Professional Documents
Culture Documents
Avrupa Seyahatnamesi (1898)
Avrupa Seyahatnamesi (1898)
Avrupa Seyahatnamesi (1898)
(1898)
I
MUSTAFA SAİT BEY
Avrupa Seyâhatnâmesi
(1898)
HAZIRLAYAN:
BURHAN GÜNAYSU
GEZİ
II Y K Y
İÇİNDEKİLER
IV V
1. Paris’e Muvâsalatım ve Grand Hôtel • 81
2. Champs-Elysées ve Sefârethâne-i Osmânî’ye Azîmet • 87
3. Bulvarlar ve Vesâit-i Nakliye • 90
4. Tiyatrolar • 96
5. Paris’te Lokantalar • 101
6. Paris’in Kahveleri • 104
7. Place de Concorde • 107 Çeviri ile İlgili Açıklamalar
8. Boulogne Ormanı • 109
9. Louvre Sarayı ve Müze • 112
10. Palais Royal • 116
11. Grévin Müzesi • 118
12. Paris Borsası • 120 Avrupa Seyâhatnâmesi’nin eski harflerle kaleme alınmış met
13. Lüksemburg Sarayı, Müzesi, Bahçesi • 121 ninden Türk alfabesine çevrilmesinde 90 yıl önceki üslûbun ve
14. Paris Şehremâneti [Belediyesi] • 124 deyişlerin korunması amacıyla genellik ve kesinlik kazanmış
15. Hôtel des Invalides: Ma’lûlîn-i Askeriye Sarayı • 125 günümüz yazım kurallarına yer yer, sözcük sözcük aykırılıklar
16. Panthéon • 127 yapıldı.
17. Eyfel [Eiffel] Kulesi • 129 Örneğin “vadiler” sözcüğünün “kediler” gibi kısa heceler
18. Trocadéro Sarayı ve Akvaryum [Aquarium] • 132 le okunmaması için bu sözcük düzeltme imleriyle “vâdîler”
19. Maâbid [Mabetler, Tapınaklar] • 133 biçiminde yazılmıştır. Bunun gibi, yüz yıla yakın bir geçmişte
20. Haller • 134 ki deyişlerin kaybedilmemesi için “tûlânî, nûrânî, mâsûmâne,
21. Palais de Bourbon • 135 mîlâdî...” sözcüklerinin yazılışında düzeltme, uzatma imi (^)
22. Kütüphâne ve Matbaâ-i Milliye • 136 konulması yeğlenmiştir. Böylece bu sözcüklerin kısa hecelerle
23. Devâir-i Resmîye ve Mahâll-i Ma’rûfe• 138 okunmaması ve deyişlerinin eskilerine uyumlu tutulmasının
24. Père Lachaise ve Montmartre Mezaristanları ve Mahrık-ı
sağlanması istenmiştir.
Ecsâd [Cesetlerin Yakıldığı Yer] • 140
Elyazması metinde okunuşlarıyla geçen yabancı sözcük,
25. Mektepler ve Maârif-i Umûmiye • 143
terim ve ibareler özgün yazımlarıyla gösterilmiştir. Ancak,
26. Mösyö Blowitch’le Bir Mülâkât • 145
okunuşunda tereddüt edilen sözcüklerin yanına köşeli ayraç
27. Paris’te Garlar • 149
içinde soru işareti ([?]) konulmuştur.
Okunamayan sözcükler köşeli ayraç içinde belirtilmiştir.
Dördüncü Fasıl: Esnâ-yI Avdette [DönüŞte]
Metin içindeki sadeleştirmeler de yine köşeli ayraç içinde
1. Paris’ten Viyana’ya Kadar: Yataklı ve
gösterilmiştir.
Lokantalı Vagonlar • 153
“Yazarın dipnotu” olarak belirtilmemiş olan bütün dipnot-
2. Viyana’da Yirmi Dört Saat • 162
lar hazırlayana aittir.
3. Viyana’dan İstanbul’a: Orient Express • 169
Dizin • 173
Burhan Günaysu
VI VII
AVRUPA SEYÂHATNÂMESİ
(1898)
1
Birinci Fasıl:
Esnâ-yi RÂhta
[Yolda]
2 3
1.
İstanbul’dan Marsilya’ya Kadar
11 Ağustos sene 1314 ve 23 Ağustos sene 1898
Yevm [Gün] Salı, saat 10.-1
1 Ezânî ya da alaturka saat 12, güneşin battığı akşam vaktidir. Burada geçen saat
10, ikindi zamanı dolaylarındadır.
beyaz ve tûlânî [uzun] minarelerine baka baka kalbim bir hiss- rın arkasında örtülü] olup biraz sertçe vezân olan [esen] rüzgâr
i şükrân ve iftihâr ile meşhûn [dolu] ve müteheyyic [heyecanlı] dahi güvertede oturmak imkânını selbediyordu [kaldırıyordu].
olduğu halde bir hâlet-i vecd ve istiğrâka düşmüş idim [kendim Tekrar kamaraya avdet ederek mütâlaa ve sohbetle evkatgüzâr
den geçmiş bir halde dalıp gitmiştim]. olan [vakit geçiren] rüfekâya iltihak ettim [katıldım]. İki saat son
Âfitâb-ı mağrib-güzîn [batıya yönelen güneş] şuâât-ı gülgû ra kamarotun tevzi ettiği iştihâengîz [iştiha açan] çaylarla telzîz-
niyle [gül renkli ışınlarıyla] âlem-i hayâta vedâ selâmlarını îfâ i dimâğ olundu [kafalarımız tatlandı].
etmekte iken akşam taâmının [yemeğinin] hazır olduğunu ilân Ba’dehû [sonra] arkadaşlar birer ikişer kamaralarına çekil
eden kampana tanînendâz oldu [tınladı]. diler. Bence, vapurun yataktan ziyâde tabuta benzeyen mâhût
Kamarotun davetine icâbetle [uyarak] yemek salonuna [bilinen] karyolasına girmekten ise salonda peyke üzerinde
inip irâe olunan [gösterilen] mevkie oturdum. Sofrada bulu pineklemek evlâ [daha iyi] görüldüğünden bir müddet daha
nan yolcular meyânında yalnız birini tanıyordum ki “place yalnızca meşgûl-i tefekkürât olduktan sonra [düşüncelerle vakit
d’honneur” denilen mevki-i şerefi işgal eden bu zat Beyoğ geçirdikten sonra] boylu boyuna [yazmada da “boylu boyuna”]
lu’ndaki meşhur “Luxembourg” kahve ve misafirhanesinin uzandım. Sabahtan beri dûçâr olduğum meşâgil-i muhtelifenin
müste’cir-i sâbıkı [eski kiracısı] Mösyö Flaman isminde bir Bel [çeşitli meşguliyetlerin] tesiriyle âsâbım gevşemiş ve hafif hafif
çikalı idi. Odesa Dârülfünûnu’ndan [üniversitesinden] hukuk yalpa eden vapur âdetâ bir beşik halini almış olduğundan biraz
icâzetnâmesini hâiz [hukuk diplomalı] Rusyalı erbab-ı asâletten sonra derin bir uykuya dalmışım.
bir genç, Fincancılar Yokuşu’ndaki “Bilhouse” nâmındaki Gözlerimi açtığım zaman ortalık henüz ağarmamış idi.
Protestan mektebi mensûbîninden bir Amerikalı ile fakrüd Fakat yalpa azalmış ve akşamki şedîd rüzgâr lâtîf bir bâd-
dem [anemi, kansızlık] illetine mübtelâ olan zevcesi ve zevci ı sabâya [gündoğusundan esen hafif rüzgâra] tahavvül etmiş
nin [kocasının] Bakû’da petrol ticareti ile meşgul olduğunu [dönüşmüş] idi. Bir saat sonra şafak Anadolu’nun yüce dağları
iddia eden bir Amerikalı dilber ile diğer bir Fransız kadını ve arasından görünmeye başladı. O sırada refîk-i seyâhatim [yolcu
bir düzine kadar da çocuk. İşte birinci sınıf kamaradaki yolcu luk arkadaşım] Kâzım Bey* yanıma geldi. Meğer o da benim gibi
lar bunlardan ibaret olup bu misillü [gibi] uzun seyahatlerde geceyi rahat bir surette geçirmemiş.
yolcuların küçük ve alelâde vesileler taharrî ederek [araştıra Arkadaşım kamaranın küçük ve müdevver [yuvarlak] pence
rak] yekdiğeriyle görüşüp tanışmaları mûtâd idüğünden az resine doğru uzanarak hârice [dışarıya] atf-ı nazarla [gözatarak]:
bir zaman zarfında işbu rüfeka-yı muhteremenin cümlesi ile — Gelibolu’ya yaklaşıyoruz. Haydi güverteye çıkalım.
peydâ-yi ülfet ve ünsiyete [hepsiyle dostluk ve yakınlık kurma dediğinden birlikte güverteye çıktık.
ya] muvaffak olduk. Tayfalar güverteyi yıkıyorlardı. İstanbul’dan vapura tah
Fransız vapurlarının cümle-i muhassenâtından [iyi yanla mil edilen [yüklenen] 300’ü mütecâviz [aşkın] cesîm kafesler için
rından] biri de aşçıların ehliyet ve mehâretiyle mekûlâtın nefa de mahbus bulunan müteaddid horozlar muttasıl öterek saba
set ve mebzûliyeti [yiyeceklerin nefisliği ve bolluğu] olduğundan hı ilân ediyorlar ve sâhillerdeki minimini köylerin, kasabaların
midesine îtinâsı bulunan seyyâhîn daima Fransız vapurlarını
sâirlerine tercih ederler. * Kâzım Bey vapurda müsâdif olduğum [rastladığım] bir muhibdir [dosttur] ki ken
disiyle üç ay kadar evvel bir kere Kirkor’un matbaasında mülâkat etmiş idim
Hakikat [gerçekten]; ilk akşam taâmının mükemmeliyeti [görüşmüştüm]. İkinci defa ise vapurda mülâki olduk [karşılaştık] ki mumâileyh
me’mûl ü intizârın fevkinde idi [umulanın ve beklenenin üzerinde [adı geçen] Cenevre’ye kadar esnâ-yi seyâhatimde [yolculuğum sırasında] refaka
idi]. Ba’de’t-taâm [yemekten sonra] sigaramı içmek üzere güver timde bulunmuştur [benimle birlikte olmuştur]. Marsilya’da yadigâr-ı seyâhat
olarak birlikte aldırmış olduğumuz fotoğraf bâlâ-yı seyahâtnâmeye vaz’olundu
teye çıktım. Kamer [ay] henüz verâ-yı perde-i istitârda [bulutla [seyahatnamenin baş tarafına konuldu]. [Yazarın dipnotu]
üzerine çöken mavi bir sis yavaş yavaş semâya doğru yüksele betle haylıca rahat olduğundan o gece güzel bir uyku çekerek
rek evler, ebniyeler1 [binalar] birer birer meydana çıkıyordu. dün akşamki yorgunluğu mehmâemken [mümkün olduğunca]
Kilitbahir’de mersâ-nişîn olan [limanda demirli bulunan] sefâ telâfi eyledik.
in-i harbiye-i Osmâniye’nin [Osmanlı savaş gemilerinin] yakının Sabahleyin gözlerimi açtığımda hafif serin bir rüzgâr ile
dan geçerek Çanakkale pîşgâhında [önünde] durduk. Şehre git sevâhil-i Yunâniye’yi [Yunan sahillerini] takip etmekte olduğu
mek üzere zırhlılardan çıkan beyaz elbiseli neferât-ı bahriyeyi muzu gördüm. Telâtum [dalgaların çarpışması] büsbütün kesil
[deniz erlerini] hâmil olan [taşıyan] sandalların, kiklerin manza mişti..
rası deniz üstünde top top martı sürülerini andırıyordu. Sefâ
in-i harbiyemizle mürekkebâtındaki intizam ve mükemmeliyet ***
kulûb-i sadikânemizi [sadık kalplerimizi] lebrîz-i sürûr ve iftihâr
etmekle [sevinç ve övünç ile doldurmakla] velînîmet-i âzâmımız Sevâhil-i Yunâniye — Birtakım kayalıklardan ibaret olup
[yüce velinimetimiz] Padişâhımız Efendimiz Hazretleri’ne ez dil manzarası pek ziyâde kasvet [sıkıntı] vericidir. Hakikat bu
ü cân [canü gönülden] dualar ettik. kadar mahuf [korkunç] ve ye’sâver [keder verici] yerler dünyanın
Muâmelât-ı mûtâde-i resmiyenin ifasından sonra bir seyr-i hiç bir cihetinde olmasa gerek. Mora Kıtası’nın hep şu gördü
serî ile [hızlı bir yolla] Bahr-i Sefîd’e [Akdeniz’e] doğru açıldık ki ğümüz yerler gibi füyûz-ı nebâtiyeden [bitki zenginliklerinden]
hava cidden lâtîf ve deniz son derecede sâkin ve sâkit idi. Sevâ mahrum olduğunu söylediler. Meğer Yunan Devleti’nin yüzü
hilin [sahillerin] manzarası pek ziyâde nazar-firîb [görülesi] olup nü güldüren Tesalya kıtası olup, Tesalya olmasa bütün Yunanlı
bâhusus [özellikle] kesretle [çokça, sıkça] müşâhede ettiğimiz yel lar aç kalacak imiş.
değirmenleri manzarayı bir kat daha güzelleştiriyordu. Âfitâb-ı Mora sâhillerini birtakım koylar, burunlar teşkil ediyor.
cihantâb [güneş] kemâl-i letâfetle tevzî-i şuâât ile önümüzdeki Fakat manzara umûmiyetle korkunç. Hele önünden geçtiğimiz
bir burun ki kâmilen [tamamen] yalçın kayalardan ibaret olup
ummân-ı bîpâyânı [uçsuz bucaksız denizi] nurlar, pertevlere gar
gûyâ kör bir bıçak ile kat’ olunmuş [kesilmiş] gibi kayalar çimtik
ketmekte [boğmakta] ve temâşâsına doyulmaz menâzır-ı latîfe
çimtik [çentik çentik] bir şekilde idi.
vücûda getirmekteydi [güzel manzaralar oluşturmaktaydı].
Kayaların arasında taştan bir iki kulübe gördük. Evvelce
Aynaroz2 açıklarında iken zuhûr eden [çıkan] meltem deniz
Marsilya’ya seyahati olan arkadaşların rivâyetine [söylediklerine]
de emvâc-ı cesîme [büyük dalgalar] husûle getirdiğinden vapur
göre bunlar târik-i dünyalara1 mahsus mesâkin [meskenler] imiş.
saatlerce dağ gibi dalgalar arasında çalkandı. Akşam üzeri
Sevâhil-i Yunâniye’yi takip ederken âfitâb-ı cihantâb tulû
havaya biraz sükûnet geldi. Yemekten sonra bermûtad güverte
ediyordu [doğuyordu]. Semanın beyaz rengi ile denizin maviliği
ye çıktığım zaman uzaktan uzağa bir fenerin sönüp tekrar parla arasında etrafa tatlı bir hamret [sıcaklık] saçarak denizin ortasın
dığını gördüm. Bu fener Sije Feneri imiş. Refîkim ile verdiğimiz dan tulû eden güneş tedricen [yavaş yavaş] semaya doğru yük
karar mûcibince o gece yataklarımızı güverte üstündeki küçük seldi.
kamarada yaptıracak idik. Kamarot Mösyö Jean kamaranın Ara sıra vapurlara müsadif oluyorduk. Yelkenli gemiler ise
kenar minderleri üzerinde bize güzel yataklar hazırladı. Yatak kesretle görülüyordu. Esâtîr-i kadîmeye [eski efsanelere, yani mito
larımız vâkıâ [gerçi] biraz darca idi ise de mâhût tabutlara nis lojiye] göre Venüs ile Ulis’in [Ulysses, Odysseus] maskat-ı re’sleri
1 “Ebniye” sözcüğü, “bina” sözcüğünün çoğuludur. Yazar seyahatnamede sık sık [doğdukları yer] olan iki cezire-i sagîre [küçük ada] arasındaki dar
“bina” için “ebniye”, “binalar” için ise “ebniyeler” sözcüklerini kullanmaktadır. bir geçitten geçerek Mataban yolunu tuttuk ki bu burun yalnız
2 Aynaroz, Selanik Vilayeti’ne bağlı bir kasabadır. Söylentiye göre, o tarihlerde bu
bölgeye kadın sokulmazmış. Halkını sadece erkekler teşkil edermiş. Bölge, üç 1 Târik-i dünya, dünyadan el-etek çekip yalnız yaşayan kişidir. Dar anlamda ise,
burun halinde denize uzanan yarımadanın uçlarından birinde bulunmaktadır. evlenmeyen papazlar için kullanılır.
Yunanistan’ın değil, bütün Avrupa’nın müntehâ-i cenûbudur Bir aralık vapurumuz bağteten tevakkuf ediverdi [birdenbi
[en güneydeki noktasıdır]. re duruverdi]. Denizin oportasında tam süratle yol alan bir vapu
run tevakkuf-ı nâgihânisi [beklenmedik duruşu] mûcib-i telaş
***
olur [telaşa sebep olur]; fakat memurlarda ve tayfalarda bir gûna
Ağustos-ı rûmînin (efrencî 25)1 on üçüncü Perşembe günü [hiçbir] telaş eseri görülmüyordu. Bunlardan birine müracaatle
alessabah [sabahleyin] Mataban’ı geçerek “Ionienne” [Ion] Deni tevakkuf sebebimizi sordum. Meğer makine bozulmuş; tamiriy
zi’ne dâhil olduk. Mataban’dan “Messina”ya2 kadar kat edeceği le uğraşıldığından bir çeyrek saat sonra tekrar hareket edebile
miz mesafe otuz altı saattir. Bu mesafeyi hep karayı bilâ rü’yet cekmişiz. Filhakika biraz sonra eski süratle kat’ı mesâfata [yol
tayyedeceğiz [karayı görmeden geçeceğiz]. almaya] başladık.
Lehülhamd [hamdolsun] deniz pek müsait ve hava lâtîf Akşam taâmından sonra güverteye çıktım. Hava gere
idi. Semt-i re’simizde [başımızın üzerinde] bulunan güneş parıl ği gibi [mevsime uygun olarak] harr [sıcak].. Havâlî-i cenûbda
parıl parlıyor. Havanın güzelliğini müşâhede eden [gören] rüfe bulunduğumuz şu hararetten dahi anlaşılıyor. Gidiyoruz,
kâ [refikler, arkadaşlar] hep güvertede toplandılar. Kimi şezlong gidiyoruz, lâyenkat’ [durmaksızın] gidiyoruz. Makinenin çıkar
denilen tûlânî bir iskemleye uzanarak çarşaf kadar gazetelerini dığı sadâ-yı muttarîdden [tekdüze sesten] başka sükûn ve sükû
gözden geçiriyor, kimi güvertedeki salıncakta sallanıyor, kimi neti bozan hiçbir şey işitilmiyor.. Haritada bulunduğumuz
bir köşeye çekilerek elindeki kitabı kemâl-i dikkatle mütâlaa mevkîi tayin ettim. Bahr-i Sefîd’in [Akdeniz’in] tam ortasında
ediyor, kimi vapurun küpeştesine dayanarak müntehâ-i ufku yız.. Dehşet!..
[ufkun en uzak noktasını] temaşa ediyordu.
Meclûb u meftûn-ı melâhat ü letâfeti olduğumuz [güzelliğinin ***
ve letâfetinin cazibesine kapılıp meftûnu olduğumuz] Amerikalı dilber
elişiyle meşgul. Eski Lüksemburg müste’cirinin “Mister Cum Sükûnet-i hava Ağustos-ı rûmînin on dördüne müsâdif
bul” tesmiye eylediği [adını taktığı] Amerikalı Madamın afacan olan [rastlayan] ertesi Cuma günü vakt-i asra [ikindi vaktine]
oğlu mensup olduğu milletin* havass-ı mahsûsasından [kendine kadar imtidâd eyledi [devam etti]. Fakat arasıra görülen bir iki
özgü niteliklerinden] olan hodbinliğe [bencilliğe] yakışır bir şekilde küçük bulut havanın karîben [yakında] bozulacağını ifhâm edi
mini mini arkadaşlarını bin bir türlü şeyle iz’ac ve bîzar ederek yordu [bildiriyordu].
[taciz ederek, bezdirerek] bizi kahkahalarla güldürüyor. Biz kahka Filhakika bir iki saat sonra hava değişti. Semâda ra’d ve
halarla gülerken öteden bir feryâd-ı mâsûmânedir kopuyor; der berk [gök gürültüsü ve şimşek] ve denizde emvâc-ı müdhişe [kor
ken çocuk kaçıyor, vâlidesi işini bırakarak mahdûmunu [oğlunu] kunç dalgalar] yüzgösterdi.
kovalıyor. Fakat beş dakika sonra Mister Cumbul bizim Mösyö İtalya sâhillerine yaklaştığımızdan muhâlefet-i havaya
Flaman’ın delâlet-i müşfikânesi [şefkatli aracılığı] sâyesinde vâlide [havanın bozulmasına] karşı Sicilya Adası bir dereceye kadar
sinin affına mazhar olarak yine güvertede arz-ı endâm ediyordu. siper olmakta idi. Uzaklarda müşâhede olunan [görülen] yel
1 Rûmî takvim, ayların Mart, Nisan, Mayıs... sırasıyla sayıldığı tarihtir ve kullan
kenli gemiler sâhile takarrübümüze nişâne [yaklaşmakta olduğu
makta olduğumuz Mîlâdî tarihten 13 gün (19. yüzyılda 12 gün) geridir. Türki muza işaret] hükmünde idiler. Akşama yakın İtalya sâhillerini
ye’de 1926 yılında kabul edilen Milâdî tarihe Efrencî tarih de denilmektedir. Hic gördük. Boğaza1 dâhil olduğumuz zaman ortalık gereği gibi
rî (Arabî) tarih ise Peygamberimizin Mekke’den Medîne’ye hicret ettiği (göçtüğü)
günden başlayan tarihtir ve Mîlâdî tarihten 584 yıl farklıdır. [mevsime uygun olarak] kararmış ve denizde telâtum [çalkantı]
2 Messina, İtalya ile Sicilya Adası arasında yer alan, Ion Denizi ile Tiren Denizi’ni büsbütün kesilmiş idi.
birleştiren boğaz.
* Amerikalılar, Anglosakson ırkına mensupturlar. [Yazarın dipnotu] 1 Messina Boğazı.
10 11
Kamarotun kampanası bizi akşam taâmına davet ettiğin Stromboli geçildikten sonra tekrar yataklarımıza girdik.
den temâşâ-yı sevâhili [sahilleri seyretmeyi] te’hir ederek [sonraya Fakat sabaha az bir zaman kaldığından tekrar uyumak nasip
bırakarak] salona indik. Yemekten sonra tekrar güverteye çıktığı olmadı.
mız vakit gördük ki biraz önce rûy-i semâyı [gökyüzünü] istîlâ Bir saat sonra güverteyi yıkamak için tayfalar güverteye
eden mahûf [korkunç] bulutlar eb’ad-ı nâmütenâhiyeye [sonsuz toplandılar. Cesîm hortumlar denize salıverildi. Ben de güver
uzaklıklara] doğru uçup gitmiş ve şafaklara gıptaresân [gıpta teye çıkarak denizde ifnâ-i hayat eden [ömür tüketen] bu cesur
veren] bir nûrâniyet-i ruhperver [içaçıcı bir nuraniyet] ortalığı adamların harekâtını seyretmeye başladım. Gördükleri iş
gereği gibi [mevsime uygun olarak] istîlâ eylemiş; mehtâb sath-ı epeyce güç ve bâhusus [özellikle] benim gibi meşâk ve mihene
âba [suyun yüzüne] bir nûr-ı ihtişam [muhteşem bir nur] saçmak [zahmetli ve eziyetli işlere] tahammülü olmayanları ürkütecek
ta ve levn-i zerrîn-i deryâ [denizin altın rengi] temâşâsına doyul şeylerden olduğundan ezvâk-ı hayattan [yaşamın zevklerinden]
maz bir manzara-i vecdâver [heyecan veren bir manzara] vücûde pek az nasibi olan bu zavallı adamların ne gibi bir ücret mukâ
getirmekte idi. bilinde bu vazife-i tâkatfersâyı [dayanma gücünü aşan vazifeyi]
Boğazda lengerendâz [demirli bulunan] bir İtalyan beylik dûş-i tahammüle almış olduklarını [sırtladıklarını] öğrenmek
sefînesini [resmi gemisini] düdükle selâmladık. O da derhal heves-i şedîdiyle [kuvvetli arzusu ile] bir tayfanın yanına soku
mukabele etti. Bir iki sandala müsâdif olduk ki içindekiler pek larak eline bir sigara tutuşturdum; herif1 arsız ve terbiyesiz
ziyâde sarhoş idiler. Şarkı çağırıyor, nara atıyorlardı. bir adam imiş. Zira sigarayı aldıktan sonra elimdeki sigaralı
Boğazı geçtikten sonra herkes kamarasına çekildiğinden ğa dahi göz dikerek anın dahi [onun da] kendisine hediye edil
biz de salondaki tûlânî [uzunlamasına] yataklarımıza uzandık. mesi arzusunu izhar eyledi ki herifin bu arzusunu is’af [yerine
Esnâ-yi hâbda [uykudayken] kulağıma bir ses geldi, birden getirme] lüzumundan ziyâde bir semâhat [cömertlik] olacağın
bire uyandım. Arkadaşım diyordu ki: dan muhavereyi kat edip [konuşmayı kesip] oradan infikâk eyle
— Yâhû, kalk, kalk. dim [ayrıldım].
— (Telaşla) Hayrola, ne var?
— Dışarı çık, bak, neler göreceksin. ***
Refîkimin hakkı varmış. Pîşgâhımdaki [önümdeki] manzara
yı müddet-i ömrümde unutamam. Daha mektepnişîn iken [mek Gayet sakin bir hava ile Korsika’ya doğru yol almaktayız.
tepte iken] coğrafya derslerinde hocamızın tarif eylediği Strom Öğleden sonra esnâ-i rahta [yolda] yirmi dört sefîne-i harbiye
boli Yanardağı’nın önündeyiz. Nısfu’l-leyl [geceyarısı] denizin den mürekkeb cesim bir İngiliz filosuna müsâdif olduk. Koca
ortasında müsellesü’ş-şekl [üçgen şeklinde] bir dağ zirvesinden zırhlılar deniz üzerinde saff-ı harb [savaş düzeni] teşkil ederek
ateşler püskürüyor. Zirve-i cebelden bahre doğru [dağın tepe türlü türlü manevralar icra etmekte idiler. İngiltere’nin satvet-
sinden denize doğru] akan âb-ı âteşîn ve şûledâr [ateş gibi ve ışık i bahrîsi [yüksek deniz gücü] zaten ma’lûm ise de müşâhedât-ı
saçan] bu müsellesin bir dıl’ını [kenarını] teşkil ediyor. Ateşin, vâkıamız [bu gördüğümüz] bizde başka bir tesir husûle getirdi.
alevlerin sath-ı âba inikâsı [su yüzüne yansıması] bu manzara-i Hâkimiyet-i ebhâr [denizlere hâkim olmak] dâvâsında bulunan
mehîbeye [heybetli manzaraya] başka bir letâfet ve başka bir ulvi İngilizlere hak verdik.
yet bahşediyor idi. Sefîneler biraz sonra kemâl-i süratle cenûba doğru uzakla
Volkanın temâşâsı iki saat kadar imtidâd eyledi [sürdü] ki 1 “Herif” sözcüğü bu seyahatnamede arada bir geçmektedir. Bu sözcüğün aslı
“harîf” olup “meslektaş, sanat arkadaşı, teklifsiz dost” anlamına geldiği gibi halk
rüfekânın cümlesi de bîdâr [uykusuz] ve meşgûl-i temâşâ-i kûh- arasında “âdî, bayağı adam” anlamına da kullanılmaktadır. Yazarımızın bu söz
i âteşnisâr [ateş saçan manzarayı seyretmekle meşgul] idiler. cüğü bu ikinci anlamda kullanmadığı anlaşılmaktadır.
12 13
şarak tedrîcen gözden nihân oldular [yavaş yavaş gözden kaybol nin camını bir parmak kadar indirdim ise de murdar koku bir
dular]. türlü zâil olmadı [kaybolmadı]. Tekrar yatağıma uzanarak uyu
Akşam üzeri havada tekrar bozulma istîdâdı hasıl olmuştu. maya çalıştım.
Birinci kaptandan havayı sordum. Fotoğraf çıkarmakla meşgul
olan kaptan: ***
— Deniz bir parça bizi rahatsız edecek, cevabını verdi.
Fakat kaptanın ifade ve tahminine rağmen geceyi hep bilâ telâ Hava ertesi sabah dahi tâtîl-i şiddet etmedi [şiddetini kes
tum [dalgalar çalkalamadan] geçirdik. medi]. Marsilya’ya yaklaştıkça bilakis dalgaların cesâmeti daha
Ağustosun on altıncı Pazar sabahı “Cap de Corse” deni ziyâde arttı. Muhâlefet-i havâya rağmen rüfekâ [refikler, arka
len Korsika Burnu hizasına geldiğimizde vapur grandi direği daşlar] hep güvertede bizim küçük salonda toplandılar. Muvâ
ne “Paquet-Çerkistan” ibâresini hâvî bir sancak keşîde ederek salatın takarrübünden [varışın yaklaşmasından] dolayı herkesin
[çekerek] Fransa’yı selâmladı. Burundaki kule ile Marsilya ara sîmâsında bir neşe ve sürur alâimi [neşe ve mutluluk belirtileri]
sında vapurların mürûr ve ubûruna dair [geliş ve geçişlerine dair] mevcuttur.
muhâberât-ı telgrâfiye cereyan eder imiş. Havanın şiddeti vapurun süratini pek ziyâde tenkis etmek
te [azaltmakta] idi. Eğer bu fena havaya seyâhatimizin ilk günle
*** rinde müsâdif olsa idik pek ziyâde dûçâr-ı havf ve endişe olur
dum [pek çok korku ve endişeye kapılırdım]. Fakat beş altı günden
Korsika’dan sonra hava bozuldu. Denizde yine büyük beri devam eden seyâhat-i bahriyemiz [deniz yolculuğumuz] bir
büyük dalgalar peydâ oldu. Buralarca mistral tesmiye olunan İngiliz kadar beni denize alıştırmış idi.
[denilen] meşhur rüzgâr gittikçe şiddetini artırdığından bütün Rüfekâdan Mösyö Flaman’ın Marsilya’ya birkaç seferi oldu
gün ve bütün gece deniz ile semâ arasında yuvarlandık. Gece ğundan:
nin âğûş-ı siyâhında [simsiyah kucağında] inleyen denizin sadâ- — Daha ne kadar yolumuz var? diye sordum.
yı mehîbi [korkunç sesi] ve rüzgârın tarrâka-i dehşetnâki [dehşet Flaman önümüzdeki burnu irâe ederek [göstererek]:
verici patlamaları]1 — Marsilya işte şu burnun arkasındadır. Şimdi burnu geçer
Bir aralık büzülmüş olduğum yataktan kalkarak pencere geçmez şehri göreceğiz, dedi ki, filhakîka burnu geçince Marsil
den dışarıya atf-ı nazar ettim [bir gözattım]. Pek uzaklarda ara ya da göründü.
sıra bir necm-i şûledâr [parlayan bir yıldız] gibi ışık veren ve yine Limanın karşısındaki ada şiddet-i havâya karşı siper oldu
birdenbire gâip olan elektrik ışıklarından anladım ki artık Fran ğundan sallantı kesilmiş idi. Kadınlar tuvaletlerini ikmal ede
sa sâhilindeyiz. Yatağında horul horul uyuyan arkadaşıma: rek güverteye çıktılar. Herkesin yüzü gülüyordu. Biraz sonra
— Yahu, kalk. Fenerler görünmeye başladı. Fransa’ya geldik. Çerkistan vapuru binlerce merâkib-i bahriye ve sefâin-i ticariye
dedim ise de refîkim istifini bile bozmayarak: [deniz araçları ve ticaret gemileri] ile dolu olan Marsilya’nın meş
— Hava pek sert, uyu. cevabını verdikten sonra yorganını hur limanına âheste âheste girdi.
başına çekti.
Kamarayı tenvir eden [aydınlatan] lambaların murdar koku
su teneffüs ettiğimiz havayı pek ziyâde ihlâl etmiş [bozmuş]
olduğundan hava değiştirmek maksadı ile pencerelerden biri
1 Bu tümce asıl metinde de yarım bırakılmış.
14 15
metlere] mensup bayraklar sûret-i dâimede temevvücnümâ
olur [daima dalgalanır]. Liman aksâm-ı müteaddideye mün
kasem [çeşitli kısımlara bölünmüş] ve geçitleri pek ziyâde dar
olup bu geçitler indel-hâce [gerektiğinde] demir köprülerle
kapanır.
Çerkistan vapuru limana dâhil olur olmaz bir römorköre
bağlandı. Bu römorkör bizi ikinci limanın sağ cihetindeki rıhtı
2. mın hâlî [boş] bir mahâlline yanaştırdı. Elbise-i resmiyesini lâbi
sen [giymiş olarak] baş kaptan bazı muâmelât-ı nizâmiyeyi icra
Marsilya’da ettirmek için liman dairesine azîmet eylediğinden [gittiğinden]
merkûmun [adı geçenin, yani kaptanın] avdetine değin usulen
17 Ağustos 1314 ve 29 Ağustos 1898 Pazartesi yolcuların hurûcuna [çıkışına] müsaade olunmuyordu. Fakat
biz vapura gelen Şehbenderhâne-i Osmanî [Osmanlı Konsoloslu
ğu] kâtiplerinden İshak Efendi’nin delaleti sayesinde arkadaş
lardan evvel Marsilya rıhtımına çıkabildik.
Marsilya’da nezaket ve ehliyeti cihetiyle memurîn-i mevcû
Marsilya’nın büyük limanı her ecnebinin nazar-ı takdirini de-i hâriciyemiz meyânında [mevcut dışişleri memurlarımız ara
celbeyleyen mesâir-i âliye ve medeniyedendir [büyük ve medeni sında] bir mevki-i infirâd [ayrı bir yer] ihrâz eylemiş [kazanmış]
eserlerdendir]. Cesâmet ve intizâm-ı muâmelât ve kesret-i ihracât olan Başşehbender [Başkonsolos] Saâdetlû [eski bir ululama deyimi]
ve ithalât cihetiyle Marsilya dünyanın en birinci ticâretgâhların Ethem Beyefendi Hazretleri rıhtımda vürûdumuza muntazır
dan ma’dûddur [sayılır]. Limanın medhali dardır. İki taraflı rıh olduğundan [gelişimizi beklediğinden] kendileriyle mülâkattan
tımlarda bulunan cesîm vapurların adedi binlere baliğ olur. Bu sonra münasip bir otel taharrî etmek üzere şehrin vâsi’ [geniş]
rıhtımlar ise baştan başa gümrük daireleri, antrepolar, ambar ve muntazam sokaklarını dolaşmaya başladık. Vâkıâ Mösyö
lar, dekovil usulünde hatlar ve buna mümâsil [benzer] birtakım Flaman daha vapurda iken bize bazı oteller tavsiye eylemiş idi.
şeylerle mâlâmâldir [dopdoludur]. Rıhtımlarda bağlı olan vapur Fakat biz tavsiye olunan otellere gitmemeyi zaten kararlaştırmış
lar İstanbul’da henüz mislini ve mânendini [benzerini] görme olduğumuzdan şehrin güzel bir mahâllinde münasip bir otel inti
miş olduğumuz birtakım cesîm şeylerdir ki bunlar Amerika’ya, hap etmek üzere “Canbière” caddesinde dolaşır iken bizim Rus
Avustralya’ya, Hindistan’a, Hindiçînî’ye, Afrika’ya, Japonya’ya yalı arkadaşımıza müsâdif olduk ki o da bizim gibi geceyi imrâr
hâsılı memâlik-i baîdeye [uzak memleketlere] gitmek ve ebhâr-ı [geçirmek] için münasip bir otel taharrî etmekte imiş. Mumâileyh1
muhîtada [bahr-i muhitlerde, yani okyanuslarda] geşt ü güzâr eyle hangi otele ineceğimizi sordu. Biz “Henüz bir otel kararlaştırma
mek [gidip gelmek, seferler yapmak] için suret-i mahsusada inşâ dık.” cevabını verince hatırnevaz arkadaşımız Rusyalı:
edilmiş olduklarından cesâmet ve mehâbeti [heybeti] insanın — Öyleyse hep birlikte bulalım. Ben “Hôtel de la Paix”ye
hayretini celbeder. Bu gemilerin derûnu [içi] ise bir memleket ineceğim. Haydi, oraya gidelim, demekle hep birlikte “Hôtel de
kadar vâsi’ [geniş] olduğundan bunlara âdeta bir şehr-i seyyar la Paix”ye gittik.
ıtlâkı münasiptir [denilse yeridir].
Marsilya limanında bütün küre-i arzda [yer yuvarlağında, 1 “Mumâileyh” ve “mumâileyhâ”, sırasıyla erkek ve kadın için “adı geçen kişi”
anlamındadır. Daha çok yüksek dereceli kişiler için ise aynı anlamda “müşârüni
dünyada] mevcut bulunan hükûmât-ı muhtelifeye [çeşitli hükü leyh” ve “müşârünileyhâ” kullanılır idi.
16 17
*** ki localar yalnız elbise değiştirmek için istimal olunmaktadır.
Locaların önündeki mahâll mükemmel bir gazino olduğundan
“Grand Hôtel du Louvre et de la Paix” [yazmada hem Fran müteaddid mermer masalar etrafında birtakım demirden iskem
sızcası hem de Türkçe okunuşuyla yazılmış] Marsilya’nın en birinci leler mevcut idi.
otellerindendir. Üçüncü katta iki yataklı mükemmelen mefruş Masalardan birinin etrafında bir müselles teşkili ile karşı
[çok güzel döşeli] bir odayı intihap ederek eşyalarımızı naklettir mızda bir refîkle oturup bira içen sarışın bir Fransız dilberini
dikten sonra akşama yakın tekrar otelde birleşmek üzere Rus temâşâya koyulduk. Deniz epeyce derin ve mütemevvic [dalga
yalı arkadaşımızdan ayrıldık. Şehbenderhâne-i Osmanî Kâtibi lı] idi. Ricâl ve nisvândan mürekkeb birtakım şinâverânın [yüzü
İshak Efendi’nin Marsilya’da kaldığımız müddetçe refakati cülerin] bu işte hakikaten mâhir ve mâhire [kadın için “mâhire”
mizde bulunması Şehbender Beyefendi tarafından tensip edil sözcüğü kullanılmış] oldukları muhâlefet-i havaya rağmen sâhil
miş olduğundan mumâileyhin delâleti ile ben evvelâ gömlek, den haylı uzaklaşmış olmalarından anlaşılmakta idi. Letâfe
eldiven, elbise ve kravat gibi en ziyâde muhtaç olduğum bazı ti nâ-kâbil-i inkâr [inkârdan gelinemez, yadsınamaz] olan deniz
eşya mübâyaa eyledim. Ba’dehû Fransa Lokantası denilen bir hamamları âlemini bir saat kadar temâşâ eyledikten sonra içtiği
mahâlle gittik ki bu lokanta Paris’in “Duval” lokantaları tarzın miz nefis ve buzlu Fransız biralarının paralarını tesviye ederek
da bir şey idi. Şu kadar ki burada Duval’de olduğu gibi hâdime [ödeyerek] kapıda vürûdumuza muntazır olan [gelişimizi bekle
ler [kadın garsonlar] yoktu. Fakat nefâset-i matbûhât [yemeklerin yen] arabamıza râkib olduk [bindik].
güzelliği] ve ehveniyet [ucuzluk] hususunda hakikaten mükem Marsilya’nın en meşhur kahvehanelerinden olan Café
mel idi. Ba’de’t-taâm tekrar otele gelip mağazalardan vürûd Glacier’nin önünde arabadan inerek yaya kaldırımının nıs
eden [gelen] yeni elbiselerle mükemmelen süslendikten sonra fını istiab eden [yarısını kaplayan] sandalyelerin birkaçını da
tekrar bir arabaya râkiben [binerek] Şehbenderhâne-i Osmanî’ye biz işgal ettik ki o esnada bizim hesabımıza göre saat on iki
azîmet eyledik. Orada vürûdumuza muntazır olan [gelişimizi yi geçmiş ve ortalığı zulmet yerine nurlar istîlâ eylemişti.1 Her
bekleyen] İshak Efendi’yi alarak Marsilya’nın şâyân-ı temâşâ taraf elektrik ziyasıyla münevver. Bu ziya, donanma geceleri
[görmeye değer] mahâllerini dolaştık. İshak Efendi bize evvelâ yakılan beyaz renkteki mehtâb [maytap] fişenklerinin ziyası
Marsilya’nın deniz hamamlarını göstermek istedi. nı andırıyordu. Café Glacier’de oturduğumuz sırada Rusyalı
Hamamlara gidinceye kadar hep yekdiğerine müşâbih [bir arkadaşımıza müsâdif olduk ki arkadaşımız bizi otelde araya
birine benzer] birtakım cadde ve sokaklardan geçtik. Bu sokak rak bulamayınca canı sıkılmış ve o can sıkıntısıyle bulvarlarda
ların ekserisinde müteaddid tramvaylar, omnibüsler işliyor dolaşmaya başlamış.
idi. Sâhile geldiğimiz zaman İshak Efendi’nin verdiği emir üze Bir müddet Café Glacier’de vakit geçirdik. Taâm vakti
rine arabacı tevakkuf eyledi. Hemen arabadan inerek küçük hulûl eylediğinden Rusyalı arkadaşımız dahi birlikte olduğu
bir bahçe kapısından duhûl [giriş] ve pek ziyâde dar bir tünel halde bu sabah İshak Efendi’nin delaletiyle taâm eylediğimiz
den mürûr [geçiş] ile asıl hamamların olduğu mahâlle geldik Fransız lokantasına gittik. Rusyalı bu lokantayı beğenmedi.
ki hamamlar büyükçe bir iskelenin sağ cihetinde vâki küçük Kendi tâbiri üzere “esnafça” buldu. Vâkıâ biz her ne kadar ken
küçük birtakım localardan ibaret idi. disinin arzusuna tebâan [uyarak] Marsilya’nın en birinci otelle
Avrupa deniz hamamları hakikaten şâyân-ı temâşâdır. rinden olan Hôtel de la Paix’ye inmiş isek de akşam sabah “Res
Ricâl ve nisvân [erkekler ve kadınlar] hep birlikte denize girerek taurant Doré”de taâm etmek derecesinde bu arzuyu is’âfa muk
istihmâm eyliyorlar [yıkanıyorlar]. Denize açıkta giriliyor. Öyle tedir olamazdık. Badettaâm tekrar Café Glacier’ye avdetle bir
bizde olduğu gibi hususi hamamlar ve localar yoktur. Sâhilde
1 Daha önce de belirtildiği gibi, alaturka saat 12.00 güneşin battığı akşam vaktidir.
18 19
Mûsevi arkadaşı ile birlikte vürûdumuza muntazır olan [varışı bîgâne [yabancı] kaldığım havâdis-i âleme vukuf emeli ile elime
mızı bekleyen] İshak Efendi ile buluştuk. aldığım cerâid-i mahâlliyeyi [yerel gazeteleri] gözden geçirmeye
Bir müddet o günkü müşâhedâtımıza dair musâhabetten başladım. Biraz sonra refîkim Kâzım Bey dahi yanıma gelmiş
sonra İshak Efendi’nin delaleti ile bazı ma’rûf kahvehaneler olduğundan kendisiyle birlikte sokağa çıkıp Marsilya’nın bazı
le eğlence mahâllerini dolaşmaya başladık ki bu kahvelerin mühim ve meşhur caddelerini dolaşmaya başladık.
hemen cümlesi de şûhmeşrebân nisvân ile mâlâmâl idi [serbest Kemâle ermiş eşcâr ile sâyedâr olan [olgun ağaçlarla gölge
tavırlı kadınlarla dolu idi]. lenen] caddelerin arzı [genişliği] bizim Divanyolu’nun dört mis
Bir kafeşantana [café chantant: şarkılı kahve] uğradık ki pek li kadar vâsi’ [geniş] olup “trottoir” denilen yaya kaldırımları
ziyâde izdiham [kalabalık] vardı. Âdetâ geçmek bile mümkün dahi bittabi [doğal olarak] o nisbette geniş idi. Elektrik lambaları
değil. Sahnede birer ikişer şantözler perdebîrûnâne [açık saçık] na mahsus âlî [yüksek] ve muntazam demir sütunlarla gazete ve
birtakım şarkılar çağırdılar ve alettevâli [devamlı] alkışlara maz kitap füruhtuna [satışına] mahsus zarif köşkler caddeleri tezyin
har oldular. Hele İngilizleri tezyif [aşağılama] yolunda yapıl ediyor ve meydanlardaki heykeller, çeşmeler bilhassa nazar-ı
mış bir şarkı okudular ki hakikaten pek eğlenceli idi. Kafeşan dikkati celbeyliyor idi. Elektrikli, buharlı tramvaylar, omnibüs
tandan çıkar çıkmaz pek ziyâde yorgun olduğumdan nısfu’l- ler, arabalar hep insanla memlû [dolu] olduğu halde câbecâ [yer
leylden [geceyarısından] evvel yataklarımıza girmek arzusunu yer] sokakları devrediyor ve yollardaki mârîn ve âbirîn [gelip
izhâr eyledim ise de arkadaşlar hovardaca eğlenmeyi rahat geçenler] bir nehr-i seri’ cereyan [hızlı akışlı bir nehir] gibi lâyen
bir uykuya tercih ettiklerinden otelimizin yanıbaşındaki Café kat’ [durmaksızın] akıp gidiyordu.
