RATMAK

nuda özellikle Jasenovac kampı meşhurdur. Katolik Kilise­


si ise olanlara neredeyse hiç ses çıkarmamıştır. Söz konusu
şiddet politikalarının en önemli sonuçlarından bir diğeri or­
taya büyük bir partizan hareketinin çıkmasıdır. 1 2
Nazi işgalinin B alkanlar'daki etnik çatışma üzerinde bü­
yük etkisi olmuştur. Sırp Ç etnikler "Bosna'da Sırp olmayan
herkesi ve her şeyi yok etmek" amacındadır ve gerçekten
de bu şekilde on binlerce kişi öldürülür. Bulgarlar da Batı
Trakya'yı işgal eder, binlerce sivili öldürür, Yunancayı yas ak­
lar ve bölgeyi Bulgar yerleşimine açar. Benzer bir politika
eski Yugoslavya'ya ait Makedon bölgesinde de denenir, ama
ne Trakya'da ne de Makedonya'da bu tür bir savaş kolonizas­
yonu başarılı olabilir. Bir yandan direniş hareketleri diğer
yandan savaşın zorlukları, toprak kavgalarının önüne geçer.
Sınır bölgelerini yerleşime açmak barış zamanında bile zor­
du: Yugoslavya iki savaş arasında Makedonya'da, Yunanlılar
da 1 950'lerde kuzey bölgelerinde bu işi dener ama köylüler
genelde gönderildikleri yerde durmaz, şehirlere kaçardı; so­
nuçta şehirde yaşamak güvenlik açısından ve de ekonomik
bakımdan daha tercih edilir bir seçenekti . Dolayı sıyla ba­
rış zamanında işlemeyen bir politikanın savaş zamanında
başarılı olması epey zordu. Ama belki bu tür politikaların
başarılı olup olmadığından çok; bu ülkelerin bu politikala­
rı denemiş olması önemlidir: Balkan devletleri (batta Nazi
Almanya'sı) için savaş sadece bir askeri mesele değil, yeni
ele geçirilen bölgelerde nüfus mühendisliği yapmak için bu­
lunmaz bir fırsattı . 13
Almanlar çekildikten sonra bile Balkanlar'daki etnik ka­
rakterli iç s avaş devam eder. Kosova'da Arnavutlar ile Yugos-
12
R. Lemkin, Axis R ule in Occupied Europe, Washington, DC, 1 944, s .
6 1 2 . 626-627; A. Djilas, The Contested Country: Yugoslav Unity and
Communist Revolution, 1 91 9- 1 953, Cam.bridge, Massachusetts,
1 99 1 , 4. bölüm.
13
Çetnikler için bkz. I. Banac. "Bosnian Muslims: From Religious
Community to Socialist Nationhood and Post- Communist Stateho­
od, ı 9 1 8 - 1 922", The Muslims of Bosnia-Herzegovina. ed. M. Pinson,
Cambridge, Masschusetts, 1 994, s. 142- 143.

1 67
BİZAN S ' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

lav direnişçiler aylarca, hatta yıllarca, çarpışır. Voyvodina ve


Romanya'daki Alman azınlık da buradan sürülür, yerlerine
yeni yerleşimciler getirilir. Arnavutlar 1 944- 1 945 yıllarında
Kuzeybatı Yunanistan'dan çıkarılır ve Yunan İç Savaşı ( 1 946-
1 949) güneydeki Atina hükümeti ile kuzeydeki Slav azınlık
arasındaki bir savaşa dönüşür. Yunanistan'daki Slav azınlık
bu mücadeleyle özerklik elde etmeyi umuyor ve bölgedeki ye­
ni komünist devletlerle yakınlaşmayı düşünüyordu. 1 4
1 950 yılına gelindiğinde ise Balkanlar'daki etnik tablo
artık çok farklıydı. Yahudi nüfusu l 930'da aşağı yukarı 856
binken 20 yıl sonra 50 bine düşmüş, yüz binlerce etnik Al­
man, Yugoslavya'dan ve Romanya'dan sürülmüştür. Slavlar ve
Arnavutlar Kuzey Yunanistan'dan, Sırplar Kosova'dan kaçmış,
topyekün savaş, soykırım ve kaçgun bütün Balkan devletlerini
etnik açıdan daha türdeş bir hale getirmişti. Yine de bölgede
hala batın sayılır miktarda azınlık vardı: Bulgaristan, Yuna­
nistan ve Bosna Müslümanları, Romen Macarlan vd.
Yugoslavya'daki etnik ayrılıklar da tüm şiddetiyle devam
ediyordu. İki savaş arasında bu çok-uluslu ülkeyi Karacorc
h anedanı yani Sırplar yönetirken Tito savaştan sonra dikta­
toryal bir tek-parti hükümeti kuracak ve etnik sorunlan bu
şekilde kontrol altına almaya çalışacaktı. Hatta, bir ara, Bul­
garistan, Arnavutluk ve de Yunanistan üzerinde egemenlik
kurabilmek için bir komünist federasyon fikri bile ortaya a­
tılmıştır. 1 948 yazında Yugoslavya'nın Moskova'dan kopma­
sıyla bu planın gerçekleşmeyeceği anlaşılır, ama federalizm,
komünistlerin Yugoslavya'yı bir arada tutma yöntemi ola­
rak devam eder. Yugoslavya'da Nuhuvvet ve ittihat" belki tam
anlamıyla gerçekleşememişti, ama bu tür ideallerin sadece
lafta kaldığı da söylenemezdi. önceki dönemlerin aksine ve
Tito'nun Stalin'le bağlarını koparmasından sonra bile Do­
ğu Avrupa'daki Sovyet hcikimiyeti azınlık sorunlarının ve de
ayrılıkçılığın devletlerarası ilişkileri bozmasına izin verme-

14
N. Malcolm, Kosovo: A Short History, Londra, 1 998, s. 3 1 2; J. Koli­
opoulos, Piundered Loyalties: World War ll and Civil War·in Greek
West Macedonia, New York, 1 999.

1 68
U L U S - DEVLET YARATMAK

miştir. Elbette etnik gerilimler tamamen yok olmuş değildi


ve komünizm çöktükten sonra tekrar gün yüzüne çıkacaktı . 1 5
***

1 950'lere kadar Balkan topraklan köylüler, diplomatlar ve


ordular arasında sürekli bir rekabet konusuydu. Halkın ço­
ğu geçimini topraktan sağlar, diplomatlar ve ordular da aynı
topraklar üzerinde bir güç mücadelesi yürütürdü. Sonuçta
o dönemde tüm Avrupa'da geçerli olan toprak sevdasından
Balkan devletleri de payını almıştı. Ya "ata topraklan"nı fet­
hedip komşu ülkelerde "kalmış" soydaşlarını kurtarmak ya
da güçlü olanın kazandığı bu Darvinyen dünyada kendi ulus­
larının üstünlüğünü kanıtlamak için genişlemeye çalışırlar­
dı. Gerçekten de 1 9 1 4 ile 1 924 yıllan arasında Yunanistan
hem toprak hem de nüfus bakımından dörtte bir oranında
büyür. Romanya yaklaşık 1 39 bin kilometrekareden 3 1 7 bin
kilometrekareye ulaşır, nüfus olarak 7 ,5 milyondan 1 7 ,6 mil ­
yona çıkar. Bu süreçte toprak kaybına uğrayan Bulgarlar ise
1 878 Ayastefanos Antlaşması'yla kendilerine vaat edilen bü­
yük Bulgaristan'ı kurma hayallerinin peşine düşer. Ülkeleri­
nin sınırlarını ancak 1 920'lerin başında belirleyebilen Arna­
vutlar da Yunanistan ve Yugoslavya'daki "ata topraklan"na
göz dikmiştir.
Peki, on yıldır savaşlarla boğuşan bu devletler gittikçe
büyümekte olan nüfuslarını nasıl besleyeceklerdi? 1 9 1 2 ön­
cesinde yaşanan göçler, durumun vahametini gayet açık bir
şekilde ortaya koyuyordu: Bu dönemde, çiftçilikten umudu­
nu kesen birkaç milyon fakir köylü, ABD'nin yolunu tutmuş­
tur. Ne var ki, Slovenya'dan Mora'ya Balkanlar'ın pek çok ke­
simini kapsayan bu göç dalgası, ne var ki, 1 92 l 'de bitecek ve
Güneydoğu Avrupa'nın yeni devletleri bundan sonra kendi
başlarının çaresine bakmak durumunda kalacaklardır. Artık
ekonomiye bir çeki düzen vermek gerekmektedir.

R. King, Minorities under Communism: Nationalities as a Source


of Tension among Balkan Communist States, C embridge, Messec­
husetts, 1 973; P. Shoup, Communism and the Yugoslav National
Question, New York, l 968.

169
B İ Z A N S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E B A L K A N LAR

Savaş, ülkelere kendi kendilerine yetmeleri gerektiğini öğ­


retmiş ama aynı zamanda bu işi son derece güçleştirmişti.
Savaş sonrasında hükümetler halklara ekonomik yardım gö­
türmeye çalışır fakat bu konuda pek de başanh olamayınca
Yakındoğu Örgütü, Milletler Cemiyeti ve Rockefeller Vakfı gibi
uluslararası kurumlar devreye girer. Balkan ülkelerinin büyük
yapısal sorunlan vardır. 1 9 1 4 öncesindeki para düzeni, 1 9 1 8 yı­
lında, savaş maliyeti nedeniyle hem ekonomik hem de finansal
açıdan bozulmuştur. Savaş sonunda uluslararası para piyasa­
lanndan borç alabilmek için devletlerin önce p�ra birimlerin­
de istikrar sağlayıp bankacılık reformu yapmalan gerekiyordu.
Bu da vergilerin artması ve harcamalann kısılması demekti.
Aslında Balkan devletleri savaşın bitiminde Bolşevik kor­
kusuyla büyük tanın reformlanna giriştikleri için köylülerin
durumu bu dönemde hiç de fena sayılmazdı. Amaç, küçük top­
rak sahibi bir köylü sınıfı yaratarak toplumu devrimci hareket­
lerden korumaku. Balkanlar'da zaten yaygın olan küçük toprak
sahipliği bu şekilde daha da güçlenir ve büyük çütlikler azalır.
Fakat bir süre sonra bu politikanın ekonomik maliyeti siyasi
faydalarının önüne geçecektir: Çiftçiler toprak bölününce pa­
zar üriinl erine yönelir, pazar üriinlerine yöneldikçe piyasaya
bağımlılıkl an artar, piyasaya bağımlılıkl an artınca da borca
sürüklenirler. l 930'lann başlannda çiftçi borçlan, tanın re­
formunu baltalayınca köy modernleşmesi hayal olur. Dünya
piyasalanndaki üıiin fiyatlan da düşünce köylüler epey para
kaybeder ama devlet vergi oranlannda herhangi bir değişik­
liğe gitmez. Zaten Balkan ülkelerinin tümünde verginin büyük
kısmı tüketim maddelerinden alınan dolaylı vergilerden olu­
şuyordu. Romen vergi yasasının ( 1 923) giriş bölümünde şöyle
bir ibare vardı: "Kırsal bölgelerde büyük toprak sahipliği yok
olmaktayken sadece küçük bir azınlığın ticaret ve sanayi ser­
mayesi biriktirmesine izin veren ve halk kitlelerini eski zaman
serfleri gibi gören bir devlet demokratikleşemez."16

16 D. Mitrany, Marx against the Peasant, Chapel Hill, North Carolina,


s. 1 1 8.

