Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 154

CHANTAL MOUFFE •Siyasal Üzerine

CHANTAL MOUFFE 1943 doğumlu Belçikalı siyaset kuramcısı. Louvain Katolik Üni­
versitesi ve Essex Üniversitesi'nde eğitim gördü. Westminster Üniversitesi Demok­
rasi Çalışmaları Merkezi'nde profesör olarak çalışmaktadır. Türkçede yayınlanmış
diğer kitapları: Hegemonya ve Sosyalist Strateji - Radikal Demokratik Bir Politikaya
Doğru, Emesto l..aclau ile birlikte (1letişim Yayınlan, çev. Ahmet Kardam, 2008);
Demokratik Paradoks (çev. Cevdet Aşkın, Epos Yayınlan, 2002).

On The Political
© 2005 Chantal Mouffe
Bu kitabın yayın haklan Taylor&:Francis Group'un
bir kuruluşu olan Routledge'dan alınmıştır.

Iletişim Yayınlan 1454 • Politika Dizisi 85


ISBN-13: 978-975-05-0741-0
© 2010 Iletişim Yayıncılık A. Ş.
1. BASKI 2010, lstanbul

EDlTÔR Levent Cantek


DlZl KAPAK TASARIMI Utku Lomlu
KAPAK Suat Aysu
UYGULAMA Hüsnü Abbas
DÜZELTi Aziz Tuna c.
DIZIN Özgür Yıldız
BASKI ve CiLT Sena Ofset
Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi B Blok 6. Kat No. 4NB 7-9-11
Topkapı 34010 Istanbul Tel: 212.613 03 21

İletişim Yayınlan
Binbirdirek Meydanı Sokak Iletişim Han No. 7 Cağaloğlu 34122 Istanbul
Tel: 212.516 22 60-61-62 •Faks: 212.516 12 58
e-mail: iletisim@iletisim.com.tr • web: www.iletisim.com.tr
CHANTAL MOUFFE

Şiyasal
Uzerine
On The Political

ÇEVİREN Mehmet Ratip

e t ' m
İÇiNDEKiLER

BiRiNCi BÖLÜM

Giriş ..................................................................................................................................................................................... ..7

iKiNCi BÖLÜM

Siyaset ve Siyasal . . .
............................................... ........ ....................... .................................................. 15

Antagonizma olarak siyasal . .


....................................... ......................... .................................... 17

Çoğulculuk ve dost/düşman ilişkisi ............................................................................... .22

Hegemonya olarak siyaset..........................................................................................................24


Demokratik siyaset için hangi biz/onlar? . .
....... ...................... ................................ .27

Canetti ve parlamenter sistem üzerine ...................................................................... 30

Freud ve özdeşim .................................................................................................................................... 34

Agonistik cepheleşme ....................................................................................................................... 39

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Husumet Modelinin Ötesinde? ................................................................................. 45

Beck ve "siyasetin yeniden icadı" .


........................... ........................................................... 46

"Alt-siyaset"in ortaya çıkışı . .


...... .............................................................................. .................. . 50
Giddens ve post-geleneksel toplum ............................................................................. 54

Demokrasiyi demoratikleştirmek ..................................................................................... 56

Post-politik vizyon .
............................................................................................................... ................. 60

Diyalojik demokrasiye karşı agonistik demokrasi... ................................... 63


Modernleşme retoriği... ..................................................................................................................... 66

Giddens ve üçüncü yol ..................................................................................................................... 68

Yeni işçi Partisi'nin sosyal demokrasiyi "yenilemesi" ............................. .72

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Post-politik Vizyona Karşı Meydan Okumalar .......................... .77

Sağcı popülizm ........................................................................................................................................... 79

Mutabakat modelinin tehlikeleri ....................................................................................... 82

Ahlaki dil dizgesinde siyaset .................................................................................................... 86

Tek-kutuplu dünyanın bir sonucu olarak terörizm .................................... 90

Liberal demokrasinin evrenselliği .................................................................................... 96

BEŞiNCi BÖLÜM

Hangi Dünya Düzeni?


Kozmopolit mi, Çok-kutuplu mu? ................................................................... 105

Demokratik ulusaşırıcılık ........................................................................................................... 108

Kozmopolitik demokrasi ........................................................................................................... 112

Demokrasi ve küresel yönetişim ..................................................................................... 120

Çokluğun mutlak demokrasisi? ....................................................................................... 124

Çok-kutuplu bir dünya düzenine doğru ............................................................... 133

ALTINCI BÖLÜM

Sonuç .......................................................................................................................................................................... 737

Çoğulculuğun sınırları ................................................................................................................... 138

Modernitelerin çoğulculuğu ................................................................................................ 147

Metis bir insan hakları kavrayışı ...................................................................................... 143

Hangi Avrupa? ......................................................................................................................................... 145

DlZlN ................................................................................................................................................................................. 149


BiRiNCi BÖLÜM

Giriş

Bugün ulaştığımız ekonomik-politik kalkınma aşaması­


nın insanlığın evriminde büyük bir ilerleme teşkil ettiği ve
bu durumun sağladığı olanakları kutlamamız gerektiği dü­
şünülüyor. Bu kitapta, Batı toplumlarının çoğunda "ortak
duyu"ya nüfuz eden bu görüşe dair itirazlarımı sunmak is­
tiyorum. Sosyologlara göre , kolektif bağlardan kurtulmuş
bireyler olarak, köhne bağlılıkların kısıtlamadığı, yeni ya­
şam tarzları geliştirebildiğimiz bir "ikinci modemite"ye geç­
tik. "Özgür dünya" komünizme karşı galip geldi ve kolektif
kimliklerin güçsüzleşmesiyle, "düşmansız" bir dünya artık
mümkün. Taraflar arasındaki çatışmalar geçmişte kaldığı­
na göre artık diyalog kurularak mutabakat sağlanabilir. Kü­
reselleşme ve liberal demokrasinin evrenselleşmesi bize, ba­
rış, refah ve dünya genelinde insan haklarının gerçekleşece­
ği kozmopolit bir gelecek beklentisi sunuyor.
Ben bu "post-politik" vizyona itiraz ediyorum. Esas hede­
fim, küreselleşmeye dair bu iyimser görüşü kabul eden ve
mutabakatçı bir demokrasi biçimini savunan ilerici kampın
mensupları. Sosyoloji, siyasal kuram ve uluslararası ilişki-

7
ler gibi bir dizi alanda post-politik Zeitgeist'ın temelini oluş­
turan popüler teorileri dikkatle inceleyerek, ciddi anlamda
hatalı olduğunu düşündüğüm bu yaklaşımın "demokrasi­
nin demokratikleşmesi"ne katkıda bulunmak bir yana, de­
mokratik kurumların günümüzde karşılaştığı birçok soru­
nun kaynağı olduğunu savunuyorum. Bugünün moda mef­
humlarından yalnızca birkaçını sayacak olursak, "partizan­
sız demokrasi" , "diyalojik demokrasi" , "kozmopolit demok­
rasi " , "iyi yönetişim" , "küresel sivil toplum" , "kozmopo­
lit egemenlik" , "mutlak demokrasi" gibi mefhumların hep­
si, "siyasal"ı kuran antagonistik boyutu kabule yanaşmayan
anti-politik vizyonu yansıtıyor. Amaçları, "sağ ve solun öte­
sinde" , "hegemonyanın ötesinde" , " egemenliğin ötesinde"
ve "antagonizmanın ötesinde" bir dünya kurmaktır . Böy­
le bir arzu demokratik siyasetin esas karakterinin ve siya­
sal kimlikleri oluşturan dinamiklerin ne olduklarına dair bir
anlayış yoksunluğu doğuruyor ve toplumda varolan antago­
nistik potansiyelin şiddetlenmesine yol açıyor. *
Argümanımı esas olarak, antagonizmanın hem teoride
hem siyasette inkarının sonuçlarını inceleyerek ortaya koya­
cağım. Demokratik siyasetin amacını mutabakat ve uzlaşma
olarak tahayyül etmenin hem kavramsal olarak yanlış, hem
de siyasi tehlikelere gebe olduğunu düşünüyorum. Biz/on­
lar ayrımının aşılacağı bir dünyaya duyulan özlem hatalı ön­
cüllere dayanıyor ve böyle bir vizyonu paylaşanlar demok­
ratik siyasetin karşı karşıya olduğu gerçek görevi gözden ka­
çırmaya mahkumlar.
Şüphesiz antagonizmaya dair bu körlük yeni bir şey değil.
Demokratik kuram uzun bir süredir, demokrasinin gerçek-

(*) Anıagonistik, antagonizma, agonistik, agonizm gibi terimleri, Mouffe'un kul­


landığı kavramlarla terrninoiojik yakınlık sağlamak adına, lngilizce orijinalle­
rine (antagonistic, antagonism, agonistic, agonism) en yakın biçimlerinde mu­
hafaza etmeyi tercih ettim.

8
leşmesini mümkün kılacak önkoşulun insanların içsel iyi­
liği ve kökensel masumiyeti olduğuna duyulan inanç tara­
fından besleniyor. Genel olarak modern demokratik siya­
sal düşüncenin temelini oluşturansa, insanın toplumcullu­
ğunun empati ve karşılıklılığa dayalı olduğunu savunan ve
bu olguyu idealleştiren görüştür. Bu yaklaşıma göre, şiddet
ve düşmanlık, rasyonel katılımcılar arasında bir toplumsal
sözleşme aracılığıyla kurulacak olan açık iletişimin ve mü­
badelenin ilerlemesiyle ortadan kalkacak arkaik olgulardır.
Bu iyimser görüşe itiraz edenler otomatik olarak demokrasi­
nin düşmanları olarak algılanırlar. İnsan toplumculluğunun
müphem karakterini ve karşılıklılıkla düşmanlığın birbirle­
rinden ayrı düşünülemeyeceği gerçeğini kabullenen bir an­
tropolojiyi temel alarak demokratik projeyi ayrıntılandırma
yönünde çok az çaba sarf edildi. Ve farklı disiplinlerin bi­
ze öğrettiklerinin aksine, iyimser antropoloji bugün hala et­
kilidir. Örneğin, Freud'un ölümünden bu yana yarım asır­
dan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen, siyasal kura­
mın psikanalize karşı direnişi hala güçlü ve antagonizmanın
yok edilemez olduğunu bildiren psikanalitik öğreti hala be­
nimsenmiş değil.
Evrensel düzeyde rasyonel bir mutabakatın mümkün ol­
duğuna dair inancın demokratik düşünceyi yanlış yola sap­
tırdığını düşünüyorum. Demokrasi kuramcılarının ve siya­
setçilerin görevi, sözde "yansız" yöntemlere başvurarak tüm
çıkar ve değer çatışmalarını uzlaştıracağı düşünülen kurum­
lar tasarlamaya çalışmak yerine, farklı hegemonik politik
proj elerle yüzleşebilmeyi sağlayacak biçimde kamusal ala­
nı canlı bir "agonistik" mücadeleye açmak olmalı. Bu, ba­
na göre , demokrasinin etkili bir biçimde işleyebilmesinin
olmazsa olmazıdır. Günümüzde sürekli olarak "diyalog" ve
"müzakere" den dem vuruluyor, fakat eğer elde gerçek bir
seçme şansı yoksa ve tartışmanın katılımcıları tercihlerini

9
birbirinden bütünüyle farklı seçenekler arasında yapamıyor­
larsa, bu terimlerin siyasal alanda ne anlamı olabilir?
Siyasette rasyonel anlaşmaya ulaşmanın mümkün olduğu­
nu düşünen ve demokratik kurumları toplumun farklı so­
runlarına rasyonel çözümler bulmanın bir aracı olarak gören
liberallerin benim siyasal kavrayışımı "nihilist" olmakla suç­
layacaklarından hiç şüphem yok. "Mutlak demokrasi" nin
mümkün olduğuna inanan radikal sol kesim de aynı şe­
yi yapacaktır. Agonistik yaklaşımımın "siyasal"ın "gerçek"
anlamda kavranışından beslendiğini anlatmaya çalışma ­
yacağım; çünkü onları ikna etmeme faydası olmayacaktır.
Ben farklı bir yol izleyeceğim: Kendi tanımladığım şekliy­
le "siyasal"ın inkarının demokratik siyaset için sonuçlarının
ne olduğunu ortaya koyacağım. Mutabakatçı yaklaşımın,
uzlaşmış bir toplum yaratmak yerine, agonistik perspektifin
-söz konusu çatışmalara meşru bir ifade biçimi sağlayarak­
pekala üstesinden gelebileceği antagonizmalara yol açtığını
göstereceğim. Bu şekilde, demokratik siyasetin karşı karşıya
olduğu güçlükleri anlayabilmek için öncelikle toplumsal ya­
şamın çatışmalı boyutunun ortadan kaldırılamayacağını ka­
bul etmek gerektiğini anlatmayı amaçlıyorum.
Liberal siyasal söylemde hakim olan rasyonalizmden do­
layı, siyasalın kavranması bakımından gerekli olan içgörüyü
genellikle muhafazakar kuramcılarda yakalıyorum. Muhafa­
zakar kuramcılar dogmatik varsayımlarımızı liberal müda­
filerden çok daha güçlü bir şekilde sarsabiliyorlar. Bu yüz­
den, liberal düşünceye yönelik eleştirimi Carl Schmitt gibi
tartışmalı bir düşünürün kuramına başvurarak dile getirme­
yi yeğledim. Liberalizmin en parlak ve en uzlaşmaz muha­
liflerinden biri olan Schmitt'ten çok şey öğrenebileceğimize
inanıyorum. Schmitt'in Nazizmle uzlaşmış olmasından ötü­
rü , bu tercihimin husumet doğuracağının farkındayım. Bu,
çoğu insan için, ölçüyü aşmış sayılmasa da, oldukça sapkın

10
bir tercih. Yine de, bazı kuramcıların eserleriyle diyalog kur­
maya ihtiyacımız olup olmadığına karar vermemizi sağlaya­
cak nihai kriterin o kuramcıların ahlaki tutumları değil, en­
telektüel güçleri olduğuna inanıyorum.
Birçok demokrasi kuramcısının ahlaki gerekçelerle
Schmitt'in düşüncesinden uzak durmasını , post-politik
Zeitgeist'ı niteleyen ahlakçı eğilime özgü bir tutum olarak
görüyorum. Aslında, benim düşüncemin merkezinde tam da
bu eğilimin eleştirisi yer alıyor. Bu kitabın temel tezlerinden
birine göre, günümüzde tanıklık ettiğimiz olay, post-politik
kuramcıların inanmamızı istediklerinin aksine , "husumet
boyutunda siyasal"ın [ the political in its adversarial dimen­
sion] gözden kaybolmasından farklı bir şey. Bugün olmakta
olan, siyasalın ahlaki dil dizgesinde tüketilmesidir. Başka bir
deyişle, siyasal hala bir biz/onlar ayrımına bağlı; fakat biz/
onlar aynını, siyasal kategorilerle değil, ahlaki terimlerle ifa­
de ediliyor. "Sağ ve sol" [right and lefti arasındaki bir müca­
dele yerine, "doğru ve yanlış" [right and wrong] arasındaki
bir mücadeleyle karşı karşıyayız.
Dördüncü Bölüm'de , sağcı popülizm ve terörizm örnekle­
rini kullanarak, böyle bir kaymanın hem iç, hem de ulusla­
rarası politika açısından sonuçlarını inceleyeceğim ve içer­
diği tehlikeleri açığa çıkaracağım. Ben, çatışmaların 'agonis­
tik' bir biçim almalarına izin verecek kanallar bulamadıkları
takdirde, antagonistik biçimde ortaya çıkmaya meylettikle­
rini savunuyorum. Biz/onlar karşıtlığı, "hasımlar" [ adversa­
ries] * arasındaki bir siyasal cepheleşme değil de, iyi ve kötü

(*) Mouffe'un "düşman" (enemy) ve "hasım" (adversary) arasında eser boyun­


ca kullanacağı aynın, Cari Schmitt'in "düşman, rakibimiz ya da genel anlam­
da hasmımız değildir" (Siyasal Kavramı, Metis Yayınlan, s. 49) tespitinin eleş­
tirel bir yeniden okumasının sonucudur. Mouffe, Schmitt'in "düşmanlığın"
varoluşsal bir siyasal mücadele varsaydığı fikrinden hareketle bu aynını kabul
etmekte ve fakat Schmitt'in "hasım olma"nın ve "husumet"in siyasal olmadı­
ğı (düşmanlıktan farklı olduğu) yönündeki imasını reddetmektedir. Mouffe'un

11
arasındaki ahlaki bir karşıtlaşma olarak tahayyül edildiğin­
de, muhalif artık sadece yok edilmesi gereken bir düşman
olarak algılanır ki bu da, beraberinde agonistik bir tavır ge­
tirmeyecektir. Dolayısıyla, bugün mevcut düzenin paramet­
relerini bütünüyle sorgulayan antagonizmaların ortaya çıkı­
şına tanıklık ediyoruz.
Bir de, biz/onlar ayrımını her daim içeren kolektif kimlik­
lerin doğasına ilişkin bir sav mevcut. Bu kimlikler siyaset­
te merkezi bir role sahiptirler ve demokratik siyasetin göre­
vi bunları mutabakat yoluyla aşmak değil, demokratik cep­
heleşmeyi dinamikleştirecek bir biçimde inşa etmektir. Li­
beral rasyonalizmin hatası , kolektif özdeşimlerin hareke­
te geçirdiği duygusal boyutu ihmal etmek ve sözde arkaik
"tutkular"ın bireyciliğin gelişimi ve rasyonalitenin ilerleme­
siyle kaybolmaya mahkum olduklarını varsaymaktır. lşte bu
yüzden, demokratik kuram, "kitlesel" siyasal hareketleri ve
milliyetçilik gibi olguları anlama konusunda hiç de hazırlık­
lı değil. "Tutkular"ın siyasette oynadığı rol, liberal kuramın,
"siyasal"ı kavrayabilmek için, değerlerin çoğulluğunu kabul
etmesinin ve hoşgörüyü övmesinin yeterli olmadığını gös­
teriyor. Demokratik siyaset, çıkarlar veya değerler arasın­
da uzlaşma sağlamakla veya kamu yaran hakkında müzake­
re etmekle sınırlandırılamaz; insanların arzulan ve fantezile­
ri üzerinde gerçek bir etkiye sahip olması gerekir. Demokra-

kendisinin de belirttiği gibi, bu "Schmitt'le birlikte Schmitt'e karşı" takınılan


bir tavırdır. Mouffe açısından husumet, Schmitt'in liberal demokratik siyase­
tin tamamıyla anti-siyasal karakterini yansıttığını düşündüğü bir kategori ol­
mak yerine, "siyasal"ı liberal demokratik siyasetin kanalları içerisinde meşru,
fakat çatışmalı/ihtilaflı/agonistik biçimlerde yaşatabilecek bir tavırdır. Bu yüz­
den, Mouffe'un "adversarial model" terimini "husumet modeli" ve Schmitt gi­
bi "enemy" (düşman) , "competitor" (rakip) gibi kavramlardan ayn tuttuğu
"adversary" kavramını da "hasım" olarak çevirmeyi tercih ediyorum. Husu­
met modeli kapsamında okurun karşısına çıkacak daha genel kavramlar olan
"opponent" , "dissent" ve "confrontation" kelimelerini ise, sırasıyla "muhalif',
"muhalefet" ve "cepheleşme" olarak çevireceğim.