Doré’ye girdik. Burada da birçok kadınlar görülmekte idi. Bun Caddeler tahta kaldırım mefruştur [döşelidir]. Maahazâ
lar umûmiyetle hüsn ü ânlarını [güzelliklerini] enzâr-ı rağbete [bununla birlikte] taş “paket” kaldırımlar da var idi. Tahta kaldı
vaz’ eylemiş [gözler önüne sermiş] birtakım bîçâregân [zavallılar] rım mefruş olan caddelerde binlerce arabalar gelip geçtiği hal
idi. Bir iki saat kadar burada eğlendikten sonra muârefeleriy de müz’ic bir gürültü hasıl olmuyordu. Arabalarla omnibüsleri
le müşerref olduğumuz [tanışmaktan şeref duyduğumuz] bir iki çeken hayvanlar umûmiyetle cesîm ve tuvânâ [diri, güçlü] şey
Fransız dilberinin mihman-nevâzâne tekliflerine beyân-ı itizar lerdir. Yolların intizamı cihetiyle bizim memleketimizde üç çift
ederek [konuksever tekliflerine karşı özür beyan ederek] otelimize mandanın bile sühûletle çekemeyeceği eşya-i sakîle [ağır eşya]
avdetle yataklarımıza girdik. yüklü cesîm arabaları bir tek beygirin sevkeylediği görüldükçe
şu hal cidden câlib-i takdirâtımız oluyordu [takdirimizi topluyor
*** du]. Bu iklimin köpekleri bile iri ve kavî. Bir köpeğin cerreyledi
ği [çektiği] eşya yüklü arabalara sokaklarda kesretle [çokça, sık
Ağustos-ı rûminin on sekizine müsâdif olan ertesi Salı sık] müsâdif olduk.
günü gözlerimi açtığım zaman refîkim hâlâ horul horul uyu Bizim memleketlerde olduğu gibi kilâbın [köpeklerin] başı
makta idi. Arkadaşımı rahatsız etmemek maksadıyla yavaşça boş olmayıp hele sokak köpekleri ise bilkülliye mâdûm oldu
odadan dışarı çıkıp otelin hamamında güzelce bir istihmam ğundan [tamamen yok olduğundan, bulunmadığından] sokaklarda
eyledim [yıkandım]. Tuvaletimi icrâ için tekrar odamıza avdet erkek ve kadın sahipleriyle birlikte dolaşan kıymettar köpekle
ettiğim sırada refîkim dahi uyanmış idi. Kâzım Bey’e otelin rin ağızlarına demirden ağızlıklar geçirilmiş ve şu suretle bir
redöşose [rez-de-chaussée] denilen zemin katında bana mülâkî tecâvüz vukûu menedilmiş idi.
olmasını tenbih ederek aşağı kata indim. Avludaki hasırdan Mağazaların zînet ve ihtişâmı olduğu gibi camekânlar derû
ma’mûl geniş koltuklardan birine kurularak bir haftadan beri nunda teşhir olunan eşyanın nefâset ve zarâfeti câlib-i rağbet
20 21
[istek çeken] bir derecede idi. Meşhur Canbière Caddesi’nde bir te bulunduğumuzu anlamak için güçlük çekmedim. İşte Café
perukâr [berber] dükkânına uğrayarak saç ve sakalımızı kestir Doré’deki şu öğle taâmı zavallı arkadaşıma yetmiş franka otur
dik. Refîkimle beraber verdiğimiz ücret bizim hesaba göre üç du ki meşrubat olarak bira ile bir şişe beyaz şarap içilmiş oldu
kuruşu tecavüz etmedi [geçmedi]. Berberden Marsilya’nın en ğundan israf ve sefâhetin bu derecesine tahayyür etmemek [hay
meşhur fotoğrafhanelerinden olan “Nadar” fotoğrafhanesine ret etmemek, şaşmamak] mümkün değildir.
giderek refîkimle birlikte bir fotoğraf çıkarttık. İşbu fotoğrafın Yetmiş franka bâliğ olan yemek mesarifine on frank kadar
bir adedi bâlâ-yı seyahâtnâmede [seyahâtnâmenin baş tarafında] da bahşiş ilave edilerek tavır ve kıyafeti bir sefîr kadar düzgün
mevcuttur. Fotoğrafçı vaziyet intihabı [poz seçimi] için tam bir ve muntazam bulunan sergarsonun birçok reveranslarla akşa
saat kadar uğraştı. Fotoğrafhanede meşâhîrden [meşhur kişiler ma güzel bir “bouillambre” ihzâr eyleyeceği [hazırlayacağı]
den, ünlülerden] birçok zevatın fotoğrafilerini müşâhede ettik. yolundaki beyânâtına hüsn-i mukâbeleden sonra Rusyalı dahi
Hususiyle Amerikalı zengin ve erbâb-ı asâlet ve haysiyetten refakatimizde olduğu halde Marsilya’nın Longchamp denilen
bir kadın olduğu halde bir çingene çalgıcısı olan Rigo’ya alâka meşhur müzesine doğru yollandık.
ederek bu uğurda zevciyle evlatlarını terkeden ve mâşûku [sev Müze heykel ve resim salonlarıyla gâlibi [çoğu] tuyûr [kuş
gilisi] olan çingene ile izdivaç eyleyen ve bundan dolayı bütün lar] ve esmâke [balıklara] mahsus olmak üzere hayvanat kuru
cihanda büyük bir güft ü gûya [dedikoduya] sebebiyet veren meş larını hâvî diğer bir salondan ibaret olup binası Marsilya’ya
hur Prenses Chimay’ın bir fotoğrafını bile gördük. Fotoğrafha şeref veren mebânî-yi âliye ve nefîseden [büyük ve nefis bina
nenin atölyesinde mevzû-ı mevki-i ihtiram olan [saygın bir yere lardan] idi.
konulmuş olan] bu resm-i dil-pezîr [gönül çelici resim] sâhibesinin Kapıdan duhûl edildikten sonra binanın cephesine nazar
letâfet-i ân ve tenâsüb-i endâmını bihakkın irâe eyliyordu [yüz olundukta [bakılınca] iki tarafta birer daire ve ortasında azîm bir
güzelliğini ve uyumlu vücut orantılarını hakkiyle gösteriyordu]. çağlayan müşâhede olunur ki takriben on metroyu mütecaviz
Fotoğrafhaneden sonra çiçek pazarına uğradık. Pazar haki bir irtifadan sedden sede dökülen sular pek ziyâde ferahbahş-ı
katen lâtîf ve şâyân-ı temâşâ [seyre, görülmeye değer] idi. Ezhâr enzâr-ı erbâb-ı temâşadırlar [seyredenlerin gözlerine ferahlık verir].
fürûşân [çiçek satıcıları] umûmiyetle nisvândan ibaret olup ekse Binanın önünde sanatkârâne bir surette vücude getirilmiş
risi bir âfet-i cihan denilecek mertebede sâhibe-i ân ve câlib-i bir hadîka-i dilküşâ [içaçan bir bahçe] mevcuttur.
iştihâ-yı temâşâgirân idiler [seyredenlerin isteklerini çekecek kadar Hayvanat bahçesi müstesna olmak üzere müzenin her tara
güzelliğe sahiptiler]. fını dolaştık. Resim salonundaki tabloların ekserisi mekâtib-i
Avdet esnasında bizim Rusyalıya müsâdif olmuştuk. cedîdeye [yeni ekollere] ait şeylerdi. İsmini elyevm [bugün dahi]
Arkadaşımız akşamki ziyafete mukabil o da bizi bugün öğle tahattur edemediğim [hatırlayamadığım] bir ressamın mahsûl-i
taâmına davet eylediğinden otelin ittisâlindeki [bitişiğindeki] dest-i mehâreti [usta elinin ürünü] bulunan bir tablo ki bir kadı
Restaurant Doré’ye gittik. Bu lokanta Paris’in meşhur “Maison nın bir mermer balkonunda asma yaprakları topladığını musav
d’Or”u kabîlinden bir mahâll idi. Café Doré’nin üst katı kâmi ver [gösterir] idi. Hakikaten nefâis-i âsârdan [nefis eserlerden]
len lokanta olduğundan caddedeki dar bir merdivenden yuka addolunacak derecede güzel ve lâtîf idi.
rı kata çıkarak mükellef ve müzeyyen bir salona dâhil olduk ki Müzeden sonra şehir derûnunda [içinde] tekrar bir cevelân
gerek bu salon ve gerek etrafındaki husûsî surette taâm edecek icra eyledik ki bu cevelânda [dolaşmada] dahi Adliye Dairesi’ni,
olanlara mahsus birtakım küçük küçük hücreler serâpâ [baştan Tiyatro’yu ve Marsilya’nın sâir mebâni-yi meşhûresini görmüş
başa] altın yaldızlara müstağrak [batmış] olup hele takımların, olduk.
kadehlerin letâfet ve zînetini görünce nasıl bir mevki-i sefâhet
22 23
***
24 25
şömendöferlerde pek de görülmez. Sürat katarları ise bundan ve derûnundan geçtiğimiz lâtîf zümrüdîn vadiler hayal meyal
on-on beş kilometre fazla mesafe kat ettiklerinden bu sayede görünmeye başlıyor ve sabahın lâtîf serinliği tamamiyle hissolu
Avrupa’nın bir ucundan öbür ucuna kadar nihayet üç gün nuyordu.
de gitmek mümkün oluyor. Ahîren [son zamanlarda] kuvâ-yı Pencereyi açtım, Marsilya’da iken aldığım nefis Havana siga
elektrikiyeyi [elektrik gücünü] demiryollarına dahi tatbik fikri ralarından birini tutuşturup etrafı temâşâya başladım. Ne güzel
meydan alarak buna dair birtakım yeni yeni ihtirâat ve keş yerler.. Ne dilnişîn vâdîler... Gayr-i mezrû’ [ekilmemiş] bir karış
fiyât vücûda getirilmiş ve tecrübeler icra olunmuş olduğun toprak bile mefkud [yok]. Âdetâ bizim Haydarpaşa ile Bostancı
dan ihtirâat-ı mezkûrenin [söz konusu icatların] mevki-i icra arasındaki arazi gibi her cihet bağlık ve bahçelik. Sayfiyeler [yaz
ya vaz’ı [uygulanması] halinde mesela Sirkeci İstasyonu’nda lık evler] hep birbirini tevali ediyor ve her tarafta servetle zarâfe
akşam taâmını eden bir yolcu ertesi günü Paris’teki Maison tin, sanatla tabiatin müştereken vücuda getirdiği bedîalar müşâ
Dorée’de öğle taâmını edebilecektir ki artık küre-i arzda [yer hede olunuyor [güzellikler görülüyor]. İşte “Midi de France” yani
kürede] kurbiyet ve bu’diyet [yakınlık ve uzaklık] denilen şey Fransa’nın cenub havâlîsi letâfet ve itidal-i hava ve emâkîn ve
büsbütün ortadan kalkmış olacaktır. mebânî-i muhteşeme ile [görkemli evler ve binalarla] müzeyyen
olan iklîm-i dilküşâ [gönüllere ferahlık veren iklim] buralardır. Saint
*** Raphael, Nice, Beaulieu, Monaco, Monte-Carlo, Menton, Cra
vant, Cannes, hâsılı [kısaca] Vintimille-İtalya hududuna kadar
Ağustos-ı rûmînin on sekizinci Salı günü akşamı yani Çar bütün bu arazi cennetten bir numûne ıtlâkına sezâ idi [denilse
şamba gecesi nısfu’l-leylde İtalya’ya müteveccihen [doğru] Mar yeriydi]. Sâhile kadar arızalı bir araziyi tezyîn eden zümrüdîn
silya Garı’ndan hareket ettiğimiz sırada gayet lâtîf bir mehtâb ormanlar küçük dereler lâtîf koylar dilrübâ burunlar hâsılı üstad
ortalığı gündüz gibi tenvir eylemişti [aydınlatmıştı]. Fakat trenin tabiatın kemâl-i ihtimam ile [özene bezene] vücûda getirdiği her
sürat-i hareketi gündüz bile etrafı layıkıyla temâşâya müsait gûnâ diderübâ [gözalıcı] şeylerle kâh denizin bir kenarında, kâh
olmadığı halde böyle gece vakti temaşâ-yı cevânib [etrafı seyret bir burunun ucunda, kâh bir dağ eteğinde, kâh bir zirve-yi cebel
me] fikriyle pencere önünden adem-i infikâkin [ayrılmamanın] de [dağ tepesinde] yeşillikler içinde rûnümûn olan [görünen] altun
beyhude bir rahatsızlığı intac eyleyeceğini [boşuna bir rahatsızlı yaldızlarla kaplı mermerden muhteşem âlî binalar ve her biri:
ğa yol açacağını] vehle-i nazarda [ilk bakışta] anlamış idim. Tre
nin sadâ-yı müziciyle [rahatsız edici sesiyle] ihtizâzât-ı mütemâ Kasr-ı rûhefzâ değil hüsn ü behâ me’vâsıdır
diyesi [durmayan sallantısı] benim gibi böyle uzun şömendöfer Kâr ise bû rûy-i arzın âlem-î bâlâsıdır1
seyahatlerine alışık olmayanlara göre sâlib-i nevm [uyku kaçırı
cı] ise de bir kere tecrübe etmiş olmak üzere oturduğum min vasfı ile tarife sezâ ruhnüvaz sayfiyeler görüldükçe insanda
dere uzandım. Marsilya Garı’nda istikrâ eylediğim [kiraladığım] tabîî bir arzû-yi yesâr [zengin olma isteği] hasıl oluyordu. İtidâl-i
yastığı başımın altına koyup uyumaya çalıştım. havâya delâlet eden şeylerden biri de her cihette [yönde] kesret
Tren Toulon’da tevakkuf eylediği zaman bizim kompartı le [sık sık] müşâhede olunan limon, portakal, hurma, çam gibi
manda bulunan bir tek yolcu vagondan indiğinden vagon derû eşcâr-ı lâtîfe idi ki bunların ekserisi eflâke ser çekmiş [başları
nunda benle refîkimden başka yolcu kalmamış idi. Arkadaşım göğe uzanan] ve taraf taraf ormanlar, ormancıklar teşkil eylemiş
ise horul horul uyumakta.. tir.
Bir aralık nasılsa ben de uykuya dalmışım. Fakat bir saat 1 Bu beyit, Nedim’in, Kaptan Mustafa Paşa yalısına övgü olarak yazdığı kasidesi
geçmeden tekrar uyandım. Şafak henüz atıyor, ortalık ağarıyor nin birinci beytinin birinci mısraı ile ikinci beytinin ikinci mısraının alt alta yazıl
masından oluşmuştur.
26 27
Monte-Carlo’da meşhur gazinoyu, Monaco’da Prens’in ve ekdâr olduk [tasalara ve acılara gömüldük]. Seyâhate çıkalı
sarayını hâricen müşâhede ettik. Öğleye karîb Vintimille kasaba müfârakat-ı vatan ve aileden mütehassıl hüzn ü kederi [vatan
sında tevakkuf eden tren bizi İtalya toprağına indirdi. Buradan dan ve aileden ayrılmaktan doğan tasa ve acıyı] ilk defa hisseylemiş
itibaren seyahatimize İtalya şömendöferleriyle devam edeceği idim. Arkadaşım benden ziyâde rakîkü’l-kalb [yüreği yufka]
mizden trenimizin vakt-i hareketine daha bir saat kadar vardı olmalı ki gözlerinden sıcak sıcak yaşlar dökülmeye başladı ve
ki bu müddeti yolcular taâm ve istirahat ile imrâr edeceklerdi zavallı refîkimin dûçâr olduğu buhran ve teessür f’ye muvâsala
[geçireceklerdi]. Hakikat şömendöferle seyahat edenler beş altı tımıza [varışımıza] kadar zâil olmadı.
saatte bir, bir müddet-i istirahate pek ziyâde lüzum hissederler.
Esbâb-ı istirahat ne kadar mükemmel olursa olsun yine bir tre ***
nin ihtizâzât-ı mütemâdiyesine [devamlı sallantısına] insan yirmi
dört saatten ziyâde tahammül edemez. Bunun için Avrupa’nın Fransa’daki âsâr-ı servet ve ihtişam ile İtalya’daki sefalet
âdî katarları taâm vakitlerinde bir saat kadar münasip mevâkî ne garip tezad [zıtlık, karşıtlık] teşkil ediyor. Hududu geçer geç
de tevakkuf ederek [uygun yerlerde durarak] yolcuların taâm ve mez bu tezad insanın gözüne müdhiş bir surette çarpar. Mar
istirahat eylemelerine meydan vermiş oluyorlar. silya’dan tebâüd ettikçe [uzaklaştıkça] müşâhede eylediğimiz
Vintimille kasabasında şömendöferden inerek sathî bir âsâr-ı servet ve saâdete hadd ü pâyân olmamış idi [sınır ve bitiş
gümrük muayenesinden dahi geçtikten sonra garın yakınında olmamıştı]. Vintimille’den sonra gördüğümüz İtalya köyleri
bulunan bir lokantaya gittik. Şehri mehmâemken [olanaklar elver ise umûmî bir sefalete müstağrak [gömülü].. Hele on dakikada
diğince] temâşâ edebilmek üzere alelacele yemeklerimizi yiyip bir trenin en küçük bir karyede [köyde] bile tevakkufunu müte
sâhile doğru kasaba derûnunda dolaşmaya başladık. akip kondüktör efendinin bir savt-ı kerih ü bülend ile [çirkin ve
Vintimille pek küçük bir kasaba olup sâhilde olmakla bera yüksek bir sesle] karyenin ismini bağırması müşâhede ettiğimiz
ber manzara-i dâhiliyesi pek ziyâde kasvetbahş idi. Binaenaleyh köylerin menâzır-ı kasvetengizi kadar ruhumuzu sıkıyor ve İtal
vakt-i hareketimize kadar burada geçirmiş olduğumuz müd ya’nın muhrik [yakıcı] güneşi kapalı vagon derûnunda bizi pek
det-i kalîle [kısa süre] seyahatimizin en fena bir devresi olmuş ziyâde tâa’zîb ve bîzâr eyliyordu [azap veriyor ve bıktırıyordu].
tur. Gariptir ki kasaba derûnunda Avrupa’nın sâir sevâdında Mevâkıfta [istasyonlarda] bürehnepâ [yalınayak] minimini çocuk
[diğer büyük şehirlerinde] müşâhede olunan âsâr-ı temeddünün lar görülüyor; kumsallarda yine bu sefil çocuklar çırılçıplak
kâffesi [uygarlık eserlerinin tümü] mevcud ise de her tarafta bir denize giriyorlar, valdeleri çamaşır yıkayıp güneşte kurutuyor,
fakr ü zaruret âsârına [yoksulluk ve muhtaçlık örneklerine] müsa hâsılı, öyle bir manzara-i sefalet ki insanın tüyleri ürperiyor.
dif olunuyordu. Mesela bir omnibüs gördük, ihtimal ki bütün Bu hat üzerinde birçok tünellerden geçtik ki bunların bazısı
şehirde bundan başka omnibüs yoktu. Arabayı çeken beygir ise cidden müdhiş idi. İtalya’nın “San Remo” kasabasını letâfetçe
bizim tramvay idaresi tarafından bile şâyân-ı istihdam görüle Fransa’nın Nice ve Cannes beldelerine muâdil [eşdeğer] bulduk.
meyecek derecede lâgar ve nâtüvan [cılız ve güçsüz] idi. Hele San Remo birçok müzeyyen ve dilküşâ sayfiyeleri câmi idi [top
kondüktörün [sürücünün] hal ve kıyafeti son derece pejmürde lamıştı]. Almanya İmperatoru Üçüncü Frédéric’in hastalığı hen
[eski püskü] idi. gâmında [sırasında] burada ikamet eylediğinden bu kasabanın
Kasabanın manzara-i kasvetbahşâsından istihlâs [pek ziyâde ismine biddefeat [defalarca] matbuat-ı Osmaniye sütunlarında
sıkıcı manzarasından kurtulmak] için sâhile kadar inmiş iken bir ucu müsadif olmuş idim. Şöhret-i tarihiyeyi dahi haiz olan bu mev
vatan-ı azize [aziz vatana, yani Türkiye’ye] müntehî olan [uzanan] ki-i dilârâyı bu seyahat esnasında görmüş olduğumdan dolayı
Bahr-i Sefîd’i [Akdeniz’i] görünce bir kat daha müstağrak-ı hüzn cidden memnun kaldım.
28 29
Bu havâlîde pek çok limon, portakal, hurma ağaçları vardır
ve hemen her tarafta vâsi’ [geniş] üzüm bağları görülüyor. Bu
bağların mahsulâtından olup bilâhare Cenova ve Cenevre’de
yediğimiz “misket” denilen kabuğu kalın bir nevi üzümü lezzet
ve nefasetçe bizim meşhûr-ı âlem çavuş üzümüne bile mürec
cah [tercih edilir] buldum.
İtalya’nın ikinci derecede ticaretgâh bir beldesi olan “Savo
na” garında on dakika kadar tevakkuf ettik. Savona cıvarında 4.
müteaddid fabrikalar mevcut idi. Savona’dan sonra tren yine
birçok köy ve kasabaları dolaştıktan sonra akşam üzeri alatur Cenova’da*
ka saat on raddelerinde Cenova şehrine muvâsalat eyledi ki bu
şehr-i cesîm ve târihîyeye tekarrüb ettikçe eshâbının [sahipleri
nin] servet-i fevkaladesine delalet eden emâkin-i muhteşeme
[görkemli binalar] yani birtakım lâtîf manzaralı köşkler, mermer
saraylar görülüyordu. Cenova! Taş memleket!..
Daha gardan çıkar çıkmaz bunu anlamış idim.
Cenova’nın garı epeyce mükemmel ve müzeyyen garlar
dandır. Eşyalarımızı, sandıklarımızı garın deposuna tevdi ede
* Ahmet İhsan Bey [Servet-i Fünun dergisinin kurucusu Ahmet İhsan Tokgöz], seyâ
hatnâmesinde [Avrupa’da Ne Gördüm, 1891] bu şehrin ismini “Cenevre” diye
kaydeylemiş ve bu ismin denizin teşkil ettiği şekilden neşet ettiğini [geldiğini] söy
ledikten sonra “Vâkıâ [gerçekten de] deniz Cenevre’ye âdetâ bir bacak gibi girer.
Bacağa [bir sözcük okunamadı] denildiğine nazaran İtalyancadaki Cenevre ismi
buradan gelse gerektir.” demiştir. Halbuki bu şehrin ismi hiçbir lisanda “Cenev
re” değildir. İtalyanca ismi “Cenova” olduğu gibi Fransızlar buraya “Gênes” ve
Almanlar “Kent” ıtlak ederler [derler]. Türklere gelince coğrafya ve tarihe müte
allik [değgin] bilcümle esâmîyi [adları] vaktiyle İtalyancadan ahz ve iktibas eyle
diklerinden [aldıklarından] bu şehrin ismine İtalyanlar gibi “Cenova” derler. Bina
enaleyh Cenova’nın ismi Cenevre olmayıp Cenova olduğundan vech-i tesmiye
hakkındaki tahmînât [ad verme konusundaki tahminler] ve tahkikat dahi tabii doğru
olamaz. İtalyanların Cenevre tesmiye eyledikleri [dedikleri] beldeye gelince Fran
sızların Genève dedikleri bu belde Jean Jacques Rousseau’nun maskat-ı re’si [doğ
duğu yer] olmakla meşhur ve İsviçre’nin muhtevi olduğu kantonlardan biridir ki
mîr-i mumâileyh [adı geçen Bey, yani Ahmet İhsan Bey] seyâhatnâmesinde bu şeh
rin dahi ismini yanlış olarak “Cenova” diye kaydetmiştir. Bu hatanın mûcib oldu
ğu şîn [ayıp] ise Ahmet İhsan Bey’e ait olamaz. Zira Rousseau’nun Emile kitabını
Türkçeye tercüme eden meşâhîr-i üdebâ-yı Osmâniyeden [meşhur Osmanlı ediple
rinden, edebiyatçılarından] Ziya Paşa merhum, mezkûr kitabının mukaddemesinde
[önsözünde] bu şehrin ismine “Cenova” demiş ve ahîren [sonradan] Ahmet İhsan
Bey gibi Cenevre’yi ziyaret eden daha sâir Türkler dahi Ziya Paşa’nın bu hatası
na aldanmışlardır. Gariptir ki Paşa merhum bu beldede bir seneden ziyâde ika
met ettiği halde şehrin ismini doğru olarak öğrenememiştir. [Yazarın dipnotu]
30 31
rek [emanet bırakarak] büyük kapıdan vâsi’ [geniş] ve müzeyyen ğu yer bakımından] burada sık sık hava bozulur ve mahûf [kor
bir meydana çıktık ki meydanın etrafında taştan mehîb [heybet kunç] gök gürültüleri işitilir imiş. Şehrin kâmilen elektrik içinde
li, büyük] ve muhteşem ebniyeler [binalar] mevcut idi. Ameri bulunması havanın bozukluğu hengâmında [sırasında] yıldırım
ka’nın kâşif-i şehîri [ünlü kâşifi] Kristof Kolomb’un meydanda ların sıkça nüzûlünü intac eder [düşmesi sonucunu doğurur] ve
ki küçük bir bahçe ortasında merkûz [dikili] bulunan heykeli ara sıra kaza bile vâki olur imiş.
şâyân-ı temâşâ [seyre değer] ve cesîm hurma ağaçlarıyla muhât Garın üst taraflarında dolaştıktan sonra sâhile kadar ine
ve mestûr [çevrili ve kapalı] bulunan bahçe cidden nazarrübâ rek rıhtımı, limanı temâşâ ettik. Liman epeyce vâsî ve mühim
[gerçekten gözalıcı] idi. limanlardan idi. Birçok merâkib-i bahriye ve sefâin-i cesîme
Avrupa sevâdının [büyük şehirlerinin] hemen cümlesinde [deniz vasıtaları ve büyük gemiler] görülmekte ise de şehrin bu
olduğu gibi Cenova meydanlarında dahi minimini zarif köşk cihetleri o kadar müzeyyen değildi. Rıhtımda bir Alman bira
ler, barakalar görülüyor idi. Bu barakaların derûnunda birta hanesine uğrayıp birkaç kadeh nefis ve buzlu Alman birasıyla
kım kadınlar başlıca şurup, gazoz, limonata vesâir meşrubat def-i hararet eyledik [hararetimizi giderdik]. Mevcut gazeteleri
ve müskirat [alkolsüz ve alkollü içkiler] füruht etmekte [satmakta] gözden geçirdik. Ba’dehû [daha sonra] tekrar sokağa çıkıp Bor
idiler. Her taraf kalabalık, sokaklar insanla memlû [dolu]; ara sa’yı ve önündeki Cavour’un heykelini ve sekiz asırlık “Saint
balar, elektrikli tramvaylar, omnibüsler hep yekdiğerini tevâlî Lorenzo” kilisesini temâşâ eyledik. Şehrin yukarı cihetlerinde
ediyor [birbirini takip ediyor] ve her sokak başında muntazam cesîm bir caddeyi takip ettiğimiz sırada bir meydana müntehî
elbiseli polisler duruyordu. Bunlar gerek cüsse ve gerek kıyafet olan [bir meydanda son bulan] sokakların birinde bir ebniye [bina]
çe heman yeknesak olup [birbirine benzer, birbirinin aynı] râhat- kapısında bir Osmanlı bayrağı gözüme ilişti. Meğer tahminimiz
ı âmmeyi temine sâî [halkın rahatını sağlamaya çalışan] birtakım veçhile burası Şehbenderimiz [Konsolosumuz] Cemalettin Beye
ciddi ve namuslu adamlar olduğu vehle-i nazarda [ilk bakışta, fendi’nin ikametgâhı imiş.
görür görmez] anlaşılıyordu. Bugün Ağustos-ı rûmînin on dokuzuncu Çarşamba günü
İtalya’da fakr ü zaruret [fakirlik, düşkünlük] her memleket olup rûz-ı fîrûz-ı cülûs-ı Pâdişâhîye müsâdif bulunduğundan
ten ziyâde olduğu gibi şekâvet [eşkıyalık] dahi o nisbette ziyâde [Pâdişâh’ın kutlu cülus gününe, yani, tahta çıkış gününe rastladığın
dir. Binaenaleyh İtalya hükûmetinin muamelâtı-ı zabıtayı bir dan] Şehbender Beyefendi tarafından konsolosluk kapısı üzeri
dikkat-i mütemadiye tahtında bulundurması tabîî ve şâyân-ı ne bir Osmanlı bayrağı tâlîk olunarak [asılarak] îlân-ı meserret
istihsan ahvalden idi [övgüye değer hallerdendi]. Birçok sokak [sevinç gösterisi] edilmekte imiş. Şanlı şerefli bayrağımızın müşâ
lara girip çıktık. Caddeler umûmiyetle dar ve fakat ebniye ve hede edilmesi bugünkü yevm-i mukaddesi [kutsal günü] hatırı
tezyinat hususunda pek mükemmel idi. Sokakların cümlesi de mıza getirdi. Derhal Şehbender Bey’in nezdine azimetle [yanına
kaldırım mefruş [kaldırımla döşeli] ve bazı caddelerin tarafeynin giderek] vazife-i tebrik ve lâzıme-i sadâkati [sadakat borcumuzu]
de ağaçlar mağrus [dikili] olup memerr-i nâs olan ekseri mahâl îfâya karar verdik.
lerde [herkesin geçtiği yerlerin çoğunda] mermerden âlî kemerler Şehbenderhânenin kapısını açan şişmanca bir Alman karısı
yapılmıştır. Yaya kaldırımları bizim Beyoğlu trotuvarları kadar na Şehbender Bey’i ziyaret arzusunda olduğumuzu söyleyerek
dar ise de intizam ve mükemmeliyeti andan [Beyoğlu’ndakiler kartlarımızı uzattık. Kadın eline aldığı kartlara ayrı ayrı atf-ı
den] kat kat ziyâde idi. Sokakların üstü hemen kâmilen elektrik nazar ettikten [göz attıktan] sonra son derece bir tazim ve ihti
telleriyle muhat olduğundan arasıra semt-i re’simizde [başımı ram irâesiyle [saygı gösterisiyle] Şehbender Bey’in biraz evvel
zın üzerinde] bir şerâre-i elektrikiyenin parlayıp tekrar söndüğü dışarı çıktığını ve hemen gelmek üzere olduğunu ve ziyaretle
nü görmekte idik. Vaziyet-i mevkiiyye icabınca [şehrin bulundu rimizin Şehbender Bey’ce pek ziyâde mûcib-i mahzûziyet olaca
32 33
ğını [memnuniyetle karşılanacağını] yarım yamalak Fransızcası ile için söze fâsıla [ara] vermesi lüzumunu işrâb ettim [üstü kapalı
anlattığı gibi bize oturmak üzere koltuklar, sandalyeler göster olarak belirttim].
meye başladı. Biz de Şehbender Bey’e intizar etmek [beklemek]
üzere koltuklara yerleştik. O esnada oraya kançılar1 Marko Efen ***
di vürûd etti [geldi] ki bu zâtı Hâriciye’de iken biddefeat [defalar
ca] görmüş isem de kendisiyle muârefem [tanışmışlığım] yok idi. İtalyan karısının tavsiye eylediği daire cidden mükemmel
Fakat mumâileyh arkadaşım Kâzım’ın pek samimi arkadaşla imiş. Bu daire kârgir [kâgir, taştan] bir konağın birinci katında
rından imiş. Kâzım Bey’i birdenbire görünce Marko’nun izhar idi. Konağın âsâr-ı nefîseden addolunacak kadar güzel ve muh
eylediği [gösterdiği] hayret ile memzüç [karışık] sevince hadd ü teşem mermer kapısından girip sekiz on basamak kadar mer
pâyân [sınır] olmadı. Marko, Şehbender Bey’in vürûduna kadar mer merdiveni çıktık. Sol cihetteki kapıdan istîcâr edeceğimiz
burada kapanıp kalmaktan ise dışarı çıkıp biraz dolaştıktan son [kiralayacağımız] daireye giriliyor idi. Bu daire bir yatak odası
ra tekrar Şehbenderhâneye gelmek fikrini der-meyân ettiğin ile cesîmce bir salondan ibaret olup her ikisinin dahi mefruşatı
den [ileri sürdüğünden] Marko’nun delaletiyle dolaşmak üzere en mükemmel otellere bile gıptaresân olacak [imrendirecek] mer
sokağa çıktık. tebede nefis ve müzeyyen idi. Şezlong denilen tûlânî koltuklar,
Fikrim evvel be evvel [her şeyden önce] geceyi geçirmek için aynalı dolaplar, cesîm ve yaldızlı Venedik aynaları, mermer
münasip bir otel taharri ve intihap eylemek [aramak ve seçmek] şömine ve ipekli perdeler içine alınmış iki mükemmel karyola,
idi. Fakat Marko, bir otele gitmekten ise münâsip bir lokantada hâsılı her türlü esbâb-ı istirâhati [istirahat sebeplerini] câmi olan
taâm eyledikten sonra geceyi hususi bir apartmanda geçirmek [içeren, havi olan] yatak odasının yegâne kusuru zeminin kârgir
daha evlâ [iyi] olacağını söylediğinden münasip bir daire bul olması idi. Zaten Cenova’da bütün ebniyeler taştan imal edil
mak üzere kendisinin mukîm bulunduğu [oturmakta olduğu] miştir. Hemen ahşap ebniye bilkülliye mâdûm [tamamen yok]
hâne sahibesine [ev sahibi kadına] müracaate karar verdik. gibidir. Şu mükemmel dairenin kirası ayda otuz franktan iba
Marko’nun müstêciren sâkin olduğu hânenin [kiracı olarak ret olup böyle bir daireyi başka memleketlerde üç dört liradan1
oturduğu evin] sahibi kadın sürmeli, düzgünlü, boyalı saçlı, kırk aşağı isticar edebilmek [kiralayabilmek] mümkün olamaz. Hele
beşlik şişman bir İtalyan karısı idi. Bir robdöşambr ile bizi istik Paris’te behemehal ayda iki yüz frank vermelidir ki bu derece
bal ederek [karşılayarak] evindeki dairelerin kâmilen tutulmuş de vâsi’ [geniş] ve müzeyyen bir daireye insan yerleşebilsin.
olduğunu ve fakat karşı sırada diğer bir hâne derûnunda bize Bu ehveniyet [ucuzluk] yalnız hâne kiralarındadır. Yoksa
münasip bir daire bulabileceğini söyledi. Marko bizi birer kah mêkûlât ve meşrûbâtça [yiyecekler ve içecekler bakımından] Ceno
ve içmek bahanesiyle dairesine îsâl eylemiş [çıkarmış] idi. Oda va o kadar ehven [ucuz] olmadıktan başka binnisbe [nispeten]
ya girer girmez dolabını açarak çamaşırlarını, elbiselerini, hâsılı pahalı bile addolunabilir.
adedi mütenevvi’ olan potinlerine varıncaya kadar bütün eşya Daireyi görünce artık başka daire aramak külfetine hacet kal
sını yegân yegân irâe ederek [birer birer göstererek] burada geçir madı. Eşyalarımızı gardan celbettirerek odamıza yerleştirilmeleri
mekte olduğu hayata dair birçok tafsilat îtâsına [vermeye] kal için yedimizde [elimizde] bulunan makbuzları dairenin sahip ve
kıştı ki vakit müsait olsa bu kelâlaver [yorucu, sıkıcı] lakırdılar sahibesine [sahibi bay ve bayana] teslim ettikten sonra anahtarları
belki saatlerce imtidâd edecekti [uzayacaktı]. Fakat ortalık yavaş der-cip ederek [ceplerimize koyarak] kar gibi beyaz ve henüz ütü
yavaş kararmaya başladığından Şehbender Bey’i bekletmemek den çıkmış olduğu vehle-i nazarda [ilk bakışta] anlaşılan çarşaf
larla yüzümüze gülen yataklara bir nazar-ı tehassür atfeyledik
1 Kançılar (chancelier): Konsoloslukta yazı işlerini ve benzeri idari görevleri görmek
üzere tayin edilen hariciye memuru. 1 Burada geçen “lira”, Osmanlı lirasıdır.
34 35
[hasretle dolu bir gözattık]. Şehbenderhâne kâtibi Marko Efendi ile Bugünkü hatt-ı cevelânımızı [dolaşma istikametimizi] Şeh
Şehbender Bey’in ikâmetgâhına azimet eyledik [yola çıktık] ki yap bender Beyefendi tayin buyurmuş idiler. Akşam katarıyla
tığımız ziyaretten haberdar olan mir-i nezâket-semîr [nezaket sahi İsviçre’ye doğru Cenova’dan müfârakatımız mukarrer [ayrıl
bi] Şehbender Bey dahi vürûdumuza muntazır imiş. mamız kararlaştırılmış] olmakla sabahleyin eşyalarımızı gara
Cenova Şehbenderi Cemalettin Bey nezâket ve tevâzu gibi gönderdikten sonra Marko Efendi ile birlikte Şehbenderhâ
evsâf-ı necîbâneyi hâiz zât-ı melek-haslettir [soylu nitelikli, melek neye azîmet ettik [gittik]. Cemalettin Bey’le râsime-i vedâı
huylu bir kişidir]. Cenova’da bulunduğumuz müddetçe mîr-i bâde’l-îfâ [vedalaştıktan sonra] Şehbenderhâne cıvarında bir
mumâileyhin izhar ve ibraz eylemiş olduğu [gösterdiği] nezâket lokantaya giderek öğle taâmını ettik. Şehbender Bey’in emri
ve iltifat bizi ilelebet kendilerine medyûn-ı şükrân eylemiştir mûcibince bugünkü hatt-ı cevelânımızda Marko yine bize
[müteşekkir bırakmıştır]. Mîr-i nezâket-semir Şehbender Beyefendi rehber olacağından mumâileyhle birlikte Şehbenderhânenin
hemen o dakikadan itibaren bizi refâkat-i vâlâlarına [yüksek eşlikk önündeki vâsi’ [geniş] meydanda tevakkuf eden elektrik tram
lerine] kabul buyurdular. Evvelâ bir lokantaya giderek karnımızı vayına râkib olduk [bindik].
doyurduktan sonra yine mîr-i mumâileyhin delaletiyle “İtalya Cenova’nın tramvayları o kadar müzeyyen ve mükemmel
Bahçesi” denilen bir mahâll-i dilküşâya azimet eyledik [içaçıcı bir dir ki hatta Paris’te bile bu kadar güzel ve mefruşat cihetiyle
yere gittik] ki bu bahçe bizim Beyoğlu’ndaki Belediye Bahçesi tar mükemmel tramvaylara müsâdif olmadım. Arabanın karşılık
zında bir şey olup elektrik ziyasıyla tenvir edilmiş idi. Bahçede lı iki sıra oturacak mahâlline kırmızı kadife ferşedilmiş [döşen
hıncahınç denilecek mertebede bir izdiham [kalabalık] görülüyor miş] idi. Camların nezâfet ve çerçevelerinin letâfet ve ziyneti
du. Mermer masaların etrafı dilber ve şuhmeşrep [serbest tavırlı] en mükemmel ekipajlarda [bu sözcük “araba” anlamında kullanıl
birtakım İtalyan nisvânıyla [kadınlarıyla] ve üniformalı zabitlerle mıştır] bile mefkuddur [yoktur] denilebilir. Bu tramvay birçok
muhât [çevrili] olup nisvânın arasıra celb-i rağbet yolunda [istek caddelerden geçerek bizi şehir hâricinde meşhur mezarlığa îsâl
çekme için] etrafa atf-ı enzâr eyleyişleri [gözatışları] bir işaret-i eyledi [götürdü].
davete müftekir bulunduklarını [davet işaretine muhtaç bulundukla Mezarlık tramvay hattının nokta-i müntehâsı olduğundan
rını] îmâ eyliyordu. Bahçenin bir cihetindeki yazlık tiyatroda ise arabadan inerek mevkıfın [durağın] önündeki cesim kapıdan
İtalyan lisanı ile meşhur Verdi’nin Traviata ismindeki operası sah mezarlığa dâhil olduk. Kapıcının hücresine baston ve şemsiye
ne-i temâşâya vazolunmakta [sahneye konulmakta] idi ki operanın lerimizi bıraktıktan sonra sol cihette bulunan ikinci bir kapıdan
ruhnevaz mûsikîsinden tiyatro hâricinde yani bahçede oturanları asıl mezarlığa girdik ki kapının sağ ve sol cihetindeki tûlânî ve
da müstefit etmekte [istifade ettirmekte] idi. üzerleri mestur mermer koridorların dâhilinde sıra ile küberâ
İtalyanlar dondurma imalinde pek mahir [usta] oldukların ve ağniyâya mahsus mezarlar müşâhede olunmakta [ulu kişile
dan garsonun getirdiği nefis dondurmalarla def-i harâret eyle re ve zenginlere mahsus mezarlar görülmekte] idi. Bu mezarların
dik. Hakikaten o gece yediğim dondurma kadar nefis ve leziz her biri asr-ı hâzırın sanayi-i nefîse-i mimariyesine [bu yüzyı
dondurmayı bütün Avrupa’nın hiçbir mahâllinde bulamadım. lın mimarî güzel sanatlarına] bir nümune ıtlâkına çesbân [örnek
Nısfu’l-leyle kadar lâtîf bir surette imrâr-ı vakt ettikten denilmeye layık] ve cesîm ve mutantan [büyük ve gösterişli] birçok
[vakit geçirdikten] sonra şehrin nûrânî caddelerinden geçerek nefis heykellerle müzeyyen idi. Mesela küberâ ailesine men
ikâmetgâhımıza geldik ki dün geceki rahatsızlıkla bugünkü yor sup bir kadıncağız henüz rey’ân-ı şebâbında iken [gençliğinin
gunluğun acısını çıkarmak için derhal yataklarımıza uzandık. en taze çağında iken] loğusa döşeğinde teslim-i can etmiş. Meza
rının üstünde bu kadının sûret-i vefâtını gösterir bir heykel
*** yapmışlar. İnsan bu heykele baktıkça pişgâhındaki [önündeki]
36 37
manzaradan cidden müteessir ve mütevahhiş oluyor [dertlenip muz kompartimana birçok yolcular daha girdiler ki âdetâ kımıl
ürküyor]. Mevt [ölüm] bu bârid [soğuk] taşlar üstünde o kadar damak bile mümkün olamayacak bir derecede sıkıştık.
tabîî, o kadar canlı bir surette irâe olunmuş [canlandırılmış, gös Asıl fenalığın en büyüğü kompartimanın “fumoir” yani
terilmiş] ki vehle-i nazarda insanın tüyleri ürperiyor. Kadınlara sigara ve tütün içmeye mahsus olmaması idi. Gerçi bâzan böy
ait mezarların ekserisi bu türlü hazin levhaları câmîdir [içermek le fumoir olmayan vagonlarda sâir yolculardan istihsal-i muva
tedir]. Fakat ricâle [erkeklere] mahsus mezarlarda müteveffânın fakatten [onayları alındıktan] sonra sigara içmek câiz olabiliyor
yalnız cesâmet-i tabîîyede olarak heykeli ikame olunmuş [konul ise de ben sâir yolcuların bu babdaki fikirlerini istimzac [anla
muş]. Hâsılı bu mezarların her birisi için binlerce liralar sarfedil yabilmek] için daha sigaradan falan bahseder etmez karşıda otu
miş. Maahazâ şurasını dahi söylemek gerektir ki bu sarfiyat her ran bir Fransız papazının suratını asarak tütünün kendisini pek
halde müteveffanın ailesine terk eylemiş olduğu servetin dere ziyâde rahatsız eylediğinden dem vurması cür’et ve cesaretimi
cesine nisbeten pek cüzi bir şey olduğunda şüphe edilemez. epeyce hırpaladı. Artık bu belâya da tahammül icab edeceğini
Bu koridorlar gezilirken öyle âlî [yüksek] âsâr-ı sanate müsâ anladım.
dif olduk ki bunların her birini layıkıyle tetkik ve temâşa için Fakat teşekkür olunur ki şu tütün bahsi vesile oldu da biraz
günler kifâyet etmez. geveze olan Rahip Efendi ile uzun uzadiye bir musâhabete [söy
Mezarlığın vasatı [orta kısmı] bahçe tarzına ircâ edilmiş leşiye] koyulduk. Meğer herifceğiz hakikaten nazik ve cihandî
[tarzında yapılmış] ve bu bahçe fukarâ mezarlarına tahsis olun de [dünya görmüş] bir adam imiş. Sohbet-i zarîfânesinden cid
muştur. Buradaki mezarların kimisinde taş bile mevcut değildi. den mütelezziz ve müstefid olduk. Kendisi Lyon’da mukim
Mezarın üstüne sade bir tahta parçası rekzederek [dikerek] üstü olduğu halde mahzâ [sırf] Papa Hazretleri’ni1 ziyaret etmek üze
ne beyaz boya ile müteveffânın ismini yazmışlardı. re ahîren [son defa] Roma’ya kadar bir seyahat icra eylemiş ve
Üç dört saat kadar mezaristanı temâşâ eyledikten sonra şimdi de avdet eylemekte imiş.
mezarlık kapısının önündeki vâsi’ [geniş] meydanda tevakkuf
eden elektrik tramvayına râkib olduk. Bu defa şehrin henüz gör
mediğimiz mahâllâtını [yerlerini] dolaştık. Dolaştığımız mahâl
ler Cenova’nın en mâmûr [bayındır] ve kibar mahâlleleri idi.