170
U L U S - DEVLET YA RATMAK

Peki, köylüler neden demokratik haklannı kullanıp ken­


di p artilerini kurmuyorlardı? Belki de kuramıyorlardı çün­
kü Balkan demokrasileri liberal görünmelerine rağmen as­
lında düzgün işlemeyen otokratik birer rejimdi . Yargı, ordu
ve şehirli elitler büyük güç sahibiydi . Yine de bu her şeyi
açıklamıyor. İki savaş arasında Avrupa'da köylü siyas eti çok
zayıftı. Köylü partilerini Kızıl Komünistlere ve Beyaz Kar­
şı-Devrimcilere karşı bir araya getirmek için kurulan Yeşil
Entemasyonal'i kim hatırlıyor bugün? B alkanlar'daki gibi
büyük köylü toplumlannda bükü.metlerin iyi birer tanın
politikası olması beklenirdi ama pratikte köylüleri harekete
geçirmek veya herhangi bir siyasi görüşe kanalize etmek zor­
du. Ayrıca okuma yazma oranı hıila çok düşüktü ve köylüler
değişiklik sevmezdi . Hem Bulgaristan hem de Romanya'da
birer köylü p artisi kurulmuş ancak pek ses getirmemişti . ör­
neğin Bulgar Tanın Birliği büyük bir seçim zaferi kazandık­
tan sonra bir darbeyle yok olur. Romen Ulusal Köylü Partisi
de iki yıl hükümette kalmasına rağmen, parti başkanı Iuliu
Maniu kralla anlaşmazlığa düşünce, hükümetten çekilir. Hır­
vat Köylü Partisi ise halk arasında güçlü olmasına karşın iki
savaş arasında Sırp liderliğindeki bir elit grup tarafından
marjinalize edilmiştir. Yunanistan'da ise siyaset, kralcılar ile
cumhuriyetçiler arasında bölünmüştü ve herhangi bir köylü
partisine yer yoktu. 1 7
Asıl önemlisi bu köylü partilerinin hiçbirinin ekonomik
sorunlara vereceği bir cevabının olmamasıydı. Vergi yükü­
nü hafifletmek ya da kredi kooperatifleri açmak ne nüfu s
artışına çözüm getirebilir ne de sanayiyi ilerletebilirdi.
Küçük toprak s ahiplerinin dünya piyas alannda rekabet gü­
cü yoktu ama artık 1 9 . yüzyılın kendi içine kap alı ekono­
mik sistemine de geri dönülemezdi . Köylülerin b orçlannı
ödemeleri lazımdı, aync a aileler kalabalık olduğu için de
geçim derdi büyüktü . Hem şehirli aydınlann hem de dev­
letin bu dönemde yeni açtığı turizm acentalanna b akılır-

17
H. Tiltman, Peasant Europe, Londra, 1 937.

171
BİZANS'IN ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

s a B alkanlar'da ideal bir köy hayatı vardı ama bölgeye bu


şekilde refah gelemeyeceği de açıktı . Nitekim 1 920'lerde ve
30'larda köyden kente bir göç dalgası yaşanır. Tabii, şehir­
lerde de. iş sizlik vardır.
Her şeye rağmen, l 920'lerde, s avaşın izlerinin yavaş ya­
vaş silinmeye başladığı ve ekonomik buhranın da henüz u­
fukta görünmediği bir dönemde gidişat çok da kötü değildi.
Bu dönemde B alkan devletleri liberal p olitikalar izleyerek
merkez b ankaları kurar ve altın standardına katılırlar. Ay­
nca bütçelerini de sıkı tutup borçlarını düzenli ödeyerek
ülkelerini yabancı yatırımcılara çekici hale getirmeye ça­
lışırlar. Gerçekten de bir süre sonra Fransızlar, İngilizler
ve Amerikalılar bölgeye p ara akıtmaya başlar. Ama ulusla­
rarası kapitalizme ayak uydurmak kolay değildir. l 930'lar­
da ihracat duracak ve yeni bir borç krizi başlayacaktır. Bu
a ş amada İngilizler ve Fransızlar B alkanlar'dan mal almayı
keser; bölgeye döviz girişi azalır. 1 932 yılında pek çok Bal­
kan ülkesi borç ö deyemez bir duruma gelir ve kur sistemi
dondurulur. 1 9 1 8 yılında büyük çabalarla yeniden kurul­
maya başlanan uluslararası liberal ekonomik düzen artık
çökmüştür.
B alkan ekonomileri bundan sonra kendi yağlanyla kav­
rulmak durumundadır. Devletler ekonomiye doğrudan mü­
dahale etmeye başlar. Gümrük duvarlan yükseltilir; döviz
kontrol altına alınır. Aynca Balkan tarihinde ilk defa olarak
devlet kaynak tahsisine dahil olur, ürün satın alarak ve borç
ödeyerek çiftçiyi korur. Bu şekilde sanayi üretimi l 930'lar­
da birkaç yıl gayet iyi gidecek, liberal piyasalann çöküşüyle
ortaya çıkan boşluk yerini Almanya'yla yapılan takas tica­
retine bırakacaktı. Pek bir başanlı elde edilemese de bölge­
sel ticareti geliştirmek için düzenli aralıklarla konferanslar
toplanır. Aynı şekilde, bir Balkan federasyonu kurmaya yöne­
lik bazı çabalar olur ama fazla yankı bulmaz. 1 8

••
Yunanistan'daki ekonomi politikaları için bkz. M. Mazower, Greece
and the Interwar Economic Crisis, Oxford, 1 99 1 .

172
U L U S - D E V L E T YA RATMAK

Sonuç olarak Balkanlar'da ekonomik kriz p arlamenter


demokrasinin zaten zayıf olan temellerini daha da aşın­
dırır. Bölgede zaten l 930'lardan önce kurulan demokra­
tik kurumlar da fazla bir meşruiyet alanı bulamamıştı.
Yunanistan'da birbiri ardına askeri darbeler oluyor, kapalı
kapılar ardında birtakım gizli siyasi planlar yapılıyordu.
Yugoslavya'da ise 1 9 2 1 Anayasası'yla ilgili bir anlaşmazlık
Sırp ve Hırvat partilerinin arasını iyice açmış ve bu ayrış­
ma Hırvat Köylü Parti si lideri Stjepan Radic 'in suikaste uğ­
ramasıyla (hem de mecliste) içinden çıkılmaz bir hal almış­
tı. Bulgaristan Başbakanı ve Köylü Partisi lideri Stambolis­
kii de bir darbe sonrası vahşice katledilir. Arnavutluk' taysa
Ahmed Bey Zogu, 1 924'te bir grup paralı askerin yardımıyla
yönetimi ele geçirip kendini önce başkan sonra da kral ilan
eder. Balkan komünist p artileri ise l 920'lerin başında, kısa
bir süreliğine de olsa halktan geniş destek bulmaya başla­
yınca pek çok yerde yasaklanır. Fakat, iki s avaş arasında
liberal demokrasiyi tehdit edecek asıl tehlike soldan değil
sağdan gelecekti .
1 929 yılından sonra bütün Balkan ülkelerinde s ağ dik­
tatörlükler başa gelir. Bu diktatörlükler faşist değildi, yani
yönetimde demokratik yollarla iktidara gelen kitle p artile­
ri değil, krallar ve kralların atadığı b akanlar vardı. Zaten
Güneydoğu Avrupa'da, devletin, sol akımları ya da Roman­
ya'daki Demir Muhafızlar gibi popüler faşist hareketleri
kolayca bastırabilmesi, bu ülkelerde kitle siyasetinin ne
kadar zayıf olduğunu gayet açık bir biçimde gösteriyordu.
1 929 yılında Sırp-Hırvat-Slovak Kralhğı'nda Kral Aleksan­
der meclisi fesheder ve kendi diktatörlüğünü kurar; ayn­
ca ülke bu dönemde (daha iyimser bir şekilde) Yugoslavya
adını alır. Bulgaristan'da ise 1 935 yılında Kral Boris benzer
bir yol izleyerek meclisi bir danışma organına dönüştüre­
cek ve seçimleri sıkı denetim altına alacaktır. 1 93 6 yılında
Yunanistan'da da Kral George meclisi fesheder. Romenle­
rin hiç sevmedikleri kralları II. Carol ise popüler faşist li­
der Comeliu Codreanu'yu öldürttükten sonra gözlemcilerin

173
BİZANS' I N ÇÖKÜŞÜ N D E N GÜNÜMÜZE BALKANLAR

"tam anlamıyla bir fiyasko," diye nitelendirdiği yeni Ulus


Partisi'ni kurar ve Milli Birlik Hükümeti'nin başına geçer. 19
Sonuç olarak bölgedeki ilk demokrasi deneyimlerine
rağmen sağ ve sol kitle p artileri fazla uzun ömürlü olmaz.
Liberal entelektüellerin umut bağladığı parlamenter dü­
zenin ve siyasi partilerin, beklentileri karşıl�yamayacağı
l 930'ların sonunda artık anlaşılmıştır. Kimse bu düzenin
ardından gözyaşı dökmez ama diktatör-krallar ile onların
yardakçılarına iyi gözle bakıldığını da söylemek zordur.
Bu aşamada B alkanlar'ın ne yöne gittiği hiç belli değildir.
Krallar mevcut düzeni olduğu gibi devam ettirmek ister a­
ma tarımdaki işsizliğin yarattığı darboğazdan çıkmak için
bazı radikal sosyal ve ekonomik dönüşümlere ihtiyaç var­
dır. Krallar bu konuda hiçbir şey yapamadığı gibi önce bur­
juvazinin sonra da sağ siyasetçilerin yarattığı düş kırıklığı
1 945'ten sonra Sovyetler Birliği'nin desteğiyle gerçekleşti­
rilecek olan sol kaynaklı ekonomik gelişim projelerine gi­
den yolu açar.
• ••

il. Dünya Savaşı'mn yarattığı yıkım ve savaş sonrası geliş­


meler ise eski siyasi eliti tamamen ortadan kaldıracaktır.
önce Nazi (sonra Sovyet) işgali Balkan devletlerinin beslen­
me, korunma ve barınma gibi en temel ihtiyaçları bile kar­
şılamaktan ne kadar uzak olduğunu en acı bir şekilde gös­
termiştir. Yunan devleti bu dönemde gıda tedarik edemez ve
ülkede açlık başlar. Bu arada Yugoslavya bölünmüş ve dev­
let, olanlardan sivil halkı sorumlu tutunca iç savaş çıkmış­
tır. Yugoslav toplumu bu yıllarda büyük sarsıntılar geçirir,
çıkan çatışmalarda yüz binlerce kişi ölür. Yunan ve Yugoslav
devlet başkanları ülkelerini terk edince de yönetimle halkın
arası iyice açılır. 1 943- 1 944 yıllarında komünistlerin kontro­
lündeki kitlesel direniş hareketleri iktidarı ele geçirmek için
Alınanların bir an önce gitmesini beklemektedir.

19
Hoare'dan Halifax' a, 5 Temmuz ı 940, British Documents on Foreign
Affairs, 2 1 . cilt, 23:5, Bethesda, Maryland, 5. bölüm, n. 55. Bu kay­
nak için Kate Thirolf'a müteşekkirim.