12
tik siyaset, tutkuları demokratik tasarılar doğrultusunda ha­
rekete geçirebilmek için, partizan bir karaktere sahip olma­
lıdır. Sağ/sol ayrımının esas işlevi de budur zaten ve bundan
dolayı, post-politik kuramcıların "sağ ve solun ötesinde" dü­
şünmeye yönelik çağrılarına karşı direnmemiz gerekiyor.
"Siyasal" üzerine düşünerek öğrenebileceğimiz son bir
ders daha var: Eğer "hegemonyanın ötesinde" bir düzene
ulaşma olanağı reddedilirse, bunun kozmopolit proj e açı­
sından anlamı ne olur? Bu proje çıkarlarını insanlığın çıkar­
larıyla özdeş kılarak hakimiyetini gizlemeyi başaran bir ikti­
darın dünya hegemonyasını kurmasından başka bir şey ola­
bilir mi? Çift-kutuplu sistemin sona ermesinin kozmopolit
demokrasi için umut vaat ettiğini düşünen çok sayıda ku­
ramcının aksine, mevcut tek-kutuplu düzenin tehlikelerin­
den ancak birkaç bölgesel kutup arasındaki denge sayesin­
de, yani bir hegemonik iktidar çoğulluğuna imkan tanıyan
çok-kutuplu bir dünyanın kuruluşuyla kaçınabileceğimizi
savunuyorum. Bence, tek bir hiper-iktidarın hegemonyasın­
dan korunmanın tek yolu budur.
"Siyasal" alanda, Machiavelli'nin şu can alıcı tespiti üze­
rine kafa yormak gerekiyor: "Her kentte iki farklı arzu bu­
lunur . . . halk kendinden güçlü olanlardan emir almaktan
ve onların baskılarına maruz kalmaktan nefret eder. Güçlü
olanlar ise halka emretmekten ve baskı uygulamaktan hoşla­
nırlar. " Post-politik perspektif, bu potansiyel antagonizma­
nın ortadan kalktığı yeni bir döneme girdiğimiz iddiasını ta­
şıyor. Bu perspektif tam da bu yüzden demokratik siyasetin
geleceğini tehlikeye atabilir.

13
iKiNCi BÖLÜM

Siyaset ve Siyasal

Bu bölümde, günümüz "post-politik" Zeitgeist'ına yönelik


eleştirimin kuramsal çerçevesini betimleyeceğim. Bu ku­
ramsal çerçevenin temel ilkelerini daha önce kaleme aldı­
ğım birkaç çalışmada geliştirmiştim. 1 Burada kendimi bu ça­
lışmalarımın bu kitapta sunulan argümanla ilgili yönleriyle
sınırlandıracağım. Bunlardan en önemlisi, "siyaset" ve "si­
yasal" arasında yapılmasını önerdiğim ayrımdır. Gündelik
lisanda "siyasal"dan bahsetmek elbette alışılagelmiş bir şey
değil; fakat birçok siyasal kuramcının da yaptığı bu ayrımın
önemli düşünsel izlekler açtığını düşünüyorum. Gelgelelim,
esas zorluk bu ayrımı yapan kuramcılar arasında her bir teri­
me atfedilen anlama dair bir fikir birliği olmamasından kay­
naklanıyor ve bu da büyük ölçüde karışıklığa sebep oluyor.
Yine de birtakım ortak yönelimler mevcut. Örneğin, bu ay-

Emesto Laclau ve Chantal Mouffe, Hegemony and Socialist Strategy: Towards a


Radical Democratic Politics, Londra, Verso, 1985 [Hegemonya ve Sosyalist Strateji:
Radikal Demokratik bir Politikaya Doğru, lngilizceden çev. Ahmet Kardam, lstan­
bul, iletişim, 2008 ] ; Chantal Mouffe, The Retum of the Political, Londra, Verso,
1993; Chantal Mouffe, The Democratic Paradox, Londra, Verso, 2000 [Demokra­
tik Paradoks, lngilizceden çev. A. Cevdet Aşkın, Epos Yayınlan, 2002] .

15
nm iki farklı yaklaşıma işaret ediyor: ampirik "siyaset" ala­
nıyla uğraşan siyaset bilimi ve "siyaset"in gerçeklerini de­
ğil, "siyasal"ın özünü araştıran felsefecilerin alanı olarak si­
yasal kuram. Bu ayrımı felsefi olarak ifade etmek istersek,
Heidegger'in söz dağarcığından hareketle, siyasetin "ontik"
[varlıksal ] düzeye , "siyasal"ın da "ontolojik" düzeye gön­
derme yaptığını söyleyebiliriz. Bu da, ontik olanın gelenek­
sel siyasetin envaiçeşit icraatıyla, ontolojik olanın ise toplu­
mun kuruluşuyla ilgili olduğu anlamına gelir.
Ne var ki, böyle bir ayrıma rağmen, hala "siyasal"ı ne­
yin oluşturduğuna dair hatırı sayılır bir anlaşmazlık var­
dır. Hannah Arendt gibi bazı kuramcılar siyasalı bir özgür­
lük ve kamusal müzakere mekanı olarak görürken, başka­
ları da siyasalı iktidarın, çatışmanın ve antagonizmanın ala­
nı olarak görür. Bu ikinci perspektif, benim "siyasal" anla­
yışımla da örtüşür. Daha açık bir şekilde ifade edecek olur­
sam, ben "siyasal" ve "siyaset" arasındaki ayrımı şöyle yapı­
yorum: "siyasal"la insan toplumlarının kurucu unsuru ola­
rak gördüğüm antagonizma boyutunu , "siyaset"le de insan­
ların, siyasalın sebep olduğu çatışmalar bağlamında, birlikte
yaşamalarını sağlayan pratikler ve kurumlar kümesinin ya­
rattığı bir düzeni kastediyorum.
Bu kitaptaki temel inceleme alanım, demokratik siyase­
tin mevcut pratikleriyle ilgilendiğinden "ontik" düzeyde ko­
numlanıyor. Yine de, siyasal bir biçimde düşünme konusun­
daki yetersizliğimizin kökeninde "siyasal"ı ontolojik boyu­
tunda yeterince kavrayamamanın yattığını düşünüyorum.
Argümanımın büyük bir kısmı kuramsal olsa da, esas ama­
cım siyasaldır. "Siyasal"ın doğasına ilişkin tartışmanın de­
mokrasinin geleceğini ilgilendirdiğini savunuyorum. De­
mokrasi kuramında hakim olan rasyonalist yaklaşımın bizi
demokratik siyaset açısından büyük önem arz eden sorulan
sormaktan nasıl alıkoyduğunu gösterme niyetindeyim. Bu-

16
gün acilen, demokratik siyasetin karşılaştığı zorlukları da­
ha iyi anlamamızı sağlayacak alternatif bir yaklaşıma ihti­
yaç vardır.

Antagonizma olarak siyasal

Araştırmamın nirengi noktası, toplumların günümüzde kar­


şılaştığı sorunları siyasal bir biçimde tahayyül edemiyor olu­
şumuzdur. Siyasal sorunlar, uzmanlar tarafından çözülecek
teknik sorunlar değildir. Adamakıllı siyasal sorunlar daima
uzlaşmaz alternatifler arasından bir seçim yapmayı gerekti­
ren kararlar içerir. Siyasal bir biçimde düşünememenin, bü­
yük ölçüde liberalizmin tartışmaya açık olmayan hegemon­
yasından kaynaklandığını düşünüyorum. Bu yüzden, dü­
şünsel çabamın önemli bir bölümünü , liberal fikirlerin be­
şeri bilimler ve siyaset üzerindeki etkisini incelemeye ayı­
racağım. Liberalizmin siyasal alandaki merkezi yetersizliği­
ni, yani liberalizmin antagonizmanın yok edilemez karakte­
rini yadsımasını tespit etmeyi amaçlıyorum. Burada anladı­
ğım şekliyle "liberalizm" , ortak bir özle tanımlanmayan, fa­
kat Wittgenstein'ın deyimiyle, çeşitli "aile benzerlikleri" sa­
yesinde birarada tutulan ve değişik biçimleri olan felsefi bir
söylemdir. Şüphesiz bazıları diğerlerinden daha ilerici olan
birçok liberalizm vardır, fakat (Isaiah Bedin, joseph Raz ,
john Gray, Michael Walzer gibi) birkaç istisna dışında, libe­
ral düşüncedeki hakim eğilimi, kolektif kimliklerin doğası­
nı kabul etmeyi reddeden rasyonalist ve bireyci bir yaklaşım
oluşturur. Bu tür bir liberalizm, sosyal dünyanın çoğulcu
doğasını ve bu çoğulculuğun içerdiği, rasyonel bir çözüme
ulaşmaları hiçbir şekilde mümkün olmayan çatışmaları ye­
terince kavrama kabiliyetinden yoksundur. Tipik liberal ço­
ğulcu kavrayış , gerçekten de birçok perspektifin ve değerin
bulunduğu bir dünyada yaşadığımızı ve görgül sınırlamalar-

17
dan ötürü , hiçbir zaman bu perspektif ve değerlerin hepsi­
ni benimseyemeyeceğimizi, fakat bu perspektif ve değerlerin
biraraya geldikleri takdirde uyumlu ve çatışmasız bir birlik­
telik oluşturduklarını iddia eder. İşte bu yüzden, bu tür bir
liberalizm antagonistik boyutuyla siyasalı [ the political in its
antagonistic dimension] yadsımak zorundadır.
Bu şekilde anlaşılan liberalizme karşı en radikal meydan
okuma, kışkırtıcı eleştirisini liberal varsayımlarla hesaplaşır­
ken kullanacağım Carl Schmitt'in eserlerinde bulunur. Sch­
mitt, Siyasal Kavramı [The Concept of the Political] adlı ki­
tabında* liberalizmin saf ve kati ilkesinin özgül olarak siya­
sal bir kavrayışa yol açmadığını açıkça belirtir. Schmitt'e gö­
re, her tutarlı bireycilik, siyasalı yadsımak zorundadır, çün­
kü böyle bir bireycilik bireyin nihai referans noktası olarak
kalmasını gerektirir. Şöyle der Schmitt: "Liberal düşünce,
devleti ve siyaseti sistematik biçimde teğet geçer ya da dik­
kate almaz; bunun yerine iki heteroj en alanın sürekli yine­
lenen, tipik iki ucu arasında hareket eder: Ahlak ve ekono­
mi, tin (Geist) ve iş, eğitim ve mülkiyet. Devlete ve siyasete
ilişkin bu eleştirel güvensizlik, bireyin terminus a quo (alt sı­
nır) ve terminus ad quem (üst sınır) olarak kalması gerekti­
ğini belirten bir sistemin ilkeleriyle kolayca açıklanabilir. "2

(*) Adı geçen eserden bu Türkçe çeviri kapsamında yapılacak alıntılar, Mouffe'un
gönderme yaptığı 1976 basımı İngilizce The Concept of the Political adlı kitap­
tan çevrilmeyip, Ece Göztepe'nin Almancadan çevirdiği Siyasal Kavramı'ndan
alınacaktır (İstanbul, Metis Yayınlan, 2006) . (Bu gibi Mouffe'un gönderme
yaptığı eserlerin Türkçe karşılıklarından yapılan alıntılar, "Notlar" bölümün­
de, Mouffe'un referanslarının ardından köşeli parantezler içerisinde belirtile­
cektir. Aksi belirtilmediği müddetçe ve uygun Türkçe çevirileri bulunmadı­
ğı takdirde, Mouffe'un Siyasal üzerine boyunca yaptığı diğer bütün alıntıların
çevirisi Mouffe'un lngilizce metninde yer alan cümlelerden çevirmen tarafın­
dan yapılacaktır. Yine aksi belirtilmediği müddetçe, alıntılarda yapılan vurgu­
lar orijinal metindeki gibidir.)
2 Cari Schmitt, The Concept of the Political, New Brurnswick, Rutgers University
Press, 1976, p. 70 [Siyasal Kavramı, Almancadan çev. Ece Göztepe, lstanbul,
Metis Yayınlan, 2006, s. 9 1 ] .

18
Liberal düşünceyi niteleyen metodolojik bireycilik, kolektif
kimliklerin doğasını kavramaya olanak tanımaz. Oysa, Sch­
mitt için, siyasalın ölçütü, siyasalın özgül farklılığı (differen­
tia specifica) , yani dost/düşman ayrımıdır. Siyasal, "onlar"a
karşı "biz"in oluşmasından ibarettir ve her zaman kolektif
özdeşim biçimleriyle ilgilidir. Siyasal, çatışma ve antagoniz­
maya dairdir ve dolayısıyla serbest tartışmanın değil, kara­
rın alanıdır. Schmitt'in deyimiyle, siyasal, "ancak dost-düş­
man ayrımına ilişkin . . . kavranabilir; siyasal kavramının din­
sel, ahlaki, estetik, ekonomik bakımdan nasıl değerlendiril­
diği ise önemsizdir."3
Schmitt'in yaklaşımının kilit noktalarından biri, her mu­
tabakatın dışlayıcı edimlere dayandığını göstererek, herke­
si içeren "rasyonel" bir mutabakatın olanaksızlığını açığa çı­
karmaktır. Daha önce de belirttiğim gibi, çoğu liberal dü­
şüncenin, bireyciliğin yanı sıra, bir diğer temel özelliği de
akla dayalı evrensel bir mutabakatın erişilebilir olduğuna
dair rasyonalist inanç duymasıdır. Dolayısıyla, siyasalın li­
beral düşüncenin kör noktası olması şaşırtıcı değildir. Siya­
salın liberal rasyonalizm tarafından kavranamaması, basit
bir sebepten kaynaklanır. Bu sebep de her tutarlı liberaliz­
min antagonizmanın indirgenemezliğini yadsımak zorunda
olmasıdır. Liberalizm antagonizmayı yadsımak zorundadır,
çünkü antagonizma, -tam olarak karar verilemez bir alan­
da karar verme zorunluluğu anlamına gelen- kaçınılmaz ka­
rar anını öne çıkararak her rasyonel mutabakatın sahip ol­
duğu sınırı ifşa eder. Liberal düşüncenin, bireyciliğe ve ras­
yonalizme bağlı kalmasından ötürü , antagonistik boyutuy­
la siyasala karşı körleşmesi, salt görgül değil, asli bir ihma­
lin sonucudur.
Schmitt'in sözleriyle: "devlete, kiliseye ya da bireysel öz­
gürlükleri sınırlandıran benzeri kısıtlayıcı kurumlara karşı
3 Ag.e. , s. 35 [Siyasal Kavramı, s. 55] .

19
ticaret politikası, kilise ve eğitim politikası ya da kültür poli­
tikası gibi polemikçi liberal bir karşı-siyasetten bahsedilebi­
lir. Ancak bu durumda bile bütünüyle liberal bir siyasetten
çok, siyasetin liberal bir eleştirisinden söz etmek daha yerin­
de olacaktır. Liberalizmin sistematik teorisi, hemen her za­
man devlet gücüne karşı iç politikada yürütülen mücadele­
ye ilişkin olmuştur. "4 Ne var ki, kendisinin de belirttiği gibi,
siyasalı yok etmeye yönelik liberal çaba başarısızlığa mah­
kumdur. Siyasal hiçbir zaman yok edilemez, çünkü enerjisi­
ni çok değişik insan uğraşlarından elde edebilir: "Herhangi
bir dinsel, ahlaki, ekonomik, etnik ya da başka bir karşıtlık,
insanları dost ve düşman olmak üzere etkili biçimde ayırma­
yı başaracak kadar güçlüyse, politik bir karşıtlığa dönüşür. "5
Siyasal Kavramı, ilk olarak 1932 yılında yayımlanmıştı,
fakat Schmitt'in eleştirisi günümüzde, her zaman olduğun­
dan daha anlamlı. Liberal düşüncenin o tarihten bugüne ev­
rimini incelersek, gerçekten de etik ve ekonomi arasında gi­
dip gelen bir düşünce olduğunu tespit edebiliriz. Günümüz­
de, kabaca, iki ana liberal paradigmadan söz edilebilir. Za­
man zaman " toplulaştırıcı" [ aggregative] olarak anılan bi­
rinci model, siyaseti toplumdaki farklı rakip güçler arasın­
da kurulacak bir uzlaşma olarak tahayyül eder. Bireyler,
kendi çıkarlarının maksimizasyonuyla güdülenen ve siyasal
dünyada araçsal bir biçimde hareket eden rasyonel varlıklar
olarak tasvir edilir. Bu, piyasa fikrinin iktisattan ödünç alı­
nan kavramlarla siyaset alanına uygulanmasıdır. Bu araçsal­
cı modele tepki olarak geliştirilen ve "müzakereci" [ delibe­
rative] olarak bilinen diğer paradigma, ahlak ve siyaset ara­
sında bir bağlantı kurmayı hedefler. Bu modeli savunanlar,
araçsal rasyonalitenin yerine iletişimse! rasyonaliteyi koyar.
Siyasal tartışmayı ahlakın uygulanacağı özgül bir alan olarak

4 A.g.e. , s. 70 [Siyasal Kavramı, s. 9 1 ] .


5 A.g.e. , s. 37 [Siyasal Kavramı, s. 57] .

20
sunarlar ve siyaset alanında serbest tartışma aracılığıyla ras­
yonel, ahlaki bir mutabakat yaratmanın mümkün olduğuna
inanırlar. Bu modelde siyaset, iktisat üzerinden değil, etik ya
da ahlak temelinde anlaşılır.
Müzakereci modelin başlıca savunucularından olan Jür­
gen Habermas, rasyonel bir mutabakatın olanaklılığını sor­
gulayanların ve siyaset denen alanda her zaman nifak bul­
mayı bekleyenlerin aslında demokrasinin olanaklılığının al­
tını oyduklarını iddia eder ve bu yüzden Schmitt'in siya­
salın rasyonel kavranışına karşı meydan okumasını cin çı­
karır gibi defetmeye çalışır. Habermas , Schmitt'in meydan
okumasına şu şekilde yanıt verir: "Eğer adalete ilişkin soru­
lar, rakip yaşam biçimlerinin etik öz-anlayışlarını aşamazsa
ve eğer varoluşsal bakımdan önemli değerler, çatışmalar ve
karşıtlıklar bütün tartışmalı sorunlara nüfuz etmek zorun­
daysa, o halde, son tahlilde, elde kalan Carl Schmitt'in siya­
set anlayışına benzer bir şey olacaktır."6
Ben, bu tür bir siyasal anlayışın demokratik proj enin ru­
huna aykırı olduğunu savunan Habermas ve diğerlerine kar­
şı, Schmitt'in dost/düşman ayrımının her daim varolan ola­
naklılığına ve siyasetin çatışmalı doğasına yaptığı vurgunun
demokratik siyasetin amaçlarını tahayyül edebilmek için zo­
runlu bir başlangıç noktası oluşturduğunu düşünüyorum.
Demokratik siyaset için merkezi öneme sahip olan soruyu
ancak "siyasal"ın antagonistik boyutunu teslim ederek so­
rabiliriz. Liberal kuramcılar kusura bakmasınlar ama bu so­
ru , ne rakip çıkarlar arasında nasıl bir anlaşma akdedilece­
ğiyle, ne de "rasyonel" , yani dışlamaya yer vermeyen, herke­
si içeren bir mutabakata nasıl varılacağıyla ilgilidir. Demok­
ratik siyasetin özgüllüğü , bazı liberallerin inanmamızı is­
tediklerinin aksine, biz/onlar karşıtlığının aşılmasını değil,

6 Jürgen Habennas, 'Reply to Symposium Participants' [Sempozyum Katılımcı­


lanna Yanıt] , Cardozo Law Review, Vol. 1 7 , 4-5, Mart 1 996, s. 1 943.