Müşâhede ettiğimiz cesim mermer kâşâneler eflâke ser çekmiş
hurma ağaçlarıyle sâyedâr [gölgeli] lâtîf ve müzeyyen bahçeler
hep memleketin servet ve ihtişâmına delâlet etmekte idiler.
Gara muvâsalat eylediğimiz zaman, İsviçre’ye mütevecci
hen hareket edecek olan katarın vakt-i hareketine daha bir saat
kadar zaman vardı. Bu bir saati gar dâhilindeki kahvehanede
imrar eyledik. İtalya’nın nefis dondurmasından bir daha ekley
ledik [yedik].
Nihayet vakt-i hareket takarrüb etmekle kahvehanedeki
hesabımızı bade’t-tesviye [ödedikten sonra] garın rıhtımındaki
vagonlardan birine yerleştik ki vagona dâhil olduğumuzda biz
den başka yolcu mevcut değildi. Rahat rahat seyahat edeceği
mizden dolayı sevinmekte iken birbirini müteâkib bulunduğu 1 XIII. Leo.
38 39
İtalyanların Torino tesmiye eyledikleri Turin eski Romalı
lar zamanından kalma tarihçe meşhur ve mühim bir beldedir
ki İtalya ittihadının burada ilân edilmiş olması şehrin ehem
miyet-i tarihîyesini bir kat daha artırmıştır. Teessüf olunur ki
Turin’e muvâsalatımız geceye müsâdif oldu ki velev bir saat
kadar olsun şehri temâşâ edemedik. Fakat memleketin bir vadi
de olduğu elektrik ziyalarıyla münevver olan emâkin ve mebâ
5. nisinden anlaşılmakta idi.
Turin’den hareket ettiğimiz zaman ortalığı lâtîf bir mehtâb
İtalya’dan İsviçre’ye gereği gibi [mevsime uygun olarak] tenvir ediyordu. Hoş ve dil
rübâ vadileri bir sürat-ı müdhişe ile geçmekteyiz. Trenin pence
resine yaklaşarak etrafı temâşâya başladım. Yolcunun ekserisi
Alessandria ile Torino beldesinde inmiş olduklarından artık
bulunduğumuz kompartimanda refîkimle birlikte yalnız kal
Eylül-i efrencînin birine müsâdif olan Ağustos-ı rûmînin mış idik.
yirminci Perşembe günü akşam üzeri İtalya’dan İsviçre’ye Zihnimi en ziyâde işgal eden, biraz sonra geçecek oldu
müteveccihen hareket eylediğimiz zaman güneş henüz gurûba ğumuz meşhur “Mont Genis” tüneli idi. Torino’dan Mont
başlamış idi. Cenova garından çıktıktan sonra tedricen Alp Dağ Genis tüneline kadar 80 kilometredir. Bu tünel dünyanın en
ları’na doğru yükseldik. cesîm tünellerinden olup büyüklüğü akla veleh getirir [şaş
Cenova ile Turin (Torino) arası kadar sarp ve arızalı bir hat kınlık verir]. Fransa’yı İtalya’ya bağlayan bu tünelin inşâsına
daha görmedim. Alettevâlî [arkası arkasına] dağları birbirine rap 1861’de başlanarak 1870’te, yani, tam dokuz senede ikmal
teden [bağlayan] cesîm köprülerden geçiyoruz; köprüleri geçer edilmiştir. On iki bin iki yüz otuz üç metre tûlü vardır ki
geçmez koskoca dağları ortasından delmiş olan mahûf [korkunç] üstündeki Alp Dağları’nın en mürtefi noktasından bin iki
yüz kırk bir metre amiktir [derinliktedir]. Tünel hafrolunduğu
tünellere giriyoruz. Tünellerin medhalinde [girişinde] katarların
[kazılmaya, açılmaya başlandığı] zaman iki cihetten de çalışılır
düdük öttürmesi mûtâd [âdet hükmünde] olduğundan düdükle
imiş. Her iki tarafında da iki binden ziyâde amele işlemiş.
rin ardı arası kesilmiyor.
Masârif-i inşâiye [inşa masrafları] olarak 75 milyon frank yani
İtalya’nın meşhur şehirlerinden olan Alessandria garında bir
üç milyon yedi yüz elli bin Fransız altunu gitmiş. Elyevm
çeyrek saat kadar tevakkuf eyledikten sonra tekrar hareketle gece
[bugün] bu tünel asr-ı hâzır medeniyetinin havârikından [hari
saat (alaturka) üç raddelerinde Turin garına dâhil olduk.
kalarından] mâ’dûddur [sayılmaktadır]. Derûnu bizim Galata
Turin’in garı epeyce cesîm ve mükemmel garlardan idi.
tüneli gibi kemerdir. Arzı [genişliği] sekiz metredir. İçerisinde
Mükemmel bir de büfesi olduğundan tren garda tevakkuf eder
leyl ü nehar [gece gündüz] her beş yüz metrelik bir mesafede
etmez hemen sâir yolcular gibi ben de dışarı fırlayarak büfeden bir fener yanar. Bu tüneli insan mâşiyen [yürüyerek] geçecek
aldığım mekûlat ile [yiyeceklerle] arkadaşımla birlikte mükem olsa dört buçuk saat kadar yürümelidir. Şömendöfer ise tam
melen karnımızı doyurduk. Âlâ buzlu biralarla def-i hareket kırk beş dakikada geçiyor. Tüneli geçerken vagon derûnun
ettikten sonra sigaralarımızı tutuşturarak gar derûnunda dolaş da pek ziyâde hararet hissolunmakta idi. Biraz nefes almak
maya başladık. için pencereyi açtım. Meğer tünelleri geçerken pencere açma
40 41
mak lazım gelir imiş. Zira bir dakika sonra lokomotifin duma ettikçe [yaklaştıkça] bizim Erenköy, Göztepe taraflarında oldu
nı çıkacak menfez [delik] bulamadığından vagonun derûnu ğu gibi birçok üzüm bağları müşahede ediyorduk. Fakat hava
nu doldurduğu gibi üst ve başımızla yüzümüz ve gözümüz âdetâ soğuk, trenin camları duman peyda eylemekte olduğun
kömürcü çırağı gibi simsiyah kesildi. Tünelin içinde çifte hat dan hârici temâşâ için mendilim ile vagonun camını sıkça sıkça
olduğundan biz gider iken öbür cihetten gelen diğer bir tre silmeye mecbur oluyordum.
ne müsâdif olduk ki müddet-i ömrümde bu kadar müdhiş bir “Aix-Les-Bains” İstasyonu’nda bir müddet tevakkuf ettik.
hal daha tasavvur edemem. Katar yanımızdan o kadar müd “Aix-Les-Bains” kaplıcalarıyla meşhur bir mevki-i dilârâdır ki
hiş bir süratle geçti ki hasıl olan mahûf bir gürültü bizi pek mevsim-i sayfta [yazın] birçok ağniya ve ekâbir [zengin ve büyük
ziyâde tedhiş eyledi [dehşete düşürdü]. kişiler] buraya vürûd etmekte olduklarından âdetâ mevâki-i sıh
Mont Genis’i geçtikten sonra “Modane”a geldik. Moda hiyeden [sağlık merkezlerinden] ziyâde bir zevk u tarâb [şenlik,
ne’dan sonra biraz uykuya dalmışım. Fakat “Belligarde”da eğlence] mevkii hükmündedir.
tevakkuf ettiğimiz sırada uyandım ki burada Fransız topra İstasyonun münasip mahâllerinde büyük harflerle birçok
ğına girmiş olduğumuzdan gümrük muayenesine tutulduk. ilânlar vardı. Bunların birinde karîben [yakında] fâcia [trajedi]
Eşyalarınızı alarak vagondan indikten sonra bir salona dâhil oyuncularından meşhur Sarah Bernhardt’ın buraya vürûd ede
oluyorsunuz. Müteaddid gümrük memurları yolcuların eşya rek birkaç oyun vereceği muharrer [yazılı] idi.
sını muayene ediyor. Fakat bu muayene pek sathîdir. Herif Trenin güzergâhında bağlar, bahçeler içinde, sırıklar üstün
hemen bir sual ediyor; sizden gümrüğe müteallik eşyanız de birçok ilânlar, yaftalar görülüyordu ki bunların ekserisi şara
olmadığını öğrenince tebeşirle hemen sandıklarınızın üstüne ba, şarapçılığa ait şeylerdi. Şömendöfer hatlarının güzergâhın
bir işaret-i mahsûsa vazediyor. Siz de salonun diğer kapısın daki bağlarda bu türlü ilânat Avrupa’nın hemen her tarafında
dan çıkarak tekrar vagona dâhil oluyorsunuz ki koca bir tren mevcuttur. Şömendöferle seyahat edenler şu suretle bunları
de bulunan binlerce yolcuya ait eşyaların muayenesi hemen görüyor. Trenin sürati cihetiyle bunların sühûletle kırâat oluna
üç dört dakika içinde hitam buluyor. Vakit nakittir darb-ı bilmesi [kolaylıkla okunabilmesi] için ilânlar yalnız bir iki kelime
meseli [özdeyişi] Avrupa’da bu gibi işlerde pek ziyâde cârî den ibarettir. Pek ziyâde kalın harflerle yazılmıştır. Frenkler şu
[geçerli] hâiz-i ehemmiyettir. Belligarde’dan sonra Fransız tre ilâncılığa pek ziyâde ehemmiyet veriyorlar. Şehirlerdeki ilânat
niyle yol almaya başladık. Uykumu tamamiyle kestirmemiş ile de iktifa etmeyerek böyle dağlarda, bağlarda ilân levhaları
olduğumdan tekrar uyumaya çalıştım. rekzediyorlar [dikiyorlar]. Nâfi ve şâyân-ı istihsân [yararlı ve beğe
Gözlerimi açtığım zaman lâtîf bir serinlik hissettim. Şafak nilmeye layık] bir usul değil mi?
henüz atıyordu. Dumanlı, mavi sisli mehîb [heybetli] dağların Güzâr ettiğimiz [geçtiğimiz] vâdîler meyânında [arasında]
eteklerinde lâtîf zümrüdîn vadiler içinde gidiyoruz. Gariptir, “Chamonix” vâdîsi bilhassa şâyân-ı kayd ü tezkârdır [sözünü
daha dün İtalya’da sıcaktan âdetâ bîzâr olmuştum. Bugün ise edip akılda tutmaya değer]. Cesim ve mehib dağların zirveleri kar
vagonda soğuktan âdeta titriyorum. la mestûr olup vasat mahâllerinden itibaren eteklerine kadar
“Laclose”da tekrar şömendöfer değiştirdik. “Laclose” olan aksâmı zümrüdîn çemenzardan ibarettir. Dağ eteklerinde
küçük bir istasyon olup yolcuların trene dâhil olacağı rıhtımın cereyan eden nehir bazı mahâllerde vüs’at ve bazı mahâlde pek
üstü İsviçre usûl-i mîmârisinde olarak lâtîf bir saçakla setredil ziyâde darlık peyda etmekle beraber muhtelif istikamette bu
miş [kapatılmış, örtülmüş] idi. lâtîf vâdîyi irvâ ediyor [suluyor].
Vagonumuza burada başka yolcular girdi. Laclose’dan son Bazı mahâllerde küçük küçük köyler, karyeler [kasaba
ra tekrar bir sath-ı mâile doğru tırmandık. Cenevre’ye takarrüb lar] görülüyor ki bunların mebânîsi İsviçre usûl-i mîmarîsin
42 43
de inşâ edilmiş yani saçakları geniş sakaflarıyla [çatılarıyla]
uzun kuleleriyle menâzır-ı hâriciyesi pek ziyâde kesb-i letâfet
etmiştir.
Arâzî-i hâliye [boş arazi] mefkud [yok] gibidir. Geçtiğimiz
yerler hep mezrû’ [ekili] idi.
İkinci Fasıl:
Cenevre’de
44 45
1.
Cenevre’de İkametgâh ve Pansiyonlar
46 47
en mükemmelleri Hôtel Bréqueut, Hôtel Beau-Rivage, Hôtel üzere kadının eline beş franklık bir sikke [madeni para] tutuş
National, Hôtel de la Paix, Hôtel de la Rousse ismindeki misa turdum. Badehû gardaki sandıklarımızı celbettirdik. Hamâli
firhanelerdir. Bu oteller hep bir hizada olmak üzere Mont Blanc ye ücreti biraz canımı sıktı. Zira gardan bizim ikâmetgâhımıza
rıhtımında ve Léman Gölü sâhilinde kâindirler [bulunmaktadır]. kadar olan mesafe hemen yirmi adımlık bir şey olduğu halde
Şömendöfer garından çıkıldıktan sonra cesîm caddeyi takip topu iki el çantasından ibaret bulunan eşyamızı nakleden hama
eden bir kimse Mont Blanc Köprüsü’ne dâhil olur ki köprünün la bir buçuk frank kadar ücret îtâsına mecbur olmuş idik.
hizasındaki rıhtımın üstünde ve köprünün sağ cihetinde Hôtel O gün geceyarısı odamıza gelip yattığımız sırada ittisâlimiz
Bréqueut ve sol cihetinde de Hotel de la Rousse bulunmaktadır. deki [bitişiğimizdeki] odada zuhur eden bir münâzaa [tartışma]
Cenevre’ye muvâsalat ettiğim [vardığım] günün akşamını refîkimin birtakım münasebetsiz şeyler tevehhümünü [kuruntu
bu meşhur otellerin birinde, Hôtel Bréqueut’de geçirmiş idim. sunu] mûcib olduğundan bu geceyi burada rahat geçiremeyece
O gün, yani Ağustos-ı rûmînin yirmi birinci Cuma günü ales ğimizi anladım.
sabah [sabah vakti] Cenevre’ye muvâsalatla sandıklarımızı garın Sabahleyin alelacele bu odayı istikrâ etmiş isem de şimdi
deposuna bıraktıktan sonra münasip bir ikametgâh taharrisine noksanlarını dahi birer birer görmekte olduğumdan artık bura
başlamış idik. Evvelâ garın karşısında küçük bir otel gözümü da ikamet edemeyeceğimizi tamamiyle hisseylemiş idim. Bina
ze ilişti. Otelin dâhilini gezdikten sonra ikâmete sâlih [kalmaya enaleyh hemen arkadaşıma:
elverişli] bulamadığımızdan ve zaten Cenevre’de bir müddet — Kalk, münasip bir otele gidelim de bâri bu geceyi olsun
ikâmet olunacağı cihetle münasip bir mesken ittihâzı lazım gel rahatça geçirelim. Yarın sabah istediğimiz mahalde güzel bir
diğinden postahane taraflarındaki sokaklara birer birer başvur daire isticar eder [kiralar] ve oraya nakleyleriz, diyerek geceya
duk ki hemen her hanenin kapısında ya “Kiraya verilir apart rısı Hôtel Bréqueut’ye geldik ki bu otel prenslere layık ve her
man” veyahut oda falan gibi yazılar görülüyordu. türlü esbâb-ı istirahati câmi olan [istirahat sebeplerini toplayan]
Zaten İsviçre letâfet-i tabîîyesiyle ma’rûf [tanınan] bir mem cesîm ve müzeyyen bir otel idi.
leket olmasıyla seyyahların pek ziyâde rağbetini mûcib oldu Birinci ve ikinci katlarda boş oda olmadığından asansörle
ğundan hemen ahâlî-i mahâlliyye kâmilen otelcilik ve pansi en üst kata kadar çıkarak iki yataklı cesîm ve pek ziyâde müzey
yon sahipliği gibi şeylerle temini maîşet etmektedir [geçimlerini yen bir yatak odasına dâhil olduk ve derhal soyunarak kar gibi
sağlamaktadır]. Binaenaleyh Cenevre’de bir seyyah veya ecnebi bembeyaz ve nazîf [temiz] karyolalara uzandık ki işte Hôtel Bré
bir kimse için ikametgâh intihabı kadar sehîl [kolay] bir şey ola queut’de bir gece kalmaklığımız şu suretle vâki ve âdetâ mecbu
maz. Kapısının üzerinde kiraya verilir oda ilânını okuduğumuz ri olmuş idi.
hanelerden birine girip ikinci katta boş oda olduğu yine kapı Ertesi sabah kalacak bir daire-i beytûtet istîcarı için şehrin
nın üstünde muallâk [asılı] varaka-i ilâniyeden anlaşılan daire öbür cânibine [tarafına] geçtik ki Cenevre beldesini “Léman”
nin zilini çaldık. Kapıyı şişman kırmızı yüzlü bir Alman karısı gölü ikiye tefrik eyliyordu [ayırıyordu]. Bu iki kısım müteaddid
açtı. Oda istediğimizi söyledik. Kadıncağız kemâl-i beşâşet ve köprülerle yekdiğerine mültasıktır [bağlıdır]. Asıl Cenevre Mont
mahzûziyetle [güler yüzlülük ve sevinçle] bize dairesini irâe eyle Blanc rıhtımının karşı cihetindeki sâhil olup Mont Blanc tarafla
di [gösterdi] ki vâsi’ [geniş] bir odadan ibaret bulunan bu daire rı sonradan vücuda gelmiştir.
ikiye tefrik olunmuş. Birinde kendisi oturduğu diğerini kiraya Kundura mübâyaa eylediğimiz dükkânın sahibi bize Filo
vermekte imiş. Kira mâhiye [ayda] yirmi franktan ibaret oldu sof Sokağı’nda mükemmel bir daire olmak üzere “Madame
ğundan mahzâ [sırf] şu ehveniyete [ucuzluğa] tamaan [tamah ede Lanvère”in hanesini tavsiye eylediğinden hemen doğruca ora
rek] derhal odayı istikrâ ederek [kiralayarak] pey akçesi olmak ya gittik.
48 49
Filosof Bulvarı [elyazması metinde de “Bulvarı”] Bastion Bah
çesi’nin biraz ilerisinde cesîm bir meydana müntehî oluyordu.
Şehrin en güzel mevâkiinden olan bu bulvarda kâin [bulunan]
“Madame Lanvère”in hanesini pek güzel bulduk. İkinci katta
gayet müzeyyen ve mükellef bir salonla karşısındaki iki yatak
lı bir yatak odasından ibaret bulunan dairenin bir aylık bedel-
i îcârı [kira bedeli] elli frank raddesinde bir şey olduğundan ve
hususiyle gerek salonun ve gerek yatak odasının mefruşât ve 2.
müzeyyenâtı ile dairenin bulunduğu mevkiin nezâretini [manza
rasını] pek mükemmel bulduğumuzdan derhal bedel-i îcârı tes Kahveler ve Lokantalar
viye ederek [ödeyerek] eşyalarımızı naklettirdik.
50 51
mahâllin kısm-ı dâhilîsi [iç kısmı] taâm mahâlline tahsis olun
muştur. Yaz geceleri bu kahvehanelerin önünde daima mûsikî
terennümsâz olduğundan [çalındığından] kalabalık pek ziyâde
vefret ü mekseret [çokluk] peyda eder.
Café Lyrique — Place Neuve denilen Yeni Meydan’da
ve Opera’nın yanında mükemmel bir kahvehanedir. Taâmla
rı nefis olmakla beraber pek de behâlı [pahalı] değildir. Café
Lyrique geceleri pek eğlenceli olur. İç salonu mecmâ-ı aşüfte 3.
gândır [açık saçık kadınların toplandığı yerdir] ki Paris’in kahve
hanelerinde suret-i aleniyede [herkesin önünde] cereyan eden Sokaklar ve Vesait-i Nakliye
alışveriş Cenevre’de yalnız Café Lyrique’in iç salonuna mün
hasır [özgü] gibidir.
Cenevre’de daha pek çok kahvehaneler ve lokantalar var
ise de bunların ekserisi fukarâ-yı ahâliye [fakir halka] mahsus
tur. Maahazâ [bununla birlikte] bunların içinde lokantalı olma Cenevre’de bazı sokaklara tahta kaldırım ferş olunmuş ise
yan bazı kahvehaneler izzet-i nefsini tanıyan erbâb-ı haysiyete de ekserisine gayet muntazam paket taşlarından kaldırım ferş
[onurlu kişilere] muvafık yerlerdir. edilmiş ve büyük caddeler dahi bizim Bâbıâlî ve Divanyolu cad
Birahanelere gelince postahane cıvarında “Yifir” isminde deleri gibi şose tarzında yapılmıştır. Fakat Avrupa’daki şoseler
bir Alman’ın taht-ı isticârında bulunan bir birahane ile Léman bizim şoseler gibi değildir. Bunlar pek ziyâde bir emniyet ve
Gölü’nün kenarında ve şehrin dış tarafında bir kere gitmiş oldu tekellüfle [özenle] vücuda getiriliyor. Evvelâ şose yapılacak tarî
ğumuz diğer bir Alman birahanesini emsâlinin cümlesine fâik ki [yolu] bir metre umkunda [derinliğinde] hafr ederek [kazarak]
[üstün] buldum. Zaten umûmiyetle her lokanta ve kahvehane birtakım harçla kırılmış taş imlâ ediyorlar [dolduruyorlar]. Son
de her türlü müskirât [alkollü içkiler] ve bira bulunur ise de Yifir ra buharlı bir lokomotifle cerrolunan [çekilen] gayet cesîm bir
Birahanesi’nin sahibi aslen Alman olduğu gibi birayı da Alman tekerleği günlerce üzerinde dolaştırıyorlar ki şu suretle vücuda
ya’dan taze taze celbedegelmekte [getirtmekte] olduğundan pos gelen şosede bilâhare cüzî bir toz bile vücuda gelmiyor.
tahaneye gidip geldikçe bu birahanenin bahçesindeki çınar ağa Place Neuve denilen meydandan Carouge’a müntehî olan
cının sâye-i letâfetinde [güzel gölgesinde] bira içmeyi îtiyâd eyle cesîm şose yolu Cenevre’nin en güzel şoselerindendir. Vesâit-i
miş idim [âdet haline getirmiştim]. nakliyeye gelince: Cenevre’de evvelâ [ilk olarak] kira arabaları,
sâniyen [ikinci olarak] elektrikli tramvaylar, sâlisen [üçüncü ola
rak] buharlı tramvaylar, râbian [dördüncü olarak] Hadîka-i Âb-ı
Hayât’a azîmet eyleyenler için omnibüslerden ibaret olmak üze
re dört nevidir. Araba ücretleri bizim buralara nisbetle pahalı
ise de tramvaylarla omnibüsler nezâfeti [temizliği] cihetiyle yal
nız avâma [halka] mahsus olmayıp izzet-i nefsini tanıyan erbâb-ı
haysiyet için de muvafıktır. Binaenaleyh kira arabalarına hemen
hemen ihtiyaç kalmadığından arabaların adedi pek mahdûd
[sınırlı] gibidir.
52 53
[çalar]. Binlerce erbâb-ı tenezzüh gazinonun önündeki masala
rın başına geçerek çalınan en ruhnevâz [ruh okşayıcı, içaçan] ope
ra parçalarını istimâ ile [dinleyerek] sermest-i huzûzât olurlar
[haz içinde kendilerinden geçerler].
Cenevre Darülfünunu [üniversitesi] dahi Bastion Bahçe
si’nin bir kenarında vâkidir ki önündeki vâsi’ [geniş] meydan
hususi bir bahçe şeklinde tanzim ve tesviye edilerek türlü türlü
4. ezhâr-ı nazarrübâ [gözalıcı çiçekler] ile tezyin olunmuştur.
İngiliz Bahçesi — Mont Blanc Köprüsü’nün nokta-i
İngiliz ve Bastion Bahçe-i Umûmîleri müntehâsındaki [bitiş noktasındaki, sonundaki] meydanda ve
Léman Gölü’nün kenarında vâki olup bu bahçe dahi Bastion
Bahçesi gibi Cenevre’nin bihakkın medâr-ı ziynetidir [gerçek
ten güzellik sebeplerindendir]. Bahçenin bir cihetinde Parc des
Eaux-Vives’e giden tarîk [yol] ve diğer cihetinde Léman Gölü
“Place Neuve” denilen Yeni Meydan’ın bir köşesini vâsi’ bulunuyor ki gölün kenarı metin bir rıhtım ile tezyin olun
[geniş] bir hadîka-i dîlrübâ [gönül kapan çok güzel bir bahçe] işgal muş ve göle nâzır olarak birçok demir kanapeler vazedilmiş
etmektedir ki buraya “Bastion” bahçesi derler. Bahçe saldîde tir ki akşamları bu kanapeler birçok hoşmanzar mürebbiye
[yüz yıllık] eşcâr-ı latîfe ile sâyedâr ve senenin her mevsiminde lerle dolar. Çocuklar rıhtım üstünde minimini arkadaşlarla
tarâvet-i rebîîyeyi [ilkbahar tazeliğini] muhafaza etmekte olan oynarlar. Bahçenin vasatında cesîm bir havz-ı dilnişîn [gönül
zümridîn çimenler ile letâfet-nisârdır [letâfet saçar]. Çemenzâ okşayan havuz] mevcuttur. Havuzun ortasındaki resm-i müces
rın bazı mevâkiinde lâtîf havuzlar mevcuttur ki vasatındaki sem [heykel] bir fevvâre-i dilrübâyı [içaçan bir fıskıyeyi] hâvi
resm-i mücessemin [cisim halindeki resmin, yani, heykelin] müna dir ki her gün bir başka şekilde feverân eden sular semaya
sip bir mahâllinden herbâr [sürekli] sular feveran eder [fışkırır]. doğru birkaç metre yükselir. Havuzun etrafı lâtîf bir bahçe
Yolların yemîn ü yesârındaki [sağ ve solundaki] cesîm ağaçla haline getirilmiş ve ağlebi [çoğu] sardunya çiçekleri olmak
rın altında demir kanapeler bulunur. Bu kanapelerde bahçede üzere ezhâr-ı gûnâgûn [çeşit çeşit çiçeklerle] ile tezyin edilmiş
tenezzüh edenler [gezinenler] istirahat ederler. Arzan [enine] tir. Murabbâ [kare] şeklinde bulunan bu havuzun etrafındaki
pek vâsi’ [geniş] olan sayedâr yollarda sabah ve akşam dâyeleri yolların kenarına müteaddid sandalyeler vazolunmuştur. Bu
[dadıları] ile gelen nevzâdlar [bebekler] ve mürebbiyelerinin refa kanapelerde oturmak için muzıkanın terennümsâz olduğu
katinde [eşliğinde] tenezzüh eyleyen çocuklar kesretle [çokça, sık [çaldığı] vakitlerde pek cüzi bir ücret istifâ ediyorlar [alıyor
sık] müşâhede olunur [görülür]. Mesela mürebbiyesi bu demir lar]. Akşamları bu bahçe erbâb-ı zevk ve safâ ile dolar; binler
kanapeden birinin üstünde oturup elindeki pedagoji yani terbi ce perî-sîmâlara [peri yüzlü güzellere] tesadüf olunur. İngiliz
ye-i etfâle [çocuk terbiyesine] ait bir kitabı kemâl-i dikkatle kıraat Bahçesi’nde dahi mükemmel bir gazino ile lokanta vardır ki
ve mütâlaa ile [okuyup incelemekle] meşgul iken çocuk elindeki refîkimle birlikte bir akşam bu lokantada taâm ettik. Ücret
çemberi baştan başa döndürerek cesîm allée’de [çoklukla etrafı pek ucuz idi. Bazı geceler Léman Gölü’nde icra olunan elekt
ağaçlarla çevrili gezinti yolu] koşar durur. Bahçenin bir cihetin rik sanâyi-i nâriyesini [ateş sanatını, “ışık gösterisini” anlamın
de mükemmel bir gazino mevcuttur. Burada mevsim-i sayfta da] Jardin Anglais’ye [İngiliz Bahçesi] gelip de buradan temâşâ
[yaz mevsiminde] akşamları bir bandomuzıka terennümsâz olur etmek kadar lâtîf ve zevkli bir şey daha olamaz.
54 55
Léman Gölü’nde şehre su tevzi eden makineler dairesi
önünde icra olunan sanâyi-i nâriye hakikaten pek lâtîftir. Gölün
orta mahâllinde herbâr [daima] tûlânî bir surette semaya doğru
on beş yirmi metre tûlünde tereffü’ eden [yükselen] cesîm fıski
yeye bazı gece elektrik ziyası verilerek lâtîf bir fevvâre-i şûlebâr
[ışık saçan bir fıskıye] vücude getiriyorlar ki gecenin zulmeti için
de gölün orta mahâllinde semaya doğru nûranî bir surette feve
ran eden suların rengi her an tahavvül ediyor [değişiyor]. Gûya 5.
ki semadan göle tûlânî [dikine] bir nur yağıyor.
Salève Dağları’na Seyahat
56 57
idi. Küçük bir bahçesiyle bahçeye nâzır ve üzeri salkımlarla olduk ki [bindik ki] bu nevi arabalar Salève’e giden seyyahlarla
muhât [örtülü, kaplı] zarif ve lâtîf bir balkonu pek ziyâde nazar erbâb-ı teferrüc ve tenezzühe [eğlenmek için gezip tozanlara] mah
firîb [gözalıcı] ve dilküşâ [içaçıcı] olduğundan pansiyonda bulun sus imiş. Pek cüz’i bir ücret mukabilinde bizi dağın eteğine îsâl
duğumuz zamanlar hemen büsbütün balkonda imrâr-ı vakt eyledi [ulaştırdı]. Arabadan nüzûl edip [inip] mâşiyen [yürüye
eder idim [vakit geçirirdim]. rek] dağa tırmandık. Saatlerce yürüyerek ormanlar içinde keçi
Binanın redöşose [rez-de-chaussée] denilen alt katı küçük bir yollarından geçtik. Ormanda arasıra bizim gibi Salève ziyaretçi
salonla bir yemek odasını ve bir de mutfağını, sâhib ve sâhibe- lerine tesadüf eyliyor idik. Rüfekâ [arkadaşlar] yekdiğerini gâib
i beyte [ev sahibi erkekle kadına] mahsus yatak odasını muhtevî etmemek için muttasıl [devamlı] düdük çalmakta idiler. Orman
olup üst katta bulunan dört odanın üçü pansiyonerlere ve biri derûnunda rutubet pek ziyâde idi. Gûya gece sabaha kadar
de Madmazel Chitilberg’e mahsus idi. Refîkim Abdurrahman yağmur yağmış zannolunacak derecede ağaçlar ve yapraklar
Bey’in odasına muttasıl [bitişik] olan sokak üstünde hâlî [boş] ıslak olup arasıra yüzümüze gözümüze çiy daneleri düşüyor
bir odayı Mösyö Chitilberg bana tahsis eylemiş idi. Odamın tez idi. Ormandan çıktıktan sonra güneşe mârûz kaldık ki güneşte
yinat ve mefruşatı pek ziyâde âdî ve köhne idi. Pansiyonda ben ki hararet dahi hakikaten tahammülfersâ [dayanılmaz] bir dere
den başka refîkim Abdurrahman ve bir de mürebbiye olmak cede olduğundan şemsiye açmaya mecbur olduk. Vâkıâ dağa
üzere tahsil-i ilm için İsviçre’ye gelmiş olan Madmazel Bukof çıkarken gezip dolaştığımız mahâllerin letâfetine diyecek yok.
isminde bir Alman dilberinden başka pansiyoner olmadığı gibi Fakat benim yorgunluktan canım çıktı. Saatlerce bilâ fâsıla [dur
hâlî oda dahi mevcut değildi. Yalnız gündüzleri ismini elveym maksızın] yürüdük. Frenkler [Batılılar] böyle on saat mütemadi
[bugün] derhâtır edemediğim [hatırlayamadığım] Gürciyü’l-asl yen yürüyorlar da yorgunluk nedir bilmiyorlar. Fakat ben böy
[Gürcü asıllı] bir Rusyalı taâma gelerek sofrada bize mülâki olu le bilâ fasıla saatlerce yürümeye alışık olmadığım cihetle bugün
yordu [bizimle buluşuyordu]. Sâhibe-i hâne [ev sahibi bayan] bir kü seyahat âdetâ beni bîzar ediyordu [bıktırıp usandırıyordu].
Salève gezintisi tertip etmiş idi ki bu tenezzühe Madmazel Hen Hele çok şükür öğleye karîb [yakın] dağın ortasında küçük bir
riette de Chitilberg ile teyzezâdesi olan diğer bir Madmazel ve ormanın kenarında bir köylü birahanesine uğradık da biraz isti
bir refîki ve Mösyö de [yazma metinde burada isim yerine üç nokta rahat mümkün oldu. Uğradığımız mahâllde mandıra şeklinde
var] isminde olan Mösyö Chitilberg’in akrabasından bir zat ve bir ebniye mevcut idi. Ebniyenin önündeki mahâlli tesviye ede
pansiyon arkadaşımız Gürcü ve refîkim Abdurrahman ile ben rek odundan sandalyeler masalar vazgetmişlerdi. Bizden baş
dâhil idik. Madmazel Bukof gündüzleri dersine devam eyledi ka burada birçok erbâb-ı teferrüc [gezinenler] mevcut idi. Kimi
ği cihetle bize iştirak edemeyeceğini akşamdan beyan ederek îti taâm ile meşgul, kimi bir ağaç altına çekilmiş çimenler üstünde
zâr etmiş idi [özür dilemişti]. uykuda... Çocuklar mini mini arkadaşlarla ortada dönüp dolaşı
Eylül-i efrencînin sekizinci Perşembe günü alessabah yatak yor; arasıra ya bir seyyah geliyor, ya bir kâfile-i teferrüç kalkıp
larımızdan kalkarak alelacele telebbüs ve tuvaletten sonra [giyi yoluna devam ediyor. Ziyaretçiler arasında garip tavırlı garip
nip tuvaletimizi yaptıktan sonra] müctemiân [hep birlikte] yola kıyafetli İngiliz seyyahları görülüyordu.
düzüldük. Öğle taâmını Salève Dağları’nda ekletmek [yemek] Çantalarımızdaki mekûlatı [yiyecekleri] sofranın üstüne koy
üzere sucuklar, havyarlar vesâir soğuk etlerden mürekkeb duk. Âlâ nefis biralar getirttik. Böyle dağ başında buzlu bira
olan taâmımızı çantalara vaz’ederek boyunlarımıza astık. İsviç bulacağım hiç hatırıma gelmemiş idi. Fakat kadehlere boşattığı
re’de sabahları hava pek serin olur. Yolda giderken âdetâ üşü mız şişeler âdetâ buzdan duman peyda eylemiş idi. Mükemmel
yordum. Yirmi otuz hatve [adım] kadar mesafeyi mâşiyen kat bir surette karınlarımızı doyurduk; İsviçre’nin meşhur ineklerin
eyledikten [yürüyerek aldıktan] sonra çifte atlı bir brike râkib den sağılan taze sütleri içtik ki bu sütler âdetâ boza kadar koyu
58 59
idi. Yemekten sonra arkadaşlar biraz istirahat için birer ikişer
ağaç altına çekilerek uzandılar. Mevsim Eylül olduğu halde
çimenler ağaçlar hep bahâr-ı evvel [ilkbahar] halini andırıyordu.
Zaten İsviçre’de mevsim-i hazâna [sonbahara] mahsus olan otlar
ve yaprakların sarımtırak rengi hiç görülmez. Hemen her vakit
bu memleket bir bahar halindedir.
Bir iki saat kadar istirahattan sonra arkadaşlar tekrar dağa 6.
çıkmak fikrini der-meyân ederek [ileri sürerek] Madmazel Hen
riette’e bu hususta ısrâr eyledi. Fakat ben pek ziyâde yorgun Cursale
bulunduğumdan maatteessüf daha yukarılara kadar çıkamaya
cağımı beyan etmekliğim üzerine naçar avdete karar verdiler.
Avdet [dönüş], azîmet [gidiş] kadar suûbetli [zor] değildi. Hep
iniş iniyorduk... Nihayet dağın eteğine muvâsalat eder etmez
tekrar istirahat lüzumunu hisseylemiştik. Güzel bir köy biraha Cursale, Cenevre’nin başlıca eğlence mahâllerinden ma’dûd
nesine uğradık ki burada İsviçre’ye mahsus gruyère’li [gravyerli] dur [sayılır]. Cursale ebniyesi; Mont Blanc cihetlerinde ve
bir nevi tatlı yiyerek buzlu biralarla def-i hararet eyledik. Bira Léman Gölü sâhilinde güzel ve muhteşem bir binadır ki şeh
haneden çıktıktan sonra tekrar mahut [sözü geçen, bilinen] brik rin bihakkın [haklı olarak] medâr-ı ziynet ve mübâhâtıdır [süs
arabasına râkib olup [binip] esnâ-yi rahta [yolda] bir gümrük ve övünç nedenidir]. Geceleri Cursale’de bizim Konkordiya’da
muayenesine tutulduk ki Carouge’dan sonra Fransa’nın Savo [Concordia] olduğu gibi her türlü lûbiyat [eğlenceler, oyunlar]
ie eyaleti dâhiline girmiş olduğumuz cihetle şimdi tekrar İsviç oynanır ve güzel güzel kadınlar tarafından şarkı söylenir. Yine
re toprağına avdet eyliyorduk. Binaenaleyh hudutta sathî bir bizim Konkordiya’da olduğu gibi hususi bir salon kumara tah
muayeneden sonra arabamızla Carouge’a muvâsalat eyledik sis olunduğundan perde aralarında zükûr [erkekler] ve nisvân
[vardık] ki ortalık hemen hemen kararmış ve artık gece olmuş dan [kadınlardan] ibaret olan kumar mübtelâları [düşkünleri]
idi. burada kumar oynarlar. Şu kadar ki bizim memleketimizde
kumar memnu olduğundan Konkordiya’daki salon gizli oldu
ğu halde burada alenîdir [açıktır]. Bazı kere yeşil masanın etrafı
öyle bir kalabalık ihata eyler [kuşatır] ki bu kalabalığa girip de
mahut masaya yaklaşabilmek için saatlerce intizâr etmek [bekle
mek] lazım gelir.
Alafranga Eylülün on yedinci Cumartesi günü akşamı idi.
Cursale’e gitmek üzere refîkim Abdurrahman Bey’e pek çok
rica eyledim ise de kendisi rahatsız olduğunu söyleyerek pan
siyonda kalmayı tercih eyledi. Binaenaleyh Cursale’e yalnızca
gitmeye karar vererek pansiyondan çıktım. O geceki müşâhe
dâtım [gördüklerim] hakikaten câlib-i takdirat-ı mahsusam oldu
[özellikle beğenimi çekti]. Oyunlar matbu [basılı] programda dört
kısım gösterilmiş idi. Biraz geç kaldığım için birinci kısım oyun
60 61
ları müşâhede edemedim. İkinci kısım güzel bir baletle [baleyle]
başladı. Baleti müteâkib biraz fâsıladan sonra “Icamais” [?] ismin
de bir kız meşhur mûsikîşinaslardan “Massenet”nin1 Le Dernier
Sommeil de la Vierge ismindeki bestesini okudu. Ondan sonra
birkaç beste daha istima eyledim [dinledim]. Yarım saat kadar
teneffüs edildi. Bâ’dehû [sonra] üçüncü fasıl başladı ki çocukla
rın polkası; hakikaten hoşuma gitti. Polkayı müteâkib sunî bir 7.
deniz vücuda getirilerek iki dilber kız balık kıyafetinde olarak
bu denizde şinâverlik [yüzücülük] ettiler; daldılar, çıktılar, hâsılı Parc des Eaux-Vives:
her türlü hüner gösterdiler. Hatta su derûnunda sigara bile içti
ler ki bu da hem lâtîf ve hem de garip idi. Madmazel Elvire’in
ya’nî Hadika-i Âb-ı Hayât 1
62 63
rilmiş olan vâsi’ [geniş] meydanda güzel bir otel ile lokanta ve le etmez eylemez. Park derûnunda velospit yarışları ve her
zarif bir tiyatro bina edilmiştir. türlü frenkçe cimnastik müsabakaları icra olunur. Bu müsaba
Cenevre’de ikametim hengâmında [esnasında] pek çok kaların icrasına mahsus mahâller mevcuttur. Hasılı Parc des
defalar parka gitmiş idim. Hele parkın tiyatrosunda munta Eaux-Vives denilen bu mahall-i ferahfezâ [ferahlık artırıcı yer]
zam bir operet kumpanyası icrâ-yı lûbiyat eylemekte oldu câmi olduğu [içerdiği] eğlenceler itibariyle Avrupa’da bilhas
ğundan [eğlenceli programlar icra etmekte olduklarından] gece ve sa nazar-ı takdir ve istihsânımı [beğenimi] celbeden mahâller
gündüz oyunlarına behemehal [mutlaka] isbât-ı vücud eder den biri olmuştur.
idim [orada bulunurdum]. Bu operet kumpanyasının oyuncu
ları cidden mâhire sanatkârlardan idiler. Madmazel Lamb
recht’ler gerek letâfet-i sima ve endâm [yüz ve vücut güzelliği]
ve gerek zarâfet-i telebbüs [giyim zarifliği] ve şuhî-yi etvâr ve
evzâ [tavır ve davranış] cihetiyle bilhassa nazar-ı meftûniyeti
mi [beğeni ve hayranlığımı] celbetmişlerdi. Daima birinci rolü
îfâ eden Rosalina Lambrecht sarışın bir Fransız dilberi olup
sanatında cidden mâhire idi. Maria Lambrecht ise pek ziyâde
zaîf ve nahîf [çelimsiz] olmakla beraber lâtîf gözleriyle temâ
şâgerânı [seyircileri] cidden meshûr eyler [büyüler] idi. Bidde
feat [defalarca] temâşâ eylediğim Madame Favare ve Madame
Ango’nun Kızı ve Mascotte ve Carmen gibi meşhur operet ve
opera-komikler bizim İstanbul’a gelen bazı Fransız opera ve
operet kumpanyalarının yüz kat fevkinde [üstünde] bir mehâ
ret ve letâfetle icra olunmuş idi. Bazı kere öyle baleler icra olu
nurdu ki bu baleler cidden temâşâya değer.. İnsan bilâihtiyar
mağlûb ü zebûn-ı şehvet olup kalır [cinsel duygularına yenik ve
güçsüz düşer]. Tiyatro ebniyesinin önündeki meydanda mun
tazam masalar ve sandalyeler mevcut olduğundan tiyatroya
girmeyenler ile tiyatrodan akşam üzeri çıkanlar burada top
lanarak terennümsâz olan mûsikîyi istimâ ederler [dinlerler]
ve nefis her türlü meşrubat ile telziz-i dimağ eylerler [dimağ
larını tadlandırırlar]. Akşamları bu meydanın aldığı manzara
pek ziyâde lâtîf ve şâyân-ı temâşâdır [görülmeye değerdir]. En
şık ve en dilber kadınlar masaların etrafında ezhâr-ı gûnâgûn
dan müteşekkil bir zarif buket gibi toplanarak izhâr-ı endam
ederler [boy gösterirler]. Tiyatronun derûnundaki cesîm salon
da nisvân ve zükûrdan [kadınlardan ve erkeklerden] yüzlerce
insan ihata ederek [çevirerek] yüzlerce altun kazanır veya
gâib ederler. Rulet oyunu burada serbesttir. Zâbıta müdaha
64 65
Panayir üç gece imtidâd etti. Gündüzleri panayir mahâlli
mesdûd [kapalı].. Geceleri sabahlara kadar oyunlar, eğlenceler
mevcut idi. Bizim pansiyonda “Carouge”a mahsus gün olmak
itibariyle milli bir taâm [ulusal bir yemek] yaptılar. Bu taâm
bizim alaturka böreğin bir başka nev’i idi.
8.
Carouge Panayiri
66 67
ların heykelleri ve resimleri] mevcuttur. Cenevre’de iken bu tiyat
roya ancak iki defa gidebilmiş idim. Birinci defa gidişim Sarah
Bernhardt’ı görmek içindi. Fransa’nın mûcib-i mübâhâtı [övgü
nedeni] olan Sarah Bernhardt ve emsali gibi sanatkârlar her sene
yaz mevsiminde Avrupa sevâdını [büyük şehirlerini] dolaşarak
her yerde birkaç oyun verirler ki on günden beri şehrin hemen
her tarafında müsâdif olduğum al, yeşil, mor, penbe, sarı hâsılı
9. her renkten ilân varakaları Sarah Bernhardt’ın karîben Cenev
re’ye gelerek Eylül-i efrencînin beşinci Perşembe gününden
Cenevre Tiyatrosu – Sarah Bernhardt1 yani Cuma gecesinden itibaren birkaç oyun îtâ edeceğini [vere
ceğini] halka ilân ediyorlardı. Fırsattan istifade ederek ilk oyna
nacak La Dame aux Camelias oyunu için bir hafta evvel bir bilet
tedârik eyledim.