1 74
U L U S - D EVLET YARATMAK

Ekim 1 944'te Churchill ile Stalin, Balkanlar'ı paylaşır:


Yunanistan İngilizler ile Amerikalıların, geri kalan bölgeler
de Sovyetlerin kontrolüne girecektir. Yunanlı komünistler,
böyle bir plan yapılmış olabileceğine hiçbir zaman inanmaz
ve uzun bir iç s avaştan sonra yenik düşerler. 1 949 yılında
biten bu iç savaşta, Alman işgalinde olduğundan çok daha
fazla insan ölmüş, hapse atılmış ya da sürülmüştür. Yuna­
nistan'daki bu devlet krizi ancak 1 940'lann sonunda İngilte­
re ve Amerika'dan antikomünist harekete büyük bir askeri ve
maddi destek gelince sona erer. Yugoslavya ve Arnavutluk'ta
ise komünist direnişçilerin iktidara gelmesi o kadar da zor
olmamıştır. Almanları Yugoslavya'dan Kızıl Ordu çıkanr ama
Tito'nun iktidara gelmesi tamamen yerel bir harekettir ve
partizanların desteğiyle gerçekleşmiştir. Tito diğer tüm ra­
kiplerini de (Sırp Ç etnikler, Hırvat Ustaşalar, Slovak işbirlik­
çiler vd) bir yıl içinde tamamen yok eder.
Bulgaristan ve Romanya ise savaştan sonra, savaşta ol­
duğundan daha fazla sıkıntı çeker. Her iki ülke de Mihver
Devletleri'yle ittifaka girmiş olduğu için savaş sırasında
diğer Balkan ülkelerinin yaşadığı felaketleri yaş amamış
ama Almanların savaştan yenik çıkması Bulgar ve Romen
yönetici elitinin siyaset s ahnesinden silinmesiyle sonuç­
lanmıştır. Bunun ardından da hemen Sovyet işgali başlar
ve komünizm gelir. Sovyetler, Almanlardan çok daha etkili
bir biçimde tahıl üretimine el koyar. Bu dönemde özellikle
Bulgaristan'da eski devlet yöneticileri alaşağı edilir, s avaş
öncesi siyasetçi sınıfından çıkabilecek potansiyel düşman­
lar ve savaş dönemi işbirlikçileri öldürülür, hapse atılır ya
da sürülür. Aynca Romanya'da hükümet başta Almanlar ol­
mak üzere etnik azınlıklarla da hesaplaşmıştır. Öte yandan
hem Bulgaristan'da hem de Romanya'da komünist parti ü­
yeliği önceleri çok sınırlıydı. Diğer Balkan ülkelerinde Nazi
işgali sırasında ortaya çıkan direniş örgütleri sonradan ko­
münist partilere evrilmişti; Bulgaristan ve Romanya'da ise
Nazi işgali yaşanmadığı için komünist partilerin arkasında
böyle bir destek yoktu. Buna rağmen iki ülke de kısa bir süre

1 75
8İZANS'IN ÇÖKÜŞÜ N D E N GÜNÜMÜZE BALKANLAR

içinde açığı kapayacak, Bulgaristan'da Eylül 1 944 ile 1 946 a­


rasında komünist parti üyeliği 1 4 binden 422 bine çıkacaktır.
1 950'lere gelindiğinde artık silahlı mücadeleler sona er­
miş ve B alkanlar, Hür Dünya ile Sovyet Komünizmi arasın­
da bir laboratuvara dönüşmüştür. B aşlıca rekabet konusu,
B alkanlar'ın nasıl modemleşeceğiydi. öncelikli amaç, tanın
toplumlarının endüstrileşmesi ve hızla büyümekte olan B al­
kan nüfusu için yeni iş alanlarının açılmasıydı. Aynca uzun
vadede bütün B alkan ülkelerinin Avrupa'nın diğer kesimle­
rindeki yaşam standardını yakalaması bekleniyordu. Demir
Perde'nin ayırdığı dünyalar birbirinden çok farklıydı. "Sıra­
dan bir insan -siyaset ve ekonomi bir yana- sınınn hangi
tarafında yaşamayı tercih eder?" Deneyimli İngiliz gözlem­
ci Elizabeth B arker'ın 1 948 yılında sorduğu soru buydu.
B arker' a göre Yunanistan'daki anarşi ile kuzey ülkelerindeki
sıkı denetim politikası arasında büyük fark vardı, "bir yanda
bireyleri birtakım sosyal parazitlerin eline teslim eden gü­
vencesiz bir toplum, diğer yanda insanları özgürlüklerinden
vazgeçmeye zorlayan, ama karşılığında zor da olsa minimum
bir sosyal güvence sağlayan bir düzen. "20
Aslında pek çok Batılı entelektüel komünizmin bölgenin
ekonomik ihtiyaçlarına cevap verebileceğini düşünüyordu.
Sistemin sertliği elbette hoşlarına gitmiyordu ama komünist
politikaların hem ekonomik durgunluğu hafifletebileceğine
hem de Balkan ekonomisine kalıcı yapısal çözümler getire­
bileceğine inanıyorlardı. 1 954'te tarihçi Hugh Seton-Wat­
son, Sovyetlerin "dev projelerinin insanın aklına durgunluk
verdiği"ni söyler, "biz her ne kadar gelişmeleri dış arıdan ta­
kip ediyor olsak da komünistlerin bu işe ne büyük bir he­
yecan ve umutla giriştiğini görmemek mümkün değil. Geniş
çaplı sanayileşme, bayındırlık hizmetleri ve de tarımda ma­
kineleşme Doğu Avrupa'da kırsal bölgelerin eskiden beri bo­
ğuştuğu sorunlara -nüfus artışı, fakirlik ve de mamul mal
sıkıntısı- karşı çok iyi bir çözüm." 2 1

20
E. Barker, Truce in the Balkans. Londra, 1 948, s. 255.
21
Age.; H. Seton-Wetson, The East European Revolution, Londra,

1 76
U L U S - DEVLET YARATMAK

Aynca Seton-Watson'a göre asıl uYunanistan'ın planlı bir


endüstrileşmeye ihtiyacı var"dı, ama bu, uzun yıllar dış yar­
dıma bağlı kalmalarını gerektirebilirdi. Yunanistan, tarihi­
nin hiçbir aşamasında planlı bir endüstrileşmeye gidemez
ama dış yardım için aynı şey söz konusu değildir: 1 947 Tru­
man Doktrini'yle birlikte, dünyada kişi başına en çok Ame­
rikan yardımı alan ülke Yunanistan olur. 1 963 yılına kadar
buraya 3 milyon dolar değerinde askeri ve ekonomik yardım
girer. Yunanistan aynca Ortak Pazar sayesinde de Batı Av­
rupa pazarlannda ayncalıklı bir konumda olacaktır. Fakat
ülkeye giren dış sermaye düşünüldüğünde büyüme oranla­
n aslında o kadar da olağanüstü değildir ve Yunanistan dış
sermayeden çok tekstil ihracatına, Batı Almanya'daki Yunan
göçmen işçilerin gönderdikleri dövize ve her şeyden önem­
lisi kitle turizmine bağlı olarak büyür. 1 974'ten önce ülkeye
yılda 2 milyon turist gelirken 1 980'de bu rakam 6 milyona çı­
kar. Yunanlılar sermayelerini endüstriden çok gayrimenkule,
tüketim maddelerine ve servis sektörüne yatırır. Devlet eko­
nomide büyük p ay sahibidir ama imalat ve sanayiden çok,
bayındırlık ve iletişim hizmetlerine yatının yapar.
Demir Perde ülkelerindeki büyüme oranlan ise
Yunanistan'da olduğundan çok daha yüksektir. Komünist hü­
kümetler ağır s anayi yatınmlannı ekonomi politikalannın
merkezine almıştı. Devlet, aynca tüketimi de kontrol etmek­
te ve herhangi bir dış yardım olmadan (Yunanistan'ın aldığı
Amerikan yardımı gibi) p ara kaynaklannı sermaye mallanna
aktarmaktaydı. B alkan ülkeleri Sovyet modelini izleyerek a­
ma onlar kadar sert uygulamalara gitmeden tanın üretimini
de kolektifleştirir (her ne kadar bu alanda büyük başanlar
elde edemeyecek olsalar dal ve sivil halkın emeğinden yarar­
lanırlar. Aynca ciddi bir muhalefetle karşılaşacak olsalar da
1 950'lerin başında Hköylere sınıf bilinci" yerleştirmeye çalı­
şırlar. Her şeye rağmen, en ücra bölgelere bile elektrik gitme­
si, makineye dayalı yeni sanayi sektörlerinin ortaya çıkması,

1 954, s . 254-255, 335. 388.

1 77
B İ Z AN S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E BALKANLAR

karayollannın ve demiryollarının genişlemesi, komünistle­


rin kendilerinden öncekilerin yapamadığını yapıp Balkan
ülkelerini ekonomik açıdan kendi kendine ayakta durabilen
modern birer devlet haline getirmekte ne kadar başarılı ol­
duklarını gösterir. 1 939 yılında Bulgaristan'ın milli gelirinin
%24'ü s anayi, %56'sı tarım üretiminden geliyordu. l 952'de bu
oran %47 ve %34 olmak üzere tersine çevrilir. Romanya'da
da s avaştan önce iş gücünün %76'sı tanın sektöıiindeydi, sa­
dece % 1 1 'lik bir kesim s anayiyle uğraşıyordu; 1 986'da tanın
sektöıiin de çalışanlar %28'e düşer, s anayi sektöründe çalı­
ş anlar %45'e çıkar. Komünist devletler SSCB'yle değil Batı
Avrupa'yla ticaret yapıyor olsalardı, büyümenin çok daha
hızlı olacağı kesindi . 22
Sonuç olarak Balkanlar'da artık durgunluk dönemi so­
na ermişe benziyordu. 20-30 yıl içinde Demir Perde'nin her
iki tarafında büyük sosyal dönüşümler de yaşanır. Büyüme
oranlan daha önce hiç bu kadar yüksek olmamıştır ve sa­
dece bir kuşak içinde Balkan ülkeleri birer köylü toplumu
olmaktan çıkıp modern şehir yaşamına geçer. 1 966 yılında
uTime-Life"ın The Balkans (Balkanlar) adlı kitabı Güneydoğu
Avrupa'da uher şey(in) çok hızlı bir şekilde değiştiği"ni yazı­
yordu:

O eski Balkanlar, yani ağaların beylerin dolandı­


ğı, milliyetçiliğin kol gezdiği o ihtiras ve gizem do­
lu dünya yavaş yavaş yok oluyor. Amavutluk'un ve
Karadağ'ın en ücra değ köylerinde bile durum böyle.
Teknoloji, doymak bilmez bir canavar gibi, her yere
nüfuz ediyor. İş makineleri durmaksızın dağlan ka­
zıyor. . . traktörler ve · tırmık makineleri toprağı ça­
palıyor (bu arada toprak da kolektifleştirilmiştirl . . .
çobanlar otlaklara kamyonlarla götürülüyor. Devlet,
Karadeniz sahillerinde yeni teknolojiye uygun cam ve
beton malzemeden tatil köyleri inşa ediyor.

22
R. L. Wolff, The Balkans in Our Time, New York, 1 978, 1 4. bölüm;
M. E . Fischer, "Politics, Nationalism and Development in Romania",
Diverse Paths to Modemity in Southeastem Europe, ed. G. Augusti­
nos, New York, 1 99 1 , s. 149.

1 78
U L U S - DEVLET YA RATMAK

1 947 ile 1 974 yıllan arasında Yunanistan'ı çeşitli aralık­


larla yakından izleme imkanı bulan tarihçi William McNeill
ise bu konuda daha da netti: "Amaç eğer insanlann ihtiyaç­
lannı karşılamak ve onlan mutlu etmekse, o zaman son 30
yılda Yunanistan'da yaşanan gelişmeler büyük bir haşan öy­
küsü olarak görülmeli. 1 945 'te sadece birer hayal olan pek
çok şey bugün milyonlarca Yunanlı için gerçek olmuştur." 23
Şehirler de inanılmaz bir hızla büyüyordu: 1 960 ile 1 99 1
yıllan arasında Atina nüfusu 1 ,9 milyondan 3 milyona, Bük­
reş nüfusu 1 ,4 milyondan 2,2 milyona, Belgrad nüfusuysa
585 binden 1 , 1 milyona çıkar. Selanik, Osküp ve Saraybosna
gibi küçük şehirler bile nüfuslannı bu dönemde ikiye kat­
lar. Bükreş'ten Larisa'ya pek çok yerde şehir merkezlerinin
çevresine yüksek apartman bloklan inşa edilir. Küçük taşra
kasabalan beton yığını olur, bir taraftan çelik konstrüksi­
yon ofis binalan diğer taraftan asfalt yollar yapılır ve elbette
trafik sorunu başlar. Taşra yavaş yavaş boşalmakta, köyler
terk edilmektedir. l 980'lerde, belki bazı ücra köylerde ya­
şayanlar hariç, geleneksel kıyafetle dolaşan da kalmamıştı.
Köylüler artık şehirlerde yaşıyordu. Ç ocuklannı okula gön­
deriyor, yeni tüketim ve eğlence kültürünü benimsiyor, Ka­
radeniz, Adriyatik ya da Ege'de tatile çıkabilecek kadar para
kazanıyorlardı.
Öte yandan, bu insanlar, her ne kadar şehirlere göç et­
miş ve yaşam biçimlerini değiştirmiş olsalar da topraktan
ve köylerindeki ahşkanlıklanndan tamamen kopmuş değil­
lerdi. örneğin din, komünist ateizmine göre hıilıi daha güç­
lüydü. Aynca ve belki asıl önemlisi, köylerden ucuz ve taze
sebze, meyve ve et tedarik etmek mümkündü; köylüler mem­
leketlerinden gönderilen bu mallan, şehirlerde devlet tara­
fından dağıtılan ya da dükkanlarda satılan mallara tercih
ediyorlardı . Aynca aile ve köy odaklı sosyal ilişki biçimleri
siyasete, orduya ve ekonomiye de yansımış, şehirler büyük

23 E. Stillman, The Balkans, New York, ı 966, s. l 46; W. H. McNeill, The


Metamorphosis o/ Greece since World War 11, Oxford, 1 978, s. 247.