21
bu karşıtlığın farklı bir biçimde kurulmasını gerektirir. De­
mokrasinin ihtiyaç duyduğu şey, modem demokrasinin ku­
rucu unsuru olan çoğulculukla bağdaşan bir biz/onlar ayrı­
mı yapmaktır.

Çoğulculuk ve dost/düşman ilişkisi

Bu noktada demokratik bir siyasal cemaat içerisinde ço­


ğulculuğa yer olmadığı konusunda fazlasıyla katı olan
Schmitt'ten ayrılmamız gerekir. Onun anladığı şekliyle de­
mokrasi, homojen bir demos'un [ halk] varlığını gerektirir ve
bu da herhangi bir çoğulculuğu imkansız kılar. Schmitt'in
liberal çoğulculuk ile demokrasi arasında aşılamaz bir çeliş­
ki görmesi bu yüzdendir. Schmitt'e göre, tek olası ve meşru
çoğulculuk, devletlerin çoğulculuğudur. Dolayısıyla, ben,
Schmitt'i takip edip liberal demokratik siyaseti reddetmek
yerine, Schmitt'in liberal bireycilik ve rasyonalizm eleştiri­
sini yeni bir liberal demokratik siyaset anlayışı geliştirmek
için kullanıp "Schmitt'le birlikte Schmitt'e karşı" düşünme­
yi öneriyorum.
Benim için Schmitt'in en önemli tespitlerinden biri, siya­
sal kimliklerin bir çeşit biz/onlar ilişkisinden, yani değişik
toplumsal ilişki biçimlerinin ortaya çıkarabileceği dost/düş­
man ilişkisinden ibaret oldukları yönündeki tezidir. Sch­
mitt, siyasal kimliklerin ilişkisel doğalarını öne çıkararak,
daha sonra bütün kimliklerin ilişkisel niteliğini vurgulaya­
cak olan post-yapısalcılık gibi birçok düşünce akımını ön­
görebilmiştir. Bugün, sonraki kuramsal gelişmeler sayesin­
de, Schmitt'in ısrarla vurgulayıp da kuramlaştırmadığını ay­
rıntılandırabilecek bir konumdayız. Bizi bekleyen zorluk,
Schmitt'in tespitlerini farklı bir yönde geliştirmek ve de­
mokratik çoğulculukla bağdaşan farklı türden dost/düşman
ayrımlarını tahayyül etmektir.

22
Böylesi bir proj e için özellikle "kurucu dışsal" [ consti­
tutive outside] mefhumunu faydalı buluyorum, çünkü bu
mefhum bir kimliğin oluşum sürecindeki temel niteliği açı­
ğa çıkanyor. Bu terim, jacques Derrida'nın "eklenti" [ supp­
lement], "iz" [trace] ve "differance" gibi mefhumlar etrafın­
da geliştirdiği birtakım temalara gönderme yapan Henry
Staten7 tarafından önerildi. Amaç, bir kimliğin yaratılması­
nın, sıklıkla bir hiyerarşi temelinde, örneğin biçim ve mad­
de, siyah ve beyaz, erkek ve kadın vs . arasında inşa edilen
bir farklılığın kurulmasına işaret ettiği gerçeğinin altını çiz­
mek. Her kimliğin ilişkisel olduğunu ve bir farklılığın olum­
lanmasının herhangi bir kimliğin varlığının önkoşulu, yani
kimliğin "dış"ını kuran bir "öteki" algısı olduğunu anladığı­
mız anda, Schmitt'in antagonizmanın her daim varolan ola­
naklılığı hakkındaki vurgusunu daha iyi kavrayabileceğimiz
ve toplumsal ilişkilerin antagonizmanın gelişmesine olanak
sağlayan bir alan olduğunu daha iyi görebileceğimiz bir ko­
numa erişeceğimizi düşünüyorum.
Kolektif kimlikler alanında, her zaman "onlar"ın sınırla­
rının belirlenmesiyle var olabilecek bir "biz"in yaratılma­
sıyla uğraşınz. Bu, elbette, bu tür bir ilişkinin zorunlu ola­
rak dost/düşman ilişkisi , yani antagonistik bir ilişki oldu­
ğu anlamına gelmez. Fakat belli şartlar altında, bu biz/on­
lar ilişkisinin her an bir antagonistik ilişki olabileceği , yani
bir dost/düşman ilişkisine dönüşebilme ihtimalinin bulun­
duğunu kabul etmek gerekir. Bu , "onlar"ın "biz"im kimli­
ğimizin yerindeliğini sorgulayan ve varlığını tehdit eden bir
"onlar" olarak algılanmasıyla gerçekleşir. O andan itibaren,
Yugoslavya'nın parçalanmasının da doğruladığı gibi, dini,
etnik, ekonomik veya başka türden herhangi bir biz/onlar
ilişkisi bir antagonizmanın alanı olur.

7 Henry Staten, Wittgenstein and Derrida [ Wittgenstein ve Derrida] . Oxford, Basil


Blackwell, 1985.

23
Elbette, bu biz/onlar ilişkisinin, Schmitt açısından siya­
sal olabilmesi için, antagonistik bir dost/düşman ilişkisi bi­
çimini alması gerekir. Bu yüzden Schmitt bu ilişkinin si­
yasal birlik içerisinde gerçekleşmesine izin vermez. Sch­
mitt, antagonistik bir çoğulculuğun bir politik varlığın kalı­
cılığı açısından yarattığı tehlikelere karşı yaptığı uyanlarda
şüphesiz haklıydı. Gelgelelim, birazdan ileri süreceğim gi­
bi, dost/düşman ayrımını siyasalı kuran antagonistik boyu­
tun olası ifade biçimlerinden yalnızca bir tanesi olarak gör­
mek mümkündür. Antagonizmanın her daim varolan ola­
naklılığını kabul etmek şartıyla, biz/onlar ayrımının başka
türlü siyasal inşa biçimlerini de tahayyül edebiliriz. Eğer bu
yolu takip edersek, demokratik siyasetin karşısındaki zorlu­
ğun, farklı biçimde bir biz/onlar ayrımı kurarak antagoniz­
manın ortaya çıkma ihtimalini uzak tutmaktan ibaret oldu­
ğunu fark ederiz.
Bu konuyu daha fazla irdelemeden evvel, yaptığım tartış­
malardan kuramsal bir sonuç çıkarmama izin verin. Bu aşa­
mada , siyasal kimliklerin oluşma ihtimalinin koşulu olan
biz/onlar ayrımının her zaman bir antagonizmanın konu­
mu olabileceğini söyleyebiliriz. Bütün siyasal kimlik biçim­
leri bir biz/onlar aynını içerdiğinden, bu , antagonizmanın
ortaya çıkma ihtimalinin hiçbir zaman ortadan kaldırılama­
yacağı anlamına gelir. Dolayısıyla, gelecekte antagonizmayı
tamamıyla ortadan kaldıran bir toplumun kurulabileceğine
inanmak bir yanılsamadır. Schmitt'in dediği gibi, antagoniz­
ma, her daim varolan bir olanaklılıktır; siyasal, ontolojik du­
rumumuzdan kaynaklanır.

Hegemonya olarak siyaset

Antagonizmanın yanı sıra , hegemonya kavramı da "siya­


sal" sorusunu ele almak için anahtar mefhumlardandır .

24
"Siyasal"ı antagonizmanın her daim varolan olanaklılığı ola­
rak hesaba katmak, nihai bir temelin yokluğuyla hesaplaş­
mayı ve her düzene hakim olan karar verilemezlik boyutu­
nu kabullenmeyi gerektirir; başka bir deyişle, her çeşit top­
lumsal düzenin hegemonik doğasını ve her toplumun bir
olumsallık bağlamında düzen kurmaya çalışan bir dizi pra­
tiğin ürünü olduğu gerçeğini tanımayı gerektirir . Ernesto
Laclau'nun belirttiği gibi, * "Hegemonik müdahale iki as­
li özellik taşır: hegemonik eklemlenmelerin . . . olumsal ka­
rakteri ve -toplumsal ilişkileri herhangi bir a priori toplum­
sal akliliğe [rasyonaliteye ] bağlı olmaksızın, asli bir anlamda
kurmaları anlamında- kurucu karakteri. "8 Siyasal, hegemo­
nik kuruluş edimlerine bağlıdır. Bu anlamda toplumsalı si­
yasaldan ayırt etmek gerekir. Toplumsal, kendi kendilerini
temellendiriyormuş gibi görünen, fakat olumsal siyasal ku­
ruluşun kökensel edimlerini saklayan ve varlıkları sorgusuz
sualsiz kabul edilen tortulaşmış pratiklerin alanıdır. Tortu­
laşmış toplumsal pratikler herhangi bir olası toplumun ku­
rucu unsurlarındandır; toplumsal bağların hepsi aynı anda
sorgulanmaz. Dolayısıyla, toplumsal ve siyasal, Heidegger'in
deyimiyle , varoluşçulann [ existentials ] statüsüne sahip­
tirler; yani, her toplumsal yaşamın zorunlu boyutlarıdır­
lar. Eğer -hegemonik anlamıyla- siyasal, toplumsal kuru­
luş edimlerinin görünürlüğünü içerirse, neyin toplumsal
neyin siyasal olduğunu önsel olarak, yani herhangi bir bağ­
lamsal göndermeden bağımsız olarak belirlemek imkansız­
laşır. Toplum, kendi dışında bulunan bir mantığın (bu man-

(*) Adı geçen eserden bu Türkçe çeviri kapsamında yapılacak alıntılar, Mouffe'un
gönderme yaptığı lngilizce Emancipation(s) adlı kitaptan çevrilmeyip, Ertuğrul
Başer'in lngilizceden çevirdiği Evrensellik, Kimlik ve Ôzgürleşme'den alınacak­
tır (lstanbul, Birikim Yayınlan, 2003).
8 Ernesto Laclau, Emancipation(s), Londra, Verso , s. 90 [Evrensellik, Kimlik
ve Ôzgürleşme, lngilizceden çev. Ertuğrul Başer, lstanbul, Birikim Yayınlan,
2003, s. 1 44]

25
tığın kaynağı, üretim güçleri, Hegel'in Mutlak Tin dediği şe­
yin gelişimi, tarihin yasaları, vs . ; ne olursa olsun) tezahür
etmesi olarak görülmemelidir. Her düzen olumsal pratikle­
rin geçici ve belirsiz eklemlenmelerinden ibarettir. Toplum­
sal ve siyasal arasındaki sınır özünde değişkendir ve sürekli
olarak toplumsal failler arasındaki yer değiştirmelere ve ye­
niden müzakerelere ihtiyaç duyar. Her şey her zaman farklı
olabilir; bu yüzden, her düzenin dayanağı başka olanakların
dışlanmasıdır. Bir düzen bu anlamda "siyasal"dır, çünkü ti­
kel bir iktidar ilişkileri yapısının ifadesidir. iktidar toplum­
salı kurar, çünkü toplumsal ona şekil veren iktidar ilişkileri
olmaksızın varolamaz. Belli bir dönemde "doğal" düzen ola­
rak kabul gören bir düzen (ona eşlik eden "ortak duyu"yla
birlikte) tortulaşmış pratiklerin sonucudur; hiçbir zaman
onu var eden pratiklerin dışında yer alan daha derin bir nes­
nelliğin tezahürü değildir.
Bu konuyu özetleyecek olursak: her düzen siyasaldır ve
bir tür dışlamaya dayanır. Bastırılmış olan ve tekrar hare­
kete geçirilebilecek diğer olanaklar her zaman vardır. Bel­
li bir düzenin kurulmasını sağlayan ve toplumsal kurumla­
rın anlamını sabitleyen eklemleyici pratikler, "hegemonik
pratikler"dir. Her hegemonik düzen, bir başka hegemonya
kurmak adına mevcut düzeni parçalamaya çalışan karşıt-he­
gemonik pratiklerin meydan okumasına açıktır.
Kolektif kimlikler söz konusu olduğunda, kendimizi ben­
zer bir durumda buluruz. Kimliklerin özdeşim süreçleri­
nin sonucu olduklarına ve hiçbir zaman tamamıyla sabitle­
nemeyeceklerine değinmiştik. Özdeşim sürecinin öncesin­
de var olan ve özcü kimlikleri ifade eden "biz/onlar" karşıt­
lıklarıyla hiçbir zaman karşı karşıya kalmayız . Dahası , da­
ha önce de vurguladığım gibi, "onlar" "biz"in olanaklılığı­
nın koşulu , "biz"in "kurucu dışsal"ı olduğundan, bu , belli
bir "biz"in kuruluşunun her zaman bir tür "onlar" dan ayırt

26
edilmeye dayanacağı anlamına gelir. Bu nokta, " onlar"ın
inşa ediliş biçimine göre farklı biz/onlar ilişkisi türlerinin
olanaklılığını tahayyül etmemizi mümkün kıldığı için çok
önemlidir.
Bu kuramsal noktaları , savunduğum farklı demokratik
siyaset yaklaşımının gerektirdiği çerçeveyi oluşturdukla­
rı için vurguluyorum. Aynı anda hem demokratik çoğul­
culuğun olanaklılığını olumlayıp, hem de antagonizmanın
yok edilemezliğini önerebilmek için, bu iki savın birbirini
yadsımadığını Schmitt'e karşı savunmamız gerekir. Burada
esas mesele, antagonizmanın çoğulcu demokrasiyle uyum­
lu bir biz/onlar karşıtlığı biçimini mümkün kılacak bir şe­
kilde nasıl dönüştürüleceğini göstermektir. Böyle bir imka­
nın olmaması durumunda, elde kalan alternatifler şunlar­
dır: Ya Schmitt'le birlikte liberal demokrasinin çelişkili do­
ğasına inanabiliriz, ya da liberallerle birlikte husumet mode­
linin [ adversarial model] ortadan kaldırılmasını demokra­
sinin ilerlemesi olarak görebiliriz. Birinci durumda, çoğul­
cu bir demokratik düzenin olanaklılığı reddedilirken; ikinci
durumda , olumsuz sonuçlarını sonraki bölümlerde tartışa­
cağımız, tamamıyla yetersiz , anti-siyasal bir liberal demok­
rasi görüşü önerilir.

Demokratik siyaset için hangi biz/onlar?

Bir önceki analiz ışığında, demokratik siyasetin esas görev­


lerinden birinin toplumsal ilişkilerde varolan potansiyel an­
tagonizmayı etkisizleştirmek olduğunu söyleyebiliriz . Bu­
nun biz/onlar ilişkisini aşarak başarılamayacağını , yalnız­
ca biz/onlar ilişkisini farklı bir şekilde inşa ederek başarı­
labileceğini kabul edersek, şunu sormak gerekir: "ehlileşti­
rilmiş" bir antagonizma ilişkisini ne oluşturabilir, böyle bir
ilişki nasıl bir biz/onlar biçimi ima eder? Çatışmanın, meşru

27
olarak kabul görmesi için, siyasal birliği yok etmeyecek bir
biçim alması gerekir. Bunun anlamı da, bütünüyle antago­
nistik bir dost/düşman ilişkisinde olduğu gibi tarafların mu­
haliflerini yok edilmesi gereken düşmanlar, muhaliflerinin
taleplerini de gayrimeşru talepler olarak görmemeleri için,
çatışma içerisindeki taraflar arasında bir tür ortak bağ bu­
lunması gerektiğidir. Ne var ki, muhalifler, basitçe, çıkarla­
rı salt müzakere yoluyla ele alınabilecek veya uzlaştırılabi­
lecek rakipler olarak görülemez, çünkü böyle bir durumda
antagonistik unsur tamamen ortadan kaldırılmış olur. Eğer
bir taraftan çatışmanın antagonistik boyutunun kalıcılığını
kabul edip, diğer taraftan da bu boyutun "ehlileştirilmesi"
ihtimaline yer vereceksek, o halde üçüncü bir ilişki türü ta­
hayyül etmemiz gerekir. Bu benim "agonizm" demeyi öner­
diğim ilişki türüdür.9 Antagonizma iki tarafın herhangi bir
ortak zemin paylaşmayan düşmanlar oldukları bir biz/onlar
ilişkisiyken, agonizm çatışan tarafların, çatışmanın rasyo­
nel bir çözümü olmadığını kabul etmelerinin yanı sıra , kar­
şılıklı olarak muhaliflerinin meşruiyetini tanıdıkları bir biz/
onlar ilişkisidir. Agonizmde, çatışan taraflar düşman değil,
"hasım"dır. Bu da, çatışma sırasında, birbirlerini aynı siya­
sal birliğe ait gördükleri, çatışmanın gerçekleştiği ortak bir
sembolik mekanı paylaştıkları anlamına gelir. Demokrasi­
nin görevinin antagonizmayı agonizme dönüştürmek oldu­
ğunu söyleyebiliriz.
lşte bu yüzden, "hasım" , demokratik siyaset için oldukça
önemli bir kategoridir. Husumet modeli demokrasinin ku-

9 Bu "agonizm" fikri Demokratik Paradoks [ Epos Yayınları, 2002] adlı kitabımın


4. bölümünde geliştirilmiştir. Şüphesiz bu terimi kullanan tek kişi ben deği­
lim ve şu anda birçok "agonistik" kuramcı var. Gelgelelim, bu kuramcılar siya­
salı genellikle bir özgürlük ve müzakere alanı olarak tahayyül ederken, benim
için siyasal bir çatışma ve antagonizma alanıdır. Benim agonistik perspektifimi
William Connolly, Bonnig Honig ya da james Tully'nin savunduğu perspektif­
ten farklılaştıran budur.

