Professional Documents
Culture Documents
Chantal Mouffe - Siyasal Üzerine
Chantal Mouffe - Siyasal Üzerine
CHANTAL MOUFFE 1943 doğumlu Belçikalı siyaset kuramcısı. Louvain Katolik Üni
versitesi ve Essex Üniversitesi'nde eğitim gördü. Westminster Üniversitesi Demok
rasi Çalışmaları Merkezi'nde profesör olarak çalışmaktadır. Türkçede yayınlanmış
diğer kitapları: Hegemonya ve Sosyalist Strateji - Radikal Demokratik Bir Politikaya
Doğru, Emesto l..aclau ile birlikte (1letişim Yayınlan, çev. Ahmet Kardam, 2008);
Demokratik Paradoks (çev. Cevdet Aşkın, Epos Yayınlan, 2002).
On The Political
© 2005 Chantal Mouffe
Bu kitabın yayın haklan Taylor&:Francis Group'un
bir kuruluşu olan Routledge'dan alınmıştır.
İletişim Yayınlan
Binbirdirek Meydanı Sokak Iletişim Han No. 7 Cağaloğlu 34122 Istanbul
Tel: 212.516 22 60-61-62 •Faks: 212.516 12 58
e-mail: iletisim@iletisim.com.tr • web: www.iletisim.com.tr
CHANTAL MOUFFE
Şiyasal
Uzerine
On The Political
e t ' m
İÇiNDEKiLER
BiRiNCi BÖLÜM
iKiNCi BÖLÜM
Siyaset ve Siyasal . . .
............................................... ........ ....................... .................................................. 15
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Post-politik vizyon .
............................................................................................................... ................. 60
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
BEŞiNCi BÖLÜM
ALTINCI BÖLÜM
Giriş
7
ler gibi bir dizi alanda post-politik Zeitgeist'ın temelini oluş
turan popüler teorileri dikkatle inceleyerek, ciddi anlamda
hatalı olduğunu düşündüğüm bu yaklaşımın "demokrasi
nin demokratikleşmesi"ne katkıda bulunmak bir yana, de
mokratik kurumların günümüzde karşılaştığı birçok soru
nun kaynağı olduğunu savunuyorum. Bugünün moda mef
humlarından yalnızca birkaçını sayacak olursak, "partizan
sız demokrasi" , "diyalojik demokrasi" , "kozmopolit demok
rasi " , "iyi yönetişim" , "küresel sivil toplum" , "kozmopo
lit egemenlik" , "mutlak demokrasi" gibi mefhumların hep
si, "siyasal"ı kuran antagonistik boyutu kabule yanaşmayan
anti-politik vizyonu yansıtıyor. Amaçları, "sağ ve solun öte
sinde" , "hegemonyanın ötesinde" , " egemenliğin ötesinde"
ve "antagonizmanın ötesinde" bir dünya kurmaktır . Böy
le bir arzu demokratik siyasetin esas karakterinin ve siya
sal kimlikleri oluşturan dinamiklerin ne olduklarına dair bir
anlayış yoksunluğu doğuruyor ve toplumda varolan antago
nistik potansiyelin şiddetlenmesine yol açıyor. *
Argümanımı esas olarak, antagonizmanın hem teoride
hem siyasette inkarının sonuçlarını inceleyerek ortaya koya
cağım. Demokratik siyasetin amacını mutabakat ve uzlaşma
olarak tahayyül etmenin hem kavramsal olarak yanlış, hem
de siyasi tehlikelere gebe olduğunu düşünüyorum. Biz/on
lar ayrımının aşılacağı bir dünyaya duyulan özlem hatalı ön
cüllere dayanıyor ve böyle bir vizyonu paylaşanlar demok
ratik siyasetin karşı karşıya olduğu gerçek görevi gözden ka
çırmaya mahkumlar.
Şüphesiz antagonizmaya dair bu körlük yeni bir şey değil.
Demokratik kuram uzun bir süredir, demokrasinin gerçek-
8
leşmesini mümkün kılacak önkoşulun insanların içsel iyi
liği ve kökensel masumiyeti olduğuna duyulan inanç tara
fından besleniyor. Genel olarak modern demokratik siya
sal düşüncenin temelini oluşturansa, insanın toplumcullu
ğunun empati ve karşılıklılığa dayalı olduğunu savunan ve
bu olguyu idealleştiren görüştür. Bu yaklaşıma göre, şiddet
ve düşmanlık, rasyonel katılımcılar arasında bir toplumsal
sözleşme aracılığıyla kurulacak olan açık iletişimin ve mü
badelenin ilerlemesiyle ortadan kalkacak arkaik olgulardır.
Bu iyimser görüşe itiraz edenler otomatik olarak demokrasi
nin düşmanları olarak algılanırlar. İnsan toplumculluğunun
müphem karakterini ve karşılıklılıkla düşmanlığın birbirle
rinden ayrı düşünülemeyeceği gerçeğini kabullenen bir an
tropolojiyi temel alarak demokratik projeyi ayrıntılandırma
yönünde çok az çaba sarf edildi. Ve farklı disiplinlerin bi
ze öğrettiklerinin aksine, iyimser antropoloji bugün hala et
kilidir. Örneğin, Freud'un ölümünden bu yana yarım asır
dan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen, siyasal kura
mın psikanalize karşı direnişi hala güçlü ve antagonizmanın
yok edilemez olduğunu bildiren psikanalitik öğreti hala be
nimsenmiş değil.
Evrensel düzeyde rasyonel bir mutabakatın mümkün ol
duğuna dair inancın demokratik düşünceyi yanlış yola sap
tırdığını düşünüyorum. Demokrasi kuramcılarının ve siya
setçilerin görevi, sözde "yansız" yöntemlere başvurarak tüm
çıkar ve değer çatışmalarını uzlaştıracağı düşünülen kurum
lar tasarlamaya çalışmak yerine, farklı hegemonik politik
proj elerle yüzleşebilmeyi sağlayacak biçimde kamusal ala
nı canlı bir "agonistik" mücadeleye açmak olmalı. Bu, ba
na göre , demokrasinin etkili bir biçimde işleyebilmesinin
olmazsa olmazıdır. Günümüzde sürekli olarak "diyalog" ve
"müzakere" den dem vuruluyor, fakat eğer elde gerçek bir
seçme şansı yoksa ve tartışmanın katılımcıları tercihlerini
9
birbirinden bütünüyle farklı seçenekler arasında yapamıyor
larsa, bu terimlerin siyasal alanda ne anlamı olabilir?
Siyasette rasyonel anlaşmaya ulaşmanın mümkün olduğu
nu düşünen ve demokratik kurumları toplumun farklı so
runlarına rasyonel çözümler bulmanın bir aracı olarak gören
liberallerin benim siyasal kavrayışımı "nihilist" olmakla suç
layacaklarından hiç şüphem yok. "Mutlak demokrasi" nin
mümkün olduğuna inanan radikal sol kesim de aynı şe
yi yapacaktır. Agonistik yaklaşımımın "siyasal"ın "gerçek"
anlamda kavranışından beslendiğini anlatmaya çalışma
yacağım; çünkü onları ikna etmeme faydası olmayacaktır.
Ben farklı bir yol izleyeceğim: Kendi tanımladığım şekliy
le "siyasal"ın inkarının demokratik siyaset için sonuçlarının
ne olduğunu ortaya koyacağım. Mutabakatçı yaklaşımın,
uzlaşmış bir toplum yaratmak yerine, agonistik perspektifin
-söz konusu çatışmalara meşru bir ifade biçimi sağlayarak
pekala üstesinden gelebileceği antagonizmalara yol açtığını
göstereceğim. Bu şekilde, demokratik siyasetin karşı karşıya
olduğu güçlükleri anlayabilmek için öncelikle toplumsal ya
şamın çatışmalı boyutunun ortadan kaldırılamayacağını ka
bul etmek gerektiğini anlatmayı amaçlıyorum.
Liberal siyasal söylemde hakim olan rasyonalizmden do
layı, siyasalın kavranması bakımından gerekli olan içgörüyü
genellikle muhafazakar kuramcılarda yakalıyorum. Muhafa
zakar kuramcılar dogmatik varsayımlarımızı liberal müda
filerden çok daha güçlü bir şekilde sarsabiliyorlar. Bu yüz
den, liberal düşünceye yönelik eleştirimi Carl Schmitt gibi
tartışmalı bir düşünürün kuramına başvurarak dile getirme
yi yeğledim. Liberalizmin en parlak ve en uzlaşmaz muha
liflerinden biri olan Schmitt'ten çok şey öğrenebileceğimize
inanıyorum. Schmitt'in Nazizmle uzlaşmış olmasından ötü
rü , bu tercihimin husumet doğuracağının farkındayım. Bu,
çoğu insan için, ölçüyü aşmış sayılmasa da, oldukça sapkın
10
bir tercih. Yine de, bazı kuramcıların eserleriyle diyalog kur
maya ihtiyacımız olup olmadığına karar vermemizi sağlaya
cak nihai kriterin o kuramcıların ahlaki tutumları değil, en
telektüel güçleri olduğuna inanıyorum.
Birçok demokrasi kuramcısının ahlaki gerekçelerle
Schmitt'in düşüncesinden uzak durmasını , post-politik
Zeitgeist'ı niteleyen ahlakçı eğilime özgü bir tutum olarak
görüyorum. Aslında, benim düşüncemin merkezinde tam da
bu eğilimin eleştirisi yer alıyor. Bu kitabın temel tezlerinden
birine göre, günümüzde tanıklık ettiğimiz olay, post-politik
kuramcıların inanmamızı istediklerinin aksine , "husumet
boyutunda siyasal"ın [ the political in its adversarial dimen
sion] gözden kaybolmasından farklı bir şey. Bugün olmakta
olan, siyasalın ahlaki dil dizgesinde tüketilmesidir. Başka bir
deyişle, siyasal hala bir biz/onlar ayrımına bağlı; fakat biz/
onlar aynını, siyasal kategorilerle değil, ahlaki terimlerle ifa
de ediliyor. "Sağ ve sol" [right and lefti arasındaki bir müca
dele yerine, "doğru ve yanlış" [right and wrong] arasındaki
bir mücadeleyle karşı karşıyayız.
Dördüncü Bölüm'de , sağcı popülizm ve terörizm örnekle
rini kullanarak, böyle bir kaymanın hem iç, hem de ulusla
rarası politika açısından sonuçlarını inceleyeceğim ve içer
diği tehlikeleri açığa çıkaracağım. Ben, çatışmaların 'agonis
tik' bir biçim almalarına izin verecek kanallar bulamadıkları
takdirde, antagonistik biçimde ortaya çıkmaya meylettikle
rini savunuyorum. Biz/onlar karşıtlığı, "hasımlar" [ adversa
ries] * arasındaki bir siyasal cepheleşme değil de, iyi ve kötü
11
arasındaki ahlaki bir karşıtlaşma olarak tahayyül edildiğin
de, muhalif artık sadece yok edilmesi gereken bir düşman
olarak algılanır ki bu da, beraberinde agonistik bir tavır ge
tirmeyecektir. Dolayısıyla, bugün mevcut düzenin paramet
relerini bütünüyle sorgulayan antagonizmaların ortaya çıkı
şına tanıklık ediyoruz.
Bir de, biz/onlar ayrımını her daim içeren kolektif kimlik
lerin doğasına ilişkin bir sav mevcut. Bu kimlikler siyaset
te merkezi bir role sahiptirler ve demokratik siyasetin göre
vi bunları mutabakat yoluyla aşmak değil, demokratik cep
heleşmeyi dinamikleştirecek bir biçimde inşa etmektir. Li
beral rasyonalizmin hatası , kolektif özdeşimlerin hareke
te geçirdiği duygusal boyutu ihmal etmek ve sözde arkaik
"tutkular"ın bireyciliğin gelişimi ve rasyonalitenin ilerleme
siyle kaybolmaya mahkum olduklarını varsaymaktır. lşte bu
yüzden, demokratik kuram, "kitlesel" siyasal hareketleri ve
milliyetçilik gibi olguları anlama konusunda hiç de hazırlık
lı değil. "Tutkular"ın siyasette oynadığı rol, liberal kuramın,
"siyasal"ı kavrayabilmek için, değerlerin çoğulluğunu kabul
etmesinin ve hoşgörüyü övmesinin yeterli olmadığını gös
teriyor. Demokratik siyaset, çıkarlar veya değerler arasın
da uzlaşma sağlamakla veya kamu yaran hakkında müzake
re etmekle sınırlandırılamaz; insanların arzulan ve fantezile
ri üzerinde gerçek bir etkiye sahip olması gerekir. Demokra-
12
tik siyaset, tutkuları demokratik tasarılar doğrultusunda ha
rekete geçirebilmek için, partizan bir karaktere sahip olma
lıdır. Sağ/sol ayrımının esas işlevi de budur zaten ve bundan
dolayı, post-politik kuramcıların "sağ ve solun ötesinde" dü
şünmeye yönelik çağrılarına karşı direnmemiz gerekiyor.
"Siyasal" üzerine düşünerek öğrenebileceğimiz son bir
ders daha var: Eğer "hegemonyanın ötesinde" bir düzene
ulaşma olanağı reddedilirse, bunun kozmopolit proj e açı
sından anlamı ne olur? Bu proje çıkarlarını insanlığın çıkar
larıyla özdeş kılarak hakimiyetini gizlemeyi başaran bir ikti
darın dünya hegemonyasını kurmasından başka bir şey ola
bilir mi? Çift-kutuplu sistemin sona ermesinin kozmopolit
demokrasi için umut vaat ettiğini düşünen çok sayıda ku
ramcının aksine, mevcut tek-kutuplu düzenin tehlikelerin
den ancak birkaç bölgesel kutup arasındaki denge sayesin
de, yani bir hegemonik iktidar çoğulluğuna imkan tanıyan
çok-kutuplu bir dünyanın kuruluşuyla kaçınabileceğimizi
savunuyorum. Bence, tek bir hiper-iktidarın hegemonyasın
dan korunmanın tek yolu budur.
"Siyasal" alanda, Machiavelli'nin şu can alıcı tespiti üze
rine kafa yormak gerekiyor: "Her kentte iki farklı arzu bu
lunur . . . halk kendinden güçlü olanlardan emir almaktan
ve onların baskılarına maruz kalmaktan nefret eder. Güçlü
olanlar ise halka emretmekten ve baskı uygulamaktan hoşla
nırlar. " Post-politik perspektif, bu potansiyel antagonizma
nın ortadan kalktığı yeni bir döneme girdiğimiz iddiasını ta
şıyor. Bu perspektif tam da bu yüzden demokratik siyasetin
geleceğini tehlikeye atabilir.
13
iKiNCi BÖLÜM
Siyaset ve Siyasal
15
nm iki farklı yaklaşıma işaret ediyor: ampirik "siyaset" ala
nıyla uğraşan siyaset bilimi ve "siyaset"in gerçeklerini de
ğil, "siyasal"ın özünü araştıran felsefecilerin alanı olarak si
yasal kuram. Bu ayrımı felsefi olarak ifade etmek istersek,
Heidegger'in söz dağarcığından hareketle, siyasetin "ontik"
[varlıksal ] düzeye , "siyasal"ın da "ontolojik" düzeye gön
derme yaptığını söyleyebiliriz. Bu da, ontik olanın gelenek
sel siyasetin envaiçeşit icraatıyla, ontolojik olanın ise toplu
mun kuruluşuyla ilgili olduğu anlamına gelir.
Ne var ki, böyle bir ayrıma rağmen, hala "siyasal"ı ne
yin oluşturduğuna dair hatırı sayılır bir anlaşmazlık var
dır. Hannah Arendt gibi bazı kuramcılar siyasalı bir özgür
lük ve kamusal müzakere mekanı olarak görürken, başka
ları da siyasalı iktidarın, çatışmanın ve antagonizmanın ala
nı olarak görür. Bu ikinci perspektif, benim "siyasal" anla
yışımla da örtüşür. Daha açık bir şekilde ifade edecek olur
sam, ben "siyasal" ve "siyaset" arasındaki ayrımı şöyle yapı
yorum: "siyasal"la insan toplumlarının kurucu unsuru ola
rak gördüğüm antagonizma boyutunu , "siyaset"le de insan
ların, siyasalın sebep olduğu çatışmalar bağlamında, birlikte
yaşamalarını sağlayan pratikler ve kurumlar kümesinin ya
rattığı bir düzeni kastediyorum.
Bu kitaptaki temel inceleme alanım, demokratik siyase
tin mevcut pratikleriyle ilgilendiğinden "ontik" düzeyde ko
numlanıyor. Yine de, siyasal bir biçimde düşünme konusun
daki yetersizliğimizin kökeninde "siyasal"ı ontolojik boyu
tunda yeterince kavrayamamanın yattığını düşünüyorum.
Argümanımın büyük bir kısmı kuramsal olsa da, esas ama
cım siyasaldır. "Siyasal"ın doğasına ilişkin tartışmanın de
mokrasinin geleceğini ilgilendirdiğini savunuyorum. De
mokrasi kuramında hakim olan rasyonalist yaklaşımın bizi
demokratik siyaset açısından büyük önem arz eden sorulan
sormaktan nasıl alıkoyduğunu gösterme niyetindeyim. Bu-
16
gün acilen, demokratik siyasetin karşılaştığı zorlukları da
ha iyi anlamamızı sağlayacak alternatif bir yaklaşıma ihti
yaç vardır.
17
dan ötürü , hiçbir zaman bu perspektif ve değerlerin hepsi
ni benimseyemeyeceğimizi, fakat bu perspektif ve değerlerin
biraraya geldikleri takdirde uyumlu ve çatışmasız bir birlik
telik oluşturduklarını iddia eder. İşte bu yüzden, bu tür bir
liberalizm antagonistik boyutuyla siyasalı [ the political in its
antagonistic dimension] yadsımak zorundadır.
Bu şekilde anlaşılan liberalizme karşı en radikal meydan
okuma, kışkırtıcı eleştirisini liberal varsayımlarla hesaplaşır
ken kullanacağım Carl Schmitt'in eserlerinde bulunur. Sch
mitt, Siyasal Kavramı [The Concept of the Political] adlı ki
tabında* liberalizmin saf ve kati ilkesinin özgül olarak siya
sal bir kavrayışa yol açmadığını açıkça belirtir. Schmitt'e gö
re, her tutarlı bireycilik, siyasalı yadsımak zorundadır, çün
kü böyle bir bireycilik bireyin nihai referans noktası olarak
kalmasını gerektirir. Şöyle der Schmitt: "Liberal düşünce,
devleti ve siyaseti sistematik biçimde teğet geçer ya da dik
kate almaz; bunun yerine iki heteroj en alanın sürekli yine
lenen, tipik iki ucu arasında hareket eder: Ahlak ve ekono
mi, tin (Geist) ve iş, eğitim ve mülkiyet. Devlete ve siyasete
ilişkin bu eleştirel güvensizlik, bireyin terminus a quo (alt sı
nır) ve terminus ad quem (üst sınır) olarak kalması gerekti
ğini belirten bir sistemin ilkeleriyle kolayca açıklanabilir. "2
(*) Adı geçen eserden bu Türkçe çeviri kapsamında yapılacak alıntılar, Mouffe'un
gönderme yaptığı 1976 basımı İngilizce The Concept of the Political adlı kitap
tan çevrilmeyip, Ece Göztepe'nin Almancadan çevirdiği Siyasal Kavramı'ndan
alınacaktır (İstanbul, Metis Yayınlan, 2006) . (Bu gibi Mouffe'un gönderme
yaptığı eserlerin Türkçe karşılıklarından yapılan alıntılar, "Notlar" bölümün
de, Mouffe'un referanslarının ardından köşeli parantezler içerisinde belirtile
cektir. Aksi belirtilmediği müddetçe ve uygun Türkçe çevirileri bulunmadı
ğı takdirde, Mouffe'un Siyasal üzerine boyunca yaptığı diğer bütün alıntıların
çevirisi Mouffe'un lngilizce metninde yer alan cümlelerden çevirmen tarafın
dan yapılacaktır. Yine aksi belirtilmediği müddetçe, alıntılarda yapılan vurgu
lar orijinal metindeki gibidir.)
2 Cari Schmitt, The Concept of the Political, New Brurnswick, Rutgers University
Press, 1976, p. 70 [Siyasal Kavramı, Almancadan çev. Ece Göztepe, lstanbul,
Metis Yayınlan, 2006, s. 9 1 ] .
18
Liberal düşünceyi niteleyen metodolojik bireycilik, kolektif
kimliklerin doğasını kavramaya olanak tanımaz. Oysa, Sch
mitt için, siyasalın ölçütü, siyasalın özgül farklılığı (differen
tia specifica) , yani dost/düşman ayrımıdır. Siyasal, "onlar"a
karşı "biz"in oluşmasından ibarettir ve her zaman kolektif
özdeşim biçimleriyle ilgilidir. Siyasal, çatışma ve antagoniz
maya dairdir ve dolayısıyla serbest tartışmanın değil, kara
rın alanıdır. Schmitt'in deyimiyle, siyasal, "ancak dost-düş
man ayrımına ilişkin . . . kavranabilir; siyasal kavramının din
sel, ahlaki, estetik, ekonomik bakımdan nasıl değerlendiril
diği ise önemsizdir."3
Schmitt'in yaklaşımının kilit noktalarından biri, her mu
tabakatın dışlayıcı edimlere dayandığını göstererek, herke
si içeren "rasyonel" bir mutabakatın olanaksızlığını açığa çı
karmaktır. Daha önce de belirttiğim gibi, çoğu liberal dü
şüncenin, bireyciliğin yanı sıra, bir diğer temel özelliği de
akla dayalı evrensel bir mutabakatın erişilebilir olduğuna
dair rasyonalist inanç duymasıdır. Dolayısıyla, siyasalın li
beral düşüncenin kör noktası olması şaşırtıcı değildir. Siya
salın liberal rasyonalizm tarafından kavranamaması, basit
bir sebepten kaynaklanır. Bu sebep de her tutarlı liberaliz
min antagonizmanın indirgenemezliğini yadsımak zorunda
olmasıdır. Liberalizm antagonizmayı yadsımak zorundadır,
çünkü antagonizma, -tam olarak karar verilemez bir alan
da karar verme zorunluluğu anlamına gelen- kaçınılmaz ka
rar anını öne çıkararak her rasyonel mutabakatın sahip ol
duğu sınırı ifşa eder. Liberal düşüncenin, bireyciliğe ve ras
yonalizme bağlı kalmasından ötürü , antagonistik boyutuy
la siyasala karşı körleşmesi, salt görgül değil, asli bir ihma
lin sonucudur.
Schmitt'in sözleriyle: "devlete, kiliseye ya da bireysel öz
gürlükleri sınırlandıran benzeri kısıtlayıcı kurumlara karşı
3 Ag.e. , s. 35 [Siyasal Kavramı, s. 55] .
19
ticaret politikası, kilise ve eğitim politikası ya da kültür poli
tikası gibi polemikçi liberal bir karşı-siyasetten bahsedilebi
lir. Ancak bu durumda bile bütünüyle liberal bir siyasetten
çok, siyasetin liberal bir eleştirisinden söz etmek daha yerin
de olacaktır. Liberalizmin sistematik teorisi, hemen her za
man devlet gücüne karşı iç politikada yürütülen mücadele
ye ilişkin olmuştur. "4 Ne var ki, kendisinin de belirttiği gibi,
siyasalı yok etmeye yönelik liberal çaba başarısızlığa mah
kumdur. Siyasal hiçbir zaman yok edilemez, çünkü enerjisi
ni çok değişik insan uğraşlarından elde edebilir: "Herhangi
bir dinsel, ahlaki, ekonomik, etnik ya da başka bir karşıtlık,
insanları dost ve düşman olmak üzere etkili biçimde ayırma
yı başaracak kadar güçlüyse, politik bir karşıtlığa dönüşür. "5
Siyasal Kavramı, ilk olarak 1932 yılında yayımlanmıştı,
fakat Schmitt'in eleştirisi günümüzde, her zaman olduğun
dan daha anlamlı. Liberal düşüncenin o tarihten bugüne ev
rimini incelersek, gerçekten de etik ve ekonomi arasında gi
dip gelen bir düşünce olduğunu tespit edebiliriz. Günümüz
de, kabaca, iki ana liberal paradigmadan söz edilebilir. Za
man zaman " toplulaştırıcı" [ aggregative] olarak anılan bi
rinci model, siyaseti toplumdaki farklı rakip güçler arasın
da kurulacak bir uzlaşma olarak tahayyül eder. Bireyler,
kendi çıkarlarının maksimizasyonuyla güdülenen ve siyasal
dünyada araçsal bir biçimde hareket eden rasyonel varlıklar
olarak tasvir edilir. Bu, piyasa fikrinin iktisattan ödünç alı
nan kavramlarla siyaset alanına uygulanmasıdır. Bu araçsal
cı modele tepki olarak geliştirilen ve "müzakereci" [ delibe
rative] olarak bilinen diğer paradigma, ahlak ve siyaset ara
sında bir bağlantı kurmayı hedefler. Bu modeli savunanlar,
araçsal rasyonalitenin yerine iletişimse! rasyonaliteyi koyar.
Siyasal tartışmayı ahlakın uygulanacağı özgül bir alan olarak
20
sunarlar ve siyaset alanında serbest tartışma aracılığıyla ras
yonel, ahlaki bir mutabakat yaratmanın mümkün olduğuna
inanırlar. Bu modelde siyaset, iktisat üzerinden değil, etik ya
da ahlak temelinde anlaşılır.
Müzakereci modelin başlıca savunucularından olan Jür
gen Habermas, rasyonel bir mutabakatın olanaklılığını sor
gulayanların ve siyaset denen alanda her zaman nifak bul
mayı bekleyenlerin aslında demokrasinin olanaklılığının al
tını oyduklarını iddia eder ve bu yüzden Schmitt'in siya
salın rasyonel kavranışına karşı meydan okumasını cin çı
karır gibi defetmeye çalışır. Habermas , Schmitt'in meydan
okumasına şu şekilde yanıt verir: "Eğer adalete ilişkin soru
lar, rakip yaşam biçimlerinin etik öz-anlayışlarını aşamazsa
ve eğer varoluşsal bakımdan önemli değerler, çatışmalar ve
karşıtlıklar bütün tartışmalı sorunlara nüfuz etmek zorun
daysa, o halde, son tahlilde, elde kalan Carl Schmitt'in siya
set anlayışına benzer bir şey olacaktır."6
Ben, bu tür bir siyasal anlayışın demokratik proj enin ru
huna aykırı olduğunu savunan Habermas ve diğerlerine kar
şı, Schmitt'in dost/düşman ayrımının her daim varolan ola
naklılığına ve siyasetin çatışmalı doğasına yaptığı vurgunun
demokratik siyasetin amaçlarını tahayyül edebilmek için zo
runlu bir başlangıç noktası oluşturduğunu düşünüyorum.
Demokratik siyaset için merkezi öneme sahip olan soruyu
ancak "siyasal"ın antagonistik boyutunu teslim ederek so
rabiliriz. Liberal kuramcılar kusura bakmasınlar ama bu so
ru , ne rakip çıkarlar arasında nasıl bir anlaşma akdedilece
ğiyle, ne de "rasyonel" , yani dışlamaya yer vermeyen, herke
si içeren bir mutabakata nasıl varılacağıyla ilgilidir. Demok
ratik siyasetin özgüllüğü , bazı liberallerin inanmamızı is
tediklerinin aksine, biz/onlar karşıtlığının aşılmasını değil,
21
bu karşıtlığın farklı bir biçimde kurulmasını gerektirir. De
mokrasinin ihtiyaç duyduğu şey, modem demokrasinin ku
rucu unsuru olan çoğulculukla bağdaşan bir biz/onlar ayrı
mı yapmaktır.
22
Böylesi bir proj e için özellikle "kurucu dışsal" [ consti
tutive outside] mefhumunu faydalı buluyorum, çünkü bu
mefhum bir kimliğin oluşum sürecindeki temel niteliği açı
ğa çıkanyor. Bu terim, jacques Derrida'nın "eklenti" [ supp
lement], "iz" [trace] ve "differance" gibi mefhumlar etrafın
da geliştirdiği birtakım temalara gönderme yapan Henry
Staten7 tarafından önerildi. Amaç, bir kimliğin yaratılması
nın, sıklıkla bir hiyerarşi temelinde, örneğin biçim ve mad
de, siyah ve beyaz, erkek ve kadın vs . arasında inşa edilen
bir farklılığın kurulmasına işaret ettiği gerçeğinin altını çiz
mek. Her kimliğin ilişkisel olduğunu ve bir farklılığın olum
lanmasının herhangi bir kimliğin varlığının önkoşulu, yani
kimliğin "dış"ını kuran bir "öteki" algısı olduğunu anladığı
mız anda, Schmitt'in antagonizmanın her daim varolan ola
naklılığı hakkındaki vurgusunu daha iyi kavrayabileceğimiz
ve toplumsal ilişkilerin antagonizmanın gelişmesine olanak
sağlayan bir alan olduğunu daha iyi görebileceğimiz bir ko
numa erişeceğimizi düşünüyorum.
Kolektif kimlikler alanında, her zaman "onlar"ın sınırla
rının belirlenmesiyle var olabilecek bir "biz"in yaratılma
sıyla uğraşınz. Bu, elbette, bu tür bir ilişkinin zorunlu ola
rak dost/düşman ilişkisi , yani antagonistik bir ilişki oldu
ğu anlamına gelmez. Fakat belli şartlar altında, bu biz/on
lar ilişkisinin her an bir antagonistik ilişki olabileceği , yani
bir dost/düşman ilişkisine dönüşebilme ihtimalinin bulun
duğunu kabul etmek gerekir. Bu , "onlar"ın "biz"im kimli
ğimizin yerindeliğini sorgulayan ve varlığını tehdit eden bir
"onlar" olarak algılanmasıyla gerçekleşir. O andan itibaren,
Yugoslavya'nın parçalanmasının da doğruladığı gibi, dini,
etnik, ekonomik veya başka türden herhangi bir biz/onlar
ilişkisi bir antagonizmanın alanı olur.
23
Elbette, bu biz/onlar ilişkisinin, Schmitt açısından siya
sal olabilmesi için, antagonistik bir dost/düşman ilişkisi bi
çimini alması gerekir. Bu yüzden Schmitt bu ilişkinin si
yasal birlik içerisinde gerçekleşmesine izin vermez. Sch
mitt, antagonistik bir çoğulculuğun bir politik varlığın kalı
cılığı açısından yarattığı tehlikelere karşı yaptığı uyanlarda
şüphesiz haklıydı. Gelgelelim, birazdan ileri süreceğim gi
bi, dost/düşman ayrımını siyasalı kuran antagonistik boyu
tun olası ifade biçimlerinden yalnızca bir tanesi olarak gör
mek mümkündür. Antagonizmanın her daim varolan ola
naklılığını kabul etmek şartıyla, biz/onlar ayrımının başka
türlü siyasal inşa biçimlerini de tahayyül edebiliriz. Eğer bu
yolu takip edersek, demokratik siyasetin karşısındaki zorlu
ğun, farklı biçimde bir biz/onlar ayrımı kurarak antagoniz
manın ortaya çıkma ihtimalini uzak tutmaktan ibaret oldu
ğunu fark ederiz.
Bu konuyu daha fazla irdelemeden evvel, yaptığım tartış
malardan kuramsal bir sonuç çıkarmama izin verin. Bu aşa
mada , siyasal kimliklerin oluşma ihtimalinin koşulu olan
biz/onlar ayrımının her zaman bir antagonizmanın konu
mu olabileceğini söyleyebiliriz. Bütün siyasal kimlik biçim
leri bir biz/onlar aynını içerdiğinden, bu , antagonizmanın
ortaya çıkma ihtimalinin hiçbir zaman ortadan kaldırılama
yacağı anlamına gelir. Dolayısıyla, gelecekte antagonizmayı
tamamıyla ortadan kaldıran bir toplumun kurulabileceğine
inanmak bir yanılsamadır. Schmitt'in dediği gibi, antagoniz
ma, her daim varolan bir olanaklılıktır; siyasal, ontolojik du
rumumuzdan kaynaklanır.