Sarah Bernhardt asrın en nâmdâr fâcia oyuncularından
Cenevre Tiyatrosu ziynet ve letâfetçe Paris Operası’ndan dır [yüzyılın en ünlü trajedi sanatkârlarındandır]. Sarah Bern
aşağı kalmaz. Cephesi şehrin en meşhur ve en vâsi’ [geniş] olan hardt olmayaydı tiyatro Fransa’da bugünkü yüksek zirvesini
bir meydanına nâzırdır. Duc de Brunswick’in2 bâ-vasiyetnâme bulamazdı, diyorlar. Hakikaten Fransa’nın medâr-ı mübâhâtı
[vasiyetnameyle] Cenevre hükûmetine terketmiş olduğu milyon [övünç nedeni] olan âlimler, edipler kadar dahi bu memleke
ların bir kısmıyla inşâ olunmuştur. 1872 tarihinde inşâata baş te şan ve şeref bahşetmiştir. Tiyatro hakikaten bir mekteb-i
lanarak 1879 sene-i mîlâdîyesinde ikmal edilmiştir. “Gauss” edeb ü irfan [eğitici ve öğretici bir okul] ise hiç şüphe yoktur ki
isminde bir mimarın Paris Operası’nın planlarına tatbik suretiy Sarah Bernhardt bu mektebin en büyük üstâd-ı kemâlâtıdır
le vücuda getirdiği resim ve planlar mûcibince inşâ olunduğun [olgunluğa ulaşmış en büyük üstadıdır]. Bu kadın icrasını deruh
dan tiyatronun Büyük Opera’ya müşâbehet-i tammesi vardır te ettiği [üzerine aldığı] rollere âdetâ âşık kesiliyor. Vaktiyle
[tıpatıp benzer]. “Foyer” yani perde aralarında seyircilerin tenef mukavemetsûz [dayanılmaz] bir hüsn ü âna [güzelliğe] mâlik
füs ve istirahat eylemelerine muhasses [tahsis edilmiş, ayrılmış] imiş. Elyevm [bugün] sinni [yaşı] elliyi mütecaviz [geçmiş]
olan salonun duvarları en meşhur ressamların kalem-i mehâre olduğu halde bile sahne-i lubiyatta [oyun sahnesinde] câzibe-i
tiyle tersim edilmiş [resimlendirilmiş] esâtîr-i kadîmeye müteal nazarfirîbine [göz kamaştıran cazibesine] ân-ı vâhidde [bir anda,
lik [mitolojiye değgin] bazı elvâh-ı latîfe ve nefîse [güzel ve nefis görür görmez] mağlup olmamak muhâldir [olanaksızdır]. Sarah
tablolar] ile müzeyyendir. Mermer merdivenlerin letâfeti ise Bernhardt’ın en büyük mehâreti de kendini daima yandan
insanı saatlerce mevkûf-ı temâşâ eyler [durup seyretmeye zorlar]. gösterişidir. Zira bu kadın yandan göründüğü zaman haki
Tiyatronun dâhili temâşâgerâna [seyircilere] mahsus bir salon katen güzeldir. Fransa tarihinde dahi meşhur ve ma’rûf olan
la üç galeriden ibaret olup 1400 seyirci istiâbına kifâyet edecek “Ninon de Lenclos”1 yetmiş yaşında bir sâl-hurde [pek yaşlı]
kadar vâsi’dir [geniştir]. Tavanın kenarları nukûş-ı zerrîn [altın iken cemâl-i bîmisliyle [emsalsiz güzelliğiyle] yirmi yaşında bir
nakışlarla] müzeyyen olup bu nukûşun orta mahâllerinde meşa genci meftun ve meshûr eylemiş [büyülemiş gibi kendine bağla
hîr-i üdeba ve hükemânın heyâkil ve tesâviri [ünlü edip ve filozof mış]. Bu genç senelerce o yetmişlik dilberin esîr-i letâfet ve ânı
olmuş kalmış [güzelliğinin esiri olmuş].
1 Fransız tiyatro sanatkârı (Paris 1844-1923).
2 Braunschweig Dükü (1804-Cenevre 1873). 1 Fransız kadın edebiyatçısı (1620-1705).
68 69
İşte bugün Sarah Bernhardt dahi altmış yaşına yaklaşmış Arasıra bizim Beyoğlu’nu ziyaret eden derme çatma bazı
olduğu halde Ninon gibi bir kalb-i şebâba [genç bir kalbe] ilkâ-yı Fransız oyuncuları bu oyunu hâlâ oynayıp duruyorlar.
garâm edebiliyor [aşk duygusu koyabiliyor, kendine âşık edebiliyor]. Offenbach’ın bestelemiş olduğu tiyatroların mûsikîsi umûmi
Ma’raz-ı temâşâda [oyunun arzedildiği yerde, yani, sahnede] tasvir yetle güzeldir. Belle Hélène operası ise bunların cümlesine fâik
eylediği eşhâs-ı vekâyiin [olay kişilerinin] hissiyat ve infiâlâtını tir [hepsinden üstündür]. O gece Belle Hélène rolünü îfâ eden
o kadar mâhirâne bir surette icra ve taklid eyliyor ki insanın “Madame Marcelle Oliver” halâvet-i sadâ, kâmet-i bîhemta,
bunun hakiki olduğuna zaman zaman inanacağı geliyor. şûhî-i etvar, nezâket-i sîmâ, letâfet-i endâm, tenâsüb-i âzâ gibi
İşte ben o gece Sarah Bernhardt’ı La Dame aux Camelias oyu [sesinin tatlılığı, eşsiz endamı, davranışlarındaki kıvraklığı, yüzünde
nunda hakiki bir Marguerite zanneyledim. Hem asabi, şuh, has ki incelik, endamının güzelliği, azalarının uygunluğu gibi] bir kadı
ta mizaç, nazik ve vefakâr Marguerite!.. O gece herkesi ağlattı. na medâr-ı temâyüz [üstünlük nedeni] olabilecek evdaf ve hasâ
Heyecanlar, elemler, bükâlar [ağlamalar] içinde bıraktı. Günler ilin [niteliklerin] kâffesini nefsinde cemeylemiş [tümünü kendinde
aylar geçtiği halde hâlâ o gecenin tesir-i elemnâki benden zâil toplamış] bir ilâhe-i cemâl [güzellik tanrıçası] idi ki siyah gözle
olmadı. O gece bütün kalbimden feveran eden hiss-i takdir ve rinin şûle-i âteşbârına karşı mağlûb-ı ihtiras ve zebûn-ı şehvet
ihtiramı bu seyâhâtnâmenin bir köşesinde olsun muhafaza eyle [ateş saçan ışıltılarına bakıp da isteğe tutsak ve şehvete oyuncak]
mekten sarf-ı nazar edemedim. olmamak mümkün değildi.
***
70 71
ile süt teşkil eyler idi. Mâ-i mukattarda [arı su] banyo. Elektrik
le delk [masaj]. Gündüzleri tenezzüh, hâsılı her türlü takyîdât–ı
sıhhıye [sağlık tedbirleri] ile beraber geceleri câme-i hâbında
bürehne beden olarak [uyku giysisi olarak çıplak vücudu üzerine]
deriden mamul bir çarşaf ve yorgan arasında yatmak gibi itiyâ
dât [alışkanlıklar] sayesinde eyyâm-ı âhire-i ömrüne kadar [yaşa
mının son günlerine] kadar rey’ân-ı şebâba mahsus bir taravet
10. [gençliğin sonlarına özgü bir tazelik] muhafazaya muvaffak olmuş
idi ki her kim kendisini arkasından görecek olsa bilâ tereddüt
İmperatoriçe Elisabeth’in Fâcia-i Katli1 on sekiz yaşında bir nevcivan olduğuna hükmeylerdi. Evâhir-
i eyyâmında [son günlerinde] saçları ağarmış ve fakat müşârü
nileyhâ bu nişâne-i yegâne-i heremnümâyı [yaşlanmanın bu tek
nişanesini, belirtisini] temâşâya tahammül edemediğinden saç
larını sarıya boyamıştır. Pençe-i zamanın sîmâ-yi dilârâsında
Avusturya İmperatoriçesi ve Macaristan Kraliçesi Elisabeth’in vücûda getirdiği tağyirât-ı şeyhûheti [yaşlanma değişikliklerini]
fâcia-i katli cihân-ı insâniyetin hemen her cihetinde bir ye’s ve görmemek için fotoğrafını son senelerde aldırmamış ve bahane
mâtem-i umûmîyi istilzam eylemiştir [tüm insanların üzüntüleri olarak resim çıkartmanın kendisine şeâmet [uğursuzluk] getirdi
ni gerektirmiştir]. ğini söyler imiş. Vefâtından bir sene evvel kerimesinin ilcâsıyla
Vak’a Eylül-i efrencînin on üçüncü [doğrusu: “onuncu”] Salı [zorlamasıyla] bir fotoğrafya çıkartmaya razı olmuştur ki elyevm
günü Cenevre’de vukua gelir. Müşârünileyhâ2 son derecede meydân-ı tedâvülde bulunan [bugün her yerde görülmekte olan]
bedâyiperest [güzellikleri taparcasına seven] olup fezâil ve mekâ fotoğrafyası budur.
rim-i ahlâkıyla [erdemleri ve beğenilen ahlakıyla] umûmun hürmet Müşârünileyhâ inzivayı [bir köşeye çekilmeyi] pek sever
ve muhabbetini kazanmış idi. Avrupa hânedân-ı hükümdârîle di. Şeyhûheti [yaşlılığı] arttıkça merdümgirizliği [insanlardan
rine [hükümdar ailelerine] mensup nisvân [kadınlar] meyânında kaçarlığı] dahi son dereceye gelmiştir. Daima siyah ve sade
müşârünileyhâ mâlik olduğu hüsn ü ânca dahi bir mevki-i infi bir tuvaletle dışarı çıkar ve hep tenhâgüzînâne [tenhaları seçe
râd [seçkin bir yer] istihsal eylemiş idi. Yegâne düşüncesi tarâ rek] dolaşırdı.
vet-i şebâbını [gençlik tazeliğini] muhafazaya medâr olacak [yar İmperatoriçe’yi Salève Dağları’nda yalnız başına dolaşır
dımcı olacak] esbâb ve vesâilin istihzârından [sebep ve çarelerin ken görenler pek çoktur. İnsan görünce hiç elinden düşürmedi
hazırlanmasından] ibaret idi. Mahzâ [sırf] güzel kalmak için pek ği cesîm tüy yelpazesini birdenbire açarak melâmih-i vechiyesi
ziyâde perhiz eder ve esas ağdiyesini [gıdalarını] okkalarca sığır ni [yüzünün değişikliklerini] anınla [onunla, yani yelpaze ile] setre
etinden makine vasıtasıyla istihsal olunan usâre-i lahm [et suyu] der [örter] ve yalnız iri mukavves [kavisli] kaşların sâye-i dilfirî
1 Elisabeth de Wittellsbach (1837-1898): Avusturya İmparatoru I. Franz Joseph’in binde unutulmaz nazarlara malik olan çeşmân-ı âteşfirîbini irâe
eşi. Tek oğlu Veliaht Prens Rudolph, 1889’da sevgilisi Marie Vetsera’yla beraber eylerdi [kaşların gönülçelici gölgesinde ateşli gözlerini gösterirdi].
Mayerling’de intihar etti (filme de alınan ünlü Mayerling Faciası). “Sissi” adıyla
tanınan Elisabeth’in efsaneleşmiş hayatı Romy Schneider’in oynadığı Sissi başta
Evâhir-i eyyâmında duçar olduğu maraz-ı asabî [sinir hastalığı]
olmak üzere pek çok filme ve kitaba konu olmuştur. günbegün iştidâd eylediğinden [şiddetlendiğinden] geceleri uyku
2 “Müşârünileyh” (erkek) ve “müşârünileyhâ” (kadın), “adı geçen, işaret olunan” uyuyamaz ve türlü türlü buhranlar, endişeler içinde imrâr-ı
anlamındadır. Daha çok yüksek dereceli kişiler hakkında kullanılımıştır. Sıradan
kimseler için aynı anlamda “mumâileyh” ve “mumâileyhâ” kullanılırdı.
leyâl eylerdi [geceler geçirirdi].
72 73
Müşârünileyhânın en ziyâde mütelezziz olduğu [zevk aldı O gün Beau-Rivage Oteli cıvarında bulunan Şehberderhâ
ğı] tenhânişînâne [yalnız başına, tenha olarak] seyahatler idi ki en ne-i Osmanî’ye giderek Şehbenderimiz Âtıf Beyefendi Hazret
ziyâde Korfu cezîresinde [adasında] inşâ ettirdiği sarayda ikâ leri’ni ziyaret etmek istemiş idim. Beau-Rivage Oteli cıvarına
met eder, mütenekkiren [kendinin kim olduğunu belli etmeden, teb gelince Brunswick’in heykeli önünde bir kalabalık müşâhede
dil ile] icra ettiği seyahatlerde daima İsviçre’yi tercih eyler idi. eyledim ki herkes kulak kulağa fısıldaşıyordu. İzdihâmın [kala
Seyahate olan ibtilâsı hasebiyle [düşkünlüğü nedeniyle] gittiği balığın] esbâbını anlamak için orada duran bir zatın yanına yak
mahâllerde tekellüm olunan elsineyi [konuşulan lisanları, dilleri] laşarak:
dahi bilâihtiyar [kendiliğinden] öğrenmiştir. Fransızcayı bir şîve- “Ne olmuş?” diye sordum. Herifceğiz:
i letâfetnisâr [letafet saçan, lâtîf bir şive] ile tekellüm ettiği gibi — Avusturya İmperatoriçesini katlettiler... cevabını verdi
Rumca ve Macarcayı dahi kemâl-i fesâhat ve talâkatle [açıklık ve ki meğer o sırada İmperatoriçe oteldeki odasında henüz teslim-
kolaylıkla] söylerdi. i can etmekte imiş.. Şehbenderhâneden avdet ederken gazetele
rin alelacele çıkarmış oldukları ilaveler ile vak’anın bütün aha
*** liye ilân edilmekte olduğunu gördüm. Nişâne-i mâtem olmak
üzere şehrin mağazaları kapanmaya başlamıştı.. O gün o gece
Müşârünileyhâ vak’adan çend gün mukaddem [birkaç bütün Cenevre’de her yerde, her hanede, her kahvede hep bu
gün önce] Cenevre’ye gelerek Léman Gölü sâhilinde meşhur vak’a sermâye-i mekâl [söyleşi sermayesi] olmuş idi.
“Beau-Rivage” Oteli’ne misafir olur. Vak’a günü Montreux’ye
azimet etmek [gitmek] üzere otelden çıkıp Léman sâhilinde len ***
gerendâz bulunan [demirli olan] vapura azimet eyler. Esnâ-yı
râhta [yolda yürüdüğü sırada] “Luccheni” [tam adı: Luigi Lucche Ferdâsı [ertesi] çarşamba günü Cenevre Şehremâneti [bele
ni] isminde habis bir İtalyan anarşisti tarafından cerhedilir [yara diyesi] tarafından vuku bulunan ihtar ve davet üzerine bütün
lanır]. Maahazâ İmperatoriçe yoluna devam etmek ister ise de Cenevre ahalisi Beau-Rivage Oteli’nin önünden geçerek İmpera
vapurda fenalaştığından Montreux’ye gitmek üzere rıhtımdan toriçe Hazretleri’nin naaşlarına [cesedine] karşı arz-ı ihtiram eyle
hareket eden vapur tekrar geri avdetle müşarünileyhâyı çıka diler. Ve şu suretle bütün Cenevre izhâr-ı matem eyledi. Otelin
rır. Tayfaların küreklerden vücuda getirmiş oldukları bir sed önünden geçen ahaliye ben de karışarak şu vazifeye iştirak eyle
ye üstünde olduğu halde otele getirilir. Alelacele celbolunan dim. Gariptir ki halk oraya izhâr ve ilân-ı matem etmek üzere
etıbbânın [doktorların] icra ve ittihâz ettikleri tedâbir ve müdâ toplanmış olduğu halde o vazifeyi bile îfâ ederken veçhen beşa
vattan [aldıkları tedbir ve tedavilerden] fâide görülmeyip nihayet şetlerini [yüzlerindeki neşelerini] muhafaza eylemekte idiler. İşte
müşârünileyhâ etıbbânın kolları arasında “Beau-Rivage” Ote Avrupa ahalisi böyledir. Eminim ki ahalinin izhâr eylediği şu
li’ndeki hücre-i muvakkatinde terk-i hayat eyler... Katile gelin teveccüh ve mahzûniyet kalben olmayıp yalnız bir vazife-i res
ce fi’l-i cerh ve katli îkâdan sonra [yaralama ve öldürmeden sonra] miyeyi ifa içindi.
alet-i cerh [yaralama aleti] elinde olduğu halde şarkı çağırarak
koşmakta iken arabacılar tarafından derdest edilerek zabıta-yi ***
mahâlliyeye teslim olunur.
İmperatoriçe’nin na’şı Avusturya’dan irsâl olunan [gönderi
*** len] bir heyet-i resmiye ve Cenevre hükûmeti ile İsviçre’nin işti
rak eylediği memurîn-i mahsûsa marifetleriyle [özel görevlilerin
74 75
eliyle] ve müdebdeb [debdebeli, görkemli] bir alay ile Beau-Rivage
Oteli’nden şömendöfer garına kadar îzâm edilerek [gönderilerek]
orada Viyana’dan gönderilmiş olan hususi cenaze trenine irkâb
olundu [bindirildi] ve şömendöferin hareketinden sonra Cenev
relilerce vak’a büsbütün unutularak şehir manzara-i sâbıkasını
[eski manzarasını, önceki görünümünü] aldı... 11.
Fillion Pansiyonu ve Bir Ömr-i Güzeşte1
1 “Bir ömr-i güzeşte” sözü “geçen bir ömür” anlamındadır. Yazarın bu deyimle
neyi amaçladığı, metnin burada yarım kalması nedeniyle anlaşılamamıştır.
2 Seyahatnamenin bu bölümü ve bu fasıl burada kesilmiştir. Dolayısıyla, faslın
girişindeki listede bu bölümün ardında gösterilen “Serat Müzesi”, “Léman
Gölü’nde Bir Tenezzüh ve Ariane Müzesi”, “Şehremâneti ve Emâkin-i Resmiye”,
“Cenevre Cıvarı” ve “Paris Yolunda” bölümleri de yazmada yer almamaktadır.
76 77
Üçüncü Fasıl:
Parİs’te
(Fî 11 Eylül 1314 ve 29 Eylül 1898 yevm Salı)
78 79
1.
Paris’e Muvâsalatım ve Grand Hôtel
80 81
cevabını verdi ki ser-i iftihârımda bulunan alâmet-i milliyemin çıkarak sol taraftaki camlı kapıdan asıl otel derûnuna girdik ki
[“başımda övünçle taşıdığım ulusal sembolümün” diye aktarılabilir; kapının karşısındaki asansör memuru bizi görünce oturduğu
yani, fesin] şerefini muhafaza ve gayret ve mecburiyeti olmasa mahalden kıyâm ile [kalkarak] camlı bir hücre-i müzeyyeneden
şu herife müstehak olduğu ders-i ibreti verecek idim. Fakat ne ibaret bulunan mis’adın [yükselticinin, yani asansörün] kapısını
çare ki başa gelen çekilir. Kendi kendime “Ne olursa olsun, bir açtı. Asansörün derûnunda kadifeden kumaş kaplanmış otu
gece şurada kalırım. Hesabıma gelmez ise yarın tahvil-i mes racak peykeler vardı. Bu peykelerin üstüne oturdum. Otelin
ken de mümkün her halde. Şu çapkına karşı izhâr-ı tenezzül memuru ile asansörün memuru ayakta duruyorlardı. Kapıyı
etmem.” diyerek hemen arabadan indim ve Grand Hôtel’e inen kapadılar. Derhal oturduğum bu camlı hücre bittedric [yavaş
bir seyyâh-ı sâhib-i servete [zengin bir turiste] yakışan bolca bir yavaş, derece derece] tereffü eylemeye [yükselmeye] başladı. Otelin
bahşiş ile araba ücretini tesviye eyledikten sonra sandıklarımı her tabakasını [katını] geçer iken gûya müteharrik olan kosko
otelin garsonuna tahmil ederek [yükleyerek] kapıdan girdim.. ca bir bina imiş de yerin altına gidiyormuş gibi garip bir galat-ı
hisse [yanlış duyguya] dûçâr olmuş idim.
Nihayet odanın olduğu beşinci kata çıktık. Tevakkuf eden
Grand Hôtel asansörün kapısını açtılar. İşte âlâ kadifeli bir peyke üstünde
oturduğum halde şu mürtefi [yüksek] ebniyenin [binanın] beşin
Gurur-ı millî sâikasıyle [ulusal gurur güdüsüyle] dâhil oldu ci katına kadar çıkmış idim.
ğum [girdiğim] Grand Hôtel ziynet ve mükemmeliyet, şöhret Otellerde bu mis’adların hizmeti hakikaten büyüktür. Bun
ve cesamet cihetiyle saraylara bile gıptaresân olan [imrendiren] ların muayyen vakt-i hareketleri olmayıp yalnız bir yolcu için
emâkin-i ihtişamdan ma’dûddur [görkemli binalardan sayılır]. de inip çıkarlar. Fakat gündüzleri ekseriyetle kalabalık olur.
“Boulevard Capucine” gibi Opera’ya karîb [yakın] ve Paris’in Grand Hôtel’de kaldığım müddetçe odama daima bu mis’ad
en muteber bir caddesinde kâindir. Otelin bulvardaki medhalin la inip çıkar idim. Ekseri defalar mis’ad derûnunda pek ziyâde
den içeriye girip güzel bir avluya dâhil oldum ki bu avlunun yolcu olurdu. Hatta oturacak yer bile kalmadığından andan
bir tarafında otelin lokantaları ile gazinoları ve diğer tarafında sonra gelen [sonradan gelen] yolcular ayakta kalırlardı. Bazı kere
dahi telgraf ve posta şubeleriyle perukâr [berber] ve kalem oda bir yolcuyu aşağıya indirmiş veya yukarıya çıkarmış olan asan
ları mevcut idi. Avludaki muhasebe odasına girerek hangi kat söre intizar eylediğim vâki olurdu. Bunların memurları nöbetle
larda boş oda bulunduğunu sordum. Otelin memuru kemâl-i değişiyor. Zira geceleri bile asansör îfâ-yı hizmetle mükelleftir.
nezaket ve ihtiram ile kıydam ederek [ayağa kalkarak] benden Hattâ bir gece otele geceyarısından pek çok zaman sonra gel
evvelemirde ihtiyar edeceğim katı istizah eylediğinden [sordu miş idim ki mis’adın memuru derûnundaki peykede uyumak
ğundan] bittabi üst katlarda bir oda istediğimi söyledim. Mumâ ta idi. Herifi uyandırıp bilâ mezâhim [zahmetsiz] odama çıktım.
ileyh tabaka-i bâlâda [üst katta] bulunan odaların kâmilen tutu Refakatimdeki memur otelin beşinci katında bulunan diğer bir
larak yalnız boş bir oda kaldığını ve fakat akşam üzeri teheyyü- memuru alarak beni odama kadar îsâl eyledi [ulaştırdı] ki ote
i hareket [harekete hazırlanan] yolcu bulunduğundan müteaddid lin bu katı tûlânî müteaddid odaları hâvî idi. Gündüzleri dahi
odaların boşalacağını beyan etmekle bilâ tereddüt boş olan oda ekser mahâllerde elektrik fânusları yanıyordu. Odaların önün
yı kabul eyledim. deki uzun koridorlarda dolaştığım halde odamı bulamadığım
Bunun üzerine yanıma diğer bir memur tefrik ettiler [kattı biddefeât [defalarca] vâki olmuştur. İşte bu da bu otelin derece-i
lar]. Bu memurun delaleti ile avluda ve cesîm sokak kapılarının cesâmeti hakkında bir fikir verebilir. Vâkıa odamın numarasını
mukabilinde bulunan taş bir merdivenden tûlânî bir terasaya asla unutmamış idim. Fakat sekiz yüzü mütecaviz odadan iba
82 83
ret bir otelde taksîmât-ı dâhiliye lâyıkıyla öğrenilmedikçe numa den] aşağı indim ki alt tabakalarda kapıları açık olması cihetiyle
ra ile oda bulmak pösteki saymak kabilindendir. müşâhede edebildiğim bazı odaların ziynet ve ihtişâmı hakika
Odamın kapısından içeri girince kapının mukabilinde ten bâlâter [son derece yüksek] idi. Avrupa’da otellerde ve sâir
cesîm bir pencere gördüm. Bu pencere Paris’in en işlek ve en emâkin ve büyûtta [binalar ve evlerde] zemin katı ile birinci kat
maruf caddelerinden birine nâzır idi ki yanına gidip de aşağıya nüzûl [inme] ve suûd [çıkma] külfetinden âzâde olduğu için [zor
doğru atf-ı nazar ettiğimde [göz attığımda] irtifâın [yüksekliğin] luğundan kurtulunmuş olduğu için] yukarı katlardan ziyâde hâiz-
dehşetinden ürktüm. i ehemmiyet ve muteberdir. Gördüğüm odaların tavanlarıyla
Gayet mükellef ve müzeyyen perdelerle muhât olan pence duvarları serâpâ [baştan başa] nukûş-ı zerrin ile müzeyyen [altın
renin son sol tarafında mahun [maun] ağacından mamul küçük nakışlarla süslü] ve derûnunda bulunan âlî kubbeli karyolalar
ve zarif bir karyola ile yanı başında küçük bir dolap ve sağ cihe ise en benâm [namlı, ünlü] hükümdarların saraylarına bile gıpta
tinde müzeyyen bir konsol ve onun üstünde cesîm bir ayna, âver [imrenme verecek] mamûlat-i nefîseden idi.
karyolanın ayak ucunda tezyin masası [süslenme masası, tuvalet], Şimdi otelin zemin katına inelim:
karşısında bir elbise dolabı mevcud idi. Yere güzelce bir kaliçe Zemin katında mükellef bir kabul salonu mevcut idi ki
[küçük halı] ferşedilmiş [döşenmiş] ve duvarlara yaldızlı Fransız gerek burada ve gerek dış avluya nâzır olan terasada misafirler
kâğıdı kaplanmıştı. kendilerini ziyarete gelen muhibbânını [dostlarını] kabul ederler
Pencerenin önündeki koltuğa oturup biraz istirahat ettim.. ve akşamları avluda terennümsâz olan mûsikîyi dinlerler. Serâ
O esnada otel memurları sandıklarımı odama getirdiler. Sandık pâ altun yaldızlara müstağrak [batmış] olan bu cesîm salonun
ları açıp eşyalarımı elbiselerimi dolaplara yerleştirdim. Yüzümü mefrûşâtı ise bittabi pek ziyâde nefis ve kıymettar idi. Terasada
gözümü mükemmelen tathir ettikten [temizledikten] sonra elbi kabul salonunun pencereleri hizasında mevzu bulunan [konul
se ve gömlek değiştirip dışarı çıktım ki odamın kapısını kapa muş olan] sandalyelerden birine oturup etrafı ve etrafımda bulu
yınca kapı kendiliğinden kilitlenmiş idi. Böyle kapandığı vakit nan halkı temâşâya başladım. Ne garip bir temâşâ.. Mesela ta
kendi kendine kilitlenmekte olan şu kapıların diğer bir hüneri yanı başımda bir İngiliz, üst tarafımda bir Amerikalı, ötede bir
de esnâ-yı leylde [gece vakti] açılır açılmaz oda derûnundaki Alman, beri tarafta bir Rus, bir Flemenkli [Hollandalı], bir Avust
elektrik fânuslarının dahi birdenbire yanarak odayı nûrânî bir ralyalı, hâsılı her millete mensup birçok seyyâhînden mürekkep
ziya ile tenvir eylemesi [aydınlatması] hususudur. Mesela gece bir cemiyet ki insan gûyâ burada zîhayat [canlı] bir etnoğrafya
vakti odanıza dâhil olduğunuz vakit kibrit ve mum aramak kül sergisi müşahede ediyor. Türk olarak Grand Hôtel’de benden
fetinden büsbütün vâreste kalırsınız [kurtulursunuz]. Zira kapı başka Mirliva [Tuğgeneral] Enver Paşa’nın dahi bulunmakta
yı açar açmaz odanız nurlara garkoluyor. Zaten odanızı tenvir olduğunu haber almış isem de kendileriyle mülâkat nasılsa
için sâir vakitlerde dahi kibrit ve mum gibi şeylere ihtiyacınız müyesser olmadı [mümkün olmadı].
yoktur. Yatağınızın yanı başında bir elektrik düğmesi vardır ki
istediğimiz vakit bu vasıta ile odanızı tenvir edebilirsiniz. Ve ***
yine aynı vasıta ile bütün ziyâları bağteten [birdenbire] söndüre
rek zulmet-i leyl içinde [gece karanlığında] müstağrak-ı hâb olur Otelin şâyân-ı tarif ve sitâyiş [anlatmaya ve övmeye değer]
sunuz [uykuya dalarsınız]. olan aksamından biri de hamam dairesidir. Daire otelin bod
Otelin zemin katına inmek için asansöre pek de ihtiyaç rum katında olup sâir Avrupa hamamları gibi tûlânî bir kori
olmadığından tabakat-ı muhtelifeyi [muhtelif katları] seyrede dorun sandalyeleriyle âlât ve edevât-ı meşâtet ve tezeyyünün
rek [yürüyerek] cesîm ve mükellef bir nerdübandan [merdiven [süslenip püslenme malzemesinin] kâffesini câmî olmak üzere
84 85
birer masa ve cesîm endam aynaları vazolunmuştur. İstihmam
olunan [yıkanılan] mahal ise bizim bildiğimiz mâhut [malum]
banyolardır ki bunlara duvara merbut [bağlı] çifte musluklar
dan su akıtılır. Hamamlarımızda olduğu gibi bu muslukların
biri sıcak ve diğeri soğuk suya muhassestir [tahsis edilmiştir,
ayrılmıştır]. Bu tarz hamamlar mebnî-i aleyhi oldukları lâzıme-i
tathîre [amaç olarak kuruldukları temizlik gereğine] pek de müsait
değilse de hıfzu’s-sıhhaya [sağlığı korumaya] her halde muvafık
2.
tır. Hususiyle ba’de’l-istihmâm [yıkandıktan sonra] delke [masa
ja] mahsus müstahsen [seçilmiş güzel]1 havlularla kurulanmak Champs-Élysées ve Sefârethâne-i
ve banyonun yanı başındaki tûlânî koltukta uzanarak bir müd Osmânî’ye Azîmet
det istirahat etmek kadar medîd ve müz’iç [uzun ve sıkıntı veren]
bir seyahatin mûcib olduğu rahatsızlığı izâle edecek [giderecek]
çare olamaz. İşte Paris’in Grand Hôtel’ine istemeyerek dâhil
olmuş iken bilâhare müşâhede ettiğim her türlü esbâb-ı istira
hatin mükemmeliyetine binâen yevm-i infikâkime [ayrılış günü Champs-Élysées, Paris’in meşhur bir caddesidir ki Concor
me] kadar Paris’te bu darü’l-istirâhayı [dinlenme, istirahat yerini] de Meydanı’ndan bed’ ile [başlayarak] Tâk-ı Zafer’e [L’Arc de Tri
terkeylemedim. omphe] kadar imtidâd eyler [uzanır]. Tâk-ı Zafer’den aşağı hisso
lunmaz derecede bir meyil hâsıl eden caddenin arzan [genişlik
olarak] pek ziyâde vüs’ati [genişliği] vardır. Tarafeyni [iki tarafı]
sâyedâr [gölge veren] ağaçlarla lâtîf bir meşcere [koru] haline geti
rilmiş ve her iki tarafta da tahminen on beş metre arzında [geniş
liğinde] yaya kaldırımları yapılmıştır. Bu yaya kaldırımının
münasip mahâllerinde istirâhat-i avâma [halkın dinlenmesine]
mahsus demirden kanapeler mevcuttur. Caddenin yemin ve
yesârında [sağ ve solunda] bulunan mebânî-i cesîme ve muhteşe
meyi [büyük ve muhteşem binaları] nazarlardan setr ve ihfâ eden
[örten ve gizleyen] lâtîf ve sınâî [yapma] ormanın vasat mahâlle
rinde birer bahçe vücuda getirilip bu bahçelerin ortasında dahi
çalgılı kahveler ve lokantalar inşâ edilmiştir ki Ambassadeur
ve Alcazar bunların en meşhurlarıdır. Her gün öğleden sonra
Boulogne Ormanı’na giden veya oradan avdet eden mükellef
arabalar Champs-Élysées’yi baştan başa doldurur. Pazar gün
leri ise kalabalık pek ziyâde vefret ve kesret [çokluk, yoğunluk]
peyda eder. Yol paket kaldırım taşları şeklinde meşe parçalarıy
la tefriş olunduğundan arabalar gelip geçtikçe kulak tırmalayan
1 Eski abc ile yazılı olan metinde kimi sözcükler zorluk çekilerek okunabilmekte
dir. Bu sözcük de bunlardan biridir.
bir gürültü işitilmez. Zaten Paris’te ekseri arabaların tekerlek
86 87
leri lastikli olduğu gibi sokaklar dahi tahta kaldırımla mefruş olan bu caddenin letâfet ve mükemmeliyetine her defaki cevelâ
bulunduğundan en işlek caddelerde bile araba gürültüsü hisso nımda hayran kalmış idim.
lunmaz gibidir.
Champs-Élysées vaktiyle arazî-i hâliyeden [boş araziden] ***
olduğu halde 1916 senesinde “Marie de Médicis” iki taraflı ağaç
gars ettirerek [diktirerek] burada “Jardin de la Reine” yani Krali Presbourge Sokağı’ndaki Sefârethâne-i Osmânî Paris’te
çenin Bahçesi nâmiyle bir hadîka-i dilârâ [içaçan bir bahçe] vücu mebânî-i âliyeden bir bina değildir. Fakat manzara-i hâriciyesi
de getirmiş ve On Dördüncü Louis’nin devr-i hükûmetinde bir pek ziyâde nazarfirîb olduğu gibi dâhilen taksimatı dahi güzel
miktar ağaç daha ilave olunarak ismi tedbil ve nihayet caddeye ve ziynet ve ihtişamı son derecede bâlâterdir [çok yüksek derece
şimdiki ismi verilmiştir. Pek ziyâde hâiz-i letâfet olan bu cadde dedir]. Sefârethânemizin kapısında Arma-i Osmânî bulunmak
ile Parisliler bihakkın müftehirdirler. icap ederken böyle bir alâmetin fıkdânından [yokluğundan] dola
Champs-Élysées’nin nokta-i müntehâsındaki “Arc de Tri yı hayret ve teessüfle demir parmaklıklı kapıdan içeri girdim
omphe de l’Étoile” denilen büyük Tâk-ı Zafer şâyân-ı temâşâ ve hal ve şânından kapıcı olduğu anlaşılan çifte sakallı bir Mös
olan mebânî-i nefîse ve muhteşemedendir. Napoléon ordusu yöye Elçi Bey’i görmek arzu eylediğimi söyledim. Muhâtabım
nun muzafferiyetine nişâne olmak üzere ilk taşı 1806 senesi Sefîr Hazretleri’nin biraz evvel araba ile dışarı çıktıklarını söy
Ağustosunun on beşinci günü vazolunmuş idi. 49 metre irti ledi. Fakat biz kâtiplerden Azmi Bey’i dahi göreceğimizi söyle
fâı ve 44 metre genişliği vardır. Üzerinde iki yüzü mütecaviz diğimizden irâe ettiği [gösterdiği] merdivenden çıkarak ikinci
[aşkın] muharebe ve dört yüz kadar cenerallerin [generallerin] kattaki kapıyı vurduk ve bizi istikbâl eden [karşılayan] nazik
esâmisi mahkûktur [kazılıdır]. genç sarışın bir hizmetkâra Azmi Bey’e verilmek üzere kartı
mızı irâe ve teslim ettik. Adamcağız bizi bir salona îsâl eyledi.
*** Yarım saat kadar intizardan sonra Azmi Bey dahi bulunduğu
muz salona bi’l-vürûd bize mülâki oldu [gelerek bizimle buluştu].
Paris’e muvâsalat ettiğim gün Sefârethâne-i Osmânî’ye Biraz sonra Sefîr Beyefendi Hazretleri de Sefârethâne’ye avdet
azîmetim icap eylemişti. Hava güzel ve vaktim müsait bulun buyurduklarından Azmi Bey’in delâleti ile huzurlarına kabul
duğundan ahvâli [halleri] bâlâda tarif olunan otelden çıkarak buyuruldum. Münir Bey zaten evvelce şeref-i muârefesine nail
mâşiyen [yürüyerek] Concorde Meydanı’na kadar geldim. Vakit olduğum [tanışma şerefini kazandığım] zevattan olup kendileri
henüz pek erkendi. Cadde bi’n-nisbe [nisbeten] tenha olup câbe ne mahsus olan mihmannevâzâne [konuksever] iltifatları o gün
câ [yer yer] belediye memurları, tanzifat [temizlik] arabacıları kal bu abd-i âciz [“âciz kul”: alçakgönüllülükle kullanılan bir deyimdir]
dırımları baştan başa silip süpürüyorlar, tathir ve tanzîfe [temiz hakkında dahi diriğ buyurmadılar [esirgemediler].
lemeye] çalışıyorlardı. Müsâdif olduğum zabıta memurların
dan birine yaklaşıp Presbourge Sokağı’nı sual ettim. Heriften
aldığım izahat üzerine Tâk-ı Zafer’e [L’Arc de Triomphe] doğru
yürümeye başladım. Sefârethânemizin kâin olduğu [bulunduğu]
Presbourge Sokağı Champs-Élysées’nin nokta-i müntehâsı olan
Tâk-ı Zafer’e karîb [yakın] imiş. İşte gerek o gün gerek sonraları
hep Sefârethâne’ye gidip geldikçe Champs-Élysées’yi kâh araba
ile kâh mâşiyen baştan başa devretmiş ve Paris kadar meşhur
88 89
Yemîn ve yesârdaki cesîm hâneler ve muhteşem ebniyeler
le zengin mağazalar ve bu mağazaların camekânlarında teşhir
olunan eşya ve mâmûlât-ı nefîse insanı saatlerce mevkûf-ı temâ
şâ eyler [seyre zorlar, yani oyalar]. Akşamları kahvelerin önüne
müteaddid sandalyeler vazolunur ki burada oturanlar bir nehr-
i serîülcereyânı [hızla akan bir nehri] andıran milyonlarca halkın
mürûr u ubûrunu [geliş geçişlerini] seyir ile pek hoş bir vakit
3. geçirirler. Bu halk meyânında her milletten her sınıftan adam
lar müşâhede olunur. Her akşam araba yolları bizim Kâğıthâ
Bulvarlar ve Vesâit-i Nakliye ne [Kâhtane: ünlü gezinti yeri] avdetini andırır. Binaenaleyh bir
taraftan diğer tarafa geçmek kadar suûbetli [zor] bir şey olamaz.
Mürûr u ubûrun intizâmına halel gelmemek ve bir kaza vuku
una mahal kalmamak üzere polis memurları bu cereyân-ı umû
mîyi daima nazar-ı tefrişte bulundururlar. Bazen diğer yola
Paris’te üç nevi sokak vardır: Bulvar, avenü, rü [boulevard, geçmek isteyen bir ihtiyâre [yaşlı] kadının rahatça geçebilmesi
avenue, rue]. Bulvarlar umûmiyetle bir istikamette ve lâakal [en için o kadın velev pespâyegândan olsun [aşağı tabakadan olsa da]
az] otuz metre arzında [genişliğinde] bulunan ma’rûf caddeler yine bir prensin arabasını tevkıf etmek [durdurmak] derecesinde
dir ki intizâm, nezâfet, zîynet ve letâfet cihetiyle dünyanın her nisvâna [kadınlara] ihtiram gösterilir ve memurların iktidar ve
tarafında meşhurdur. Bu caddelerin tarafeyni [iki yanı] ikiden gayreti sâyesinde ezhercihet [her bakımdan] intizam muhafaza
sekiz sıraya kadar ağaçlarla müzeyyendir. Ve bu eşcâr-ı sâye olunur. Arabacıların mehareti de şâyân-ı sitâyiş [övgüye değer]
dârın [gölgeli ağaçların] orta mahâllerinde birer hadîka-i nazar bir derecededir. Zaten Paris’te arabacılık bi’l-imtihan [sınavla]
rübâ [gözalıcı bahçe] vücûda getirilip müteaddid havuzlar ve iktidar ve mehareti tebeyyün eden [anlaşılan] adamlara mahsus
gûnâgûn ezhâr ile tezyin edilmiş [cins cins çiçeklerle süslenmiş] tur. Öyle rast gelen arabacılık edemez.
ve münasip yerlere istirahat-i avâma mahsus demir kanapeler Yollardaki ricâl ve nisvâna [erkek ve kadınlara] mahsus def-i
vazolunmuştur. Atlarla arabaların geçtiği tarîk [yol] tahtadan ve hâcet mahâlleri [tuvaletler] hâricen âdetâ zarif bir köşktür. Kapı
yaya kaldırımlarıyla meydanlar çimentodan imal edildiğinden sının önünde duran kadına on santim [“centime”: Bir frankın
bu tahta kaldırımlar üstünde açık arabalarla gitmek ve mükem yüzde biri, burada on santim bir frankın onda biridir] îtâ olunarak
mel trotuvarlarda mâşiyen dolaşmak kadar güzel ve zevkli bir [ödenerek, verilerek] derûnuna girilir ve dâhilindeki hücre-i tezey
şey olamaz. yünde [süslenmeye mahsus kabinde] mükemmelen süslenmek bile
Yaya kaldırımlarının bazı mahâllerinde müdevver ve mümkündür.
müseddes [yuvarlak ve altıgen şeklinde] kulübeler vardır ki Paris’in en meşhur bulvarları Boulevard des Italiens, Boule
bunların kısm-i hâricisine al, yeşil, mor, pembe, hasılı her vard Capucine, Boulevard Haussmann, Boulevard de Montmar
renkten her türlü îlânât yapıştırılır. Müdevver olanların derû tre, Boulevard de Sébastopol ismindeki bulvarlardır ki bunların
nuna sokak süpürgeleri vazolunduğu gibi müseddes olanlar umûmuna Grands Boulevards ıtlâk ederler [derler].
da birer nâzif [temiz] bevilhanelerdir [idrar yapılan yerler, tuva Boulevard de la Madeleine — Madeleine Kilisesi’nden
letlerdir] ki üstünden daima su cereyan ettiğinden koku asla Komajen [?] Sokağı’na kadar mümted olan [uzanan] cesîm bul
hissedilmez. vardır. Bulvarın sol cihetindeki mağazalar ziynet ve muhtevi’
90 91
olduğu nefâset-i eşyâ cihetiyle pek meşhurdur. Fransa’nın meş ziynet ve gerek letâfetçe bulvarlardan asla farkı yoktur. Bâhu
hur “Crédit Foncier” [?] bankası bu bulvarda kâindir. sus Opéra Caddesi Paris’in en sevimli bir caddesidir ki Fransız
Boulevard Capucine — Komajen [?] Sokağı’ndan Chaussée Tiyatrosu’ndan Büyük Opera’ya kadar bir istikamette devam
d’Antin’e kadar mümted olur [uzanır] ki Boulevard de la Made eder. Gündüzleri o kadar parlak olan Paris bulvarları geceleyin
leine ile Boulevard Capucine cesîm bir bulvar teşkil eder. Meş hüznâlûd [hüzün verici] manzaralar irâe eder [gösterir]. Paris’te
hur Grand Hôtel ile Cooks İdaresi Yataklı Vagon [Wagons-Lits] sevk-i kader veya sâika-i atâletledir [tembellik sebebiyledir] ki sefa
Şirketi, Times gazetesi muhabirliği hep bu bulvardadır. Opéra lete düşmüş nice bîçâreler vardır ki bunların ellerinde beş para
Meydanı’ndan sonraki aksâmında Vaudville Tiyatrosu ile Café bile olmadığı halde yine şöyle böyle yaşarlar. Mesela sigara top
Américain kâindir. lamak, araba kapısı açmak, gazete satmak, hamallık etmek gibi
Boulevard des Italiens — Chaussée d’Antin’den des Rue ufak tefek işlerle kifâf-ı nefs için [ölmeyecek kadar bir nafaka ile kıt
Neuves Sokağı’na kadar mümted olan [uzanan] meşhur bul kanaat yaşam için] birkaç santime destres olurlar [ele geçirirler,
vardır. Bu bulvar Paris’in en eski ve en meşhur bir bulvarıdır. kazanırlar]. Gündüzleri servet ve ihtişam içinde parlayan Paris
Evvelleri bu caddenin ismi Boulevard de Gande imiş. Fakat sokaklarında bu sefiller pek de o kadar nazara isabet etmez ise
burada bir İtalyan opera tiyatrosu teessüs eylediğinden cadde de geceleri sokaklarda sefâlet-i hallerini gören insanlarda nefret
dahi “Boulevard des Italiens” nâmını almıştır. Crédit Lyonnais le memzûc [karışık] bir hiss-i merhamet uyanır. Bu sınıfın nisvâ
Bankası’yle meşhur Café Anglais ve Favard Sokağı köşesinde nı ise yolda giderken bir adama rast gelince hemen yanına soku
Opéra-Comique Tiyatrosu ve Nouveauté Tiyatrosu ve Paris’in lurlar, “Aman Efendi, iki günden beri açım. Bu akşamlık olsun
meşhur Maison Dorée’si ve daha sâir birçok meşhur tiyatrolar karnımı doyur..” diye yalvarırlar, sizi takip ederler, o gece sizi
la eğlence mahâlleri ve meşhur kahveler hep Boulevard des Ita eğlendireceklerinden bahsederler. Şehvetinizi tahrik için perde
liens’dedir. bîrûnâne [açık saçık] her türlü beyânatta ve tecâvüzatta bulunur
Boulevard de Montmartre — Bu bulvar des Rues Neuves lar. İşte aç kalan bu zavallılarla Maison Dorée’nin yaldızlı salon
ve Richelieu Sokağı’ndan başlar. larında beş liraya bir şişe şarap açtıran aşüftegân [aşifte kadınlar,
Boulevard Haussmann — Üçüncü Napoléon’un devr- ahlaksız kadınlar] arasında mâhiyeten [içyüzü bakımından] hiçbir
i hükûmetinde Paris sokaklarını tanzim eden meşhur Baron fark yoktur. Yalnız onlar servet ve ihtişam içinde yüzerler bu
Haussmann’ın ismini taşıyan bu cadde dahi Paris’in ma’rûf zavallılar bir dilim ekmek için ağuş [göğüs] ve hâllerini [bu söz
[bilinen] bulvarlarından olup modaya müteallik [modayla ilgili] cüğün vücut üzerindeki “ben” anlamına kullanıldığı sanılmaktadır]
mağazaları muhtevîdir. Bu meyânda meşhur “Grand Magasin sokaklarda bile açarlar.
de Printemps” mevcuddur. Paris’te bulunduğum ilk gece bazı bulvarları dolaştıktan
Evsafı yazılan grands boulevards’lardan mâdâ [başka] Quar sonra “Gare de Saint-Lazare” cihetinde bir kahvenin hâricinde
tier Latin [anlamı: Latin Mahallesi] tarafındaki Boulevard Saint- ki sandalyelerden birine oturup mârrîn ve âbirîni [gelip geçen
Michel ile Boulevard Saint-Germain dahi en meşhur bulvarlar leri] seyreyliyor idim. Vakit geceyarısına takarrüb etmiş oldu
dan ma’dûd [sayılır] ve Boulevard Saint-Germain kibar ve zen ğundan Paris sokakları tenhalaşmış idi. O sırada ecnebi olduğu
gin ailelerin ikâmetgâhlarını muhtevidir. mu hisseden bu zavallı kadınlardan biri yanıma sokularak bir
Bulvarlardan sonra ikinci derecedeki caddelere “Avenue” kadeh bira içirmekliğimi teklif eyledi. Şu değersiz talebi is’afta
derler ki bunların en meşhurları Avenue de l’Opéra, Avenue [yerine getirmekte] bir mahzur görmedim. Fakat cevab-ı muvafa
des Champs-Élysées, Avenue de Bois de Boulogne, Avenue de kat kadının cür’etini artırdı. Hemen yanıma oturup o gece hane
Grande Armée ismindeki caddelerdir. Avenue’lerin dahi gerek sine gitmekliğim için o kadar ibrâm [çok üsteleme] ve ısrâr gös
92 93
terdi ki başımdan defedinceye kadar dûçâr olduğum müşkilâtı Bir gece nısfu’l-leylden sonra Boulevard Saint-Michel’den
tarif edemem. Zavallı kadıncağız teklifini kabul ettirmek için ikâmetgâhım olan Grand Hôtel’e gelmek için bir kira arabası
gayr-ı mer’î bulunan [görünmeyen] aksam-ı vücûdiyesinin letâ bulmak hususunda pek büyük bir müşkilâta uğradım ki hâlâ
fetinden bahs derecelerinde tenezzül gösterdi [kendini aşağıladı]. unutamam. Nısfu’l-leylden sonra Paris bulvarları hakîkaten
Zehî medeniyet!.. [Hey gidi medeniyet!] mahûf [korkunç] ve dehşetengizdir [dehşet verici, ürkütücüdür].