28
rucu unsuru olarak görülmelidir, çünkü bu model demokra­
tik siyasetin antagonizmayı agonizme dönüştürmesini sağ­
lar. Bir başka deyişle, bu model, antagonistik boyutun, po­
tansiyel antagonizmayı agonistik bir biçimde tüketecek ku­
rumların ve pratiklerin oluşturulması sayesinde, nasıl "ehli­
leştirebileceğimizi" tahayyül etmemize yardımcı olur. Bu ki­
tapta, sıklıkla, antagonistik çatışmaların ortaya çıkma olası­
lığının muhalif sesler için agonistik meşru siyasal kanallar
bulunduğu müddetçe daha düşük olduğunu savunacağım.
Agonistik kanalların olmadığı durumlarda, muhalefet şid­
detli biçimler almaya meyleder ve bu eğilim, hem iç hem de
uluslararası politika için geçerlidir.
Benim burada sunduğum "hasım" mefhumunun terimin
liberal söylemde anlaşılan biçiminden tamamıyla ayırt edil­
mesi gerektiğini vurgulamak istiyorum, çünkü benim anla­
dığım şekliyle bu mefhumda antagonizmanın varlığı orta­
dan kaldırılmıyor, bilakis, tabiri caizse, "yüceltiliyor" [subli­
mated] . Liberaller için hasım basitçe rakiptir. Onlar için si­
yaset alanı farklı grupların iktidar konumlarını ele geçirmek
için rekabet ettikleri tarafsız bir alandır; amaçlan, salt ken­
di istedikleri konumu elde etmek için diğerlerini yerlerin­
den etmektir. Hakim hegemonyanın doğruluğunu sorgula­
mazlar ve iktidar ilişkilerini ciddi anlamda dönüştürme ça­
balan yoktur. Söz konusu olan, yalnızca seçkinler arasında­
ki rekabettir.
Bu görüşün aksine, agonistik mücadele verili bir toplu­
mu yapılandıran iktidar ilişkilerinin düzenlenişiyle ilgilidir:
agonistik mücadele, karşıt hegemonik projeler arasında hiç­
bir zaman rasyonel bir biçimde çözümlenemeyecek bir mü­
cadeledir. Bu mücadelede, antagonistik boyut, hasımların
kabul ettiği birtakım demokratik prosedürün düzenlediği
koşullar altınd� girişilen gerçek bir cepheleşme olarak her
daim mevcuttur.

29
Canetti ve parlamenter sistem üzerine

Elias Canetti demokratik siyasetin görevinin "agonistik"


ilişkiler kurmak olduğunu tamamen kavramış olan yazar­
lardan biridir. Kitle ve lktidar'ın* [ Crowds and Power] "Ta­
rihte Kitle" bölümünün parlamenter sistemin doğasını ince­
lemeye adanmış birkaç göz alıcı sayfasında, Canetti bu sis­
temin muhalif orduların psikolojik yapısını kullandığına ve
öldürmeyi reddeden bir savaş biçimi sahnelediğine işaret
eder. Canetti'ye göre:

Parlamenter bir oylama, iki grubun belirli bir yer ve zaman­


daki göreli kuvvetlerini ölçmekten başka bir şey yapmaz.
Bu kuvvetleri önceden bilmek yetmez. Bir partinin 360, di­
ğerinin yalnızca 240 milletvekili olaLilir; ama birinin diğeri
karşısındaki gücünün fiilen ölçüldüğü an olması nedeniyle,
gerçek oylama belirleyicidir. tık baştaki ölümcül çarpışma­
dan geriye kalan sadece budur ve bu oyun pek çok biçim­
de oynanır: patlamalara yol açabilecek tehditlerle, istismar­
la ve fiziksel provokasyonla . Ancak oyların sayılması çar­
pışmaları sona erdirir. 1 0

Ve şunu ekler Canetti: "Bu etkinliklerin kutsallığı bir ka­


rar aracı olarak ölümden feragat etmekten çıkar. Her bir oy,
sanki bir taraf için ölüm demektir. Ancak öldürmenin düş­
manın gücü üzerindeki etkisi titizlikle sayılara dökülmüş­
tür; bu sayılarla oynayan, bunları yok eden ya da üzerinde
tahrifat yapan insan, bilmeden ölümün aralarına girmesine
izin verir. " 1 1
( ) Adı geçen eserden bu Türkçe çeviri kapsamında yapılacak alıntılar, Mouffe'un
*

gönderme yaptığı 1 960 basımı lngilizce Crowds and Power adlı kitaptan çev­
rilmeyip, Gülşat Aygen'in Almancadan çevirdiği Kitle ve iktida rdan alınacaktır
(istanbul, Ayrıntı Yayınlan, 2003).
10 Elias Canetti, Crowds and Power, Londra, Penguin, 1 960, s. 220 [Kitle ve ikti­
dar, Almancadan çev. Gülşat Aygen, lstanbul, Ayrıntı Yayınlan, 2003 , s. 1 9 1 ] .
1 1 A.g.e., s . 222 [Kitle ve iktidar, s . 193] .

30
Canetti'nin bu tarifi, düşmanların nasıl hasımlara dönüş­
türülebileceğinin mükemmel bir örneğidir ve burada, çatış­
maların demokratik kurumlar sayesinde, antagonistik değil,
agonistik bir biçimde nasıl sahnelenebilecekleri açık bir şe­
kilde ifade edilmiştir. Canetti'ye göre, modern demokrasi ve
parlamenter sistem, toplulaştırıcı ve müzakereci modelle­
rin yaptığı gibi, insanlığın evriminde rasyonelleşmiş insan­
ların gerek çıkarlarını kollamak gerekse özgür kamusal akıl­
larını kullanmak için rasyonel bir biçimde hareket edebil­
dikleri bir aşama olarak tahayyül edilmemelidir. Canetti şu­
nu vurguluyor:

Artık hiç kimse çoğunluğun kararının, daha fazla oy almış


olduğu için ille de daha akıllıca olduğuna inanmıyor. Sa­
vaştaki gibi iradenin karşısında irade vardır. Taraflardan
her biri hakkın ve aklın kendinden yana olduğu kanaatin­
dedir. Bu kanaat çok kolayca edinilir ve bir partinin göre­
vi tam da bu irade ve kanaati canlı tutmaktır. Oyları aşılan
1
taraf çoğunluğun kararma, artık kendi davasına inanmak-
tan vazgeçtiği için değil, yalnızca yenilgiyi kabul ettiği için
uyar. Bunu yapması kolaydır, çünkü ona hiçbir şey olmaz ;
önceki karşı çıkışından dolayı hiçbir biçimde cezalandırıl­
mamıştır. Yaşamı tehlikede olsa daha farklı davranırdı. An­
cak gelecekte pek çok çarpışmanın olacağını sezinler ama
bu çarpışmaların hiçbirinde öldürülmeyecektir. 1 2

Canetti'nin yaklaşımını gerçekten aydınlatıcı buluyorum.


Canetti, parlamenter sistemin antagonizmayı agonizme dö­
nüştürmede ve demokratik çoğulculukla bağdaşan bir biz/on­
lar ilişkisi inşa etmede oynadığı önemli rolü kavramamızı sağ­
lar. Parlamenter kurumlar yok edildiklerinde veya güçsüzleş­
tiklerinde, agonistik bir şekilde cepheleşme imkanı kaybolur
ve antagonistik bir biz/onlar ilişkisi oluşur. Mesela, Almanya
12 A.g.e. , s. 221 [Kitle ve iktidar, s. 192]

31
örneğini ve parlamenter siyasetin çöküşüyle birlikte Yahudi­
lerin nasıl da antagonistik bir "onlar"a dönüştüklerini düşü­
nün. Sanının, bu, parlamenter demokrasinin solcu muhalifle­
rinin üzerine düşünmeleri gereken bir konudur !
Canetti'nin çalışmasının liberal siyasal kuramda hakim
olan rasyonalist perspektifin eleştirisi için önemli tespitler
sunan bir başka yönü de, "kitle" olgusuna dair dile getirdi­
ği düşüncelerdir. Canelli, her çeşit toplumda bulunan deği­
şik türden kitlelerin temsil ettiği kalıcı ve güçlü cazibeyi dik­
katle inceler ve bu cazibeyi toplumsal failleri harekete ge­
çiren farklı itkilerle açıklar. Bir tarafta, bireyselliğe ve ayırt
ediciliğe doğru bir itki olarak tanımlayabileceğimiz şey var­
dır. Fakat buna ek olarak, toplumsal faillerin bir kalabalığın
parçası olarak kendilerini kitlelerle birleşme anında kaybet­
mek istemelerini sağlayan bir başka itki daha vardır. Kala­
balığın cazibesi, Canetti'ye göre, modernitenin ilerlemesiyle
ortadan kalkacak arkaik ve modern-öncesi bir şey değildir.
Bu , insanların psikolojik durumunun ayrılmaz bir parçası­
dır. Rasyonalist yaklaşımın irrasyonel güçlerin ifadesi ya da
"arkaik olana dönüş" olarak görmeyi tercih ettiği siyasal kit­
le hareketlerini kabul etme konusundaki kabiliyetsizliğinin
kökeninde bu temayülün reddi vardır. Halbuki Canetti'den
hareketle "kitle" cazibesinin her zaman bizimle olacağını
kabul ettiğimiz takdirde, demokratik siyasete daha farklı bir
yoldan yaklaşmamız ve kitlenin demokratik kurumlan teh­
dit etmeyecek bir şekilde nasıl mobilize edilebileceği mese­
lesini ele almamız gerekecektir.
Burada karşımıza çıkan, benim kolektif özdeşim biçimle­
rinin kökeninde yatan çeşitli duygusal güçleri tanımlamak
için " tutkular" demeyi önerdiğim boyuttur. Mevcut siya­
sal demokrasi kuramı, ya çıkarların rasyonel bir şekilde he­
saplanmasına (toplulaştıncı model) ya da ahlaki müzakere­
ye (müzakereci model) vurgu yaptığı için, "tutkular"ın siya-

32
set alanının temel devingen güçlerinden biri olarak oynadık­
ları rolü teslim etmekten acizdir ve " tutkular"ın çeşitli gö­
rünümleriyle karşılaştığı anda daima hazırlıksız yakalanır.
Kuramın bu hali, antagonizmanın her daim varolan olanak­
lılığını kabul etmeyi reddetmesiyle ve demokratik siyase­
tin, rasyonel olduğu müddetçe, her zaman bireysel eylemler
üzerinden yorumlanabileceğine inanmasıyla uyum içerisin­
dedir. Eğer demokratik siyaset bu şekilde yorumlanamazsa,
mevcut siyasal demokrasi kuramına göre, bu durum zorun­
lu olarak geri kalmışlıktan kaynaklanıyor olmalıdır. Bir son­
raki bölümde göreceğimiz gibi, örneğin "refleksif/düşünüm­
sel modernleşme" [ düşünerek-davranmaya dayalı modern­
leşme ] savunucuları kendi tezleriyle uyuşmayan herhangi
bir görüşü bu şekilde yorumlarlar.
Günümüzde mutabakata yapılan vurguyu göz önünde bu­
lundurursak, insanların siyasete git gide daha az ilgi göster­
meleri ve oy vermeme oranlarının artması hiç de şaşırtıcı de­
ğildir. Mobilizasyon siyasallaşmayı gerektirir, fakat siyasal­
laşma insanların karşıt kamplarla özdeşleşebilmelerine ve
dolayısıyla tutkuların demokratik sürecin çeşitliliği içerisin­
de siyaseten harekete geçmelerine olanak sağlayan bir çatış­
malı dünya temsili üretilmeden varolamaz . Mesela, oy ver­
me örneğini düşünün. Rasyonalist yaklaşımın bir türlü kav­
rayamadığı, insanları oy vermeye iten şeyin basitçe çıkarla­
rın kollanmasından çok daha fazla bir şey olduğudur. Oy
vermenin önemli bir duygusal boyutu vardır ve oy vermede
söz konusu olan bir özdeşim meselesedir. İnsanların siya­
seten eyleyebilmeleri için onlara kendileri hakkında, değer­
lendirebilecekleri bir fikir sunan kolektif bir kimlikle özdeş­
leşebilmeleri gerekir. Siyasal söylem, insanlara politikalar
sunmanın yanı sıra , onlara deneyimlediklerini kavrayabil­
melerine yardımcı olan ve gelecek için umut vaat eden kim­
likler de sunmalıdır.

33
Freud ve özdeşim

Siyasetin duygusal boyutunu dikkate almak demokrasi ku­


ramı açısından oldukça önemlidir ve bu da psikanalizle cid­
di bir uğraşı gerektirir. Freud'un "özdeşim" sürecini ana­
lizi, kolektif kimliklerin yaratılmasında faal olan libidi­
nal yükü açığa çıkarır ve antagonizmaların ortaya çıkışları­
na dair önemli ipuçları verir. Freud, Uygarlığın Huzursuz­
luğu'nda, * [ Civilization and Its Discontents ] insanların sal­
dırganlığa yatkınlığından ötürü sürekli parçalanma tehdidi
altında olan bir toplum manzarası sunar. Ona göre, "Bütün
bunların ardında yatan ve sıklıkla yadsınan gerçek, insanın
yumuşak ve sevgiye ihtiyaç duyan, ancak saldırıya uğradı­
ğında kendisini savunmayı becerebilen bir yaratık olmadı­
ğı, hayli yüksek oranda saldırganlık eğilimini de içgüdüsel
yetileri arasında barındırdığıdır. " 1 3 Uygarlık, bu saldırgan
içgüdüleri denetleyebilmek için, farklı yöntemler kullan­
mak zorundadır. Bunlardan biri, sevginin libidinal içgüdü­
lerini harekete geçirerek komünal bağların oluşumunu teş­
vik etmektir. Freud'un Grup Psikolojisi ve Ego Analizi'nde
[ Group Psychology and the Analysis of the Ego ] belirtti­
ği gibi, "bir grup açık biçimde bir güç tarafından birarada
tutulur ve bu marifeti dünyadaki her şeyi bir arada tutan
Eros'tan başka hiçbir güce atfedemeyiz. " 1 4 Amaç, bir top­
luluğun üyeleri arasında güçlü özdeşimler kurmak, onla­
rı paylaşılan bir kimlikte birleştirmektir. Kolektif bir kim-

(*) Adı geçen eserden bu Türkçe çeviri kapsamında yapılacak alıntılar, Mouffe'un
gönderme yaptığı 200 1 basımı lngilizce Civilization and Its Discontents ad­
lı kitaptan çevrilmeyip, Haluk Barışcan'ın Almancadan çevirdiği Uygarlığın
Huzursuzluğu'ndan alınacaktır (lstanbul, Metis Yayınlan, 2009).
13 Sigmund Freud, Civilization and Iıs Discontents, The Standard Edition, Vol.
XXI, Londra, Vintage, 200 1 , s. l l l [ Uygarlığın Huzursuzluğu, Almancadan
çev. Haluk Barışcan, lstanbul, Metis Yayınlan, 2009, s. 68] .
14 Sigmund Freud, Group Psychology and the Analysis of the Ego [Grup Psikolojisi
ve Ego Analizi] , The Standard Edition, vol. XXI, Londra, Vintage, 200 1 , s. l l4.

34
lik, yani bir "biz" , libidinal bir yatırımın sonucudur, fakat
bu zorunlu olarak "onlar"ın belirlenimini beraberinde ge­
tirir. Şüphesiz Freud bütün karşıtlıkları düşmanlık olarak
görmemişti, fakat karşıtlıkların her zaman düşmanlığa dö­
nüşebileceğinin farkındaydı. Kendisinin de işaret ettiği gi­
bi, "Saldırganlıklarının dışavurumuna maruz kalacak baş­
ka bir topluluk olduğu sürece, çok sayıda insanı birbirine
sevgi bağı ile bağlamak mümkündür. " 1 5 Böyle bir durum­
da, biz/onlar ilişkisi bir düşmanlık ilişkisine dönüşür, ya­
ni antagonistik olur.
Freud'a göre , uygarlığın evrimini , biri yaşam içgüdüsü
Eros, diğeri de saldırganlık ve yıkıcılık içgüdüsü Ölüm ol­
mak üzere, iki tür temel libidinal içgüdü arasındaki müca­
dele olarak niteler. Freud aynı zamanda "söz konusu iki iç­
güdüye çoğunlukla -ya da her zaman- birlikte rastlandığı,
iki içgüdünün değişen ve son derece farklı oranlarda birara­
ya geldikleri için tanınmadıkları"nı vurgular. 16 Saldırgan iç­
güdü hiçbir zaman ortadan kaldırılamaz fakat onu Freud'un
kitabında tartıştığı çeşitli yöntemler aracılığıyla, deyim ye­
rindeyse, etkisiz hale getirmeyi ve yıkıcı potansiyelinin gü­
cünü azaltmayı deneyebiliriz. Burada demokratik kurumla­
rın insan toplumlarında her daim varolan ve düşmanlığa yol
açan libidinal güçleri etkisiz hale getirmeye agonistik bir bi­
çimde katkı koyabileceklerini savunuyorum.
Buna ilaveten, Freud'un kuramını geliştirerek siyaset­
te duyguların rolünü keşfetmek açısından büyük önem
arz eden "keyif' [jouissance] kavramını öne süren jacques
Lacan'ın çalışmalarından da bazı içgörüler edinilebilir. Yan­
nis Stavrakakis'in gözlemlediği gibi, Lacancı kurama göre ,

15 Sigmund Freud, Civilization and Its Discontents, The Standard Edition, Vol.
XXI, Londra, Vintage, 200 1 , s. 1 14 [ Uygarlığın Huzursuzluğu, Almancadan
çev. Haluk Barışcan, İstanbul, Metis Yayınlan, 2009, s. 7 1 ] .
16 A.g.e. , s . 1 19 [ Uygarlığın Huzursuzluğu, s . 76] .