24
"Siyasal"ı antagonizmanın her daim varolan olanaklılığı ola
rak hesaba katmak, nihai bir temelin yokluğuyla hesaplaş
mayı ve her düzene hakim olan karar verilemezlik boyutu
nu kabullenmeyi gerektirir; başka bir deyişle, her çeşit top
lumsal düzenin hegemonik doğasını ve her toplumun bir
olumsallık bağlamında düzen kurmaya çalışan bir dizi pra
tiğin ürünü olduğu gerçeğini tanımayı gerektirir . Ernesto
Laclau'nun belirttiği gibi, * "Hegemonik müdahale iki as
li özellik taşır: hegemonik eklemlenmelerin . . . olumsal ka
rakteri ve -toplumsal ilişkileri herhangi bir a priori toplum
sal akliliğe [rasyonaliteye ] bağlı olmaksızın, asli bir anlamda
kurmaları anlamında- kurucu karakteri. "8 Siyasal, hegemo
nik kuruluş edimlerine bağlıdır. Bu anlamda toplumsalı si
yasaldan ayırt etmek gerekir. Toplumsal, kendi kendilerini
temellendiriyormuş gibi görünen, fakat olumsal siyasal ku
ruluşun kökensel edimlerini saklayan ve varlıkları sorgusuz
sualsiz kabul edilen tortulaşmış pratiklerin alanıdır. Tortu
laşmış toplumsal pratikler herhangi bir olası toplumun ku
rucu unsurlarındandır; toplumsal bağların hepsi aynı anda
sorgulanmaz. Dolayısıyla, toplumsal ve siyasal, Heidegger'in
deyimiyle , varoluşçulann [ existentials ] statüsüne sahip
tirler; yani, her toplumsal yaşamın zorunlu boyutlarıdır
lar. Eğer -hegemonik anlamıyla- siyasal, toplumsal kuru
luş edimlerinin görünürlüğünü içerirse, neyin toplumsal
neyin siyasal olduğunu önsel olarak, yani herhangi bir bağ
lamsal göndermeden bağımsız olarak belirlemek imkansız
laşır. Toplum, kendi dışında bulunan bir mantığın (bu man-
(*) Adı geçen eserden bu Türkçe çeviri kapsamında yapılacak alıntılar, Mouffe'un
gönderme yaptığı lngilizce Emancipation(s) adlı kitaptan çevrilmeyip, Ertuğrul
Başer'in lngilizceden çevirdiği Evrensellik, Kimlik ve Ôzgürleşme'den alınacak
tır (lstanbul, Birikim Yayınlan, 2003).
8 Ernesto Laclau, Emancipation(s), Londra, Verso , s. 90 [Evrensellik, Kimlik
ve Ôzgürleşme, lngilizceden çev. Ertuğrul Başer, lstanbul, Birikim Yayınlan,
2003, s. 1 44]
25
tığın kaynağı, üretim güçleri, Hegel'in Mutlak Tin dediği şe
yin gelişimi, tarihin yasaları, vs . ; ne olursa olsun) tezahür
etmesi olarak görülmemelidir. Her düzen olumsal pratikle
rin geçici ve belirsiz eklemlenmelerinden ibarettir. Toplum
sal ve siyasal arasındaki sınır özünde değişkendir ve sürekli
olarak toplumsal failler arasındaki yer değiştirmelere ve ye
niden müzakerelere ihtiyaç duyar. Her şey her zaman farklı
olabilir; bu yüzden, her düzenin dayanağı başka olanakların
dışlanmasıdır. Bir düzen bu anlamda "siyasal"dır, çünkü ti
kel bir iktidar ilişkileri yapısının ifadesidir. iktidar toplum
salı kurar, çünkü toplumsal ona şekil veren iktidar ilişkileri
olmaksızın varolamaz. Belli bir dönemde "doğal" düzen ola
rak kabul gören bir düzen (ona eşlik eden "ortak duyu"yla
birlikte) tortulaşmış pratiklerin sonucudur; hiçbir zaman
onu var eden pratiklerin dışında yer alan daha derin bir nes
nelliğin tezahürü değildir.
Bu konuyu özetleyecek olursak: her düzen siyasaldır ve
bir tür dışlamaya dayanır. Bastırılmış olan ve tekrar hare
kete geçirilebilecek diğer olanaklar her zaman vardır. Bel
li bir düzenin kurulmasını sağlayan ve toplumsal kurumla
rın anlamını sabitleyen eklemleyici pratikler, "hegemonik
pratikler"dir. Her hegemonik düzen, bir başka hegemonya
kurmak adına mevcut düzeni parçalamaya çalışan karşıt-he
gemonik pratiklerin meydan okumasına açıktır.
Kolektif kimlikler söz konusu olduğunda, kendimizi ben
zer bir durumda buluruz. Kimliklerin özdeşim süreçleri
nin sonucu olduklarına ve hiçbir zaman tamamıyla sabitle
nemeyeceklerine değinmiştik. Özdeşim sürecinin öncesin
de var olan ve özcü kimlikleri ifade eden "biz/onlar" karşıt
lıklarıyla hiçbir zaman karşı karşıya kalmayız . Dahası , da
ha önce de vurguladığım gibi, "onlar" "biz"in olanaklılığı
nın koşulu , "biz"in "kurucu dışsal"ı olduğundan, bu , belli
bir "biz"in kuruluşunun her zaman bir tür "onlar" dan ayırt
26
edilmeye dayanacağı anlamına gelir. Bu nokta, " onlar"ın
inşa ediliş biçimine göre farklı biz/onlar ilişkisi türlerinin
olanaklılığını tahayyül etmemizi mümkün kıldığı için çok
önemlidir.
Bu kuramsal noktaları , savunduğum farklı demokratik
siyaset yaklaşımının gerektirdiği çerçeveyi oluşturdukla
rı için vurguluyorum. Aynı anda hem demokratik çoğul
culuğun olanaklılığını olumlayıp, hem de antagonizmanın
yok edilemezliğini önerebilmek için, bu iki savın birbirini
yadsımadığını Schmitt'e karşı savunmamız gerekir. Burada
esas mesele, antagonizmanın çoğulcu demokrasiyle uyum
lu bir biz/onlar karşıtlığı biçimini mümkün kılacak bir şe
kilde nasıl dönüştürüleceğini göstermektir. Böyle bir imka
nın olmaması durumunda, elde kalan alternatifler şunlar
dır: Ya Schmitt'le birlikte liberal demokrasinin çelişkili do
ğasına inanabiliriz, ya da liberallerle birlikte husumet mode
linin [ adversarial model] ortadan kaldırılmasını demokra
sinin ilerlemesi olarak görebiliriz. Birinci durumda, çoğul
cu bir demokratik düzenin olanaklılığı reddedilirken; ikinci
durumda , olumsuz sonuçlarını sonraki bölümlerde tartışa
cağımız, tamamıyla yetersiz , anti-siyasal bir liberal demok
rasi görüşü önerilir.
27
olarak kabul görmesi için, siyasal birliği yok etmeyecek bir
biçim alması gerekir. Bunun anlamı da, bütünüyle antago
nistik bir dost/düşman ilişkisinde olduğu gibi tarafların mu
haliflerini yok edilmesi gereken düşmanlar, muhaliflerinin
taleplerini de gayrimeşru talepler olarak görmemeleri için,
çatışma içerisindeki taraflar arasında bir tür ortak bağ bu
lunması gerektiğidir. Ne var ki, muhalifler, basitçe, çıkarla
rı salt müzakere yoluyla ele alınabilecek veya uzlaştırılabi
lecek rakipler olarak görülemez, çünkü böyle bir durumda
antagonistik unsur tamamen ortadan kaldırılmış olur. Eğer
bir taraftan çatışmanın antagonistik boyutunun kalıcılığını
kabul edip, diğer taraftan da bu boyutun "ehlileştirilmesi"
ihtimaline yer vereceksek, o halde üçüncü bir ilişki türü ta
hayyül etmemiz gerekir. Bu benim "agonizm" demeyi öner
diğim ilişki türüdür.9 Antagonizma iki tarafın herhangi bir
ortak zemin paylaşmayan düşmanlar oldukları bir biz/onlar
ilişkisiyken, agonizm çatışan tarafların, çatışmanın rasyo
nel bir çözümü olmadığını kabul etmelerinin yanı sıra , kar
şılıklı olarak muhaliflerinin meşruiyetini tanıdıkları bir biz/
onlar ilişkisidir. Agonizmde, çatışan taraflar düşman değil,
"hasım"dır. Bu da, çatışma sırasında, birbirlerini aynı siya
sal birliğe ait gördükleri, çatışmanın gerçekleştiği ortak bir
sembolik mekanı paylaştıkları anlamına gelir. Demokrasi
nin görevinin antagonizmayı agonizme dönüştürmek oldu
ğunu söyleyebiliriz.
lşte bu yüzden, "hasım" , demokratik siyaset için oldukça
önemli bir kategoridir. Husumet modeli demokrasinin ku-
28
rucu unsuru olarak görülmelidir, çünkü bu model demokra
tik siyasetin antagonizmayı agonizme dönüştürmesini sağ
lar. Bir başka deyişle, bu model, antagonistik boyutun, po
tansiyel antagonizmayı agonistik bir biçimde tüketecek ku
rumların ve pratiklerin oluşturulması sayesinde, nasıl "ehli
leştirebileceğimizi" tahayyül etmemize yardımcı olur. Bu ki
tapta, sıklıkla, antagonistik çatışmaların ortaya çıkma olası
lığının muhalif sesler için agonistik meşru siyasal kanallar
bulunduğu müddetçe daha düşük olduğunu savunacağım.
Agonistik kanalların olmadığı durumlarda, muhalefet şid
detli biçimler almaya meyleder ve bu eğilim, hem iç hem de
uluslararası politika için geçerlidir.
Benim burada sunduğum "hasım" mefhumunun terimin
liberal söylemde anlaşılan biçiminden tamamıyla ayırt edil
mesi gerektiğini vurgulamak istiyorum, çünkü benim anla
dığım şekliyle bu mefhumda antagonizmanın varlığı orta
dan kaldırılmıyor, bilakis, tabiri caizse, "yüceltiliyor" [subli
mated] . Liberaller için hasım basitçe rakiptir. Onlar için si
yaset alanı farklı grupların iktidar konumlarını ele geçirmek
için rekabet ettikleri tarafsız bir alandır; amaçlan, salt ken
di istedikleri konumu elde etmek için diğerlerini yerlerin
den etmektir. Hakim hegemonyanın doğruluğunu sorgula
mazlar ve iktidar ilişkilerini ciddi anlamda dönüştürme ça
balan yoktur. Söz konusu olan, yalnızca seçkinler arasında
ki rekabettir.
Bu görüşün aksine, agonistik mücadele verili bir toplu
mu yapılandıran iktidar ilişkilerinin düzenlenişiyle ilgilidir:
agonistik mücadele, karşıt hegemonik projeler arasında hiç
bir zaman rasyonel bir biçimde çözümlenemeyecek bir mü
cadeledir. Bu mücadelede, antagonistik boyut, hasımların
kabul ettiği birtakım demokratik prosedürün düzenlediği
koşullar altınd� girişilen gerçek bir cepheleşme olarak her
daim mevcuttur.
29
Canetti ve parlamenter sistem üzerine
gönderme yaptığı 1 960 basımı lngilizce Crowds and Power adlı kitaptan çev
rilmeyip, Gülşat Aygen'in Almancadan çevirdiği Kitle ve iktida rdan alınacaktır
(istanbul, Ayrıntı Yayınlan, 2003).
10 Elias Canetti, Crowds and Power, Londra, Penguin, 1 960, s. 220 [Kitle ve ikti
dar, Almancadan çev. Gülşat Aygen, lstanbul, Ayrıntı Yayınlan, 2003 , s. 1 9 1 ] .
1 1 A.g.e., s . 222 [Kitle ve iktidar, s . 193] .
30
Canetti'nin bu tarifi, düşmanların nasıl hasımlara dönüş
türülebileceğinin mükemmel bir örneğidir ve burada, çatış
maların demokratik kurumlar sayesinde, antagonistik değil,
agonistik bir biçimde nasıl sahnelenebilecekleri açık bir şe
kilde ifade edilmiştir. Canetti'ye göre, modern demokrasi ve
parlamenter sistem, toplulaştırıcı ve müzakereci modelle
rin yaptığı gibi, insanlığın evriminde rasyonelleşmiş insan
ların gerek çıkarlarını kollamak gerekse özgür kamusal akıl
larını kullanmak için rasyonel bir biçimde hareket edebil
dikleri bir aşama olarak tahayyül edilmemelidir. Canetti şu
nu vurguluyor:
31
örneğini ve parlamenter siyasetin çöküşüyle birlikte Yahudi
lerin nasıl da antagonistik bir "onlar"a dönüştüklerini düşü
nün. Sanının, bu, parlamenter demokrasinin solcu muhalifle
rinin üzerine düşünmeleri gereken bir konudur !
Canetti'nin çalışmasının liberal siyasal kuramda hakim
olan rasyonalist perspektifin eleştirisi için önemli tespitler
sunan bir başka yönü de, "kitle" olgusuna dair dile getirdi
ği düşüncelerdir. Canelli, her çeşit toplumda bulunan deği
şik türden kitlelerin temsil ettiği kalıcı ve güçlü cazibeyi dik
katle inceler ve bu cazibeyi toplumsal failleri harekete ge
çiren farklı itkilerle açıklar. Bir tarafta, bireyselliğe ve ayırt
ediciliğe doğru bir itki olarak tanımlayabileceğimiz şey var
dır. Fakat buna ek olarak, toplumsal faillerin bir kalabalığın
parçası olarak kendilerini kitlelerle birleşme anında kaybet
mek istemelerini sağlayan bir başka itki daha vardır. Kala
balığın cazibesi, Canetti'ye göre, modernitenin ilerlemesiyle
ortadan kalkacak arkaik ve modern-öncesi bir şey değildir.
Bu , insanların psikolojik durumunun ayrılmaz bir parçası
dır. Rasyonalist yaklaşımın irrasyonel güçlerin ifadesi ya da
"arkaik olana dönüş" olarak görmeyi tercih ettiği siyasal kit
le hareketlerini kabul etme konusundaki kabiliyetsizliğinin
kökeninde bu temayülün reddi vardır. Halbuki Canetti'den
hareketle "kitle" cazibesinin her zaman bizimle olacağını
kabul ettiğimiz takdirde, demokratik siyasete daha farklı bir
yoldan yaklaşmamız ve kitlenin demokratik kurumlan teh
dit etmeyecek bir şekilde nasıl mobilize edilebileceği mese
lesini ele almamız gerekecektir.
Burada karşımıza çıkan, benim kolektif özdeşim biçimle
rinin kökeninde yatan çeşitli duygusal güçleri tanımlamak
için " tutkular" demeyi önerdiğim boyuttur. Mevcut siya
sal demokrasi kuramı, ya çıkarların rasyonel bir şekilde he
saplanmasına (toplulaştıncı model) ya da ahlaki müzakere
ye (müzakereci model) vurgu yaptığı için, "tutkular"ın siya-
32
set alanının temel devingen güçlerinden biri olarak oynadık
ları rolü teslim etmekten acizdir ve " tutkular"ın çeşitli gö
rünümleriyle karşılaştığı anda daima hazırlıksız yakalanır.
Kuramın bu hali, antagonizmanın her daim varolan olanak
lılığını kabul etmeyi reddetmesiyle ve demokratik siyase
tin, rasyonel olduğu müddetçe, her zaman bireysel eylemler
üzerinden yorumlanabileceğine inanmasıyla uyum içerisin
dedir. Eğer demokratik siyaset bu şekilde yorumlanamazsa,
mevcut siyasal demokrasi kuramına göre, bu durum zorun
lu olarak geri kalmışlıktan kaynaklanıyor olmalıdır. Bir son
raki bölümde göreceğimiz gibi, örneğin "refleksif/düşünüm
sel modernleşme" [ düşünerek-davranmaya dayalı modern
leşme ] savunucuları kendi tezleriyle uyuşmayan herhangi
bir görüşü bu şekilde yorumlarlar.
Günümüzde mutabakata yapılan vurguyu göz önünde bu
lundurursak, insanların siyasete git gide daha az ilgi göster
meleri ve oy vermeme oranlarının artması hiç de şaşırtıcı de
ğildir. Mobilizasyon siyasallaşmayı gerektirir, fakat siyasal
laşma insanların karşıt kamplarla özdeşleşebilmelerine ve
dolayısıyla tutkuların demokratik sürecin çeşitliliği içerisin
de siyaseten harekete geçmelerine olanak sağlayan bir çatış
malı dünya temsili üretilmeden varolamaz . Mesela, oy ver
me örneğini düşünün. Rasyonalist yaklaşımın bir türlü kav
rayamadığı, insanları oy vermeye iten şeyin basitçe çıkarla
rın kollanmasından çok daha fazla bir şey olduğudur. Oy
vermenin önemli bir duygusal boyutu vardır ve oy vermede
söz konusu olan bir özdeşim meselesedir. İnsanların siya
seten eyleyebilmeleri için onlara kendileri hakkında, değer
lendirebilecekleri bir fikir sunan kolektif bir kimlikle özdeş
leşebilmeleri gerekir. Siyasal söylem, insanlara politikalar
sunmanın yanı sıra , onlara deneyimlediklerini kavrayabil
melerine yardımcı olan ve gelecek için umut vaat eden kim
likler de sunmalıdır.
33
Freud ve özdeşim
(*) Adı geçen eserden bu Türkçe çeviri kapsamında yapılacak alıntılar, Mouffe'un
gönderme yaptığı 200 1 basımı lngilizce Civilization and Its Discontents ad
lı kitaptan çevrilmeyip, Haluk Barışcan'ın Almancadan çevirdiği Uygarlığın
Huzursuzluğu'ndan alınacaktır (lstanbul, Metis Yayınlan, 2009).
13 Sigmund Freud, Civilization and Iıs Discontents, The Standard Edition, Vol.
XXI, Londra, Vintage, 200 1 , s. l l l [ Uygarlığın Huzursuzluğu, Almancadan
çev. Haluk Barışcan, lstanbul, Metis Yayınlan, 2009, s. 68] .
14 Sigmund Freud, Group Psychology and the Analysis of the Ego [Grup Psikolojisi
ve Ego Analizi] , The Standard Edition, vol. XXI, Londra, Vintage, 200 1 , s. l l4.
34
lik, yani bir "biz" , libidinal bir yatırımın sonucudur, fakat
bu zorunlu olarak "onlar"ın belirlenimini beraberinde ge
tirir. Şüphesiz Freud bütün karşıtlıkları düşmanlık olarak
görmemişti, fakat karşıtlıkların her zaman düşmanlığa dö
nüşebileceğinin farkındaydı. Kendisinin de işaret ettiği gi
bi, "Saldırganlıklarının dışavurumuna maruz kalacak baş
ka bir topluluk olduğu sürece, çok sayıda insanı birbirine
sevgi bağı ile bağlamak mümkündür. " 1 5 Böyle bir durum
da, biz/onlar ilişkisi bir düşmanlık ilişkisine dönüşür, ya
ni antagonistik olur.
Freud'a göre , uygarlığın evrimini , biri yaşam içgüdüsü
Eros, diğeri de saldırganlık ve yıkıcılık içgüdüsü Ölüm ol
mak üzere, iki tür temel libidinal içgüdü arasındaki müca
dele olarak niteler. Freud aynı zamanda "söz konusu iki iç
güdüye çoğunlukla -ya da her zaman- birlikte rastlandığı,
iki içgüdünün değişen ve son derece farklı oranlarda birara
ya geldikleri için tanınmadıkları"nı vurgular. 16 Saldırgan iç
güdü hiçbir zaman ortadan kaldırılamaz fakat onu Freud'un
kitabında tartıştığı çeşitli yöntemler aracılığıyla, deyim ye
rindeyse, etkisiz hale getirmeyi ve yıkıcı potansiyelinin gü
cünü azaltmayı deneyebiliriz. Burada demokratik kurumla
rın insan toplumlarında her daim varolan ve düşmanlığa yol
açan libidinal güçleri etkisiz hale getirmeye agonistik bir bi
çimde katkı koyabileceklerini savunuyorum.
Buna ilaveten, Freud'un kuramını geliştirerek siyaset
te duyguların rolünü keşfetmek açısından büyük önem
arz eden "keyif' [jouissance] kavramını öne süren jacques
Lacan'ın çalışmalarından da bazı içgörüler edinilebilir. Yan
nis Stavrakakis'in gözlemlediği gibi, Lacancı kurama göre ,
15 Sigmund Freud, Civilization and Its Discontents, The Standard Edition, Vol.
XXI, Londra, Vintage, 200 1 , s. 1 14 [ Uygarlığın Huzursuzluğu, Almancadan
çev. Haluk Barışcan, İstanbul, Metis Yayınlan, 2009, s. 7 1 ] .
16 A.g.e. , s . 1 19 [ Uygarlığın Huzursuzluğu, s . 76] .
35
özdeşimlerin sosyo-politik biçimlerinin süreğenliğini müm
kün kılan, toplumsal faile bir çeşit keyif verdikleri gerçeği
dir. Stavrakakis'in sözleriyle:
36
lemesinden başka bir şey değildir. " 1 9 Kolektif özdeşimlerin
her zaman bir biz/onlar türünde ayrımlaşma üzerinden ger
çekleştiğini akılda tutarsak, milliyetçiliğin nasıl kolaylıkla
düşmanlığa dönüşebileceğini anlayabiliriz. Zizek için, milli
yetçi nefret, bir başka milletin keyfimize tehdit oluşturduğu
nu algıladığımızda ortaya çıkar. Dolayısıyla, bu nefretin kö
keninde, toplumsal grupların keyif eksikliklerini, keyifleri
ni "çalan" bir düşmanın varlığına dayandırmaları yatar. Ulu
sal özdeşimlerin dost/düşman ilişkilerine dönüşmesinin na
sıl önüne geçilebileceğini tahayyül edebilmek için, bu özde
şimleri ayakta tutan duygusal bağların farkında olmak gere
kir. Rasyonalist yaklaşımın engel olduğu tam da budur ve
bu da liberal kuramın milliyetçi antagonizmaların patlaması
karşısındaki acizliğini ortaya koyar.
Freud ve Canetti'den alınması gereken ders , fazlasıyla bi
reycileşmiş toplumlarda bile, kolektif özdeşimlere duyulan
ihtiyacın, insanların varoluş tarzını oluşturmasından ötü
rü , hiçbir zaman kaybolmayacağıdır. Bu özdeşimler siya
set alanında önemli bir rol oynarlar ve sundukları duygu
sal bağ demokrasi kuramcıları tarafından dikkate alınmalı
dır. "Post-geleneksel" kimliklerin siyasal sorunların rasyo
nel bir biçimde değerlendirilmesine imkan tanıdığı bir çağa
girdiğimize inanmak ve böylece duyguların demokratik mo
bilizasyonunun oynadığı rolü göz ardı etmek, siyaset alanı
nı demokrasinin altını oymak isteyenlere terk etmek demek
tir. Demokrasi kuramcıları, tutkuları siyasetten bertaraf et
mek isteyip demokratik siyasetin yalnızca akıl, ılımlılık ve
mutabakat doğrultusunda anlaşılmasını savunarak, siyasa
lın dinamiklerini kavramadaki yetersizliklerini sergilemek
tedirler. Bu kuramcılar, demokratik siyasetin insanların ar
zuları ve fantezileri üzerinde gerçek bir etkiye sahip olması
ve bu siyasetin çıkarları duyarlılıkların, aklı tutkuların karşı-
19 A.g.e. , s. 202.
37
sına koymak yerine, demokratik pratiklere vesile olacak öz
deşim biçimleri sunması gerektiğini görmezler. Siyasetin her
daim "partizan" bir boyutu vardır ve insanların siyasetle il
gilenmeleri için gerçek alternatifler sunan taraflar arasında
seçim yapma olanaklarının olması gerekir. Bugünün gökle
re çıkarılan "partizansız" demokrasisinde eksik olan tam da
budur. Birçok yerde duyduklarımızın aksine, bugün hakim
olan mutabakatçı siyaset türü , demokraside bir ilerlemeyi
temsil etmekten ziyade, Jacques Ranciere'in "post-demok
rasi" dediği bir dönemde yaşadığımızın işaretidir. Ranciere'e
göre bugün demokrasi için bir model teşkil ettiği düşünü
len mutabakatçı pratikler, tam olarak demokrasinin yaşam
sal nüvesini oluşturan şeyin ortadan kalkmasını varsayarlar.
Kendi sözleriyle:
38
Agonistik cepheleşme
39
değişik biçimler alabilirler ve bir gün ortadan kalkacaklan
na inanmak aldatıcıdır. Çoğulcu demokratik sistem aracılı
ğıyla agonistik bir biçimde ifade edilmelerine olanak sağla
mak bu yüzden önemlidir.
Liberal kuramcılar, çatışmanın toplumsal yaşamdaki bi
rincil gerçekliğini ve siyasal sorunlara rasyonel, tarafsız çö
zümler bulmanın olanaksızlığını kabullenemedikleri gibi,
çatışmanın modem demokraside oynadığı bütünleştirici ro
lü de benimseyemezler. Demokratik bir toplum, olası alter
natifler arasında bir münakaşayı gerektirir ve açık bir şekil
de farklılaşmış demokratik pozisyonlar etrafında siyasal ko
lektif özdeşim biçimleri sunmalıdır. Mutabakat elbette ge
reklidir, fakat mutabakata uyuşmazlığın eşlik etmesi elzem
dir. Mutabakat, demokrasiyi oluşturan kurumlar ve siyasal
birliği niteleyen "etik-politik" değerler -herkes için özgür
lük ve eşitlik- açısından gereklidir, fakat bu değerlerin an
lamına ve nasıl uygulanacaklarına dair uyuşmazlık her za
man olacaktır. Çoğulcu bir demokraside, bu tür uyuşmaz
lıklar hem meşrudur, hem de zorunludur; demokratik siya
setin hamurunu oluştururlar.
Agonistik bir siyasetin uygulanmasının önündeki temel
engel, liberal yaklaşımın eksikliklerinin yanı sıra , Sovyet
modelinin çöküşünden itibaren mevcut düzenin herhangi
bir alternatifinin olmadığını iddia eden neoliberalizmin tar
tışmasız hegemonyası altında yaşadığımız gerçeğidir. N eo
liberalizmin bu iddiası, "modernleşme" bahanesiyle adım
adım sağa kayan ve kendilerini "merkez-sol" olarak yeniden
tanımlayan sosyal demokratik partilerce kabul edildi. Sosyal
demokrasi, eski komünist düşmanının krizinden kazanç
lı çıkmak yerine, adeta onun çöküşünün içine doğru sürük
lendi. Böylece demokratik siyaset açısından büyük bir fır
sat kaçmış oldu. Halbuki 1 989'un olayları, komünist siste
min önceden temsil ettiği ağırlıktan kurtulan solun yeniden
40
tanımlanması için yeterli bir zaman sağlamalıydı. Parampar
ça olan geleneksel siyasal sınırların ilerici bir biçimde yeni
den çizilmeleri mümkün olduğundan, demokratik projeyi
derinleştirmek adına gerçek bir şans vardı. Bu şans maale
sef kaybedildi. Bunun yerine, antagonizmanın ortadan kalk
tığına ve sınırsız, "onlar" sız bir siyasetin, toplumdaki herke
si hoş tutacak çözümler bulabilen bir kazan-kazan siyaseti
nin yükselmekte olduğuna dair muzafferane savlar duyma
ya başladık.
Solun çoğulculuğun ve liberal demokratik siyasal kurum
ların önemli olduğu gerçeğiyle yüzleşmesi şüphesiz önem
liydi, fakat bu , mevcut hegemonik düzeni dönüştürmeye
yönelik bütün çabalan terk etmek ve "gerçekte varolan libe
ral demokratik toplumlar"ın tarihin sonunu temsil ettiğine
dair görüşü kabul etmek anlamına gelmemeliydi. Komüniz
min başarısızlığından çıkarılacak bir ders varsa, o da demok
ratik mücadelenin dost/düşman açısından tahayyül edilme
mesi gerektiği ve liberal demokrasinin de yok edilmesi gere
ken bir düşman olmadığıdır. Eğer "herkes için özgürlük ve
eşitliği" liberal demokrasinin (Montesquieu'nün "bir rejimi
harekete geçiren tutkular" olarak tanımladığı) "etik-politik"
ilkeleri olarak ele alacaksak, toplumlanmızla ilgili sorunun,
toplumlarımızın ilan ettikleri idealler değil, o ideallerin ha
yata geçirilememesi olduğu aşikardır. Dolayısıyla solun gö
revi, kapitalist hakimiyet için bir kılıf, bir düzmece oldukla
rı iddiasıyla bu idealleri reddetmek değil, bu ideallerin etki
li bir biçimde uygulanmaları için mücadele etmek olmalıdır.
Bu da, elbette, mevcut neoliberal kapitalist düzenleme tarzı
na meydan okumadan yapılamaz.
lşte bu yüzden, bu mücadele, dost/düşman ayrımı çerçe
vesinde tahayyül edilmemesi gerektiği gibi, basitçe çıkarla
rın rekabeti olarak ya da "diyalojik" bir tarzda da tahayyül
edilmemelidir. Halbuki günümüzde çoğu sol parti demokra-
41
tik siyaseti tam da bu şekilde tahayyül ediyor. Demokrasiyi
yeniden canlandırmak için, bu çıkmazdan acilen kurtulma
mız gerekir. Benim iddiam, önerdiğim agonistik yaklaşımın,
"hasım" fikri sayesinde, demokrasinin yeniden canlanması
ve derinleşmesine katkı sağlayabileceğidir. Bu yaklaşım so
lun perspektifinin hegemonik bir biçimde tahayyül edilmesi
olanağını da sağlar. Buna göre, hasımlar, demokratik çerçe
ve içerisinde cepheleşmelerini kaydederler, fakat bu, değiş
mez bir çerçeve değildir: hegemonik mücadele aracılığıyla
yeniden tanımlanmaya yatkın bir çerçevedir. Agonistik bir
demokrasi kavrayışı, bir toplumun belli bir dönemdeki öz
gül yapısını belirleyen hegemonik politik-ekonomik eklem
lenmelerin olumsal niteliğini kabul eder. Bu eklemlenme
ler, hasımlar arası agonistik mücadele sonucu parçalanabile
cek ve dönüştürülebilecek belirsiz ve pragmatik yapılardır.
Dolayısıyla, Slavoj Zizek'in agonistik yaklaşımın statü
koya meydan okuyamadığını ve liberal demokrasiyi şimdi
ki aşamasında kabul etmeye yol açtığını ileri sürmesi yanlış
tır. 2 1 Agonistik yaklaşım, sil baştan yeni bir toplumsal dü
zen kurabilecek kökten bir yeniden kuruluş eyleminin ola
naklılığını kesinlikle onaylamaz. Ne var ki, radikal içerimle
ri olan kimi oldukça önemli sosyo-ekonomik ve siyasal dö
nüşümleri liberal demokratik kurumlar bağlamında gerçek
leştirmek mümkündür. Bizim "liberal demokrasi" den an
ladığımız , olumsal hegemonik müdahalelerin birlikteliği
nin sonucu olan tortulaşmış iktidar ilişkilerinin oluştur
duğu bir düzendir. Bugün bu müdahalelerin olumsal nite
liğinin tanınmıyor oluşu , karşıt-hegemonik proj elerin ek
sikliğinden kaynaklanmaktadır. Yine de bu müdahalele
rin dönüşümünün liberal demokratik çerçevenin bütün
cül bir reddini gerektirdiği yanılgısına kapılmamamız gere-
21 Örnegin bkz. Slavoj Zifek ve Glyn Daly, Conversations with Zizeh [ Zizeh ile
Sohbetler] . Cambridge, Polity, 2004 içerisinde Zizek'in eleştirileri.