O cesîm bulvarlarda insan saatlerce yürümüş olduğu halde
*** bile tek bir insana müsâdif olmaz. Polis memurları bile nısfu’l-
leylden sonra o kadar kesîr değildir. Paris’te işleyen bütün kira
Paris’te vesâit-i nakliye pek kesîr [çok] ve mütenevvi’dir arabaları yalnız iki kumpanyanın malı imiş. Paris’te öyle her
[çeşitlidir]. Vesâit-i nakliyeden evvelâ tramvaylarla omnibüsler seyisin kendi malı olarak işlettiği arabalar yoktur. Bundan baş
gelir ki bunların fiyatı pek ucuzdur. Nezâfet ve letâfeti ise fev ka “remise” [römiz] tabir olunur hususi kira arabaları vardır ki
kalâdedir. Arabalar altlı üstlü olup alt tarafı birinci mevki addo bunlar suret-i mahsûsada olarak ya bütün veya nısıf gün için
lunur. Cümlesinin üzerinde işlediği hattın hareket ve muvâsa istîcâr olunurlar [kiralanırlar]. Sâlisen [üçüncü olarak] Seine Neh
latını ve uğrayacağı mahâllerin isimlerini gösterir bir levha ri’ne mahsus küçük vapurlar vardır ki bunlara omnibüs vapu
vardır. Tramvaylarda bilet almak beliyyesi [belâsı, zorluğu] ru tesmiye olunuyor [ismi veriliyor]. Nehrin yemîn ve yesârında
olmayıp ücret-i nakliye kondüktör tarafından tahsil edilir. Kont [sağ ve solunda] bulunan mahâllâta gitmek için bu vapurlar pek
rol muamelesi dahi yolcunun hîn-i duhûlünde [binişi anında] elverişlidir. Teâtî-i muhâberâta [karşılıklı haberleşmeye] mahsus
kenarda vâki bir düğmenin tahrîkiyle üstünde cam arkasındaki vesâit-i nakliye dahi şâyân-ı takdir ve sitâyiştir [takdir ve övgü
nümerolarla icra olunur. Omnibüsler çifte atlıdır. Yolların düz ye değerdir]. Meselâ telefonla muhabere etmek kadar sühûletli
ve tahta mefruş [döşeli] olması iki hayvan tarafından omnibüsle [kolay] bir şey olamaz. Paris’te ve hatta bütün Avrupa’da bu
rin sühûnetle işlemesine müsâittir. telefon o kadar taâmmüm etmiştir [genelleşmiştir] ki hemen
Sâniyen [ikinci olarak] kira arabaları vardır. Bunların ade her nevi muâmelât telefonla icrâ olunmaktadır. Bizim mem
di on beş bini mütecâvizmiş. Yazın umûmiyetle açık ve kışın leketimizde uşakların gördüğü hizmeti Paris’te telefon ifa edi
kapalı arabalar işler. Cümlesi de tek atlıdır. Derûnuna iki yor. Meselâ telefonla tabip çağırılıyor. Telefonla bir şey mübâ
veya dört kişi oturabilir. Ücretleri maktu’ [saptanmış] oldu yaa olunabiliyor [satın alınabiliyor]. Telefonla bir mahâlle [yere]
ğundan ne bir arabacı müşteriden fazla olarak bir santim haber gönderiliyor. Telefonla bir madde istîzâh olunabiliyor
talep edebilir ve ne de bir müşteri arabacının hakkını noksan [bir konu sorulabiliyor]. Hatta bizzat bile gitmeye hâcet kalmaksı
vermek teşebbüsünde bulunabilir. Bunların ücretleri o kadar zın Grand Opéra’nın nagamât-ı mûsikîsi [musikî nağmeleri] tele
ucuz değildir. Mesela bir “kurs” yani şehir dâhilinde bir mev fonla istimâ ediliyor [dinleniyor].
kiden diğer bir mevkie kadar velev [isterse] iki dakikalık bir Telefondan sonra tazyîk-ı havâ ile irsâl-i mekâtip [mektup
mesafe olsun bir buçuk frank ücret îtâ olunur [verilir, ödenir]. gönderme] usulü vardır. Paris’in her mahâllesine beş on daki
Arabacıya bu ücretten başka bir de bahşiş vermek şarttır. Bu ka zarfında mazruf ve gayr-ı mazruf [zarflı ve zarfsız] her tür
arabaların nezâfet ve letâfeti bizim kira arabalarının nezâfetin lü muharrerât ve evrak irsâli mümkündür. Postahâne şehir
den şikâyet edenleri memnun edemez. Kira arabaları her cad dâhilinde eşya naklini bile deruhde ettiğinden [yükümlendiğin
de ve sokakta nısfu’l-leyle kadar bulunur ise de andan sonra den] üç kilo sıkletindeki her türlü eşyayı cüzî bir ücretle istediği
kira arabası bulmak koca Paris içinde âdetâ müstahil gibidir niz mahâlle gönderebiliyorsunuz.
[imkânsız gibidir].
94 95
Savaşı] dolayı bir aralık sekte-i tâtile uğradığı [yapımı durduğu]
halde sulhun takarrüründen [barışın kararlaştırılmasından] sonra
1872’de tekrar mimar Garnier marifetiyle ikmâline başlanarak
iki sene sonra hitâma ermiştir.
Tiyatronun meydana nâzır olan cephesinde eski Yunan
usûl-i mîmârîsinde tevfikan [uyularak] yerleştirilmiş olan sütun
lar üzerine tesis edilen şırvanın kenarı meşâhir-i mûsikîşinâsân
4. ile şuârânın [ünlü müzisyen ve şairlerin] büst yani nısf [yarım]
heykelleri ile tezyîn olunarak sakafın [çatının] köşeleriyle kub
Tiyatrolar benin bâlâsına [üstüne, üst kısmına] şiir, raks [dans], mûsikî, fâci
ayı [trajediyi] îmâ eder ilâhelerden [tanrıçalardan; Eski Yunan
“Musa”ları, yani esin perileri kastediliyor] ibaret birtakım heyâkil
[heykeller] vazolunmuştur. Binânın sâde bu cephesine 6 milyon
frank sarfedilmiştir.
Paris’te tiyatrolar pek çoktur. Hemen elli altmış kadar tiyat Kapıdan girilince nazara isâbet eden ilk şey meşhur ner
ro ve oyun mahâlli vardır. Bunların en birincisi tabiî Büyük dümân-ı mütekavvistir [kavisli merdivendir] ki kademeleri [basa
Opera’dır ki Mûsikî Encümen-i Dâniş-i Millîsi [Milli Müzik Aka makları] beyaz mermerden ve trabzanları kırmızı somâkiden
demisi] dahi tesmiye olunur. masnû’ [yapılmış] olup bunun bir misli de Mısırlı Mehmet Ali
İmperator Üçüncü Napoléon’un emriyle 1860’ta açılan bir Paşa1 merhumun Cennetmekân2 Sultan Abdülmecid Han Haz
müsâbaka imtihanına [yarışma sınavına] 160’tan ziyâde resim retleri’ne takdîme-i ubûdiyet [bağlılık armağanı] olarak inşâ ettir
ve plan arz olunmuş iken bunlardan ancak beş mimarın eseri miş olduğu Beykoz Kasr-ı Hümâyûnu’nda [Pâdişah köşkünde]
kabul edilmiş ve muahharen [sonradan] bu beş mimar arasında mevcud imiş. İşte yalnız bu merdiven üç milyon frank sarfiyle
icrâ olunan ikinci bir imtihanda dahi birinciliği “Charles Garni vücûda gelmiştir.
er”1 isminde bir mimar kazanmış idi. Sahnenin irtifâı 60 metreye karîb [yakın] bizim Beyazıt Yan
İşte bugün bütün Paris’in medâr-ı iftihârı olan Opera Tiyat gın Kulesi irtifâına karîbdir. Arzan [enine] vüs’ati [genişliği]
rosu bu zâtın tertip ve tanzim eylediği plan ve resim mûcibince dahi 55 metre olup “coulisse” [kulis] denilen oyunculara mah
inşâ edilmiştir. sus mahal 54 metre tûlünde [uzunluğunda] ve 13 metre arzında
Opera Tiyatrosu “Avenue de l’Opéra” denilen Opéra Cad [genişliğinde] ve 18 metre irtifâındadır [yüksekliğindedir]. Sahne
desi’nin nokta-i intihâsında [sonunda] olup cephesi meşhur raks şubesiyle taht-ı râbıtada [ilişki altında] olduğu gibi bu şube
Opéra Meydanı’na nâzırdır. Yânî Paris’in en dilârâ [içaçan] bir nin arkasında dahi serâpâ [baştan başa] aynalar bulunduğundan
mevkiinde ve Grand Boulevard denilen ma’rûf caddelerin âde bu aynalar rakkâselerin [raks eden, dans eden kadınların] adedi
tâ göbeğindedir. ni enzâra karşı [bir görüş oyunuyla, denilmek isteniyor] çoğaltır.
Opera’nın mebnî bulunduğu [bina edildiği, inşâ edildiği] arsa
11237 metre murabbâında [metrekare] olup 10 milyon frank yani 1 Kavalalı Mehmet Ali Paşa (1769-1848), Mısır Krallık soyunu kuran, çeşitli oyun
larla 1805 tarihinde paşalık ve Mısır Valiliği’ni kazanan, sonraları Osmanlı İmpe
525 bin Fransız altununa mübâyaa olunmuş idi. İnşâata 1861 ratorluğuna karşı gelen, 1841’de Padişah fermanı ile Mısır’da hüküm sürmüş
tarihinde başlanmış ve 70-71 muharebesinden [Fransa-Almanya Osmanlı paşasıdır .
2 “Yeri cennet olsun” anlamında, büyük kişiler ve özellikle padişahlar için kullanı
1 Charles Garnier, Fransız mimarı (Paris 1825-1898). En ünlü eseri Paris Operası. lan bir deyimdir.
96 97
Temâşâgirâna [seyircilere] mahsus salonun tavanları meşâhîr-i Comédie Française’den sonra Odéon tiyatrosu gelir ki Odé
ressâmândan [ünlü ressamlardan] “Bouderie”nin kalem-i mehâ on, ikinci Théâtre Français addolunur. Burası da Comédie Fran
retiyle tezyin edilmiştir. Tiyatronun ilk perdesi 150.000 frank, çaise gibi bir mekteb-i edeb ve irfandır. Tiyatro Odéon Meyda
diğer perdelerin kimi 10.000 ve kimi kırkar ellişer bin frank sar nı’nda yani Paris’in Quartier Latin denilen mahâll-i tullâbında
fıyla vücûda gelmiştir. Sahnenin altı birçok makinelerle mâlâ [öğrenci semtinde] kâin olduğu [bulunduğu] için erbâb-ı tahsilden
mâldır [dopdoludur] ki bu makineler oyunların icabına göre olan şebânın [gececilerin] en ziyâde müdâvim bulunduğu bir
sahne-i temâşâda vukûa getirilecek tebeddülâtı icrâ için istîmâl temâşâgâhtır [temâşâ, seyir yeridir]. Klasik oyunlar oynanır. Bina
olunurlar. Hakikaten tiyatronun dâhili cennet-i dünyevî ıtlâkı epîce cesîm olup manzara-i hâriciyesi lâtîf ve dâhili 1400 seyir
na şâyân olup [dünya cenneti denilmeye layık olup] müteaddid âvî ci istiâbına kâfidir. Ortadaki büyük kapıdan içeri girilince Moli
zeler, elektrik ziyaları her tarafa nurlar, pertevler [ışıklar] saçar. ère’in suret-i vefâtını [ölüm şeklini] irâe eden [gösteren] mehîb
Her taraf resimler, heykeller ve âsâr-ı bediâ [güzel sanat eserleri] [heybetli, büyük] bir heykel görülür. Sağ ve soldaki çifte nerdü
ile müzeyyendir. Şiir, oyun, dilârâ kadınlar, bu letâfet-i nazarî banlardan [merdivenlerden] çıkıldıktan sonra istirahat salonuna
yeye [gözle görülen güzelliklere] inzimâm eden [katılan] mûsikî, tesâdüf olunur. Bu salon Voltaire’in, Dumas’nın vesâir erbâb-ı
insanı sermest-i huzûzât eyler [insanın başını döndürür]. İnsan kalemin heykelleriyle müzeyyendir.
hakikat içinde hayalden daha parlak bir hâlet-i canfezâya müs Bu tiyatrodan sonra en meşhur temâşâgâhlar [tiyatrolar]
tağrak olur [içaçıcı bir hâle gömülür]. şunlardır:
Opera’da cihânın en mükemmel âsâr-ı tarab ve âhengi [en Chaussée d’Antin’de Vaudville, Boulevard Saint-Martin’de
neşeli ve ahenkli eserleri] işitilir. En meşhur ve en büyük üstâdân- Porte Saint-Martin ve yine orada Ambigu, Sébastopol Bulva
ı mûsikînin âsârına cilvegâh olur [görüldüğü yer olur]. Câbeca rı’nda de Laquet, Chatelet Meydanı’nda Chatelet, Mont Passier
[yer yer] Aida’lar, Africain’ler, Löhengrin’ler, Les Prophètes’ler gibi Sokağı’nda Palais Royal, Boulevard des Italiens’de Nouveauté,
büyük ve meşhur oyunlar oynanır. Malta Sokağı’nda Chateau Roue ve yine Boulevard Saint-Mar
Opera’dan sonra Paris’in en mühim tiyatrosu “Comédie tin’de Renaissance tiyatrolarıdır. Bunların her birerleri bini müte
Française”dir ki burası “Molière’in Evi” lakabiyle ma’rûftur. câviz seyirci istiâb eder. Bâhusus [özellikle] Chateau Roue Tiyat
Fransız Tiyatrosu, Opéra Caddesi’nin diğer bir ucunda ve Ric rosu Opera kadar cesîm olup 2400 seyirci istiâb etmektedir.
helieu Sokağı’nda kâindir. Müdürünü hükûmet nasbeder [atar, Bu tiyatrolardan başka Paris’te daha pek çok tiyatrolar
tayin eder]. Mesârifâtı da kısmen hükûmet tesviye eyler. Nîm mevcut ise de en meşhurları bunlardır. Bunların birinde meselâ
[yarı] resmî gibidir. Fransa’nın en meşhur oyuncuları hep Comé bir akşam Dumas fils’in eşher-i âsârından [en ünlü eserlerinden]
die Française’de oynar. Coquelin cadet, Mounet-Sully gibi meşâ olan La Dame aux Camélias’yı Sarah Bernhardt sahne-i temâşâda
hîr Comédie Française’in benâm [namlı, ünlü] oyuncularından oynayarak temâşâgerânına gözyaşları döktürür iken öbüründe
dır. Oyuncuların dolgun maaşları vardır. Bundan mâdâ hakk-ı yine aynı eser Verdi’nin sâye-i mehâretinde opera şekline gire
tekaüd gibi mükâfâta dahi mazhar [sahip, nail] olurlar. Burada rek âlî bir mûsikî ile herkesi heyecana düşürür.
alelekser [sık sık] tehzîb-i ahlak [ahlak düzeltici, ahlakî] ve tenvîr-
i vicdan [vicdanları aydınlatıcı, doğru yolları gösterici] oyunlar ***
sahne-i temâşâya arz olunur. Racineler, Molièreler, Dumaslar,
Hugolar gibi eâzım-ı üdebânın [büyük ediplerin] eşher-i âsârına Tiyatrolardan başka lubiyat mahâllerinin [eğlence yerlerinin]
[en ünlü eserlerine] cilvegâh olur [eserleri sahneye koyulur]. Dâhi en meşhuru ve en eğlencelisi büyük sirklerdir ki buraya “hip
len 1467 seyirci istiâb edecek kadar vüs’ati vardır. podrome” tesmiye olunur [denir]. Hippodrome ana meydanda
98 99
kâin beyzîyü’ş-şekil [yumurta biçiminde, oval] bir binâ-i muh
teşemdir ki sahnesi hükmünde olan vasattaki meydan bizim
Beyazıt Meydanı kadar vâsi’dir [geniştir]. Meydanın etrafı kade
me kademe seyircilere mahsus kanapelerle ihâta olunmuş ve
binanın üstü camla setredilmiştir. Derûnu kâmilen elektrikle
münevverdir. Şâyân-ı temâşâ olan hippodrome Paris aşüftegâ
nının en ziyâde rağbet ettikleri eğlence mahâllerinden biridir.
Büyük sirkten mâdâ Paris’te daha birçok hipodromlar vardır. 5.
Paris’te Lokantalar
Paris’te bir adam yalnız olarak bir öğle veya akşam taâmı
için bir franktan yüz franka kadar masraf ihtiyar edebilir. Mese
lâ Maison Dorée, Café Anglais, Restaurant Mary, Brébant gibi
bazı meşhur lokantalar vardır ki bunların hususî odalarında bir
öğle veya akşam taâmı lâakal [en az] beş Fransız altununa mal
olur. Bu lokantaların tezyînâtı bittabi mükemmeldir. Duvarla
rıyla tavanları nukûş-ı zerrîn ile müzeyyendir [altın nakışlarla
süslüdür]. Sûret-i dâimede olarak müdâvimlerine [devam edenle
rine, yani, müşterilerine] gelince ya borsa oyunlarında bâd-i havâ
[bedava] para kazanan sarraflarla bankerler veya Londra’dan,
New York’tan Paris’e gelerek bir hafta içinde birkaç milyon
frank bırakan milyonerler veyahut birtakım genç ve tecrübesiz
mirasyedilerdir ve şüphesiz bunların refâkatinde mübâdele-
i servete her şeyden ziyâde hizmet eden nisvân-ı ma’rûfeden
[tanınmış, bilinen kadınlardan] biri bulunur veyahut öyle bir
kadın aradığı bir Lorda müsâdif olmak için yüz franklık bir
akşam taâmını göze alır da buraya başvurur.
Bu lokantalardan sonra ikinci derecede bazı lokantalar
gelir ki bunlar mükemmeliyet-i mefrûşât ü tezyînât ve nefâset
ü nezâfet-i matbûhatça [döşeme ve süslemelerinin mükemmelliği
ve yemeklerinin nefislik ve temizliği bakımından] ötekilerden aşağı
kalmaz. Bu lokantaların en meşhûru “Etablissements Duval”
nâmiyle yad olunanlardandır [anılanlardır]. Paris’in meşhûr-
100 101
ı âlem olan Duval lokantalarını ikinci İmparatorluk esnasında yenden sonra hiçbir lokantada taâm bulamazsınız. Paris’te iken
“Duval” ismindeki zeki bir kasap tesis etmiş idi. Lokantalar ekseri Boulevard Capucine’deki Duval şubesinde taâm eder
hâlâ kasap Duval’in ismini taşıyor. Établissements Duval mer dim. Sonraları Quartier Latin taraflarında arkadaşlardan Şefik
kezi olan iki cesîm otelden mâdâ her mahâllede ayrıca bir şube ve ressam Galip beyler beni bir lokantaya götürdüler ki Duval
si mevcuttur ki bu şubelerin adedi elyevm [bugün] yirmi beşi tarzında bir şey olup yemekleri daha nefis ve hâdimeler dahi
mütecâviz imiş. Her mahâlledeki Duval Lokantası kapısının pek ziyâde işvekâr ve lâtîf idi.
bâlâsında [üzerinde] zerrîn hurûf ile [altın harflerle] muharrer Fukarâ-i nâsa mahsus olan ucuz ve âdî lokantalara gelince
[yazılı] olan isminden anlaşılır. buralarda bir frankla üç dört türlü yemek yenebiliyor. Fakat
Duval lokantalarında mekûlat ve meşrûbâtın intihabiyle insan böyle bir yere gitmekten ise açlığa başka bir çare bularak
bedelinin tesviyesi şu suretle olur: Kapıdan girildiği vakit bir dayansa daha iyi etmiş olur. Zira getirilen etlerin eşek ve katır
memure [kadın görevli] elinize matbu [yazılı] bir kâğıt tutuşturur etleri olduğuna şüphe istemez. Paris’te yolda giderken ölen
ki üzerinde beş santimden bed’an [başlayarak] bir buçuk franka veya ahırlarda geberen ve sakat olan hayvanlar bu lokantalara
kadar olan âdât [sayılar, rakamlar] amûdî [dikey] sütunlar derû satılır, buralarda sermâye-i matbûhât olur [yemeklere sermaye
nunda sırasıyla muharrerdir. İntihap olunan bir masanın başına olur, yemek pişirmede kullanılır]. Bu mekûlâtın ne derecelerde sıh
geçer geçmez hâdimelerden [hizmet eden kadınlardan] biri vürûd hate muzır şeyler olduğu hükûmetçe dahi ma’lûm bulunduğun
eder [gelir] ki bu lokantalarda hizmet edenler umûmiyetle bir dan her sabah mekûlât pazarları taht-ı teftişte [denetimde, kon
takım dilber ve iştihâaver [istek yaratan] kadınlardır. Bunların trolde] bulundurulur. Meselâ kâbil-i ekl olamayacak [yenilemeye
cümlesi de siyah fistan iksâ ederler [giyerler] ve bileklerinden cek] kadar sıhhate muzır ve müteaffin [kokmuş, kokan] mekûlât
omuzlarına kadar hâricen dirseğinin üst tarafından bağlanmış görülür ise derhal üzerine gaz yağı dökülür. Fakat bunlar da
gayet süslü ve kolalı bir nevi beyaz kolluk ve başına da dante zâyi olmaz, bu sefer gübre olmak üzere bahçıvanlara satılır.
la ile müzeyyen beyaz takye ve gerdanından dizlerine kadar Bir sabah Paris’in oldukça izbe bir mahâllesinde bulunan
beyaz ketenden bir önlük takarlar. İşte bu kızlardan biri size o “Inace Nicole”de sâkin [oturan] bir muhibbi görmek üzere ikâ
günkü at’imenin [yemeklerin] envâ’ı ile esâmîsini nâtık [türleriy metgâhına gitmiş idim. Aradığım zâtı bulamadım. Fakat bir
le isimlerini belirten] bir defter takdim ederler ve intihab olunan saat sonra geleceğini söylediler. Yemek vakti olduğundan cıvar
taâmı getirdikten sonra evvelce memur tarafından verilen kâğı da bir lokantaya girerek hem karnımı doyurur ve hem de bu
da getirilen taâmın kıymeti kaç para ise matbû rakamın hizâsı suretle bir saat kadar vakit geçirmiş olurum dedim. Mahâllede
na mavi kurşun kalemle bir işaret vazeder [koyar]. Taâm hitam ki lokantalardan birine girdim. Evvelâ bir omlet ısmarladım.
bulduğu vakit hizmetinizde bulunan kızcağız için de bir bahşiş Herifin getirdiği omlet fena değildi. Bundan cür’et alarak bir de
vermek lâzimedendir [gereklidir]. Borcunuzun derecesini göste kotlet intihab eyledim. Fakat çiğneyene aşkolsun. Kotlet geldiği
ren bu kâğıdı alarak kapıda duran kesedâra [kasiyere] irâe eder gibi iâde olundu ki bu lokanta işte Paris’in en ucuz lokantaların
siniz ve bedelini dahi tesviye eylersiniz. Kesedâr mâhut [sözü dan biri idi.
edilen] kâğıdın üstüne “Tediye olunmuştur” ibâresini hâvî bir
tamga [damga] vurduktan sonra kapıda duran diğer memura
bu kâğıdı teslim ile dışarı çıkarsınız.
Duval lokantalarında taâm etmek için insan her halde vakt-
i muayyeninde [belirlenmiş vaktinde] gitmelidir. Zaten Paris’te
maîşet umûmî bir intizam tahtında olduğundan vakt-i muay
102 103
bir prenses kadar muntazamdır. Zaten içlerinde bilâhare bir
düşes ve bir prenses olmuş olanlar da nâdir değildir. Hele ika
metgâhları ve hususiyle “haclegâh-ı visâl” [buluşma yeri] ittihâz
olunan câmehâbları [yatak odaları] son derecede müzeyyen olup
bu uğurda ihtiyar eyledikleri [“katlandıkları” anlamında] masârif
akla hayret getirir. Dâhilen ve hâricen o kadar güzel telebbüs
ederler [giyinirler] ki yalnız hal ve kıyafetlerine bakılsa ihtiyar
6. elden gider [insan şaşırır kalır]. Sade bir gecelik gömleğine bin
frank ve bir don için beş yüz frank sarfetmek derecesindeki sefâ
Paris’in Kahveleri hetler [hesapsız harcamalar] bu kadınlara hâs gibidir. Bu yoldaki
masarifat ve israfat marrîne-i sefâhette pûyân olan [sefâhet yolla
rında koşan] eshâb-ı servet ü yesârdan birtakım süfehânın [sefih
kişilerin, önünü ardını düşünmeden para harcayanların] kesesinden
çıkar. Yoksa ayda lâakal [en az] dört beş yüz lira1 sarfeden bu
Paris’in kahveleri bizim bildiğimiz mâhut kahvehanelere nevi nisvân [kadınlar] irat ve akar [gelir sağlayan mal, mülk] nâmı
benzemez. Bunlar umûmiyetle ma’rûf ve meşhur eğlence mahâl na habbe-i vâhideye [en ufak bir şeye] malik değillerdir. Akşam
leridir. Her gece peykeleri birtakım âlüftegân ile mâlâmâldir ları güzel ekipajlarla [bu sözcük “araba” anlamında kullanılmıştır]
[fahişelerle doludur]. Bunlara kahve ıtlâkından ziyâde [denilmek Boulogne Ormanı’nda tenezzüh eden Paris’in meşâhîr-i alüf
ten öte] kâle-i bîbehâ-i ismetlerini [değeri ölçülemez namus varlıkla tegânı [meşhur namus yoksunu kadınları] gibi servet ve ihtişam
rını] beş franktan yüz franka kadar füruht eyleyen [satan] birta içinde arz-ı endam eyleyen fahişelere dünyanın hiçbir tarafında
kım esâfilin [sefil, aşağılık kişilerin] mahâll-i ticareti denilse daha tesadüf edilmez. Café Americain ve Maison Dorée gibi kahveha
muvafıktır. Paris zabıtasında 265.000 fâhişe esâmisi mukayyet nelerdeki garsonlar bu kadınların âdetâ simsarı [komisyoncusu]
imiş. İşte bu esâfil her gece bu kahvehanelere taksim olunarak mesâbesindedir. Böyle bir kadını nezdinize davet için garsonla
orada hasbe’l-talih [şansa, taliine göre] müsâdif olacağı bir sefi rın delaletine müracaat edebilirsiniz. Davet-i vâkıanıza icâbet
lin bir meblağ-ı âdî [küçük bir para] mukabilinde esir-i muvak eden [uyan] bir kadınla taâm ettikten sonra birlikte ikametgâhı
kati ve baziçe-i şehveti [şehvetinin oyuncağı] olurlar. Paris hayatı na gidersiniz ki doğrusu nâmus-şikenliğin [namus kırıcılığının,
denilen ahval bu kahvehanelerdeki rezâilden [rezilliklerden] iba yoksunluğunun] bu derecesi hemen Paris’e münhasır olup bu ise
rettir ki bu şehr-i merkez-i medeniyet addolunan şehr-i şehîri Fransa ahlak-ı umûmiyesine bir misal irâe eder [gösterir].
bir “fuhuşhâne-i beynelmilel” [uluslararası fuhuşevi] derekesine İkinci derecedeki kahvehanelere gelince bunların ekseri
tenzil ediyor [durumuna düşürüyor]. si Quartier Latin taraflarında olup en meşhurları Galicia, Café
Bu kahvehaneler birtakım derecâta münkasimdir [derecele Madride, Café de la Souroe, Souflet, Vachet, Darcourt, Précop
re bölünmüştür]. Mesela Lokantalar faslında tarif olunduğu üze pe ismindeki kahvehanelerdir. Nısfu’l-leylden biraz evvel bu
re eshâb-ı servet ü yesâra [zenginlere] mahsus olan ve hey’et-i kahvehanelerin manzarası görülmeye şâyândır. Sun’î çiçeklerle
mecmuasına “Grand Café” ıtlâk olunan [denilen] Café America müzeyyen sivri şapkalar ve rengârenk ipek fistanlarla mecmâ-
in, Brébant, Dorée gibi yerlere müdavim bulunan [devam eden, ı nisvân [kadınların toplanma yeri] olan salonları âdetâ bir gülis
giden] âşüftegân bittabi [doğal olarak] tabaka-i ulyâda [yüksek tân-ı safâyı veya her tarafı bir başka çiçekle donanmış bir hadî
kesimde] bulunanlardandır. Bunların kıyafetleri bir düşes ve
1 Burada geçen “lira”, Osmanlı lirasıdır.
104 105
ka-i şitâyı [kış havuzunu] andırır. Elektrik fânuslarının eşi’a-i
tâbdârı [parlak ışıkları] bu gülendamların [gülfidanı endamlıların]
şâ’şaâ-i simalarına [yüzlerinin parlaklığına] başka bir letâfet bah
şeder. İpek fistanların ipek çorapların feşâfeş-i ruhperveriyle
[ruh okşayan fışıltısıyla] her kadının etrafını muhît olan [çeviren]
ıtr-ı nâmahdut [sayısız güzel kokular] içinde insan gaşyolup gider
[kendinden geçer]...
Paris’in en meşhur alüftegânı hep Quartier Latin’in bu kah 7.
vehanelerinden yetişmiştir. Müddet-i medîdeden [uzun zaman
dan] beri Paris’te ikamet eden rüfekâdan [arkadaşlardan] bir zat Place de Concorde
diyordu ki: Bugün milyonlar sarfeden ve şa’şaa-i servet ve ihti
şamiyle gözlerimizi kamaştıran meşâhir-i alüftegândan hiçbiri
yoktur ki vaktiyle Quartier Latin’de beş franka bir müşteri ara
mış olmasın.
Place de Concorde — Paris şehrini tezyin eden meydanların
*** en güzelidir. Paris’in letâfet ve mükemmeliyetçe pek ziyâde hâiz-
i şöhret olan caddesi buradan başlar. Caddenin Tâk-ı Zafer’e
Paris’te eğlence mahâlli olmak üzere bizim Konkordiya’ya [L’Arc de Triomphe] kadar olan kısmına “Avenue des Champs-
[Concordia] mümâsil ve tabiî ondan daha mükemmel birtakım Élysées” ve ondan sonraki kısmına da “Avenue de Grande
yerler vardır ki bunların en meşhurları Folies-Bergère, Olym Armée” tesmiye edilir.
pia, Moulin-Rouge, Casino de Paris, Trianone, Scala, Alcazar, Concorde Meydanı “Gabriel” isminde bir mimarın eser-i
Ambassadeur ismindeki yerlerdir. Bu mahâll-i ma’rûfede [bu mehareti olmak üzere ilk defa 1748’de tesviye edilmiş ve mey
tanınmış yerlerde] dahi hal ve şanları bâlâda [yukarıda] tarif olu danın vasatında On Beşinci Louis’nin heykeli rekzedilerek
nan alüftegân mebzulen [bol bol, çokça] bulunur. Folies-Bergère [dikilerek] etrafı bir hendekle çevrilmiş idi ki o tarihte bu mey
ile Beaux-Lieux’deki rezâili [rezillikleri] tarif için âdetâ kalemi dana “On Beşinci Louis Meydanı” derlerdi. On Altıncı Louis
miz hayâ eder [utanır].1 ile Marie Antoinette’in leyle-i zifâfında [gerdek gecesinde] şehrâ
yini [donanma şenliklerini] temâşâ için meydanda toplanan ehâ
liden [halktan] birçok kimseler heykelin etrafındaki hendeklere
düşerek kimi helâk ve kimi mecruh olmuş [kimi ölmüş, kimi yara
lanmış] olduklarından düğünden sonra hendeklerin etrafına
taştan parmaklık çekilmiştir. Parmaklığın etrafında Fransa’nın
Lyon, Nantes, Rouen, Marsilya, Brest, Lille gibi büyük şehirle
rini musavver [tasvir eden, resimleyen] ve kuvvet, azamet, adâ
let, muhabbeti muhtır [hatırlatan, anan] birtakım heykeller mer
1 Folies-Bergère, “artistik çıplaklığın” sahnelendiği müzikli, çeşitli gösterili büyük
bir gazinodur. 1869’dan bu yana Paris’in turistler ve Paris’ten başka il ve yöre kûzdur [dikilidir]. İnkılâb-ı Kebir’de [Fransız İhtilâli] On Beşinci
lerden gelenlerin bir kez uğramadan yapamayacakları zorunlu uğrak sahnesidir. Louis’nin heykeli mahvolunarak kaidesi üzerine Heykel-i Ser
Yvette Guilbert, Mistinguett, Maurice Chevalier, Fernandel, Joséphine Baker gibi bestî [Hürriyet Heykeli] ikâme olunmuş ve meydanın nâmı da
ünlü sanatçılara sahnesinde yer vermiştir.
106 107
İnkılâb-ı Kebir Meydanı’na tahvil kılınmış idi. Muahharen [son
radan] büyük Napoléon’un konsüllüğü hengâmında [devrinde]
meydana şimdiki nâmı verilmiştir. 1834 senesinde Mısır Valisi
Mehmet Ali Paşa merhum tarafından Fransa Kralı Louis-Philip
pe’e ihdâ edilen [armağan edilen] dikilitaş1 Heykel-i Serbestî’nin
yerine kâim olmakla [geçmekle] bilâhare bu dikili taşın etrafına
dahi dört havuz inşâ edilmiştir ki bu havuzların ikisi Bahr-i
Muhît [Okyanus; burada Atlas Okyanusu] ile Bahr-i Sefîd’i [Akde 8.
niz’i] ve diğer ikisi de Fransa’nın Rhine [Ren] ile Rhone [Ron]
nehirlerini mu’lindir [ilan eder, bildirir]. Boulogne Ormanı [Bois de Boulogne]
Geceleri elektrik ziyasıyla münevver olan [aydınlanan] mey
danın kesbettiği [aldığı] manzara hayretbahş-ı uyûn olacak [göz
leri şaşırtacak] bir derece-i nûrâniyettedir.
108 109
Boulogne Ormanı’nda yolcu taşıyan vapurları hâvî sunî Ormanın bir köşesinde cesîm bir hayvanat bahçesi vücu
cesîm göller ve üzerinde müzeyyen gazinoları olmak üzere lâtîf da getirilmiştir ki derûnunda kış bahçeleriyle müteaddid ser
adacıklar vardır. ler [seralar], âlât-ı zirâiyeye mahsus bir sergi, sun’î madensuyu
Orman derûnunda en ziyâde nazarrübâ olan [göz okşayan] menâbii [kaynakları] ve her nevi tuyûru [kuşları] muhtevi olmak
cesîm çağlayanlardır ki insan saatlerce temâşâ eylemiş olsa yine üzere cesîm kuşhâneler, kümesler, maymunlar, zürâfâ, yabana
nazar-i latîfesine doymuş olmaz. tı gibi hayvânâta mahsus ahırlar, tavşanlar, domuzlar, geyikler,
Ormanın bazı mahâllerinde Maison Dorée’ye mümâ yabankoyunları bulunmaktadır.
sil gazinolar vardır. Efrencî Eylülün otuzuna müsâdif olan
on ikinci Çarşamba günü Boulogne Ormanı’na gitmiş idim.
Çağlayan cıvarında rüfekâ [arkadaşlar] ile birlikte dâhil oldu
ğumuz köşk şeklinde bir gazinoda üç arkadaş yirmi franka
yakın bir masraf ihtiyarına [“harcamaya” anlamında] mecbur
olduk ki sâde garsonun getirmiş olduğu sigaraların en adisi
beş frank kıymetinde idi. Efrafımızda ricâl ve nisvândan bir
çok zevât mevcut idi ki bunların ekserisi oraya kendi husûsî
arabalarıyla gelmiş idiler. Paris şıklarıyla aşüftegânının mer
kez-i cevelânı caddelerde araba ile dolaşmak kadar zevkli bir
şey yoktur diyebilirim.
Ormanın muhtevi olduğu lâtîf çayırlıklar 863 hektar kadar
var imiş.
***
110 111
Saray, eski Louvre, yeni Louvre nâmiyle ikiye münkasem
dir [ikiye bölünmüştür, iki bölümdür]. Eski Louvre şark cihetin
deki dört köşe bir binadır. Garb tarafındaki bina ise yeni Louv
re’dur ki eskisinden daha vâsi’dir [geniştir]. Carrousel Tâk-ı
Zaferi’ne [Arc de Triomphe de Carrousel] kadar mümted [uzanır]
ve Tuileries Sarayı’na mülâkî olur [ulaşır].
Yeni Louvre’un vasatındaki [ortasındaki] bahçenin cihet-i
9. garbîsinde [batısında] meşhur Gambetta’nın1 bir heykeli mer
kûzdur [dikilidir]. Sarayın dâhili nukûş [nakışlar] ve sanayii-i
Louvre Sarayı ve Müze mimariye itibariyle fevkalâde müzeyyen ve âsâr-ı nefîseden
dir. Büyük bir kısmı müze haline konulmuş ve bir kısm-i sagîri
[küçük bir bölümü] de Maliye Nezareti’ne tahsis olunmuştur.
Louvre hakikaten cesîm bir saray olmakla beraber hâiz
olduğu cesâmet bağteten göze çarpmaz [büyüklüğü birdenbire
Louvre’un asıl bânîsi [inşâ ettireni, yaptıranı] Kral Philippe fark edilmez]. Bunun ise başlıca bir sebebi sarayın manzara-i hâri
Auguste’tür. ciyesinde yeknesak [biteviye, tekdüze] olmaması ve bir de cıvarın
Philippe Auguste’ün devr-i hükûmetinden evvel şimdi daki ebniyelerin hep Louvre kadar cesîm şeyler bulunmasıdır.
Louvre’un bulunduğu mahâllde metin ve müstahkem bir şato Sarayın derûnundaki âsâr-ı nefîse her gün meccânen [para
mevcud imiş. Kral bu şatoyu kâmilen hedmettirerek [yıktırarak] ödemeden] erbâb-ı temâşâya küşâdedir [açıktır]. Birinci kat hey
yerine müceddeden [yepyeni] bir bina inşâ ettirmiş. 1264 tarihin keltraşlığa ait âsâra ve ikinci katı resim tablolarıyla mücevhe
de Beşinci Charles, sarayı biraz daha tevsî’ etmiş [genişletmiş].1 râta ve üçüncü katı dahi Bahriye Müzesi’ne tahsis edilmiştir.
Birinci François’nın ahd-i hükûmetinde [hükûmeti dönemin Âsâr-ı atîka kısmında en ziyâde şâyân-ı dikkat olan “Milo”nun
de] şimdiki sarayın binasına mübâşeret olunarak [başlanarak] Venüs heykelidir2 ki hakikaten bu meşher-i bedâyiin [güzellik
ameliyat-ı inşâiye [yapım çalışmaları] “Pierre Lescot” isminde lerin sergilendiği yerin] nuhbe-i nefâisi [nefis eserlerin en seçkini]
bir mimara tevdi edilmiştir. O tarihten sonra gelen birçok Fran addolunabilir. Sanâyi-i nefîse meftunlarından pek çok kimseler
sa hükümdarları yeniden yeniye ebniyeler [binalar] ilave ederek mücerret [sadece] bu heykeli temâşâ için memâlik-i ecnebiye
sarayı tevsîe çalışmışlar. Büyük Napoléon Tuileries Sarayı’na den, diyâr-ı baîdeden Paris’e kadar şedd-i rahl ederler [hazırla
ilsak ettirmek [bitiştirmek] teşebbüsünde bulunmuş ise de nasıl nıp yola çıkarlar].
sa muvaffak olamamış, nihayet 1871’deki Komün [Commune] Mısır’a müteallik âsâr-ı atîka dairesinde birinci salon
İhtilâli’nde2 ihrak olunmuş [yakılmış] ise de birkaç sene sonra “Sfenks”3 gibi eşkâl-i cesîme ile mumya mahfazalarını muhte
şimdiki hükûmet tarafından tamir edilmiştir.3 vidir. Duvarlarda ise eski papirüs yaprakları üzerine yazılmış
1 Bu tarihte bir yanlışlık var: V. Charles 1500-1558 tarihlerinde yaşamıştır. elyazıları vardır.
2 Commune İhtilâli: 1879’da Paris Belediyesi bir dâimî komite kurdu. Bu komite
Kral’ın onayı ile Commune de Paris (Paris Komünü) adını aldı. İhtilalci hükûme 1 Léon Gambetta (1838-1882). Avukat ve politika adamı. Milletvekili, İçişleri ve
te de adını veren Paris Komünü sosyalizm tarihinde önemli rol oynadı (1871). İç Harbiye Nazırı, Meclis ve Hükûmet Başkanı.
savaşlarda sosyalist hükûmet yanlıları on binlerce ölü ve on binlerce esir verdi 2 Milo, Ege Denizi’nde bir adadır. Ünlü Venüs heykeli bu adada 1820’de bulundu
ler. Esirler sürüldü; sonra, 1880’de genel afla geri döndüler. ğundan bu heykele Milo Venüsü denilmektedir.
3 Bu seyahatnamenin yazıldığı tarih (1898), 1870’den başlayarak 1932 yılına kadar 3 Sfenks: Mısırlılarla Yunanlıların alt bölümü arslan, baş kısmı insan şeklindeki
süren Üçüncü Cumhuriyet devrindedir. dev heykelleri.