35
özdeşimlerin sosyo-politik biçimlerinin süreğenliğini müm­
kün kılan, toplumsal faile bir çeşit keyif verdikleri gerçeği­
dir. Stavrakakis'in sözleriyle:

Keyif sorunsalı, toplumsal fantezilerin dayanağının kısmen


bedenin "keyfi" nde kök saldığını ileri sürerek, sosyo-poli­
tik özdeşim ve kimlik oluşumunda söz konusu olanın ne
olduğu sorusuna somut bir şekilde yanıt vermemize yar­
dımcı olur. Bu alanlarda söz konusu olan, Lacancı kura­
ma göre , yalnızca sembolik bağdaşım ve söylemsel kapa­
nış değil, aynı zamanda keyiftir, insan arzusunu canlandı­
ran "j ouissance" tır. 1 7

Slavoj Zifrk Lacan'ın keyif kavramını aynı doğrultuda ,


milliyetçiliğin cazibesini açıklamak için kullanır. Z izek,
Olumsuzla Oyalanmak'ta [ Tarring with the Negative ] şöy­
le diyor:

Belli bir topluluğu bir arada tutan unsur sembolik özdeşim


meselesine indirgenemez: bu topluluğun üyelerini birbiri­
ne bağlayan bağ her zaman bir Şeye, somut bir Keyfe yöne­
lik paylaşılan bir ilişkiye işaret eder. "Öteki"nin "yaşam bi­
çimimizi" tehdit etmesi durumunda söz konusu olan, fan­
teziler aracılığıyla yapılanan Şeye yönelik bu ilişkidir. 1 8

Milliyetçiliği oluşturan özdeşim türüne ilişkin duygusal


boyut özellikle güçlüdür. Zizek ekler: "Dolayısıyla, milli­
yetçilik keyfin toplumsal alana doğru patlamasının ayrıca­
lıklı bir alanını teşkil eder. Milli Dava, nihayetinde, belli bir
etnik topluluğun tebaasının keyfini ulusal mitlerle düzen-

17 Yannis Stavrakakis, 'Passions of Identification: Discourse, Enjoyment and Eu­


ropean Identity' [ Özdeşim Tutkuları: Söylem, Keyif ve Avrupa Kimliği] , D .
Howarth ve ]. Torfing (der. ) , Discourse Theory in European Politics [Avrupa Si­
yasetinde Söylem Kuramı] içinde, Londra, Palgrave 2005 , s. 72] .
18 Slavoj Zi:lek, Tarrying with the Negative [ Olumsuzla Oyalanmak] , Durham, Du­
ke University Press, 1 993, s. 20 1 .

36
lemesinden başka bir şey değildir. " 1 9 Kolektif özdeşimlerin
her zaman bir biz/onlar türünde ayrımlaşma üzerinden ger­
çekleştiğini akılda tutarsak, milliyetçiliğin nasıl kolaylıkla
düşmanlığa dönüşebileceğini anlayabiliriz. Zizek için, milli­
yetçi nefret, bir başka milletin keyfimize tehdit oluşturduğu­
nu algıladığımızda ortaya çıkar. Dolayısıyla, bu nefretin kö­
keninde, toplumsal grupların keyif eksikliklerini, keyifleri­
ni "çalan" bir düşmanın varlığına dayandırmaları yatar. Ulu­
sal özdeşimlerin dost/düşman ilişkilerine dönüşmesinin na­
sıl önüne geçilebileceğini tahayyül edebilmek için, bu özde­
şimleri ayakta tutan duygusal bağların farkında olmak gere­
kir. Rasyonalist yaklaşımın engel olduğu tam da budur ve
bu da liberal kuramın milliyetçi antagonizmaların patlaması
karşısındaki acizliğini ortaya koyar.
Freud ve Canetti'den alınması gereken ders , fazlasıyla bi­
reycileşmiş toplumlarda bile, kolektif özdeşimlere duyulan
ihtiyacın, insanların varoluş tarzını oluşturmasından ötü­
rü , hiçbir zaman kaybolmayacağıdır. Bu özdeşimler siya­
set alanında önemli bir rol oynarlar ve sundukları duygu­
sal bağ demokrasi kuramcıları tarafından dikkate alınmalı­
dır. "Post-geleneksel" kimliklerin siyasal sorunların rasyo­
nel bir biçimde değerlendirilmesine imkan tanıdığı bir çağa
girdiğimize inanmak ve böylece duyguların demokratik mo­
bilizasyonunun oynadığı rolü göz ardı etmek, siyaset alanı­
nı demokrasinin altını oymak isteyenlere terk etmek demek­
tir. Demokrasi kuramcıları, tutkuları siyasetten bertaraf et­
mek isteyip demokratik siyasetin yalnızca akıl, ılımlılık ve
mutabakat doğrultusunda anlaşılmasını savunarak, siyasa­
lın dinamiklerini kavramadaki yetersizliklerini sergilemek­
tedirler. Bu kuramcılar, demokratik siyasetin insanların ar­
zuları ve fantezileri üzerinde gerçek bir etkiye sahip olması
ve bu siyasetin çıkarları duyarlılıkların, aklı tutkuların karşı-
19 A.g.e. , s. 202.

37
sına koymak yerine, demokratik pratiklere vesile olacak öz­
deşim biçimleri sunması gerektiğini görmezler. Siyasetin her
daim "partizan" bir boyutu vardır ve insanların siyasetle il­
gilenmeleri için gerçek alternatifler sunan taraflar arasında
seçim yapma olanaklarının olması gerekir. Bugünün gökle­
re çıkarılan "partizansız" demokrasisinde eksik olan tam da
budur. Birçok yerde duyduklarımızın aksine, bugün hakim
olan mutabakatçı siyaset türü , demokraside bir ilerlemeyi
temsil etmekten ziyade, Jacques Ranciere'in "post-demok­
rasi" dediği bir dönemde yaşadığımızın işaretidir. Ranciere'e
göre bugün demokrasi için bir model teşkil ettiği düşünü­
len mutabakatçı pratikler, tam olarak demokrasinin yaşam­
sal nüvesini oluşturan şeyin ortadan kalkmasını varsayarlar.
Kendi sözleriyle:

Post-demokrasi demos'tan sonraki bir demokrasinin, hal­


kın görünmesini, yanlış sayılmasını ve tartışmasını ortadan
kaldırmış ve dolayısıyla yalnızca devlet mekanizmalarının
ve toplumsal enerji ve çıkarların karışımının karşılıklı etki­
leşimine indirgenebilen bir demokrasinin, hükümet pratiği
ve kavram olarak meşrulaştırılmasıdır. . . . [ Post-demokrasi ]
devletin biçimleri ile toplumsal ilişkilerin durumu arasın­
da hiçbir boşluk bırakmayacak derecede uygun olanın pra­
tiği ve teorisidir.20

Ranciere'in burada farklı bir söz dağarcığı kullanarak vur­


guladığı , siyasalı kuran ve demokratik siyasete içsel dina­
miklerini kazandıran husumet boyutunun post-politik yak­
laşım tarafından silinmekte olduğudur.

20 Jacques Ranciere, Disagreement [ Uyuşmazlık] , Minneapolis, University of Min­


nesota Press, 1 99 1 , s. 102 (çeviri değiştirildi - Mouffe) .

38
Agonistik cepheleşme

Çoğu liberal kuramcının siyasetin antagonistik boyutunu


ve duyguların siyasal kimliklerin inşasında oynadıkları ro­
lü kabullenmeyi reddetmesinin sebebi, bu kabulün demok­
rasinin amacı olarak gördükleri mutabakatın gerçekleşmesi­
ni tehlikeye atacağına inanmalarıdır. Farkına varamadıkları
şey, agonistik cepheleşmenin, demokrasiyi tehlikeye atmak
şöyle dursun, demokrasinin varoluş koşulunun ta kendisi
olduğudur. Modem demokrasinin özgüllüğü çatışmayı tanı­
masına ve meşrulaştırmasına ve çatışmayı otoriter bir düzen
dayatarak baskı altında tutmayı reddetmesine dayanır. Ço­
ğulcu bir liberal demokratik toplum, -bütüncü bir örgütlen­
me tarzının ayırt edici özelliği olan- toplumun organik bir
birlik şeklindeki sembolik temsilinden koparak, çatışmala­
rın varlığını inkar etmez ve onların husumet biçiminde ifa­
de edilmelerine imkan tanıyan kurumlan sağlar. Bu yüzden
mutabakat siyasetini, güya sağ ve sola dair eski moda hu­
sumet siyasetinin yerine geçtiği için, göklere çıkaran mev­
cut eğilime karşı ihtiyatlı davranmamız gerekir. lyi işleyen
bir demokrasi, meşru demokratik siyasal pozisyonların çar­
pışmasını gerektirir. Sağ ve sol arasındaki cepheleşmeye iliş­
kin söz konusu olan da budur. Bu tür bir cepheleşme siyasal
tutkuları mobilize edecek kadar güçlü olan kolektif özdeşim
biçimleri sunmalıdır. Eğer bu husumet yapısı eksikse, tut­
kular demokratik bir çıkış noktası bulamazlar ve çoğulculu­
ğun agonistik dinamikleri aksamış olur. Böylece demokratik
cepheleşmenin yerini, özcü özdeşim biçimleri ya da müza­
kere edilemeyen ahlaki değerler arasındaki cepheleşmenin
alması tehlikesi ortaya çıkar. Siyasal sınırlar bulanıklaştığın­
da, siyasal partilerden soğuma gerçekleşir ve milliyetçi, dini
ya da etnik özdeşim biçimleri etrafında başka türlü kolektif
kimliklerin oluşmasına tanıklık ederiz. Antagonizmalar çok

39
değişik biçimler alabilirler ve bir gün ortadan kalkacaklan­
na inanmak aldatıcıdır. Çoğulcu demokratik sistem aracılı­
ğıyla agonistik bir biçimde ifade edilmelerine olanak sağla­
mak bu yüzden önemlidir.
Liberal kuramcılar, çatışmanın toplumsal yaşamdaki bi­
rincil gerçekliğini ve siyasal sorunlara rasyonel, tarafsız çö­
zümler bulmanın olanaksızlığını kabullenemedikleri gibi,
çatışmanın modem demokraside oynadığı bütünleştirici ro­
lü de benimseyemezler. Demokratik bir toplum, olası alter­
natifler arasında bir münakaşayı gerektirir ve açık bir şekil­
de farklılaşmış demokratik pozisyonlar etrafında siyasal ko­
lektif özdeşim biçimleri sunmalıdır. Mutabakat elbette ge­
reklidir, fakat mutabakata uyuşmazlığın eşlik etmesi elzem­
dir. Mutabakat, demokrasiyi oluşturan kurumlar ve siyasal
birliği niteleyen "etik-politik" değerler -herkes için özgür­
lük ve eşitlik- açısından gereklidir, fakat bu değerlerin an­
lamına ve nasıl uygulanacaklarına dair uyuşmazlık her za­
man olacaktır. Çoğulcu bir demokraside, bu tür uyuşmaz­
lıklar hem meşrudur, hem de zorunludur; demokratik siya­
setin hamurunu oluştururlar.
Agonistik bir siyasetin uygulanmasının önündeki temel
engel, liberal yaklaşımın eksikliklerinin yanı sıra , Sovyet
modelinin çöküşünden itibaren mevcut düzenin herhangi
bir alternatifinin olmadığını iddia eden neoliberalizmin tar­
tışmasız hegemonyası altında yaşadığımız gerçeğidir. N eo­
liberalizmin bu iddiası, "modernleşme" bahanesiyle adım
adım sağa kayan ve kendilerini "merkez-sol" olarak yeniden
tanımlayan sosyal demokratik partilerce kabul edildi. Sosyal
demokrasi, eski komünist düşmanının krizinden kazanç­
lı çıkmak yerine, adeta onun çöküşünün içine doğru sürük­
lendi. Böylece demokratik siyaset açısından büyük bir fır­
sat kaçmış oldu. Halbuki 1 989'un olayları, komünist siste­
min önceden temsil ettiği ağırlıktan kurtulan solun yeniden

40
tanımlanması için yeterli bir zaman sağlamalıydı. Parampar­
ça olan geleneksel siyasal sınırların ilerici bir biçimde yeni­
den çizilmeleri mümkün olduğundan, demokratik projeyi
derinleştirmek adına gerçek bir şans vardı. Bu şans maale­
sef kaybedildi. Bunun yerine, antagonizmanın ortadan kalk­
tığına ve sınırsız, "onlar" sız bir siyasetin, toplumdaki herke­
si hoş tutacak çözümler bulabilen bir kazan-kazan siyaseti­
nin yükselmekte olduğuna dair muzafferane savlar duyma­
ya başladık.
Solun çoğulculuğun ve liberal demokratik siyasal kurum­
ların önemli olduğu gerçeğiyle yüzleşmesi şüphesiz önem­
liydi, fakat bu , mevcut hegemonik düzeni dönüştürmeye
yönelik bütün çabalan terk etmek ve "gerçekte varolan libe­
ral demokratik toplumlar"ın tarihin sonunu temsil ettiğine
dair görüşü kabul etmek anlamına gelmemeliydi. Komüniz­
min başarısızlığından çıkarılacak bir ders varsa, o da demok­
ratik mücadelenin dost/düşman açısından tahayyül edilme­
mesi gerektiği ve liberal demokrasinin de yok edilmesi gere­
ken bir düşman olmadığıdır. Eğer "herkes için özgürlük ve
eşitliği" liberal demokrasinin (Montesquieu'nün "bir rejimi
harekete geçiren tutkular" olarak tanımladığı) "etik-politik"
ilkeleri olarak ele alacaksak, toplumlanmızla ilgili sorunun,
toplumlarımızın ilan ettikleri idealler değil, o ideallerin ha­
yata geçirilememesi olduğu aşikardır. Dolayısıyla solun gö­
revi, kapitalist hakimiyet için bir kılıf, bir düzmece oldukla­
rı iddiasıyla bu idealleri reddetmek değil, bu ideallerin etki­
li bir biçimde uygulanmaları için mücadele etmek olmalıdır.
Bu da, elbette, mevcut neoliberal kapitalist düzenleme tarzı­
na meydan okumadan yapılamaz.
lşte bu yüzden, bu mücadele, dost/düşman ayrımı çerçe­
vesinde tahayyül edilmemesi gerektiği gibi, basitçe çıkarla­
rın rekabeti olarak ya da "diyalojik" bir tarzda da tahayyül
edilmemelidir. Halbuki günümüzde çoğu sol parti demokra-

41
tik siyaseti tam da bu şekilde tahayyül ediyor. Demokrasiyi
yeniden canlandırmak için, bu çıkmazdan acilen kurtulma­
mız gerekir. Benim iddiam, önerdiğim agonistik yaklaşımın,
"hasım" fikri sayesinde, demokrasinin yeniden canlanması
ve derinleşmesine katkı sağlayabileceğidir. Bu yaklaşım so­
lun perspektifinin hegemonik bir biçimde tahayyül edilmesi
olanağını da sağlar. Buna göre, hasımlar, demokratik çerçe­
ve içerisinde cepheleşmelerini kaydederler, fakat bu, değiş­
mez bir çerçeve değildir: hegemonik mücadele aracılığıyla
yeniden tanımlanmaya yatkın bir çerçevedir. Agonistik bir
demokrasi kavrayışı, bir toplumun belli bir dönemdeki öz­
gül yapısını belirleyen hegemonik politik-ekonomik eklem­
lenmelerin olumsal niteliğini kabul eder. Bu eklemlenme­
ler, hasımlar arası agonistik mücadele sonucu parçalanabile­
cek ve dönüştürülebilecek belirsiz ve pragmatik yapılardır.
Dolayısıyla, Slavoj Zizek'in agonistik yaklaşımın statü­
koya meydan okuyamadığını ve liberal demokrasiyi şimdi­
ki aşamasında kabul etmeye yol açtığını ileri sürmesi yanlış­
tır. 2 1 Agonistik yaklaşım, sil baştan yeni bir toplumsal dü­
zen kurabilecek kökten bir yeniden kuruluş eyleminin ola­
naklılığını kesinlikle onaylamaz. Ne var ki, radikal içerimle­
ri olan kimi oldukça önemli sosyo-ekonomik ve siyasal dö­
nüşümleri liberal demokratik kurumlar bağlamında gerçek­
leştirmek mümkündür. Bizim "liberal demokrasi" den an­
ladığımız , olumsal hegemonik müdahalelerin birlikteliği­
nin sonucu olan tortulaşmış iktidar ilişkilerinin oluştur­
duğu bir düzendir. Bugün bu müdahalelerin olumsal nite­
liğinin tanınmıyor oluşu , karşıt-hegemonik proj elerin ek­
sikliğinden kaynaklanmaktadır. Yine de bu müdahalele­
rin dönüşümünün liberal demokratik çerçevenin bütün­
cül bir reddini gerektirdiği yanılgısına kapılmamamız gere-

21 Örnegin bkz. Slavoj Zifek ve Glyn Daly, Conversations with Zizeh [ Zizeh ile
Sohbetler] . Cambridge, Polity, 2004 içerisinde Zizek'in eleştirileri.
42
kir. Wittgenstein'dan ödünç alarak söyleyecek olursak, de­
mokratik bir "dil oyunu"nu oynamanın çeşitli yollan vardır
ve agonistik mücadele radikalleştirilecek bir demokrasi fik­
ri için yeni anlamlar ve uygulama alanları yaratmalıdır. Ben­
ce bu , varolan pratiklerin parçalanması ile yeni söylemler ve
kurumların yaratılması süreci üzerinden iktidar ilişkilerine
soyut bir değilleme tarzında değil, adamakıllı hegemonik bir
biçimde meydan okumanın etkili bir yoludur. Çeşitli liberal
modellerin aksine, benim savunduğum agonistik yaklaşım,
toplumun her zaman siyaseten kurulduğunu kabul eder ve
hegemonik müdahalelerin gerçekleştiği alanın her zaman
daha önceki hegemonik pratiklerin bir sonucu olduğunu
ve hiçbir zaman tarafsız bir alan olmadığını hiçbir şekilde
unutmaz. Bu sebepten ötürü , agonistik yaklaşım, husumet­
siz bir demokratik siyaseti kabul etmez ve "siyasal" boyutu
ihmal ederek siyaseti birtakım sözde teknik hamlelerle taraf­
sız izleklere indirgeyenleri eleştirir.

43
ÜÇ ÜNCÜ BÖLÜM

H usumet Modelinin Ötesinde?