42
kir. Wittgenstein'dan ödünç alarak söyleyecek olursak, de
mokratik bir "dil oyunu"nu oynamanın çeşitli yollan vardır
ve agonistik mücadele radikalleştirilecek bir demokrasi fik
ri için yeni anlamlar ve uygulama alanları yaratmalıdır. Ben
ce bu , varolan pratiklerin parçalanması ile yeni söylemler ve
kurumların yaratılması süreci üzerinden iktidar ilişkilerine
soyut bir değilleme tarzında değil, adamakıllı hegemonik bir
biçimde meydan okumanın etkili bir yoludur. Çeşitli liberal
modellerin aksine, benim savunduğum agonistik yaklaşım,
toplumun her zaman siyaseten kurulduğunu kabul eder ve
hegemonik müdahalelerin gerçekleştiği alanın her zaman
daha önceki hegemonik pratiklerin bir sonucu olduğunu
ve hiçbir zaman tarafsız bir alan olmadığını hiçbir şekilde
unutmaz. Bu sebepten ötürü , agonistik yaklaşım, husumet
siz bir demokratik siyaseti kabul etmez ve "siyasal" boyutu
ihmal ederek siyaseti birtakım sözde teknik hamlelerle taraf
sız izleklere indirgeyenleri eleştirir.
43
ÜÇ ÜNCÜ BÖLÜM
45
dırmayı tercih ettikleri ikinci bir modernite aşamasındayız.
Toplumlarımız artık "gelenek sonrası" ya da "post-gelenek
sel" toplumlar olduklarından siyasetin doğasını ve amaçla
rını esaslı bir şekilde yeniden düşünmeliyiz . Medyada ge
niş bir ölçekte yaygınlık gösteren bu fikirler, büyük bir hız
la toplumsal gerçekliğimize dair genelgeçer algımızı oluştu
ran "ortak duyu"ya dönüşmekle kalmadılar; aynı zamanda
siyasi çevrelerde ve ileride göreceğimiz gibi, birçok sosyal
demokrat partinin evrim geçirmesinde de etkili roller oyna
dılar. Mevcut Zeitgeist'ın temel özelliklerinin çoğunu barın
dırdıklarından, bu bölümde bu fikirleri daha yakından ince
leyip, demokratik siyaset açısından doğurdukları sonuçları
dikkatle gözden geçireceğim.
46
kir. Beck, bu fikirlerini, 1 986'dan beri yayımladığı ve sana
yi toplumlarının iç dinamiklerinin geçirdiği büyük değişim
leri tespit eden bir dizi kitapta detaylandırdı. Beck'in temel
argümanına göre , doğal tekno-ekonomik ilerlemenin sınır
sız sürdürülebilirliğine yönelik inancın tanımladığı ve orta
ya çıkardığı risklerin denetleyici kurumlar tarafından diz
ginlenebildiği "basit modernleşme" adlı bir ilk aşamadan
sonra, bugün "risk toplumu"nun ortaya çıkışıyla betimlenen
"düşünümsel modernleşme" çağında yaşamaktayız. Modern
toplumlar, kendi modellerinin sınırlarıyla yüzleştiler ve şa
yet kendi içsel dinamizmlerinin yan etkilerini kontrol altına
alamazlarsa ilerlemenin kendi kendini yok etmeye varabile
ceğinin farkına vardılar. Bu argümana göre, sanayi toplumu
nun belli başlı özelliklerinin toplumsal ve siyasal olarak so
runlu olduğunun farkına vardık. Bu yüzden, gelişmiş sana
yi toplumlarının karşı karşıya olduğu ekonomik, toplumsal,
siyasal ve bireysel risklerin üstesinden geleneksel kurumlar
aracılığıyla gelemeyeceğimizi kabullenmenin zamanı geldi.
Beck'e göre, birinci ve ikinci modernite arasındaki temel
farklardan biri, günümüz toplumsal tarihinin motorunu
araçsal rasyonalitenin değil, "yan etki" nin oluşturmasıdır.
Kendi sözleriyle* "basit modernleşme toplumsal değişimin
(*) Adı geçen eserden bu Türkçe çeviri kapsamında yapılacak alıntılar, Mouffe'un
gönderme yaptığı 1 997 basımı İngilizce The Reinvention of Politics adlı kitap
tan çevrilmeyip, Nihat Ülner'in Almancadan çevirdiği Siyasallığın Icadı 'ndan
alınacaktır (lstanbul, iletişim Yayınlan, 2005) . Gelgelelim, The Reinvention of
Politics ile Siyasallığın lcadı'nın bire bir örtüşmediği yerler vardır. Türkçe çe
viri, eserin l 993'te yayımlanmış Almanca orijinalini (Die Eıfindung des Politis
chen) temel alırken, İngilizce çeviri Almanca orijinalde yer alan Birinci, ikinci
ve Ü çüncü Bölümler'in yerine "The Age of Side-Effecıs" [Yan Etkiler Çağı] ad
lı bir başka makaleyi (Mouffe'un referans verdiği -Beck, Giddens, Lash'ın Ref
lexive Modernization adlı kitabının içerisindeki- "The Reinvention of Politics:
Towards a Theory of Reflexive Modemity" adlı makalenin Almanca çevirisinin
gözden geçirilmiş halini) 1. bölüm olarak sunmaktadır. Dolayısıyla, Mouffe'un
The Reinvention of Politics'in 1. bölümünden yaptığı alıntının (örneğin, bu ki
tapta; 3. bölüm, 1. not) -Nihat Ülner'in çevirisinde yer alan kavramlardan ha
reketle- İngilizceden Türkçeye çevirisi bana aittir. Yine de hem bu alıntıda
47
motorunu araçsal rasyonalite (düşünüm/reflection) katego
rilerinde bulurken, "düşünümsel" modernleşme toplumsal
değişimin devingen gücünü yan etki (düşünümsellik/ref
lexivity) kategorileriyle kavramsallaştırır. llk etapta görül
memiş ve üzerine düşünülmemiş , fakat dışsallaştırılmış olan
şeyler, sınai moderniteyi günümüzde ve gelecekteki "yeni
moderniteler"den ayıran yapısal bir kopuşa neden olur. " 1
Beck, bir toplumsal çağdan diğerine geçişin fark edilmeden
ve plansız bir şekilde gerçekleştiğinin özellikle altını çiziyor.
Bu geçiş, siyasal mücadeleler sonucu gerçekleşmemiştir ve
kesinlikle marksist devrim fikri ışığında yorumlanmamalı
dır. Aslında, bu yeni toplumun temelini, kapitalizmin kriz
leri değil, Batı modernleşmesinin zaferi olarak görülmesi ge
reken kapitalizmin zaferleri oluşturmuştur.
Beck'in "yan etkiler"in rollerinden bahsederken neyi kas
tettiğine bir örnek verelim: "Sanayi toplumundan Risk Top
lumuna geçiş, kendi başına buyruk hale gelmiş modernleş
me dinamiği içinde gizil yan etki kalıpları çerçevesinde is
temdışı, görünmeksizin, zoraki bir biçimde gerçekleşir" . 2
Çeşitli toplumsal ilişkilere -sınıflara, cinsiyet rollerine, aile
ilişkilerine, işe, vs.- yansıyan derin değişimlerin kökeninde
siyasal mücadeleler değil, bu yan etkiler yatmaktadır. Sonuç
olarak, birinci/basit modernitenin kurucu ayaklarından işçi
49
tık mümkün değildir. Bu toplumun çatışmalarını şu ikilik
ler daha iyi betimler: güvenli/güvensiz, iç/dış ve siyasal/gay
risiyasal. 3
3 A.g.e., s. 42 [Aynca bkz. U. Beck, Siyasallığın icadı, Almancadan çev. Nihat Di
ner, lstanbul, iletişim Yayınlan, 2005 , s. 223-4] .
4 A.g.e. , s. 18 [Aynca bkz. U. Beck, Siyasallığın icadı, Almancadan çev. Nihat Ül
ner, lstanbul, iletişim Yayınlan, 2005, s. 1 52-5 ] .
50
üzerine gerçekleşen siyasal çatışma süreciyle ilgilenen "siya
set" (politics) . Her üç durumda da, soru, kolektif faillere da
irdir ve birey kategorisi siyaseten elverişli değildir. Alt-siya
setin ortaya çıkmasıyla birlikte, birey artık siyasal sahnenin
merkezindedir. Beck'e göre, "alt-siyaset" , "siyaset"ten ayrıl
dığı noktalar:
5 A.g.e. , s. 22 [Aynca bkz. U. Beck, Siyasallığın lcadı, Almancadan çev. Nihat Di
ner, İstanbul, tletişim Yayınlan, 2005 , s. 1 59-60] .
6 A.g.e. , s. 23 [Aynca bkz. U. Beck, Siyasallığın lcadı, Almancadan çev. Nihat Di
ner, İstanbul, tletişim Yayınlan, 2005, s. 1 59-60 ] .
51
set bu kavrayışı tersine çevirir ve soVsağ ekseninin bir kena
ra ittiği veya dışanda bıraktığı her şeyi siyasal arenanın mer
kezine yerleştirir. Siyasal, benliğe dair olan ve bireyciliğin
ifadeleri olarak algılanan sorulann ön plana çıkmasıyla, yeni
bir "yaşam ve ölüm politikası" kimliği kazanır. Ekolojik kri
zin mümkün olduğunun farkına varan bir risk toplumunda,
daha önce özel olduklan düşünülen, örneğin yaşam tarzına
ve beslenme biçimine dair bir dizi mesele, özel içtenlik ala
nını terk edip siyasallaşır. Bireyin doğayla olan ilişkisi, kaçı
nılmaz olarak çeşitli küresel güçlerle bağlantılı olduğundan,
bu dönüşüme iyi bir örnek teşkil eder.
Dahası, tıp ve genetik mühendisliği alanlarındaki tekno
lojik ilerleme ve bilimsel gelişmeler insanlan "beden siyase
ti" alanında daha önce hiç akla gelmeyen kararlar vermeye
zorlamaktadır. Yaşam ve ölüm üzerine verilen kararlar varo
luşçuluk gibi felsefi meseleleri siyasalın gündemine getirdi
ğinden, bireyler, eğer geleceklerinin uzmanlara terk edilme
sini ya da piyasa mantığına göre belirlenmesini istemiyorlar
sa, bu meselelerle yüzleşmek zorundadırlar. Beck, bu duru
mun bize toplumu varoluşçu bir biçimde değiştirme imka
nını sunduğunu iddia eder. Her şey insanlann risk toplumu
nun yarattığı zorluklarla baş edebilmek için birinci moder
niteden kalan eski düşünce biçimlerinden kurtulmalarına
bağlıdır. Kuşkuya yer bırakmayan araçsal rasyonalite mode
li lağvedilmeli ve "yeni müphemliği/belirsizliği" [ ambivalen
ce] kabullenmeye yardımcı olacak yeni yollar bulunmalıdır.
Uzmanlar, siyasetçiler, sanayiciler ve vatandaşlar arasında
ki muhtemel işbirliği biçimlerini kurmaya yarayacak bir uz
laşının oluşturulması amacıyla yaratılacak forumlara ihtiyaç
vardır. Bu, uzman sistemlerinin demokratik kamusal alanla
ra dönüştürülmesini gerektirecektir.
Beck, kuşkunun, çatışmaların üstesinden gelecek uzlaş
maları teşvik etmedeki olumlu rolünü vurgular. Kuşkucu
52
tavnn genelleşmesinin, basit modernitenin aksine artık ke
sinliğe dayanmayan, müphemliği kabullenen ve daha üs
tün bir otoriteyi reddeden yeni bir moderniteye işaret ettiği
ni iddia eder. Günümüzde hakim olan kuşkuculuğun genel
liğinin ve şüphenin merkezi öneminin antagonistik ilişkile
rin ortaya çıkmasını engellediğini belirtir. Beck'e göre , ar
tık kimsenin antagonizmaların ortaya çıkmasına zemin ha
zırlayan bir inanca, yani gerçeğe sahip olunduğu inancına
yüz vermeye niyeti yoktur. Bu yüzden, bir müphemlik/be
lirsizlik çağına girmiş bulunmaktayız .7 Beck, sol ve sağ kap
samında konuşma çabalarını reddetmekte ve kolektif kim
likleri bu doğrultuda örgütleme çabalarını "geçmişin kol
tuk değnekleri" diye nitelemektedir. "Radikalleştirilmiş mo
dernliğin siyasal programı, kuşkuculuktur" diyecek kadar
iddialıdır.
Beck'e göre, kuşkunun genelleştiği bir toplumda dost ve
düşman karşıtlığından doğru düşünmek imkansızlaşacaktır
ve bunu çatışmaların huzura kavuşması, barışa evrilmesi ta
kip edecektir. Beck, insanların, sahip olabilecekleri bir ger
çeğin varlığına inanmaktan vazgeçtikleri takdirde, başkala
rının görüşlerine dair hoşgörülü olmayı başarabileceklerine
ve kendi fikirlerini empoze etmektense uzlaşma sağlamaya
çalışacaklarına inanır. Yalnızca eski kategoriler uyarınca dü
şünenler ve dogmatik fikrisabitlerini sorgulayamayanlar hu
sumet beslemeye devam edecektir. Gelgelelim, düşünümsel
modernleşmenin yan etkileri sayesinde böyle düşünen in
sanların kalmayacağı yönünde umutlar vardır. Dolayısıyla,
Beck'den hareketle, kozmopolit bir düzenin oluşacağına da
ir makul bir beklenti içerisine girebiliriz.
53
Giddens ve post-geleneksel toplum
54
mesinin altında yatan neden, bir düşünümsellik evreninin,
işletme tarafından da fark edilip uyulması gereken daha bü
yük bir hareket özerkliğine yol açmasıdır. "8* Giddens'a gö
re, benzer bir iddia, siyaset alanındaki örgütsel etkililik için
artık gerekli bir koşul olmadığını düşündüğü bürokratik
otoriteye dair dillendirilebilir. Bürokratik sistemlerin göz
den kaybolmaya başlaması ve devletlerin vatandaşlarına ar
tık "tebaa" olarak davranamamaları bu yüzdendir.
Giddens, "özgürleşimci" siyaset biçimine karşıt olarak ar
tık "yaşam politikası" üzerinden düşünmemiz gerektiğini
belirtir. Şöyle der: "Yaşam politikası, bir tarafta benliğin dü
şünümsel projesini derinden etkileyen küresel eğilimlerin,
diğer tarafta küresel stratejileri etkileyen kendini gerçekleş
tirme süreçlerinin bulunduğu post-geleneksel bağlamlar
da açığa çıkan siyasal meselelere dairdir. "9 Bu açıdan bakıl
dığında, "yaşam politikası" ekolojik meseleleri ve işin, aile
nin, kişisel ve kültürel kimliğin değişen doğasını içerir. Öz
gürleşimci siyaset yaşam fırsatlarıyla ve değişik türden kısıt
lamalardan özgürleşmeyle ilgilenirken, yaşam politikası ya
şam kararlarıyla -doğal ya da geleneksel olanın artık seçime
bağlı olduğu post-geleneksel bir dünyada nasıl yaşamamız
gerektiğine dair kararlarla- ilgilenir. Bu, yalnızca kişisel ola
na dair bir siyaset değildir ve Giddens'a göre, yaşam politi
kasının yalnızca daha zengin olanları ilgilendirdiğini düşün-
8 Anthony Giddens, Beyond Left and Right, Cambridge, Polity, 1 994, s. 7 [Sag ve
Solun ôtesinde, İngilizceden çev. Sabir Yücesoy ve Müge Sözen, İstanbul, Metis
Yayınlan, 2009, s. 14] .
( ) Adı geçen eserden bu Türkçe çeviri kapsamında yapılacak alıntılar, Mouffe'un
*
gönderme yaptığı 1 994 basımı İngilizce Beyond Left and Right adlı kitaptan çev
rilmeyip, Sabir Yücesoy ve Müge Sözen'in İngilizceden çevirdiği Sag ve Solun
Ôtesinde'den alınacaktır (İstanbul, Metis Yayınlan, 2009) . Yücesoy ve Sözen'in
"düşünerek-davranma" olarak çevirdikleri "reflexivity" kavramını, Sag ve So
lun ôtesinde'de kullanıldığı yerlerde, kendi çeviri metnimde tutarlılık sağlamak
adına "düşünürnsellik" olarak değiştireceğim.
9 Anthony Giddens, Modemity and Self Identity [Modernlik ve Benlik] , Cambrid
ge, Polity, 1 99 1 , s. 214.
55
mek de hatadır. Elbette ekolojiye ve feminizme dair mesele
ler yaşam politikasında merkezi bir role sahiptir fakat yaşam
politikası aynı zamanda iş ve ekonomik faaliyet gibi siyasal
katılımın daha geleneksel alanlarını da kapsar. Dolayısıyla,
emek gücünün geçirdiği dönüşümün ortaya çıkardığı çeşitli
sorunların üstesinden gelmek de yaşam politikası açısından
anlamlıdır. Giddens'a göre, "yaşam politikası, . . . insanlığın
yüz yüze geldiği ağır sorunlarla da ilgilidir" . 1 0
Giddens , siyaset yapmanın bilinen yollarına gerçek bir
meydan okumayı temsil eden yeni bir bireyciliğin gelişmek
te olduğu konusunda Beck'le hemfikirdir. Ona göre, bu ye
ni bireyciliği, gelenek ve göreneklerin yaşamlarımızda artık
daha az söz sahibi olması üzerindeki karmaşık küreselleşme
etkileri bağlamında anlamamız gerekir. Giddens, kurumsal
bireyciliği ahlaki bir çürüme ve toplumsal dayanışmaya yö
nelik bir tehdidin ifadesi olarak gören gerek solcu gerek mu
hafazakar eleştirmenlerin aksine, kurumsal bireyciliğin bir
çok olumlu olanak sağladığını, örneğin birey ve kolektif so
rumluluklar arasında daha yeterli bir denge oluşturmaya
yardımcı olduğunu düşünür. Bu şekilde, daha düşünümsel
bir şekilde yaşamaya başlamamız, daha fazla demokratikleş
me yönünde bir baskı oluşturur ve kurumsal bireycilik bu
demokratik temayüle büyük ölçüde katkı sağlar. 1 1
Demokrasiyi demoratikleştirmek
56
ki temel aynın ortadan kalkmış ve post-geleneksel toplum
bağlamında ortaya çıkan yeni sorunların çoğu, yani "yaşam
politikası"nı ilgilendiren konuların tamamı, soVsağ çerçeve
sinde ifade edilemez bir hal almıştır. Geleneğin çözülmesine
yol açan bir toplumsal düzen, yeni bir "yapıcı politika" tü
rüne ihtiyaç duyar. Bu "yapıcı politika"ya göre: ( 1 ) istenen
sonuçlar tepeden belirlenmez; (2) etkin güvenin inşa edilip
sürdürülebileceği durumlar yaratılır; (3) belli programlar ya
da politikalardan etkilenenlere özerklik verilir; ( 4) maddi
zenginlik dahil, özerkliği artıran kaynaklar üretilir; (S) siya
sal iktidar merkezsizleştirilir. 1 2
Modern güven, özünde uzman-sistemlerine duyulan gü
venken , bugün ihtiyacımız olan "etkin güven" dir [ acti
ve trust] , der Giddens. Kurumların düşünümsel oldukları
post-geleneksel bağlamda, uzmanların önerileri vatandaşla
rın eleştirilerine açıktır ve edilgin güven yeterli değildir; gü
ven etkin olmalıdır. Etkin güven telkin edebilmesi için, uz
man bilgisinin demokratik bir biçimde doğrulanması gere
kir. Halk, bilimsel bildirilere artık tartışılabilir önermeli ha
kikatler olarak muamele etmektedir ve bu yüzden uzman
sistemleri diyalojik olmaya ihtiyaç duymaktadır. Dolayısıy
la, Giddens "diyalojik demokrasi" için çağrı yapar. Bireyler
ve gruplar arasında toplumsal dayanışma üretecek etkin gü
ven yaratılmalıdır. Etkin güven, sıradan insanların, uzman
otoriteye doğrudan güvenmek yerine, uzman sistemlerle
düşünümsellik temelinde etkileşime girmelerini gerektirir.
Giddens, Beck'in uzman sistemlerini demokratik kamusal
alanlara dönüştürme gerekliliğine dair argümanına benzer
bir şekilde, toplumun temel kurumlarını (aile dahil) tartış
maya ve mücadeleye açarak demokratikleştirmenin gerekli
liğini savunur. Amaç, özerklik değerini mümkün olan bütün
toplumsal ilişkilerde teşvik etmektir ki bu da çıkar çatışma-
12 Giddens, Beyond Left and Right, s. 93 [Sağ ve Solun Ötesinde, s. 96-7 ] .
57
larının kamusal diyalog aracılığıyla çözülebileceği küçük-öl
çekli kamusal alanların kurulmasını gerektirir. Giddens, bu
tür bir demokratikleşme sürecinin toplumsal düzeyde düşü
nümselliğin genişlemesiyle ve geleneğin çözülmesiyle iler
lediğini ve bu sürecin en azından dört toplumsal bağlamda
gerçekleşmekte olduğunu belirtir: ( 1 ) kişisel yaşam alanın
da, cinsel ilişkilerde, ebeveyn-çocuk ilişkilerinde ve dostluk
larda "duygusal demokrasi"nin ortaya çıkması; (2) örgütsel
alanda, bürokratik hiyerarşilerin yerini daha esnek ve mer
kezsizleşmiş otorite sistemlerinin alması; (3) toplumsal ha
reketlerin ve kişisel gelişim gruplarının ortaya çıkmasında,
farklı otorite biçimlerine meydan okumanın ve kamusal di
yalog için mekanlar yaratmanın bir başka demokratikleş
me potansiyeli oluşturması; ( 4) küresel düzeyde, düşünüm
sellik, özerklik ve diyaloğun biraraya gelmesiyle oluşan de
mokratikleşme eğilimlerinin zaman içerisinde kozmopolit
bir küresel düzen üretmesi. 1 3
Giddens, bazı aksiliklerin yaşanabileceği ihtimalini göz
ardı etmez. Geleneksel ilişkilerde ısrar etmenin köktencili
ğe ve şiddete yol açabileceğini kabul etse de, post-gelenek
sel toplumların geleceğine dair temelde iyimserdir. Gid
dens, düşünümsel modemitede, geleneklerin gerekçelendi
rilmek zorunda kalacaklarını ve yalnızca kendini söylemsel
gerekçelendirmeye tabi kılacak geleneklerin varlığını sürdü
rebileceğini vurgular. Dahası, bu söylemsel gerekçelendirme
koşulu , bir geleneğin diğer geleneklerle ve alternatif davra
nış biçimleriyle diyalog kurmasını mümkün kılacaktır. Do
layısıyla, ötekini dilemeye ve ötekiyle tartışmaya açık olan
ların aracılığıyla "diyalojik demokrasi"nin, hem kişisel ya
şam, hem de küresel düzen düzeyinde daha da ulaşılır olma
sı beklenebilir.
Bilim açılımı, diyalojik demokratikleşme proj esinde mer-
13 Ag.e. , s. 1 1 7-24 [Sağ ve Solun ôtesinde, s. 1 19-26] .
58
kezi öneme sahiptir, çünkü, "duygusal demokrasi" alanın
da olduğu gibi, görünürlük ve kamusal tartışmaya açık ol
ma, toplumsal düşünümselliğin gelişmesinin ve özerkliğin
kabulünün önkoşullarıdır. Giddens, diyalojik demokrasiyi
kendisinin "saf ilişki" dediği şeyin gelişimiyle bağlantılı ola
rak tahayyül etmemizi önerir. "Saf ilişki" , birisinin başkala
rıyla ilişki kurmasının getirdiği kazanımlardan dolayı girdiği
ve sırf ilişki adına sürdürdüğü ilişkidir. Bu tür bir saf ilişki,
kişisel yaşam alanında bulunur ve Giddens'ın diyalojik yak
laşımı için model olarak aldığı "duygusal demokrasi"nin ge
lişimiyle bağlantılıdır. Aslında, Giddens'a göre, saf ilişki ve
diyalojik demokrasi yakından bağlantılıdır. Giddens, evlilik
terapisi ve cinsel terapi literatürüne gönderme yaparak, iyi
bir ilişki için gerekli olan özelliklerin siyasal demokrasinin
biçimsel mekanizmlarıyla parallellik gösterdiğini, çünkü her
ikisinde de sorunun özerkliğe dair olduğunu belirtir. 1 4
Giddens görüşünü ş u şekilde özetliyor:
59
Post-politik vizyon
60
uyuşmazlıklar anlamlarını kaybederken, siyasetin geçmişte
ki anlaşılırlığı ve belirginliği de etkisini yitirmiştir. Dolayı
sıyla, basit moderniteye özgü siyasetin husumet modelinin,
mevcut düşünümsel modernleşme aşamasında artık geçer
siz olduğunu ve gözden çıkarılması gerektiğini iddia ederler.
Kolektif kimliklerin ortadan kalkması, Beck ve Giddens
tarafından düşünümsel modernitenin temelini oluşturduğu
düşünülen bireyselleşmenin dinamikleriyle doğrudan ilinti
lidir. Bu bireyselleşme süreci kolektif bilincin ve bu bilince
tekabül eden siyaset türünün ortaya çıkması için elzem olan
kolektif yaşam biçimlerini yok eder. Bugün bireylerin temel
deneyimlerini kolektif dayanışmanın koşullarının yok ol
ması belirlediğinden, sınıf dayanışmasını teşvik etmeye ça
lışmak tamamıyla bir yanılsamadan ibarettir. Bireyciliğin ge
lişimi, işçi sendikalarının ve partilerin altını oymakta ve on
ların teşvik edegeldiği siyaset türünü geçersiz kılmaktadır.
Zaten Beck bu kolektif aktörlerin hiçbir zaman önemli ol
duklarına inanmamıştır, çünkü daha önce de belirttiğim gi
bi, toplumlarımızın deneyimlediği temel dönüşümler siya
sal mücadelelerin değil, istemeden ortaya çıkan gayrisiyasal
"yan etkiler"in sonucu gerçekleşmiştir. Kendisinin de iddia
ettiği gibi, Beck'in kuramı "bir kriz ya da sınıf kuramı veya
bir çöküş kuramı değil, Batı modernleşmesinin sonucu ola
rak sanayi toplumunun örtük ve istemdışı bir şekilde yerin
den edilmesinin ve yeniden yerleştirilmesinin kuramıdır" . 1 6
B u tür bir modelin tahayyül edebileceği tek radikal muha
lif tipinin, post-geleneksel toplumun gelişimine tepki olarak
geleneğin eski kesinliklerini yeniden vurgulamaya çalışan
"gelenekçi" [ traditionalist] ya da "köktenci" [ fundamenta
list] olması manidardır. Bu gelenekçiler ya da köktenciler,
düşünümsel modernleşmenin ilerlemesini reddederek, ken
dilerini tarihin gidişatına karşı konumlandırırlar ve belli ki
1 6 Beck, "The Reinvention of Politics" [Siyasetin Yeniden icadı] , s. 1 78.
61
diyalojik tartışmaya katılmalarına izin yoktur. Aslında, be
nim "düşman"ı "hasım"dan ayırt etme önerimi kabul eder
sek, bu tür bir muhalif hasım değil, düşmandır, yani, talep
leri meşru olarak görülmeyen ve demokratik tartışmadan
dışlanması gereken muhaliftir.
Hasım konumunun silinmesi birtakım önemli sonuçlar
doğurur. Bir sonraki bölümde bu silme ediminin bazı mev
cut siyasal mücadelelerin aldığı antagonistik biçimi açıkla
dığını ileri süreceğim. Bu noktada, Beck/Giddens yaklaşımı
nın, husumete dayalı siyaset modelinin sonunu ilan ederek,
siyasal çatışmalara "agonistik" bir biçim verme olanağını or
tadan kaldırdığını vurgulamak gerekir; bu sayede, tek ola
sı karşıtlık biçimi "antagonistik" karşıtlık olmuştur. Aslın
da, Beck ve Giddens'in çerçevesini çizdiği siyaset alanını ta
hayyül etmeyi kabul edersek, şu resimle karşı karşıya kalı
rız: bir tarafta, diyalogla çözümlenebilecek birtakım "yaşam
sorunları"na dair çok türlü "alt-siyasal" mücadeleler; diğer
tarafta, ya eski kafalı "gelenekçiler" ya da, daha da kötüsü,
ilerlemenin güçlerine karşı gerici mücadele veren "kökten
ciler" .
Beck ve Giddens elbette "ilerleme güçlerinin" kazanacak
larından ve kozmopolit bir düzenin kurulacağından emin
dirler, fakat o düzene nasıl ulaşacağız ve o düzene ulaşma
ya çalışırken neler olacak? Örneğin, bugün dünyada varo
lan muazzam eşitsizliklerle nasıl baş edeceğiz? Hem Beck'in
hem de Giddens'ın iktidar ilişkilerine ve bu ilişkilerin top
lumları nasıl yapılandırdığına dair söyleyebilecekleri pek
bir şey olmaması ilgi çekicidir. Toplumsal akışkanlığı vur
gularlar ve eğer "post-geleneksel" toplumun temel kurum
ları demokratikleşecekse, "düşünümsel modernite"nin or
taya çıkışına tanıklık ettiği yeni sınıfın iktidarına meydan
okumak gerekeceğini tamamen görmezden gelirler. Benzer
bir şekilde, Giddens'ın "yapıcı politika" dediği şeyin önem-
62
li bir alanını teşkil eden bürokratikleşme karşıtı hareke
tin, iktidarları sınırlandırılmak zorunda olan yöneticilere
karşı bir mücadele olmaksızın gerçekleşemeyeceği aşikar
dır. Israrla üzerinde durdukları ekolojik sorunlara gelince,
hem Beck hem de Giddens, çevreye ilişkin sorunların çoğu
nun karı ve piyasa mekanzimalarını öncelik olarak belirle
yen neoliberal politikalarla doğrudan ilişkili olduğunun far
kında değildir sanki. Beck ve Giddens'ın çatışmasız siyasal
yaklaşımları, iktidar yapılarının söz konusu olduğu önemli
alanların tümünde, yeterli soruları sormaktan acizdir. Perry
Anderson'un Giddens'a ilişkin bir yorumunda belirttiği gi
bi, siyaset, bir fikir alışverişi değil, iktidar için mücadeledir.
Anderson şu uyarıyı yapar: "Demokratik yaşamı bir diyalog
olarak kavramanın tehlikesi, onun temel gerçekliğinin ça
tışma olduğunu unutmaktır" . 1 7 Mevcut hegemonik düzenin
yapısını ve onu oluşturan iktidar ilişkilerinin türünü anla
madan, gerçek demokratikleşmeden söz edemeyiz . Müdafi
leri her ne derse desin, "diyalojik" yaklaşım radikal olmak
tan çok uzaktır, çünkü radikal siyaset varolan iktidar ilişki
lerine meydan okumadan varolamaz, ki bu da bir hasım ta
nımlamayı, yani tam da bu perspektifin engel olduğu şeyi
gerektirir.
63
Çoğulcu demokrasinin temel ilkelerine bağlı olduğumu da
ha önce de belirtmiştim. Fakat bu, her türlü husumete daya
lı cepheleşmeyi reddetmemiz ve dolayısıyla mutabakatçı, di
yalojik bir yaklaşımı benimsememiz gerektiği anlamına gel
miyor. lkinci Bölüm'de de belirttiğim gibi, demokrasi ku
ramının temel sorusu , -siyasalın kurucu unsuru olan- an
tagonistik boyutun siyasal birliği yok etmeyecek bir biçim
de nasıl ifade edilebileceğidir. Bunun, "antagonizma" (düş
manlar arası ilişkiler) ve "agonizm" (hasımlar arası ilişkiler)
kategorileri arasında bir ayrım yapmayı ve birbirini "meş
ru düşmanlar" olarak gören taraflar arasında ortak bir sem
bolik alan oluşturacak bir tür "çatışmalı mutabakat" tahay
yül etmeyi gerektirdiğini söylemiştim. Bu şekilde, diyalojik
yaklaşımın iddia ettiğinin aksine, demokratik tartışma ger
çek bir cepheleşme olarak kavranır. Hasımlar çatışırlar, hat
ta çok sert bir şekilde çatışırlar, fakat paylaşılan bir kurallar
bütünü uyarınca çatışırlar ve pozisyonları, tamamıyla uz
laşmaz olsalar bile, meşru perspektifler olarak kabul görür.