179
BİZAN S ' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

birer köye dönüşmüştü: Kişisel bağlantılar ya da karşılık­


lı iltimas geçmeler devlet dairelerinde çok iş görürdü. Ta­
bii olaylara dışarıdan b akan biri için bütün bunlar, Balkan
toplumlarının, dünyanın mekanikleşmesine verdiği doğal
bir yanıt değil de bir "yozlaşma ve çürüme" alameti olarak
algılanabilirdi .
Aslında pratikte komünizm ile kapitalizm arasında sanıl­
dığı kadar büyük bir fark yoktu. Komünist ve kapitalist büyü­
me modelleri aynı olmayabilirdi ama genel büyüme oranlan
birbirine yakındı. Yunanistan'da komünist ülkelere göre da­
ha büyük bir gelir dağılımı eşitsizliği vardı ama buna karşın
ortalama gelir daha yüksekti. İşçi gelirleri açısından ise köy
ile kent arasındaki fark Demir Perde'nin her iki tarafında da
büyümekteydi. Aynca komünist kapitalist ayırt etmeden mo­
dern refah devletinin sosyal kurumlan -okul. üniversite, has­
tane, tarım kooperatifleri- bütün Balkan ülkelerine girmişti.
Romanya'da savaştan önce 26. 500 üniversite öğrencisi varken
bu sayı 1 957'de 1 57 bine çıkar. Balkanlar'a artık şehir ekono­
misi hakimdir; bütün köylere yol girmiş, okuma yazma bilme­
yen kalmamıştı. Balkanlar'da artık eski tip köy yoktu.
Elbette ülkeler arasında büyük siyasi farklar da olduğunu
unutmamak lazım. Nicolae Ceausescu, yarattığı polis devle­
tinde aşın uygulamalara gidip köyleri tamamen boşaltmış
ve "sistematize" beton agro -kentler kurmuştu. Yunanistan'da
da iç savaştan sonra solcular sıkı takip altındaydı . Her ne
kadar Yunanistan'daki durum olaya dışardan bakanların
zannettiğinden çok daha yıkıcı olduys a da buradaki uygu­
lamalarla Romanya'daki uygulamalar arasında nitelik farkı
vardı. Yunan devletinin konformist anti-komünizmi düşünce
özgürlüğünü ve kültür serbestisini engelliyordu ama kuzey­
deki Marksizm Leninizm kadar değil. 24

24 N. V. Giannaris, Geopolitical and Economic Change in the Balkan


Countries, Londra, 1 996; Fischer, "Politics, Nationalism and Deve­
lopment", s. 1 57; C. Deltuere de Brycher, "Ouelques images de la
systematisation", La Roumanie contemporaine, ed. N. Pelisser vd,
Paris, ı 966, s. ı 3-49.

1 80
U L U S - D EVLET YARATMAK

Demir Perde ülkelerinde en çok tartışılan konulardan


biri, tek-parti sisteminde nasıl etkili bir şekilde ekonomik
reform yapılabileceğiydi. Reform yanlısı Yugoslav komünist­
ler merkezi planlamayı arz ve talep dengesiyle birleştirme­
ye çalışıyorlardı; amaç uüretim kapasitesi yüksek, istikrarlı,
rasyonel ve modern bir pazar ekonomisi" yaratmaktı . Ama
bu, imkansızı istemek gibi bir şeydi. Nitekim bu politikayla
bir süre sonra hem fiyatlar hem de işsizlik artacak, büyüme
oranları düşecekti. Komünist ülkelerde özel girişime sadece
bir noktaya kadar izin vardı ve bu ülkelerde işletmecilerin
rekabetçi bir ortamda iş deneyimi olmadığı için devlet şir­
ketlerini modernize etmeye yönelik uygulamalar pek bir işe
yaramıyordu. Aynca komünist yönetimlerde işçi memnuni­
yetsizliği kapitalizmde olduğundan çok daha ciddi bir sorun­
du . Yugoslavya'da devlet, ekonomi üzerindeki hakimiyetini
bir miktar azaltmaya başlayınca işçiler hemen partinin para
babalarına diş bilemeye başlamış, milliyetçi dalgalanmalar
yaşanmıştı. Bulgaristan ve Romanya'da ise hem daha az re­
form yapıldığı hem de daha fazla polis baskısı olduğu için
devlete karşı açık bir direniş olmamıştır. 25
l 970'lerin ortalarından itibaren Kapitalist Yunanistan ile
Sosyalist Kuzey arasındaki farklar belirginlik kazanır. Petrol
krizi ve global ekonomideki yavaşlama her yerde değişimi
zorunlu kılıyordu. Komünist rejimler, zamanında ağır sana­
yiye büyük yatının yaparak dışa bağımlı olmayan milli eko­
nomiler geliştirmiş ve l 930'lardaki sorunları bu şekilde çö­
zebilmişlerdi. Ama artık şartlar değişmişti. l 980'lerde devlet
destekli iş-yoğun ağır s anayi, denizaşırı ülkelerden gelen ka­
pitalist dalgayla rekabet edememeye başlar. Komünist rejim­
ler 60 yıl önce o nefret ettikleri burjuva yöntemlerini şimdi
kendileri uyguluyor ve Batı bankalarından borç alıyorlardı,
ama nafile. Gittikçe büyümekte olan dış borç ancak aşırı bir
baskı politikasıyla kapatılabilirdi: Ceausescu, kendi halkı-

25
F. Fejto, A History of the People's Democracies, Hannondsworth,
1 974, s. 376-377.

181
BİZANS' I N ÇÖKÜŞÜ NDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

nın yaşam düzeyini düşürmek pahasına Romanya'nın borç­


lannı ödeyecekti ama bu işi elbette büyüklüğü ve istihbarat
ağıyla Gestapo'ya taş çıkaracak bir nitelikte olan Romen
gizli servisi olmadan yapamazdı. Diğer B alkan ülkelerin­
de, özellikle de Yugoslavya'da, devlet bu kadar güçlü değil­
di. Bulgar devleti, savaş öncesinden gelen kaynak kullanımı
deneyimi sayesinde Yugoslav devletine göre biraz daha iyi
durumdaydı, aynca Sovyet yardımı aldığı için dış borca da
fazla ihtiyaç duymuyordu. 2 6
Yunanistan'da ise devletin kronik zayıflığını başka güçler
dengeliyordu: Ülkede hem esnek bir özel sektör vardı hem de
Yunanlılar paralannı devlete koklatmamayı iyi bilirdi. Ay­
nca Yunanistan 1 98 l 'de Avrupa Topluluğu'na girince ülkeye
kaynak aktanmı olur. Yunanistan'ın demokrasiyle yöneti­
liyor olması da ( 1 967- 1 974'teki askeri darbe dönemi hariç)
siyasi sistemi tehlikeye sokmayan bir muhalefet iınkıinı s ağ­
lıyordu. Aynca l 974'ten sonra siyasi sisteme iki ana p artinin
(sosyalist sol ve merkez sağ) egemen olmasıyla ülkeye istik­
rar gelecek, komünist devletlerde ise, siyaset, ekonomik kriz
nedeniyle tehlikeye girecekti.
Bu gelişmelerden en ağır etkilenen ülke Yugoslavya'dır.
1 980'de Tito öldükten sonra federe yönetimde çatlaklar olu­
şur ve "Tito'dan sonra Tito" sloganı bile Yugoslav Komünist
Partisi'nin ideolojik iflasını engelleyemez. Yugoslav hüküme­
tinin imdadına IMF yetişecek ama bu yardım kalıcı olma­
yacaktır çünkü "istikrar" politikası ciddi siyasi değişimler
gerektirmektedir. İşçi ücretlerinin dondurulması çalışanlan
sistemden soğutur, özellikle Sırp ve Slovak siyasi eliti ke­
mer sıkma politikalanna direnç gösterir. Diğer bir deyişle
Yugoslavya'da federal hükümetin gücünü ekonomik kriz kır­
mış ve milliyetçiliğin önünü açmıştır. Hem ülke genelinde
hem de yerel düzeyde ekonomiyi ve siyaseti değiştirmeye yö­
nelik bir iktidar mücadelesi başlar.

28
J. Lampe, •Beleted Modemization in Comparison: Development in
Yugoslavia end Bulgaria to 1 948", Diverse Paths to Modernity, ed.
G. Augustinos. s . 32-45.

1 82
U L U S - DEVLET YARATMAK

•••

NMarksizm, milliyetçilikle b ağdaşmaz ," demişti Lenin "Mark­


sizm entemasyonaldir. Her türlü milliyetçiliğe karşı, halk­
ların ulus-aşın bir düzende birleşmesini savunur." Ne var
ki Balkanlar'ın komünist rejimleri, isteseler de istemeseler
de, popüler milliyetçilikle bir şekilde baş etmek zorundaydı.
İki savaş arası dönemde kimi teorisyenlerin düşündüğünün
aksine, komünizm, ulus-devletleri daha büyük bir federe yö­
netim altında birleştirememiş , 1 9 1 8 sonrası kurulan düzen
neredeyse olduğu gibi devam etmiştir.27
Azınlıklar ise artık çok küçülmüştü ama komünist rejim­
lerin azınlık politikaları -modernleşmeci bir baskı ve asimi­
lasyon politikası- daha önceki rejimlere göre pek de farklı
değildi. Örneğin Romanya'da, Transilvanya Macarları için
özerk bir bölge kurulmasını öngören 1 952 Anayasası'nın gö­
rece liberal prensiplerinden kısa bir süre içinde vazgeçilmiş
ve milliyetçi asimilasyon politikalan başlamıştır.
Bulgarların azınlık karşıtı politikalarıyla ise b inlerce
Türk 1 950 ve 1 968 yıllarında iki dalga halinde Bulgaristan'ı
terk eder. l 970'lerin başında Müslüman köylülere Bulgar
adı veriliyor ve herkesin ortasında onur kıncı bir şekilde
yeni kimlik kartları teslim ediliyordu. l 984'teki asimilas­
yon politikaları da oruç tutmayı "tehlikeli bir b atıl inanç#
olduğu gerekçesiyle karalamaya çalışır. 1 985 yılında Stan­
ko Todorov, NBulgarlar Rodop bölgesinde İslami köktenci­
lik karşısında baş arılı bir mücadele vermişlerdir. . . gerici
güçler yok edilmiş , milli b enliğimiz sağlamlaşmıştır, " diye­
cekti. Sonuçta Todorov'a göre , Bulgaristan "tek-uluslu bir
devletti. # 1 989'da komünist rejim can çekişirken büyük bir
göç dalgası daha yaş anacak, 300 bin Müslüman Türkiye'ye
kaçacaktır. Ancak bir yıl s onra Bulgar askerlerinin müda­
halesiyle yaklaşık 1 30 bin kişi geri döner, aynı yıl kuru­
lan hükümet Todor Zhivkov'u devirir ve Müslüman isim­
lerinin iade edilmesi karan alınır. Zhivkov ' a yöneltilen