Bu kitapta sorgulamak istediğim post-politik perspekti­


fin sosyoloj ik dayanaklarının ilk izleri , "sanayi sonrası
toplum"un gelişini ve "ideolojinin sonu"nu kutlayan çeşit­
li kuramcılar tarafından l 960'lann ilk yıllarında detaylandı­
rılan bir dünya görüşünde bulunabilir. Daha sonra, Ulrich
Beck ve Anthony Giddens gibi sosyologların kolektif kimlik­
ler etrafında yapılanan siyaset modelinin bireyciliğin yükse­
lişinden ötürü artık miadını doldurduğunu ve terk edilmesi
gerektiğini savunmaları üzerine, ilk etapta demode olan bu
eğilim yeni bir kisveye bürünmüş oldu. Bu sosyologlara gö­
re, bugün, onların "düşünümsel modemite" * olarak adlan-

( ) "Reflexive modemity/modemization" kavramını "düşünümsel modemite/mo­


*

demleşme" olarak çevireceğim. Alternatif çeviriler arasında "refleksif moder­


nite/modemleşme" veya Anthony Giddens'ın Sag ve Solun Ötesinde adlı eserin­
den hareketle "düşünerek-davranmaya dayalı modemite/modemleşme" olabi­
lirdi. Buradan da anlaşılacağı üzere, "reflexivity" kavramının ne anlama geldiği
önem kazanıyor. Türkçeye kazandırılmış iki önemli kaynakta, Ulrich Beck'in
Siyasallıgın Icadı {lletişim Yayınlan, Almancadan çev. Nihat Ü lner, 2005) ile
Anthony Giddens'ın Sag ve Solun Ötesinde (Metis Yayınlan, lngilizceden çev.
Sabir Yücesoy ve Müge Sözen, 2009) adlı eserlerinde "reflexivity" kavramı, sı­
rasıyla "düşünümsellik" ve "düşünerek-davranma" olarak çevrilmiştir. Beck'in

45
dırmayı tercih ettikleri ikinci bir modernite aşamasındayız.
Toplumlarımız artık "gelenek sonrası" ya da "post-gelenek­
sel" toplumlar olduklarından siyasetin doğasını ve amaçla­
rını esaslı bir şekilde yeniden düşünmeliyiz . Medyada ge­
niş bir ölçekte yaygınlık gösteren bu fikirler, büyük bir hız­
la toplumsal gerçekliğimize dair genelgeçer algımızı oluştu­
ran "ortak duyu"ya dönüşmekle kalmadılar; aynı zamanda
siyasi çevrelerde ve ileride göreceğimiz gibi, birçok sosyal
demokrat partinin evrim geçirmesinde de etkili roller oyna­
dılar. Mevcut Zeitgeist'ın temel özelliklerinin çoğunu barın­
dırdıklarından, bu bölümde bu fikirleri daha yakından ince­
leyip, demokratik siyaset açısından doğurdukları sonuçları
dikkatle gözden geçireceğim.

Beck ve "siyasetin yeniden icadı"

Ulrich Beck'in siyasetin "yeniden icat edilmesi" gerektiği yö­


nündeki iddiasını eleştirel bir biçimde değerlendirebilmek
için, öncelikle onun "düşünümsel modernite" kuramının ve
"risk toplumu" kavramının genel hatlarını anlamamız gere-
Siyasallığın lcadı nda kavrama ilişkin açıklaması şöyledir: Düşünümsel mo­
'

dernleşme kavramıyla "kastedilen -ampirik-analitik anlamda- ("düşünüm­


sel" sıfatının akla getirebileceği gibi) düşünüm değil, toplumun kendi kendisiy­
le karşı karşıya gelmesidir: Sanayi toplumundan Risk Toplumuna geçiş, ken­
di başına buyruk hale gelmiş modernleşme dinamiği içinde gizil yan etki ka­
lıplan çerçevesinde istemdışı, görünmeksizin, zoraki bir biçimde gerçekleşir.
[ . . . ] Modernleşmenin yaratmış olduğu sonuçlarla modernleşmeye ait temelle­
rin kendi kendileriyle bu biçimde yüzleşmesi, modernleşmenin öz-düşünümü
anlamındaki bilgilenme ve bilimselleşme sürecinden belirgin olarak ayırt edil­
melidir. Sanayi toplumundan Risk Toplumuna, kendi başına buyruk hale gel­
miş, istemdışı ve görünmeksizin gerçekleşen, başka bir deyişle, bir refleks bi­
çiminde gerçekleşen geçişe -düşünümden, düşünceyi kendine yansıtmaktan [ref­
leksiyon] farklı, hatta onun karşıtı olarak- düşünümsel yansıma, düşünüm üze­
rindeki yansıma [refleksivite] adını verirsek, "düşünümsel modernleşme" kav­
ramı, sanayi toplumu sisteminin dahilinde, bu sistemin içinde kurumsallaşmış
ölçütlerle (gereğince) işlenip hazmedilemeyen, Risk Toplumuna özgü sonuç­
larla karşı karşıya gelmek anlamına gelir." (Ulrich Beck, Siyasallığın lcadı, Al­
mancadan çev. Nihat Ülner, lstanbul, iletişim Yayınlan, 2005, s. 34-5)

46
kir. Beck, bu fikirlerini, 1 986'dan beri yayımladığı ve sana­
yi toplumlarının iç dinamiklerinin geçirdiği büyük değişim­
leri tespit eden bir dizi kitapta detaylandırdı. Beck'in temel
argümanına göre , doğal tekno-ekonomik ilerlemenin sınır­
sız sürdürülebilirliğine yönelik inancın tanımladığı ve orta­
ya çıkardığı risklerin denetleyici kurumlar tarafından diz­
ginlenebildiği "basit modernleşme" adlı bir ilk aşamadan
sonra, bugün "risk toplumu"nun ortaya çıkışıyla betimlenen
"düşünümsel modernleşme" çağında yaşamaktayız. Modern
toplumlar, kendi modellerinin sınırlarıyla yüzleştiler ve şa­
yet kendi içsel dinamizmlerinin yan etkilerini kontrol altına
alamazlarsa ilerlemenin kendi kendini yok etmeye varabile­
ceğinin farkına vardılar. Bu argümana göre, sanayi toplumu­
nun belli başlı özelliklerinin toplumsal ve siyasal olarak so­
runlu olduğunun farkına vardık. Bu yüzden, gelişmiş sana­
yi toplumlarının karşı karşıya olduğu ekonomik, toplumsal,
siyasal ve bireysel risklerin üstesinden geleneksel kurumlar
aracılığıyla gelemeyeceğimizi kabullenmenin zamanı geldi.
Beck'e göre, birinci ve ikinci modernite arasındaki temel
farklardan biri, günümüz toplumsal tarihinin motorunu
araçsal rasyonalitenin değil, "yan etki" nin oluşturmasıdır.
Kendi sözleriyle* "basit modernleşme toplumsal değişimin

(*) Adı geçen eserden bu Türkçe çeviri kapsamında yapılacak alıntılar, Mouffe'un
gönderme yaptığı 1 997 basımı İngilizce The Reinvention of Politics adlı kitap­
tan çevrilmeyip, Nihat Ülner'in Almancadan çevirdiği Siyasallığın Icadı 'ndan
alınacaktır (lstanbul, iletişim Yayınlan, 2005) . Gelgelelim, The Reinvention of
Politics ile Siyasallığın lcadı'nın bire bir örtüşmediği yerler vardır. Türkçe çe­
viri, eserin l 993'te yayımlanmış Almanca orijinalini (Die Eıfindung des Politis­
chen) temel alırken, İngilizce çeviri Almanca orijinalde yer alan Birinci, ikinci
ve Ü çüncü Bölümler'in yerine "The Age of Side-Effecıs" [Yan Etkiler Çağı] ad­
lı bir başka makaleyi (Mouffe'un referans verdiği -Beck, Giddens, Lash'ın Ref­
lexive Modernization adlı kitabının içerisindeki- "The Reinvention of Politics:
Towards a Theory of Reflexive Modemity" adlı makalenin Almanca çevirisinin
gözden geçirilmiş halini) 1. bölüm olarak sunmaktadır. Dolayısıyla, Mouffe'un
The Reinvention of Politics'in 1. bölümünden yaptığı alıntının (örneğin, bu ki­
tapta; 3. bölüm, 1. not) -Nihat Ülner'in çevirisinde yer alan kavramlardan ha­
reketle- İngilizceden Türkçeye çevirisi bana aittir. Yine de hem bu alıntıda

47
motorunu araçsal rasyonalite (düşünüm/reflection) katego­
rilerinde bulurken, "düşünümsel" modernleşme toplumsal
değişimin devingen gücünü yan etki (düşünümsellik/ref­
lexivity) kategorileriyle kavramsallaştırır. llk etapta görül­
memiş ve üzerine düşünülmemiş , fakat dışsallaştırılmış olan
şeyler, sınai moderniteyi günümüzde ve gelecekteki "yeni
moderniteler"den ayıran yapısal bir kopuşa neden olur. " 1
Beck, bir toplumsal çağdan diğerine geçişin fark edilmeden
ve plansız bir şekilde gerçekleştiğinin özellikle altını çiziyor.
Bu geçiş, siyasal mücadeleler sonucu gerçekleşmemiştir ve
kesinlikle marksist devrim fikri ışığında yorumlanmamalı­
dır. Aslında, bu yeni toplumun temelini, kapitalizmin kriz­
leri değil, Batı modernleşmesinin zaferi olarak görülmesi ge­
reken kapitalizmin zaferleri oluşturmuştur.
Beck'in "yan etkiler"in rollerinden bahsederken neyi kas­
tettiğine bir örnek verelim: "Sanayi toplumundan Risk Top­
lumuna geçiş, kendi başına buyruk hale gelmiş modernleş­
me dinamiği içinde gizil yan etki kalıpları çerçevesinde is­
temdışı, görünmeksizin, zoraki bir biçimde gerçekleşir" . 2
Çeşitli toplumsal ilişkilere -sınıflara, cinsiyet rollerine, aile
ilişkilerine, işe, vs.- yansıyan derin değişimlerin kökeninde
siyasal mücadeleler değil, bu yan etkiler yatmaktadır. Sonuç
olarak, birinci/basit modernitenin kurucu ayaklarından işçi

(3. bölüm, 1. not) bahsedilen konunun, hem de Mouffe'un referans verdi­


ği Beck'in "The Reinvention of Politics: Towards a Theory of Reflexive Mo­
dernity" adlı makalesindeki konuların Siyasallığın Icadı nda tartışıldığı benzer
'

(bazen de bire bir örtüşen) bölümleri köşeli parantezler içerisinde belirttim.


Ulrich Beck, The Reinvention of Politics: Rethinking Modernity in the Global So­
cial Order, Cambridge, Polity Press, 1997, s. 38 [Aynca bkz. U. Beck, Siyasal­
lığın Icadı, Almancadan çev. Nihat Ü lner, lstanbul, iletişim Yayınlan, 2005, s.
1 2 3 , 48-9, 57, 72] .
-

2 Ulrich Beck, "The Reinvention of Politics: Towards a Theory of Reflexive Mo­


dernization" [Siyasetin Yeniden icadı: Refleksif Modernleşme Teorisine Doğ­
ru ] , U. Beck, A. Giddens ve S. Lash, Rejlexive Modemization [Refleksif Modern­
leşme] , Cambridge, Polity Press, 1 994, s. 5 [Aynca bkz. U. Beck, Siyasallığın
lcadı, Almancadan çev. Nihat Ü lner, lstanbul, iletişim Yayınlan, 2005 , s. 34] .
48
sendikaları ve siyasi partiler merkezi önemlerini yitirmişler­
dir, çünkü düşünümsel moderniteye özgü yeni çatışma bi­
çimleriyle başa çıkamazlar. Bir risk toplumunda temel çatış­
maların gelire, iş olanaklarına, refah hizmetlerine dayalı da­
ğıtımsal bir doğaya sahip olmaları artık mümkün değildir.
Bunun yerine, risk toplumunun çatışmaları, malların üreti­
mine eşlik eden risklerin ve modernleşme atılımlarının içer­
diği tehditlerin nasıl bertaraf edileceğine ve denetleneceğine
dair "dağıtım sorumluluğu"na ilişkindir.
Beck, birinci modernitenin toplumlarını ulus-devletin ve
kolektif gruplara atfedilen büyük önemin nitelediğini söy­
ler. Bir tarafta küreselleşmenin doğurduğu sonuçlardan ötü­
rü, diğer tarafta bireyselleşme süreçlerinin yoğunlaşması sa­
yesinde, artık durum değişmiştir. Hem özel, hem de kamu­
sal alanda kolektif kimliklerin temelleri büyük ölçüde çö­
kertilmiş, toplumun ana kurumları ise artık gruba ve aileye
değil, bireye yönelmişlerdir. Dahası, sanayi toplumları "iş"e
odaklanmış ve tam istihdam çerçevesinde örgütlenmişti; bi­
reylerin statüleri çoğunlukla, demokratik haklara erişebil­
melerinin önemli bir koşulu olan mesleklerine göre tanımla­
nıyordu. Bu da sona erdi. Bu yüzden, bireylerin, sanayi top­
lumundaki klasik rollerin hakkını veremediği ucu açık, söy­
lemsel bir karşılıklı etkileşim süreci içerisinde yapılandıkla­
rı gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda, toplumda et­
kin katılımın temelini yeniden tahayyül etmenin bir yolunu
bulmak aciliyet kazandı.
Beck, sol ve sağın eski söz dağarcığının, grupların ve si­
yasi partilerin çatışan çıkarlarının tamamıyla ortadan kalk­
madığını kabul etse de, bunların kavramsal açıdan "geçmi­
şin koltuk değnekleri" olduğunu ve düşünümsel modernite­
nin çatışmalarını anlamada yetersiz kaldıklarını düşünüyor.
Bir risk toplumunda, ideolojik ve politik çatışmaların sanayi
toplumuna özgü sol/sağ metaforu aracılığıyla anlaşılması ar-

49
tık mümkün değildir. Bu toplumun çatışmalarını şu ikilik­
ler daha iyi betimler: güvenli/güvensiz, iç/dış ve siyasal/gay­
risiyasal. 3

"Alt-siyaset"in ortaya çıkışı

Beck'in kuramının çerçevesini genel olarak çizdiğimize gö­


re , çözüm olarak savunduğu ve " alt-siyaset" adını verdi­
ği yeni siyaset biçimini inceleyebiliriz. Temel fikir, bir risk
toplumunda siyasalın meclis, siyasi partiler ve işçi sendika­
ları gibi geleneksel arenalarda aranmaması ve siyaseti dev­
letle ya da siyasal sistemle eşitlemekten vazgeçilmesi ge­
rektiğidir. Bugün siyasal çok farklı yerlerde açığa çıkabil­
mektedir. Paradoksal bir durumla karşı karşıyayız : "sana­
yi toplumunun siyasal düzenlenişi gayrisiyasal bir hal alır­
ken, sanayi toplumunda gayrisiyasal olan siyasallaşmaya
başlamıştır" .4 Meclis dışında, halk temelinde, artık sınıfla­
ra ya da siyasi partilere bağlı olmayan bir dizi yeni direniş
biçimi ortaya çıkmıştır. Bu direnişlerin dile getirdiği talep­
ler, geleneksel siyasal ideolojilerce ifade edilememekte, si­
yasal sisteme yöneltilmemekte ve çeşitli alt-sistemlerde or­
taya çıkmaktadırlar.
Beck, "risk toplumu"nun, siyaset biliminin temel öğretile­
rini sorguladığını ileri sürer. Siyaset bilimi, siyaset kavramı­
nın genellikle şu üç yönünü inceler: ( 1 ) siyasal topluluğun
kurumsal oluşumu olarak "devlet/hükümet etme biçimi"
(polity) ; (2) siyasal programların toplumsal koşullan nasıl
biçimlendirebileceğini inceleyen "siyasa, uygulama, politi­
kalar" (policy) ; (3) iktidar paylaşma ve iktidar konumları

3 A.g.e., s. 42 [Aynca bkz. U. Beck, Siyasallığın icadı, Almancadan çev. Nihat Di­
ner, lstanbul, iletişim Yayınlan, 2005 , s. 223-4] .
4 A.g.e. , s. 18 [Aynca bkz. U. Beck, Siyasallığın icadı, Almancadan çev. Nihat Ül­
ner, lstanbul, iletişim Yayınlan, 2005, s. 1 52-5 ] .

50
üzerine gerçekleşen siyasal çatışma süreciyle ilgilenen "siya­
set" (politics) . Her üç durumda da, soru, kolektif faillere da­
irdir ve birey kategorisi siyaseten elverişli değildir. Alt-siya­
setin ortaya çıkmasıyla birlikte, birey artık siyasal sahnenin
merkezindedir. Beck'e göre, "alt-siyaset" , "siyaset"ten ayrıl­
dığı noktalar:

(a) siyasal ya da korporatist sistemin dışında yer alan aktör­


lerin de toplumu biçimlendirme sahnesine çıkmalan (yani
işkolu ve meslek gruplan, işletmelerdeki, araştırma kurum­
larındaki ve yönetim birimlerindeki teknik ve ekonomik
entelij ensiya , uzman işçiler, yurttaş girişimleri, kamuoyu ,
vb. ) ; (b) yalnızca toplumsal ve kollektif aktörlerin değil, bi­
reylerin de onlarla ve kendi aralarında siyasal olanın oluşu­
munda güç sahibi olmak için rekabet etmeleridir.5

Beck, aynı zamanda, alt-siyasetin "toplumu aşağıdan bi­


çimlendirmek" anlamına geldiğini ve alt-siyasallaşmanın or­
taya çıkmasıyla birlikte, önceden teknikleşme ve sanayileş­
me sürecinde yer almayan grupların (vatandaşlar, kamusal
alan/kamuoyu , toplumsal hareketler, uzman gruplar, işçi­
ler) toplumun düzenlenişinde artık söz ve pay sahibi olma­
larına olanak tanıyan fırsatların çoğaldığını vurgular.6
Yeniden icat edilmiş alt-siyasetin çözmesi beklenen so­
runların nasıl ele alınacağına gelince , Beck yine alt-siya­
set ile kamusal ve özel arasında keskin bir ayrım kuran ba­
sit modemitenin sol/sağ siyaseti arasındaki farklılıklara işa­
ret eder. Geleneksel kavrayışa göre, birinin siyasal olabilme­
si için özel alanı terk etmesi gerekir ve siyasallık, sadece ka­
musal alanda, parti siyaseti aracılığıyla gerçekleşir. Alt-siya-

5 A.g.e. , s. 22 [Aynca bkz. U. Beck, Siyasallığın lcadı, Almancadan çev. Nihat Di­
ner, İstanbul, tletişim Yayınlan, 2005 , s. 1 59-60] .
6 A.g.e. , s. 23 [Aynca bkz. U. Beck, Siyasallığın lcadı, Almancadan çev. Nihat Di­
ner, İstanbul, tletişim Yayınlan, 2005, s. 1 59-60 ] .