"Diyalojik" ve "agonistik" perspektifler arasındaki temel
fark, ikincisinin amacının mevcut iktidar ilişkilerini adama
kıllı dönüştürmek ve yeni bir hegemonya kurmak olması
dır. Bu yüzden, agonistik yaklaşımın tamamen radikal oldu
ğu söylenebilir. Bu, elbette, jakoben tarzında bir devrimci si
yaset değildir fakat tarafsız bir sahada rekabet eden çıkarla
rın veya demokratik mutabakatın söylemsel oluşumunun si
yaseti de değildir.
Beck/Giddens yaklaşımının tahayyül edemediği tam da
böyle bir " hasım" anlayışıdır ve bu yüzden bu yaklaşım
doğrudan geleneksel liberal siyasetin parametreleri içeri
sinde kalır. Dolayısıyla, onların "demokrasiyi demokratik
leştirme" çabalarının Ernesto Laclau ve benim henüz 1 985
yılında Hegemonya ve Sosyalist Strateji adlı eserimizde sa
vunduğumuz "radikal demokrasi" anlayışıyla karıştırılma-
64
ması gerekir. 1 8 iki perspektif arasındaki farkların detaylı
bir şekilde belirtilmesi önemlidir, çünkü iki perspektif ara
sında ilk bakışta birçok benzerlik varmış gibi görülebilir.
Örneğin, bizim kitabımız hem j akoben siyaset modelinin
bir eleştirisini içeriyor, hem de önceden gayrisiyasal görü
len birçok alanda bugün siyasetin gerçekleşmekte olduğu
nu kabul ediyordu. Hegemonya ve Sosyalist St ra teji 'nin te
mel savlarından biri, değişik toplumsal ilişkilerde açığa çık
mış ve bizim anlayışımıza göre, "sınıf' kategorisiyle anlaşı
lamayacak bütün demokratik mücadelelerin dikkate alın
ması gerektiğidir. Genellikle "yeni toplumsal hareketler"
olarak adlandırılan bu mücadeleler, Beck'in "alt-siyaset" ,
Giddens'ın da "yaşam politikası sorunları" olarak adlandır
dığı alanı oluştururlar. Dolayısıyla Beck ve Giddens'ın yak
laşımıyla Laclau ve benim yaklaşımımız , siyaset alanının ge
nişletilmesinin önemi hususunda hemfikirdir. Fakat pers
pektiflerimiz siyasal mücadelenin nasıl tahayyül edilme
si gerektiği konusunda farklılaşır. Bizim için demokrasi
nin radikalleşmesi, varolan iktidar yapılarının dönüştürül
mesini ve yeni bir hegemonyanın kurulmasını gerektirir.
Yeni bir hegemonyanın inşası da, bir "kolektif irade" , ya
ni radikal demokratik güçlerin "biz"ini oluşturabilmek adı
na hem eski hem yeni envaiçeşit demokratik mücadele ara
sında bir "eşdeğerlik zinciri" yaratmayı içerir. Bu da ancak
bir "onlar"ın, yani yeni hegemonyanın kurulmasını müm
kün kılmak için yenilmesi gereken hasmın belirlenmesiyle
mümkün olur. Leninist bir bütünsel devrimci kopuş gele
neğine mesafe koymakla ve bizim radikal demokrasi anla
yışımızın sözde "biçimsel demokrasi"nin kurumlarının ko
runmasıyla uyumlu olduğunu vurgulamakla birlikte , dev-
18 Emesto Laclau ve Chantal Mouffe, Hegemony and Socialist Strategy: Towards a
Radical Democratic Politics, Londra, Verso, 1985 [Hegemonya ve Sosyalist Stra
teji: Radikal Demokratik bir Politikaya Doğru, lngilizceden çev. Ahmet Kardarn,
lstanbul, lletişirn, 2008 ] .
65
letin tarafsızlığını temel alan liberal yaklaşımdan da ayrıl
mıştık. Marksist geleneğin, eksikliklerine rağmen, kapita
list sistemin dinamiklerini ve toplumsal ilişkilerin birlikte
liği açısından etkilerini anlamamıza önemli bir katkıda bu
lunduğunu düşünüyoruz . Bu yüzden, Beck ve Giddens'ın
aksine, bir hegemonik düzenin yapılanmasında ekonomik
iktidarın oynadığı önemli rolü kabul ediyoruz.
Eğer "düşünümsel demokrasi" yaklaşımı demokrasinin
demokratikleşmesini diyalojik çerçevenin toplumun bütün
alanlarına doğru sorunsuz genişlemesi olarak tahayyül ede
biliyorsa, bunun nedeni bu yaklaşımın siyasetin hegemonik
boyutuna karşı kör olmasıdır. Beck ve Giddens'ın husumet
modelini siyasal alanı yapılandırmanın çağdışı bir yolu ola
rak reddetmeleri, toplumsal gerçekliğin hegemonik kurulu
şunu kabul etme konusundaki yetersizliklerinin sonucudur.
Toplumsalın söylemsel doğasını vurgulayan bazı jestlerine
rağmen, bu sürecin çok önemli bir yönünü , iktidar ilişki
lerinin bütün nesnellik biçimlerinin inşasında oynadığı ro
lü, görmezden geliyorlar. Buna bir de bireyselleşme süreçle
ri sonucu kolektif kimliklerin ortadan kalktığına dair inanç
larını eklediğinizde, siyasetin dinamiklerini anlayamamala
rı hiç de şaşırtıcı değil.
Modernleşme retoriği
66
hemfikir olmayan herkesi çağdışı bir çerçevenin mahkumla
rına dönüştürür.
Bu stratejinin anahtar kelimesi, elbette, kimlerin modem
ve post-geleneksel dünyanın getirdiği yeni koşullara uyum
sağladığını, kimlerin umutsuzca geçmişe sarıldığını tespit
etmek için kullanılan "modemleşme"dir. Şüphesiz kuram
cıların "modernleşme"yi bu şekilde kullanmaları, hem "mo
dernler" ve "gelenekçiler/köktenciler" arasında bir siyasal
cephe belirlemelerine olanak sağlayan, hem de hamleleri
nin siyasal karakterini inkar etmeye yarayan güçlü bir reto
rik jesttir. Biz/onlar ayrımının ve bu ayrımın merkezi önemi
nin ortadan kalkmasına dair savlarına rağmen, hem Beck'in
hem de Giddens'ın biz ve onlar arasında bir cephe kurmak
tan kaçınamaması hiç şaşırtıcı değildir. Bu, beklenen bir şey
dir, çünkü , daha önce de gördüğümüz gibi, bu cephe, siya
seti kuran cephedir. Fakat bunu , sözde yansız bir şekilde,
sosyolojik kanıt olarak sunarak, cephenin siyasal doğasını
inkar ederler.
Tipik post-politik j esti oluşturan işte bu inkardır ve bu
inkarı yakından incelemek önemli tespitlerde bulunmamızı
sağlayacaktır. Az önce belirttiğim gibi, Beck ve Giddens, hu
sumet modelinin sonunu ilan etmelerine rağmen, düşünüm
sel modernleşme sürecine karşı çıkan "köktenci"yi bir hasım
ya da düşman olarak tanımlamaktan kaçınamazlar. Böylece,
"modem insanlar"ın "bizi" , yani düşünümsel modernleşme
hareketinin parçası olanlar, bir "onlar"ın, bu harekete kar
şı çıkan gelenekçilerin veya köktencilerin belirlenmesiyle in
şa edilir. Onlar, aslında sınırlan bizzat onların dışlanmasıy
la oluşturulan diyalojik süreçte yer alamazlar. Bu, siyasal ve
partizan bir jest yerine, sosyolojik bir olgu olarak sunulan ti
pik bir dost/düşman ayrıştırmasından başka nedir ki?
Bundan nasıl bir sonuç çıkarmalıyız? Beck ve Giddens'ın
iddialarının aksine, antagonistik boyutuyla siyasal kaybol-
67
mamış, onlann kuramında farklı bir kisve altında, sahte-bi
limsel dayanaklarla gerekçelendirilmiş bir dışlama mekaniz
ması olarak tezahür etmiştir. Siyasal bakış açısından sorun
sal olan, siyasal cepheyi bu tarzda belirlemenin canlı bir de
mokratik tartışmaya vesile olmamasıdır. Bu şekilde gerekçe
lendirilmiş bir dışlama siyasal mücadeleye konu olamaz ve
demokratik tartışmaya açık değildir. Gelenekçilerden ya da
köktencilerden geliyormuş gibi sunulan talepler böylelikle
vicdanı müsterih "diyalojik" demokratlar tarafından göz ar
dı edilebilir.
Bir sonraki bölümde , antagonizmanın kurucu doğası
nın inkarının siyasal sonuçlarını tartışırken, siyasal bir sı
nır çizip o sınırın siyasal doğasını inkar etme üzerine ku
rulu post-politik aldatmacaya dair başka örnekler verme
fırsatım olacak. Fakat bunu yapmadan önce , "düşünüm
sel modernite"nin savlarını sözde "radikal merkez"in so
mut siyasal stratejisiyle ilişkilendirme çabasını incelemek
istiyorum.
68
Giddens, sosyal demokrasinin iki kutuplu dünya sistemi
nin sonuyla ve komünist modelin çöküşüyle hesaplaşmak
zorunda olduğunu söyler. Ona göre , sosyal demokratla
rın kimliği, komünizmin çöküşüyle birlikte krize girmiştir,
çünkü kendilerini komünizme karşı tanımlamalarına rağ
men, sosyal demokratlar komünizmin birçok perspektifini
de benimsemişlerdi. Dolayısıyla, kökten bir yeniden düşün
menin zamanı gelmiştir. Bu da beş ikilemle yüzleşmeyi ge
rektirir, der Giddens: ( 1 ) küreselleşmenin içerimleri; (2) bi
reyciliğin yayılmasının sonuçlan; (3) soVsağ ayrımının an
lamını yitirmesi; ( 4) siyasetin demokrasinin ortodoks me
kanizmalarının dışında icra edildiği gerçeği; (5) ekolojik so
runları hesaba katma gerekliliği. 1 9
Giddens'ın savının arka planında , küreselleşmenin bu
günkü koşullan altında, sosyal demokrasinin köşe taşı olan
Keynesçi ekonomik yönetim biçiminin aşırı derecede gücü
nü yitirmesi vardır. Dahası, sosyalizmin bir ekonomik yö
netim kuramı olarak yenilmesiyle birlikte, solu ve sağı bir
birinden ayıran temel hatlardan biri ortadan kalkmıştır. Bu
yüzden, sosyal demokratların kapitalizmin alternatifi olma
dığını kabul etmeleri gerekir. Düşünümsel modernleşme
kuramından hareketle, Giddens klasik sosyal demokrasiyi
toplumsal ve ekonomik yaşamda devlete atfettiği merkezi
rolden ve sivil topluma karşı güvensizliğinden dolayı eleş
tirir. Klasik sosyal demokrasinin bu yönleri, onu ortak de
ğerleri ve kamusal kaygıları yok etmekle suçladığı yeni bi
reyciliğin doğasını anlama konusunda bir hayli yetersiz kı
lar. Sosyal demokratlar, bireyselleşme süreçlerinin gelişimi
ni şüpheyle karşılayarak, bu süreçlerin içerdiği büyük de
mokratikleşme pota nsiyelini gözden kaçırırlar. Kolektif te
minat kavramının yeniden düşünülmesi, artık daha açık ve
düşünümsel bir biçimde yaşadığımız için, birey ve kolektif
1 9 Giddens, The Third Way [ Üçüncü Yol] , s. 27.
sorumluluk arasında yeni bir denge kurulması gerektiğini
fark etmeden refah devletinin geleneksel kurumlarına bağ
lı kalırlar.
Giddens'a göre, "üçüncü yol siyasetinin genel hedefi, za
manımızın büyük devrimleri -küreselleşme, kişisel yaşamda
ki dönüşümler ve doğayla olan ilişkimiz- arasında vatandaş
ların yollarını bulmalarına yardım etmektir" .20 Giddens, ba
sitçe küresel piyasa olarak değil, geniş bir olgu olarak tahay
yül ettiği küreselleşmeyi göklere çıkarır. Serbest ticareti be
nimser fakat serbest ticaretin yıkıcı sonuçlarını sosyal ada
let kaygısıyla bertaraf etmeyi önerir. Nitekim kolektivizm
den vazgeçmek gerektiğini ve genişleyen bireyciliğe birey
sel yükümlülüklerin genişlemesinin eşlik etmesi gerektiği
ni belirtir. Birey ve topluluk arasında, düsturu "sorumluluk
olmadan hak olmaz" olabilecek yeni bir ilişki kurulmalıdır.
Üçüncü yol siyasetinin bir başka düsturu da "demokrasi ol
madan otorite olmaz" dır. Post-geleneksel bir toplumda, oto
riteyi meşru kılmanın tek yolu demokrasidir, der Giddens
ve düşünümsel modernleşme bağlamlarında toplumsal uyu
mu sağlamanın ve toplumsal dayanışmayı sürdürmenin yo
lu olarak etkin güvenin yaratılmasına büyük önem atfeder.
Giddens, demokrasinin genişlemesini sağlamak için, dev
leti ve hükümeti sivil toplumla ortaklık içerisinde hareket
edecek biçimde yeniden düzenlemek gerektiğini iddia eder.
Savunduğu reformlar arasında ademimerkeziyetçilik, kamu
sal alanın rolünü genişletme , idari verimliliği teşvik etme,
ortodoks oy verme süreçlerinin ötesinde yeni demokrasi de
neyleri ve risk yönetimi alanında daha fazla müdahale var
dır. Üçüncü yol siyaseti, bu şekilde, yeni bir karma ekono
mi bağlamında sivil toplumla yakın işbirliği içerisinde hare
ket edecek yeni bir demokratik devletin yaratılmasını hedef
ler. Giddens bunu şöyle tarif eder: "Yeni karma ekonomi, pi-
20 A.g.e. , s. 64.
70
yasaların dinamizmini kamusal çıkan akılda tutarak kulla
nıp kamusal ve özel sektörler arasında bir sinerji yaratmayı
amaçlar. Bu da, hem ulusaşın hem de ulusal ve yerel düzey
lerde, regülasyon ve deregülasyon arasında ve toplumun ya
şamında iktisadi olanla gayriiktisadi olan arasında bir den
1
ge kurmayı içerir" . 2 Refah devleti terk edilmemelidir fakat
risk ve güvenlik arasındaki ilişki "sorumlu bir şekilde risk
alanlar" dan oluşan bir toplum yaratabilmek adına değişi
me uğramalıdır. Benzer bir şekilde, yeniden dağıtımın anla
mı "olanakların yeniden dağıtımı" anlamına gelecek biçim
de değiştirilmelidir.
Benim argümanım açısından oldukça anlamlı olan ,
Giddens'ın üçüncü yol siyasetinin "tek ulus siyaseti" olacağı
yönündeki iddiasıdır çünkü bu iddiası, siyasal proj esinin ça
tışmasız doğasını vurgular. Bu vurgu, elbette, daha önce gör
düğümüz gibi, siyasalın antagonizma boyutunu ortadan kal
dıran sosyolojik kuramının temel özellikleriyle uyum içeri
sindedir. Post-geleneksel toplumlarda, uyuşmazlıklar vardır
fakat bu uyuşmazlıklar diyalog ve eğitim aracılığıyla bertaraf
edilebilir; uyuşmazlıklar temel çatışmaların ifadesi değildir
ve toplumda artık sınıf aynını yoktur. Aslında, Giddens'ın
"yaşam politikası" kavramıyla ortadan kaldırmayı ve "yaşam
biçimleri" sorunlarıyla ikame etmeyi hedeflediği, sınıf kav
ramından başka bir şey değildir.
Giddens'ın bu yeni demokratik devleti "düşmansız dev
let'' olarak nitelemesi de manidardır. Argümanının büyük
bir kısmı, çift-kutuplu çağın geride kalmasıyla birlikte, dev
letlerin artık düşmanlarla değil, tehlikelerle yüz yüze olduğu
fikrine dayanır. Savaş tehdidinin sunduklarından farklı olan
meşruiyet kaynakları bulma gerekliliği buradan kaynakla
nır. Giddens'ın bu düşünceleri, 1 1 Eylül 200 1 olaylarından
önce yayımlandığından, bugün "terörizme karşı savaş"ın ya-
21 A.g.e. , s. 100.
71
yılmasıyla birlikte tamamen zaman aşımına uğramış görü
nüyor. Yine de, Giddens'ın bu olaylan köktencilerin düşü
nümsel modernleşmenin ilerlemesine karşı tepkilerinin kış
kırttığı geçici aksamalar olarak açıklayıp pozisyonunda dire
teceğini tahmin edebiliriz.
Giddens'ın siyasal önerilerini nasıl değerlendirmeliyiz?
Amacının sosyal demokrasinin yenilenmesine katkı sağla
mak olduğunu iddia ediyor, bu sözde yenilenmenin temel
de sosyal demokratik projeyi kapitalizmin mevcut aşaması
nı kabul etmeye zorlamaktan ibaret olduğu aşikar. Bu, kök
lü bir değişikliktir çünkü sosyal demokrasinin amacı her za
man kapitalizmin ürettiği eşitsizlik ve istikrarsızlık gibi sis
temik sorunlarla hesaplaşmak olmuştur. Gelgelelim, baş
ka bir alternatif olmadığına hükmederek, Giddens bu sözde
çağdışı boyuttan vazgeçme hakkını kendinde görüyor. Kü
resel piyasa güçleri ve kendi siyasetinin çözer gibi yaptığı
-dışlama, çevresel riskler gibi- envayı çeşit sorun arasında
ki sistemik bağlantıları görmezden geliyor. Husumet mode
lini aşacak ve toplumun bütün kesimlerine faydası dokuna
cak bir "diyalojik siyaseti" yalnızca bu bağlantıları görmez
den gelme pahasına tahayyül edebiliyor. Bu tür bir mutaba
katçı, post-politik perspektif, temel çatışmalardan ve mo
dern kapitalizmin eleştirel analizinden kaçınmaktan ibaret
tir. Bu yüzden de, neoliberalizmin hegemonyasına meydan
okumaktan acizdir.
72
hükümetin temel yönelimine işaret etmek yetecektir. Benim
sormak istediğim soru şu: bu sözde "radikal merkez"in siya
seti ne kadar radikaldir ve ne tür bir mutabakat uygulamaya
çalışmıştır? Cevap , gerçekten iç karartıcı. Stuart Hall'un da
ifade ettiği gibi,22 Yeni lşçi Partisi, on sekiz yıllık Thatcher
hakimiyetinin uyguladığı neoliberal hegemonyaya meydan
okumak yerine, Thatcherizm'in bıraktığı yerden devam etti.
Blair, neoliberal sahaya, kendine özgü bir şekilde, uyum sağ
lamayı tercih etti. Projesi, sosyal demokrasiyi neoliberaliz
min içine çekmek oldu. Hall'un deyimiyle, uzun vadeli Ye
ni lşçi Partisi stratejisi, "sosyal demokrasinin serbest piyasa
neoliberalizminin özel bir çeşidine dönüştürülmesi"ydi. Ör
neğin, belli bir düzeyde yeniden dağıtımı ve kamusal hiz
metlerin geliştirilmesini amaçlayan bazı sosyal demokratik
hedefler mevcuttu fakat bu hedefler, şirket ekonomisini ön
ceki sosyal demokrat hükümetlerin kapitalizmi kontrol et
mek için tesis ettiği düzenlemelerden özgürleştirmeyi he
defleyen neoliberal plana tabi kılındı. lç piyasaların kurul
ması ve verimlilik, seçim ve seçicilik gibi temel "girişimcilik
değerleri"ni teşvik eden yönetim tekniklerinin yaygınlaşma
sı sayesinde, refah devleti "modernleştirildi" . lşçi Partisi'nin
siyasetinde, neoliberalizmde olduğu gibi, devletin düşman
olarak görülmediği doğruydu fakat devletin rolü tamamıy
la dönüştürüldü. Bu rol, artık " "doğal olarak" büyük servet,
iktidar ve fırsat eşitsizlikleri üreten bir toplumda daha az
şanslı veya daha az güçlü olanı desteklemek değil, bireylere
sağlık, eğitim, çevre, seyahat, konut, aile, işsizlik güvence
si, emeklilik, vs. gibi bütün toplumsal ihtiyaçlarını kendile
rinin karşılamaları için yardım etmekten ibaret oldu" .23 Yeni
lşçi Partisi'nin "etkin hükümet" ten anladığı buydu.
22 Stuart Hali, "New Labour's Double-Shuffle" [Yeni işçi Partisi'nin ikili Hilesi] ,
Soundings, 24, Güz 2003.
23 A.g.e. , s. 18.
73
Yeni İşçi Partisi'nin entelektüel formasyonunda neoliberal
ideolojinin ve piyasa kültünün önemini vurgulayan bir baş
ka düşünür olan John Gray, Blair'in özelleştirmeler alanın
da Thatcher'in hayal edebileceğinden çok daha ileriye gittiği
ni iddia eder. Piyasa güçlerinin adalet sistemine ve hapishane
hizmetlerine girmesini örnek vererek şöyle der: "Burada piya
sa bizzat devletin merkezine yerleştiriliyor - bu, Thatcher'in
döneminde yalnızca sağcı düşünce kuruluşlarının destekle
diği bir hamleydi" .24 Gray'in Blair'in Thatcher'den öteye git
tiğini düşündüğü diğer politikalar arasında posta hizmetle
rinin deregülasyonu (kuralsızlaştırılması) ve Ulusal Sağlık
Hizmeti'nin içine piyasa güçlerinin enjekte edilmesi var.
Yeni İşçi Partisi'nin sol kimliğinden feragat etmesinin en
belirgin işaretlerinden biri de eşitlik için mücadeleden vaz
geçmiş olmasıdır. Partinin sloganı "seçim" sağlamak olmuş
tur. Sınıflar yok olmuştur ve bugünün anahtar terimleri "ih
tiva" ve "dışlama" dır. Toplumun temelde orta sınıflardan
oluştuğu düşünülür; buna tek istisna oluşturanlar, bir taraf
ta çok zengin olanların oluşturduğu küçük bir elit, diğer ta
rafta da "dışlanmış" olanlardır. Toplumsal yapının bu şekil
de algılanması, Yeni İşçi Partisi'nin savunduğu "merkezde
mutabakat"ın temelini oluşturur. Bu da, elbette, "post-gele
neksel" toplumların artık eşitsiz iktidar ilişkileriyle yapılan
madığı inancıyla uyuşur. Piyasa tarafından sistematik bir bi
çimde üretilen yapısal eşitsizlikleri "dışlama" olarak yeniden
tanımlayarak, bu eşitsizliklerin yapısal analizinden ve dola
yısıyla bu eşitsizliklerin üstesinden gelmek için iktidar iliş
kilerinde ne tür değişiklikler yapmak gerektiği gibi temel bir
sorudan kaçınmak mümkün olur. "Modernleşmiş" sosyal
demokrasi ancak bu şekilde gelenekel sol kimliğinden sakı
nıp kendini "sağ ve solun ötesine" yerleştirebilir.
24 John Gray, "Blair's Proj ect in Retrospect" [Blair'in Projesinin Geriye Dönük
Analizi] , International Affairs, Yol. 80, 1, Ocak 2004, 43.
74
Giddens'ın eski sol/sağ ayrımını aşmak için önerdiği yol
lardan biri, devlet ve sivil toplum arasında kurulacak ortak
lıklardır ve bu fikir, Yeni İşçi Partisi tarafından -kamu hiz
metleri açısından felaketle sonuçlanan- "kamu-özel sektör
ortaklıkları" [public-private partnerships - PPP ) aracılığıy
la büyük bir hevesle uygulanmıştır. Demiryollarının felaket
le sonuçlanan hikayesini burada yeniden anlatmaya lüzum
yoktur. Taşımacılık sisteminin bu denli yaşamsal bir parça
sının yönetimini özel şirketlere devretme çabasının apaçık
başarısızlığa uğraması , devletin tekrar devreye girmek zo
runda kalmasına sebep olmuştu . Ne var ki, bu durum, Ye
ni İşçi Partisi'nin hala başka alanlara empoze etmeye çalış
tığı "kamu-özel sektör ortaklıkları"na şevkle yaklaşmasına
engel oluşturmadı . "Kamu-özel sektör ortaklıkları" strate
jisi, üçüncü yol siyaseti açısından paradigmatiktir: ne dev
let (sol) , ne de özel sektör (sağ) , devletin yatırımlar için pa
ra basması, girişimcilerin kar elde etmesi ve vatandaşların
(Yeni İşçi Partisi tabiriyle tüketicilerin) bundan dolayı ce
fa çekmesine dayalı devletin ve özel sektörün sözde uyum
lu ortaklıkları !
Sosyal demokrasinin sözde yenilenmesi, bu şekilde "neo
liberalizmin sosyal demokratik çeşidi"ni üretmiştir (Hall) .
Yeni İşçi Partisi deneyimi, bir toplumun her zaman belli bir
iktidar ilişkileri yapısı aracılığıyla, hegemonik yollarla ku
rulduğunu kabul etmeyi reddetmenin, mevcut hegemonya
yı kabul etmeye ve bu hegemonyanın yapılandırdığı güçle
rin kıskacında kalmaya yol açtığını net bir şekilde gösteri
yor. Bu durum, husumet modelini geride bırakmış gibi ha
reket eden "merkezde mutabakat"ın zorunlu sonucudur.
Siyaset, sol ve sağ politikalar arasında agonistik tartışma
ların gerçekleştiği bir saha olmak yerine, "halkla ilişkiler"e
indirgenmiştir. Partiler, aralarında hiçbir temel fark kalma
dığı için, ürünlerini reklam ajanslarının yardımıyla ve akıl-
75
lı pazarlama stratejileriyle satmaya çalışır. Sonuç, siyasete
karşı duyulan büyük bir antipati ve seçimlere katılım oran
larında büyük bir düşüş olmuştur. Vatandaşların demok
ratik sürece olan inançlarını tamamen yitirmelerine ramak
kalmıştır.
76
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
77
rin başarılı bir şekilde yükselişe geçmesi, post-politik yak
laşımın sığlığını gözler önüne sermiş , liberal kuramcıları ve
yorumcuları şaşkına çevirmiştir. Bu kuramcılar ve yorum
cular, kolektif kimliklerin çöküşüne dair iddiaların aksi
ne, gelişmiş toplumlardaki birçok insanın "halk" gibi söz
de "arkaik" özdeşim biçimlerine başvuran partilerin cazi
besine kapılabilmesini nasıl açıklayabilirler? Yeni, partizan
olmayan, bireyci, geleneksel bağlardan kopmuş, farklı par
ti politikaları arasından rasyonel bir biçimde "seçim yapan"
seçmen türünün gelişini ku tlamış bulunan diyaloj ik ku
ramcılar, popülist tutkuların bu ani patlayışını nasıl anlam
landırabilirler?
Verebilecekleri ilk yanıt, bu olguyu geçmiş atavizmlerin
henüz aşılmamış olduğu bir bağlamla ilişkilendirmekti. Ör
neğin, Avusturya'daki Özgürlük Partisi'nin başarısı bu şekil
de yorumlandı. Genelgeçer görüş, Jörg Haider'in cazibesinin
Avusturya'nın henüz nazi geçmişiyle hesaplaşmayı becere
memiş bir ülke olmasından kaynaklandığıydı. Endişe etme
ye gerek yoktu, çünkü bu özel bir durumdu ve bu tür bir ol
gu kendini başka ülkelerde yeniden üretemezdi.
Ne var ki, "geçmişin kalıntıları" üzerine temellendirilmiş
bu kolay açıklamanın yetersizliği, benzer partilerin çok fark
lı tarihlere sahip başka ülkelerde de ortaya çıkmasıyla ken
dini çabuçak belli etti. Sağcı popülist partilerin (yalnızca en
önemli ülkeleri sayacak olursak) Belçika, Danimarka, Isviç
re, Hollanda, Norveç, Italya ve Fransa'daki başarılı yükseli
şini bu ülkelerde geçmişle eleştirel bir ilişki kurulmamış ol
masıyla ilişkilendirmenin imkansız olduğu aşikardır. Dola
yısıyla, liberal kuramcılar, rasyonel yaklaşımlarına uyacak
başka açıklamalara başvurmayı, örneğin, demagoglarca al
datılmaya yatkın, eğitimsiz, alt-sınıflardan seçmenlerin ro
lünü vurgulamayı denediler. Bu açıklamanın çaresizlikten
kaynaklandığı açıktır, çünkü sosyolojik incelemeler popü-
78
list partilerin seçmenlerinin seçmen kitlesinin her kesimin
den geldiğini göstermiştir.
O halde, bu yeni sağcı popülizmin mantıklı bir açıklama
sının olmadığı sonucuna mı varmalıyız ? Bence hayır. Son
yıllarda tanıklık ettiğimiz, başarıları popülist retorikler üze
rine temellendirilmiş partilerin ani yükselişinin kesinlikle
bir tesadüften ibaret olmadığını düşünüyorum. Bu yükseli
şin sebeplerini ya ülkenin tarihindeki ya da seçmen kitlesi
nin toplumsal statüsündeki "geri kalmışlık" göstergelerinde
aramak yerine, dikkatimizi anaakım siyasi partilerin yeter
sizliklerine çevirmeliyiz .
Sağcı popülizm
79
lerden biri olduğundan özellikle ilgi çekicidir . 1 Avusturya' da,
merkezdeki mutabakat ikinci Dünya Savaşı'nın sona erme
sinden kısa bir süre sonra muhafazakar Halk Partisi (ÖVP)
ve Sosyalist Parti (SPÖ) arasında kurulan "büyük koalisyon"
aracılığıyla tesis edilmişti. Bu iki parti, ülkenin hayatını -si
yasal, ekonomik, toplumsal , kültürel- birçok alanda kon
trol edebilmelerini sağlayan bir işbirliği biçimi tasarlamışlar
dı. "Proporz" sistemi bankalardaki, hastanelerdeki, okullar
daki, kamusallaştınlmış sanayilerdeki en önemli mevkilerin
söz konusu partilerin seçkinleri arasında paylaştırılmasını
sağlıyordu. Bu durum, 1986 yılında -neredeyse feshedilmek
üzere olan- Avusturya Özgürlük Partisi'nin (FPÖ) kontro
lünü ele geçiren ve bu partiyi "büyük koalisyon"a karşı bir
protesto partisine dönüştüren ] örg Haider gibi yetenekli bir
demagog için ideal zemini yarattı. Haider, halk egemenliği
temalarını etkin bir şekilde mobilize ederek, ülkenin seçkin
ler koalisyonu tarafından yönetilme biçimine yönelik çoğal
makta olan direnişleri hızla biraraya getirebildi.
Haider'in söylemsel stratejisi, çok çalışan, ulusal değerle
ri savunan bütün iyi Avusturyalılardan oluşan bir "biz" ile
gerçek demokratik tartışmaya engelmiş gibi sunulan iktidar
partileri, sendikalar, bürokratlar, yabancılar, solcu entelek
tüeller ve sanatçılardan oluşan bir "onlar" arasında bir sınır
çizmekten ibaretti. Bu popülist strateji sayesinde seçmenle
rin FPÖ'ye desteği büyük bir artış gösterdi ve Kasım 1 999
seçimlerini muhafazakarların yüzde 2 7 oranında önünde ,
ülke genelinde ikinci parti olarak tamamlayana dek oylan is
tikrarlı bir şekilde arttı.