27
Aktaran King, Minorities under Communism, s. 2 1 .

1 83
BİZAN S ' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

suçlamalardan biri "halkı etnik kin ve düşmanlığa tahrik


etmek" tir. 28
Yugoslavya'da ise komünizmin çöküşü azınlıkların duru­
munu daha da kötüleştirir. Sonuçta ülkedeki federe yapı, Tito
ve Komünist Partisi'yle ayakta duruyor, cumhuriyetler ara­
sında anlaşmazlık çıktığında devlet ya da parti aygıtı araya
giriyordu. Tito ölünce ( 1 980) işler değişmeye başlar. Aslında
Tito'nun ölümünden önce de p arti kadrolannda milliyetçi
eğilimler görülmeye başlamış, Belgrad ve Zagreb'de bazı ge­
rilimler olmuştu. Bu dönemde, tabandan gelen aynlıkçı eği­
limler karşısında, federe yönetimler içinde en sertlik yanlısı
Bosna partisi büyük rol üstlenmişti. Ama Tito'nun ölümün­
den sonra federe yönetim, ekonomik krizin de etkisiyle zayıf
düşer ve ülkeyi bir arada tutamaz. 1 980'lerin ortasında Sırp
milliyetçiliğinin yükselişiyle sistem artık tamamen çözülme­
ye başlar.
Tito farklı uluslan yan yana getiren oldukça sofistike
bir düzen kurmuş hatta bu dönemde "yeni" uluslar bile ya­
ratmıştı . Kasım 1 943'te, yani oldukça erken bir tarihte, Yu­
goslav komünistleri Makedonya'yı ayn bir federe cumhuri­
yet olarak tanır ve Makedonya sınırları içinde yaşayanları
"Makedon" ulusunun bireyi kabul eder. 1 97 l 'de Bosna Müs­
lümanlan da ilk defa ayn bir ulus olarak tanınır. Yugoslav­
ya, "ulus" ile "uyrukluk" arasındaki eski Habsburg aynmının
korunduğu son ülkelerden biriydi: Uyrukluk kategorisinde
değerlendirilmesi gereken en büyük topluluk, Kosova özerk
bölgesinde yaşayan Arnavutlardı. Buradaki Arnavut nüfusu
zaman içinde Sırp nüfusu da dahil olmak üzere bölgedeki di­
ğer tüm gruplann nüfusunu aşar: Kosova'nın belki %85'ini,
Kosova'nın hemen yanındaki Makedonya Cumhuriyeti'nin de
aşağı yukarı %20'sini Arnavutlar oluşturmaktaydı.

28
G. Stokes, From Stalinism to Pluralism: A Documentary History of
Eastem Europe since 1 945, New York, ı 99 ı , s . 232-233; H. Poulton,
The Balkans: Minorities and States in Conflict, Londra, 1 99 1 , s.
1 1 2 - 1 1 3 , 1 26, 1 3 1 , 1 53 - 1 65.

1 84
ULUS-DEVLET YA RATMAK

Daha komünizm çökmeden Slobodan Miloşeviç, Koso­


va ve Voyvodina Sırplarını hareketlendirmeye başlamıştı
bile. Amaç, en başta, Yugoslavya'ya dokunmadan Sırpları
ülke yönetiminde daha etkin bir hale getirmekti ama fede­
rasyon dağılmaya yüz tutunca Miloşeviç'in asıl hedefinin
Yugoslavya'yı kurtarmak değil, büyük bir Sırbistan kurmak
olduğu anlaşılır. Bu plana göre Hırvatistan ve B osna'daki
Sırplar, Sırbistan ve Karadağ'daki Sırplarla tek bir yöne­
tim altında birleşecekti. Ama 1 99 1 yılında uluslararası ca­
mia Hırvatistan ve Bosna'nın bağımsız kalmasını isteyin­
ce bu politika çıkmaza sürüklenir: Hırvatistan'daki Sırplar
Krajina'dan çıkarılır, Bosnalı Sırplar topraklarının bir kısmı­
nı kaybeder ve aynı bölgedeki başka gruplarla beraber yaşa­
mak zorunda kalırlar. 1 990'lann sonunda NATO, Kosova'da
özerk bir Arnavut bölgesi kurma amacıyla Sırbistan'la sa­
vaşa tutuşunca Miloşeviç bir darbe daha alır. 1 999'da Sırp
Cumhuriyeti'nin sınırlan, 1 878'de Milan Obrenoviç zama­
nındaki sınırlara geriler. Miloşeviç artık yenilmiştir; kayda
değer tek baş arısı Belgrad'ı almış olma sıdır.
1 992 yılından sonra Sırpların temel amacı diğer etnik
toplulukları bölgeden sürüp Bosna'da homojen bir nüfus
yaratmaktı. Altı yıl sonra Kosova'da da aynı politikanın uy­
gulanmasından korkuluyordu. Tarihçiler bu gelişmelerin
nedenlerini Avrup a tarihinin derinliklerinde arar, siyaset
bilimciler de bu gelişmelere bakarak geleceği öngörme­
ye çalışır. Halbuki Yugoslavya'daki savaşın yeni bir "etnik
milliyetçilik"in habercisi olduğu tartışmalıdır ama bu ka­
ramsar tabloya bakınca bu tür abartılı yorumlar yapılma­
sı şaşırtıcı değildir. Savaş, Bosna ve Kosova'dan çok, çevre
bölgelerdeki dengeleri alt üst edeceğe benziyordu. Sırbistan
ve Karadağ birbirine diş biliyordu. Karadağlılar, Miloşeviç' e
kuşkuyla bakıyor ve bağımsızlık hayalleri kuruyorlardı ama
kurulabilecek küçük bir Karadağ devletinin, özellikle de Hır­
vatistan, Bosna ve Arnavutluk'a komşu olacağı düşünüldü­
ğünde, nasıl bir varlık sürdürebileceğine dair soru işaretleri
vardı. Eğer Kosova sonunda Sırbistan'dan tamamen koparsa,

185
BİZANS'IN ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

ki öyle gözüküyordu, o zaman Arnavutluk ve Makedonya'daki


dengelerin bozulması ihtimali daha da endişe vericiydi. Bu
dönemde Arnavutlar, diğer B alkan ülkelerine göre çok daha
uzun yıllar başka devletlerin hakimiyeti altında yaşadıklan
için olsa gerek, ata toprağı saydıklan yerleri ele geçirmeye
herkesten daha hevesliydiler.
Diğer Balkan ülkelerindeyse herhangi bir yayılmacı hedef
yoktu. Sadece ABD, Avustralya ya da Kanada gibi ülkelerdeki
b azı milliyetçi diyaspora cemaatleri Büyük Yunanistan ha­
yalleriyle yaşıyor ya da Bulgaristan'ın Ayastefanos sınırlan­
na genişlemesini umuyordu . Balkanlar'da ise bu tür hedefler
artık pek yoktu. II. Dünya Savaşı'nın ardından tüm Avrupa'da
olduğu gibi Balkanlar'da da toprak kazanımına bakış değiş­
miş, şehirleşmeyle birlikte azınlıklann toplum içindeki yer­
leri ve devletlerin azınlık politikalan farklı bir biçim almıştı.
Köyden kente göçle birlikte halkın sınır bölgelerinden uzak­
laşması daha güvenli ve anonim bir hayata olanak tanımıştı.
Balkan devletleri, artık Avrupa'nın bir parçası olmak istiyor­
du, hatta bazı ülkeler bunu başarmıştı bile. Avrupa'ya dahil
olmak demek insan haklanna ve azınlık haklanna saygılı ol­
mak demekti. Aynca eskiden dışarıya işçi gönderen bazı Bal­
kan ülkeleri artık işçi göçü almaya başlamıştı: Yunan top­
lumu, ister beğensin ister beğenmesin, Filipinli, Pakistanlı
ve Ukraynalılardan oluşan çok-kültürlü bir topluma dönüş­
mekteydi ve bu açıdan Balkan ülkeleri arasında bir ilkti .
Diğer Avrupa devletlerinde olduğu gibi Balkanlar'da da
milliyetçilik ve azınlık haklan, artık bir savaş-banş meselesi
olmaktan çıkıp sınırlann ne şekilde kontrol edileceği ve in­
s anlann nasıl beraber yaşayabileceğiyle ilgili bir mesele ha­
lini almaktaydı . 20. yüzyıl ulus-devlet yaratma mücadelesiy­
le geçmişti. Yugoslavya'daki iç savaş bunun en son örneğidir.
İşin ilginci tam da bu mücadele sona ererken uluslararası
ekonomik ve siyasi değişimler ulus-devletin varlığını tehli­
keye atmaya başlar. Nitekim bundan birkaç yıl önce komü­
nist tek-parti devletleri çökerken, iç siyaset yoluyla sosyal
ve ekonomik dönüşüm yaratılıp yaratılamayacağı ciddi bir

1 86
U L U S - D E V L E T YARATMAK

biçimde sorgulanmaya başlamıştı, şimdi de Yunanistan'ı ve


muhtemelen diğer Balkan devletlerini dolaylı da olsa yine
benzer meselelerle karşı karşıya bırakan bir Avrupa Birli­
ği vardı. Her halükarda gümrük duvarlarının kaldırılması,
devlet sanayiinin çökmesi ve uluslararası rekabetin artması
neoliberal güçlenn zaferi anlamına geliyordu. Ulus-devlet­
lerin karşısında artık imparatorluklar yoktu; hatta tehdit,
komşu ülkelerden bile gelmiyordu. Asıl tehlike, uluslararası
ekonomiydi.
Sonsöz

ŞİDDET ÜZERİNE

Avrupa'ya gittiğimde, hoşuma gitmeyen pek çok şey


gördüm ama bunlara hiçbir zaman kötü gözle bakma­
dım, ne olduklannı anlamaya çalıştım.
-Bir Osmanlı bürokratından bir Fransız papazına
( 1 848 ) 1

1 990'larda Yugoslavya'daki savaş, Balkanlar'ı tekrar


Avrupa'nın gündemine getirir ve 1. Dünya Savaşı'na ait kötü
anılan canlandınr. Batı ve Orta Avrupa tam da artık baş­
ka meselelerle -kitlesel göç, bölgesel çeşitlilik ve de aslında
epey iyimser bir şekilde adlandınlan "çok-kültürlülükn- ilgi­
lenmeye başlamışken Güneydoğu Avrupa'da sanki artık es­
kide kalmış birtakım toprak mücadeleleri yeniden hortluyor
ve halklar etnik açıdan tektipleştirilmeye çalışılıyordu. Peki,
bu gelişmeler, Avrupa'nın geçmişine mi geleceğine mi aitti?
B atı'nın Balkanlar'daki savaşa müdahalesine karşı olan­
lar, bu gelişmelerin arkasında Miloşeviç'ten çok geleneksel
Balkan kültürü olduğunu düşünüyorlardı . Bu görüşe göre
B alkanlar üç büyük dinin kesiştiği yerde bulunduğu için bu
bölgede etnik gerilim olması gayet normaldi. B alkanlar'da
uygulanan etnik temizlik, Avrupa'daki ulus-devletleşme sü­
recinin bir parçası değil de, Balkanlar'ın bitmez tükenmez
katliam tarihinin yeni bir sayfasıymış gibi görülüyordu.
1 993 yılında İngiltere Başbakanı John Major bu konuda şöy­
le bir yorum yapar: "Bosna s avaşı hiç kimsenin kontrolünde
olmayan bazı tarihsel, sosyal ve siyasal koşulların etkisiyle

Aktaran J. Mislin, Les Saints Lieux: Pelerinage a Jerusalem, Paris,


1 876, ı . cilt, s. 72.