51
set bu kavrayışı tersine çevirir ve soVsağ ekseninin bir kena­
ra ittiği veya dışanda bıraktığı her şeyi siyasal arenanın mer­
kezine yerleştirir. Siyasal, benliğe dair olan ve bireyciliğin
ifadeleri olarak algılanan sorulann ön plana çıkmasıyla, yeni
bir "yaşam ve ölüm politikası" kimliği kazanır. Ekolojik kri­
zin mümkün olduğunun farkına varan bir risk toplumunda,
daha önce özel olduklan düşünülen, örneğin yaşam tarzına
ve beslenme biçimine dair bir dizi mesele, özel içtenlik ala­
nını terk edip siyasallaşır. Bireyin doğayla olan ilişkisi, kaçı­
nılmaz olarak çeşitli küresel güçlerle bağlantılı olduğundan,
bu dönüşüme iyi bir örnek teşkil eder.
Dahası, tıp ve genetik mühendisliği alanlarındaki tekno­
lojik ilerleme ve bilimsel gelişmeler insanlan "beden siyase­
ti" alanında daha önce hiç akla gelmeyen kararlar vermeye
zorlamaktadır. Yaşam ve ölüm üzerine verilen kararlar varo­
luşçuluk gibi felsefi meseleleri siyasalın gündemine getirdi­
ğinden, bireyler, eğer geleceklerinin uzmanlara terk edilme­
sini ya da piyasa mantığına göre belirlenmesini istemiyorlar­
sa, bu meselelerle yüzleşmek zorundadırlar. Beck, bu duru­
mun bize toplumu varoluşçu bir biçimde değiştirme imka­
nını sunduğunu iddia eder. Her şey insanlann risk toplumu­
nun yarattığı zorluklarla baş edebilmek için birinci moder­
niteden kalan eski düşünce biçimlerinden kurtulmalarına
bağlıdır. Kuşkuya yer bırakmayan araçsal rasyonalite mode­
li lağvedilmeli ve "yeni müphemliği/belirsizliği" [ ambivalen­
ce] kabullenmeye yardımcı olacak yeni yollar bulunmalıdır.
Uzmanlar, siyasetçiler, sanayiciler ve vatandaşlar arasında­
ki muhtemel işbirliği biçimlerini kurmaya yarayacak bir uz­
laşının oluşturulması amacıyla yaratılacak forumlara ihtiyaç
vardır. Bu, uzman sistemlerinin demokratik kamusal alanla­
ra dönüştürülmesini gerektirecektir.
Beck, kuşkunun, çatışmaların üstesinden gelecek uzlaş­
maları teşvik etmedeki olumlu rolünü vurgular. Kuşkucu

52
tavnn genelleşmesinin, basit modernitenin aksine artık ke­
sinliğe dayanmayan, müphemliği kabullenen ve daha üs­
tün bir otoriteyi reddeden yeni bir moderniteye işaret ettiği­
ni iddia eder. Günümüzde hakim olan kuşkuculuğun genel­
liğinin ve şüphenin merkezi öneminin antagonistik ilişkile­
rin ortaya çıkmasını engellediğini belirtir. Beck'e göre , ar­
tık kimsenin antagonizmaların ortaya çıkmasına zemin ha­
zırlayan bir inanca, yani gerçeğe sahip olunduğu inancına
yüz vermeye niyeti yoktur. Bu yüzden, bir müphemlik/be­
lirsizlik çağına girmiş bulunmaktayız .7 Beck, sol ve sağ kap­
samında konuşma çabalarını reddetmekte ve kolektif kim­
likleri bu doğrultuda örgütleme çabalarını "geçmişin kol­
tuk değnekleri" diye nitelemektedir. "Radikalleştirilmiş mo­
dernliğin siyasal programı, kuşkuculuktur" diyecek kadar
iddialıdır.
Beck'e göre, kuşkunun genelleştiği bir toplumda dost ve
düşman karşıtlığından doğru düşünmek imkansızlaşacaktır
ve bunu çatışmaların huzura kavuşması, barışa evrilmesi ta­
kip edecektir. Beck, insanların, sahip olabilecekleri bir ger­
çeğin varlığına inanmaktan vazgeçtikleri takdirde, başkala­
rının görüşlerine dair hoşgörülü olmayı başarabileceklerine
ve kendi fikirlerini empoze etmektense uzlaşma sağlamaya
çalışacaklarına inanır. Yalnızca eski kategoriler uyarınca dü­
şünenler ve dogmatik fikrisabitlerini sorgulayamayanlar hu­
sumet beslemeye devam edecektir. Gelgelelim, düşünümsel
modernleşmenin yan etkileri sayesinde böyle düşünen in­
sanların kalmayacağı yönünde umutlar vardır. Dolayısıyla,
Beck'den hareketle, kozmopolit bir düzenin oluşacağına da­
ir makul bir beklenti içerisine girebiliriz.

7 Beck, The Reinvention of Politics, s. 1 68-9 [Siyasallığın icadı, s. 25 1 -4] .

53
Giddens ve post-geleneksel toplum

Anthony Giddens'dan bahsedeceksek, anahtar kavram


"post-geleneksel toplum"dur. Giddens bu kavramla, benlik
ve kimlik için önemli sonuçlar doğuran ve gündelik yaşam­
da çeşitli değişikliklere ve uyum süreçlerine yol açan günde­
lik deneyler içinde yaşadığımıza işaret etmek ister. Moder­
nite küresel düzeyde deneysel olmuştur ve denetim altında
tutulamayacak sonuçları olan küresel tehlikelerle doludur:
"imal edilmiş belirsizlik" yaşamımızın bir parçası olmuştur.
Beck gibi, Giddens da bu belirsizliklerin çoğunun insan bil­
gisinin gelişiminden kaynaklandığına inanır. Bu belirsizlik­
ler insanların toplumsal yaşama ve doğaya yönelik müdaha­
lelerinin sonucudur. Anında küresel iletişim kurma olanak­
larının ortaya çıkması sonucunda küreselleşmenin yoğun­
laşmasıyla birlikte, imal edilmiş belirsizliğin büyümesi de iv­
me kazanmıştır. Küreselleşen kozmopolit bir toplumun ge­
lişimi, geleneklerin sorgulanmaya açık olduklarına, gerek­
çelendirilmeye ihtiyaç duyduklarına, geçmişte olduğu gibi
sorgusuz sualsiz kabul edilmediklerine ve statülerinin deği­
şebileceğine işaret etmektedir.
İmal edilmiş belirsizlik, toplumsal yaşamın bütün alanla­
rına nüfuz ettiğinden, post-geleneksel bir toplumsal düze­
nin ortaya çıkmasına "toplumsal düşünümselliğin" geniş­
lemesi de eşlik etmiştir. Bu nedenle, bireyler, gündelik ey­
lemlerini belirleyecek olan çok sayıda enformasyonu işle­
mek zorundadır. Giddens, toplumsal düşünümselliğin geli­
şiminin ekonomide ve siyasette gerçekleşen çeşitli değişim­
leri anlamada kilit öneme sahip olduğunu vurgular. "Örne­
ğin, endüstriyel işletmelerde "post-Fordizm"in ortaya çık­
ması genellikle teknolojik değişim bakımından incelenir -
özellikle bilgi teknolojisinin etkisi bakımından. Ama "esnek
üretim" ve "aşağıdan yukarıya doğru karar alma"nın geliş-

54
mesinin altında yatan neden, bir düşünümsellik evreninin,
işletme tarafından da fark edilip uyulması gereken daha bü­
yük bir hareket özerkliğine yol açmasıdır. "8* Giddens'a gö­
re, benzer bir iddia, siyaset alanındaki örgütsel etkililik için
artık gerekli bir koşul olmadığını düşündüğü bürokratik
otoriteye dair dillendirilebilir. Bürokratik sistemlerin göz­
den kaybolmaya başlaması ve devletlerin vatandaşlarına ar­
tık "tebaa" olarak davranamamaları bu yüzdendir.
Giddens, "özgürleşimci" siyaset biçimine karşıt olarak ar­
tık "yaşam politikası" üzerinden düşünmemiz gerektiğini
belirtir. Şöyle der: "Yaşam politikası, bir tarafta benliğin dü­
şünümsel projesini derinden etkileyen küresel eğilimlerin,
diğer tarafta küresel stratejileri etkileyen kendini gerçekleş­
tirme süreçlerinin bulunduğu post-geleneksel bağlamlar­
da açığa çıkan siyasal meselelere dairdir. "9 Bu açıdan bakıl­
dığında, "yaşam politikası" ekolojik meseleleri ve işin, aile­
nin, kişisel ve kültürel kimliğin değişen doğasını içerir. Öz­
gürleşimci siyaset yaşam fırsatlarıyla ve değişik türden kısıt­
lamalardan özgürleşmeyle ilgilenirken, yaşam politikası ya­
şam kararlarıyla -doğal ya da geleneksel olanın artık seçime
bağlı olduğu post-geleneksel bir dünyada nasıl yaşamamız
gerektiğine dair kararlarla- ilgilenir. Bu, yalnızca kişisel ola­
na dair bir siyaset değildir ve Giddens'a göre, yaşam politi­
kasının yalnızca daha zengin olanları ilgilendirdiğini düşün-
8 Anthony Giddens, Beyond Left and Right, Cambridge, Polity, 1 994, s. 7 [Sag ve
Solun ôtesinde, İngilizceden çev. Sabir Yücesoy ve Müge Sözen, İstanbul, Metis
Yayınlan, 2009, s. 14] .
( ) Adı geçen eserden bu Türkçe çeviri kapsamında yapılacak alıntılar, Mouffe'un
*

gönderme yaptığı 1 994 basımı İngilizce Beyond Left and Right adlı kitaptan çev­
rilmeyip, Sabir Yücesoy ve Müge Sözen'in İngilizceden çevirdiği Sag ve Solun
Ôtesinde'den alınacaktır (İstanbul, Metis Yayınlan, 2009) . Yücesoy ve Sözen'in
"düşünerek-davranma" olarak çevirdikleri "reflexivity" kavramını, Sag ve So­
lun ôtesinde'de kullanıldığı yerlerde, kendi çeviri metnimde tutarlılık sağlamak
adına "düşünürnsellik" olarak değiştireceğim.
9 Anthony Giddens, Modemity and Self Identity [Modernlik ve Benlik] , Cambrid­
ge, Polity, 1 99 1 , s. 214.

55
mek de hatadır. Elbette ekolojiye ve feminizme dair mesele­
ler yaşam politikasında merkezi bir role sahiptir fakat yaşam
politikası aynı zamanda iş ve ekonomik faaliyet gibi siyasal
katılımın daha geleneksel alanlarını da kapsar. Dolayısıyla,
emek gücünün geçirdiği dönüşümün ortaya çıkardığı çeşitli
sorunların üstesinden gelmek de yaşam politikası açısından
anlamlıdır. Giddens'a göre, "yaşam politikası, . . . insanlığın
yüz yüze geldiği ağır sorunlarla da ilgilidir" . 1 0
Giddens , siyaset yapmanın bilinen yollarına gerçek bir
meydan okumayı temsil eden yeni bir bireyciliğin gelişmek­
te olduğu konusunda Beck'le hemfikirdir. Ona göre, bu ye­
ni bireyciliği, gelenek ve göreneklerin yaşamlarımızda artık
daha az söz sahibi olması üzerindeki karmaşık küreselleşme
etkileri bağlamında anlamamız gerekir. Giddens, kurumsal
bireyciliği ahlaki bir çürüme ve toplumsal dayanışmaya yö­
nelik bir tehdidin ifadesi olarak gören gerek solcu gerek mu­
hafazakar eleştirmenlerin aksine, kurumsal bireyciliğin bir­
çok olumlu olanak sağladığını, örneğin birey ve kolektif so­
rumluluklar arasında daha yeterli bir denge oluşturmaya
yardımcı olduğunu düşünür. Bu şekilde, daha düşünümsel
bir şekilde yaşamaya başlamamız, daha fazla demokratikleş­
me yönünde bir baskı oluşturur ve kurumsal bireycilik bu
demokratik temayüle büyük ölçüde katkı sağlar. 1 1

Demokrasiyi demoratikleştirmek

Önceki tartışmadan da anlaşılacağı üzere , Giddens sol/sağ


ayrımının artık geçersiz olduğunu düşünmektedir. Zaten ki­
taplarından birinin adı Sağ ve Solun Ö tesinde dir. Giddens'a '

göre , sosyalist modelin çökmesinden ve kapitalizmin artık


bir alternatifinin olmamasından ötürü, sağ ve sol arasında-

10 Giddens, Beyond Left and Right, s. 92 [Sag ve Solun ôtesinde, s. 95 ] .


1 1 Anthony Giddens, The Third Way [ Üçüncü Yol] , Carnbridge, Polity, 1998, s. 36.

56
ki temel aynın ortadan kalkmış ve post-geleneksel toplum
bağlamında ortaya çıkan yeni sorunların çoğu, yani "yaşam
politikası"nı ilgilendiren konuların tamamı, soVsağ çerçeve­
sinde ifade edilemez bir hal almıştır. Geleneğin çözülmesine
yol açan bir toplumsal düzen, yeni bir "yapıcı politika" tü­
rüne ihtiyaç duyar. Bu "yapıcı politika"ya göre: ( 1 ) istenen
sonuçlar tepeden belirlenmez; (2) etkin güvenin inşa edilip
sürdürülebileceği durumlar yaratılır; (3) belli programlar ya
da politikalardan etkilenenlere özerklik verilir; ( 4) maddi
zenginlik dahil, özerkliği artıran kaynaklar üretilir; (S) siya­
sal iktidar merkezsizleştirilir. 1 2
Modern güven, özünde uzman-sistemlerine duyulan gü­
venken , bugün ihtiyacımız olan "etkin güven" dir [ acti­
ve trust] , der Giddens. Kurumların düşünümsel oldukları
post-geleneksel bağlamda, uzmanların önerileri vatandaşla­
rın eleştirilerine açıktır ve edilgin güven yeterli değildir; gü­
ven etkin olmalıdır. Etkin güven telkin edebilmesi için, uz­
man bilgisinin demokratik bir biçimde doğrulanması gere­
kir. Halk, bilimsel bildirilere artık tartışılabilir önermeli ha­
kikatler olarak muamele etmektedir ve bu yüzden uzman
sistemleri diyalojik olmaya ihtiyaç duymaktadır. Dolayısıy­
la, Giddens "diyalojik demokrasi" için çağrı yapar. Bireyler
ve gruplar arasında toplumsal dayanışma üretecek etkin gü­
ven yaratılmalıdır. Etkin güven, sıradan insanların, uzman
otoriteye doğrudan güvenmek yerine, uzman sistemlerle
düşünümsellik temelinde etkileşime girmelerini gerektirir.
Giddens, Beck'in uzman sistemlerini demokratik kamusal
alanlara dönüştürme gerekliliğine dair argümanına benzer
bir şekilde, toplumun temel kurumlarını (aile dahil) tartış­
maya ve mücadeleye açarak demokratikleştirmenin gerekli­
liğini savunur. Amaç, özerklik değerini mümkün olan bütün
toplumsal ilişkilerde teşvik etmektir ki bu da çıkar çatışma-
12 Giddens, Beyond Left and Right, s. 93 [Sağ ve Solun Ötesinde, s. 96-7 ] .

57
larının kamusal diyalog aracılığıyla çözülebileceği küçük-öl­
çekli kamusal alanların kurulmasını gerektirir. Giddens, bu
tür bir demokratikleşme sürecinin toplumsal düzeyde düşü­
nümselliğin genişlemesiyle ve geleneğin çözülmesiyle iler­
lediğini ve bu sürecin en azından dört toplumsal bağlamda
gerçekleşmekte olduğunu belirtir: ( 1 ) kişisel yaşam alanın­
da, cinsel ilişkilerde, ebeveyn-çocuk ilişkilerinde ve dostluk­
larda "duygusal demokrasi"nin ortaya çıkması; (2) örgütsel
alanda, bürokratik hiyerarşilerin yerini daha esnek ve mer­
kezsizleşmiş otorite sistemlerinin alması; (3) toplumsal ha­
reketlerin ve kişisel gelişim gruplarının ortaya çıkmasında,
farklı otorite biçimlerine meydan okumanın ve kamusal di­
yalog için mekanlar yaratmanın bir başka demokratikleş­
me potansiyeli oluşturması; ( 4) küresel düzeyde, düşünüm­
sellik, özerklik ve diyaloğun biraraya gelmesiyle oluşan de­
mokratikleşme eğilimlerinin zaman içerisinde kozmopolit
bir küresel düzen üretmesi. 1 3
Giddens, bazı aksiliklerin yaşanabileceği ihtimalini göz
ardı etmez. Geleneksel ilişkilerde ısrar etmenin köktencili­
ğe ve şiddete yol açabileceğini kabul etse de, post-gelenek­
sel toplumların geleceğine dair temelde iyimserdir. Gid­
dens, düşünümsel modemitede, geleneklerin gerekçelendi­
rilmek zorunda kalacaklarını ve yalnızca kendini söylemsel
gerekçelendirmeye tabi kılacak geleneklerin varlığını sürdü­
rebileceğini vurgular. Dahası, bu söylemsel gerekçelendirme
koşulu , bir geleneğin diğer geleneklerle ve alternatif davra­
nış biçimleriyle diyalog kurmasını mümkün kılacaktır. Do­
layısıyla, ötekini dilemeye ve ötekiyle tartışmaya açık olan­
ların aracılığıyla "diyalojik demokrasi"nin, hem kişisel ya­
şam, hem de küresel düzen düzeyinde daha da ulaşılır olma­
sı beklenebilir.
Bilim açılımı, diyalojik demokratikleşme proj esinde mer-
13 Ag.e. , s. 1 1 7-24 [Sağ ve Solun ôtesinde, s. 1 19-26] .