112 113
Müze resim hususunda dahi dünyanın en zengin teşhirgâh-ı Bazı salonların duvarlarındaki goblen halıları âdetâ tablo
nefâisinden ma’dûddur [resim sergilerinden sayılır]. Her millete mah ların birer nüsha-i mencûsesi mesâbesindedir [dokunmuş, doku
sus mektepler [ekoller] ayrı ayrı birer salon işgal eyliyor. Bu salonlar lu benzeri gibidir]. Bu halıları gördüğüm zaman üzerlerindeki
da İtalya’nın Raffaello, Leonardo da Vinci, Tiziano [bu adlar metinde elvâh ve tesâvir [levhalar ve resimler, yani, desenleri] cihetiyle âde
Fransızca okunuşlarıyla yazılmış] gibi en meşhur ressamlarının enfes tâ tablolardan fark edememiş idim.
âsârı mevcuttur. Louvre’da İtalyan mektebi pek ziyâde meşhur ve Goblen halı fabrikası Fransa’nın medâr-ı iftiharı olup bu
mûteberdir. Fakat resimlerin ağlebi [çoğu] kurûn-ı vustâya [Orta fabrika ilk defa 1450 sene-i mîlâdiyesinde “Gobelin” isminde
çağ’a] ve kiliseye ait şeylerdir. Hele Floransa tabloları Luxembourg bir sâhib-i marifet tarafından tesis olunmuş idi. 1662’de meşhur
ve Versailles müzelerinde daha kesîr olmakla beraber Louvre’da “Colbert” bu fabrikayı hükûmet nâmına satın alarak mensucât
dahi en meşhur Fransız ressâmânının [ressamlarının] enâfis-i âsâ ve mâmûlâtını ebniye-i resmiye tefrişâtına tahsis etmiş ve ara
rına [en nefis eserlerine] tesâdüf olunur. Mesela Fransız mektebine sıra Fransa hükümdarları tarafından hükûmdârân-ı ecnebiyeye
mahsus resimler meyânında en ziyâde câlib-i nazar-ı dikkat olan hedâyâ makamında [hediyeler olarak] bu halılar ihdâ olunagel
[en çok dikkat çeken] tablo vakt-i hasatta tarlada mahsûlatı toplayan mişti. Nitekim Fransa hükûmeti tarafından ahîren [son zaman
nisvânı [kadınları] irâe ediyor [gösteriyor]. larda, yakınlarda] resm-i tetevvücleri [taç giyme töreni] münasebe
Louvre’daki tabloların kıymetine bahâ biçilmez. Fransa’da tiyle Çar1 ve Çariçe Hazerâtına [hazretlerine] bu fabrika mensu
sanâyi-i nefîsenin terakkiyâtına bu müzelerin hakikaten pek câtından bir halı takdim edilmiştir ki halı Goblen’in enfes-i âsâ
çok yardımı oluyor. Her gün sehpalarını, fırçalarını, boyalarını rından [en güzel eserlerinden] olup Perilerin Torunu isminde pek
filân alarak Louvre’a gelen ve burada teşhir edilen âsâr-ı nefîse ziyâde meşhur bir tablonun nümûne ittihâzıyla [örnek alınmasıy
yi meşk-i taklid ittihâz ederek [benzerini yapmayı amaç edinerek] la] nescedilmişti [dokunmuştu]. Bu eser-i nefîsin nescine 1883’te
çalışan sanatkârân pek çoktur. başlanarak 89’da ikmal edilmiş ve o sene Paris Sergisi’nde
Her sene Paris’te küşâd olunan [açılan] salonlarda heyet-i [Dünya Sergisi] ve muahharen Bordeaux ve Chicago sergilerin
mümeyyize [seçici kurul] tarafından mazhar-ı takdir olan levha de teşhir olunduktan sonra nihayet Çar ve Çariçe Hazerâtına
lar îcâbına göre hükûmet tarafından satın alınarak evvelâ Lük Fransa tarafından takdim ve ihdâ olunması takarrür eylemiştir
semburg Müzesi’nde bir müddet teşhir edildikten sonra ressa [kararlaştırılmıştır].
mın vefatını müteâkib ya vilâyet müzelerinden birine veyahut
Louvre’a gönderilir ki bu tablolar ilelebed orada mahfuz kala
rak erbâb-ı sây ve istîdât için [üzerinde çalışacak istidatlı kişiler
için] nümûne-i taklid olur.
Louvre Sarayı’nın bir kilometre tûl [uzunluk] teşkil eden
resim salonlarında iki bini mütecâviz tablo teşhir edilmiştir.
Sarayın mücevherât salonu dahi câlib-i dikkattir. Zaten
bu salonların her biri bir kıymet ve ehemmiyet-i târihîyeyi
hâiz ve derûnunda teşhir olunan mücevherât ve eşyanın her
biri hükümdârân-ı sâlifeden [önceki hükümdarlardan] birine ait
olmak itibariyle dahi ayrıca hâiz-i kıymettir. Âsâr-ı atîka ve nefî
seden masalar üstündeki camekânlarda gördüğüm mücevherâ 1 Son Rus çarı Nikola Aleksandroviç (1868-1918). 16/17 Temmuz 1918’de tüm aile
ta takdîr-i kıymet, erbâbı tarafından bile mümkün olamıyor. kişileriyle beraber öldürüldü.
114 115
ni yüzlerce dükkâna bi’t-tahvil [dönüştürerek] sanâyi-i bedîa ile
mütevaggil olan [ince sanatlarla uğraşan] esnafa îcâr etmiş [kira
lamış] ve bu suretle elyevm Palais Royal Çarşısı denilen ticaret
gâh-ı ma’rûf [bilinen ticaret merkezi] vücûda gelmiştir. Bu dük
kânların önü bizim Direklerarası’na benzer.1
1793’te Palais Royal zabt ve müsâdere olunarak [el konu
larak] Emlâk-i Hassa [özel mülkler] sırasına geçerek Restoras
10. yon’da2 Orléan hanedanına iade kılınmış ise de 1870’teki
Komün [Commune] İhtilali’nde ihrâk olunan [yakılan] bazı
Palais Royal1 mahâlleri hükûmet-i hâzıra [bugünkü hükümet] tarafından tâmîr
olunarak tekrar Emlâk-i Umûmiye [umumî, eski deyimiyle mîrî
emlâk] âdâdına [sayılarına, yani, kayıtlarına] idhal kılınmıştır
[katılmıştır].
Sarayın alt katı mükemmel bir çarşı olduğu gibi yukarı
Palais Royal Paris’in mebânî-i meşhûresinden ve eshâb-ı katlarında dahi müteaddid lokantalarda gazinolar ve sanâyi-
servet ü yesârın [zengin kişilerin] yegâne merci’lerindendir. Pala i bedîa-i vâkıa-i ticariye mağazaları vardır. Hâsılı Palais Royal
is Royal On Üçüncü Louis’nin devr-i hükûmetinde meşhur Car elyevm Paris’in en meşhur dâd ü sited [alışveriş] merâkizinden
dinal de Richelieu tarafından mimar “Lemercier”2 marifetiyle [merkezlerinden] ve Richelieu zamanından kalma tiyatrosu dahi
inşâ ettirilmiş idi. Sarayın inşâsına 1629 tarihinde başlandığı hal en benâm temâşâgâhlarındandır. Alt kattaki kuyumcu dükkân
de 6 sene sonra ikmal olunabilmiş ve o tarihte saraya “Kardinal larında mevcut olan cevahîr ve nefâis dünyanın defâin ve hazâ
Sarayı” denilmişti. Binanın hitâmından sonra temâşâsına gelen in servetine muâdil zannolunur [dünyanın define ve hazine zengin
On Üçüncü Louis sarayı pek ziyâde beğendiğinden reisü’l-vüke liklerine eş zannedilir]. Camekânlarında teşhir olunan âsâr-ı nefî
lâ [vekiller başı, başbakan] tarafından takdime-i ubûdiyet [kulluk, se ve masnûât-ı bedîaya nazar taalluk ettikte [göz atıp kaldıkça]
bağlılık armağanı] olarak Kral’a ihdâ edilmiş ve Palais Cardinal insan bir türlü oradan infikâk edemez [ayrılamaz].
nâmı Palais Royal’e tahvil olunmuştur.
1692’de On Dördüncü Louis, sarayı biraderi Birinci Philip 1 Yukarıda adı geçen Fransa kralları hakkında özet bilgiler:
pe’e ihsan etmiş [bağışlamış] ve islah ve tevsi yolunda Hükûm — XIII. Louis, le juste (1601-1643). Karışıklıklar sonucu iktidarı Kardinal Richeli
eu’ye kaptırdı. Fransa 30 Yıl Savaşları denilen savaşlara sürüklendi.
dâr-ı müşârünileyhin [adı geçen hükûmdârın] başlamış olduğu — XIV. Louis (1638-1715). Büyük Louis de denilen XIV. Louis ülkeyi pek çok
inşâat Birinci Philippe tarafından itmam edilmiştir. savaşa sürükledi. Jean-Baptist Colbert Fransa’nın mâlî, ekonomik ve sosyal den
Birinci Philippe’ten sonra saraya sâhip olan “Philippe Éga gesini düzene bu kral döneminde soktu.
— XVI. Louis (1754-1793). Fransız Devrimi ile 21 Ocak 1793 tarihinde eşi Marie-
lite” süfehây-ı meşhûreden [ünlü sefihlerden, para kıymeti bilmez
Antoinette ile birlikte idam edildi. Seyahatname yazarının “1871 yılı”ndan söz
lerden] olup dâimi bir müzâyaka [darlık, yokluk] içinde bulun etmesinde bir yanılma olduğu açıktır. Açıklanmak istenen olayın 1771 ya da 1781
duğundan 1871’de Kral On Altıncı Louis’den istihsal eylediği yılında geçmiş olması mümkündür.
irâde ve mezuniyete binâen sarayın birinci katındaki daireleri 2 “Restorasyon” (Fr. Restauration), politik anlamda, genellikle, yıpranmış bir
hükümdarın (ya da bir iktidarın) yeniden güç ve itibar kazanması için kullanılan
1 1643 yılına kadar Palais Cardinal ismiyle anılan bu binalar topluluğu sonraki yıl bir sözcüktür. Metinde sözü edilen Restorasyon, Fransa Kralı XVIII. Louis’nin
larda Palais Royal olarak anılmaya başlandı. Zamanla sürekli değişikliklere uğra idaresinde kanlı olayları içeren Birinci Restorasyon (Nisan 1814-Mart 1815) ve
dı. Bugün birkaç resmî kurum da bu binalarda yer almaktadır. İkinci Restorasyon (Haziran 1815-Temmuz 1830) dönemlerini kapsar. Temmuz
2 Jacques Lemercier (1585-1654), Fransız mimarı. Birçok ünlü binanın mimarıdır. 1830 sonlarında Kral Louis-Philippe, Bourbon tahtına geçti.
116 117
birtakım insanlar zannetmiş idim. Meğer bunlar da birer heykel
imiş. Bu meyânda Victor Hugo ile meşhur Rochefort’u derhal
tanıdım ve biraz ötede Duc d’Orléan ile hâtib-i meşhur Mirabe
au’yu gördüm.1
Ba’dehû binanın alt katına indik ki bu kat bodrum katı idi.
Burada dahi Rusya İmperator ve İmperatoriçesi hazerâtının
[hazretlerinin] Moskova’da icra olunan resm-i tetevvücleri [taç
11. giyme töreni] irâe olunmuştu. İmperator ve İmperatoriçe haze
râtı yanlarında büyük İmperatoriçe olduğu halde kiliseden çık
Grévin Müzesi1 makta idiler. Askerler güzergâh-ı İmperatorîde selâm duruyor
lar ve maiyet-i İmperatorîde birçok Prensler ve Prensesler yâve
rân [yaverler] ve önde sınıf-ı ruhbân [râhipler] bulunuyordu.
Yine bu kısımda Avusturya İmperatoriçesini Cenevre’de
katleden mel’un İtalyan Luccheni’nin bir modeli mevcut idi ki
Grévin Müzesi bizim yeniçerileri andırır. Burada teşhir olu herif Cenevreli iki polisin refâkatinde olduğu halde gösterilmiş
nan zevât-ı meşhûrenin heyâkili [heykelleri] balmumundan idi [Bu olaydan Cenevre bölümünde bahsedilmişti]. Vak’a-i fecîa-i
mâmuldür. Fakat ilk defa müzeye dâhil olan bir kimse bu hey mâlûmeden daha on beş gün mürûr eylemiş olduğu halde kati
kellerden birinin yanına gidip de elini tutmadıkça bunların lin Grévin Müzesi’nde bir modeline müsâdif olmaklığım [tesa
sun’î ve gayr-ı hakîkî olduklarına kâni olmaz. düf edişim] pek ziyâde hayret ve takdîrimi mûcib oldu.
Müze üç katlı bir binadır ki birinci katında çalgılı bir kah Cinâyât-ı müdhişe ve meşhûreden bazılarını irâe eden deh
vehane mevcuttur. Buradaki muzıka suret-i daîmede terennüm şetengiz ve nefretâver [dehşet ve nefret verici] birçok modelleri
sâz olur [çalar]. temâşâ ettikten sonra tekrar üst kata çıktık ki yine bu katta İnkı
Müzeye Boulevard des Italiens cihetindeki medhalden gir lâb-ı Kebîr esnasında On Altıncı Louis ile Marie Antoinette’in
dik. Dar ve bi’n-nisbe muzlimce [nisbeten karanlıkça] bir kori hücresini iraê eder bir model pek ziyâde nazar-ı dikkatimi celb
dordan geçtikten sonra duhûliye ücretini tesviye edip [ödeyip] etmiş idi. Marie Antoinette bayılmış, dame d’honneur’lerinin
asıl müzeye dâhil olduk ki sağ cihetteki bir hücre Büyük Ope kucağına düşmüş, Kral kemâl-i dehşet ve nefretle pencereden
ra’nın iç salonunu irâe etmekte idi. Rakkâseler bir tarafta dolaşı hârice bakıyor, dışarıda yangın alevleri görülüyor, hâsılı her
yor, diğer bir tarafta da Paris’in en meşhur muganniyelerinden şey o kadar tabiî bir surette irâe olunmuş ki insan kendini bu
[kadın ses sanatkârlarından] Madame Rose Caron ayakta durdu vak’a-i târihîyeyi âdetâ efrâdından biri zannıyle mebhût [şaşkın]
ğu halde bir muhibbiyle [tanışıyla, dostuyla] konuşuyordu. Sol kalıyor. Hayret, sad hezâr [yüz bin] hayret!..
cihette dahi asrımızın en benâm fâcia aktrislerinden Madame
Sarah Bernhardt, Phèdre oyunundaki kıyafetiyle sahne-i temâşâ
da bulunuyordu. Bu iki hücrenin ortasındaki tûlânî bir salonda
birçok direkler mevcut olup bunun altındaki kanapelerde dahi 1 Victor Hugo: Fransız şair ve yazarı (1802-1885). Ölümünden sonra külleri Panthé
on’a konuldu.
birtakım zevat muhtelif vaziyetlerde oldukları halde oturuyor Henri Rochefort, Marquis de Rochefort, (1831-1913): Fransız politik gazetecisi.
lardı ki ben evvelâ bunları benim gibi müzeyi seyr için gelmiş Comte de Mirabeau, Honoré Gabriel Riquett (1749-1791): Fransız politikacısı ve
ünlü hatîbi. Parlamento ile Kral arasında ikili oynadığı için ihanetle suçlandı.
1 1882’de desinatör Alfred Grévin (1827-1892) tarafından kurulmuştur. Panthéon’a gömülen külleri bu nedenle oradan çıkarıldı.
118 119
12. 13.
Paris Borsası Lüksemburg Sarayı, Müzesi, Bahçesi
Paris Borsası Korent usûl-i mîmârisine tevfîkan [Korent Lüksemburg Sarayı [Palais du Luxembourg] pek cesîm bir
mimari tarzına uygun olarak] inşâ edilmiş gayretle cesîm bir bina saraydır. Vaktiyle Jacques de Brosse isminde küberâdan bir
dır ki manzara-i hâriciyesi Madeleine Kilisesi’yle elyevm Mec zatın [büyük, zengin bir kişinin] konağı iken Dördüncü Henri’nin
lis-i Meb’ûsânın mahâll-i ictimâı [toplantı yeri, salonu] olan Bour zevcesi Marie de Médicis tarafından iştirâ olunarak [satın alı
bon Sarayı’nı andırır. Binanın saçakları, etrafındaki müteaddid narak] 1612 tarihinde tevsîan [genişletilerek] inşâ ettirilmiş ve o
sütunlar üzerine oturtulmuştur. Bu sütunlarla asıl binanın ara tarihte saraya Kraliçe’nin nâmına izâfetle [adından hareketle]
sında beş metre arzında [genişliğinde] cesîm bir gezinti mahâlli “Medicis Sarayı” denilmişti. Bilâhare On Altıncı Louis tarafın
mevcuttur. Sütunların mecmuu 66 adet olup ticaret, adalet, zira dan biraderi Comte de Provence’a ihdâ olunmuş ve İnkılâb-
at ve sanayi nâmına merkûz [dikilmiş] birtakım heyâkil-i latîfe ı Kebîr’de Palais Royal gibi Lüksemburg Sarayı da emlâk-i
ile [güzel heykellerle] müzeyyendir. umûmiye meyânına ithal olunarak 1897’de1 Napoléon’un İtalya
Borsanın dâhili birtakım devâire [dairelere] münkasem [tak muharebesinden muzafferen avdeti münâsebetiyle büyük salo
sim edilmiş, ayrılmış] olup bu dairelerden biri aliveracılara [alivre nunda Ceneral Bonapart’ın şerefine cesîm bir şenlik tertip kılın
cilere, önceden yapılan satış kuralına göre işlem yapanlara] mahsus mış idi.
bulunduğundan öyle bizim borsalarda olduğu gibi hariçten İkinci İmperatorluk hengâmında [döneminde] Saray, Meclis-i
gürültü ve patırtı işitilmez. Muâmelat hep telefon vasıtasıyla Âyân’a tahsis olunarak 1871’de Şehremâneti Dairesi’nin yanma
icra olunmaktadır. Bundan mâdâ borsanın derûnunda telgraf sı üzerine Seine Belediyesi bu saraya nakleylemişti.
hâne ve tazyîk-i havâ vasıtasıyla teâtî-i mekâtibe [mektuplaşma Lüksemburg Sarayı’nda birtakım meşhur muhâkemât
ya] mahsus bir de posta merkezi vardır. rü’yet olunmuştur [muhakeme görülmüştür]. Napoléon’un sukû
Paris Borsası Londra Borsası’ndan sonra dünyanın en tu [düşüşü] ile Bourbon’ların Fransa’ya avdetleri esnâsında meş
cesîm ve en meşhur borsası olduğundan burada milyonlar, mil
1 Napoléon, 1796 yılında İtalya Ordusu komutanı olarak yengiler kazandığı İtal
yarlar üzerine muâmelât-ı sarrâfiye cereyan eder. ya’dan 1797 yılında döndü. Yazmadaki bu tarih 1897 değil 1797 olmalıdır.
2 Michel Ney (1769-1815): Moskova Prensi. Devrim ve İmparatorluk savaşlarında yen
giler kazanmış Fransız Mareşali. Napoléon Bonapart’ın güvendiği bir komutandı.
İkinci Restorasyon’da ihanetle suçlandı, ölüme mahkûm edilip kurşuna dizildi.
120 121
hur Mareşal Ney2 bu sarayda istintak ve muhâkeme olunduğu [ünlü ressamların] mahsul-i kalem-i mehâreti [usta kalemlerinin,
[sorgulanıp yargılandığı] gibi bâd-el-muhâkeme [yargılama sonun fırçalarının, yapıtları] olan elvâh-ı nefîseden [nefis tablolarından]
da] sarayın cıvarında kurşuna dizilmiştir ki mahâllinde müşârü ibarettir. Bu meyânda Meissonnier’nin1 Solferino Muharebesi’
nileyhin heykeli merkûzdur [dikilidir]. ni2 musavvir olan [betimleyen] tablosu ile Delacroix’nın Hastahâ
Louis Napoléon, Ceneral Boulanger, Dillon, Rochefort, neyi Ziyaret unvanlı tablosu pek meşhur olan âsâr-ı nefîseden
Déroulède, Marcel Habre, Buffet Querrin gibi meşâhir [ünlüler] dir.
hep bu sarayda muhâkeme olunmuşlardır.1 Bu zevâtın muhâke Müze Quartier Latin taraflarında yani talebenin ictimâgâ
mâtı hengâmında [sırasında] Kütüphane Dairesi tevkifhâne itti hı olan bir mahalde bulunduğundan Paris’te resim tahsiliyle
hâz edilmiş [tutukevi yapılmış] idi. iştigal eden [meşgul olan] gençler buraya sık sık devam ederler.
Sarayın 345,513 metre murabbâında [metrekare] cesîm ve dil Bazı mekâtib-i leyliye [yatılı okullar] bile talebesini buraya hafta
küşâ bir bahçesi vardır. Akşamları burada muzıka terennümsâz da iki üç defa getirirler.
olur [çalar]. Bahçe gayet güzel ve sâyedâr [gölgelik] olduğundan
bazı etfâl [çocuklar] sütnineleriyle birlikte buraya gelerek tenez
züh ederler [gezerler]. Bahçede en ziyâde nazar-ı dikkati celbe
den cesîm bir havuz derûnuna suyu müteaddid kademelerden
müteşekkil ufak, musannâ [yapay] bir çağlayandan dökülen
Medicis Çeşmesi’dir ki cephesinde esâtîr-i kadîme-i Yunâniye
den yedi sekiz ilâhenin [tanrıçaların] heyâkil-i müctemiası [bir
arada heykelleri] vardır.
Bahçenin etrafı eflâke ser çekmiş [başları göklere uzanan]
cesîm ve sâyedâr ağaçlar, yollarında merkûz bulunan ricâl ve
nisvândan birçok eâzımın [kadın erkek birçok büyük kişinin] hey
kelleri hakikaten letâfetbahşâ-i uyûn-ı nâzirîn olacak [görenlerin
gözlerine güzellik duygusu verecek] âsâr-ı nefîsedendir. Bundan
mâdâ bahçede mûasırîn üdebâ ve şuarâdan [çağdaş edebiyatçı
ve şairlerden] bazıları nâmına rekzedilmiş [dikilmiş] birkaç sütun
mevcuttur.
Lüksemburg Sarayı’nın bir kısmı elyevm [bugün] Fransa
Meclis-i Âyânına [Fransa Senatosu’na] mahâll-i ictimâ [toplantı
salonu] olduğu gibi diğer bir kısmı da müze ittihâz olunmuştur.
Lüksemburg Müzesi iki kısma münkasem [ayrılmış] olup
bir kısmında tablolar ve diğer kısmında heykeller vardır. Bura
daki tablolar mekâtib-i kadîmeye [eski mekteblere, ekollere] ait şey
ler olmayıp Fransa ve ecnebi mekâtib-i hâzırasına [son dönemde
ki ekollere] ait ve berhayat [yaşamakta] olan meşâhir-i ressâmânın 1 Fransız ressam Jean-Louis-Ernest Meissonnier (1815-1891).
2 21 Haziran 1859 günü İtalya’da Solferino köyü yakınında Fransız ve Avusturya ordu
1 Louis Napoléon: Fransa İmparatoru III. Napoléon (1808-1873). Déroulède: Paul ları arasında yapılan ve Fransızların zaferiyle sonuçlanan bu savaş, Cenevre sözleş
Déroulède (1846-1914): Fransız yazarı ve politikacısı. melerinin ve Kızılhaç’ın kuruluşuna yol açışıyla da önemlidir.
122 123
14. 15.
Paris Şehremâneti [Belediyesi] Hôtel des Invalides:
Ma’lûlîn-i Askeriye Sarayı
124 125
16.
Panthéon
126 127
17.
Eyfel [Eiffel] Kulesi
ya’nî:
ibaresi menkuştur [nakşolunmuştur, kazılıdır]. Fransızlar 1889 Ma’raz-ı Umûmîsi [Dünya Sergisi] münase
Makberler zîr-i zeminde [yeraltında] olduğundan uzun ner betiyle Paris’te cesîm bir kule vücuda getirmeyi tasmîm ederek
dübanlarla [merdivenlerle] inilir. Mezarlar duvara mültasık [biti [niyet ederek, kararlaştırarak] Eiffel1 isminde bir mühendisin tertip
şik] ve mermerden masnu’ [sanatla yapılmış] sandukalardan iba ve tanzim etmiş olduğu resim ve plan mûcibince bu kuleyi inşâ
rettir. eylemişlerdi. Bu kule bugün o kadar kesb-i şöhret ve ma’rûfiyet
Panthéon’u ziyaret için merciinden [ilgili resmî makamdan] etmiştir [ün ve bilinmişlik kazanmıştır] ki hemen cihânın her köşe
müsâade istihsali [izin alınması] lâzimedendir [gereklidir]. sinde Paris isminde bir beldenin vücudundan haberdar olan bir
kimse orada Eyfel Kulesi isminde cesîm bir kulenin mevcudi
yetinden de haberdardır. Bu kulenin bu kadar kesb-i şöhret ve
ma’rûfiyet etmesine Fransızların tab’ındaki zarafet ve teceddüd
perestliğin [yenilikseverlik] de dahl ü tesiri [rolü ve etkisi] olmuş
tur. Zira daha kule meydân-ı vücûda gelmeksizin Paris’te her tür
lü mâmûlat ve masnûâtın eşkâli kule şekline takliden yapılmaya
başlanmış ve bu masnûât [sanat eserleri] peyderpey esasen şâyân-
ı hayret olan kulenin bu derecelerde iktisâb-ı şöhret ve ma’rûfi
yet eylemesine bâis olmuştur [neden olmuştur]. Kule şeklinde
lavanta şişeleri, boyunbağları [kravat] iğneleri, sabunlar, [birkaç
sözcük cilt sırasında kesilmiş olduğundan okunamadı] ve şekerleme
ler, hasılı kule şekline girebilecek her nevi masnûâtı hepimiz işti
râ eylemişizdir [satın almışızdır]. Binaenaleyh kule şekli herkesin
mâlûmu olduğundan burada târifine hacet yoktur.
128 129
Eyfel Kulesi, Seine Nehri kenarında ve 1889 Sergisi’nin olduğu gibi son katın mesâha-i sathiyesi dahi 248 metre murab
[Dünya Sergisi] en mûtenâ [seçkin] bir noktasında kâindir [bulun bâıdır. Kulede esas olarak 12000 parça demir var imiş. İnşâat
maktadır]. İrtifaı üç yüz metredir.1 Kuleye uzaktan nazar edenler esnâsında iki milyon çivi istimâl olunarak 7 milyon delik delin
[bakanlar] vehle-i ûlâda [ilk anda] bu cesâmet-i irtifâı [yüksekliğin miştir. Kulenin inşâsı hususunda sarfedilen mebâliğ [meblağ
büyüklüğünü] his ve takdir edemezler. Fakat insan bir kere altına lar, yani, para] 26 milyon beş yüz bin franktır. Tekmil kulenin
gelip de başını yukarıya doğru dikerek kuleye atf-ı nazar edecek inşâsına 7 milyon kilo demir kullanılmıştır. Hâsılı Eyfel Kulesi
olsa heybet ve dehşeti karşısında mebdut kalır [şaşırır]. elyevm acâibât-ı âlemden addolunmaya sezâdır [layıktır].
Kulenin dört ayağı vardır ki metin ve cesîm teller üzerine
oturtulmuştur. Bu ayakların dördünden de yukarı çıkılır. Suûd
ve nüzûl [çıkış ve iniş] bittabi asansörle olur. Züvvâr [ziyaretçiler]
kulenin ancak üst katındaki çarşıya kadar çıkabilirler. Ondan
yukarısı elektrik fenerine mahsus mahal ile rasathane olduğun
dan oraya çıkmak memnudur.
Kulenin tepesindeki çarşıda kuleye müteallik bazı mâmû
lat füruht olunur [satılır]. Bayiler hep nisvândır [satıcılar hep
kadındır]. Bir de posta kutusu mevcuttur ki ekseri seyyahîn [sey
yahlar, turistler] kulede mübâyaa ettikleri [satın aldıkları] ve üze
rinde kulenin resmi bulunan kartpostallara kelimat-ı münasebe
tahrir ederek [uygun sözcükler, yani yazılar yazarak] hatıra-i suûd
[çıkış hatırası] olmak üzere memleketlerinde bulunan akraba ve
muhibbânına [dostlarına] irsal [gönderilmek] için oradaki kutuya
vazederler. Züvvâr dükkânların arasındaki bazı mahâllere takıl
mış olan beyaz kâğıtlara isimlerini yazarlar. Bu kâğıtlar bilâha
re toplanarak kuleye suûd edenlerin adedini bulmak için istatis
tik yapılacak imiş.
Kulenin ikinci katında hususi bir fotoğrafhane mevcut oldu
ğundan arzu edenler hâtıra-i suûd olarak hıfzetmek için kule
nin demir hutûtu [hatları, yani metal bölümleri] önünde resimle
rini çıkartırlar.
Kulenin birinci katında lokantalar, kahveler ve dükkânlar
vardır. Bu kat âdetâ bir mahâlle gibidir. Zemine kadar inen ner
dübanı [merdiveni] dört yüz kademeden ibaret olup zeminden
kulenin birinci katına kadar irtifâı 60 metre ve mesâha-i sathi
yesi [yüzölçümü] 4200 metre murabbâıdır [metrekaredir]. İkinci
katın irtifâı 115 metre ve mesâha-i sathiyesi 1500 metre murabbâı
1 Kule ilk yapıldığında yüksekliği 300 metre idi. Bugün yapılmış olan ilavelerle
320 metreyi bulmuştur.
130 131
18. 19.
Trocadéro Sarayı ve Akvaryum [Aquarium] Maâbid [Mabetler, Tapınaklar]
Madeleine, Notre-Dame, Sacré-Coeur,
Saint-Germain-des-Prés, Saint-Chapelle
132 133
20. 21.
Haller Palais de Bourbon
Paris’te hal [halle] denilen pazar mahâlleri şâyân-ı dikkat Elyevm [bugün] Meclis-i Meb’ûsân’ın mahâll-i ictimâı olan
emâkin [yerler] ve müessesattandır. Şehrin her tarafında müte Bourbon Sarayı Madeleine Kilisesi ve Borsa Dairesi gibi Korent
addid haller vardır. Fakat asıl merkez hali görülmeye şâyân usûl-i mimârisinde bir bina olup Paris’in muteber [itibarlı, say
dır. Ebniye kâmilen demirden imal olunarak üzeri örtülmüş gın] bir mevkiinde kâindir. 1791 tarihinden beri emlâk-i milliye
ve derûnu müteaddid devâire taksim edilmiştir. Her dairenin sırasına geçmiş ve beş yüz meb’usa [milletvekiline] mahâll-i icti
ortasında vâsî sokaklar vardır. Bu dairelerin her biri 25 kadar mâ olmuştur.
dükkânı muhtevi olup geceleri elektrik ziyasıyla tenvir olunur.
Paris ahalisinin muhtaç olduğu mekûlât [yiyecekler] bu hallerde
alınıp satılır ki mevki-i füruhtta [satış yerinde] mekûlatın nezâ
fet [temizlik] ve nefâseti suret-i dâimede olarak taht-ı teftiştedir.
Mesela ekle gayr-ı sâlih [yemeğe uygun olmayan] bir şey görülür
ise memurîn-i âidesi [ait olduğu memurlar, yani görevliler] tarafın
dan derhal üzerine gazyağı dökülür. Her memlekette olduğu
gibi Paris’te dahi bu türlü alışveriş sabahları germiyet [hararet,
burada canlılık anlamına] peyda eylediğinden hallerin her sabah
kesbettiği [aldığı] manzara şâyân-ı dikkat ve belki de hayrettir.
Pazar füruhtuna [satışına] vazolunmak üzere akşamları sevk
olunan mekûlât için 15000 araba istimal olunuyor. Yevmiye ahz
ü îstânın [alışveriş] yekûnu dört milyon frank yani iki yüz bin
Fransız altınını tecâvüz eder [aşar].
134 135
heykeli mevcuttur. Millî Matbaâ kendine ait her şeyi kendisi
yapar. Hurufat [harfler] bile dâhil matbaâda izâa edilir [bura
da “dökülür” anlamına], hurûfat nümûnehânesinde her lisana
mahsus hurûfat vardır. Yalnız teclid [ciltleme] kısmında ricâl
ve nisvândan ibaret [erkek ve kadınlardan oluşan] 3000’den ziyâ
de amele çalışır.
22.
Kütüphâne ve Matbaâ-i Milliye
136 137
bir kimse evvelce bir mektupla Başkitâbete [Genel Sekreterliğe]
müracaat eylemelidir.
Saniyen [ikinci olarak] cesîm ve mükellef bir bina olan Bah
riye Nezâreti vardır ki Fransa kuvve-i bahrîyesinin kuvve-i
berrîyesine [kara kuvvetlerine] mütefevvik olduğu [daha yüksek
olduğu, daha büyük olduğu] Bahriye Nezâreti Dairesi’nin Harbiye
Nezâreti Dairesi’ne nisbeten pek ziyâde cesîm olmasıyla dahi
23. istidlâl olunabiliyor [anlaşılabiliyor]. Zaten Fransa’da hey’et-i
askeriyenin pek dûn [aşağı] bir mertebede olduğu vehle-i ûlâda
Devâir-i Resmiye ve Mahâll-i Ma’rûfe [ilk bakışta] anlaşılabilir. Cesîm bulvarlarda ikişer üçer dolaşan
efrâd-ı askeriye ile zâbitânın [erlerle subayların] ekserisi sarhoş
turlar. Bunların kıyafetlerinde ise intizamdan külliyen [ciltleme
de yarısı kaybolmuş, muhtemelen “uzak” anlamında bir sözcük okuna
madı] sahte bir ciddiyet ve vekar [ağırbaşlılık] müşâhede olunur
Devâir-i resmiye sırasında evvelâ Reisicumhur’un Champs- [görülür]. Hâsılı Fransız askerleri bonmarşede satılan masnû’ ve
Élysées’deki daireleri şâyân-ı zikrdir [sözünü etmeye değer]. 1718 yapma oyuncaklara benzer ki Almanya, Avusturya hatta İtalya
tarihinde inşâ edilmiş olan bu küçük sarayda Comte Oros [?], hey’et-i askerîyesinde müşâhede ettiğim intizam ve mükemme
Madame Pompadoure, Duchesse de Bourbone, Joachim Murat, liyeti Fransız askerlerinde bulamadım.
Joséphine, Marie-Louise, Duc de Berry, Louis Napoléon, Gene Sâlisen [üçüncü olarak] Orsay Rıhtımı’nda [Quai d’Orsay]
ral Clément Thomas, Thiers, Mac-Mahon, Jules Grévy, Casimi Hâriciye Dairesi vardır. Hâriciye nazırları burada ikâmet ve
er-Périer, Félix Faure ikamet eylemişlerdir.1 Elyevm Reisicum her çarşamba Nezâret Dairesi’nin alt katındaki mükellef salon
hur Mösyö Loubet burada mukîmdir [oturmaktadır].2 da hey’eti süferâyı [sefirler heyetini, büyükelçileri] kabul ederler.
Sarayın beyaz salonunda Reisicumhur’un taht-ı riyâse Varin Sokağı’nda Zirâat Nezâreti, Grenelle Sokağı’nda Posta
tinde [başkanlığında] olarak Meclis-i Vükelâ [Vekiller Meclisi, ve Telgraf Nezâreti, Rivoli Sokağı’nda Mâliye Nezâreti, yine
Bakanlar Kurulu] in’ikad eder [toplanır]. Reisicumhura mahsus Grenelle Sokağı’nda Maârif ve Sanâyi-i Nefîse [Eğitim ve Güzel
olan Sandâl-ı Hükûmet [hükûmdar sandalyesi] Louis-Philip Sanatlar] Nezâreti, Sausset [?] Sokağı’nda Dâhiliye Nezâreti var
pe’e mahsus olan tahttır ki bu salonda bulunur. Salon birçok dır. Palais de Justice denilen Adliye Nezâreti Dairesi cesâmet
hükûmdârın resimleriyle heykellerini muhtevî olup nukûş-ı ve ihtişam ve letâfet-i fevkalâdesiyle meşhur bir dairedir ki
zerrîn ile müzeyyendir [altın nakışlarla süslüdür]. Reisicum bilcümle muhâkemât dairelerini muhtevîdir. Emniyet Sandığı,
hur pazartesi ve perşembe günleri saat 9’dan öğleye kadar Fransa Bankası, Merkez Postahanesi dahi mahâll-i ma’rûfe-i res
erbâb-ı müracaatı [başvuru sahiplerini] sırasıyla kabul eyler. miyedendir.
Reis-i Hükûmetin huzuruna dâhil olmak arzusunda bulunan
138 139
[duacısı, dua okuyanı] olan “Lachaise” isminde bir râhibin bura
da bir sayfiyesi [yazlığı, yazlık evi] var imiş. Muahharen say
fiyenin yerine küçük bir kilise inşâ olunarak mezaristana da
Papaz Lachaise’in ismi verilmiş. Eyyâm-ı mahsûsasında [özel
günlerde, belirli günlerde] Paris ahâlîsi fevc fevc [dalga dalga, kala
balıklar halinde] Père Lachaise’e azîmetle hem mevtâlarını ziya
ret ve hem de mükemmelen tenezzüh ve teferrüc ederler [gezip
24. tozarlar]. Mezarlığın dâhilindeki mezarlar âdetâ mükellef birer
küçük bina halinde olup her bina bir şahsa veya bir aileye mah
Père Lachaise ve Montmartre Mezaristanları ve sustur. Frenkler mevtâlarına pek ziyâde bir hürmet ve muhab
Mahrık-ı Ecsâd [Cesetlerin Yakıldığı Yer] bet irâe ediyorlar [gösteriyorlar]. Bu mezarların ekserisinde
daimî olarak ezhâr-ı muhtelifeden [çeşitli çiçeklerden] müteşek
kil buketler görülür. Hatta bazılarında müteveffânın hâl-i haya
tında istimal eylediği mücevherat ve huliyyat [değerli süs eşyası]
bile mevcud imiş. Bina derûnunda ve meyyitin [ölünün] med
Paris’te üç türlü mezar vardır. Biri umûmî lahitlerdir fun olduğu mahâllin üstünde küçük bir ma’bed [tapınak] vardır
[mezarlardır] ki her birinin derûnuna kırk elli kişi birden defno ki müteveffânın efrad-ı ailesi eyyâm-ı mahsûsada oraya gelerek
lunur [gömülür]. Bunlara mezardan ziyâde mahzen-i emvât [ölü dua ederler.
ler mahzeni] demek daha münâsiptir. Paris’teki vefeyâtın hemen Père Lachaise mezaristanı âdetâ bir memleket kadar vâsî
sülüsânı [üçte biri] bu mahzenlere tevdi olunur. Mahzen-i emvâ dir. Kenarlarında ağaçlar garsedilmiş [dikilmiş] kaldırım mefruş
ta girecek naaşlar için efkâr-ı fukaradan [yoksulların en yoksulu, [döşenmiş] caddeler vardır. Hatta bu caddelerin ayrı ayrı isimle
fakirlerin en fakiri] ölenlerden bittabi ücret-i defnîye istifâ edil ri bile vardır. Père Lachaise’deki “crématoire” [krematuvar oku
mez [alınmaz] ise de mütebâkisi için “Şirket-i Defniye” unvan nur, ceset yakma fırını] denilen mahrık-ı ecsâd [ceset yakma yeri]
lı bir şirketin tarifesi mûcibince on dört buçuk franktan dûn binası dahi câlib-i dikkat ve [ciltlemede bozulmuş bir sözcük okuna
[aşağı] olmamak üzere muhtelif ücretler ahzolunur [alınır]. Sâni madı] temâşâ ve ziyarettir.
yen [ikinci olarak] muvakkat kabirlerdir ki buralara defnolunan Ma’lûm olduğu üzere bundan çend [birkaç] sene evvel Ame
emvât yerine bir müddet-i muayyeneden sonra başka meyitler rika’da mevtâyı defne bedel bir fırında ihrak olunması [yakılma
defnedilir. Sâlisen [üçüncü olarak] dâimî mezarlardır ki bunların sı] usulünü icad eylemişlerdi. Bu usul muahharen Avrupa’ya
arazisi müebbeden iştirâ olunarak [temelli satın alınarak] ya bir dahi sirayet etmekle evvelâ Berlin’de ve sonra Paris’te Père Lac
adamın mezarı olur veyahut o adamın efrâd-ı âilesine mahsus haise mezaristanı derûnunda “simens” [Siemens?] usulüne tatbi
bir mezaristan teşkil eder. Mezarlıkların etrafı duvarla muhât kan bir mahrık-ı ecsâd inşâ olunmuştur.
olup dâimî bekçileri vardır. Sabahları alafranga saat yedide açı Père Lachaise’deki mahrık-ı ecsâd 1889 senesi evâilinde
larak akşamları kapanır. Evkât-ı muayyene hâricinde mezarlığa [evvellerinde, yani, başlarında] küşâd edilerek [açılarak] derûnun
gitmek memnûdur. Mezarlar sûret-i dâimede olarak bekçilerin da emvâtın ihrâkına [ölülerin yakılmasına] başlanmıştır. Mahrık
taht-ı tefriş ve nezâretindedir. 25 metre tûlünde [uzunluğunda] ve 150 metre arzında [genişli
Paris’teki mezaristanların en meşhuru “Père Lachaise” ğinde] bir bina olup iki cesîm bacası vardır. Derûnunda ihrâk-ı
mezaristanıdır ki vaktiyle On Dördüncü Louis’nin duâgûsu emvâta mahsus iki fırın mevcuttur ki birinde ecsâd-ı nisâ [kadın
140 141
cesetleri] diğerinde ecsâd-ı ricâl [erkek cesetleri] ihrak edilir.
Emvât bu fırınlarda ihrâk olunduktan [yakıldıktan] sonra müte
veffâ [ölen kişi] hâl-i hayâtında vasiyet eylemiş ise remâdı [külle
ri] ailesine teslim olunur ki meyyitin [ölünün] remâdından müte
veffânın küçük kıtada bir heykeli vücûda getirilerek hıfzolunur
imiş.
Crématoire’da ihrâk edilen bir meyyit için dört yüz frank
ücret ahzolunur. 25.
Paris’te Père Lachaise’den sonra Montmartre mezaristanı
dahi şâyân-ı zikr ve ziyârettir [sözünü etmeye ve ziyarete değer]. Mektepler ve Maârif-i Umûmiye
142 143
Boutmy [Emile Boutmy] gibi meşâhir-i ulemâ ve hükemâsı tara
fından tesis olunarak şimdiye kadar pek çok meşâhir [ünlü kişi
ler] yetiştirmiştir.1
École Polytèchnique ile Saint-Cyr mekâtib-i askeriyenin en
mümtâzı ve Fransa’nın bihakkın medâr-ı iftihârıdır.
Bonapart Sokağı’nda kâin Sanâyi-i Nefîse Mektebi dahi en
mükemmel mekteplerdendir.
Fransa maârif-i umûmiye husûsunca memâlik–i mütemed
dinenin cümlesine fâiktir [uygar ülkelerin hepsinin üstündedir].
Maahazâ [gene de] Fransa’da maârif suret-i umûmiyede taâm
müm etmiş [genelleşmiş] sayılamaz. Vâkıâ [gerçi] Paris’te ara
bacılar meyânında bile Mekteb-i Hukuk’tan mezun adamlar
var imiş. Fakat böyle bir iki şâz [kural dışı, istisna] umûmiyet
26.
teşkil edemez. Paris istisnâ olunur ise Fransa’da hatta bütün
Avrupa’da avamdan değil hatta havas arasında [halktan değil
Mösyö Blowitch’le Bir Mülâkât1
hatta okumuşlar, seçkinler arasında] bile öyle adamlar gördüm ki
büyük bir cehalet ve fıkdân-ı ma’lûmata müstağrak idiler [bilgi
noksanına, bilgisizliğe batmış idiler]. Hele Şark ve Şark’a müteallik
mesâilde ki [meselelerde, sorunlarda, konularda] en meşhur adam
lar meyânında bile daha memleketimizin ahvâl-i coğrafîsine
Seyâhatnâme-i âcizânemin Paris’e ait olan kısmına hitam
bile vâkıf olmayanlara tesadüf eyledim. Hâsılı, Avrupa henüz
[son] vermezden evvel Paris’te bulunduğum sırada Mösyö
Şark’ın câhili olup Türkleri dahi hiç tanımamışlardır.
[Monsieur] Blowitch’le vuku bulan mülâkat-ı âcizânemden bah
sedeceğim.