ı88
Ş İ DDET Ü Z E R İ N E

ortaya çıkmıştır; bu savaş kaçınılmazdı." Aslında bu yeni bir


dil de değildi . Bir yüzyıl önce Fransa Dışişleri B akanı Gab ­
riel Hanotaux Anadolu'daki Ermeni katliamlarını "Hıristi­
yanlar ile Müslümanların bitmez tükenmez kavgası" olarak
tanımlamıştır. 2
Fakat benim bu kitapta göstermeye çalıştığım gibi, Bal­
kanlar diğer herhangi bir yerden daha şiddet yüklü bir coğ­
rafya değildi. Hatta Osmanlı İmparatorluğu farklı dil ve din
gruplarını pek çok başka imparatorluğa göre daha başarı­
lı bir şekilde bir arada tutabilmiştir. İmparatorluğun son
günlerinde bu bölgede bulunan Arnold Toynbee, çatışma­
nın kaynağının bu coğrafyada olmadığını düşünüyordu: "Bu
topraklara milliyetçilik Batı'dan gelmiş ve komşu halkları
birbirine düşürüp katliamlar yaratmıştır; B atı milliyetçi­
liği Avrupa'dan sonra şimdi de buraya ölüm saçıyor." İster
1 9 1 2 - 1 9 1 3 yıllarında Balkanlar'da olsun, ister l 92 l - l 922'de
Anadolu'da ya da 1 99 1 - 1 995'te Yugoslavya'da, "etnik temiz­
lik" denen şey, ilkel bir nefret patlaması değil, p aramiliter
güçler ile ordu birliklerinin sivillere karşı bilinçli ve örgütlü
bir şekilde uyguladığı bir şiddet türüdür. Balkan toplumları
sınıfsal ve etnik ayrımları hayatın olağan bir parçası olarak
gözardı edebiliyordu, dolayısıyla milliyetçilerin bu halkları
birbirinden ayırabilmesi için aşın güç kullanmaları gerek­
miştir.3
Elbette herkes böyle düşünmüyordu. 1 994 yılında, A­
vusturyalı bir okurum, inside Hitler's Greece [Hitler'in
Yunanistan'ı) adlı kitabımda, Almanların II. Dünya Sava­
şı'ndaki B alkan askeri harekatları hakkında biraz fazla sert
laflar ettiğimi söylemişti . Bu okuruma göre, B alkan halkı
şiddete yatkın bir halktı ve bu durum Yugoslav İç Savaşı'yla
bir kez daha açıkça gözler önüne serilmişti. Ben böyle dü-

Her iki alıntıyı da aktaran M. Levene, "Introduction", The Massacre


in History, ed. M. Levene ve P. Roberts, New York, 1 999.
A. J. Toynbee, The Westem O uestion in Greece and Turkey, Londra,
1 922, s. 1 7 - 1 8 (Türkiye'de ve Yunanistan'da Batı Meselesi, çev. Kadri
Mustafa Orağlı, Yeditepe Yayınlan, İstanbul. 2008] .

189
B İ ZAN S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E BALKANLAR

şünmüyorum. il. Dünya Savaşı'nda Mauthausen'da kurulan


esir kampı, Avusturyalıların şiddet konusunda Bosnalı Sırp­
lardan öğrenecekleri pek de fazla bir şey olmadığını gösteri­
yor. Aslında bu tartışma şiddetten çok, baskı ve zulümle il­
gili bir tartışma - yani sayılarla değil, içerikle ilgili. Sonuçta
Gulag'lar, toplama kampları ve de Terör; B alkan halklarının
ya da Balkan devletlerinin yarattığı bir şey değildi. Aynca
Wehrmacht askerleri (diğer Nazi örgütlerinden bahsetmiyo­
rum bile) B alkan devletlerinden daha fazla insan öldürmüş­
tür, hem de B alkanlar'da. Okurumun muhtemelen asıl itiraz
ettiği nokta, Balkan partizanlarının adam öldürmesi değil, o
insanları nasıl öldürdükleriydi.
il. Dünya Savaşı sırasında Naziler şiddet türleri arasın­
da bir ayrım yapar: Bir yanda belli bir kişiyi hedef almayan
anonim şiddet türü, diğer yanda ne yaptığının farkında ol­
mayan kendisini kaybetmiş birtakım zalim ya da sadist ki­
şiliklerin uyguladığı şiddet türü. Birinci tür şiddet ..gerekli
şiddetntir. l 943 'te Münib SS mahkemesi, bir Nazi subayının
yargılanması sırasında insan onuruna saygılı , düzgün öldür­
me biçimleri ile davalının uyguladığı .. aşın zulüm". "sadizm"
ve "gaddarlık" arasındaki farkın altını çizmişti. Bu ayrımın
aslında Batı'da uzun bir geçmişi vardır: Bir yanda uygar sa­
vaş yöntemleri ve kişinin savaşta kendini kontrol edebilme
yeteneği, diğer yanda Doğu kültürlerinde yaygın olduğu dü­
şünülen bir tür ilkel kana susamışlık. Naziler. B alkanlar'ı
ikinci gruba dahil etmişti.4
Bu ayrımın zaman içinde nasıl evrildiğini görmek için
Montaigne iyi bir referans . Başkalarına acı vermekten haz
duyan insanlardan hiç hoşlanmayan Montaigne, hem insan-

"Verdict against SS-Unterstunnführer Max Taeubner", 24 Mey 1 943,


E. Klee, W. Dressen ve V. Riess (ed.) , 'Those were the Days': The Ho­
locaust as Seen by the Perpetrators and By-Standers, Londra, 1 99 1 ,
s. 1 96-207; savaş kurallan için bkz. G . Best. Humanity i n Warfare,
Oxford, 1 980; uygarlaşma süreci hakkındaki en klasik eser: N. Elias,
The Civilising Process. Oxford, 1 978.
1 936- 1 939 yıllan arasında Sovyetler Birliği'nde uygulanan baskı
rejimi -çn.

1 90
Ş İ D D ET Ü Z E R İ N E

lara hem de hayvanlara gereksiz bir şekilde eziyet edilmesi­


ne karşıdır:

Görmesem inanmazdım, dünyada ne taş yürekli ne


zalim kafalı adamlar varmış , bir canlıyı öldürmekten
zevk alan sonra o canlının ölüsünü kesip parçalara
ayıran ve o sivri zekalanyla bu canlılara olmadık iş­
kence, duyulmamış eziyetler yapan ... zavallı ve ma­
sum bir hayvanın yakalanıp öldürülmesine ne yüre­
ğim ne de vicdanım dayanır.5

Daha "insaniH bir acı ve ceza fikri, 1 8. ve 1 9 . yüzyıllarda insan


karakteri hakkı ndaki b akışın değişmesiyle birlikte ortaya çı­
kacak, 1 820 ile 1 860 yıllan arasında Batı Avrupa'da ağır suç
oranlarında büyük bir düşüş yaşanacaktı. Bu dönemde askı ,
adam yakma, kafa uçurma gibi eski ceza usulleri b ırakılır,
modern hapishaneler kurulur. İnsanlar bala asılarak öldü­
rülmektedir ama bu iş artık meydanlarda değil, hapishane­
lerde yapılmaktadır. 1 836 yılında John Stuart Mili işkence­
nin "artık ortalık yerde yapılmadığıHnı, "uygar sınıflar"ın bu
tür uygulamaları "göz önünden çektiğini" söyler: "Eriştiği­
miz ileri uygarlık düzeyinde fiziksel ceza uygulamaları ar­
tık yargıçlara, askerlere, cerrahlara, kasaplara ve cellatlara
bırakılıyor. . . Sadece fiziksel cezayı değil aynı zamanda her
türlü olumsuzluğu gözden ırak tutmak. . . işte uygarlık bunu
gerektirir. "6
Bundan birkaç yıl sonra İngiliz seyyah Sir James Gardner
Wilkinson, kafasında bu tür fikirlerle, Karadağlılar ile Os­
manlılar arasındaki Bosna-Hersek sınır savaşına müdahale
etmeye kalkar. Her iki tarafın da etrafta kelle dolaştırmasın-

Montaigne, "Of Crueltie", The Essays of Michael Lord of Montaigne,


çev. John Florio, 2. cilt, Oxford, 1 906, s. 1 34 [Denemeler, çev. Saba­
hattin Eyüboğlu, Türkiye İş Bankası Yayınları, İsta nbul . 201 2).
Gatrell, Hanging Tree: Execution and the English People, ı 770-1 868,
Oxford, 1 994, s. 598; aync a T. Haskell, "Capitalism and the Origins
of the Humanitarian Sensibility", American Historical Review 90,
no. 2-3 (Nisan ı H a z iran 1 985), s . 339-36 1 , 547-566. Bu kaynak için
Liz Lunbeck'e teşekkür ederim.

191
& İ ZA N S ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü N D E N G Ü N Ü M Ü Z E & A L K A N L A R

dan hiç hoşlanmayan Wilkinson, Karadağ'ın piskopos-pren­


si Vladika Petar' a bir mektup yazar ve "insanlık adına dehşet
verici" bu tür uygulamaların çatışmaları durdurmak bir ya­
na intikam duygusu yaratarak şiddeti artırdığını söyler ve
"uygar savaş yöntemleri"nden bahseder. Tabii hatırlatmakta
fayda var, İngiltere'deki C ato Sokağı eylemcilerinin Londra
sokaklarında kelle dolaştırıldığı dönemler bundan sadece 20
yıl kadar önceydi .7
1 9. yüzyılın ortalannda İngiltere, İskandinavya ve
Almanya'da idamlann artık meydanlarda yapılmaması, sa­
dece birtakım "asri duygular" nedeniyle değil , teknolojik
gelişmelerle de yakından ilintiliydi . Ayrıca tabii devlet dü­
zensiz kalabalıklardan ve halkın galeyana gelmesinden çok
korkardı. Güneydoğu Avrupa'daki gibi köylü toplumlannda
ise daha farklı bir ahlaki ve siyasi düşünce dünyası vardı.
Örneğin Osmanlı devletinin şehirlerde kargaşa çıkmasıyla
ilgili özel bir endişesi yoktu, dolayısıyla insanlar meydan­
larda i dam edilirdi ama örneğin cerrahlann kadavra kullan­
ması dini ve ahlaki açıdan yasaktı. Vladika Petar Njegos da
Türkler tarafından öldürülen akrabalarının öcünü eski yön­
temlerle almayı planladığı için Wilkinson' a, kibarca, önerisi­
nin Osmanlı topraklannda işlemeyeceğini söyler.8
Karadağlı ihtiyar bir kadın ise "fakir ama onurluyuz," de­
miştir kendisiyle röportaj yapan bir gazeteciye. Balkanlar'da
köylü olmak hiç de kolay değildi ve köylülerin namus ve şe-

J. Gardner Wilk.i nson, Dalmatia and Montenegro, Londra, 1 848, s.


80-82.
P. P. Njegos, The Mountain Wreath, çev. Irvine V. Mihailovich,
C alifomia, 1 986; aynca M. Selis, The Bridge Betrayed: Religion
and Genocide in Bosnia, Los Angeles, 1 996, s. 40-42. Osmanlılar
Vladika'nın erkek kardeşlerinin ve kuzenlerinin kafasını uçururlar.
Vlactika bunun öcünü dört yıl sonra alacaktır: M. Aubin, Visions
historique et politique dans l'oeuvre poetique de P. P. Njegos, Faris,
1 972, s. 1 75 - 1 78; Osmanlılann kadavraya bakışı için bkz. Osmanlı
İmparatorluğu 'nda çalışan Amerikalı bir cerrahın anılan: J. O. No­
yes , Romania: The Borderland of the Christian and the Tu.rk, New
York, 1 857, s. 263.