Elbette, o zamandan beri gerçekleşen yerel ve ulusal se
çimlerde de görüldüğü gibi, hükümete katılım partinin ko-
1 Avusturya örneğinin detaylı bir analizi için bkz. Chantal Mouffe, "The End of
Politics and the Challenge of Right-Wing Populism" [Siyasetin Sonu ve Sağcı
Popülizmin Meydan Okuması] , Francisco Panizza (der. ) , Populism and ıhe Sha
dow of Democracy [Popülizm ve Demokrasinin Gölgesi] , Londra, Verso, 2005.
80
numunu ciddi bir şekilde zayıflattı. Hatta Haziran 2004'ün
Avrupa seçimlerinde partinin oyları yüzde 6. 7'ye kadar ge
riledi. Bu düşüşün sebeplerini yakından incelemek bir hay
li öğreticidir. Örneğin, bu düşüşün o ana dek Avusturya si
yasetinde baskın olan ve iki ana partinin FPÖ'yü hükümet
ten dışlamak için başvurduğu Ausgrenzung (dışlama) stra
tejisine karşı iyi bir argüman sunduğunu söyleyebiliriz. Ne
var ki, beni ilgilendiren konu bu değil. Benim vurgulamak
istediğim, FPÖ'nün dramatik yükselişini açıklayan unsurun,
genelgeçer görüşün aksine, sözde bir nazi nostaljisinin çeki
ciliği değil, Haider'in "halk" ve "mutakabat seçkinleri" ara
sındaki karşıtlık üzerinden güçlü bir kolektif özdeşim kutbu
inşa etmedeki becerisinin olduğudur. Aslında, partinin ko
alisyon hükümetinin bir parçası olduğu andan itibaren ko
ruyamadığı, "egemen çevreler karşıtı" [ anti-establishment)
kutuptan başka bir şey değildir.
Benzer bir "egemen çevreler karşıtı" bloğun inşası, Belçi
ka'daki Vlaams Blok'un (VB) başarısını açıklar. Partinin ka
lesi, sosyalistler ve Hristiyan demokratlar arasında kurul
muş ve on yıllardır siyasal iktidarı tekeli altında tutan bir
koalisyonun mekanı olan Antwerp'tir. Bu da VB'ye kendi
ni "yozlaşmış seçkinler" olarak karşı çıktığı koalisyonun tek
gerçek alternatifi olarak sunma fırsatını vermiştir. 2 Bu ör
nekte, (en son Vlaams Belang ismini alan) VB'nin iktidara
gelmesini engellemek için ana partilerin çektiği "karantina
hattı" hala varlığını korusa da parti güçlenmeye devam edi
yor. VB, 2004 Avrupa seçimlerinde bütün Flanders bölge
sinde yüzde 24. 1 gibi bir oy oranıyla ikinci en önemli par
ti olmayı başardı.
2 Vlaams Blok'un başarısına dair iyi bir yorum için bkz. Patrick de Vos, "The
Sacralisation of Consensus and the Rise of Authoritarian Populism: the Case
of the Vlaams Blok" [Mutabakatın Kutsallaştırılması ve Otoriter Popülizmin
Yükselişi: Vlaams Blok Örneği] , Studies in Social and Political Thought, 7, Eylül
2002.
81
Fransa'ya gelince, Front National'in yükselişinin, Mitte
rand'ın zaferinden sonra Sosyalist Parti'nin mevcut hege
monik düzene karşı bir alternatif sunmaktan tamamıyla
vazgeçip siyasal merkeze doğru hareket etmesiyle birlikte,
1980'lerde başlaması dikkate değerdir. Bu durum, Jean-Ma
rie Le Pen'e hakim mutabakata meydan okuyan tek kişi ol
duğunu iddia etme şansını vermiştir. Önerdiği çözümler el
bette kabul edilemezdir fakat kimse Le Pen'in söyleminin si
yasal karakterini inkar edemez. Bu yüzden, iki ana aday Ja
cques Chirac ve Lionel jospin'in benzer politikaları savun
malarıyla dikkat çeken 2002 cumhurbaşkanlığı seçimlerin
de Le Pen'in oldukça yüksek bir oy alması ve ikinci turda
jospin'i elemesi hiç de şaşılacak bir durum değildir. O dö
nemden beri, oyların toplam yüzdesinin etkili yetkilere dö
nüşmesine kolaylık sağlamayan bir seçim sistemine rağmen,
Front National oy oranını aşağı yukarı yüzde 13 düzeyinde
korumayı başardı.
82
rülen siyasette husumet modelinin sonunun ilan edilmesi
ne dair söylediklerime dönmem gerekir. Sol ve sağ arasın
daki sınırların bulanıklaşmasından ve demokratik partiler
arasında agonistik tartışmaların yokluğundan, yani farklı si
yasal proj eler arasında cepheleşmenin eksikliğinden ötürü,
seçmenlerin bir dizi farklılaşmış demokratik siyasal kimlik
le özdeşleşmesinin bir türlü mümkün olmadığını belirtmiş
tim. Bu durum, demokratik sistemin işleyişi açısından so
run yaratabilecek türden özdeşim biçimleri tarafından dol
durulması pekala mümkün olan bir boşluk yarattı. Kolektif
kimliklerin ortadan kalktığı iddiasına ve bireyciliğin zaferi
ne rağmen, kolektif boyutun siyasetten silinemeyeceğini sa
vunmuştum. Kolektif kimliklerin, geleneksel partiler aracı
lığıyla ifade edilmelerinin mümkün olmadığı zamanlarda,
başka biçimlerde ortaya çıkmaları kuvvetle muhtemeldir.
Zayıflayan sol/sağ karşıtlığının yerine "halk" ve "egemen
çevreler" etrafında şekillenen bir karşıtlık üzerine inşa edil
miş yeni bir biz/onlar ayrımı koyan sağcı popülist söylem
de söz konusu olan budur. Siyasetin bireysel motivasyonla
ra indirgenebileceğini düşünenlerin aksine, yeni popülistler
siyasetin her daim "onlar"a karşı bir "biz" yaratmaktan iba
ret olduğunun ve kolektif kimlikler yaratmayı gerektirdiği
nin farkındalar. "Halk" mefhumu dolayımıyla sundukları
kolektif özdeşim biçimlerinin güçlü cazibesi bu yüzdendir.
Eğer bu meseleyi siyasetteki duygusal boyutun önemine
ve tutkuların demokratik kanallar üzerinden mobilize edil
mesi gerekliliğine dair yaptığım vurguyla ilişkilendirirsek,
diyaloğu ve rasyonel müzakereyi vurgulayan demokratik si
yasetin rasyonalist modelinin, "halk" gibi yoğun duygusal
içeriği olan kolektif özdeşimler sunan popülist siyasetle kar
şılaştığında nasıl savunmasız kaldığını daha iyi anlayabili
riz. Hakim söylemin küreselleşmenin mevcut neoliberal bi
çiminin hiçbir alternatifi olmadığını ve onun dikte ettikleri-
83
ni kabul etmemiz gerektiğini iddia ettiği bir bağlamda, sayı
lan gittikçe artmakta olan birçok insanın alternatiflerin ol
duğunu ve halka tekrardan karar alma iktidarını kazandıra
caklarını iddia edenlere kulak vermesi hiç şaşırtıcı değildir.
Demokratik siyaset insanları belirli siyasal projeler etrafında
mobilize etme kapasitesini yitirdiğinde ve piyasanın sorun
suz işleyişinin gerekli koşullarını güvence altına almakla sı
nırlandınldığında, popüler gerilimin siyasal demagoglar ta
rafından ifade edilmesinin koşullan olgunlaşır.
İngiltere örneği bir süreliğine bu tür bir gelişimin kar
şıt-örneğini oluş turur gibi göründü ; fakat Bağımsızlık
Partisi'nin (Independence Party) 2004 Avrupa seçimlerin
deki başarısı durumun değişebileceğine işaret ediyor. Elbet
te bu partinin ileride ne durumda olacağını tahmin etmek
için henüz çok erken ve İngiliz seçim sistemi üçüncü par
tilerin yükselmesini kesinlikle kolaylaştıran bir yapıya sa
hip . Yine de bu partinin oylarındaki dramatik artış ciddiye
alınmalı. Bugün İngiltere'de sağcı popülist bir partinin po
püler gerilimi istismar etmesine olanak sağlayan bütün ko
şulların mevcut olduğu inkar edilemez. Yeni İşçi Partisi'nin
T ony Blair liderliğinde sağa kaymasından beri, çok sayıda
geleneksel İşçi Partisi seçmeni artık parti tarafından temsil
edilmediğini hissediyor. Popüler kesimlerin büyük bir bö
lümünün talepleri siyasal gündemin dışına itilmiş durum
da ve maharetli bir demagogun popülist söylemi bu kesim
lerin kendilerini ifade etmelerine kolaylıkla imkan tanıyabi
lir. Birçok Avrupa ülkesinde olmakta olan budur ve benzer
bir durumun İngiliz siyasetinde de ortaya çıkmasına tanık
lık etmemiz pekala mümkün.
Sağcı popülist partilerin başarısının, büyük ölçüde, gele
neksel partilerin hesaba katmadığı gerçek demokratik talep
leri, oldukça sorunlu bir biçimde de olsa, ifade etmelerinden
kaynaklandığını fark etmenin zamanı çoktan geldi. Bu par-
84
tiler insanlara aynı zamanda bir tür umut, birşeylerin fark
lı olabileceğine dair bir inanç sunuyor. Bu, elbette, genellik
le yabancı düşmanlığının merkezi bir rol oynadığı kabul edi
lemez dışlama mekanizmaları ve yanlış öncüller üzerine ku
rulan aldatıcı bir umut. Fakat bu partiler siyasal tutkuların
ifade edilmelerine olanak sağlayan tek kanallar olunca, bir
alternatif temsil ettikleri yönündeki sahte iddiaları oldukça
çekici bir hal alıyor. Ben bu yüzden sağcı popülist partilerin
başarısının canlı demokratik tartışmaların post-demokra
silerimizdeki eksikliğinin bir sonucu olduğunu düşünüyo
rum. Bu da sol/sağ sınırının bulanıklaşmasının demokrasi
ye katkı sağlamak yerine, demokrasinin altını oyduğunu ka
nıtlıyor. Yeni siyasal sınırların çizilmesi aracılığıyla demok
ratik uygulamalara düşman olan kolektif kimliklerin ortaya
çıkmasına kolaylık sağlayan bir saha yaratılıyor.
Geleneksel partilerin sağcı popülizmin yükselişine kar
şı tepkilerinin sorunun daha da büyümesine katkı sağla
dığı kesindir. Geleneksel partiler, bu yeni olgunun siya
sal , toplumsal ve ekonomik nedenlerini yakından incele
mek yerine, olguyu "radikal-sağ" olarak niteleyip yeniliğini
görmezden gelmeyi tercih ettiler. Bu hamle sayesinde sağ
cı popülizmin özgüllüğünü ve nedenlerini anlamaktan ve
"iyi demokratlar"ın köklü siyasal kurumların halk tarafın
dan reddedilmesinde bir sorumluluğu olup olmadığını in
celemekten kaçındılar. Açıklama hemen hazırdı : söz ko
nusu olan, çirkin yüzünü yeniden gösteren bir "kahveren
gi veba"ydı ve bu da bu şer gücün yeniden ortaya çıkmasına
direnmek için bütün demokratik güçlerin birleşmesini ge
rektiriyordu. Sağcı popülist hareketlerin yükselişine verilen
yanıt çoğunlukla ahlaki bir kınamadan ve "karantina hattı"
çekmekten ibaretti.
85
Ahlaki dil dizgesinde siyaset
86
bette bu, tutkuların mobilizasyonu olarak değil, evrensel de
ğerleri savunmak isteyen ahlaklı insanların rasyonel tepki
si olarak görülüyordu. Bu şekilde, tutkuların mobilizasyonu
hakim rasyonalist perspektifle uyumlu bir hale getiriliyordu.
Avusturya'da 2000 seçimlerinde ortaya çıkan tepkiler, sağ
cı popülizmin yükselişine karşı verilen ahlakçı tepkinin ba
riz örneklerindendir. Muhafazakarlar ve popülistler arasın
da bir koalisyon hükümetinin kurulmasına Avrupa genelin
de bir itiraz vardı ve diğer on dört AB hükümeti Avusturya
hükümetine karşı diplomatik "müeyyideler" uygulamaya ka
rar verdi. Avrupa değerlerinin korunması ve -başkalarında
itham edilmesi, kişinin kendi memleketinde karşı çıkmasın
dan her zaman daha kolay olan- ırkçılık ile yabancı düşman
lığına karşı mücadele edilmesi adına, sağın ve solun siyaset
çileri, henüz menfur sayılabilecek herhangi bir girişimde bi
le bulunamamış yeni koalisyonu aforoz etmek üzere birleşti
ler. Bütün iyi demokratlar "neo-nazi" olarak sunulan bir par
tinin iktidara gelmesini kınamayı görev bildiler. Savaşılması
gereken yeni bir şeytan bulmanın mutluluğunu yaşayan mi
litan bir basının yönlendirdiği ve kısa sürede doğru dürüst
"nazilikten arındmlmamak"la suçlanan bütün Avusturyalı
ları hedef alan inanılmaz bir şeytanlaştırma kampanyası baş
latıldı. Irkçılığın ve yabancı düşmanlığının kınanması, "iyi
demokratlar"ın birlik içinde olmalarını garantileyen, demok
ratik değerlere bağlılıklarını ileri sürebilmelerini sağlayan ve
kendi ülkelerindeki politikalarını eleştirel bir incelemeye ta
bi tutmaktan kaçınmalarına yarayan kullanışlı bir araç oldu.
Bu tür ahlakçı tepkilerde oldukça ahlaksız bir mekaniz
manın işlemekte olduğunun farkına varmalıyız. Bu meka
nizma, birisinin iyiliğinin başkalarının kötülüğünün kınan
ması yoluyla güvence altına alınmasını içerir. Başkalarını it
ham etmek, birisinin yüksek bir ahlaki değer elde etmesinin
en güçlü ve kolay yollarından biri olagelmiştir. Bu , François
87
Flahault'ın "iyi duygunun püritanizmi" adı altında başarıyla
incelediği bir öz-idealleştirme biçimidir. Flahault, "iyi duy
gunun püritanizmi"ni şöyle tanımlar: "iyilik yapmak hak
kında nutuk çekmek, kurbanlara sempati duymak, başkala
rının kötülüğü karşısında içerlemek" .3 Flahault'ya göre, bu
öz-idealleştirme tarzı, yararcı ve rasyonalist çağımızda, in
sanların kendi sıradanlıklarından kaçmalarına, kötüyü ken
di dışlarına itmelerine ve yeniden bir tür hamaset keşfetme
lerine olanak sağlayan tek şeydir. Şüphesiz bu , ahlakçı söy
lemin post-politik toplumlarımızda gittikçe daha büyük bir
rol oynamasının ardında yatan şeyi açıklamaktadır.
Bana göre, husumet modelini niteleyen siyasal sınırın za
yıflaması ve siyasetin "ahlaklaşması" arasında doğrudan bir
bağlantı vardır. Bu bağlamda, "ahlaklaşma" elbette insan
ların siyaset alanında daha nesnel ve daha tarafsız güdü
ler doğrultusunda ortak iyiyi aramaya koyuldukları anla
mına gelmez. Benim işaret etmek istediğim, siyaseti kuran
"biz"/"onlar" ayrımının, siyasal anlamda inşa edilmek ye
rine, "iyi"ye karşı "kötü" gibi ahlaki kategorilere göre inşa
edilmesidir.
Söz dağarcığındaki bu değişimin açığa çıkardığı, kimile
rinin sandığı gibi, ahlakın siyasetin yerine geçmesi değil, si
yasetin ahlaki di l dizgesinde tüketilmesidir. Ben siyasetin
"ahlaklaşması"nı bu şekilde -bugünün siyasetinin daha ah
laki olması şeklinde değil, günümüz siyasal antagonizma
larının ahlak kategorileriyle formüle edilmeleri olarak- an
lamayı öneriyorum. Siyasal dost/düşman ayrımlarıyla hala
karşı karşıyayız fakat bu ayrımlar artık ahlakın söz dağarcığı
kullanılarak ifade ediliyor. Şüphesiz, bu durum uluslarara
sı siyasette bir süredir var ve özellikle Birleşik Devletler' deki
bazı kesimler siyasal düşmanlarını ahlakın söz dağarcığı
nı kullanarak itham etmekten çok hoşlanıyorlar. George
3 François Flahault, Malice [Şer] , Londra, Verso, 2003, s. 1 1 7.
88
W. Bush'un "kötülük ekseni" ne karşı haçlı seferinin bir
çok öncülü var. Yalnızca Ronald Reagan'ı ve onun "kötü
lük imparatorluğu"nu hatırlamak yeterli. Gelgelelim, sağ
cı popülizme verilen tepkilerin de açığa çıkardığı gibi, yeni
olan, siyasetin ahlaklaşmasının aynı zamanda Avrupa iç si
yasetinde de gerçekleşiyor olması. Siyasetin bu alandaki ah
laklaşması, kesin olarak, postpolitik perspektifin kurulma
sına katkı koymuş -muhtemelen iyi niyetli olan kuramcılar
da dahil- herkesin savunduğu husumet-sonrası mutabakat
çı modelin bir sonucudur.
Husumete dayalı siyasetin sonunun geldiğini iddia etmek,
daha olgun ve mutabakatçı bir demokrasi biçiminin koşul
larını yaratmak şöyle dursun, bunun tam aksi bir etkiyi ya
ratır. Siyaset ahlakın dil dizgesinde tüketildiği anda, antago
nizmaların agonistik bir biçim almaları olanaksızlaşır. Aslın
da, muhalifler, siyasal değil de ahlaki olarak tanımlandıkla
rında, "hasım" olarak tahayyül edilmeleri olanaksızlaşır ve
yalnızca "düşman" olarak görülebilirler. "Kötü onlar"la her
hangi bir agonistik tartışma mümkün değildir; "kötü on
lar" yok edilmelidir. Dahası, "kötü onlar" , çoğunlukla bir
tür "ahlaki hastalığın" ifadesi olarak görüleceklerinden, or
taya çıkışlarına veya başarılarına dair bir açıklama getirmeye
çalışmak bile abestir. Bu yüzden, sağcı popülizm örneğinde
gördüğümüz gibi, ahlaki kınama uygun bir siyasal analizin
yerini alır ve yanıt, zarar görmüş kesimleri çevreleyecek bir
"karantina hattı"nın inşasıyla kısıtlıdır.
Siyasetin dost/düşman modelinin aşıldığını iddia eden
yaklaşımın, nihayetinde, hükümsüz addedilen siyasetin an
tagonistik modelinin yeniden canlanmasının koşullarını ya
ratması ironiktir. Ne var ki, post-politik perspektifin, can
lı bir agonistik kamusal alanın yaratılmasına engel olması
nın, "onlar"ı "ahlaki" olarak, yani "mutlak düşmanlar" ola
rak tahayyül etmeye yol açtığı, böylece demokratik kurum-
89
lan tehlikeye atabilecek antagonizmaların ortaya çıkmasını
teşvik ettiği inkar edilemez.
90
gibi, siyasalın özgül farklılığının (differentia specifica) dost/
düşman ayrımı olduğunu defalarca vurgulamıştı. Fakat Sch
mitt, aynı zamanda, bu ayrımın iktisat ya da etik temelinde
değil, adamakıllı siyasal bir şekilde yapılması gerektiğinin de
her zaman üzerinde durmuştu. Schmitt, Bush'un düşmanla
rım "kötü" gibi bir ahlaki kategoriyi kullanarak nitelemesini
4 Cari Schmitt, The Concepı of the Poliıical, New Brumswick, Rutgers University
Press, 1976, p. 54 [Siyasal Kavramı, Almancadan çev. Ece Göztepe, lstanbul,
Metis Yayınlan, 2006, s. 74-5 ] .
91
Bu, Schmitt'e göre, insanlık adına girişilen savaşların ne
den özellikle insanlık dışı bir hal aldığını açıklar, çünkü bu
savaşta, düşmanın hukukdışı bir insanlık düşmanı olarak
sunulması mümkün olduğu anda, her türlü aracın kullanıl
ması mübah sayılır. Dost ve düşman arasındaki sınırın "me
deni dünya" ve onun "şer düşmanları" arasında çizilmesi,
Schmitt'in gözünde, kendi düzenini dünyanın geriye kalanı
na empoze etme hakkını ve ödevini insan haklan adına ken
dine mal eden liberal evrenselciliğe özgüdür.
Schmitt dışlama olmadan içleme olamayacağını, istisna
olmadan norm olamayacağını savunmuş ve liberalizmin is
tisnasız bir biçimde , tamamen içleyici olma ve "insanlık"
adına konuşma yönündeki sahte iddialarını sürekli ifşa et
mişti. Yine de liberalizmin kendi hakimiyetine yönelik her
türlü muhalefeti gayrimeşru kılan bu insanlıkla özdeşimin
sağladığı retorik gücün de farkındaydı. William Rasch'ın da
belirttiği gibi, bu, Schmitt için, Batı hegemonyasının kurul
masında işleyen temel mekanizmaydı. Bu yüzden, Schmitt,
Amerikan sisteminin kendi tikel çıkarlarını "Amerikan he
gemonyasına karşı çıkmak, evrensel olarak iyi olana ve in
sanlığın ortak çıkarlarına karşı çıkmaktır" sonucuna vardı
racak ölçüde evrensel olarak bağlayıcı ahlaki normlarla öz
deşleştirerek küresel hegemonya kurmasına hayranlık duy
madan edemiyordu.5
Gelgelelim, Schmitt, aynı zamanda, dünya geneline tek bir
model empoze etme çabasının korkunç sonuçlar doğuraca
ğı uyarısında da bulunmuştu . Uluslararası ilişkilerin evril
mekte olduğu yönün içerdiği tehlikelerin tamamıyla farkın
daydı. lkinci Dünya Savaşı'ndan sonra çalışmalarının büyük
bölümünü siyasalın modern biçiminin çöküşüne ve devletin
5 William Rasch, "Human Righıs as Geopolitics: Cari Schmitt and the Legal Form
of American Supremacy" Ueopolitik Olarak insan Haklan: Cari Schmitt ve Ame
rikan Hakimiyetinin Yasal Biçimi] , Cultural Critique, 54, Bahar 2003, s. 123.
92
siyasal üzerindeki tekelini yitirmesine ayırmıştı. Bu durum,
Schmitt'e göre, savaşı üç yüzyıl boyunca belli sınırlar içeri
sinde tutmayı başarmış devletlerarası Avrupa hukuku olan
"jus Publicum Europeaum"un [Avrupa Kamu Hukuku ) da
ğılmasıyla bağlantılıydı. Devletin siyasal üzerindeki tekelini
yitirmesinin sonuçlarını endişeyle izliyordu, çünkü devletin
çöküşünün "uluslararası iç savaş" adını verdiği yeni bir si
yaset biçiminin koşullarını yaratmasından korkuyordu. Jus
Publicum Europeaum varolduğu müddetçe, savaşın sınırlan
belirlenmiş ve düşmanlık mutlak bir biçim almamıştı; düş
man suçlu olarak muamelesiyle karşılaşmıyor ve insanlığın
son düşmanı olarak görülmüyordu . Schmitt'e göre, değişim,
birkaç etmenin biraraya gelmesiyle başladı: teknolojik imha
araçlarının gelişmesi, liberallerin savaşı hukukdışı ilan etme
çabalan ve "adil savaş" kategorisinin yeniden keşfi, ayrım
cı bir savaş kavrayışının ortaya çıkmasına katkıda bulundu.
"Suçlu olarak düşman şeklindeki ayrımcı kavrayış ve buna
eşlik eden bir justa causa (adil dava) iması, imha araçları
nın yoğunlaşmasına ve savaş alanlarının çözülmesine para
lel olarak gelişiyordu. Teknik imha araçlarının yoğunlaşma
sı, aynı derecede yıkıcı bir hukuki ve ahlaki ayrımcılığın ka
ranlık cehennemini de açığa çıkarır."6 Bir savaş "hukukdışı"
ilan edildiği anda, düşmanlığın tüm sınırlan silinmiş olur ve
muhalif, suçlu ve insanlık dışı ilan edilebilir: düşman "mut
lak düşman"a dönüşür.
1963 yılında yayımlanan Partizan Teo ri si 'nde [ Theory of
the Partisan) , Schmitt partizanı siyasal olanla siyasal olma
yan arasındaki aynın etrafında yapılanan klasik devlet düze
ninin çözülmesinin bir ürünü olarak sunar. Partizanların or
taya çıkması, düşmanlığa dair sınırlandırmaların kaldırıldı-
6 Cari Schmitt, The Nomos of the Earth in the International Law of the ]us Publi
cum Europaeum [Yeryüzünün Yasası: Avrupa Kamu Hukukunun Uluslararası
Hukuku ] , New York, Telos Press, 2003, s. 3 2 1 .
93
ğı gerçeğiyle bağlantılıdır. Her türlü haktan mahrum bırakıl
mış olmaları sonucunda, partizanlar haklarını düşmanlıkta
bulurlar. Haklarını ve hukuken korunmalarını güvence altı
na alan meşruiyet inkar edildiği anda, partizanlar davaları
nın anlamını düşmanlıkta bulurlar. Schmitt kitabını şu so
ğuk uyarıyla bitirir:
94
Kervegan gibi ben de Schmitt'in tek-kutuplu bir dünya
düzeninin tehlikelerine ilişkin tespitlerinin terörizm olgu
sunu aydınlattığını düşünüyorum. ABD'nin bugünkü tartı
şılmaz iktidarı ile terörist grupların çoğalması arasında bir
ilişki olduğu kesindir. Elbette çok değişik etmenlerin etki
si altında olan terörizmi yalnızca bu ilişki ışığında açıkla
ma niyetinde değilim. Fakat terörizmin şikayetleri ifade et
mek için meşru siyasal kanalların olmadığı koşullarda orta
ya çıkmaya meylettiği inkar edilemez. Dolayısıyla, soğuk sa
vaşın sona ermesinden bu yana, terörist saldırıların, Birleşik
Devletler'in hakimiyetindeki neoliberal küreselleşme mode
linin sınırsız bir biçimde uygulanmasıyla birlikte önemli bir
artış göstermesi tesadüf değildir. Günümüzde, bütün ulusla
rarası örgütler neredeyse doğrudan Birleşik Devletler'in ön
cülük ettiği Batılı güçlerin kontrolü altında oluğundan, Batı
lı modellerden farklı olan sosyo-politik modelleri koruyabil
menin imkanı da oldukça azalmıştır.
Richard Falk ve Andrew Strauss gibi liberal kuramcılar bi
le (adı geçen şahısların kozmopolitan önerilerini bir sonra
ki bölümde ele alacağım) , terörizm ve mevcut dünya düzeni
arasındaki bağlantıyı kabul ederler:
95
le ilgili şikayetlere dönüştürülebilecek küreselleşme etkile
rinin dolaylı bir sonucu olduğu söylenebilir.9
96
ğun dünya genelinde uygulanmasının koşullarını tahayyül
ederek mümkün olduğunu düşünüyorum. Bu da Batılı de
mokrasilerde çok derinlerde kök salmış bir inançtan, bu de
mokrasilerin "en iyi rejim"i temsil ettiği ve bu rejimi evren
selleştirmeyi içeren bir "medenileştirme" görevleri olduğu
inancından kopuşu gerektirir. Bu kopuşu gerçekleştirmek,
demokrasi kuramının büyük bir bölümü , ideal durumlar
da kurumlan bütün rasyonel bireyler tarafından tercih edi
lecek tek adil ve meşru rejim olarak sunulan liberal demok
rasinin üstünlüğünü kanıtlamaya adanmış olduğundan, hiç
de kolay değil.
Burada demokrasi kuramında rastlanan bu tür akıl yü
rütmeyi örneklemek için gönderme yapacağım bir düşünür
olan Jürgen Habermas, liberal anayasal demokrasinin ahla
ki üstünlüğünün ve evrensel geçerliliğinin en sofistike sa
vunucularından biridir. Olgular ve Norm lar dan [Between
'
97
rekabet kabul edilemezdir. Bu yüzden kendisi "hukukun üs
tünlüğü ve demokrasi arasında, yalnızca basitçe tarihsel ola
rak olumsal bir ilişki değil, aynı zamanda kavramsal ve içsel
bir ilişki olduğunu göstermeye" 1 0 çalışmıştır. Habermas bu
tartışmayı söylem-kuramsal yaklaşımı sayesinde özel ve ka
musal özerkliğin kökensel birlikteliğini [ co-originality] gös
tererek sonuçlandırdığını iddia eder. Bu karmaşık argüma
nın ayrıntılarına girmeden, Habermas'ın konuyu şu şekilde
özetlediğini söyleyebiliriz:
98
yonellik ve ahlaki geri kalmışlık işareti ve nihayetinde gay
rimeşru olarak algılanır. Açık bir şekilde bütün toplumla
rın, insan biraradalığını örgütlemenin tek meşru yolu olan
liberal demokratik kurumları benimsemelerinin zorun
lu olduğu ifade edilir. Bunu , kökensel birliktelik sorusu
nu bu kez siyasal meşrulaştırma tarzı açısından ele alan ve
yasal sistemi vurgulayan Habermas'ın sorduğu şu soru da
doğrular: "Özgür ve eşit vatandaşlar, eğer ortak yaşamları
nı meşru bir şekilde pozitif hukuk aracılığıyla düzenlemek
istiyorlarsa, karşılıklı olarak birbirlerine hangi temel hakla
rı tanımalıdırlar? " 1 2 Habermas'ın bu soruya cevabı, elbette,
meşruiyetin yalnızca makul bir irade oluşumu için iletişim
se! koşulları kurumsallaştıran insan hakları aracılığıyla el
de edilebileceğidir.
İnsan hakları "iki yüzlü"dür, der Habermas, çünkü hem
ahlaki bir evrensel içeriğe hem de yasal hakların biçimine
sahiptirler; bu yüzden yasal düzen bünyesinde barınmaya
muhtaçtırlar. Habermas'a göre, "insan hakları yapısal olarak
eyleme geçirilebilen bireysel yasal taleplere temel oluşturan
pozitif ve zorlayıcı bir hukuk düzenine aittirler. Bu bakım
dan, mevcut bir yasal düzen bağlamında uygulanan temel
haklar statüsüne erişmek insan haklarının anlamının önemli
bir kısmını teşkil eder." 1 3 Habermas bu durumun insan hak
larının evrensel ahlaki manası ve gerçekleşmelerinin yerel
koşulları arasında özel bir gerilim yarattığının farkındadır
çünkü bu haklar şimdiye dek yalnızca demokratik devletle
rin ulusal yasal düzenleri içerisinde pozitif bir biçime kavuş
muşlardır. Fakat Habermas insan haklarının küresel kurum
sallaşmasının da gelişmekte olduğuna ve kozmopolit bir hu-
99
kuk sisteminin dünya genelinde kabul görmesinin yalnızca
bir zaman meselesi olduğuna da inanır.