Mösyö Le Docteur de Blowitch, meşhur Times gazetesinin
Paris’te muhabirliğini îfâ eden bir siyâsî-i şehîr [meşhur, ünlü bir
politikacı] ve ruşenzamîr bir pîrdir [içi ışıklı, yani, aydın bir yaş
lı kişidir] ki Avrupa devletlerinin bütçesinden bahsettiği sırada
kendi bütçesini dahi Belçika devletinin bütçesi hizasında olmak
üzere irâe eden [gösteren] bu İngiliz gazetesinin Paris muhabi
ri ve Parislilerin tâbirince sefîri olan bu zat-ı âlî-kadre [yüksek
değerli kişiye] rüfeka-i sâbıkasından [eski arkadaşlarından] olup
elyevm [bugün] hizmet-i Saltanat-ı Seniyye’de [devletin hizmetin
de] bulunan muhibb-i sâdıkım [sadık dostum, ahbabım] Hâriciye
Nezâret-i Celîlesi Umûr-ı Hukûkiyye-i Muhtelite [Ulu, Yüksek,
1 Bu bölüm çok eski sözcük ve deyimlerle kaleme alınmış. Burada sözcük sözcük
çevirisi yerine amaçlanan kavramlar yeğlenmiştir. Ayrıca, Blowitch’in II. Abdül
1 Okul 1794’te kuruldu. Adı geçenler hep XIX. yüzyıl bilim teknik ve politik kişiler
hamit hakkındaki çok övücü sözlerinin içtenliğinden kuşkulanmamak mümkün
dir.
144 145
Dışişleri Bakanlığı Karma Hukukî İşler] Müdür Muavini saâdetli beşûş [güler yüzlü], sevimli, nazik, mültefit [iltifat eden] bir zat
Vâyis Efendi hazretleri tarafından sûret-i mahsûsada [özel ola idi ki beyaz favorileri beşûş simasına başka bir letâfet bahşeyli
rak] tavsiye edilmiş idim. yor ve minimini gözlerinin parlaklığı ise mâlik olduğu zekâ-yı
Paris’ten yevm-i infikâkim [ayrılış günüm] olan Teşrinîev hârikulâdeye delâlet ediyordu.
vel-i efrencînin on dördüncü Cuma günü alessabah Boulevard Müşârünileyh elimden tutarak odanın yegâne [tek] olan pen
Capucine’de vâki Times muhâbirliği dairesine azîmet ederek ceresi önüne kadar beni götürüp kendi koltuğunun önüne çekti
hâmil olduğum tavsiyenâmeyi bi’l-ibraz [göstererek] Mösyö ği bir koltuğu irâe ile [göstererek] oturmaklığımızı emreyledi.
Blowitch’le mülâkât talebinde bulundum. Daire, Times gibi Müşârünileyh evvelâ Vâyis Bey’in hal ve hatırıyla maîşet ve
meşhûr-ı âlem olan bir gazetenin ehemmiyet ve şanıyle müte mevki-i hâzırını sual etmekle cevaben müşârünileyh hazretleri
nasip olup bizi istikbal eden [karşılayan] zat, Mösyö Blowitch’in nin Saltanat-ı Seniyyeye mesbuk [yüce Devlet’te geçen] bunca hıde
elyevm şeyhûhet-i sinni [ilerlemiş yaşı, ihtiyarlığı] münâsebetiyle mât-ı sâdıkası [sadık hizmetleri] nezd-i mekârim ve kadd-i Haz
idârehâneye gelmeyip hânesinde îfâ-yı vazife etmekte olduğu ret-i Pâdişâhîde karîn-i takdir-i âlî buyurularak [Padişah katında
nu söyledi. Maahazâ talebimizi telefonla derhal müşârünileyhe yüksek takdirlere ve cömertliklere mazhar olarak] mükâfaten elyevm
ihbar ile [haber vererek] kabul olunup olunmayacağımızı istifsâr müstevfi [yeterli] maaşlara nâil olmuş ve ricâl-i Osmâniye [Osman
etti [sordu]. Beş dakika sonra aldığı cevap üzerine Mösyö Blo lı yüksek mevkilerinde bulunanlar] sırasına geçerek sâye-i Şâhânede
witch’in bizi kemâl-i memnuniyet ve iftihar ile kabûle âmâde Devletimizin en büyük nişanlarını ihraz eylemiş [kazanmış] oldu
bulunduğu [hazır olduğu] cevabını getirdi ki bunun üzerine ğunu söyledim. Mösyö Blowitch tütün mübtelâsı [düşkünü] oldu
muhâbirlik dairesi önünde alıkoymuş olduğumuz arabaya râki ğundan içmekte olduğu sigar ve sigaretlerden önüme bir yığın
ben [binerek] müşarünileyhin mukîm bulunduğu [oturduğu, ikâ bırakmış idi. İçinden bir tanesini alıp yaktım.
met ettiği] “Groset” [?] Sokağı’na azîmet eyledik. O sırada bahis ve mükâleme vâdî-i siyâsiyâta intikal ettiğin
Kapıcıya isim ve şöhretimizi beyan ederek evvelce merkû den [konuşma siyasete kaydığından] müşârünileyh Zât-ı Şevket
mun [adı geçenin] ahzetmiş [almış] olduğu [ciltlemede yarısı kay simât Hazret-i Hilâfetpenâhînin [Padişah ve Halife’nin] evsâf-ı
bolmuş bir sözcük okunamadı] mûcibince kemâl-i hürmet ve nezâ âliye ve cemîleleriyle müzeyyen lisan ederek [yüksek ve güzel
ketle açmış olduğu asansöre dâhil olduk. Asansörle üst kata nitelikleriyle süslü sözler ederek] sâye-i seniyye-i hazret-i tacdârî
suhut ettiğimizde [çıktığımızda] bizi bir hizmetçi kadın istikbal de [tümü: Padişah sayesinde] Hükûmet-i Seniyye ve Devlet-i Aliy
etti [karşıladı] ve önümüze düşerek sâhib-i beytin [ev sahibinin] yenin [yüce hükümetin ve ulu Osmanlı Devleti’nin] vâdî-i terakki
dârülmesâîsine [çalışma odasına] götürdü ki orada vürûdumu yatta [gelişme yolunda] haylıca mesafe kat etmiş ve Zât-ı Akdes-i
za muntazır olan [gelişimizi bekleyen] müşârünileyh Docteur Mülûkânenin cülûs-ı Hümâyunlarından beri [kutsal hükümda
kemâl-i beşâşet ve fart-ı nezâket ve hürmetle [güler yüz ve büyük rın, yani padişahın tahta çıkmasından bu yana] zuhûr eden bunca
nezaket ve saygı ile] kapıya kadar istikbâlimize şitâban olmuş idi mesâil ve müşkilât-ı siyâsiyeyi [bunca politik sorunlarla zorlukla
[bizi karşılamaya koşmuştu]. rı] muhayyirü’l-ukûl ve kıyâset ibrâzıyle [duru görüşlülük ve uya
Dâhil olduğumuz odanın mefruşatı pek sade ve İngiliz usu nıklılık göstererek] hall ve tesviyeye muvaffak olduklarını söyle
lünde üzerlerine maroken geçirilmiş birkaç muhtelif şekilde kol di ve şu sözleri dahi ilave eyledi
tuk ve sandalyeden ibaret olup sol cihette duvara mültasık [biti — Vaktiyle İstanbul’a kadar bir seyahat icra etmiş idim.
şik] cesîm bir yazıhane mevcut ve duvara dahi birtakım fotoğra Pâyitaht-ı Saltanât-ı Seniyyelerinde [İstanbul’da] bulunduğum
filer muallak idi [asılmıştı]. dan haberdar olan Zat-ı Şevketsimât Hazret-i Pâdîşahî beni lüt
Mösyö Blowitch kısa boylu, mülahham [şişman], açık alınlı, fen Mâbeyn-i Hümâyûn-ı Mülûkânelerine [saraydaki özel dairesi
146 147
ne] davet ve huzûr-ı Hümâyunlarına kabul buyurdular. Birçok
iltifat-ı cihan derecât-ı tâcdârîlerine [?] mazhar eyledikten sonra
[Padişah bana pek çok iltifat eyledikten sonra] tenezzülen siyâsiyâ
ta dair benimle birçok mübâhasât ve musâhabâtta [görüşme ve
söyleşilerde] bulundular ki o sırada taraf-ı Şâhânelerinden sâdır
olan efkâr ü ârânın [Padişah’ın ileri sürdüğü fikir ve kanıların]
hâlâ hayranıyım. Gâzî Sultan Abdülhamid Hân-ı Sânî Hazret
leri şeref-i mülâkatlarına nâil olduğum hükümdârân-ı izâmın 27.
[büyük hükümdarların] en zeki ve en fatînidirler. Zât-ı Şâhânele
rinde müşâhede eylediğim fetânet [zekilik ve uyanıklılık] ve nezâ Paris’te Garlar
ket beni meftûn ve meshûr eylemiştir [büyülemiştir]. Osmanlılar
ancak böyle bir Pâdîşah-ı âlîcâhın [ulu mertebedeki padişahın]
taht-ı idare-i müşfikane ve pederânesinde bahtiyar olabiliyor
lar.
Ba’dehû Mösyö Blowitch ricâl-i Osmâniye’den [Osmanlı Katarların esnâ-yı hareket ve muvâsalatta [hareket sırasında
yüksek bürokratlarından] ve bâhusus [özellikle] Sadr-ı Esbâk [eski ve varışta] tevakkuf eylediği [durduğu] üzeri kemervâri demir
Sadrazam] Sait Paşa’dan bahsederek İstanbul’da iken mülâkât çubuklar ve camlarla mestûr [kapalı] olan mahâllere “gar” nâmı
eylediği [görüştüğü] zevâtı birer birer sual eyledi. Beyanat-ı vâkı verilmiştir. Paris gibi en ziyâde ziyaretgâh-ı ecânip olan [yaban
asına karşı münasip cevaplar îtâ ederek [vererek] müsaadelerini cıların uğrak yeri olan] bir beldenin garları bittabi dünyanın en
istirham ettim. O esnada ayağa kalkıp İstanbul’a ne vakit avdet güzel garlarından ma’dûddur [sayılır].
edeceğimi sordu. Ben, bugün, cevabını verdim. Mülâkât-ı vâkı Paris’te Şimal Garı, Cenup Garı, Gare de Saint-Lazare1 gibi
adan [bu görüşmeden] son derece memnun ve müteşekkir kaldı müteaddid garlar vardır ki bunlar meyânında “Gar-ı Şimâlî”
ğını beyan ile beni birçok iltifatlara daha müstağrak eyledi [boğ hakikaten güzeldir. Üçüncü Napoléon’un devr-i hükûmetinde
du] ve o sırada henüz genç ve nevresîde [yeni yetişmiş] olan mah inşâsına başlanarak 1864’te ikmal edilmiş ve beş milyon frank
dûmunu [oğlunu] oraya çağırarak bana takdîme-i delâlet gibi yani 250 bin Fransız altunu ile vücuda gelmiştir.
bir lütuf ve nevâziş [gönülalma] daha izhar eyledi ki râsime-i Letâfet ve cesâmetçe Gare Saint-Lazare dahi Şimal
vedâı ba’de’l-îfa [ayrılış merasimini yerine getirdikten sonra] müşâ Garı’ndan aşağı kalmaz. Bâhusus [özellikle] cesâmetçe Fransa
rünileyhin nezdinden infikâkim hengâmında [ayrılışım sırasın dâhilinde bulunan garların cümlesine fâiktir.
da] gerek kendisinin ve gerek mahdûmunun ikametgâhlarının İnsan gece vakti bu garların birine dâhil oldukta kendisi
kapısına kadar merâsim-i teşyîi [uğurlama merasimi] îfâ suretiyle ni başka bir âlemde kıyas eyler [benzetir, yani, sanır]. Elektrik
hakkımda ibraz eyledikleri nezâket ve iltifâta karşı birçok teşek fânusları gözleri kamaştırır. Eşya ve insan arabaları bir hattan
kürler arz etmiş ve yukarı çıktığım asansörle aşağıya inip kal öbür hatta elektrik vasıtasıyla naklolunur. Müteaddid hatlar
bim bu muhterem ihtiyara karşı bir hiss-i hürmet ve muhabbet üzerinde kimi harekete müheyyâ [hazır] ve kimi henüz muvâ
ile meşûn [dolu] olduğu halde “Groset” [?] Sokağı’ndan infikâk salat eylemiş müteaddid trenler görülür. Her hattın kenarında
etmiş idim [ayrılmıştım]. Fî 2 Teşrînievvel 314 ve 14 Teşrînievvel ki rıhtımda trenin nokta-i azîmetini irâe eder [gösterir] bir levha
1898, yevm: Cuma. mevcut olup bu sayede bir yolcu şaşırmaksızın bineceği vago
1 Gare du Nord (Kuzey Garı), Gare du Sud (Güney Garı), Saint-Lazare Garı.
148 149
nu bulur. Bu bâbda [konuda] memurlardan istîzâhatta [izahat,
açıklama istemeye] bulunmaya bile lüzum hissedilmez.
Trenlerin vakt-i hareketleri gelince öyle düdük çalmak ve
çan vurulmak gibi işaretler verilmeksizin trenler kemâl-i sühû
let ve sükûnetle hareket ederler. Trenden çıkan yolcular o dere
cede bir sühûlete [kolaylığa] mazhar olurlar ki intizâm-ı muâme
lâtın bu derecesine takdirhân olmamak [beğenmemek, takdir etme
mek] elden gelmez. Dördüncü Fasıl:
Garlar memurlara mahsus müteaddid devâirden [daireler
den] başka yolculara mahsus müteaddid salonları, lokantaları,
Esnâ-yI Avdette
gazinoları, eşya hıfzına mahsus depoları hâvîdir. [DÖNÜŞTE]
Garlardaki eşya depoları yolcular için pek nâfi bir tesistir
[çok yararlı yerlerdir]. Mesela bir yolcu eşyasını cüzî bir ücret
mukabilinde depoya tevdi ederek bir makbuz senedi aldıktan Paris’ten Viyana’ya Kadar: Yataklı ve Lokantalı Vagonlar —
sonra derûnunda en ziyâde zîkıymet bir eşya bile olsa yine Viyana’da Yirmi Dört Saat — Viyana’dan İstanbul’a:
sandıklarını orada senelerce kemâl-i emniyetle bırakabilir. En Orient Express
ehemmiyetsiz bir şey bile zayi olmaz.
Kitap ve gazete füruhtuna mahsus [satışına ayrılmış] küçük
küçük zarif barakalar garların dâhil ve hâricindeki rıhtımları
tezyin eder [süsler]. Burada gazete, kitap, kartpostal gibi şeyler
satılır ki bâyialar [bayan satıcılar] hep kadınlardır.
Garlarda trenlerin vakt-i hareketlerinden akdem [önce] bazı
kadınlar ellerinde yastık ve yorgan gibi şeyler olduğu halde
dolaşarak arzu edenlere cüzî bir ücret mukabilinde istikrâ eder
ler [kira ile verirler].
Hâsılı garlar her türlü medh ve sitâyişe [övgüye] layık bir
tesis-i nevîn-i medeniyettir [yeni bir uygarlık tesisidir].
150 151
1.
152 153
dahi derûnundaki yataklarda mükemmelen istirahati müstel kitap vardır ki bu kitap seyyâhîne [seyahat edenlere, yolculara]
zimdir [gerektirir, sağlar]. nâfi [yararlı] olacak her türlü ma’lûmatı câmîdir [içerir].
Vagonun iki başındaki nerdübanlardan [merdivenlerden] Seyâhat-i âcizânem esnâsında elime geçen şeylerden bir
çıkılınca müşâhede olunan kapı arabanın dış kapılarıdır. Bun küçük koleksiyon vücûda getirmek arzusunda olduğumdan
dan başka içerde bir kapı daha vardır ki iç ve dış kapılarının memurlardan müsâade istihsâl ederek bu kitabı yadigâr maka
arasında bir metre murabbâında [bir metrekarelik] bir aralık mev mında [bir anı olarak] nezdimde hıfz [yanımda, kendimde sakla
cuddur. Bu iç kapı açılınca arabanın yan cihetinde tûlânî bir dım] ve mezkûr koleksiyona ilave eyledim.
koridora girilir. Koridorun bir tarafında vagonun pencereleri
ve diğer cihetinde dahi yolculara mahsus kompartimanlar var ***
dır. Bu kompartimanlar karşılıklı iki kanapeyi ve kenarda bir
küçük masayı muhtevidir ki akşamları bu kanapeler yumuşak Yataklı vagonların cümle-i muhassenâtından [bütün güzel
kıl imlâsıyla [doldurularak] yapılmış güzel bir yatağa tahavvül liklerinden] biri de abdesthânelerdir [apteshane, tuvalet]. Her
eder [dönüşür]. Yolcular kesîr [çok, kalabalık] olduğu halde [oldu vagonda biri ricâl ve diğeri nisâya [biri erkeklere ve diğeri kadın
ğunda] yataklara tahvil olunan bu kanapelerin yastıklık eden lara] mahsus olmak üzere iki abdesthâne vardır ki def-i hâcete
kısmı dahi kaldırılarak kırmızı kadife ile mestûr [kaplı] kalın [büyük aptest etmeye] mahsus bir sandâli-i sâbitten [sabit bir san
iplerle iki taraflı çengellere raptedilir ve üstte vapurlarda oldu dalyeden] ma’dâ biri sıcak ve diğeri soğuk su akıtır iki musluk
ğu gibi iki asma yatak daha yapılır ki şu suretle bir komparti ile içi çini kaplı ve ortası mâ-i müstameli [kullanılmış suyu] def’e
manda ferah ferah dört yolcu barınabilir. Paris’ten Viyana’ya mahsus kapaklı bir deliği hâvî sabit bir leğeni [lavaboyu] ve yan
kadar olan seyâhatim esnasında bir üçüncü yatak daha teşkili tarafında bir âyîne [ayna] ve asılı bir peşkir [havlu] ve sabunu ve
ne yalnız bir gece ihtiyaç messetmiş idi [gerekmişti]. fırça ve tarak ve sâir âlât ve edevât-ı mahsûsa-i meşâteti [süslen
Bu kompartimanların mefrûşâtı cidden mükemmeldir. meye mahsus tuvalet takımını] muhtevidir.
Kanapeler ipekle mensûc [dokunmuş] kavî [sağlam, dayanıklı] Taâm [yemek] salonlarına gelince, bunlar küçük masalarla
kumaşlardan yapılmış ve tavanlarla duvarlar dahi nukûş-ı zer etrafta ikişer dörder iskemleleri hâvî olup derûnunda yolcular
rîn ile tezyin edilmiştir [altın nakışlarla süslenmiştir]. Mevsimine taâm ettikten sonra kahve, bira ve sâir müskirât [alkollü içkiler]
göre vagonun derûnu istim borularla [buharlı borularla] teshin ve her nevi meşrûbât [alkolsüz içecekler] ile dahi telziz-i dimağ
edildiği [ısıtıldığı] gibi soğuğun nüfuz edememesi [dışarıdan içe ederler [burada, başlarından düşünceleri atarlar, kafa dinlendirirler,
riye girememesi] için pencere camlarının çarçiveleri [çerçeveleri] denilmek isteniyor].
bile iki tarafla lastik arasına alınmış olduğundan soğuğun hariç Hâsılı, târîfât-ı vâkıadan [yapılan açıklamalardan] anlaşılaca
te tahtessıfır [sıfırın altında] on sekiz-yirmi derece hükümfermâ ğı üzere yataklı ve lokantalı vagonlar âdetâ seyyar bir otel hâlin
olduğu [hüküm sürdüğü] bir zamanda bu vagonlar derûnunda dedir.
insan ince bir ceketle oturup kalkabiliyor. Koridordaki pence
relerden sabit bulunanların önündeki tahta indirildikte güzel ***
bir iskemle haline münkalib olur [dönüşür] ve üzerine oturup
da etrafı seyreden bir yolcu kalkar kalkmaz iskemle gayet kavî Paris’ten Teşrînievvel-i rûmînin ikisine müsâdif olan [rastla
[kuvvetli] bir yay ile müteharrik olduğundan o da kendi kendi yan] Teşrînievvel-i efrencînin on dördüncü Cuma günü akşamı
ne eski vaziyetini ahzeder [alır]. yânî Cumartesi gecesi alafranga saat sekiz buçukta hareket eyle
Her kompartimandaki masanın üzerinde resimli zarif bir dik. Daha gardan çıkar çıkmaz vagonun memuru vürût ederek
154 155
[gelerek] biletlerimizi muayeneden sonra yataklarımızı ihzâr ve Mösyö Tarhan kompartimana girer girmez alelacele sandık
tehiye etti [hazırladı]. Yolcular o kadar kesîr olmayıp “Madame larını eşyalarını yerleştirdi. Ba’dehû [bundan sonra] karşı karşı
La Duchesse” unvân-ı muhteşemiyle muhâtaba-i ihtirâm olan ya geçerek arîz ü amîk [genişliğine ve derinliğine, yani, enine boyu
[görkemli bir adla saygıya muhatap olan] kırk beş yaşında bir kadın na, etraflıca] bir söyleşiye koyulduk ki mumâileyh İstanbul’dan
ile rüfekâsı [arkadaşları] bir iki kompartimanı işgal eylemişlerdi. müfârakati [ayrılışı] tarihinden beri sûret-i güzerân-ı ömründen
Bulunduğum kompartimana dahi kibardan bir zat olduğu hal [yaşamının geçişi şeklinden] bahseyliyordu. Mecrâ-yı müsâhabe
ve kıyafetiyle nezdindeki malzeme-i seyâhatin nefâsetinden [konuşmanın yönü] bir aralık vâdî-i siyâsiyâta intikal eylediğin
[yanındaki seyahat eşyasının güzelliğinden] anlaşılan bir zat vürûd den bu zatın memleketimize muhib [dost] ve hayırhâh [iyilik
etmiş [gelmiş] idi. Gecenin zulmet-i müdhişesi içinde [korkutu dileyen] olduğu serdeylediği [ileri sürdüğü] bazı efkâr ve ârânın
cu karanlığında] seyyâle-i berkıye [şimşek akımı] süratiyle kat’ı [fikir ve kanıların] isâbetinden münfehim olmakta [anlaşılmakta]
merâhil etmekte [yol almakta] idik. Pencerelere bakarken arası idi. Bu sene iki defa Londra’ya azîmet etmiş, gûyâ tâtil zamanla
ra ân-ı vâhidde [bir anda] nazarıma isâbet eden ve yine o anda rını böyle seyahatlerle imrâr eyler imiş [geçirirmiş]. Kendisi böy
gâib olan ziyalardan başka hariçte bir şey görebilmek mümkün le rivâyet ediyordu. Fakat, memuriyet-i mahsûsa-i siyâsiye [özel
olmadığından soyunup yatağıma girdim. siyasi görev] ile Londra’ya azîmet ettiğini bilâhare Viyana’da
dahi birlikte bulunduğumuz sırada anlayabildim.
***
***
Ertesi Cumartesi günü muvâsalat ettiğimiz İsviçre’nin Bâle
[Basel] şehrine kadar şâyân-ı kayd [kayda değer] bir şey olmadı. Tren Zurich’te tevakkuf ettiğinden dışarı çıktık. Harekete
Yalnız tren Bâle’de tevakkuf eylediği sırada bizim kibardan kadar bir çeyrek saat kadar vaktimiz vardı. Bu zaman-ı kasîri
olan refîkimiz vagondan inerek bizi kompartimanda münferid [bu kısa zamanı] gar cıvarındaki şâyân-ı temâşâ mahâlleri seyir
[tek] bırakmış idi. Fakat biraz sonra Bâle’den trene haylıca yol ile geçirdim.
cular vürûd etmekle vagon doldu. Memleket cidden şâyân-ı tetkik ve temâşâ idi. Gardan şeh
Vürûd eden yolcular meyânında beyaz bıyıklı, şişman, rin derûnuna uzanan caddeyi pek ziyâde beğendim. Seyâhât
sevimli bir zat bulunduğum kompartimanın kapısına gelerek koleksiyonuma ithal edilmek üzere şehrin menâzırını gösteren
yüzüme dikkatli dikkatli bakmaya başlamış idi. Meğer bu zat kartpostallardan bir haylı iştirâ ederek [satın alarak] tekrar gara
Dersaâdet’teki [İstanbul’daki] Sırbistan Sefâreti’nin Baştercüman avdetle vagonumuza girdim ki bir dakika sonra tren dahi hare
lığında müstahdem iken muahharen Belgrad’a avdet eden ve ket eyledi.
elyevm orada Sırbistan Reîsü’l-Vükelâsı [Bakanlar Kurulu Başkanı,
yani, Başbakan] Mösyö Georgowitch’in kitâbet-i husûsiyesi [özel ***
sekreterliği] hizmetinde bulunan Mösyö Tarhan [?] imiş. Uzaktan
uzağa başımdaki fesi görerek yanıma koşmuş. İstanbul’da iken İsviçre’yi baştan başa kat eden şu tren derûnunda velev
Mösyö Tarhan beyaz ve uzun sakalı ve pîrâne [yaşlılara yakışır] panorama gibi olsun etrafı seyretmek kadar lâtîf ve zevkli bir
tavır ve vekarıyla dâimâ nazar-ı dikkatimi celbeylerdi. Fakat tren eğlence olamaz. Bu iklimin tabiatin bilcümle bedâyiini câmî
de kendisini gördüğüm zaman birdenbire tanıyamamış olmaklı olduğunu [tabiatın bütün güzelliklerini içerdiğini] zaten biliyor
ğıma başlıca sebep İstanbul’da sadrına [göğsüne] kadar uzanan dum. Fakat Zurich’ten sonra demiryolunun güzergâhındaki
sakalından burada eser bulunmaması idi. [elyazması metinde burada bir ya da birkaç sözcük eksik] o vakte
156 157
kadar tahayyül bile etmemiş idim. Buzlu ve karlı dağ tepeleri, merakı olur. Allah aşkına siz kimsiniz? Türkçeyi nerede ve ne
zümrüdîn vâdîler; her an bir başka renk ahzeden [alan] râkid münasebetle öğrendiniz? dedim. Kadıncağız pek ziyâde şûhâ
[durgun] göller, berrak ve saf ırmaklar ile bu iklîm hasılı bir teş ne ve şivekârâne [serbest ve tatlı] bir tavır ve tebessüm ile:
hirgâh-ı bedâyi ıtlak olunmaya şâyân [bir güzellikler sergisi denil — Ben Türklerin yabancısı değilim. Hem artık ben de bir
meye lâyık] idi. Türk addolunurum. Bâle’dan beri (eliyle Mösyö Tarhan’ı işa
retle) bu Efendi ile Türkçe görüşmekte olduğunuzu işitmekte
*** olduğumdan vagonumuzda bulunan Türk’ün hüviyetini anla
mak merakı bende de hâsıl olmuş idi. Hatta biraz evvel Efen
Bir aralık koridorda cereyan etmekte olan Türkçe bir mükâ di’den sizi soruyordum, demesi üzerine Mösyö Tarhan derhal
leme vâsıl-ı sem’-i dikkatim oldu [kulağıma erişti, duydum]. Avru kadınlara ve bâhusus [özellikle] karşımızda bulunan ilâhetü’l-
pa’nın göbeğinde seyyâle-i berkiye süratiyle [şimşek akımı hızıy cemal ıtlâkına [güzellik ilâhesi denilmeye] şâyân olan kadınlara
la] gitmekte olan bir tren derûnunda benimle refîkimden başka karşı şebâbet-i kalbiyesini el’an muhafaza eyleyen [kalbinin genç
lisân-ı maderzâtımla mütekellim [anadilimle konuşan] bir üçün liğini hâlâ saklayan] bu sâldîde [yaşlı] arkadaşım bir çok cümel ve
cünün vücûduna [var olmasına] nasıl ihtimal verebilirim. Galat-ı kelimât-ı sitâyişkârâne [övücü cümleler ve sözcükler] ile beni bu
hisse dûçâr olduğum zannıyla [duyuşta aldanışa düştüğüm sanı bânû-yi dilârâya [gönül okşayan kadına] takdime delalet [aracılık]
sıyla] mükâleme-i vâkıaya tekrar kulak verdim. Hayır, Türkçe etti ki meğer bu kadın Ahmet Mithat Efendi’nin Stockholm’e
konuşuyorlardı. Vâkıâ konuşanlardan biri bizim Mösyö Tar kadar vuku bulan seyâhat-i mâlûmelerine dair tahrir ve neşrey
han ama, öbürü kim? Sakın bir vatandaş olmasın. Gelen sesleri lemiş oldukları cevelânın1 tarih-i neşrinden beri nâm-ı muhtere
biraz daha dikkatle dinlemeye başladım. Refîkimin konuştuğu mi biddefeât sahâyif-i matbuât-ı Osmâniye’de [Osmanlı basın
bir kadın hem Türkçeyi gayet lâtîf bir şive ve kemâl-i fasâhat sayfalarında] görülmüş olan ve o tarihten beri memleketimizde
ile söylüyor [düzgün ve doğru olarak konuşuyor]. Bu kadının şîve- dahi iktisâb-ı ma’rûfiyet etmiş [tanınmış] bulunan Rusyalı “Kon
i tekellümü [konuşma şivesi, biçimi] Çerkes şîvesini andırıyordu. tes Lebedef” [doğrusu: Lebedeva] yânî Gülnar Hanımefendi’nin
Derhal bulunduğum kompartimandan koridora fırladım. İttisâ kerîmesi [kızı] imiş. Müşârünileyhâ bir aralık Dersaâdet’e dahi
limizdeki [bitişiğimizdeki] hücrenin [kompartimanın] kapısı önün gelerek ekser küberâ-yi Osmâniye’nin [Osmanlı büyüklerinin]
de Mösyö Tarhan’ın yirmi dört yirmi beş yaşında sarışın, dilber, şeref-i muârefesine [tanışma onuruna] nâil olmuş ve hatta memu
şuh bir kadınla Türkçe konuştuğunu görmeyeyim mi? Kadının rîn-i Osmâniye’den bir zat ile teehhül ederek [evlenerek] Osman
sîmâ-yı latîfiyle şîve-i tekellümü tıpkı bir Çerkes dilberini andı lı tâbiiyetini bile iktisâb eylemiş idi. Gülnarzâdeye akrabasından
rıyor. Artık tahammül edemedim. Derhal yanlarına sokularak olduğunu söylediği İtalyan ile nurtopu gibi bir çocuk ve bir de
refîkimin dilber muhâtabasına [hitap ettiği güzel kadına] Türkçe besleme [çocukken alınıp büyütülen kız] refakat etmekte olup bun
olarak: — Madam, afv-ı âlînizi temennî ederim. Ser-i iftihârımı lar mevsim-i sayfı [yaz mevsimini] İtalya ve İsviçre cihetlerinde
tezyin eden nişâne-i millîyemden [övünçlü başımı süsleyen ulusal imrâr etmişler [geçirmişler] ve şimdi Viyana tarîkiyle memleketi
alâmetten, yani, fesimden demek istiyor] bir Türk olduğumu bitta ne avdet etmek üzere Bâle’den trene râkib olmuşlar imiş [binmiş
bi anlamışsınızdır. Refîkim ile yarım saatten beri Türkçe hem lermiş].
gâyet fasîh ve latîf bir surette Türkçe konuşmakta olduğunuzu Gülnar Hanım; İstanbul’da birçok ricâl-i Osmaniye ve bazı
işitiyorum. Avrupa’nın oportasında sizin gibi dilber bir kadı muhterem ailelerin esâmîsini [adlarını] yad ederek bunlara dair
nın lisânımızla mütekellim bulunması [konuşması] benim gibi
1 Avrupa’da Bir Cevelan (İstanbul, 1889-90). Ayrıca bkz. Carter V. Findley, Ahmed
bu iklîmin büsbütün yabancısı olan bir Türk’ün elbette mûcib-i Midhat Efendi Avrupa’da, Çev. Ayşen Anadol (İstanbul, 1999).
158 159
benden ahz-ı ma’lûmâta [bilgiler almaya] hâhişger [istekli] bulun olunuyordu. Hâneler âdetâ tavuk kümesi kadar küçük ve insan
duğundan bahseylediği zevât-ı kirâm hakkında münasip cevap karıncadan bile ufak görünüyor. Bu hevlnâk ve mahûf [iki söz
lar îtâsıyle husûl-i memnuniyetine sây eyledim [memnun olması cük de “korkunç” anlamına gelir] hat iki saatten ziyâde imtidâd
na çalıştım]. eyledi [uzadı, sürdü]. Kâh zümrüdîn vâdîler içinden ve kâh lâtîf
Fakat teessüf olunur ki Viyana’ya kadar devam eden refaka ormanlar arasında bir sürat-i müdhişe ile geçmeye başladık.
timiz hengâmında bizde nâkâbil-i ferâmuş [unutulmaz] birçok Tirol havalisini geçer iken en ziyâde nazar-ı dikkatimi cel
hâtırat bırakmış olan sohbet-i zarîfânesi bir kere daha tekerrür beden şey sekene-i mahâllîyenin [çevrede oturanların] taassûb ve
etmedi. Hatta Mösyö Tarhan tecdid-i ülfet ve musâhabet [dostlu dindarlığına delâlet eden bazı âsâr ve müessesât-ı dinîye [dinsel
ğu ve söyleşileri yenilemek] maksadıyla taâm esnasında filân Gül yapıtlar ve kurumlar, yani, kiliseler vb.] idi. Müteaddid kiliseler
narzâde’nin minimini çocuğuna lüzumundan ziyâde nevâzişler den mâdâ dağ tepelerinde, yol kenarlarında, ormanlar içerisin
[okşamalar, tatlı sözler] izhâr ve ibrâz eylediği [gösterdiği] halde de merkûz olan sâlibler [dikilmiş putlar] ve sıfat-ı İsâ’nın tesâvir
bile bir türlü nâil olamadı ki bu adem-i ülfet ve ünsiyette [yakın ve heyâkili [İsa’nın resim ve heykelleri] gündüzleri bile açıkta, yol
lık ve sokulganlık yoksunluğunda] Gülnarzâde’ye refakat eden ortalarında, sâliblerin önünde yanan kandiller, mumlar Tirol
mâhut [bahsi geçen] İtalyanın dahl ü tesiri [karışma ve etkisi] olsa ahâlîsinin ne derecede müteassıb ve dindar adamlar olduğunu
gerektir. Hâsılı şurada burada müsâdif olduğumuz zaman lâtîf irâe etmekte idi [göstermekteydi].
bir tebessümüne, hafif bir baş selâmına mazhariyetle iktifâ ettik Güneşin gurûbu esnasında henüz Tirol’ü tamamen geç
[nail olmakla yetindik]. memiş idik. Fakat ortalığı istîlâ eden zulmet [kaplayan karanlık]
hârici temâşâya imkân bırakmadığından taâm eder etmez soyu
*** nup hâbgâhıma [uyku yerime, yani, yatağıma] girdim.
O gece mütemadiyen uyumuşum. Ertesi Pazar sabahı göz
Illiowitch [?] kasabasında tevakkuf eden tren artık Avustur lerimi açtığım vakit Viyana’ya takarrüb etmekte [yaklaşmakta]
ya ve Macaristan toprağına dâhil olmuş bulunduğundan vagon olduğumuzu söylediler. Artık mütemadiyen fabrikalar müşâhe
derûnunda hafif bir gümrük muayenesine dûçâr olduk [tutul de olunmaya başlamış idi.
duk]. Akşama yakın Avusturya’nın meşhur Tirol havâlîsini geç Nihayet sabahleyin saat 8’de (alafranga) Viyana’nın Gar-ı
tik. Tirol menâzır-ı lâtîfe hususunda İsviçre’den aşağı kalmaz Garbî’sine [Batı Garı’na] dâhil olduk.
ve bazı cihetlerce belki de İsviçre’ye fâiktir [üstündür].
Tren Tirol’ü geçer iken süratini haylıdan haylıya tenkis eyle
mişti [azaltmıştı]. Tedrîcen Tirol Dağları’nın tepelerine kadar
yükseldik. Hattın bir ciheti zirve-i cibâl [dağların dorukları] ve
öbür ciheti müdhiş bir uçurum idi. Dağ tepelerinde emrâz-ı sad
rîye [göğüs hastalıkları] müptelâlarına mahsus müteaddid mües
sesât ve emâkin-i sıhhiye [sağlık binaları] görülmekte idi. Verem
illetine mübtelâ olanlar [tutulanlar] buranın saf ve ceyd [temiz]
havasıyla temdîd-i hayata [yaşamı uzatmaya] muvaffak olurlar
imiş.
Diğer cihetteki müdhiş uçurumun alt taraflarında yânî bin
lerce metre aşağıda bazı köyler, karyeler [kasabalar] müşâhede
160 161
rek odaları görmekliğimizi teklif eyledi ise de Mösyö Tarhan:
“Bizim buradaki Elçi bana iâde-i ziyaret edecektir. Ve kendi
siyle bazı husûsâta dair müzakere edeceğiz. Odanın her halde
birinci katta olması şarttır.” dediğinden bir başka otele gitmek
lüzumu hasıl oldu.
Tekrar arabaya binerek “Trieste” oteline geldik. Bereket
versin ki Mösyö Tarhan burada kendisine elverişli ve sefîriyle
2. müzâkereye münâsip bir oda bulabildi ki biz de sokak sokak
otel ve oda aramak külfetinden kurtulduk. Gerçi memur efendi
Viyana’da Yirmi Dört Saat “Birinci kattaki odamız bir tanedir ve o da tek yataklıdır. Arka
daşınız için ikinci katta bir oda vereceğiz,” demiş ve Mösyö Tar
Tarih: 16 Teşrînievvel 1889 ila 17 Teşrînievvel 89 han o sırada yüzüme bakmış ise de benim öyle Sefîr ile falan
Rumi: 4 Teşrînievvel 1889 ila 5 Teşrînievvel 891 müzâkere edecek işim olmadığından alelacele cevâb-ı muvâfa
Pazar’dan Pazartesi’ye kati îtâ eylemiş olduğumdan [çabucak kabul ettiğimi bildirdiğim
den] derhal arabadan eşyalarımızı odalarımıza naklettirdik.
Odalarımıza çıkıp elbiselerimizi tecdid [yenileme, yani, değiş
tirme] ve mehmâemken [mümkün olduğu kadar] bir tuvalet icra
eyledikten sonra Mösyö Tarhan’la birlikte otelden çıkıp bir kah
Viyana’da Mösyö Tarhan’ın pek ziyâde mazhar-ı muâve vehâneye gittik.
neti oldum [yardımını gördüm]. Mumâileyh benim gibi bu belde Viyana’nın ekser sokakları bizim Beyoğlu sokaklarına
nin acemisi olmayıp biddefeât [defalarca, birçok kez] gelip gitmiş müşâbih idi [benziyordu]. Mesela yaya kaldırımları bizim Beyoğ
ve şehri bir Viyanalı kadar tanımış olduğundan böyle bir zatın lu trotuvarları gibi dar olduğu gibi caddeler de bizim Beyoğlu
refâkati benim için bir nimet-i gayrımüterakkıbe [umulmayan, caddelerinden daha vâsî [geniş] değil idi. Nezâfet ve tahârete
beklenmeyen bir nimet] olmuştur. Daha trende iken verdiğimiz [iki sözcüğün anlamı da “temizlik”tir] ise pek ziyâde dikkat ve îti
karar mûcibince her ikimiz Viyana’da bir otele inecek ve trende nâ olunmakla beraber yine sokakların çamuru bizim sokakların
ki refâkati dâhil-i şehre kadar temdid eyleyecek [uzatacak] idik. çamurundan dûn [aşağı] değildi. O esnada bazı yollara “boru
Kendisi “Kaiserhof” Oteli’ne inmeyi tensib eylediğinden Viya lar” ferşedilmekte [döşenmekte] olduğundan açılan cesîm hen
na’nın Gar-ı Garbî’sinden [Batı Garı’ndan] eşyalarımızla maan dekler, çukurlardan çıkan moloz sokakları âdetâ çamur derya
[birlikte] bir arabaya râkiben [binerek] Kaiserhof’a geldik. sına ircâ eylemiş idi [haline sokmuştu]. Kaldırımlar umûmiyetle
Hava yağmurlu idi. Birçok sokakları geçtikten sonra ara kesme paket taşlarıyla imal olunmuş ise de Paris gibi tahta kal
ba cesîm ve mükellef bir ebniyenin [binanın] önünde tevakkuf dırımlı caddeler dahi nadir olmayıp hele “Ringstrasse” ve “Pra
etmekle arabadan inip istikbâlimize [bizi karşılamaya] koşan ter” denilen caddeler Paris bulvarlarına bile gıptaresân olacak
kapıcı ile refâkatindeki memura otelin birinci katında iki yatak [imrendirecek] derecede bir vüs’at ve mükemmeliyeti hâiz idi.
lı bir oda bulunup bulunmadığını sorduk ki memur efendi Viyana’yı vaktiyle ihâta eden [çeviren] duvarları şehrin bil’âha
cevaben birinci kattaki odaların hâlî [boş] olmadığını ve ancak re kesb-i cesâmet etmiş olmasından dolayı hedmolunarak [yıkı
üçüncü katta istediğimiz gibi bir oda bulabileceğimizi söyleye larak] mükemmel ve muntazam bulvarlar vücûda getirilmesidir
1 Yazmada yanlışlıkla “1889” yazılan bu tarihler “1898” olarak düzeltilmelidir..
ki bunların letâfet ve nezâfeti ve etrafındaki ebniyelerin ihtişam
162 163
ve ziyneti hakikaten bâlâter idi [çok yüksek bir düzeydeydi]. Viya sonra oraya Sefâret-i Seniyye İmamı Efendi ile Kapucu Efendi
na’da gördüğüm mükellef ve muhteşem mebânîyi [binaları] dahi vürûd ettiğinden [geldiğinden] bir müddet kendileriyle
Paris’te bile görmedim diyebilirim. mülâkât ettik. Ba’dehû yine Cevat Bey’in delâleti ile odasın
Viyana’yı Avrupa’nın sâir bilâdına [beldelerine, şehirlerine] da bulunan Başkâtip Mazhar Beyefendi’yi ziyaret eyledik ki
nisbetle pek behâlı [pahalı] buldum. Sâir memâlikte [başka mem mumâileyh dahi en kadim [en eski] dostlarımdan biri idi. Sefîr
leketlerde] bir lirayı umûmiyetle yirmi franka taksim ettikleri hal Bey o gün Sefârethâne’de olmadığından Başkâtip Bey’in delâle
de Viyana’da bir lira on florine münkasem [bölünmüş] olduğun ti ile görüşmüş olduğumuz Müsteşar Resmî Beyefendi’nin oda
dan meselâ bir araba ücreti tesviye edecek [ödeyecek] olursanız larında saatlerce musâhabetle imrâr-ı vakteyledik [söyleşi ile
başka memleketlerde bir kurs [biniş] için bir buçuk frank ver vakit geçirdik] ki bu Resmî Bey Sefîr Bey’in akrabasından olup
diğiniz halde Viyana’da bir buçuk florin yânî bir misli ziyâde Sâmi Paşa merhûmun hafîdi [torunu] idi. Hakikaten son dere
para vermiş oluyorsunuz ki bu behâlılık [pahalılık] sâir şeylerde cede nâzik, necîb, mültefit, mütevâzı, muktedir bir genç olup
dahi vardır. Hele sigara ve tütün pek behâlıdır. Bütün Avru vücûduyla iftihâr olunan erbâb-ı asâletten [soylu kişilerden]
pa’da iyi tütün bulmak müşkilce olup bunun başlıca sebebi ise bulunduğundan hakkımızda ibzâl ve izhâr buyurdukları [bol
tütünün idâre-i inhisâriye [Tekel idaresi] altında bulunması imiş. bol söyledikleri] ihtiram ve iltifatla bizi son derecede müteşekkir
Ecnebi mamulatından olan sigaralara gelince bunların ekserisi ve minnettâr bıraktı.
fena ve iyi olanlar ise gayet behâlıdır. Türlü türlü garip isimler Akşama yakın Müsteşar Bey vesâir arkadaşlarla resm-i
ile satılmakta olan bizim Şark tütünlerinden ma’mûl sigaralar vedâı ba’de’l-îfâ geceleyin tekrar Sefârethâne’ye gelerek Sefîr
ise pek ziyâde behâlı olup Viyana’da bunlar tâne ile füruht edil Bey’le mülâkat eylemek üzere Sefârethâne-i Osmânî’den infi
mektedir [satılmaktadır]. kâk eyledim [ayrıldım] ki memurîn-i sefâretin bizzat Müsteşar
Her ne ise mâhut kahvehânede süt ile ekmekten ibaret Beyefendi hazretleri dahi birlikte olduğu halde kapılara kadar
hafif bir kahvaltı ile karnımızı doyurup tâne ile satın aldığımız bizi teşyi eylemiş [uğurlamış] bulunmaları hakikaten son derece
sigaraları tellendirdikten sonra arabaya râkiben [binerek] Sefâret bir eser-i nezâket ve iltifât idi.
hâne-i Osmânî’ye azîmet eyledim. Gerçek, Viyana’da arabacılar Sefârethâne’den çıktıktan sonra Viyana’nın meşhur “Saint-
elsine-i mahâlliyeden [yerel dillerden] başka hiçbir lisana vâkıf Etienne” Kilisesi’ni hâricen bir temaşa ederek Viyana’nın
olmadıklarından Fransızca olarak Sefârethâne-i Osmânî’ye azî “Ringstrasse” tesmiye olunan [denilen] cadde-i ma’rûfunda
met emrini vermiş isem de herif alık alık yüzüme baktığından [tanınmış, ünlü caddesinde] bir müddet dolaştım. Gurûba yakın
bereket versin Mösyö Tarhan imdadıma yetişerek herife ifhâm- otele avdet ettiğim zaman Mösyö Tarhan henüz avdet eyleme
ı merâm eyledi [meramımızı anlattı]. miş idi. Kapıcı Viyana’daki Hıristiyan Sefîri’nin arkadaşımı gör
Sefârethâne-i Osmânî Viyana’nın en muteber bir mevkiin mek üzere otele geldiğini ve fakat kendisini bulamadığından
de kâin olup istîcâr suretiyle [kira ile] tedârik olunmuş imiş. kartdövizitini [carte de visite] bırakarak avdet eylediğini söyledi.