1 92
ŞİDDET Ü Z E R İ N E

ref anlayışı elbette bu ülkelerdeki yaşam koşullanna göre


biçimlenmiştir. B atılılar için bireysel kontrol ön plandayken
Balkanlar'da aile şerefine önem verilirdi. Köylerde kolektif
sorumluluk ve kolektif yaptınm -hem formel hem de enfor­
mel düzeyde- son derece önemliydi ve bu düzen ta Bizans'tan
beri böyleydi. Bireyler işledikleri suçlann cezasını aileleriy­
le birlikte çeker, devlet mahkemeleri bile kolektif sorumlu­
luk esasına göre işlerdi. Örneğin 1 9. yüzyılda Sırbistan'da
suç oranı yükselmeye başlayınca köylüler, suçlulann ailele­
riyle birlikte birtakım özel bölgelere gönderilmelerini ister.
Yasalara göre, eğer bir çete mensubu yakalanırsa, ister sür­
gün ister p ara cezası olsun, akrabalanyla beraber cezal an­
dınlırdı.9
Modem siyasetle birlikte, aileyi ve toplumu merkeze a­
lan kolektif cezaların yerini anonim, özel ve kişisel cezalar
alır. Her yerde olduğu gibi Balkanlar'da da modern devlet
kurmak cezai şiddeti, ceza yargılamalannı ve yerel huku­
ku bu konularda uyetkin" olmayan insanlann elinden alıp
devlet bürokrasisine vermek demekti. 1 920'lerde Yunanlı
bir gazetecinin söylediği gibi, devlet uherkesin ve her şe­
yin üstünde olduğunu bütün dünyaya duyurmalıydı." Ayn ­
ca bu dönemde silahlı çetelerin yerini nizami ordular alır.
Köy mahkemelerinin ve geleneksel yaptırımların yerine de
devletin yargı örgütü geçer, haydutların peşine düşülür.
1 85 1 'de Karadağ'da, yani Wilkinson'ın müdahalesinden sa­
dece birkaç yıl sonra, Vladika Petar'ın halefi Prens Danilo
Petroviç yeni bir yas a çıkarır ve kelle uçurmayı yas aklar.
Petroviç ayrıca kan davalarının da önüne geçmeye çalışır,
çünkü ülkedeki farklı gruplan bir araya getirmek b aşka
türlü mümkün olmamaktadır. 1 0

Z. Milch, A Stranger's Supper: An Oral History of Centenarian Wo­


men in Montenegro, New York, ı 995, s. 47; G. Stokes, Politics as De­
velopment: The Emergence of Political Parties in Nineteenth-Cen­
tury Serbia, Durham. North Carolina. 1 990, s. 1 47.
10 Aynca bkz. C. Boehm, Blood Revenge: The Anthropology of Feuding
in Montenegro and Other Tribal Societies, Lawrence. Kansas, 1 984.

1 93
BİZAN S ' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

Elbette bu yeni değerlerin B alkanlar' a nüfuz etmesi za­


man alır. i l . Dünya Savaşı sırasında Hırvat Ustaşalann özel­
likle Jasenovac Kampı'nda Yahudilere ve Sırplara uyguladı­
ğı katliamlar ya da Romen Demir Muhafızlar'ın 1 940- 1 94 1
yıllarında yaptığı pogromlar, mentalite ve teknoloji bakı­
mından eski ile yeninin bir karışımıydı. 1 947 yılında İngiliz
Daily Mirror gazetesi birinci s ayfadan Yunan İç Savaşı'yla
ilgili udehşet verici" bir fotoğraf yayımlar: Yunanlı kralcılar
atlarına binmiş silahlarını kuşanmış etrafta isyancıların
kellelerini dolaştırmaktadır. #Kelleler Ucuz" başlığı altında
yazı, Yunan polisinin ve ordu birliklerinin gerçekleştirdi­
ği uşiddet eylemleri ve mezalim"in altını çizer. Aslında bir
süre önce Yunan hükümeti bu şekilde kelle gezdirilmesini
yas aklamış ve öldürülen gerillaların fotoğrafla tespit edil­
mesi gerektiğini duyurmuştu. Bu arada açıkça söylenmese
de aslında İngiliz hükümeti burada "mezalim" kelimesinin
kullanılmasından hiç hoşlanmaz: "Cesetlerin bu şekilde ser­
gilenmesi Yunanistan'a ve de Yunan İç Savaşı'na özgü değil;
B alkanlar"da normal zamanlarda da önemli bir vaka çözül­
düğünde katiller bu şekilde sergilenip halka gösteriliyor."
Ceset sergileme yöntemi, polis teşkilatının iyi işlemediği
toplumlarda suçlunun öldüğünü kanıtlamak, dolayısıyla ya
devletin ya da kurbanı her kim öldürdüyse o kişinin gücü­
nü göstermek için kullanılırdı. Aynı nedenlerle Amerika'daki
ödül avcıları da bu yöntemle iş görürdü. Sonuçta cesetleri
bir yerden bir yere taşımak zor, fotoğraf çekmek de p ahalı
bir işti. Aynca Daily Mirror'da yazdığı gibi kelleler hiç ucuz
değil tam tersine çok pahalıydı; kellelerin üzerine para ödü­
lü konurdu. 1 1

il
Dally Mirror, 1 0 Kasım 1 947; Public Record Office [İngiliz Dev­
let Arşivi], Dışlşleıi Bakanlı ğı belgeleli: FO 3 7 1 1670 1 1 , R 1 5 1 00,
Norton'dan Londra'ya, 12 Kasım 1 947. Bu bilgi için Polymeıis
Voglis'e ne kadar teşekkür etsem az. J. Axtell ve W. C. Sturtevant,
"The Unkindest Cut, or Who Invented Scalping?" WiUiam and Mary
Q uarterly 31, no. 3 (Temmuz 1 9801 , s. 45 1 -472.

1 94
ŞİDDET Ü Z E R İ N E

Bütün bunlara bakarak gerçekten de Balkanlar'da ezeli


ve ebedi bir şiddet eğilimi olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu
soruyu cevaplandırabilmek için önce şiddeti tanımlamak la­
zım. ôrneğin ABD'de 1 880 ile 1 920 arasında görülen ırkçı linç
eylemlerinin muadili B alkanlar'da yoktur. Aynı şekilde ABD
de dahil olmak üzere pek çok başka yerde işçi eylemleriyle
gün yüzüne çıkan sınıfsal bir şiddet vardı. Bu tür bir şiddet
biçimi de Balkanlar'da bilinmez. Batı Avrupa'da görülen dev­
rimci şiddet ise Güneydoğu Avrupa'dakinden çok daha sert­
tir, her ne kadar Sorel'den sonra bu konuyla ilgili efsaneler
yaratan Batılılar kendilerini barbar değil. kahraman olarak
görseler de. 1 930 ile 1 960 yıllan arasında hem sol hem de
sağ kaynaklı siyasi şiddet B alkanlar'da, ister Bulgar ve Sov­
yet hapishanelerinde ister iç s avaş sonrası Yunanistan'daki
ya da İspanya'daki kamplarda olsun, diğer yerlerde olduğun­
dan daha yoğun değildir.
Siyaset dışında da, Balkan devletleri kendi vatandaşla­
rını öldürme ya da hapsetme konusunda diğer ülkelerden
pek farklı değildi. Bugün ABD'de 1 1 milyon kişi s abıkalı ve
2 milyon kişi hapisteyken, Rusya'da da hapishaneler dolup
taşıyorken Güneydoğu Avrupa'da gayet insani bir düzen var­
mış gibi duruyor. ABD'de 1 994 yılında her 1 00 bin kişiden
554'ü demir parmaklılar ardındaydı; aynı oran Romanya'da
1 95 , Makedonya'da 63 ve Yunanistan'da l 6'dır. Aynca şu an­
da Balkan ülkelerinde idamla yargılanan kimse yok; ABD'de
ise yılda düzinelerce mahküm elektrikli iskemleyle ya da
zehirli şırıngayla öldürülüyor. Balkanlar'da sadece devletin
değil . toplumun da diğer yerlere göre daha zalim olduğunu
söylemek zor. B alkanlar'daki suç oranı, özellikle ş iddet içe­
ren suçlarda, Avrupa normlarını geçmez. Aynca içki içmenin
Balkanlar'da ırkçılığı ya da s aldırganlığı artırdığını iddia et­
mek zor; Avrupa'nın Protestan ülkeleri içinse aynı şey pek
söylenemez. 1 2

12
Rakamlar Birleşmiş Milletler'den: G. Newman (ed.), Global Reporı
on Grime and Ju.stice, New York. 1 999; R. Hood, The Death Penalty:
A World-Wide Perspective, Oxford, l 996, s. 74.

1 95
B İ Z A N S ' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

B alkanlar'da sözde şiddet eğilimi arayan Batılı gözlemci­


ler, 1 9 . yüzyılda romantik milliyetçilerin Balkanlar'ın "kana
susamış" halklarıyla ilgili uydurduğu efsaneleri gerçek sa­
narlar. Bu dönemde trlanda'dan Polonya'ya Avrupa'nın her
tarafında birtakım hayalperest ş airler milletlerin yeniden
doğuşu için insanların kanını, canını feda etmesinden bah­
sederdi. Bu türün Balkanlar'daki en iyi örneği "Dağ Çelengi"
b aşlıklı şiirdir. Bu şiir 1 50 yıl önce Karadağ'da yaşanan bir
Müslüman katliamından bir zafer edasıyla söz eder ama as­
lında böyle bir katliam hiç olmamıştır, her şey Vladika Petar
Njegos'un hayalgücünün ürünüdür. Şiirde Müslümanlann
Karadağ'dan "kovulma"ları destanlaştınlır halbuki Müs­
lümanlann Karadağ'dan göç etmesi bir yüzyıldan uzun bir
z aman sürmüş ve söylendiği kadar da kanlı olmamıştır. 20.
yüzyıla ait başka bir Kosova efsanesi de aynı şekilde yanıltı­
cıdır çünkü efsanenin, iddia edildiği gibi, ortaçağla bir ilgisi
yoktur, anlatılanlar modern döneme ait birtakım önyargılar­
dır. Bu tür milli efsaneler 1 9 . yüzyılda ulus -devlet inşası sı­
kıntıya düştüğü dönemlerde ortaya çıkmıştır. Balkanlar'daki
etnisite temelli kutuplaşma, tarihöncesi çağlara değil, 1 9 .
yüzyıla aittir. 1 3
Ayrıca Batılılar artık, özellik.le d e Körfez Savaşı 'ndan son­
ra, savaşı bir gösteri biçimi olarak algılamaya b aşlar. Koso­
va ve Sırbistan'dak.i NATO müdahalesi uzaktan kumanda bir
teknolojiyle yapılmıştır, devletler askeri harekatları her iki
taraf için de en az kan kaybıyla sonlandırma iddiasındadır
ve toplumu bu şek.ilde yönlendirirler. Toplumsal şiddet na­
sıl insansızlaşmaya başladıysa şimdi de belki savaşlar için
aynı şey söz konusudur. Balkanlar'daki şiddeti ilkel ve gayri
modem diye aşağılamak, Batılıların kendilerini şiddetten ve
Balkanlar'daki sorunlardan uzak tutma yöntemlerinden biri­
dir, ama gerçek şu ki etnik temizlik B alkanlar'a özgü bir şey
değildir. Hem il. Dünya Savaşı'nda Hitler'le birlikte hem de
s avaştan hemen sonra Orta ve Doğu Avrupa'nın büyük bö-