Bu, Habermas'ın insan haklarının, Batı'da toplumsal mo
dernitenin sebep olduğu kimi zorluklara verilen bir yanıt ol
duğuna inanmasından kaynaklanır. Habermas, bugün bü
tün toplumların, aynı zorluklarla karşı karşıya olmaların
dan ötürü, insan haklarına dayalı Batılı meşruiyet standart
larını ve hukuk sistemlerini, kültürel arkaplanlarından ba
ğımsız olarak, benimsemek durumunda olduklarını ileri sü
rer. İnsan haklarına dayalı bu standartların meşruiyetin tek
kabul edilebilir temeli olduğu ve kökenleri her ne olursa ol
sun, "insan haklarının bugün bize seçim şansı bırakmayan
bir olguyla karşımıza çıktığı" konusunda son derece iddia
lıdır.14 Alternatifler, kültürel değil, sosyo-ekonomik düzey
de yer almaktadır. Habermas, tartışmaya mahal vermeyecek
şekilde, şöyle der:
1 00
nn karşı karşıya kaldığı seçim, kültürel kimlik ve ekonomik
olarak hayatta kalma, bir başka deyişle, kültürel ve fiziksel
1
imha arasında yapılacak bir seçimdir" . 6
Eğer Batılı olmayan toplumlar için alternatif buysa, o hal
de şiddetli direnişin ortaya çıkmasına şaşırmalı mıyız? Ba
tılılaşma rüyasından uyanmanın ve Batı modelinin zorunlu
evrenselleşmesinin, barış ve refah getirmek yerine, bu süreç
tarafından kültürleri ve yaşam biçimleri yok edilenlerin da
ha kanlı tepkiler vermelerine yol açacağının farkına varma
nın vakti çoktan geldi. Benzer bir şekilde, liberal demokra
sinin eşsiz üstünlüğüne yönelik inancın sorgulanmasının da
vakti çoktan geldi. Bu inanç, siyasalın liberal yadsınmasının
merkezinde yer alır ve dünyanın, Schmitt'in gözlemlediği
gibi, tek bir evrenden ("universe") değil, çoğul evrenlerden
("pluriverse") ibaret olduğunun farkına varılmasının önün
de ciddi bir engel oluşturur.
Habermas'ın yaklaşımının anti-siyasal doğasını açığa çı
karan bir başka yön daha vardır. Demokrasinin söylem-ku
ramsal kavranışı, demokratik irade-oluşumuna epistemik
bir işlev atfetmeyi gerektirir ve Habermas'ın da belirttiği gi
bi, "demokratik prosedür meşrulaştırıcı gücünü artık yal
nızca ve ağırlıklı olarak, siyasal katılımdan ve siyasal irade
nin ifade edilmesinden değil, rasyonel olarak kabul edile
bilir sonuçlar beklemeyi temellendiren bir yapıya sahip bir
7
müzakere sürecinin genel erişilebilirliğinden alır" . 1 Peki bu
"rasyonel olarak kabul edilebilir sonuçlar" nelerdir? Siyasal
iradenin ifade edilmesine yönelik hangi kısıtlamaların uygu
lanacağına kim karar verecektir? Dışlamanın temelleri neler
olacaktır? Schmitt, liberallerin kaçınmaya çalıştığı tüm bu
16 William Rasch, "Human Rights as Geopolitics: Cari Schmitt and the Legal
Form of American Supremacy" Ueopolitik Olarak insan Haklan: Cari Schmitt
ve Amerikan Hakimiyetinin Yasal Biçimi] , s. 142.
17 Habennas, The Postnational Constellation [ Ulus-sonrası Oluşum ] , s. 1 10.
1 01
sorulara dair söylediklerinde haklıdır:
19 Örneğin, bkz. Richard Rorty, Objectivity, Relativism and Truth [Nesnellik, Göre
celik ve Gerçek] , Carnbridge, Carnbridge University Press, 1 99 1 , III. bölüm.
1 03
BEŞiNCi BÖLÜM
1 05
ir itirazlarımı dile getirip kozmopolit bir gelecek hayalinin
post-politik perspektifin diğer yönlerini incelerken açığa çı
kan "siyasal"ın yadsınması tavrından beslendiğini göstere
ceğim. Kozmopolitlere karşı, dünyanın aşırı çoğulcu doğa
sını kabullenmemiz gerektiğini savunacağım ve çok-kutup
lu bir dünya düzeninin kurulmasını destekleyen bir argü
man geliştireceğim.
Yeni kozmopolitliğin savunucuları -eksikliklerine ön
ceden değindiğim- liberal demokrasinin üstünlüğüne da
ir liberal inancı paylaşırlar ve liberal demokratik ilkele
rin uluslararası ilişkiler alanına doğru genişlemesini he
deflerler. Kozmopolitlerin temel önerilerinden biri, Birleş
miş Milletler'de reform yapılması ve hukukun güç ve ikti
dar kullanımı üzerindeki öncelliğini güvence altına almak
adına uluslararası yargı kurumlarının iktidarının artırılma
sıdır. Gelgelelim bu öneri, homoj en bir eğilimi yansıtmı
yor. Kozmopolitler, ulusal egemenliğin sınırlarının aşılma
sı gerekliliğine ve "kuvvet politikasının ötesinde" , liberal il
keler ve insan haklarına saygının hakim olduğu yeni bir si
yaset biçiminin mümkünatına dair birtakım temel ilkele
ri paylaşıyor olsalar da, aralarında kimi önemli farklılıklar
var. Geniş anlamda , kozmopolitliğin neoliberal versiyonu
ile daha demokratik bir versiyon arasında bir ayrım yapıla
bilir. Neoliberal versiyonun çoğu destekçisi, yalnızca ulusal
çıkara değil, aynı zamanda serbest ticaret ve liberal demok
rasi gibi liberal değerlerin teşvik edilmesine dayalı bir siya
seti olan idealleştirilmiş bir Birleşik Devletler fikrini savu
nuyor. Bu savunuya kapitalizmin yararlarını ve erdemleri
ni bütün dünyaya yayan küreselleşmenin yüceltilmesi eşlik
ediyor. Neoliberal kozmopolitler, ABD'nin iyi kalpli liderli
ği altında ve Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Ticaret
Örgütü (WTO) gibi uluslararası kurumların yardımıyla ge
zegenin birleştirilmesine ve adil bir küresel düzenin uygu-
1 06
!anmasına doğru önemli adımlar atıldığına inanmamızı is
tiyorlar. Bu kapitalist ütopyaya karşı ulus-devletlerin çağdı
şı egemenlik fikirleriyle direnmeleri bir engel teşkil etse bi
le, bu engelin küreselleşmenin ilerlemesi sayesinde nihai bir
biçimde aşılacağı düşünülüyor.
Eleştirel olmaktan çok uzak olan bu neoliberal hegemon
ya övgüsü üzerinde fazla vakit harcamaya gerek yok. Bu he
gemonyanın açık ideolojik yanlılığı siyasete hiçbir alan bı
rakmaz. Her şey ekonomik alana ve piyasanın egemenliğine
tabi kılınmıştır. Kozmopolitliğin demokratik versiyonu da
ha ilginçtir, çünkü küreselleşmeyi basitçe ekonomik, kendi
kendini düzenleyen bir süreç olarak görmez ve siyasete ne
oliberal versiyonun atfettiğinden daha fazla önem atfeder.
Nadia Urbinati'nin da işaret ettiği gibi, 1 demokratik versiyo
nun savunucuları arasında sivil toplum ve siyaset arasında
ki ilişkiyi tahayyül etme biçimlerine binaen farklı perspek
tifler gözlemlenebilir. Örneğin, Urbinati, Richard Falk gibi
demokrasinin birincil alanı olarak sivil toplumun önceliğini
vurgulayanlarla, David Held ve Daniele Archibugi gibi siya
sal alanı ve kozmopolit olabilmek adına ulus-devletin sınır
larının ötesine taşan vatandaşlık etkinliğini vurgulayanlar
arasında bir ayrım yapar. Urbinati, sivil toplum yaklaşımı
nın "liberal, zor karşıtı bir siyaset anlayışını benimsediğini
ve demokrasiyi siyasal bir karar-alma süreci olarak değil de
ortaklık, katılım ve mobilizasyona dayalı bir yurttaşlık kül
türü olarak yorumladığını" belirtir.2 Buna karşıt olarak, si
yasal yaklaşım, sivil toplum ve siyasal alan arasında ilişkiler
kurmanın önemine vurgu yapar: "toplumsal hareketleri ve
sivil toplum kuruluşlarını küresel demokrasinin temel bile-
1 07
şenleri olarak görür, fakat kurumsallaşmış karar ve denetim
izleklerinin yokluğunda toplumsal hareketlerin ve STK'lann
hem dışlayıcı hem de hiyerarşik olabileceğini de göz önün
de bulundurur" . 3 Bu yüzden kendi kendini yöneten bir sivil
toplumun yetersiz olduğu ve eşitliği güvence altına almak
ve toplumsal çıkarların hakimiyetlerini adalet pahasına ilan
etmelerini engellemek için yasal ve kurumsal bir çerçevenin
gerektiği konusunda ısrar eder.
Demokratik ulusaşırıcılık
3 A.g.e.
4 Richard Faik ve Andrew Strauss, "The Deeper Challenges of Global Terrorism:
a Democratizing Response" [Küresel Terörizmin Büyük Meydan Okumalan:
Demokratikleştirici bir Yanıt] , Daniel Archibugi (der. ) , Debating Cosmopolitics
[Kozmopolitihayı Tartışmak] , Londra, Verso, 2003 , s. 203 .
5 Richard Faik ve Andrew Strauss, ''Towards Global Parliament" [Küresel Parla
mentoya Doğrul , Foreign Affairs, Ocak-Şubat 200 1 .
1 08
Yazarlara göre, yurttaşlık siyasetinin günümüzdeki uluslara
rasılaşmasını kapsayabilecek uluslararası bir çerçeveye ihti
yacımız vardır ve bir Küresel Parlamenter Topluluğu ulus
lararası sistemde demokratik bir hesap sorulabilirliğin olu
şumunun ilk adımlarım teşkil edebilir. Yazarlar, bu Toplu
luğun insan hakları normlarına uyumu teşvik etmede de bir
rol oynayabileceğine inanırlar. Buna göre, uluslararası siste
min kabul ettiği birçok yasanın uygulanmasını sağlayacak
güvenilir mekanizmaların eksikliği göz önünde bulunduru
lursa, Küresel Parlamenter Topluluğu devletlerin insan hak
ları alanındaki başarısızlıklarını ifşa ederek devletler üzerin
de ahlaki bir baskı kurabilir.
1 1 Eylül 200 l'den bu yana, Falk ve Strauss önerilerini yi
nelediler ve Küresel Parlamenter Topluluğu'nun kurulma
sının ulusal güvenliğe dayalı devletçi tepkiye bir alterna
tif oluşturduğunu ısrarla vurguladılar. Bir önceki bölümde
de belirttiğimiz gibi, yazarlar, terörizmin gelişmesini siyase
tin ulusaşırılaşmasının karanlık tarafı olarak görmektedir
ler. Terörizmin şikayetleri, üyeleri ve hedefleri de tamamen
ulusaşırıdır. Bu yüzden devlet-merkezci yapılar, terörizmin
cazibesini artırmasına sebep olan hüsran ve hayal kırıklıkla
rına hitap etmede yetersizdirler. Falk ve Strauss'a göre, çö
züm, siyasetin giderek artmakta olan uluslararasılaşmasını
demokratik bir biçimde kapsayacak bir kurumsal çerçeve
nin yaratılmasında yatar. Bu şekilde, "bireyler ve gruplar ha
yal kırıklıklarım, dünyadaki daha demokratik toplumlarda
yapılageldiği gibi, parlamenter karar-alma sürecine katılma
ve etki etme çabalarına sevk edebilirler" .6
Terörizmin, birkaç şer ve patolojik bireyin işiymiş gibi al
gılanmaması, daha geniş bir jeopolitik bağlamda ele alınma-
1 09
sı gerektiği konusunda hemfikirim, fakat Falk ve Strauss'un
çözümünü tamamıyla yetersiz buluyorum. Demokratik ulu
saşırıcılığın temel eksikliği, tıpkı geleneksel liberalizm gibi,
devleti ana sorun olarak görmesi ve çözümün sivil toplumda
yattığına inanmasıdır. Falk ve Strauss şöyle der:
110
hip olduklarına ve uluslararası sistemin demokratikleşmesi
fikrine oldukça sıcak baktıklarına inanmaktalar. Dolayısıy
la, küresel sivil toplumun ve iş dünyasının örgütlü şebekele
ri, demokratikleşme projelerini isteksiz hükümetlere empo
ze edebilmelidir. Amaç, dünya insanlarının devletleri atlatıp
küresel yönetişimde anlamlı bir şekilde söz sahibi olabilmesi
ve barışçıl bir küresel düzen yaratabilmesi için küresel çapta
kurumsal demokratik bir yapı kurmak maksadıyla aşağıdan
küreselleşmeyle yukarıdan küreselleşmeyi birleştirmektir.
"Düşünümsel modernite"nin kuramcıları gibi, yazarlar, de
mokrasinin ilerlemesini tikel çıkarlar arasındaki bir diyalog
modeli, yani mutabakata dayalı bir "uluslararası toplum"un
kurulmasını sağlayacak bir diyalog ışığında tahayyül ederler.
Sivil toplum güçleri ve ulusaşırı şirketler arasındaki olası
bir ittifaka dair benzer fikirler sayesinde siyasetin husumet
modelinin sona ermesiyle ilgili savın, Üçüncü Bölüm'de tar
tıştığım Ulrich Beck'in çalışmalarında da dile getirilmesi şa
şırtıcı değildir. Kozmopolit perspektifi benimsediği bir ma
kalesinde, Beck geleceği şöyle tahayyül ediyor:
8 Ulrich Beck, "Redefining Power in the Global Age : Eight Theses" [ Küresel
Çağda lktidan Tanımlamak: Sekiz Tez] . Dissent, Güz 200 1 , s. 89.
111
"Kozmopolit şirketler"in ve "kozmopolit kapitalizm" in
ortaya çıkmasını oldukça olumlu karşılayan Beck, siyase
tin ulusala sabitlenmesini eleştirir ve devlet-merkezci ikti
dar ile siyaset kavramlarının "zombi kategoriler" oldukla
rını ilan eder. Kozmopolit bir sosyal bilimin görevi, çağdı
şı modeli çürütmek ve "yersiz-yurtsuzlaşmış" ve "ulussuz
laştmlmış" devletler fikrini desteklemektir. Gelecek, ulusal
farklılaşmanın yokluğu ilkesi üzerine kurulu "kozmopolit
devlet" e işaret etmektedir. "Kozmopolit egemenliğe" sahip
böyle bir devlet gerçek çeşitliliği güvence altına alacak ve te
mel insan haklarını tesis edecektir. Beck, Avrupa'yı bu koz
mopolit devletin bir örneği olarak verir ve bu modelin dün
yanın geriye kalanına doğru genişletilmemesi için hiçbir se
bep olmadığını belirtir. Ona göre, kapitalizmin gelişiminin
kendisi küresel bir kozmopolit dönüşümü tetiklemektedir.
Beck, sorgulayıcı bir tarzda dile getirir gibi görünse de, şunu
dahi önermektedir: "Kapitalizm, demokrasinin kozmopolit
bir biçimde yeniden canlanmasının bir etmeni olabilir mi? "9
Beck'in yanıtının ne olduğunu tahmin etmek için üstün bir
zekaya sahip olmaya gerek yok !
Kozmopolitik demokrasi
112
Kozmopolitik demokrasi, gücün kullanımının denetimi ,
insan haklarına saygı, kendi kendini yönetme gibi önem
li hedeflerin yalnızca demokrasinin genişlemesi ve gelişme
siyle elde edilebileceği varsayımına dayanır. Genel kozmo
polit yaklaşımdan, yalnızca küresel sorumluluğa çağrı yap
mayıp , aynı zamanda demokrasinin ilkelerini uluslarara
sı alanda gerçekten uygulamaya çalışmasıyla ayrılır. Çevre
nin korunması, göçün düzenlenmesi ve doğal kaynakların
kullanımı gibi sorunların gerekli demokratik denetime ta
bi tutulabilmesi için, demokrasinin tekil devletlerin sınırla
rını aşması ve kendini küresel bir düzeyde ifade etmesi ge
rekmektedir. 1 0
113
leceğini ileri sürer. Archibugi, "ilham aldığı dünya federasyo
nu projelerinin aksine, kozmopolitik demokrasinin, mevcut
devletlerin yerine geçerek değil, varolan kurumlan daha fazla
güçlendirerek ve yeni kurumlar yaratarak insan ilişkilerinin
global bir düzeyde yönetilebilirliğini artırmayı hedeflediğini"
vurgular. 1 1 Archibugi'ye göre, küresel vatandaşların evrensel
haklarından türeyen yeni demokrasi biçimlerini tahayyül et
menin zamanı gelmiştir ve ulusal demokrasinden küresel de
mokrasiye geçiş, 18. yüzyılda doğrudan demokrasinden tem
sili demokrasiye geçişe olanak sağlayan kavramsal devrime
benzer bir sürece işaret etmektedir.
Bu devrim, bireylerin kendi ülkelerindeki durumdan ba
ğımsız olarak küresel meselelerde etkili olmasını sağlaya
cak uluslararası kurumların yaratılmasından ibaret olacak
tır. Bütün bireylerin, ulusal kökenlerine, sınıflarına, toplum
sal cinsiyetlerine, vs. bakılmaksızın, talepleri dünya ölçeğin
de doğrudan temsil edilmelidir. Bu, oldukça cazip bir bek
lenti gibi görünebilir fakat nasıl gerçekleştirilecektir? Kısa
ve uzun vadeli hedefleri birbirinden ayıran David Held bu
konuda bazı bilgiler sunar. llk etapta, şu önlemler alınmalı
dır. 1 2 BM Güvenlik Konseyi'nin daha temsili olması yönün
de bir reform gerçekleştirilmeli ve bölgesel parlamentoların
biraraya gelerek oluşturacağı ikinci bir BM kurumu oluştu
rulmalıdır. Buna ek olarak, sivil, siyasal, ekonomik ve sosyal
haklar gibi birtakım temel hakların uygulanmasını zorun
lu kılacak uluslararası mahkemelerin etkisi genişletilmeli ve
yeni bir uluslararası İnsan Hakları Mahkemesi kurulmalı
dır. Son olarak, bu hakları defaatle ihlal eden devletlere kar-
1 14
şı müdahale edebilmek adına etkili ve hesap verebilen ulus
lararası bir askeri güç oluşturulmalıdır. Uzun vadede ise,
Held, bütün demokratik devlet ve kurumların biraraya gel
mesiyle oluşturulacak, çevre, sağlık, gıda , ekonomi, savaş,
vs. gibi bütün önemli küresel sorunlar hakkında karar ver
me otoritesine sahip olacak yetkin bir meclisin oluşumuyla,
küresel demokratik yönetişime doğru daha radikal bir kay
ma tahayyül eder. Held'e göre, çatışmayı çözümek için kul
lanılan savaş sistemini aşmak adına, ulus-devletin baskıcı
askeri kapasitelerinin gittikçe artan bir oranda küresel ku
rumlara kaydırılması gerekir.
Held'in kozmopolit çerçevesinin bir başka önemli tara
fı da ulusal ve uluslararası yasadaki demokratik hak ve yü
kümlülüklerin sağlamlaştırılmasıyla ilgilidir. Buradaki amaç,
"siyasal eylem için demokratik bir kamu hukukunun un
surlarını oluşturacak biçimde ortak bir yapının temelinin
oluşturulması"dır. 13 Ne var ki, bu amacın küreselleşme bağ
lamında etkili olabilmesi için, böyle bir demokratik yasanın
uluslararasılaştırılması ve kozmopolit bir demokratik yasa
ya dönüştürülmesi gerekir. Held'e göre, bütün demokratların
hedefi, kozmopolit bir topluluk, yani ulusaşırı bir siyasal ey
lem yapısı, bütün demokratik topluluklardan oluşan bir top
luluk kurmak olmalıdır. Böylesi bir ulusaşırı topluluğun ulus
devlet açısından sonuçlarını tartıştığında ise, ulus-devletin
"sönümleneceğini" iddia eder, fakat ulus-devletin sönümlen
mesi ulus-devletin gereksiz kılınacağı anlamına gelmez:
115
leri olarak görülemezler. Devletler, kapsayıcı bir demokra
tik yasayla eklemlenmeli ve bu yasa içerisinde yeniden ko
numlanmalıdırlar. Bu çerçevede, ulus-devletin yasaları ve
kuralları, hukuki gelişim, siyasal düşünce ve mobilizas
yon açısından birçok odak arasından yalnızca birini tem
sil edecektir çünkü bu çerçeve egemen otoritenin anlamı
nı ve sınırlarını yeniden belirleyip yeniden kuracaktır. Ti
kel iktidar merkezleri ve otorite sistemleri, demokratik ya
sayı benimseyip uyguladıkları müddetçe, meşruiyet kaza
nacaklardır. 14
116
bu haklar öznelerinin kontrolünde değildirler ve fiilen si
vil toplum kuruluşlarınca savunulmaya muhtaçtırlar. Bu öz
nesiz haklardan doğabilecek tehlike, sivil toplum kuruluş
larının "küresel kaygılar" doğrultusunda ulusal egemenli
ğe meydan okumasında ortaya çıkabileceği gibi, bu hakların
mevcut demokratik öz-yönetim haklarının altını oyabilme
si ihtimalinde belirir.
İnsan hakları kavrayışına Dördüncü Bölüm'de değindi
ğim Habermas gibi, kozmopolitik yaklaşım da insan hakla
rının demokratik kullanımından ziyade meşrulaştırıcı işlevi
ne vurgu yapar. Küresel vatandaşın kozmopolit üretiminin
ahlakı siyaset üzerinde ayrıcalıklı kılmaya yönelik bir baş
ka çaba olduğu konusunda Chandler'la hemfikirim. Onun
sözleriyle:
117
tim hakkını inkar etmektedir. Chandler'ın da belirttiği üze
re, "Kozmopolit düzenleme aslında egemen eşitsizlik kav
ramına dayalıdır, yani kozmopolit düzenlemede bütün dev
letler uluslararası hukukun tesis edilmesine ve hüküm ver
mesine eşit bir şekilde katılamazlar. lronik olan, adaletin ve
hak savunusunun yeni kozmopolit biçimlerinin giderek da
ha yanlı olan ve açıkça Batılı bir perspektiften meşrulaştırı
lan kanun yapma ve hukuki yaptırım uygulama faaliyetleri
ni içermesidir. " 18
Örneğin, Held'in kendi tasarladığı kozmopolit toplulu
ğun "bütün demokratik devletler"in topluluğu olduğunu
hatırlayın. Hangi devletlerin hangi kriterlere göre demok
ratik olduğuna kim karar verecektir? Şüphesiz başvurula
cak standart Batılı demokrasi anlayışıdır. Held'in bunu bir
sorun olarak görmemesi manidardır. Demokratik hukukun
nasıl uygulanması gerektiği konusunu incelerken, Held şu
nu ileri sürer: "llk etapta, kozmopolit demokratik hukuku,
gerekli siyasal muhakemeyi harekete geçirebilecek ve siya
sal pratiklerin ve kurumlann değişerek yeni bölgesel ve kü
resel şartlara uyum sağlamak zorunda olduklarını öğrenebi
lecek demokratik devletler ve sivil toplumlar yürürlüğe ko
yup savunabilirler. " 1 9
Son çalışmalanndan birinde,20 Held savunduğu kozmopo
lit düzenin doğasını açıkça belirtmiştir. Held burada moto
ru ABD tarafından tasarlanmış bir neoliberal ekonomik pro
je olan mevcut küreselleşme türüne sosyal demokratik bir
alternatif önermeyi ister. Held'e göre, esas mesele , kozmo
polit değerler ve standartlar ışığında yeni bir enternasyona-
18 A.g.e. , s. 343.
19 David Held, Democracy and the Global Order [Demokrasi ve Küresel Düzeni ,
Carnbridge, Polity Press, 1995, s. 232.
20 David Held, Global Covenant: The Social Democratic Altemative to the Washin
gton Consensus [Küresel Ahit: Washington Mutabakatına Sosyal Demokratik Al
tematifl , Carnbridge, Polity Press, 2004.
118
lizmin kurulmasıdır. Kozmopolitanizm hiçbir failin ihlal et
mesinin mümkün olmadığı birtakım temel değerler ve stan
dartları savunur, ulus-devletlerin iktidarlarının ve kısıtlama
larının ötesinde siyasal düzenleme ve kanun yapma biçim
lerini gerektirir. Bu tür bir kozmopolitanizm, der Held, "ev
rensel standartlar, insan haklan ve demokratik değerler gibi
liberal çok-taraflı düzenin güçlü unsurları üzerine inşa edi
len ve herkes tarafından kullanılabilecek genel ilkeleri belir
1
leyen ahlaki ve siyasal bir perspektif olarak ele alınabilir" . 2
Bu ilkeler şunlardır: eşit değer ve onur; etkin faillik; kişi
sel sorumluluk ve hesap verebilirlik; nza; kamusal konular
hakkında oylama prosedürleri aracılığıyla kolektif karar-al
ma; içerleyicilik ve yetki ikamesi; ciddi zararlardan kaçınma
ve sürdürülebilirlik. Bu ilkeler, birarada düşünüldüklerin
de, küresel sosyal demokrasiye kılavuzluk eden etik teme
li oluştururlar.
Held'in proj esinin mevcut neoliberal düzene karşı ileri
ci bir alternatif temsil ettiği kesindir. Ne var ki, daha ön
ce de üzerinde durduğumuz sebeplerden dolayı, kozmopo
lit çerçevenin, sosyal demokratik bir bakış açısından formü
le edilse bile, küresel vatandaşların öz-yönetim kapasiteleri
ni artırması mümkün değildir. Hangi görünüme bürünür
se bürünsün, kozmopolit bir düzenin tesis edilmesi aslın
da yalnızca tek bir modelin, liberal demokratik modelin bü
tün dünya üzerine empoze edilmesi anlamına gelecektir. Bu
da, Batı'nın modelinin insan haklarının ve evrensel değerle
rin uygulanması konusunda daha yetkin olduğu argümanın
dan hareketle, daha çok insanı doğrudan Batı'nın kontrolü
altına sokmak demektir. Daha önce de belirttiğim gibi, böy
le bir girişim güçlü direnişler tetikleyecek ve tehlikeli anta
gonizmalar yaratacaktır.
21 A.g.e. , s. 171.
119
Demokrasi ve küresel yönetişim
120
gılarla güdülenmektedir fakat yaklaşımları adamakıllı siyasal
bir yaklaşım değildir. Amaçları, hakim hegemonyaya mey
dan okumak değil, bir uzlaşıya ya da rasyonel bir mutabaka
ta ulaşmaktır. Böyle bir perspektif, liberal siyaset anlayışıyla
uyum içerisindedir ve üçüncü yolun mutabakatçı söz dağar
cığıyla da tamamen örtüşmektedir. O halde bu küresel yöne
tişim biçimi hangi anlamda demokratik addedilebilir?
Robert Dahl açık bir şekilde bu biçimin demokratik ad
dedilemeyeceğini söyler ve uluslararası örgütleri, demokra
tik fikrin po!is'ten kozmosa doğru uzun yürüyüşünde ileri
ye doğru atılan adımlardan biri olarak görüp göklere çıkaran
kozmopolitleri eleştirir. Dahl'a göre , bu demokrasi görüşü,
bütün kararların, demokratik hükümetlerce alınanların bi
le, bazı insanlar açısından dezavantajlı olduğu gerçeğini bir
kenara itmektedir. Halbuki bu gerçek gösterir ki, kararların,
hasılası kazandırsa bile, maliyetleri vardır. "Eğer avantajlar
ve dezavantajlar arasındaki hasıla ve maliyet dengesi herkes
için eşit olsaydı, kolektif kararlar almaya ilişkin yargılar bi
reysel kararlar almaya ilişkin yargılarla aşağı yukarı eşde
ğer olurdu: fakat hasıla ve maliyet dengesi herkes için eşit
değildir. "24 Dolayısıyla, maliyetler ve kazançlar eşitsiz bir
biçimde dağıtılır ve temel soru her zaman şudur: kim han
gi kriterlere göre karar verir? Bu soru, bu kararların tartış
maya açık olmalarının önemine işaret eder. Kararların tartış
maya açık olması, ulusal düzeyde zorken, farazi uluslarara
sı demos'un durumunu göz önünde bulundurursak, hem nü
fusun büyüklüğünden, hem de değişik devletlerin iktidarları
arasındaki büyük farklılıklardan ötürü imkansız bir hal alır.
Dahl , demokrasinin hükümet politikaları ve kararla
n üzerinde halk denetimine dayalı bir sistem olduğunu ka
121
tik olamayacağı sonucuna varmamız gerektiğini iddia eder.
Bu, uluslararası örgütlerin arzu edilir olmadığı ve yararla
rının inkar edilmesi gerektiği anlamına gelmemelidir. Yine
de Dahl "uluslararası örgütlere sırf onlara daha fazla meşru
iyet sağlamak adına demokrasi gömleğini giydirmenin hiç
bir gerekçesi" olmadığını savunur.25 Dahl, bu örgütlere, ki
mi zaman gerekli olabilen, fakat önemli ulusal güçleri dev
ralmalarına yönelik kararlar alındığında farkına varılması ve
hesaplanması gereken maliyetleri olan "bürokratik pazarlık
sistemleri" olarak bakmayı önerir.
Mary Kaldor da demokratik prosedürlerin küresel düzey
de yeniden tesis edilebileceği fikri konusunda şüphecidir.
Fakat Dahl'ın aksine, Kaldor kozmopolit projeyi benimser
ve küresel sivil toplumu demokrasinin işlevsel bir eşdeğeri
olarak tahayyül etmeyi öngören yaratıcı bir çözüm önerir.26
Kaldor'a göre, parlamenter demokraside esas meselenin da
ima müzakereye ilişkin olduğunu kabul ettiğimiz anda, kü
resel bir temsili demokrasinin kurulmasıyla ilintili zorluk
lar görmezden gelinebilir. Küresel sivil topluma katılım, in
sanların yaşamlarının farklı yönlerini etkileyen bir dizi konu
hakkında müzakere etmek için bir mekan yaratarak, temsi
lin yerini alabilir. "Küresel sivil toplum" gibi oldukça sorun
lu bir mefhumu bir kenara bırakmak istesek bile, Kaldor'un
bu fikrine dair ciddi sorunlar vardır. Öncelikle, karar anın
dan ve kararlan uygulayacak mekanizmalardan yoksun bir
müzakere pek anlamlı değildir. Bu soruna Kaldor'un müda
faa gruplarına atfettiği ayrıcalığı da eklersek, Kaldor'un öne
risinin, demokrasinin küreselleşme çağına uyum gösterme
sini sağlamak adına, demokrasi mefhumunu en önemli bo
yutlarından birinden mahrum bıraktığı aşikardır. Kaldor ol-
25 A.g.e. , s. 32.
26 Mary Kaldor, Global Civil Society: An Answer to War [Küresel Sivil Toplum: Sa
vaşa bir Yanıt] , Carnbridge, Polity Press, 2003.
1 22
dukça aktivist bir sivil toplum kavrayışını savunur ve iktida
rın yeniden dağıtılması gerektiği konusunda ısrarcıdır. Bir
çok konuda görüşleri oldukça radikaldir, fakat mutabakat
çı yaklaşımdan beslendiği de açıktır. Kaldor'a göre, sivil top
lum, "toplumsal pazarlık" olarak kavranan siyaset aracılı
ğıyla üretilen rızaya dayalı bir tür yönetişimin mahallidir.
"Gerçekten özgür bir iletişimin, rasyonel ve eleştirel bir di
yaloğun" olanaklılığına ve "erişim, açıklık, tartışma sayesin
de, karar vericilerin insan topluluğunun çıkarları doğrultu
sunda Hegelci bir evrensel sınıf gibi hareket etmelerinin da
ha olası" olduğuna inanır.27
Kozmopolitanizmin değişik biçimlerine ilişkin temel so
runun, hepsinin de, farklı görünümler altında olsa bile, si
yasalı, çatışmayı ve olumsuzluğu aşmış mutabakatçı bir yö
netişim biçiminin erişilebilirliğini varsaydıkları, mevcut ör
nekler sayesinde açıklığa kavuşmuş olmalıdır. Kozmopo
lit proje, siyasalın hegemonik boyutunu inkar etmek duru
mundadır. Aslında, birçok kozmopolit kuramcı hedeflerinin
"hegemonyanın ötesinde" bir siyaset tahayyül etmek oldu
ğunu açık bir şekilde belirtmiştir. Bu tür bir yaklaşım, ikti
dar ilişkilerinin toplumsalın kurucu unsuru olduğu ve bun
dan dolayı her düzenin zorunlu olarak hegemonik bir düzen
olduğu gerçeğini göz ardı eder. Aynı haklara ve yükümlü
lüklere sahip kozmopolit vatandaşların oluşturduğu kozmo
polit bir demokrasinin, yani "insanlığa" tekabül eden bir si
yasal bölgenin olanaklılığına inanmak, tehlikeli bir yanılsa
madır. Böyle bir proje, gerçekleştiği takdirde, yalnızca kendi
dünya görüşünü bütün gezegen üzerine empoze edebilecek
ve kendi çıkarlarını insanlığın çıkarlarıyla özdeşleştirip her
hangi bir uyuşmazlığı "rasyonel" liderliğine karşı gayrimeş
ru bir meydan okuma olarak görecek olan hakim bir gücün
dünya hegemonyasını niteleyebilir.