Kapıcıya evvel be evvel Sefâret kâtiplerinden Cevat Bey’i Otelin redöşose [rez-de-chaussée] denilen alt katındaki
görmek arzusunda olduğumu söyledim. Birçok koridorları muhteşem lokantada akşam taâmını münferiden [tek başına]
filân dolaştıktan sonra nihâyet üçüncü kattaki kalem odasında ekleyledikten [yedikten] sonra Viyana’nın gece manzarası
Cevat Bey’e mülâkî oldum [onunla buluştum] ki mumâileyhin nı dahi görmek üzere tramvay yolunu tutarak Garb İstas
beni böyle ümidi hilâfına bağteten [hiç ummazken birdenbire] yonu’na doğru uzandım ki maksadım ertesi sabah hareket
karşısında gördüğü vakit hâsıl olan [bir sözcük okunamadı] ve edecek olan trenin vakt-i hareketini lâyıkıyla öğrenmek idi.
meserreti [sevinci] hakîkaten bîintihâ [sonsuz] olmuş idi. Biraz Zira artık seyâhatten bıkmış ve bir an evvel vatanıma avdetle
164 165
efrâd-ı ailemize ve bizi sevenlere kavuşmak ihtiyacını gereği avdet etmek üzere müsaade-i mahsusâlarını istirham eyledim.
gibi hissetmeye başlamış idim. Derhal elektrik zili ile Müsteşar Beyefendi Hazretleri’ni oraya
Gardaki birahanede soğuk ve nefis bir Viyana birası yuvar celp buyurdular. Teşyîe [uğurlamaya] kendilerini memur ederek
layıp yine mâşiyen [yürüyerek] otele avdet eyledim ki esnâ-ı rah terhisime [izinle ayrılmama] müsaade buyurdular ki Müsteşar
ta [yolda, yürüyüş sırasında] yollarda o kadar galebelik [kalabalık] Bey evvelce tehie eylemiş olduğu [hazırladığı] bir kıta pasaportu
görülmüyordu. Viyana’da Paris’te olduğu gibi gece hayatı par dahi o sırada îtâ ederek [vererek] şehrin o gece şâyân-ı ziyaret ve
lak değil. rüyet olan [ziyarete ve görmeye değer olan] mahâllerini göstermek
Otele celbettirdiğim arabaya râkiben [binerek] Sefârethâ üzere refâkatimize Başkâtip Mazhar Beyefendi’nin bulunması
ne’ye azîmet ettiğimde beni doğruca Başkâtip Beyefendi’nin na müsaade suretiyle dahi hakkımda ayrıca bir lûtf-i mahsus
odasına aldılar ki Mazhar Beyefendi yazı ile meşgul oluyorlar daha ibrâz eylemişlerdi [göstermişlerdi].
dı. Biraz sonra Müşteşar Resmî Beyefendi oraya gelerek beni
Sefîr Beyefendi’nin hususî kabinelerine îsâl eylediler [götürdü ***
ler]. Bu kabine Sefîr’in iştigâline mahsus küçük bir hücre olup
Sefîr’in yatak odasına muttasıl [bitişik] idi. Başkâtip Mazhar Beyefendi ile birlikte nısfu’l-leyle karîb
[geceyarısına yakın] Sefârethâne-i Osmanî’den çıkarak büyük
*** caddedeki tramvaya râkib olduk [bindik]. Mazhar Bey bize eks
pozisyonu [Dünya Sergisi] ve ekspozisyondaki Venedik’i gös
Fart-ı nezâket [büyük, aşırı bir nezaket] ve kemâl-i ihtiram ile termek istemiş idi. Hele Viyana’da ekspozisyondaki tekerleğin
bizi istikbal için uzanıp yattıkları kanapeden ayağa kalkan Sal pek ziyâde eğlenceli olduğunu söylüyordu. Serginin fenerlerle
tanat-ı Seniyyenin [Osmanlı İmparatorluğu’nun, Devletinin] Viya donatılmış olan medhalinden içeriye girdik. Viyana’da Venedik
na Sefîr-i Kebîri atufetlû Mahmut Nedim Beyefendi Hazretleri şehrini görmek hakikaten zevkli bir şey. Hâneler, yollar, kanal
âdât-ı şarkiyeden olduğu üzere uzunca bir gecelik entârîsini ve lar, meydanlar, köprüler hep aynı aynına vücûda getirilmiş idi.
üzerine bir hırkayı lâbis idi [giymişti]. Hatta Venedik’in mâhut [bilinen] gondolları bile sun’î kanallar
Müşârünileyh; süferâ-yı Osmâniye meyânında [Osmanlı da dolaşıyordu. Şurada burada muallâk [asılı] bulunan Venedik
sefirleri arasında] nâmus, vekar, haysiyet ve ciddiyet ve iktidar fenerleri manzara-i umûmiyeyi bir kat daha güzelleştiriyordu.
gibi evsâf-ı mahsûsa ile mütemâyiz [özel niteliklerle tanınmış] Vakit geççe olduğundan Venedik’teki tiyatrodan ahali
olup hele nezâket ve mahviyetleri [alçakgönüllülüğü] şeref-i henüz çıkıyorlardı. Henüz kapanmamış olan birkaç kahveye
mülâkatlarına nâil olanları kendilerine bir hürmet-i müebbede başvurduk. Ba’dehû Mazhar Beyefendi’nin delâleti ile Viya
[sonsuz saygı] ile mahkûm edecek bir derece-i müfritede [aşırı na’nın mâhut tekerleğini döndüren makineler dairesini dolaştık
derecede] bulunuyor idi. ki bu daire serginin yanıbaşında olup yalnız bir makinist binler
Karşı karşıya oturup saatlerce mükâleme eyledik. Bahsimiz ce makineyi tedvir etmekte [çevirmekte, döndürmekte] ve kosko
kâh siyâsiyât ve kâh hususiyât ve bazen de havâiyattan ibaret ca bir tekerleği döndürerek vagonlar dolusu ahâlîyi yüz metre
olmakla beraber beliğâne bir surette [düzgün ve sanatlı olarak] irtifâa [yüksekliğe] kadar çıkarıp kuşbakışı koca Viyana’yı temâ
idâre-i efkâr ve lisan eylemeleri bir sefîre, bir diplomata hakika şâ ettirmekte idi. Bayram günleri Fatih Câmi-i Şerîfi avlusunda
ten pek ziyâde yakışacak hasâilden [hasletlerden, huylardan] idi. çocuklara mahsus olmak üzere kurulan dönmedolapların mun
Nihayet vaktin pek ziyâde gecikmiş olduğunu saatin on tazamcasından ibaret olan bu tekerlek yüz metre irtifâında idi.
bir defa tanînendaz olmasından [çalmasından] anlayarak otele Bizim çocukların bindikleri mahâller dört beş çocuğu ancak isti
166 167
âb edecek [alabilecek] derecede olduğu halde bu tekerleğin yüz
metre irtifâına kadar çıkardığı seyircilerin râkib oldukları [bin
dikleri] âdetâ birer şömendöfer vagonu kadar cesîm ve munta
zam olup vagon şeklinde ve müteaddid pencereleri hâvî idi.
Bu tekerleği dâhî temâşâ eyledikten sonra sergi dairesine
tekrar dâhil olarak bir müddet daha dolaştık.
Ba’dehû yine tramvaya râkiben bir haylı mesafe kat ettik
ten sonra Prater’de bir kahvehâneye girdik ki burası Viyana’da 3.
bulunan sefârât-ı ecnebiye [yabancı elçilikler] kâtipleriyle saray
erkânının en ziyâde müdâvim bulundukları [devam ettikleri] Viyana’dan İstanbul’a: Orient Express
bir mahal imiş. Kahvehânede tek tük bâzı kimseler şatranc [sat
ranç] ve bilardo gibi oyunlarla meşgul idiler. Mazhar Beyefendi Viyana’dan Hareket: 5 Teşrînievvel 315
ile bir köşeye çekilip haylıca hasbıhâl ettik. O günkü gazetele
ri gözden geçirdik. Nısfu’l-leyli iki saat kadar geçmiş idi ki ikâ
metgâhlarımıza avdet etmek üzere oradan çıktık.
Otele girdiğim sırada kapıcıya ertesi sabah trenin vakt-
Paris’te iken aldığım birinci mevki bileti ile İstanbul’a
i hareketinden iki saat kadar evvel beni uyandırmasını tenbih
kadar gidecek idim ki bu bilet bir cüzdandan ibaret olup her
ederek odama çekildim. Pek ziyâde yorgun olduğum cihetle
devlet hududuna dâhil oldukça bir yaprağı muayene olunuyor
yatağa girer girmez derhal uyuyup kalmışım.
ve o devletin hududundan çıkar iken kondüktör tarafından o
Ertesi sabah kapımı hızlı hızlı vurarak beni uyandırdılar.
bilet koparılarak ahzolunuyor idi [alınıyordu].
Sandıklarımı aşağıya indirdiler. Otelin hesabını kat ederek [kese
Viyana’dan sonraki seyahatim için yataklı vagon bileti
rek] bir araba celbettirdim [getirttim]. Refîkim Mösyö Tarhan almamış olduğumdan hudutlarda tebeddül etmeyeceği [değiş
henüz uyumakta olduğu cihetle arkadaşımı rahatsız etmemek meyeceği] üzerindeki yazıdan anlaşılan birinci mevki vagonlar
için râsime-i vedâı [ayrılış törenini] îfâdan sarf-ı nazar eyledim dan birine dâhil oldum. Vagonda benden başka bir de “Koz
[yapmaktan vazgeçtim]. Kendisine birçok selâmlar bırakarak gara ma Brefiş” [?] isminde bir zat vardı ki bu zat Selânik-İstanbul
gitmek üzere otelin kapısındaki tek atlı faytona râkib oldum şömendöfer hattı memurlarından olmakla hâiz olduğu paso ile
[bindim] ki o sırada ortalık gereği gibi [mevsime uygun olarak] Viyana’dan Selânik’e kadar bâd-i hevâ [bedava] seyâhat etmekte
ağarmış ve dükkânlar tek tek açılmaya henüz başlamış idi. olduğu için birinci mevkie geldiğini bilâhare peydâ eylediğimiz
ülfet sebebiyle [oluşturduğumuz dostluk nedeniyle] anladım.
Dâhil olduğumuz tren Viyana garından alessabah alafran
ga yedi buçukta hareket eyledi ki o gün Teşrînievvel-i efren
cînin on yedinci ve Teşrînievvel-i rûmînin beşinci pazartesi
günü idi.
Buralarda hava gereği gibi [mevsime uygun olarak] soğumuş
olduğundan trende âdetâ üşüyor idik. Hem garîbi, lokomotifin
buharı vasıtasıyla vagonları teshin dahi etmiyorlar [ısıtmıyor
lar]. Arkadaşım bundan dolayı şikâyete başladı. Daha sonraları
168 169
Avrupa’nın birçok kabâyihini [kabahatlarını, çirkinliklerini] yana Peşte’den sonra geçtiğimiz arazi cesîm bir ova idi. Trenin
yakıla hikâye ederek vatanımızı ve husûsiyle Türkleri herifce penceresinden hârice, müntehâ-i ufka [ufkun son noktasına] doğ
ğiz ez dil ü can [canü gönülden] medh ü senâ eyliyordu [övüyor ru atf-ı nigâh eylediğim [gözattığım] gibi havâlî-i şarkîyeye [doğu
du]. Hele memleketimizin ucuzluğu bu zatın en ziyâde âverde-i bölgelerine] mahsus olan güneşin ân-ı gurûbundaki lâtîf kızıllığı
zebân-ı sitâyişi [övücü dilinden düşürmediği, diline doladığı] olup müşâhede eylemiş idim. Bu cesîm ovanın her tarafı mezrû’ [eki
Viyana’da nasılsa içmiş olduğu bir kadeh konyak için verdiği li] ve gayet münbit [bereketli] bir halde idi. Muhtelif mahâllerde
ücretin fâhişliğini [aşırılığını] söylüyor ve bunu zavallı âdemce çiftlikler de müşâhede olunuyordu.
ğiz [adamcağız] bir türlü unutamıyordu. Ba’de’l-gurûb [güneş battıktan sonra] ortalığı gereği gibi
Belgrad’a kadar kendisiyle refâkat edecek olduğumuzdan [mevsime uygun olarak] zulmet [karanlık] istîlâ ettiği [kapladığı]
trende böyle yalnız kalmayışım pek ziyâde mûcib-i memnûni halde gariptir ki trenin lambalarını yakmadılar. Refîkim olan
yetim oldu. Selânikli şömendöfer memuru Macar şömendöfer idaresinin şu
Her ne ise, tren kemâl-i süratle kat’ı mesafe ediyor; güzel yolsuzluğundan dolayı birçok şikâyâtta [şikâyetlerde] bulunuyor
vadilerden geçiyoruz. Gördüğüm tarlalar hep mezrû’ [ekili]. du. Nihayet kondüktörlere bin ibrâm ve ısrâr ile [üst üste ısrar
Hakikaten buraların kuvve-i inbâtiyesi [bitki gücü, bitki verimli ederek] vagonumuzun fevkindeki [üstündeki, tavanındaki] lamba
liği] pek ziyâde hususiyle intizam ve fen dairesindeki mesâî-yi yı yaktırabildik de biz de şu mahûf [korkunç] karanlıktan kurtul
zirââneye [tarımsal çalışmalara] delâlet etmektedir. duk. Artık Sırbistan hududuna dâhil olmuştuk. Trenimiz....1
Saatlarca kat’ı mesafe eyledik. Nihayet Peşte’ye takarrüb
eylediğimizi anladık. Zira uzaktan uzağa Macarların bu pâyi
taht-ı lâtîfi görünmeye başlamıştı.
Tren cesîm bir köprüden geçtikten sonra Peşte garına dâhil
olduğu sırada saat de alafranga bir buçuğa gelmiş idi. Tren Peş
te garında bir saat kadar tevakkuf edecek olduğundan yolcular
vagonlardan inerek gardaki lokantaya dâhil oldular. Herkes
öğle taâmıyla meşgul. Alelacele bir şeyler yedikten sonra Peş
te’yi mehmâemken [mümkün olduğu kadar] görmek üzere gar
dan çıktım. Hava yağmurlu olduğundan lâyıkıyla şehri temâşâ
edemedim. Şehir hakikaten galebelik [kalabalık]. İntizam ise cid
den mükemmel. Mütemeddin bir kavmin makarr-ı idaresinde 1 Avrupa Seyâhatnâmesi’ne bu sözcükle son verilmiş, anılar tamamlanmamıştır. 80-
[uygar bir ulusun idare merkezinde, yani, başşehrinde] olduğumuzu 90 yıl önceki kuşaktan hayatta kimse kalmadığından bu kesintinin nedeni anlaşı
anlıyor idim. Gar cıvarındaki meydanlarla cesîm yolları şöylece lamamış, başkaca herhangi bir not da bulunamamıştır.
Elyazması metnin sonundaki elle yapılmış haritada, seyahatin başlangıç tarihi
bir dolaştıktan sonra burada lâakal [en az] bir gün kalamamış 23 Ağustos 1898 olarak gösterilmekte, bitiş tarihi olarak sadece 1898 yılı yazılı
olduğuma teessüfler ederek gara avdet ve vagona dâhil oldum bulunmaktadır. Haritadan anlaşıldığına göre Mustafa Sait Bey, seyahatini Sırbis
ki o sırada Selânikli arkadaşım dahi gelmiş ve benim avdet tan ve Bulgaristan üzerinden İstanbul’a gelerek tamamlamıştır. Bu gezinin 1898
yılı Kasım ayı içinde noktalandığı tahmin edilebilir.
etmemiş olmaklığımdan dolayı canı sıkılarak dört gözle bana
Mustafa Sait Bey’in İstanbul işgal altında iken vefat ettiği bilindiğine göre seyaha
intizarda bulunuyor imiş [beni bekliyormuş]. tin son buluş tarihi ile vefat tarihi arasında en az 20-22 yıl bulunduğu düşünülür
Herifceğizin hakkı var imiş ya. Zira ben trene dahil olur se bu kadar bir süre içinde anıların yazımının bitirilememiş olması ve Sırbistan
olmaz iki dakika geçmeksizin tren de hareket eyledi. ile Bulgaristan konusundaki gözlemlerin ve izlenimlerin yer almamış bulunması
üzüntü vericidir.
170 171
Dizin
Hazırlayan: Selahattin Özpalabıyıklar
172 173
Bahriye Nezâreti (Paris) 139 Boulevard Saint-Michel (Paris) 92, 95, Cenevre Tiyatrosu 68-71 Déroulède [Paul Déroulède] 122
Bahriye Nezâreti Dairesi (Paris) 139 143 Cenova 30, 31-38 Dersaâdet [İstanbul] 156, 159
Baker, Joséphine 106dn Boulogne Ormanı (Bois de Boulogne, Cenova mezarlığı 37-38 des Rue Neuves Sokağı (Paris) 92
Bakû 6 Paris) 87, 105, 109-111 Cenup Garı bkz. Güney Garı Dillon 122
Bâle (Basel) 156, 159 Bourbon Sarayı (Paris) 120, 135 Cevat Bey (Viyana’da Osmanlı Sefâreti Direklerarası 117
Bastion Bahçesi (Cenevre) 50, 54-55 Bourbon’lar 121, 127 kâtiplerinden) 164-165 Divanyolu 21
Batı Garı (Viyana) 161, 162, 165 Boutmy [Emile Boutmy] 144 Chamonix vâdîsi (İsviçre) 43 Duc d’Orléan 119
Beaulieu (Fransa) 27 Braunschweig Dükü 68dn Charles, Beşinci 112 Duc de Berry 138
Beau-Rivage Oteli (Cenevre) 49, 74, 76 Brébant (Paris’te lokanta) 101, 104 Chateau Roue (Paris’te tiyatro) 99 Duc de Brunswick bkz. Brunswick Dükü
Beaux-Lieux (Paris’te gece klübü) 106 Brefiş, Kozma [?] 169 Chatelet (Paris’te tiyatro) 99 Duchesse de Bourbone 138
Belçika 145 Brest 107 Chatelet Meydanı (Paris) 99 Dumas 98, 99
Belediye Bahçesi (Beyoğlu) 36 Brosse, Jacques de 121 Chaussée d’Antin (Paris) 92, 99 Dumas fils, Alexandre 99
Belgrad 156, 170 Brunswick [Braunschweig] Dükü 68, Chevalier, Maurice 106dn Duval (Duval lokantalarının kurucusu)
Belligarde 42 (heykeli) 75 Chicago Sergisi 115 102
Berlin 141 Buffet Querrin 122 Chitilberg (pansiyon sahibi) 57 Duval lokantaları 18, 101-103
Bernhardt, Sarah Bulgaristan 171dn Chitilberg, Henriette de 58
Bernhardt, Sarah (aktris) 43, 68-70, 99, Büyük Opera (Paris) 68, 82, 93, 96-98, Colbert, Jean-Baptist 115, 117dn École Polytèchnique (Paris’te askeri
118 99, 118 Collège de France (Paris’te okul) 143 okul) 143-144
Beyazıt 70dn Comédie Française (Paris’te tiyatro) 93, Eiffel, Gustave 129
Beyazıt Meydanı 100 Café Americain (Paris) 104, 105 98, 99 Elisabeth [Elisabeth de Wittellsbach] 47,
Beyazıt Yangın Kulesi 97 Café Anglais (Paris) 92, 101 Commune de Paris bkz. Paris Komünü 72-76
Beykoz Kasr-ı Hümâyûnu 97 Café de la Souroe (Paris) 105 Comte de Boniface Castellane 110 Elvire 62
Beyoğlu 6, 32, 36, 71, 163 Café Doré (ya da Restaurant Doré, Mar Comte de Provence 121 Emile (Jean Jacques Rousseau’nun kita
Bilhouse (Fincancılar Yokuşu’nda bir silya) 19, 20, 22-23 Comte Oros [?] 138 bı) 31dn
Protestan Okulu) 6 Café Glacier (Marsilya) 19-20, 24 Concorde Meydanı (Place de Concorde; Emniyet Sandığı (Paris) 139
Birinci Restorasyon 117 Café Lyrique (Cenevre) 51, 52 Paris) 87, 88, 107-108, 110, 133 Enver Paşa (Mirliva) 85
Blowitch (gazeteci) 145-149 Café Madride (Paris) 105 Cooks İdaresi Yataklı Vagon [Wagons- Erenköy 43
Boğaziçi 5 Canbière Caddesi (Marsilya) 17, 22 Lits] Şirketi 92 Etablissements Duval (Duval lokantala
Bois de Boulogne (Paris) 109-111 Cannes (Fransa) 27, 29 Coquelin cadet (aktris) 98 rı) 101-103
Bonapart Sokağı (Paris) 144 Cap de Corse [Korsika Burnu] 14 Cravant (Fransa) 27 Ethem Bey (Marsilya’da Osmanlı Baş
Bordeaux Sergisi 115 Carmen 64 Crédit Foncier [?] Bankası (Paris) 92 şehbenderi) 17, 24
Borsa (Cenova) 33 Carnot, Sadi (Fransız devlet başkanı) Crédit Lyonnais Bankası (Paris) 92 Eyfel Kulesi 129-131
Borsa Dairesi (Paris) 135 127 crématoire (mahrık-ı ecsâd [ceset yak
Bostancı 27 Caron, Rose (şarkıcı) 118 ma fırını]; Paris) 141-142 Fatih 66
Bouderie (ressam) 98 Carouge (Cenevre) 53, 57, 60, 66-67, 77 Cursale (Cenevre) 61-62 Fâtih Câmi-i Şerîfi 66, 167
Boulanger (General) 122 Carouge panayırı 66-67 Faure, Félix 138
Boulevard Capucine (Paris) 81, 82, 91, Carrousel Tâk-ı Zaferi [Arc de Triomp Çanakkale 8 Favard Sokağı (Paris) 92
92, 103, 146 he de Carrousel] (Paris) 113 Çerkistan (vapur) 5, 7, 8, 10, 11, 14, 15, Fernandel (aktör) 106dn
Boulevard de Gande (Paris’te Boule Casimier-Périer 138 17 Fillion Pansiyonu (Cenevre) 77
vard des Italiens’in eski adı) 92 Casino de Paris (Paris) 106 çiçek pazarı (Marsilya) 22 Filosof Bulvarı bkz. Filosof Sokağı
Boulevard de la Madeleine (Paris) 91-92 Cavour (Kont) 33 (heykeli) Çuhacıyan, Dikran (Osmanlı tiyatrocu) Filosof Sokağı (ya da Filosof Bulvarı;
Boulevard de Montmartre (Paris) 91, 92 Cemalettin Bey (Cenova’da Osmanlı 70dn Cenevre) 49, 50, 51, 57
Boulevard de Sébastopol (Paris) 91, 99 Şehbenderi) 33, 36, 37 Fincancılar Yokuşu 6
Boulevard des Italiens (Paris) 91, 92, 98, Cenevre 7dn, 29, 30, 31dn, 42, 47-76, 119 Dâhiliye Nezâreti (Paris) 139 Findley, Carter V. 159dn
118 Cenevre Darülfünunu 55 Darcourt (Paris’te kahve) 105 Flaman (Beyoğlu’nda Luxembourg ote
Boulevard Haussmann (Paris) 91, 92 Cenevre Operası 52 de Laquet (Paris’te tiyatro) 99 linin eski kiracısı) 6, 10, 15, 17
Boulevard Saint-Germain (Paris) 92 Cenevre Sözleşmeleri 123dn Delacroix (ressam) 123 Folies-Bergère (Paris’te gece klübü) 106
Boulevard Saint-Martin (Paris) 99 Cenevre Şehremâneti 75 deniz hamamları (Marsilya’da) 18-19 François, Birinci 112
174 175
Fransa 14, 24, 41, 60, 69, 92, 98, 105, 107, Groset [?] Sokağı (Paris) 146, 148 Illiowitch [?] 160 Kristof Kolomb’un heykeli (Cenova) 32
108, 114, 115, 117dn, 121, 124, 127, Guilbert, Yvette 106dn Inace Nicole 103 Kuzey Garı (Paris) 149
138dn, 139, 143, 144, 149 Güllü Agop 70 İngiliz Bahçesi (Cenevre) 51, 55 Kütüphâne-i Millî (Paris) 136
Fransa Bankası (Paris) 139 Gülnar Hanım bkz. Lebedef İngiltere 13
Fransa Lokantası (Marsilya) 18 Gülnarzâde 159-160 İnkılâb-ı Kebir [Büyük Fransa İhtilâli] L’Obélisque Louxor (Luksor Dikilitaşı;
Fransa Meclis-i Âyânı [Fransa Senato Güney Garı (Paris) 149 107, 119, 121, 127 Paris) 108dn
su] 122 Gütenberg 136 İnkılâb-ı Kebir Meydanı (Paris) 107-108 La Belle Hélène 70-71
Fransız Devrimi 117dn Invalides Meydanı (Paris) 126 La Dame aux Camélias 69, 70, 99
Fransız Tiyatrosu bkz. Comédie França Habre, Marcel 122 İon Denizi 10 La Place de la Concorde bkz. Concorde
ise Hadîka-i Âb-ı Hayât (Parc des Eaux- İsâ 161 (resim ve heykelleri) Meydanı
Franz Joseph, I. (Avusturya İmparato Vives, Cenevre) 53, 63-65 İshak Efendi (Marsilya’da Osmanlı Kon Lachaise (Fransız papaz) 141
ru) 72dn Hadîka-i Âb-ı Hayât bkz. Parc des Eaux- solosluğu kâtibi) 17, 18, 20, 24 Laclose (İsviçre) 42
Frédéric, Üçüncü [III. Friedrich) 29 Vives İstanbul 5, 7, 16, 64, 70dn, 147, 148, 156- Lambrecht, Maria 64
haller (Paris) 134 157, 160, 169, 171dn Lambrecht, Rosalina 64
Gabriel, Jacques-Ange 107, 108dn Harbiye Nezâreti Dairesi (Paris) 139 İsviçre 37, 38, 40, 42, 43, 47, 48, 58, 59, Lanvère 49, 50
Galata tüneli 41 Hâriciye Nezâreti Dairesi (Paris) 139 60, 74, 75, 156, 157, 159, 160 Le Dernier Sommeil de la Vierge 62
Galicia (Paris’te kahve) 105 Hastahâneyi Ziyaret (Delacroix’nın res İsviçre usûl-i mîmârisi 42, 43 Lebedef [doğrusu: Lebedeva] (Kontes
Galip Bey (ressam) 103 mi) 123 İtalya 10dn, 29, 30, 32, 38, 40, 41, 42, 114, Gülnar) 159
Gambetta, Léon 113 Haussmann (Baron) 92 123dn, 159 Léman Gölü (Cenevre) 48, 51, 52, 55-56,
Gar-ı Garbî bkz. Batı Garı Hayat Suları Bahçesi bkz. Parc des İtalya Bahçesi (Cenova) 36 61, 63, 74
Gar-ı Şimâlî bkz. Kuzey Garı Eaux-Vives İtalya Ordusu 121dn Lemercier, Jacques (Fransız mimar) 116
Garb İstasyonu bkz. Batı Garı Haydarpaşa 27
Lenclos, Ninon de 69
Gare de Saint-Lazare bkz. Saint-Lazare Henri, Dördüncü 121 Japonya 16
Les Prophètes 98
Garı Heykel-i Serbestî [Hürriyet Heykeli; Jardin Anglais bkz. İngiliz Bahçesi
Lescot, Pierre 112
Gare du Nord bkz. Kuzey Garı Paris] 107, 108 Jardin de la Reine (Kraliçenin Bahçesi;
Lille (Fransa) 107
Gare du Sud bkz. Güney Garı Hindiçînî 16 Paris) 88
Londra 101, 157
Garnier, Charles 96, 97 Hindistan 16 Jean (Çerkistan vapurunda kamarot) 8
Londra Borsası 120
Gauss 68 hippodrome (Paris) 99-100 Joséphine 138
Longchamp (Marsilya’da müze) 23
Gedikpaşa 70 Hıristiyan Sefîri (Viyana’da) 165
Loubet, Emile 138
Gelibolu 7 Hittoff, Jacques 108dn Kâğıthâne 138
Louis Napoléon (III. Napoléon) 70, 92,
Gênes [Cenevre] 31dn Hôtel Beau-Rivage (Cenevre) 48, 49, 74- Kaiserhof Oteli (Viyana) 162-163
96, 122, 127, 138, 149
Genève [Cenevre] 31dn 76 Kaptan Mustafa Paşa Yalısı 27dn
Georgowitch (Sırbistan Başbakanı) 156 Hôtel Bréqueut (Cenevre) 48, 49 Kapucu Efendi (Viyana’da Osmanlı Louis, On Altıncı 107, 116, 117dn, 119,
Gobelin 114 Hôtel de la Paix (Cenevre) 48 Sefâreti kapıcısı) 165 121
Goblen halı fabrikası 114 Hôtel de la Paix (Marsilya) bkz. Grand Kardinal Sarayı (Paris) 116 Louis, On Beşinci 107, 127
Gould, Jay 110 Hôtel du Louvre et de la Paix Kâzım Bey (yazarın yol arkadaşı) 7, 20, Louis, On Dördüncü 88, 116, 117dn,
Göztepe 43 Hôtel de la Rousse (Cenevre) 48 21, 34, 57 126, 140
Grand Hôtel (Paris) 81-86, 92, 95 Hôtel de Ville (Paris Şehremâneti Daire Kent [Cenevre] 31dn Louis, On Üçüncü 116, 117dn
Grand Hôtel du Louvre et de la Paix si) 124 Kilitbahir 8 Louis, XVIII. 117dn
(Marsilya) 17, 18, 19, 24 Hôtel des Invalides (Ma’lûlîn-i Askeri Kirkor (İstanbul’da basımcı ve yayıncı) Louis-Philippe 108, 117dn, 125, 138
Grand Magasin de Printemps (Paris’te ye Sarayı [Asker Sakatlar Sarayı]; 7dn Louvre Müzesi 112-115
mağaza) 92 Paris) 125-126 Kızılhaç 1213dn Louvre Sarayı 112-115
Grand Opéra bkz. Opera (Paris) Hôtel National (Cenevre) 48, 49 Komajen [?] Sokağı (Paris) 91, 92 Löhengrin 98
Grenelle Sokağı (Paris) 139 Hugo, Victor 98, 119, 127, 133 Konkordiya [Concordia] (İstanbul’da Luccheni [Luigi Luccheni] 74, 119
Grève Meydanı (Paris) 124 lokanta) 61, 106 Luxembourg (Beyoğlu’nda otel) 6
Grévin Müzesi (Paris) 118-119 Icamais [?] 62 Korent usûl-i mîmârisi 120, 133, 135 Lüksemburg Müzesi (Paris) 114, 122-
Grévin, Alfred 118dn İkinci İmperatorluk 121 Korsika 13, 14 123
Grévy, Jules 138 İkinci Restorasyon 117dn, 121dn Korsika Burnu 14 Lüksemburg Sarayı (Paris) 121-123
176 177
Lüksemburg Sarayı Kütüphane Dairesi Medicis Çeşmesi (Paris) 122 Nedim 27dn Paris Komünü 112, 117, 124
(Paris) 122 Medicis Sarayı (Paris) 121 New York 101 Paris Şehremâneti 124
Lyon 39, 107 Mehmet Ali Paşa (Kavalalı) 97, 108, Ney, Michel (Mareşal) 121 Paris Şehremâneti Meclisi 124
108dn Nice (Fransa) 27, 29 Père Lachaise mezaristanı (Paris) 140-
Ma’lûlîn-i Askeriye Sarayı bkz. Hôtel Meissonier, Jean-Louis-Ernest 123 Nikola Aleksandroviç (Rus çarı) 115 142
des Invalides Mekteb-i Hukuk (Paris) 143 Notre Dame de la Gare (Marsilya’da Perilerin Torunu 115
Maârif ve Sanâyi-i Nefîse Nezâreti Mekteb-i Tıbbiye (Paris) 143 kilise) 24 Peşte (Macaristan) 170, 171
(Paris) 139 Menton (Fransa) 27 Notre-Dame Kilisesi (Paris) 133 Peşte garı 170
Mac-Mahon 138 Merkez Postahanesi (Paris) 139 Notre-Dame’ın Kamburu 133 Phèdre 118
Madame Ango’nun Kızı 64 Merkez-i Hilâfet [İstanbul] 5 Nouveauté Tiyatrosu (Paris) 92, 99 Philippe Auguste 112
Madame Favare 64 Messina Boğazı 10, 11dn Philippe Égalite 116
Madame Pompadoure 138 Midi de France (Fransa’nın güney Odéon Meydanı (Paris) 99 Philippe, Birinci 116
Madeleine Kilisesi (Paris) 91, 120, 133, kesimleri) 27, 29 Odéon Tiyatrosu (Paris) 99 Place de Concorde bkz. Concorde Mey
135 Millî Matbaa bkz. Matbaâ-i Milliye Odesa Dârülfünûnu 6 danı
Mahmut Nedim Bey (Viyana’da Osman Milo (Ege Denizi’nde ada) 113 Offenbach, Jacques 70, 71 Place Neuve (Yeni Meydan; Cenevre)
lı Sefîr-i Kebîri) 166-167 Milo Venüsü 113 Oliver, Marcelle 71 52, 53, 54
mahrık-ı ecsâd bkz. crématoire Mirabeau, Comte de 119 Olympia (Paris’te gece klübü) 106 Porte Dauphine (Paris) 110
Maison d’Or (Paris’te lokanta) 22 Mısır 113 omnibüs 18, 21, 28, 32, 53, 94 Porte Maillot (Paris) 110
Maison Dorée (Paris’te lokanta) 26, 51, Mistinguett 106dn omnibüs vapuru 95 Porte Saint-Martin (Paris’te tiyatro) 99
92, 93, 101, 104, 105, 110 mistral (rüzgâr) 13 On Beşinci Louis Meydanı (Concorde Posta ve Telgraf Nezâreti (Paris) 139
Mâliye Nezâreti (Paris) 139 Modane (İtalya) 42 Meydanı’nın eski adı) 107, 108dn Prater Caddesi (Viyana) 163, 168
Malta Sokağı (Paris) 99 Molière 98, 99 Opera (Cenevre) 52 Précoppe (Paris’te kahve) 105
Marcel, Étienne (Paris Belediye Başka Molière’in Evi (Comédie Française, Opera (Paris) 68, 82, 93, 95, 96-98, 99, Prens d’Orléan 47
nı) 124 Paris) 98 118 Prenses Chimay 22
Marie Antoinette 107, 119 Monaco (Fransa) 27, 28 Opéra Caddesi bkz. Avenue de l’Opéra Presbourge Sokağı (Paris) 88, 89
Marie de Médicis 88, 121 Mont Blanc (Cenevre) 48, 49 Opéra Meydanı (Paris) 92, 96
Marie-Louise 138 Mont Blanc Köprüsü (Cenevre) 48 Opéra-Comique Tiyatrosu (Paris) 92 Quai d’Orsay bkz. Orsay Rıhtımı
Marko Efendi (Cenova’da Osmanlı Şeh Mont Genis tüneli (İtalya-İsviçre) 41-42 Orient Express 169-171 Quartier Latin (Paris) 92, 99, 103, 105,
benderhânesi’nde kançılar) 34, 36, Mont Passier Sokağı (Paris) 99 Orléan hanedanı 117 106, 123, 143
37 Monte-Carlo (Fransa) 27, 28 Orsay Rıhtımı (Quai d’Orsay, Paris) 139
Marmara [Marmara Denizi] 5 Montmartre mezaristanı (Paris) 142 Osmanlı Tiyatrosu 70dn Racine 98
Marsilya 7dn, 9, 14, 15, 16-24, 26, 27, 29, Montreux (İsviçre) 74 Raffaello 114
107 Mora (Yunanistan) 9 Palais Cardinal (Palais Royal’in eski Renaissance (Paris’te tiyatro) 99
Marsilya Garı 24, 26 Moskova 119 adı, Paris) 116 Resmî Bey (Viyana’da Osmanlı Sefâreti
Marsilya limanı 16-17 Moulin-Rouge (Paris’te gece klübü) 106 Palais de Bourbon (Paris) 135 müsteşarı) 165, 166, 167
Mascotte 64 Mounet-Sully 98 Palais de Justice (Adliye Nezâreti Daire Restaurant Anglais (Cenevre) 51
Massenet, Jules 62 Murat, Joachim 138 si, Paris) 139 Restaurant Doré (Marsilya) 19, 20, 22-
Mataban (Yunanistan) 9 Mûsikî Encümen-i Dâniş-i Millîsi Palais Royal (Paris) 116-117 23
Matbaâ-i Milliye (Paris) 136-137 (Büyük Opera, Paris) 96 Palais Royal (Paris’te tiyatro) 99 Restaurant Mary (Paris) 51, 101
Mayerling 72dn Münir Bey (Paris’te Osmanlı Sefîri) 89 Palais Royal Çarşısı (Paris) 117 Restorasyon 117, 121dn
Mayerling Faciası 72dn Panthéon (Paris) 119dn, 127-128 Rhine [Ren] 108
Mazarin (Kardinal) 136 Nadar Fotoğrafhanesi (Marsilya) 22 Papa (XIII. Leo) 39 Rhone [Ron] 108
Mazarin Kütüphanesi (Paris) 136 Nagelmackers, Georges 153 Paquet kumpanyası 5 Richelieu (Kardinal) 116, 117, 143
Mazhar Bey (Viyana’da Osmanlı Sefâre Namık Kemal 70dn Parc des Eaux-Vives (Hadîka-i Âb-ı Richelieu Sokağı (Paris) 92, 98
ti başkâtibi) 165, 166, 167 Nantes (Fransa) 107 Hayât [Hayat Suları Bahçesi]; Cenev Rigo 22
Meclis-i Âyân (Paris) 121, 122 Napoléon Bonapart 88, 108, 112, 121, re) 55, 63-65 Ringstrasse (Viyana) 163, 165
Meclis-i Meb’ûsân (Paris) 120, 135 126dn, 132, 133 Paris 81-150 Rivoli Sokağı (Paris) 139
Meclis-i Vükelâ (Paris) 138 Napoléon’un Merkadi [mezarı] 125-126 Paris Borsası 120 Rochefort, Henri (heykeli) 119, 122
178 179
Roma 39 Sirkeci İstasyonu 26 Turin [Torino] (İtalya) 40-41 Verdi [Giuseppe Verdi] 36, 39
Rouen (Fransa) 107 Sissi (film) 72dn Turin garı 40 Versailles Müzesi (Paris) 114
Rousseau, Jean-Jacques 31dn, 127 Sissi bkz. Elisabeth de Wittellsbach Türkiye 28 Vetsera, Marie 72dn
Rudolph (Avusturya Veliaht Prensi) Solferino (İtalya) 123dn Vinci, Leonardo da 114
72dn Solferino Muharebesi 123 Üçüncü Cumhuriyet (Fransa) 112dn, Vintimille (Fransa) 27
Sorbon, Robert de 143 138dn Viyana 76, 154, 157, 160, 161, 162-168,
Sacré-Coeur Kilisesi (Paris) 133 Sorbonne Darülfünûn-ı Âlîsi (Paris) 143 Üsküdar 5 169, 170
Sadık Beliğ Bey (Batavia Başşehbende Souflet (Paris’te kahve) 105 Voltaire 99, 127
ri) 57 Stockholm (İsveç) 159 Vachet (Paris’te kahve) 105
Saint Barbe (Paris’te okul) 143 Stromboli Yanardağı 12-13 Varin Sokağı (Paris) 139 Yakup Efendi bkz. Güllü Agop
Saint Lorenzo Kilisesi (Cenova) 33 Vartovyan, Agop bkz. Güllü Agop Yifir Birahanesi (Cenevre) 52
Saint Louis (Paris’te okul) 143 Şefik Bey 103 Varyete Tiyatrosu (Paris) 70 Yunanistan 9-10
Saint Louis Mekteb-i İdâdîsi (Paris) 143 Şehbenderhâne-i Osmanî (Marsilya) 17, Vaudville Tiyatrosu (Paris) 92, 99
Saint Raphael (Fransa) 27 18 Vâyis Bey (Hariciye Nezâret-i Celîle Zirâat Nezâreti (Paris) 139
Saint-Chapelle Kilisesi (Paris) 133 Şehberderhâne-i Osmanî (Cenevre) 75 si Umûr-ı Hukûkiyye-i Muhtelite Ziya Paşa 31dn
Saint-Cyr (Paris’te askeri okul) 144 Şehberderhâne-i Osmanî (Cenova) 33- Müdür Muavini) 146 Zurich 157, 158
Sainte Geneviève (Paris’in koruyucu 34, 36, 37 Venedik (Viyana’daki 1898 Dünya Ser
azizesi) 127 Şimal Garı bkz. Kuzey Garı gisi’nde minyatür şehir) 167
Sainte-Hélène cezîresi 125 Şirket-i Defniye (Paris) 140
Saint-Etienne Kilisesi (Viyana) 165
Saint-Lazare Garı (Paris) 93, 149 Taine [Hippolyte Taine] 144
Saint-Suplice Kilisesi (Paris) 133 Tâk-ı Zafer (Arc de Triomphe de
Sait Paşa 148 l’Étoile; Paris) 87, 88, 107, 110
Salève Dağları (Cenevre) 57-60 Tarhan [?] (Sırbistan Reîsü’l-Vükelâsı
Sâmi Paşa 165 Mösyö Georgowitch’in kâtib-i husû-
San Remo (İtalya) 29 sîsi) 156
Sanâyi-i Nefîse Mektebi (Paris) 144 Tenerife Adası (Marsilya) 24
Sarayburnu 5 Tesalya (Yunanistan) 9
Sausset [?] Sokağı (Paris) 139 Théâtre Français bkz. Comédie Française
Savoie (Fransa) 60 Thiers 138
Savona (İtalya) 30 Thomas, Clément (General) 138
Say, Léon 144 Times (gazete) 92, 145, 146
Scala (Paris’te gece klübü) 106 Tiren Denizi 10dn
Schneider, Romy 72dn Tirol 160-161
Sefârethâne-i Osmânî (Paris) 88-89 Tirol Dağları 160-161
Sefârethâne-i Osmânî (Viyana) 164-165, Tiyatro (Marsilya) 23
166, 167 Tiziano 114
Sefâret-i Seniyye İmamı Efendi (Viya- Tompson, Eva 62
na’da Osmanlı Sefâreti imamı) 165 Tophane 5
Seine Belediyesi (Paris) 121 Toulon (Fransa) 26
Seine Nehri (Paris) 95, 125, 126, 130, 132 tramvay 18, 21, 32, 37, 38, 53, 57, 94,
Selânik (Yunanistan) 8dn, 169 167, 168
Servet-i Fünun (dergi) 31dn Traviata 36
Sicilya Adası 10dn, 11 Trianone (Paris’te gece klübü) 106
Sije Feneri 8 Trieste Oteli (Viyana) 163, 165, 166
simens [Siemens?] 141 Trocadéro Sarayı (Paris) 132
Sırbistan 171 Trocodil (Cenevre’de kahve) 51, 51-52
Sırbistan Sefâreti (İstanbul) 156 Tuileries Sarayı (Paris) 112, 113
180 181
182
1
Sâhib-i eser
Hatt-ı seyâhât. 23 Ağustos 1898 ilâ [seyahatin bitiş tarihi boş bırakılmış] 1898
2 3
Yunanistan sevâhili [sahilleri]
Stromboli Yanardağı
4 5
Marsilya’nın Saint Jean limanı
Marsilya’da Grand
Hôtel du Louvre et de
la Paix. Marsilya’da deniz hamamları menâzırından [görünümlerinden].
7
6
[Marsilya’dan İtalya’ya giderken] Geçtiğimiz nahûf [korkunç] tüneller ve köprüler
Jean Jacques Rousseau’nun heykeli.
Salève Dağları’na seyâhat: Zamân-ı istirâhat.
Ariane Müzesi.
Paris’te Grand Hôtel ve Boulevard Capucine.
Champs-Elyssées.
Büyük Tâk-ı Zafer.
Grand Opéra.
Concorde Meydanı.
Boulogne Ormanı’nda kaskadlar [suni çağlayanlar]
Paris Borsası
Napoléon’un mezarı.
Paris’te Şehremâneti [Belediye].
Panthéon.
Eyfel Kulesi.
Madeleine Kilisesi.
Bastille Sütunu.
Haller.
10 11
“Crématoire” – mahrık-ı ecsâd [ceset yakma yeri].
Gar.
12 13
Palais Royal.
Louvre Sarayı.
14 15
Lüksemburg Bahçesi’nde Medicis Havuzu.
16
Yataklı vagon.
İsviçre menâzırından [görünümlerinden]: Zug Gölü.
Viyana’da sefâretimiz [elçiliğimiz].