13
Njegos için bkz. Aubin, Visions historiques, s. 232-235.

1 96
Şİ DDE T Ü Z E R İ N E

lümünde etnik temizlik uygulanmış ve bu uygulamalar so­


nucunda pek çok topluluk (sayıca 50'den fazla) bulunduğu
yerden göç etmek zorunda kalmış , milyonlarca Alman, Leh,
Ukraynalı vd ya yerinden edilmiş ya da öldürülmüştür. Bu
vahşetin kaynağı Balkanlar' a ait bir anlayış değil, modem
savaş teknolojileriyle sürdürülen iç savaşlardır. Gerçekten
de iç savaşlar milli mücadelelere benzemez, devlet ve top­
lum kurumlarının çöktüğü bir anda ortaya çıkar, üstü örtülü
gerilimleri gün yüzüne çıkarır ve toplumu böler. Örneğin il.
Dünya Savaşı, İngiliz toplumunu bir araya getirmiştir ama iç
s avaşlar için aynı şey söylenemez. 14
Bir an için şiddet faktörünü ortadan kaldırabilsek Bal­
kanlar nasıl görünürdü gözümüze acaba? Bugün Güneydoğu
Avrupa'da barışın hala ciddi bir tehdit altında olduğu doğru,
hatta belki diğer yerlere göre çok daha büyük bir tehlike bu.
Örneğin Kıbrıs meselesi yüzünden bugün Türk-Yunan ilişkile­
ri bozulmuş durumda ve bu işin düzelmesi için deprem dene­
yiminin tek başına yeterli olacağını sanmıyorum. Kosova'ya
yapılan NATO müdahalesi ise var olan sorunlardan sadece
birini (Sırpların Kosovalı Arnavutlara uyguladıkları mezali­
mi) çözmüş, ama bunun yerine yeni sorunlar (Amavutlann
Sırplara uyguladığı mezalim; Arnavutluk, Makedonya, Sır­
bistan ve Kosova arasındaki sorunlu ilişkiler) yaratmıştır.
Balkanlar'da ulus-devletler oldukça yakın bir zamanda ve de
epey hızlı bir biçimde ortaya çıktığı için etnik milliyetçilik
burada diğer yerlere göre daha güçlü ve sivil gelenek daha kı­
rılgandır. Yine de l 990'larda Yugoslavya'da savaş p atladığın­
da diğer Balkan ülkelerinde pek bir hareketlenme olmamıştır.
Yunanlıların ara sıra "Kuzey Epir"den (yani Güney Arnavut­
luk) bahsetmeleri, Bulgarların "Makedonya" düşleri, Romen­
lerin Besarabya ve Moldavya nostaljisi geçmişte savaşlara ve

Bu fikir için Polymeris Voglis'e çok teşekkür ederim. Aynca bkz. M.


Ignatieff, Virtual War, Londra, 2000; İkinci Dünya Savaşı'nın bir iç
savaş olarak yorumu ve şiddet biçimleri hakkında bkz. C . Pavone,
Una guerra civilie: Saggio sulla moralita neUa resistenza, Torino,
1 99 1 .

1 97
I İ ZANS'IN Ç Ö K Ü Ş ÜNDEN G ÜNÜ M Ü Z E BALKANLAR

işgallere neden olmuş sorunlann bugün artık pek bir anlam


taşımayan cılız yankılandır. Balkanlar'da siyaset artık milli
zaferler ya da toprak meseleleri etrafında dönmüyor. Bu tür
konular bugün bir tek Arnavut milliyetçilerinin kafasını bir
miktar meşgul ediyor olabilir.
Soğuk Savaş sırasında yaşanan toplumsal ve ekonomik
dönüşümler, Balkanlar'ı bambaşka bir yer haline getirir. Bal­
kan ülkeleri artık şehirleşmiştir ve endüstri -hatta endüstri­
sonrası- toplumuna geçmiştir. Gündelik yaşamda da köklü
değişimler ol.muş, yerel siyasetçiler geçmişe göre çok daha
farklı sorunlarla karşılaşmaya başlamışlardır. Soğuk Savaş
bitince ortaya yeni bir Avrupa çıkmış, Avrupa Birliği, NATO,
AGİT gibi ulus-aşın kurumlar siyasete, topluma ve ekono­
miye egemen ol.maya başlamıştır. Balkan ülkeleri de bu ye­
ni Avrupa'dan payını alır, jeopolitik olarak dönüşüme uğrar.
Balkanlar aynca artık Karadeniz, eski Sovyetler Birliği ve Or­
ta Asya'yı içeren son derece geniş bir pazann bir parçasıdır
ve Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra ilk defa
olarak bu kadar geniş bir alanda iş ve ticaret yapma olanağı
doğmuştur. Diğer bir deyişle, bugün Güneydoğu Avrupa'da
yaşanan sorunlar ve gelecek perspektifleri geçmişle ilgili de­
ğildir. Artık Balkan ülkeleri öyle ya da böyle diğer Avrupa
ülkeleriyle benzer sorunlarla karşı karşıyadır: Refah devleti,
küresel kapitalizmin yarattığı rekabetçi ortamla uzlaşabilir
mi? Doğayı kirletmeyen ucuz enerji biçimleri bulmak müm­
kün mü? Köy hayatının çöküşü engellenebilir mi? Güçlü bir
ekonomi nasıl kurulabilir; kurulacak güçlü ekonomi demok­
rasiyi güçlendirip organize suçlan azaltır mı? Bu ve buna
benzer sorulan cevaplandırabilmek ve geleceğe doğru baka­
bilmek için bölgenin tarihini iyi bilmek lazım.

1 98
EK OKUMA

B alkan tarihi hakkındaki en faydalı kitap, L. S. Stavrianos,


The Balkans since 1 453 ( 1 958; yeni b asım, New York 1 965,
gözden geçirilmiş yeni basım Londra, 2000) . 18. ve 19. yüz­
yıllar için aynca bkz . G. C astellan, History of the Balkans,
New York, 1 992; 20. yüzyılın ilk yansı içinse R. L . Wolff, The
Balkans in Our Time, New York, 1 956; gözden geçirilmiş ye­
ni basım 1 978). B. Jelavich, History of the Balkans, 2 cilt,
C ambridge, 1 983 siyasi ve diplomatik gelişmeleri iyi anla­
tır. C . ve B. Jelavich (ed.) , The Balkans in Transition : Essays
on the Development of Balkan Life and Politics since the
Eighteenth Century, Berkeley, l 963 'te iyi makaleler vardır.
C. ve B. Jelavich, The Establishment of the Balkan National
States, 1 804- 1 920, Seattle, 1 977 de faydalıdır. T. Stoiano­
vich, Balkan Worlds: The First and Last Europe, New York,
1 994 önemli bir sosyal tarihçinin görüşlerini takip etmek
açısından önemli.
Balkan coğrafyası için bkz. F. W. C arter, A n Histori­
cal Geography of the Balkans, Londra, 1 977 ve J. Cvijic, La
Peninsule balkanique: Geographie humaine, Paris, 1 9 1 8.
M. Todorova, lmagining the Balkans, New York, 1 977 Ba­
tılılann yarattığı B alkan stereotiplerini inceler. İktisat tarihi
için bkz. J. Lampe ve M. Jackson, Balkan Economic History,
1 550- 1 950, Bloomington, Indiana, 1 982; M. Palairet, The Bal­
kan Economies, c. 1 800- 1 91 4: Evolution without Develop­
ment, C ambridge, 1 997; T. Stoianovich, Between East and
West: The Balkan and Mediterranean Worlds, 4 cilt, New
Rochelle, New York, 1 992- 1 995 ve N. Todorov, The Balkan
City, 1 400- 1 900, Seattle, 1 983.

l !r.I
BİZANS ' I N ÇÖKÜŞÜNDEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR

Erken dönemler için bkz. J. Fine, The Late Medieval Bal­


kans: A Critical Survey from the Late 'IWelfth Century to the
Ottoman Conquest, Ann Arbor, Michigan, 1 987; P. Kitromili­
des , Enlightenment, Nationalism, Orthodoxy: Studies in the
Culture and Political Thought of Southeastem Europe, Al­
dershot, 1 994; P. Kitromilides, The Enlightenment as Social
Criticism: losipos Moisiodax and Greek Culture in the Eigh­
teenth Century, Princeton, New Jersey, 1 992; R. Clogg (ed.),
Balkan Society in the Age of Greek Independence, Londra,
1 98 1 ve D. Warriner (ed.), Contrasts in Emerging Societies:
Readings in the Social and Economic History of South-Eas­
tem Europe in the Nineteenth Century, Londra, 1 965.
Osmanlı dönemi için bkz. P. Sugar, Southeastem Europe
under Ottoman Rule, 1 354-1 804, Seattle, 1 977; Odysseus (C.
Eliot) , Turkey in Europe, Londra, 1 900; H. İnalcık, The Otto­
man Empire: The Classical Age, 1 300- 1 600, Londra, 1 973 [Os­
manlı İmparatorluğu Klasik Ç ağ 1 300- 1 600, çev. Ruşen Sezer,
YKY, 2003); H. İnalcık ve D. Ouataert (ed.), An Economic and
Social History of the Ottoman Empire, 1 300- 1 9 1 4 , C ambrid­
ge, 1 994; F. Adanır, "Tradition and Rural Change in Southe­
astem Europe during Ottoman Rule" , The Origins of Back­
wardness in Eastem Europe, Berkel ey, ed. D. Chirot, 1 989; W.
Miller, The Ottoman Empire and Its Successors, 1 801 - 1 92 7,
C ambridge, 1 936 da bala faydalı bir kitap. Aynca C. Brace­
well, The Uskoks of Senj: Piracy, Banditry and Holy War in
the Sixteenth Century Adriatic, Ithaca, N ew York, 1 992 [Senj­
li Uskoklar: 1 6. Yüzyılda Adriyatik'te Korsanlık ve Eşkiyalık,
Bilgi Unv. Yay. , 2009) de sürükleyici bir çalışma.
Sırbistan için bkz. M. Petrovich, A History of Modem
Serbia, 1 804- 1 9 1 8, New York, 1 976; Yugoslavya için bkz . J.
Lampe, Yugoslavia as History: 'IWice There Was a Country,
C ambridge, 1 996 ve Ivo B anac'ın olağanüstü eseri The Na­
tional Question in Yugoslavia, Ithaca, New York, 1 984. Noel
Malcolm'un da Yugoslavya hak.kında iki faydalı kitabı var:
Bosnia: A Short History, Londra, 1 994 ve Kosovo: A Short
History, Londra, 1 998. Bulgaristan için bkz. R. Crampton, A

200
EK OKUMA

Short History of Bulgaria, C ambridge, 1 987; R. C rampton,


Bulgaria, 1 8 78- 1 91 8, New York, 1 983 ve Mercia Macdermott,
A History of Bulgaria, 1 393- 1 885, New York, 1 962. Makedon­
ya için bkz. H. N. Brailsford, Macedonia: Its Races and Their
Future, Londra, 1 906. Yunanistan için bkz. R. C logg, A Conci­
se History of Greece, C ambridge, 1 992; J. C ampbell ve P. Sher­
rard, Modem Greece, Londra, 1 968 hala faydalı bir kitap. Ro­
manya için bkz. H. Roberts, Rumania: Political Problems of
an Agrarian State, New York, 1 9 5 1 ; K. Hitchins , Rumania,
1 866- 1 94 7, Oxford, 1 994. Arnavutluk için bkz. S. Skendi (ed.),
Albania, New York, 1 956; S. Skendi, The Albanian National
Awakening, 1 8 78- 1 9 1 2 , Princeton, New Jersey, 1 967.
Seyahatnameler ve diğer keyifli kitaplar için bkz. S.
Hyman (ed.) , Edward Lear in the Levant: Travels in Albania,
Greece and Thrkey in Europe, 1 848- 1 849, Londra, 1 988; Mary
Wortley Montagu ve Ogier Ghiselin de Busbecq'in Türkiye
mektuplan; E dith Durham, Miss Mackenzie ve Miss Irby,
Albay W. M. Leake ve Peder Henry Tozer gibi Viktorya döne­
minin önde gelen seyyahlarının kitapları. Daha yakın tarihli
anı kitapları için bkz. M. Djilas , Land without Justice: An
Autobiography of His Youth, New York, 1 958; M. Djilas, War­
time: With Tito and the Partisans, New York, 1 977 ve R. G.
Waldeck, A thene Palace, N ew York, 1 942.

20 1

You might also like