27 A.g.e. , s. 108.
1 23
Çokluğun mutlak demokrasisi?
1 24
yalizmin sonu ve merkezi olmayan yeni bir egemenlik biçi
minin ortaya çıkışına dair temel öğretisi, 1 1 Eylül 200 1 terö
rist saldınlarının ardından ABD'nin başlattığı savaşlar tara
fından çarpıcı bir şekilde parçalanmıştır. 2004'te çıkan Çok
luk: lmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi3° [Multitude,
War and Democracy in the Age of Empire ] adlı ikinci eser
lerinde bile, Hardt ve Negri'nin "emperyal iktidarın bir mer
kezi olmadığı" yönündeki tespitlerini gözden geçirmeme
leri çok şaşırtıcıdır.31 Kitabın birinci kısmı yeni savaşların
özelliklerini incelemeye adanmış olsa da ve yazarlar burada
Birleşik Devletler'in oynadığı merkezi rolü teslim ediyor gi
bi görünseler de, yine de ABD'yi emperyalist bir güç olarak
görmeyi reddederler; ABD'yi, merkezsizleşmiş bir şebeke ik
tidarı olarak sunmakta ısrar ettikleri imparatorluğun yalnız
ca tek-taraflı bir versiyonu olarak görürler. Tek fark, ilk ki
taplarında imparatorluğun gerçekten varolduğu konusun
da ısrarcı olmalarına karşın, yazarların ikinci kitapta yalnız
ca birtakım çağdaş süreçlerde tezahür eden bir eğilime işaret
ettiklerini vurgulamalarıdır.
Bu denli hatalı bir kitabın başarısını nasıl açıklayabiliriz?
İçinde yaşamakta olduğumuz post-politik dönemde , neo
liberal küreselleşmenin biricik ufuk olarak algılanmasıyla
birlikte, lmparatorluk'un mesihçi retoriğiyle "çokluk" ta ye
ni bir devrimci özne bulmak isteyen birçok insanın hayal
gücünü tetiklemesi şaşırtıcı değil. Eserin hayalperest nite
liği, hiçbir alternatifi tahayyül edilemeyen kapitalizmin ta
mamıyla başarılı olduğu bir zamanda umut getirdi. Ne var
1 25
ki, buradaki sorun, lmparatorluk'un mevcut neoliberal he
gemonyaya bir alternatif oluşturmaya katkı koymak yeri
ne, bunun tam tersi bir etkiye sahip olma ihtimalidir. Eğer,
benim de iddia ettiğim gibi, bugün elzem olan siyasalın do
ğasını yeterli bir biçimde idrak edip neoliberal düzene kar
şı etkili bir hegemonik meydan okumanın koşullarım anla
mak ise, Hardt ve Negri'nin kitabında böyle bir girişim için
gerekli olan kuramsal araçları bulamadığımız kesindir. Kar
şımıza çıkan, post-demokrasilerimizdeki ortak duyuyu ta
nımlayan post-politik perspektifin bir başka versiyonudur.
Şüphesiz , Hardt ve Negri'nin çalışmasında karşımıza çıkan
post-politik perspektif, karmaşık bir felsefi söz dağarcığıyla
formüle edilmiş "radikal" bir versiyondur ki bu da "çağdışı"
kategorileri terk etme ve siyasalı "yeniden düşünme" vakti
gelmiş gibi davrananları cezbetmektedir.
Gelgelelim, Deleuzeyen terminolojisine ve devrimci reto
riğine rağmen, Hardt ve Negri'nin görüşleriyle "siyaseti ye
niden düşünme" gerekliliğini savunan üçüncü yol kuram
cıları ve kozmopolit liberaller arasında rahatsız edici ben
zerlikler vardır. Bütün bu kuramcılar küreselleşmeyi homo
jenleştirici etkileri daha demokratik bir dünyanın koşulları
m yaratan ilerici bir aşama olarak görüyorlar. Ulus-devlet
lerin egemenliğinin sona ermesini, devletin kısıtlamaların
dan kurtularak özgürleşmenin yeni bir aşaması olarak algılı
yorlar. Onlara göre, yeni bir küresel yönetişim biçimine yol
açacak yeni bir küresel siyaset tesis ediliyor. Çokluğun boş
retoriğini bir kenara bırakırsak, lmparatorluk'un kozmopo
lit görüşün bir başka versiyonu olduğunu çok net bir şekil
de görebiliriz. Hardt ve Negri'nin imparatorluğun "pürüz
süz" niteliğini ve küresel kapitalizmin hiçbir "dış''ı olmayan
birleşmiş bir dünya yarattığını ısrarla vurgulamaları kozmo
polit vizyonla büyük ölçüde örtüşür. Benzer bir şekilde, Bir
leşik Devletler'in neoliberal modelin dünya genelinde empo-
1 26
ze edilmesinde oynadığı rolü önemsiz görmeleri küresel si
vil toplum savunucularının iyimser görüşüyle uyum içeri
sindedir.
"Egemenlik" meselesine gelince, "kozmopolit egemen
lik" etrafında örgütlenecek bir evrensel düzen perspektifi
ni benimseyenler ile lmparatorluk'un radikal "anti-egemen
lik" tavrı arasında pek fark yoktur. Her iki durumda da söz
de daha demokratik bir yönetişim biçimi adına modem ege
menlik kavramından açık bir şekilde kurtulma arzusu var
dır. Kozmopolit kuramcılar Hardt ve Negri'nin "Egemenli
ğe yer vermeyen bir siyasal kuram geliştirmeliyiz" şeklinde
ki beyanıyla kesinlikle hemfikirdir.32
Sosyal demokratik siyasetin çeşitli biçimleri göz önün
de bulundurulduğunda, lmparatorluk'ta ortaya konan sav
lar, Beck ve Giddens'ın savlarıyla büyük oranda örtüşür. Mi
chael Rustin'in gözlemlediği gibi, "Hardt ve Negri, "Üçüncü
Yol"un post-sosyalistleriyle yeni, bireycileşmiş, küreselleş
miş, şebekeleşmiş toplumu gelecek eylemlerin tek olası te
meli olarak kabul etmemiz gerektiği görüşünü paylaşırlar.
Aralarındaki fark, Hardt ve Negri'nin gelecekteki eylemi kı
yametvari bir biçimde tahayyül etmeleri, reformcu post-sos
yalistlerin ise görünür herhangi bir alternatifi kalmadığını
düşündükleri küresel kapitalizmin türbülanslarını bir şekil
de azaltmayı ve düzenlemeyi hedeflemeleridir. " 33 Hardt ve
Negri'nin ulusal refah devletini savunan mücadelelere yöne
lik -Avrupa Birliği'nin öneminin reddini de içeren- olumsuz
tavırları da bu yüzdendir.
Yazarların imparatorluğa karşı nasıl bir alternatif gelişti
rilebileceğini formüle etmeye başlamalarıyla birlikte, kita-
1 27
hın anti-siyasal niteliği bütün netliğiyle ortaya çıkar ve za
rarlı sonuçlar doğurabilecek etkileri olduğu anlaşılır. Aslın
da, yeni bir radikal siyaset vizyonu sunduğu iddiasında olan
bir kitap olarak lmparatorluk'un siyasal stratej i hususun
da büyük eksiklikleri vardır. Çokluğun imparatorluğa karşı
meydan okuması nasıl tahayyül edilebilir? Hardt ve Negri'ye
göre , çokluk, imparatorluğun ekonomik, siyasal ve kültü
rel yapılarının analizlerinden hareketle açığa çıkan mantık
sal bir hipotezdir. Çokluk, imparatorluğun halihazırda için
de barındırdığı karşıt-imparatorluktur ve bu karşıt-impara
torluk, çokluğun kurucu iktidarının egemenliği ele geçirme
sine sürekli ket vuran imparatorluğun kısıtlamalarını kaçı
nılmaz olarak ortadan kaldıracaktır. Bu olay, gerçekleştiğin
de, kökten bir devamsızlığa işaret edecek ve tarihselliği ye
niden açan ontolojik bir dönüşümü tetikleyecektir. Çokluk
egemenliği kendi lehine değiştirmeyi başardığında, "yeni bir
varlık konumu" gerçekleşecek ve zamanın doluluğu içkin
leştirme aracılığıyla kurulacaktır. Çokluğun mutlak demok
rasisi bu şekilde oluşacaktır.
Tüm bunların nasıl gerçekleşeceği, Alberto Moreiras'ın da
belirttiği gibi, mesihçi bir biçimde duyurulmakta, fakat ku
ramsal olarak temellendirilmemektedir. Çokluğun mesih
çi arzusunu vurgulamanın dışında, "lmparatorluk, bir öz
neleşme kuramı sunmamakta ve kendini görünürde hali
hazırda oluşmuş öznenin haklı ya da binyılcı konumunu
ele geçireceğini belirtmekle sınırlandırmaktadır" . 34 Bir si
yasal analizin gerektirdiği bütün önemli sorulardan, örne
ğin çokluğun nasıl devrimci bir özneye dönüşeceğiyle il
gili sorudan, kaçınılmıştır. Yazarlar çokluğun devrimci bir
özneye dönüşmesinin imparatorlukla siyasal karşılaşması
na bağlı olduğunu söylemektedirler, fakat bu konu, kuram-
1 28
sal çerçevelerinin yetersizliğinden dolayı , ele alamadıkla
rı konunun ta kendisidir. Çokluğun arzusunun imparator
luğun sonunu kaçınılmaz olarak getireceğine dair inançla
rı, lkinci Enternasyonal'in kapitalizmin ekonomik çelişkile
rinin kapitalizmin çöküşüne sebep olacağı yönündeki tah
minde dile getirdiği determinizmi anımsatmaktadır. Elbet
te , lmparatorluk'taki devrimci özne artık proletarya değil,
"çokluk" tur. Fakat yeni söz dağarcığına rağmen, burada söz
konusu olan etkili siyasal müdahaleye hiçbir şekilde yer bı
rakmayan aynı eski belirlenimci yaklaşımdır.
Mevcut liberal hegemonya karşısında bir alternatif yoklu
ğunun hakim olduğu panoramaya biraz temiz hava kazan
dırmasının yanı sıra, lmparatorluk'un başarısı kesinlikle bü
yümekte olan küreselleşme karşıtı hareket için siyasal bir li
san yaratır gibi görünmesinden kaynaklanıyordu . Gelenek
sel radikal-solun değişik kesimleri bu mücadelelere sahip
çıkmaya çalışmışsa da, farklı bir kuramsallaştırmaya ihtiyaç
olduğu aşikardı. Hardt ve Negri'nin harekete geçirdiği De
leuzeyen söz dağarcığı da bu bağlamda cazipti. Bu dağarcık,
bu küresel harekette ifadesini bulan direnişlerin çok-türlü
lüğünün Deleuze ve Guattari'nin Anti-Oedipus ve Bin Yayla
[A Thousand Plateaus] adlı eserlerinde tanıttıkları mefhum
ları yankılamasını sağladı. Yine de, lmparatorluk'ta ortaya
konan perspektifin küreselleşme karşıtı hareket tarafından
benimsenmesinin ciddi bir hata olduğunu düşünüyorum.
Bu "hareketlerin hareketi"nin karşılaştığı temel zorluklar
dan biri de kendini somut alternatif öneriler sunan siyasal
bir harekete nasıl dönüştüreceğiyle ilgilidir. Bu yöndeki ilk
adımların Dünya Sosyal Forumlarının ve farklı bölgesel fo
rumların örgütlenmesiyle atıldığı doğrudur. Fakat geleceğe
dair birçok önemli sorun hala çözülmemiştir ve bu sorunlar
da hareketin alacağı şekli ve başarı olasılıklarını önümüzde
ki yıllarda belirleyecektir.
1 29
Temel sorunlardan biri, hareketin farklı bileşenleri ara
sında ne tür bir ilişki kurulacağıyla ilgilidir. Sıkça belirtildi
ği üzere, küreselleşme karşıtı hareket oldukça heteroj en bir
harekettir ve çeşitlilik, şüphesiz büyük bir güç kaynağı olsa
da, aynı zamanda büyük sorunlara da yol açabilir. Hardt ve
Negri çokluğun içkin güçlerinin imparatorluğun kurulu ik
tidarını bozguna uğratacağına kesin gözüyle bakarlar. Fakat
farklı mücadelelerin siyasal eklemlenmeleri meselesine de
ğinmemeleri hiç de şaşıntıcı değildir; sahip oldukları pers
pektif bu meseleye değinmelerine olanak tanımaz. Yazarla
ra göre, bu mücadeleler arasında iletişim olmaması, bir so
run teşkil etmemekte, bilakis bir erdem olmaktadır, çünkü
"bütün bu mücadeleler, birbirleriyle iletişim kurma kabili
yetinden yoksun ve bir döngü şeklinde yatay olarak seyahat
etme olanağından mahrum kaldıkları için, dikey olarak sıç
ramak ve doğrudan küresel düzeyle temas kurmak zorun
da kalacaklardır" . 35 Sonuç olarak, yerel kökenine rağmen,
her bir mücadele imparatorluğun sanal merkezine doğrudan
saldıracaktır. Hardt ve Negri, artık yetersiz olan ve yeni ra
dikal potansiyele karşı bizi körleştiren mücadelelerin yatay
olarak eklemlenmesi modelinden vazgeçmemizi salık verir
ler. Farklı çıkarlara sahip ve talepleri birbirleriyle çelişebilen
çeşitli hareketleri nasıl eklemleyeceğimiz konusunda kay
gılanmamıza artık gerek kalmamıştır. Bu şekilde, hem de
mokratik siyasetin temel sorusu , hem de küreselleşme kar
şıtı hareketin acilen yüzleşmesi gereken soru olan demokra
tik mücadeleler arasında bir eşdeğerlik zinciri yaratabilmek
için farklılıkları nasıl örgütleyeceğimiz sorusu basitçe bu
harlaşmış olur.
Bir başka önemli sorun, 1mparatorluk'ta yerel ve ulusal
mücadelelerin çok olumsuz bir şekilde tahayyül edilme
leridir. Bu, elbette, Hardt ve Negri'nin egemenliğe yönelik
35 Hardt ve Negri, Empire [lmparatorluk ] , s. 55.
1 30
sert eleştirileriyle ve çokluğun özgür seyahatine engel teş
kil eden ulusal egemenlikleri ve engelleri ortadan kaldıra
rak "pürüzsüz" bir mekan yaratan küreselleşmeye ilişkin
övgüleriyle uyum içerisindedir. Yazarlara göre, imparator
luğa özgü "yersiz-yurtsuzlaşma" süreci ve buna bağlı olarak
ulus-devletlerin zayıflaması çokluğun kurtuluşunda ileri bir
safhayı temsil etmektedir ve bu yüzden ulusal ya da bölge
sel olarak temellendirilen bütün siyaset türleri reddedilme
lidir. Yerele değer yüklemek, gerici ve faşizan bir yaklaşım
dır. Hardt ve Negri, "çokluğun esarete karşı direnişinin -bir
ulusa, bir kimliği ve bir halka ait olmanın köleliğine karşı
mücadelelerin, dolayısıyla egemenliğin ve öznelliğe dayattı
ğı kısıtlamaların terk edilişinin- tamamıyla olumlu bir geliş
me" olduğunu iddia ederler.36
Küreselleşme karşıtı hareket bu tür bir perspektifi benim
seyecek olsaydı, şüphesiz kendini siyasal ilgisizliğe mahkum
etmiş olacaktı. Aslında, bu hareketin geleceği ve etkisi, ye
rel, ulusal, bölgesel ve küresel olmak üzere birçok farklı dü
zeyde örgütlenme kapasitesine bağlıdır. lmparatorluk'taki
görüşlere rağmen, ulus-devletler hala önemli oyunculardır
ve çokuluslu şirketlerin devletlerden büyük oranda bağım
sızlaşmış stratejiler doğrultusunda çalıştıkları doğru olsa bi
le, bu şirketler devletlerin iktidarından vazgeçemezler. Do
reen Massey'in de vurguladığı gibi,37 küreselleşmiş mekan,
iktidar ilişkilerinin özgül yerel, bölgesel ve ulusal oluşum
larda eklemlendiği çeşitli alanları olan "çizgili" bir mekan
dır. Düğüm noktalarının çoğulluğu, birçok değişik strateji
yi gerektirdiğinden, mücadele basitçe küresel düzeyde ta
hayyül edilemez. Avrupa'da (2002'de Floransa'da, 2003'te
Paris'te, 2004'te Londra'da) ve dünya genelinde birçok şe
hirde örgütlenen bölgesel ve yerel forumlar, değişik direniş-
36 A.g.e. , s. 361 .
37 Doreen Massey, For Space [Mehiln için i , Landon Sage, 2005, 14. bölüm.
1 31
lerin birbirleriyle bağlantı kurabilecekleri ve -Gramsci'den
ödünç alarak söyleyecek olursak- bir "mevzi savaşı"nın ve
rilebileceği yerlerdir. Yerel ve ulusal bağlılıklar önemli di
reniş alanları sağlayabilirler. Bu bağlılıkları reddetmek, ya
ni bu bağlılıkların duygusal boyutunu demokratik hedefler
doğrultusunda mobilize etmeyi reddetmek ise, bu potansi
yelin eklemlenmesini sağcı demagoglara bırakmak demek
tir. Küreselleşme karşıtı hareketin Hardt ve Negri'nin tavsi
yelerine uyması ve yerel, ulusal bağlılıkları gerici olarak gör
mesi çok büyük bir hata olacaktır.
Hardt ve Negri'nin sunduğu birleşmiş bir imparatorlukla
küresel bir çokluk arasındaki, kaçınılmaz olarak çokluğun
zaferiyle ve "yeni, mutlak, sınırsız ve ölçüsüz bir demokra
sinin icat edilmesi"yle38 sonuçlanacak cepheleşmeden ibaret
aldatıcı resme karşı sorulması gereken soru, direnişlerin si
yasal örgütlenme biçimleriyle ilgilidir, ki bu da hem impa
ratorluk hem çokluk içerisinde bulunan bölünmeleri tanı
mayı gerektirir. Ne çokluğun "arzu dolu makineleri" ara
sındaki çatışmalar, ne de kapitalist kamp icerisindeki çıkar
lar arasındaki uyuşmazlıklar gözden kaçırılmalıdır. Hardt
ve Negri'nin küreselleşmiş , pürüzsüz mekan vizyonu, tıp
kı kozmopolit perspektif gibi, dünyanın çoğulcu doğasını,
dünyanın tek bir evrenden (universe) ziyade çoğul evrenler
den (pluriverse) oluştuğu gerçeğini tanımaz. iktidarın yapı
landırdığı düzenin yerini çokluğun yeni bir öz-örgütlenme
biçiminin almasını öngören egemenlik ötesi bir radikal iç
kinlik durumunu ifade eden "mutlak demokrasi" fikirleri,
uzlaşmış bir dünyaya -arzunun düzene karşı zafer kazandı
ğı, çokluğun içkin kurucu iktidarının devletin aşkın kuru
lu iktidarını yendiği, siyasalın ortadan kaldırıldığı bir dün-
1 32
yaya- duyulan özlemin postmodern biçimidir. Bu özlem,
-liberal veya radikal-sol- hangi türden olursa olsun, demok
ratik siyasetin hem iç politikada hem de uluslararası düzey
de karşılaştığı gerçek zorluğu anlamamıza engel olur. Bu
zorluk da biz/onlar ilişkisini nasıl aşacağımız meselesi değil,
biz/onlar ilişkisinin çoğulcu bir düzenle uyumlu bir şekilde
hangi biçimlerde inşa edilebileceğini nasıl tahayyül edeceği
miz meselesine ilişkindir.
1 33
Hukuku'nun Qus Publicum Europaeum) yerine geçecek ye
ni bir Yeryüzü Yasası'nın olanaklılığına dair sorgulamaları
nı içeren çalışmalarından önemli tespitler çıkarsayabiliriz.
Schmitt, 1952'de yazdığı ve soğuk savaşın yarattığı dualizm
ile kapitalizm ve komünizm arasındaki kutuplaşmanın nasıl
evrilebileceğini incelediği bir makalede,39 birkaç olası senar
yo tahayyül etmişti. Bu ikiliğin, antagonistlerinden birinin
kesin zaferi sonrasında kendi sistemini ve ideolojisini dünya
genelinde empoze etmesiyle sonuçlanacak ve yalnızca dün
yanın nihai birleşmesine yol açacak bir girizgah temsil et
tiği fikrine şüpheyle yaklaşmıştı. Çift-kutupluluğun sonu
nun Birleşik Devletler'in güvencesi ve hegemonyası altında
yeni bir dengeye yol açması daha olasıydı. Buna ek olarak,
Schmitt çoğullaşmanın dinamiklerini harekete geçirecek ve
birçok özerk bölgesel bloğun varlığına dayalı yeni bir küre
sel düzenin kurulmasıyla sonuçlanabilecek üçüncü bir ola
sı evrim biçimi daha tahayyül etmişti. Bu durum, farklı, ge
niş bölgeler arasında bir güçler dengesinin koşullarının ya
ratılmasını ve bu bölgeler arasında yeni bir uluslararası hu
kuk sisteminin kurulmasını sağlayacaktı. Bu tür bir denge,
eski Avrupa Kamu Hukuku'na benzeyecekti. Tek fark şuy
du ki bu denge gerçekten küresel olacaktı ve basitçe Avrupa
merkezli olmayacaktı. Bu , Schmitt'in tercih ettiği çözümdü,
çünkü bu tür bir çok-kutuplu dünya düzeninin "gerçek ço
ğulculuğu" tesis ederek çatışmaları yönetmek ve tek bir sis
temin genelleşmesinden kaynaklanan sahte-evrenselciliğin
olumsuz sonuçlarından kaçınabilmek için gerekli kurumlan
sağlayacağına inanıyordu. Yine de Schmitt, sahte-evrenselci
liğin gerçekleşmesinin, savunduğu çoğulculuğun gerçekleş
mesinden daha muhtemel olduğunun farkındaydı. Ne yazık
ki, korkulan komünizmin çöküşünden itibaren doğrulandı.
Schmitt'in düşünceleri elbette benim taşıdığım kaygılar-
39 Cari Schmitt, "Die Einheit der Welt'' , Merhur, Yol. VI, 1, 1952, s. 1-11.
1 34
dan tamamen farklı olan kaygıların eseriydi, fakat vizyonu
nun özellikle mevcut konj onktür için oldukça anlamlı ol
duğunu düşünüyorum. Sol, dünyanın çoğulcu niteliğini ka
bullenmeli ve çok-kutuplu perspektifi benimsemelidir. Bu
da, Massimo Cacciari'nin ileri sürdüğü gibi,40 birbirinin tam
özerkliğini tanıyarak federasyon şeklinde birleşen bölgesel
kutuplar ve kültürel kimlikler fikrine dayalı bir uluslararası
hukuk sisteminin kurulması için çabalayarak mümkün ola
bilir. Cacciari, dünyanın çoğulcu niteliğini kabulleniyor ve
İslami dünyayla ilişki meselesini inceleyerek, lslam'ın mo
dernleşmesinin ancak Batılılaşmayla mümkün olacağı inan
cına karşı uyarıda bulunuyor. Cacciari'ye göre, kendi mo
delimizi empoze etmeye çalışmak, küresel terörizmi kışkır
tan yerel direniş çatışmalarını çoğaltacaktır. Bu yüzden, bir
takım büyük mekanlar ve hakiki kültürel kutuplar etrafında
inşa edilecek bir küreselleşme modeli önerir ve yeni dünya
düzeninin çok-kutuplu olması gerektiğini ısrarla vurgular.
Birleşik Devletler'in tartışmasız üstünlüğü göz önün
de bulundurulduğunda, birçok insan çok-kutuplu bir dün
ya projesinin tamamıyla gerçekdışı olduğunu düşünecektir.
Halbuki bu projenin kozmopolit vizyondan daha gerçekdışı
olmadığı kesindir. Aslında, Çin'in bir süper-güç olarak orta
ya çıkması, çoğullaşma dinamiklerinin, gerçekdışı olmaktan
ziyade, işlemekte olduğunu gösteriyor. Üstelik Çin'in orta
ya çıkması, özerklik ve müzakere gücü elde etmeyi amaçla
yan bölgesel blokların oluşmakta olduğunun tek göstergesi
değil. Bu eğilim, Mercosur'u (Güney Amerika'daki bir eko
nomik paylaşım yapısı) güçlendirme amacıyla birkaç Latin
Amerika ülkesinin Brezilya ve Arjantin öncülüğündeki giri
şimlerinde de açığa çıkıyor; benzer dinamikler birkaç Doğu
1 35
Asya ülkesinin ASEAN'da (Güney Asya Uluslar Birliği) bira
raya gelmesinde de gözlemlenebiliyor ve bu modelin cazibe
sinin artması bekleniyor.
Bu konuda aşılması gereken engelleri küçümsemek iste
miyorum fakat, en azından çok-kutuplu bir düzenin yaratıl
ması konusunda, bu engellerin doğasının, kozmopolit pro
j enin dayandığı hatalı kuramsal öncüllerin aksine, yalnızca
ampirik olduğunu söyleyebilirim. Kozmopolit projenin ikti
dar ilişkileri etrafında yapılanmayacak bir dünya düzeni ha
yali, her düzenin hegemonik bir doğası olduğu gerçeğiyle
yüzleşmeyi reddetmeye dayanır. "Hegemonyanın ötesi" diye
bir şey olmadığı kabul edildiği takdirde, dünyanın tek bir ik
tidara bağımlı olmasını aşmanın tek makul stratejisinin he
gemonyayı "çoğullaştırmanın" yollannı bulmak olduğu an
laşılacaktır. Bu da ancak bölgesel güçlerin çoğulluğunu tanı
makla mümkün olur. Yalnızca böyle bir bağlamda, uluslara
rası düzenin hiçbir faili iktidan sayesinde kendini hukukun
üstünde göremeyecek ve kendine egemen rolünü atfedeme
yecektir. Dahası, Danilo Zolo'nun da belirttiği gibi, "çok-ta
raflı denge, uluslararası hukukun en asgari işlevlerinden biri
olan modem savaşın en yıkıcı sonuçlarının sınırlandırılma
sını uygulayabilmenin de zorunlu koşuludur" .4 1
41 A. Negri ve D. lolo, "Empire and the Multitude: a Dialogue on the New Order
of Globalization" [ imparatorluk ve Çokluk: Yeni Küreselleşme Düzeni Üzeri
ne Bir Diyalog) , Radical Philosophy, No. 1 20, Temmuz/Ağustos 2003, s. 33.
1 36
ALT I NCI BÖLÜM
Sonuç
1 37
esas mesele, -Norberto Bobbio'nun hatırlattığı gibi, bu kav
ramların toplumsal yeniden bölüşüm konusunda kesinkes
farklı tavırlara tekabül etmelerine rağmen-1 belli bir içerik
değil, toplumsal bölünmenin tanınması ve çatışmanın meş
rulaştırılmasıdır. Bu karşıtlık, demokratik toplumdaki çı
karların ve taleplerin çoğulluğunun, bu çıkar ve talepler ça
tışsalar ve hiçbir zaman nihai bir şekilde uzlaşamayacak ol
salar bile, meşru kabul edilmesi gerektiğini ortaya koyar.
Sol ve sağın içeriği değişecektir fakat solu ve sağı bölen çiz
gi korunmalıdır, çünkü bu çizginin ortadan kalkması top
lumsal bölünmenin inkarı ve birtakım seslerin susturulma
sı anlamına gelir. Bu yüzden, demokratik siyaset doğası ge
reği husumete dayalıdır. Niklas Luhmann'ın da vurguladığı
üzere, modern demokrasi "zirvenin bölünmesi"ni, yani hü
kümet ve mu halefet arasında keskin bir aynını gerektirir ve
bu aynın da açık bir şekilde farklılaşmış politikaların öneril
diğini, vatandaşların da toplumu örgütlemenin farklı yolla
n arasında seçme olanağının olduğunu varsayar.2 Toplum
sal bölünmenin soVsağ ayrımından dolayı ifade edilemediği
durumlarda, tutkular demokratik hedeflere doğru mobilize
edilemez ve antagonizmalar demokratik kurumlan tehlike
ye atan biçimler alırlar.
Çoğulculuğun sınırları
1 38
ru kabul etmesi gerektiğini düşünmediğimi belirtmeliyim.
Benim savunduğum çoğulculuk, agonistik tartışmaya da
hil olan talepler ile bu tartışmadan dışlanması gereken ta
lepler arasında bir ayrım yapmayı gerektirir. Demokratik
bir toplum, temel kurumlarını sorgulayanları meşru hasım
lar olarak göremez. Agonistik yaklaşım da bütün farklılıkla
rı kapsadığını ve bütün dışlama biçimlerini aştığını iddia et
mez. Fakat dışlamalar, ahlaki değil, siyasal bir biçimde ta
hayyül edilir. Bazı talepler, "şer/kötü" oldukları düşünül
düğü için değil, demokratik siyasal birliğin kurucu unsurla
rı olan kurumlara meydan okudukları için dışlanırlar. Şüp
hesiz bu kurumların doğası da agonistik tartışmaya dahildir,
fakat böyle bir tartışmanın gerçekleşebilmesi için, paylaşılan
sembolik bir mekanın varlığı zorunludur. ikinci Bölüm'de
demokrasinin "çatışmalı bir mutabakat" gerektirdiğini be
lirttiğimde söylemek istediğim buydu: herkese özgürlük ve
eşitlik gibi etik-politik değerler üzerinden mutabakat, fakat
bu değerlerin yorumlanması üzerinden çatışma/uyuşmazlık.
Dolayısıyla, bu değerleri doğrudan reddedenler ile bu değer
leri kabul ederken değerlerin çelişik anlamlan için mücade
le edenler arasında bir çizgi çekilmelidir.
Bu konudaki pozisyonum, "basit" ve "makul" çoğulculuk
arasında ayrım yaparak meşru ve gayrimeşru talepler ara
sında bir çizgi çeken John Rawls gibi bir liberal kuramcı
nın konumuna benzer gibi görünebilir. Aslında benim konu
mumun Rawls'unkine kıyasla önemli farkları vardır: Rawls,
böyle bir aynını rasyonalite ve ahlakla temellendirirken, ben
meşru olanla gayrimeşru olan arasındaki sının çizmenin si
yasal bir karar olduğunu, dolayısıyla her zaman mücadele
ye açık olduğunu söylüyorum.3 Wittgenstein'dan hareket
le, demokratik değer ve kurumlara olan bağlılığımızın üs-
1 39
tün bir rasyonaliteye dayanmadığını ve liberal demokratik il
kelerin yalnızca yaşam biçimimizin kurucu unsurları olduk
ları ölçüde savunulabileceklerini iddia ediyorum. Rawls ve
Habermas'ın aksine, ben liberal demokrasiyi ideal durumlar
da her rasyonel bireyin seçeceği model olarak sunmaya çalış
mıyorum. Bu yüzden, siyasal kurumların normatif boyutu
nun, her zaman belli bağlamlara dayanan belli uygulamalara
gönderme yaptığına ve evrensel bir ahlakın ifadesi olmadığı
na işaret etmek için, "etik-politik" bir doğası olduğunu savu
nuyorum. Ahlak, Kant'tan beri, rasyonel uyuşmazlığa yer ol
mayan bir evrensel buyruklar alanı olarak sunuldu. Bu, bana
göre, dünyanın kökten çoğulcu niteliğinin ve değerlerin in
dirgenemez çatışmasının farkına varmaya engel olmaktadır.
Çoğulculuğun sınırlarına ilişkin tavrımın mevcut çok-kül
türcülük tartışması açısından açıklanması gereken bazı so
nuçlar doğurduğu aşikardır. Öncelikle, çok-kültürcülük baş
lığı altında toplanan farklı talepleri birbirlerinden ayırt et
memiz gerekir: bir tarafta, kesin surette kültürel adet ve ge
leneklerin tanınmasıyla ilgili talepler varken, diğer tarafta,
doğrudan siyasal bir doğası olan talepler vardır. Bu ayrımı
yapmanın hiç de kolay olmadığının ve bu soruna kesin, ni
hai ve tatmin edici bir çözüm bulunamayacağının tamamıyla
farkındayım. Yine de, karşılanmaları durumunda temel libe
ral demokratik çerçeveye hasar vermeyecek bir dizi talep ile
bu çerçevenin yok olmasına neden olacak talepler arasında
kabataslak bir ayrım yapılabileceğini düşünüyorum. Örne
ğin, bu ayrım, etnik kökene veya grupların dini inançlarına
göre farklı yasal sistemlerin uygulanmasını gerektiren talep
lerin karşılanması durumunda yapılabilir. Şüphesiz , mese
la yerli halklar açısından, bazı istisnaları gerektiren özel du
rumlar söz konusu olabilir.4 Fakat yasal çoğulculuğun norm
140
olması, demokratik siyasal birliğin kalıcılığını tehlikeye atar.
Demokratik bir toplum, vatandaşlarının genellikle anayasada
belirtilen ve yasal bir çerçevede somutlaşan, paylaşılan birta
kım etik-politik ilkelere bağlılığını gerektirir ve çatışan meş
ruiyet ilkelerinin toplum içerisinde birarada varolmasına izin
veremez. Çoğulculuk adına bazı göçmenlerin istisna olarak
değerlendirilebileceğine inanmak, bence, siyasalın toplumsal
ilişkilerin sembolik düzenlenmesinde oynadığı rolün anlaşı
lamamasından kaynaklanan bir hatadır. Birtakım yasal ço
ğulculuk türleri, örneğin Osmanlı lmparatorluğu'nun (Müs
lüman, Hıristiyan ve Yahudi toplumlarını kendi kendini yö
neten ve kendi üyeleri üzerinde kısıtlayıcı dini yasalar uygu
layabilen birimler olarak tanıyan) "millet sistemi"nde olduğu
gibi, muhakkak varolmuştur, fakat böyle bir sistemin bütün
vatandaşlar için eşitlik varsayan bir demokratik vatandaşlık
uygulamasıyla uyuşmadığı kesindir.
Modernitelerin çoğulculuğu
1 41
Liberal evrenselcilerin inanmamızı istediklerinin aksine,
araçsal rasyonalitenin ve atomcu bireyciliğin gelişiminin ni
telediği Batılı modernite modeli, dünyayla ve başkalarıy
la ilişki kurmanın yeterli olan tek yolu değildir. Bu model,
Batı'da hegemonik bir konuma erişmiş olabilir, fakat birçok
eleştirmenin de dile getirdiği gibi, Batı'da bile kabul gören
tek toplumculluk biçimini temsil etmekten çok uzaktır. En
telektüel tarihçiler de yekpare bir Aydınlanma fikrini eleştir
meye buradan hareket ederek başlamışlar ve çoğunlukla bir
birine karşıt olan ve kapitalist modernitenin yükselmesiyle
birlikte yerinden edilen çeşitli aydınlanmaların çoğulluğunu
açığa çıkarmışlardır.
Avrupa tarihinin kurucu unsurları oldukları artık kabul
edilen -sivil, metafizik , neo-Romalı , halk egemenliği ve
yurttaşlık gibi- çeşitli aydınlanmaları inceleyen James Tul
ly, Kantçı gelenekte kesin bir aşkın ve kanun koyucu cevabı
olan aşkın bir soru olarak formüle edilen "Aydınlanma Ne
dir? " sorusunun aşkınlığının ortadan kaldırılması ve "bel
li bir değerler sistemi ve bu sisteme akraba siyasal pratikler
aracılığıyla elde edilmiş, her biri kendi kendini ilan eden bir
aydınlanmış öznellik biçimine göre oluşmuş çeşitli, küçük
a'lı aydınlanma yanıtları olan" tarihsel bir soru olarak yeni
den belirlenmesi gerektiğini söyler.5 Gelgelelim, bu araştır
mayı Avrupa'yla sınırlandırmak yeterli değildir, çünkü so
runun tarihsel niteliğinin farkına vardığımız anda , soru
nun kesin bir aşkın yanıtının olmamasının yanı sıra, kesin
bir tarihsel yanıtının da olamayacağını kabul etmemiz gere
kir. Dolayısıyla, Tully'nin de önerdiği gibi, "Aydınlanma Ne
dir? " sorusuyla tanımlanan sorunsallaştırma, artık ne Avru
pa içerisindeki birbirine rakip çözümler hakkında sonu gel
meyen bir tartışmayla, ne de Avrupa'nın modem bir egemen
1 42
devletler sistemine geçişi ve bu sistemin uğradığı değişiklik
lere referansla sınırlandırılmalıdır" .6
Tully'nin Batılı olmayan aydınlanmaların olanağına dair
düşünceleri çok-kutuplu yaklaşımın formüle edilmesi açı
sından önemlidir. Bu tür bir yaklaşım Batı'nın diğer tarihle
re ve geleneklere bakmaksızın dünya genelinde empoze et
meye çalıştığı modernitenin dışında başka modernite biçim
leri olduğunu kabul etmeyi gerektirir. Batılı olandan fark
lı bir toplum modeli savunmak, geri kalmışlığın bir ifadesi
ve "modem-öncesi" bir aşamada kalındığının bir kanıtı ola
rak görülmemelidir. Bizim modelimizin rasyonalite ve ah
lak üzerinde ayrıcalıklı bir hakkı olduğu şeklindeki Avru
pa-merkezci inançtan vazgeçmenin vakti çoktan gelmiştir.
1 43
tışmasını tektikleyecek bir şey olmaya mahkümdurlar.7 De
Sousa Santos'a göre, insan haklarının "evrenselliği" mesele
sinin kendisi, insan haklarının Batılı, belli bir kültüre özgü
bir mesele olduğuna işaret etmekte ve insan haklarını kültü
rel bir sabit olarak sunmayı imkansızlaştırmaktadır. Ne var
ki, De Sousa Santos, bu durumu insan haklarını reddetmek
için bir neden olarak görmez ve insan haklan politikalarının
sıklıkla hegemonik kapitalist devletlerin ekonomik ve j eo
politik çıkarlarına hizmet ettiğini kabul etse de, insan hakla
n söyleminin ezilenlerin savunulması mücadelesine eklem
lenebileceğini belirtir. Sahte bir evrenselliğe başvurmak ye
rine, kültürel özgüllük ve farklı insan onuru anlayışları etra
fında eklemlenen karşıt-hegemonik bir insan haklan söyle
minin varlığını vurgular ve insan haklarının "çok-kültürcü"
bir biçimde yeniden kavranmasına ve farklı kültürlere göre
farklı biçimlerde formüle edilmesine olanak sağlayacak me
tis bir insan haklan kavrayışını savunur.
De Sousa Santos, insan haklarının anlamını kavramak için
kültürümüzde sahip oldukları işlevi yakından incelememiz
gerektiğini ileri süren Raimundo Panikkar'ın yaklaşımını ta
kip eder. Bu tür bir yaklaşım, bizlere daha sonra bu işlevin
farklı kültürlerde farklı biçimlerde yerine getirilip getirilme
diğini belirleme imkanını tanır.8 Batı kültüründe insan hak
lan , insan onurunun tanınması için temel kıstasları sunar
ve siyasal düzenin zorunlu bir koşulu olarak belirir. Sorma
mız gereken soru, başka kültürlerin aynı soruya farklı ya
nıtlar verip vermeyeceğidir; başka bir deyişle, insan hakları
nın işlevsel eşdeğerlerini aramalıyız. Eğer insan haklarında
söz konusu olanın kişinin onuru olduğunu kabul edersek,
7 Boaventura de Sousa Santos, Toward a New Common Sense: Law, Science and Po
litics in a Paradigmatic Transition [Yeni Bir Ortak Duyuya Doğru: Paradigmatik
Dönüşüm !çerisinde Hukuk, Bilim ve Siyaset] , Londra, Routledge, 1995, s. 337-42.
8 Raimundo Panikkar, "Is the Notion of Human Rights a Western Concept?" [ln
san Haklan Mefhumu Baulı Bir Kavram Mıdır?, Diogenes, No. 1 20, 1982, s. 8 1-2.
144
bu sorununun çeşitli yollarla yanıtlanabileceği aşikardır. Ba
tı kültürünün "insan haklan" dediği, bu soruya yanıt verme
nin tek meşru kültür olduğunu iddia edemeyecek olan libe
ral kültüre özgü bireycilikten hareket eden, kültürel bakım
dan özgül bir biçimidir.
Bunun umut verici bir perspektif olduğunu düşünüyo
rum. Panikkar ve De Sousa Santos gibi, insan haklan mefhu
munun, Batılı hegemonyanın empoze edilmesinin bir aracı
olmaması için, çoğullaştırılması zorunluluğunu ısrarla vur
gulamak gerektiğine inanıyorum. İnsan hakları fikrinin ço
ğul formülasyonları olabileceğini kabullenmek, insan hak
larının siyasal niteliğini ön plana çıkamiak demektir. İnsan
haklarına dair tartışmayı , -Batı'nın tanımladığı- ahlak ve
rasyonalitenin buyruklarının tek meşru kıstasları oluşturdu
ğu tarafsız bir saha üzerinde gerçekleşiyormuş gibi tahayyül
etmemeliyiz. Bu tartışmanın üzerinde yürüdüğü saha, ikti
dar ilişkilerinin biçimlendirdiği ve hegemonik bir mücade
leye sahne olan bir sahadır. Meşru anlayışların çoğulluğuna
yer açmak bu yüzden önemlidir.
Hangi Avrupa?
1 45
monik projeyle özdeşleştirip siyasal bir Avrupa'nın yalnızca
Batı içerisinde iki iktidarın hegemonya için çatışmasından
ibaret bir iç mücadeleye sebep olacağını iddia ederlar. Bu ba
kış açısına göre, tek fark, Avrupa'nın, Birleşik Devletler'i ta
kip etmek yerine, onun rakibi olması olacaktır. Tek-kutup
lu dünyanın sona ermesinin olumlu bir gelişme olduğuna
inansam bile, savunduğum Avrupa böyle bir Avrupa değil.
Çoğulcu bir dünya düzeninin kurulması, basitçe Avrupa'nın
liderlik için Birleşik Devletler'le rekabet etmesini değil, tek
bir küreselleşme biçimi olduğu, bunun da hakim neolibe
ral küreselleşme olduğu fikrinden vazgeçmeyi gerektirir.
Avrupa'nın kimliğini savunabilmesi ve neoliberal hegemon
yaya direnebilmenin temelini yaratacak çoğullaşmanın dina
miklerini harekete geçirebilmek için, sorgulanması gereken
"Batı" fikrinin ta kendisidir.
Sol kesimden başkaları da Avrupa bütünleşmesine şüp
heyle yaklaşırlar, çünkü ulus-devletin Avrupa kurumların
ca tehlikeye atılan demokratik vatandaşlık uygulamaları için
gerekli mekanı oluşturduğuna inanırlar. Onlar Avrupa pro
jesini neoliberalizmin Truva atı ve sosyal demokrat partile
rin gerçekleştirdiği ilerlemelere tehdit oluşturan bir geliş
me olarak görürler. Bu kesimin mevcut Avrupa politikaları
na karşı güvensizlik duymasının bir temeli olduğunu inkar
etmiyorum fakat neoliberal küreselleşmeye ulusal düzeyde
daha iyi karşı koyabileceklerini düşünmeleri hatadır. Neo
liberalizmin olası alternatifini tahayyül etmeye Avrupa dü
zeyinden başlamak şarttır. Avrupa Birliği'nin ilerlediği yö
nün maalesef bu olmadığı gerçeği, insanların Avrupa siyase
tinden çekilmelerine neden olmak yerine, onları Avrupa'nın
geleceğini belirleyebilmek için mücadelelerini Avrupa düze
yinde sürdürmeye ikna etmelidir.
Daha önce gördüğümüz gibi, enternasyonalistler siyasal
bir Avrupa fikrine karşı çıkmaktadırlar çünkü her türlü sını-
1 46
ra ve bölgesel ait olma biçimlerine karşıdırlar. Küreselleşme
nin yarattığı "yersiz-yurtsuzlaşma"yı, "göçebe çokluğun" öz
gürce, arzusuna göre dolaşabileceği, sınırlan olmayan, haki
katen küresel bir dünyanın koşullannı yarattığı için memnu
niyetle karşılarlar. Siyasal bir Avrupa'nın inşasının bir "Avru
pa kalesi" yaratma eğilimini kuvvetlendireceğini ve varolan
aynmcılıklan artıracağını iddia ederler. Bu olasılık göz ardı
edilmemelidir ve kendini yalnızca Birleşik Devletler'in rakibi
olarak tanımlayacak bir Avrupa' da bu olasılığın gerçekleşme
si işten bile değildir. Fakat çok-kutuplu bir dünya bağlamın
da, büyük bölgesel birimlerin birarada varolduğu ve neolibe
ral küreselleşme modelinin tek küreselleşme modeli olmadı
ğı bir dünyada, durum farklı olacaktır.
Solda siyasal bir Avrupa fikrini savunanlar arasında si
yasal Avrupa'nın basitçe Amerikan hegemonyasıyla reka
bet etmekten çok farklı bir medeniyet modelini destekleme
si gerektiği konusunda genel bir görüş birliği olsa da, herke
sin çok-kutuplu bir vizyonu benimsemediği de açıktır. Ör
neğin, Batılı liberal demokrasi modelinin dünya genelin
de uygulanması gerektiğini düşünen bazı liberal evrenselci
ler, aynı zamanda diğer bütün toplumlann takip etmesi ge
rektiğini düşündükleri siyasal bir Avrupa'yı savunmakta
dırlar. Aslında savundukları kozmopolit bir proj edir, çün
kü Avrupa'nın hukukun ve insan haklannın dünya genelin
de uygulanması temelinde kurulacak bir evrensel düzen yo
lunda öncü kuvveti temsil ettiğini düşünürler. Örneğin, Ha
bermas Avrupa proj esini bu şekilde algılar. 1 0 Habermas'ın
2003'te lrak'ın işgal edilmesinden sonra Avrupal�lara birleş
me ve Bush hükümetinin uluslararası hukuk ve insan hak
lan ihlallerine karşı muhalefet yapma çağrısı yapması elbet
te arzulanan bir şeydi. Gelgelelim, güçlü bir Avrupa yaratma
1 47
gerekliliği konusunda kendisiyle hemfikir olsam da, onun
bu hamleyi kozmopolit bir düzenin yaratılması için atılacak
ilk adım olarak tahayyül etmesine katılmıyorum, çünkü bu
vizyonun dayandığı evrenselci öncülleri kabul etmiyorum.
Kanımca, gerçek bir siyasal Avrupa yalnızca başka siya
sal varlıklarla kuracağı ilişkilerle, çok-kutuplu bir dünyanın
parçası olarak varolabilir. Eğer Avrupa yeni bir dünya düze
ninin yaratılmasında önemli bir rol oynayabilecekse, bu, bü
tün "makul" insanların itaat edeceği kozmopolit bir yasanın
desteklenmesiyle değil, kendine özgü kaygılan ve gelenekle
ri değerli addedilen ve farklı yerel demokrasi modelleri kabul
edilen bölgesel kutuplar arasında kurulacak bir dengeye kat
kı koymakla mümkün olacaktır. Bu, uluslararası ilişkileri dü
zenlemek için bir dizi kurumlara ihtiyaç duyduğumuz ger
çeğini inkar etmek anlamına gelmez, fakat bu kurumlar, bir
leşmiş bir iktidar yapısı etrafında örgütlenmek yerine, çoğul
culuğa önemli bir ölçüde olanak sağlamalıdır. Kozmopolitler
kusura bakmasın ama, amaç, Batılı liberal demokratik mode
lin evrenselleştirilmesi olamaz. Tek meşru model olarak görü
len bu modeli itaat etmeyen toplumlara empoze etme çabası,
bu modeli kabul etmeyenleri medeniyetin "düşmanları" ola
rak görmeye yol açacak ve böylece antagonistik bir mücadele
nin koşullarını yaratacaktır. Şüphesiz çok-kutuplu bir dünya
da da çatışmalar olacaktır, fakat bu çatışmaların, tek-kutuplu
dünyada yaşadığımız çatışmaların aksine, antagonistik bir bi
çime bürünmeleri daha az olasıdır. Çatışmaları ortadan kal
dırmak ve insanlık durumumuzdan kaçmak elimizde değil
dir, fakat bu çatışmaların agonistik bir biçim almalarını sağla
yacak uygulamaları, söylemleri ve kurumlan yaratmak bizim
elimizdedir. lşte bu yüzden, demokratik projenin savunulma
sı ve radikalleştirilmesi, siyasalın antagonistik boyutunun ka
bullenilmesini ve iktidarı, egemenliği ve hegemonyayı aşmış,
uzlaşmış bir dünya hayalini terk etmeyi gerektirir.
1 48
DiZiN
1 1 Eylül 2001 olaylan 7 1 , 77, 90, 94, bireyselleşme 49, 60, 6 1 , 66, 69
1 09 , 1 25 , 149 Birleşik Devletler: Avrupa'yla ilişkiler 95,
146; hilkimiyet 95, 1 0 1 ; hegemonya
agonizm 8, 28, 64 133, 134; idealleştirilmiş Birleşik
agonistik: agonistik biçim 12; agonistik Devletler fikri 106,; siyasetin
cepheleşme 39, 1 20; agonistik ahlaklaşması 88, 89
kamusal alan 89 Birleşmiş Milletler 106, 1 1 4, 1 1 6
ahlak 20, 88, 140, 143, 145 biz/onlar: antagonistik 28; aynın 8, 1 1 ,
ahlaki dil dizgesi 1 1 , 86, 88 1 2 , 2 1 , 22, 24, 60 , 67; cepheleşme . . . ;
aile 17, 36, 48, 49, 55, 57, 73 demokratik siyaset 27; Freud'da biz/
alt-siyaset 50, 5 1 , 65 onlar 35; ilişki türleri 22-24, 27, 28,
Anderson, Perry 63 3 1 , 35, 133; parlamenter sistem 3 1
antagonizma: agonizm ve antagonizma Blair, Tony 72-74, 84
28, 64; antagonizmanın biçimleri Bobbio, Norberto 1 38
1 7 , 24; antagonizmanın inkan 8, bürokratikleşme 63
68; antagonizmanın olanaklılığı 23- Bush, George W. 89-9 1 , 14 7
25; antagonizma olarak siyasal 1 7 ;
antagonizmanın ortaya çıkışı 1 2 Cacciari, Massimo 135
Anti-Oedipus (Deleuze v e Guattari) 1 29 Canetti, Elias 30-32, 3 7
Archibugi, Daniele 107, 1 1 2- 1 1 4 Chandler, David 1 1 6- 1 1 8
Arendt, Hannah 1 6 Chirac , Jacques 82
ASEAN (Güney Asya Uluslar Birliği) 136
Avrupa Birliği 1 2 7 , 146 çatışma 7, 9 - 1 2 , 16-19, 2 1 , 27-29, 3 1 , 33,
Avusturya: 2000 seçimlerine tepkiler 87; 39, 40, 49-53, 57, 60, 62-64, 71, 72,
sağcı popülizm 87 82, 96, 108, 1 1 5 , 1 23 , 132- 1 3 5 , 1 38-
Aydınlanma 142, 143 140, 146, 148
çoğulcu demokrasi 27, 64
Batılılaşma 100, 1 0 1 , 135 çoğul evrenler 1 0 1 , 132
Beck, Ulrich: "alt-siyaset" üzerine 5 , 5 1 , çoğulculuk: agonistik dinamikler 39;
65; demokrasiyi demokratikleştirmek çoğulculuğun sınırlan 138, 140;
üzerine 64; düşünümsel modernite çoğulculuk ve dost/düşman ilişkisi
üzerine 45, 46, 49, 58, 60, 6 1 , 62, 22-24, 28; liberal anlayış 1 7 , 22, 1 1 9 ,
66, 68, 1 1 1 ; kozmopolitan perspektif 1 4 1 ; modernitelerin çoğulculuğu 1 4 1 ,
üzerine; post-politik vizyon 5-7, 1 4 3 ; yasal çoğulculuk 1 40, 141
60, 66, 77; "siyasetin yeniden icadı" çok-kutuplu dünya düzeni 1 34
5, 46, 48, 6 1 ; sosyal demokrasi çok-kültürcülük 140
üzerine 40, 68, 69, 72-75, 1 1 9; çok-taraflılık 133
uzman sistemleri üzerine 52, 57; yeni çokluk 125, 1 28, 1 29, 132
bireycilik üzerine 56, 69 Çokluk: imparatorluk Çağında Savaş ve
Belçika, sağcı popülizm 78 Demokrasi (Hardı ve Negri) 125,
Berlin, lsaiah 1 7 1 28, 136
bilim 1 7 , 58, 144 Çin 135
Bin Yayla (Deleuze ve Guattari) 1 29
bireycilik: yeni bireyciliğin gelişimi 56, Dahi, Robert 1 2 1 , 1 22
69, 1 27; liberal düşüncede bireycilik Davos (ekonomik zirve) 1 1 0
1 7; bireyciliğin yayılması 69 Deleuze, Gilles 1 29
1 49
demokrasi: agonistik 3 1 , 63; çoğulcu gelenekçiler 6 1 , 62, 67, 68
demokrasi 27, 64; demokrasi Giddens, Anthony; demokrasiyi
ve küresel yönetişim l l 1, 1 20, demokratikleştirmek üzerine 64;
1 2 1 , 1 26; demokrasinin yeniden düşünümsel modernite üzerine
canlandmlması 42; demokrasiyi 45, 46, 49, 58, 60-62, 66, 68, 1 1 1 ;
demokratikleştirmek 64; diyalojik Giddens ve post-geleneksel toplum
demokrasi 8, 57-59, 63; duygusal 46, 54, 57, 58, 60-62, 7 1 , 74; kamu-
demokrasi 58, 59; düşünümsel . özel sektör ortaklıklan üzerine 75;
demokrasi 66; husumet modeli 1 2 , modernleşme retorikleri üzerine 6 7;
27, 28, 45, 6 1 , 66, 67, 72, 75, 83, 86, post-politik vizyon 7, 60, 66, 77;
88, 1 1 1 ; kozmopolit demokrasi 8, sosyal demokrasi üzerine 68, 69, 72-
1 3 ; kriterler l l 8; liberal demokrasi 75, l l9; üçüncü yol siyaseti 70, 7 1 ,
7, 27, 4 1 , 42, 96-98, 1 0 1 , 102, 106, 75
l l 6, 137, 140, 1 4 1 , 143; mutabakatçı Gramsci, Antonio 132
biçim 7, 10, 38, 64, 72, 82, 86, 89, Gray,John 1 7 , 74
90, 1 23; mutlak demokrasi 8,10, Grup Psikolojisi ve Ego Analizi (Freud) 34
1 24, 1 28, 132; otorite ve demokrasi Guattari, Felix 1 29
39, 57, 58, 70, l l 5 , l l 6; partizansız
demokrasi 8, 38; radikal demokrasi Habermas , Jürgen 2 1 , 97-103, 1 1 7 , 140,
64, 65 1 47
demokratik siyaset 8, 10, 12, 1 3 , 16, 1 7 , Haider, Jörg 78, 80, 8 1
2 1 , 22, 24, 27-30, 32, 33, 37, 38, 40, haklar v e sorumluluklar 70
43, 46, 60, 63, 79, 83, 84, 90, 103, "halk" 78, 8 1 , 83, 1 20
1 27 , 130, 133, 1 38 Hali, Stuart 73, 75
demokratlar 68, 69, 8 1 , 85-87, 97, l l l , hangi Avrupa? 145
ll5 Hardt, Michael 1 24- 1 3 2
Derrida, Jacques 23 hasım 1 1 , 1 2 , 2 8 , 2 9 , 3 1 , 4 2 , 6 0 , 62-64,
dışlama 2 1 , 26, 68, 72, 74, 8 1 , 85, 86, 92, 67, 86, 89, 1 39
1 0 1 , 103, 139 Hegel, Georg Wilhelm Friedrich 26, 123
doğayla ilişki 1 50 hegemonik pratikler 26, 43
dost/düşman aynını 1 9 , 2 1 , 24, 4 1 , 90, hegemonya: Batı hegemonyası
91 92; hegemonya kavramı 24;
dünya düzeni: çok-kutuplu dünya hegemonyanın çoğullaşması 1 34- 136,
düzeni 134; yeni dünya düzeni 105, 145, 146; hegemonyanın ötesinde 8,
135, 137 1 3 , 1 23; yeni hegemonya inşası 65
Dünya Sosyal Forumlan 1 29 Hegemonya ve Sosyalist Strateji (1.aclau ve
düşünümsel modernite 45, 46, 49, 58, Mouffe) 1 5 , 64, 65
60-62, 66, 68, ıı 1 Heidegger, Martin 16, 25
düşünümsel modernleşme 33, 46-48, 53, Held, David 107, 1 1 2- 1 1 5 , 1 1 8, 1 1 9
6 1 , 67, 69, 70, 72, 77 hukuk: hukukun üstünlüğü 97, 98, 108;
uluslararası hukuk 1 1 8, 1 34- 136,
"egemen çevreler" 8 1 -83 1 47; yasal çoğulculuk 140, 141
egemenlik 8, 80, 97, 98, 107, 1 1 2, l l 6,
1 1 7, 1 24-1 28, 1 30- 132, 142, 1 48 Irak'ın işgali 1 47
ekolojik meseleler 55
etkin güven 57, 59, 60, 70 içleme 92
Evrensel İnsan Haklan Beyannamesi 1 08 iktidar ilişkileri 26, 29, 42, 43, 62-64, 66,
74, 75, 1 23 , 1 3 1 136, 145
Faik, Richard 95, 96, 107- 1 1 0 imparatorluk (Hardt ve Negri) 1 24- 1 3 1 ,
Flahault, François 88 136
Fransa 78, 79, 82 lngiltere 84
Freud, Sigmund 9 , 34, 35, 37 insan haklan 7, 92, 97- 1 0 1 , 1 06, 108,
1 50
109, 1 1 2- 1 14, 1 1 7, 1 1 9 , 143-145, liberal demokrasinin üstünlüğünün
14 7; metis bir insan haklan kavrayışı sorgulanması 97, 102, 106
143, 144 liberalizm 10, 1 7-20, 40, 72, 73, 75, 92,
insan Haklan Mahkemesi 1 14 103, 1 1 0, 146
insan toplumculluğu 9 liberaller 10, 21, 27, 29, 9 1 , 93, 97, 1 0 1 -
"insanlık" 9 1 103, 1 26
lslam 135 Locke, John 97
iyi ve kötü, biz/onlar cepheleşmesi 1 1 , 63 Luhmann, Niklas 138
1 51
Stavrakakis, Yannis 35, 36
radikal merkez 68, 73 Strauss, Andrew 95, 96, 1 08- 1 1 0
radikal-sağ 85 suçlu olarak düşman (aynca bkz. dost/
radikal-sol 1 29, 133 düşman) 93
Ranciere, Jacques 38
Rasch, William 92, 1 00 şer 85, 86, 92, 109, 136
Rawls, John 1 39, 1 40
Raz,Joseph 1 7 terörizm: antagonistik biçim 1 1 , 62; tek
Reagan, Ronald 89 kutuplu dünyanın bir sonucu olarak
refah devleti 70, 7 1 , 73, 127 terörizm 90; terörizm ve siyasetin
risk toplumu 46-50, 52, 60 ulusaşınlaşması 109; terörizme karşı
Rorty, Richard 102, 1 03 savaş 7 1 , 77, 90
Rousseau, Jean-Jacques 97 Thatcherizm 73
Rustin, Michael 127 toplumsal 9, 10, 22, 23, 25-27, 32, 36-
38, 40, 42, 46-48, 50, S l , 54, 56-
saf ilişki 59 59, 62-66, 69, 70, 73, 74, 79, 80,
sağ ve sol: alt-siyasette sağ ve sol 50, 85, 1 00, 103, 107, 108, 1 1 4, 1 23 ,
51, 65; merkez-sol 40, 68; metafor 1 3 8 , 141
49; sağ ve sol arasında mücadele 1 1 ; toplumsal düşünümsellik 54, 59
sağ ve solun ötesinde 8 , 1 3 ; sol/sağ toplulaştıncı model 32
aynmının anlamını yitirmesi 69; soV Tully,James 28, 142, 143
sağ aynmının yeniden canlandırılması "tutkular" 12, 32, 33
137
Sağ ve Solun ôtesinde (Giddens) 45, SS, ulus-devlet 49, 107, 1 1 3, 1 1 5 , 1 1 6, 1 1 9,
56 1 24, 126, 1 3 1 , 146
sağcı popülizm 1 1 , 79, 85-87, 89 Urbinati, Nadia 107, 1 20
savaş kavrayışı 93 Uygarlığın Huzursuzluğu (Freud) 34
Schmitt, Cari 1 0- 1 2 , 1 8-24, 27, 90-95, uzlaşı 52, 60, 1 2 1
1 0 1 , 102, 133, 134
sınıf kavramı; tek-kutuplu modelin Üçüncü Yol (Giddens) 6 8 , 1 2 7
tehlikeleri üzerine 7 1 Üçüncü Yol v e Eleştirileri (Giddens) 68
sivil toplum 6 9 , 7 0 , 7 5 , 1 0 7 , 108, 1 1 0- üçüncü yol siyaseti 70, 7 1 , 75
1 1 2, 1 1 7 , 1 18, 1 23; küresel 8, 1 10,
1 1 1 , 1 1 6, 1 22 varoluşçular 25
siyasal: antagonizma olarak siyasal 1 7 ;
kozmopolit görüşler v e siyasal 1 0 5 , Walzer, Michael 1 7
1 26; toplumsal v e siyasal 25, 2 6 , 4 7 Wittgenstein, Ludwig 1 7 , 2 3 , 4 3 , 139
Siyasal Kavramı (Schmitt) 18, 20
siyaset: ahlaki dil dizgesinde siyaset 1 1 , yan etkiler 47, 48, 53, 61
86, 88; demokratik siyaset 8 , 10, 1 2 , yaşam politikası SS-57, 60, 65, 71
1 3 , 1 6 , 1 7 , 2 1 , 22, 24, 27-30, 32, 33, . yeni dünya düzeni 105, 135, 1 3 7
37, 38, 40 , 43, 46, 60, 63, 79, 83, 84, Yeni işçi Partisi 72-75, 7 8
90, 103, 127, 130, 133, 138; siyasetin yersiz-yurtsuzlaştınna 1 1 2, 1 3 1 , 1 4 7
yeniden icadı 46, 48 yönetişim kavramı 8, 1 1 1 , 1 1 5 , 1 20, 1 2 1 ,
siyasetin ulusaşınlaşması 1 09 1 23 , 1 26, 1 2 7
sosyal demokrasi: Giddens 69, 72-75; Yugoslavya'nın parçalanması 23
işçi Partisi'nin yenilenmesi 72-75;
sosyal demokrasinin sağa kayması 84 Zeitgeist 8, 1 1 , ıs, 46
Sousa Santos, Boaventura de 1 43-145 Zilek, Slavoj 36, 37, 42
Staten, Henry 23 lolo, Danilo 1 1 6, 136
1 52