58
kezi öneme sahiptir, çünkü, "duygusal demokrasi" alanın­
da olduğu gibi, görünürlük ve kamusal tartışmaya açık ol­
ma, toplumsal düşünümselliğin gelişmesinin ve özerkliğin
kabulünün önkoşullarıdır. Giddens, diyalojik demokrasiyi
kendisinin "saf ilişki" dediği şeyin gelişimiyle bağlantılı ola­
rak tahayyül etmemizi önerir. "Saf ilişki" , birisinin başkala­
rıyla ilişki kurmasının getirdiği kazanımlardan dolayı girdiği
ve sırf ilişki adına sürdürdüğü ilişkidir. Bu tür bir saf ilişki,
kişisel yaşam alanında bulunur ve Giddens'ın diyalojik yak­
laşımı için model olarak aldığı "duygusal demokrasi"nin ge­
lişimiyle bağlantılıdır. Aslında, Giddens'a göre, saf ilişki ve
diyalojik demokrasi yakından bağlantılıdır. Giddens, evlilik
terapisi ve cinsel terapi literatürüne gönderme yaparak, iyi
bir ilişki için gerekli olan özelliklerin siyasal demokrasinin
biçimsel mekanizmlarıyla parallellik gösterdiğini, çünkü her
ikisinde de sorunun özerkliğe dair olduğunu belirtir. 1 4
Giddens görüşünü ş u şekilde özetliyor:

Her zaman zıt etkilerle karşılaşan demokratikleşme yönün­


deki baskılar, ikiz süreçler olan küreselleşme ve düşünüm­
selliğin kurumsallaşması tarafından yaratılır. Geleneğin çö­
zülmesi eylemin yerel koşullarını yerinden oynatır ve ay­
nı zamanda küresel düzenin karakterini değiştirir. Gelene­
ğe bağlılığın gücünü koruduğu yerlerde bile , farklı gelenek­
ler artan bir biçimde birbiriyle ilişkiye zorlanmaktadır. Kü­
reselleşme, düşünümsellik ve geleneğin çözülmesi böylece
bir biçimde doldurulması gereken diyalog mekanları yara­
tır. Bunlar etkin güven mekanizmalarını oluşturmaya çalı­
şarak diyalog halinde yer almaya uygun mekanlardır ama
fundamentalizmlerle de doldurulabilirler. 1 5

14 A.g.e. , s. 1 19 [Sağ ve Solun Ötesinde, s. 121 ] .


1 5 A.g.e. , s. 1 30- 1 [Sağ ve Solun Ötesinde, s . 132] .

59
Post-politik vizyon

Şu ana dek söylenenlerden anlaşılacağı üzere, Beck ve Gid­


dens, İkinci Bölüm' de demokratik siyaset açısından merkezi
bir konuma yerleştirdiğim "hasım" mefhumunu siyasetten
tasfiye etmek isterler. lkisi de, mevcut düşünümsel moder­
nite aşamasında "demokrasinin demokratikleşmesi"nin her­
hangi bir hasım tanımlamaya gerek kalmadan gerçekleşe­
bileceğine inanır. Onlara göre bugünün temel siyasal soru­
ları, farklı yaşam biçimlerinin taleplerine dair anlaşmazlık­
ları çözmeye ve özerkliğin düşünümselliğin gelişimini teş­
vik etmek için diyalojik demokratikleşmenin gerçekleşebi­
leceği her alana doğru genişlemesine dair sorunları içerir.
Bu sorunlar ise, gruplar tarafından değil, bireyler tarafın­
dan belirlenmeli, "yaşam politikası" (Giddens) ve "alt-poli­
tika" (Beck) kapsamında ele alınmalıdır. Demokratik tartış­
ma, yeni dayanışmalar yaratmayı ve etkin güveni yaygınlaş­
tırmayı hedefleyen bireyler arası bir diyalog olarak tahayyül
edilir. Çatışmalar, farklı çıkarlara sahip insanların kendileri­
ni etkileyen sorunlar hakkında kararlar alabildikleri ve bir­
likte yaşamalarına olanak sağlayan karşılıklı hoşgörü ilişki­
leri geliştirdikleri çeşitli kamusal alanlardaki "açılım" saye­
sinde barışa ve uzlaşıya yönlendirilebilir. Uyuşmazlıklar el­
bette olacaktır, fakat bu uyuşmazlıklar husumete dönüşme­
melidir.
Temel argümanları, post-geleneksel toplumlarda biz/on­
lar ekseninde inşa edilen kolektif kimliklerin artık varolma­
dığı, bunun da siyasal cephelerin dağıldığı anlamına geldiği­
dir. Kolektif ve gruba özgü anlam kaynakları tükenmektedir
ve artık bireylerin, eski kesinlikler olmaksızın, çeşitli küre­
sel ve kişisel riskler altında yaşamaları beklenmektedir. Risk
toplumunun ortaya çıkmasıyla ve siyasal çatışmaların bi­
reyselleşmesiyle birlikte, çatışmanın eski hatları ve partizan

60
uyuşmazlıklar anlamlarını kaybederken, siyasetin geçmişte­
ki anlaşılırlığı ve belirginliği de etkisini yitirmiştir. Dolayı­
sıyla, basit moderniteye özgü siyasetin husumet modelinin,
mevcut düşünümsel modernleşme aşamasında artık geçer­
siz olduğunu ve gözden çıkarılması gerektiğini iddia ederler.
Kolektif kimliklerin ortadan kalkması, Beck ve Giddens
tarafından düşünümsel modernitenin temelini oluşturduğu
düşünülen bireyselleşmenin dinamikleriyle doğrudan ilinti­
lidir. Bu bireyselleşme süreci kolektif bilincin ve bu bilince
tekabül eden siyaset türünün ortaya çıkması için elzem olan
kolektif yaşam biçimlerini yok eder. Bugün bireylerin temel
deneyimlerini kolektif dayanışmanın koşullarının yok ol­
ması belirlediğinden, sınıf dayanışmasını teşvik etmeye ça­
lışmak tamamıyla bir yanılsamadan ibarettir. Bireyciliğin ge­
lişimi, işçi sendikalarının ve partilerin altını oymakta ve on­
ların teşvik edegeldiği siyaset türünü geçersiz kılmaktadır.
Zaten Beck bu kolektif aktörlerin hiçbir zaman önemli ol­
duklarına inanmamıştır, çünkü daha önce de belirttiğim gi­
bi, toplumlarımızın deneyimlediği temel dönüşümler siya­
sal mücadelelerin değil, istemeden ortaya çıkan gayrisiyasal
"yan etkiler"in sonucu gerçekleşmiştir. Kendisinin de iddia
ettiği gibi, Beck'in kuramı "bir kriz ya da sınıf kuramı veya
bir çöküş kuramı değil, Batı modernleşmesinin sonucu ola­
rak sanayi toplumunun örtük ve istemdışı bir şekilde yerin­
den edilmesinin ve yeniden yerleştirilmesinin kuramıdır" . 1 6
B u tür bir modelin tahayyül edebileceği tek radikal muha­
lif tipinin, post-geleneksel toplumun gelişimine tepki olarak
geleneğin eski kesinliklerini yeniden vurgulamaya çalışan
"gelenekçi" [ traditionalist] ya da "köktenci" [ fundamenta­
list] olması manidardır. Bu gelenekçiler ya da köktenciler,
düşünümsel modernleşmenin ilerlemesini reddederek, ken­
dilerini tarihin gidişatına karşı konumlandırırlar ve belli ki
1 6 Beck, "The Reinvention of Politics" [Siyasetin Yeniden icadı] , s. 1 78.

61
diyalojik tartışmaya katılmalarına izin yoktur. Aslında, be­
nim "düşman"ı "hasım"dan ayırt etme önerimi kabul eder­
sek, bu tür bir muhalif hasım değil, düşmandır, yani, talep­
leri meşru olarak görülmeyen ve demokratik tartışmadan
dışlanması gereken muhaliftir.
Hasım konumunun silinmesi birtakım önemli sonuçlar
doğurur. Bir sonraki bölümde bu silme ediminin bazı mev­
cut siyasal mücadelelerin aldığı antagonistik biçimi açıkla­
dığını ileri süreceğim. Bu noktada, Beck/Giddens yaklaşımı­
nın, husumete dayalı siyaset modelinin sonunu ilan ederek,
siyasal çatışmalara "agonistik" bir biçim verme olanağını or­
tadan kaldırdığını vurgulamak gerekir; bu sayede, tek ola­
sı karşıtlık biçimi "antagonistik" karşıtlık olmuştur. Aslın­
da, Beck ve Giddens'in çerçevesini çizdiği siyaset alanını ta­
hayyül etmeyi kabul edersek, şu resimle karşı karşıya kalı­
rız: bir tarafta, diyalogla çözümlenebilecek birtakım "yaşam
sorunları"na dair çok türlü "alt-siyasal" mücadeleler; diğer
tarafta, ya eski kafalı "gelenekçiler" ya da, daha da kötüsü,
ilerlemenin güçlerine karşı gerici mücadele veren "kökten­
ciler" .
Beck ve Giddens elbette "ilerleme güçlerinin" kazanacak­
larından ve kozmopolit bir düzenin kurulacağından emin­
dirler, fakat o düzene nasıl ulaşacağız ve o düzene ulaşma­
ya çalışırken neler olacak? Örneğin, bugün dünyada varo­
lan muazzam eşitsizliklerle nasıl baş edeceğiz? Hem Beck'in
hem de Giddens'ın iktidar ilişkilerine ve bu ilişkilerin top­
lumları nasıl yapılandırdığına dair söyleyebilecekleri pek
bir şey olmaması ilgi çekicidir. Toplumsal akışkanlığı vur­
gularlar ve eğer "post-geleneksel" toplumun temel kurum­
ları demokratikleşecekse, "düşünümsel modernite"nin or­
taya çıkışına tanıklık ettiği yeni sınıfın iktidarına meydan
okumak gerekeceğini tamamen görmezden gelirler. Benzer
bir şekilde, Giddens'ın "yapıcı politika" dediği şeyin önem-

62
li bir alanını teşkil eden bürokratikleşme karşıtı hareke­
tin, iktidarları sınırlandırılmak zorunda olan yöneticilere
karşı bir mücadele olmaksızın gerçekleşemeyeceği aşikar­
dır. Israrla üzerinde durdukları ekolojik sorunlara gelince,
hem Beck hem de Giddens, çevreye ilişkin sorunların çoğu­
nun karı ve piyasa mekanzimalarını öncelik olarak belirle­
yen neoliberal politikalarla doğrudan ilişkili olduğunun far­
kında değildir sanki. Beck ve Giddens'ın çatışmasız siyasal
yaklaşımları, iktidar yapılarının söz konusu olduğu önemli
alanların tümünde, yeterli soruları sormaktan acizdir. Perry
Anderson'un Giddens'a ilişkin bir yorumunda belirttiği gi­
bi, siyaset, bir fikir alışverişi değil, iktidar için mücadeledir.
Anderson şu uyarıyı yapar: "Demokratik yaşamı bir diyalog
olarak kavramanın tehlikesi, onun temel gerçekliğinin ça­
tışma olduğunu unutmaktır" . 1 7 Mevcut hegemonik düzenin
yapısını ve onu oluşturan iktidar ilişkilerinin türünü anla­
madan, gerçek demokratikleşmeden söz edemeyiz . Müdafi­
leri her ne derse desin, "diyalojik" yaklaşım radikal olmak­
tan çok uzaktır, çünkü radikal siyaset varolan iktidar ilişki­
lerine meydan okumadan varolamaz, ki bu da bir hasım ta­
nımlamayı, yani tam da bu perspektifin engel olduğu şeyi
gerektirir.

Diyalojik demokrasiye karşı agonistik demokrasi

Beck ve Giddens'a karşı getirdiğim eleştirinin yanlış anlaşıl­


madığından emin olmalıyım. Kesinlikle geleneksel bir dev­
rimci siyaset kavrayışını savunmuyorum. Demokratik siya­
setin dost/düşman cepheleşmesine dayandığı takdirde siya­
sal birliğin yok olmasına yol açacağı konusunda hemfikirim.

17 Perry Anderson, "Power, Politics, and the Enlightenment" [ lktidar, Siyaset ve


Aydınlanma] , David Miliband (der.), Reinventing the Left [Solu Yeniden icat Et­
mek] , Cambridge, Polity Press, 1 994, s. 43.

63
Çoğulcu demokrasinin temel ilkelerine bağlı olduğumu da­
ha önce de belirtmiştim. Fakat bu, her türlü husumete daya­
lı cepheleşmeyi reddetmemiz ve dolayısıyla mutabakatçı, di­
yalojik bir yaklaşımı benimsememiz gerektiği anlamına gel­
miyor. lkinci Bölüm'de de belirttiğim gibi, demokrasi ku­
ramının temel sorusu , -siyasalın kurucu unsuru olan- an­
tagonistik boyutun siyasal birliği yok etmeyecek bir biçim­
de nasıl ifade edilebileceğidir. Bunun, "antagonizma" (düş­
manlar arası ilişkiler) ve "agonizm" (hasımlar arası ilişkiler)
kategorileri arasında bir ayrım yapmayı ve birbirini "meş­
ru düşmanlar" olarak gören taraflar arasında ortak bir sem­
bolik alan oluşturacak bir tür "çatışmalı mutabakat" tahay­
yül etmeyi gerektirdiğini söylemiştim. Bu şekilde, diyalojik
yaklaşımın iddia ettiğinin aksine, demokratik tartışma ger­
çek bir cepheleşme olarak kavranır. Hasımlar çatışırlar, hat­
ta çok sert bir şekilde çatışırlar, fakat paylaşılan bir kurallar
bütünü uyarınca çatışırlar ve pozisyonları, tamamıyla uz­
laşmaz olsalar bile, meşru perspektifler olarak kabul görür.
"Diyalojik" ve "agonistik" perspektifler arasındaki temel
fark, ikincisinin amacının mevcut iktidar ilişkilerini adama­
kıllı dönüştürmek ve yeni bir hegemonya kurmak olması­
dır. Bu yüzden, agonistik yaklaşımın tamamen radikal oldu­
ğu söylenebilir. Bu, elbette, jakoben tarzında bir devrimci si­
yaset değildir fakat tarafsız bir sahada rekabet eden çıkarla­
rın veya demokratik mutabakatın söylemsel oluşumunun si­
yaseti de değildir.
Beck/Giddens yaklaşımının tahayyül edemediği tam da
böyle bir " hasım" anlayışıdır ve bu yüzden bu yaklaşım
doğrudan geleneksel liberal siyasetin parametreleri içeri­
sinde kalır. Dolayısıyla, onların "demokrasiyi demokratik­
leştirme" çabalarının Ernesto Laclau ve benim henüz 1 985
yılında Hegemonya ve Sosyalist Strateji adlı eserimizde sa­
vunduğumuz "radikal demokrasi" anlayışıyla karıştırılma-

64
ması gerekir. 1 8 iki perspektif arasındaki farkların detaylı
bir şekilde belirtilmesi önemlidir, çünkü iki perspektif ara­
sında ilk bakışta birçok benzerlik varmış gibi görülebilir.
Örneğin, bizim kitabımız hem j akoben siyaset modelinin
bir eleştirisini içeriyor, hem de önceden gayrisiyasal görü­
len birçok alanda bugün siyasetin gerçekleşmekte olduğu­
nu kabul ediyordu. Hegemonya ve Sosyalist St ra teji 'nin te­
mel savlarından biri, değişik toplumsal ilişkilerde açığa çık­
mış ve bizim anlayışımıza göre, "sınıf' kategorisiyle anlaşı­
lamayacak bütün demokratik mücadelelerin dikkate alın­
ması gerektiğidir. Genellikle "yeni toplumsal hareketler"
olarak adlandırılan bu mücadeleler, Beck'in "alt-siyaset" ,
Giddens'ın da "yaşam politikası sorunları" olarak adlandır­
dığı alanı oluştururlar. Dolayısıyla Beck ve Giddens'ın yak­
laşımıyla Laclau ve benim yaklaşımımız , siyaset alanının ge­
nişletilmesinin önemi hususunda hemfikirdir. Fakat pers­
pektiflerimiz siyasal mücadelenin nasıl tahayyül edilme­
si gerektiği konusunda farklılaşır. Bizim için demokrasi­
nin radikalleşmesi, varolan iktidar yapılarının dönüştürül­
mesini ve yeni bir hegemonyanın kurulmasını gerektirir.
Yeni bir hegemonyanın inşası da, bir "kolektif irade" , ya­
ni radikal demokratik güçlerin "biz"ini oluşturabilmek adı­
na hem eski hem yeni envaiçeşit demokratik mücadele ara­
sında bir "eşdeğerlik zinciri" yaratmayı içerir. Bu da ancak
bir "onlar"ın, yani yeni hegemonyanın kurulmasını müm­
kün kılmak için yenilmesi gereken hasmın belirlenmesiyle
mümkün olur. Leninist bir bütünsel devrimci kopuş gele­
neğine mesafe koymakla ve bizim radikal demokrasi anla­
yışımızın sözde "biçimsel demokrasi"nin kurumlarının ko­
runmasıyla uyumlu olduğunu vurgulamakla birlikte , dev-
18 Emesto Laclau ve Chantal Mouffe, Hegemony and Socialist Strategy: Towards a
Radical Democratic Politics, Londra, Verso, 1985 [Hegemonya ve Sosyalist Stra­
teji: Radikal Demokratik bir Politikaya Doğru, lngilizceden çev. Ahmet Kardarn,
lstanbul, lletişirn, 2008 ] .

65
letin tarafsızlığını temel alan liberal yaklaşımdan da ayrıl­
mıştık. Marksist geleneğin, eksikliklerine rağmen, kapita­
list sistemin dinamiklerini ve toplumsal ilişkilerin birlikte­
liği açısından etkilerini anlamamıza önemli bir katkıda bu­
lunduğunu düşünüyoruz . Bu yüzden, Beck ve Giddens'ın
aksine, bir hegemonik düzenin yapılanmasında ekonomik
iktidarın oynadığı önemli rolü kabul ediyoruz.
Eğer "düşünümsel demokrasi" yaklaşımı demokrasinin
demokratikleşmesini diyalojik çerçevenin toplumun bütün
alanlarına doğru sorunsuz genişlemesi olarak tahayyül ede­
biliyorsa, bunun nedeni bu yaklaşımın siyasetin hegemonik
boyutuna karşı kör olmasıdır. Beck ve Giddens'ın husumet
modelini siyasal alanı yapılandırmanın çağdışı bir yolu ola­
rak reddetmeleri, toplumsal gerçekliğin hegemonik kurulu­
şunu kabul etme konusundaki yetersizliklerinin sonucudur.
Toplumsalın söylemsel doğasını vurgulayan bazı jestlerine
rağmen, bu sürecin çok önemli bir yönünü , iktidar ilişki­
lerinin bütün nesnellik biçimlerinin inşasında oynadığı ro­
lü, görmezden geliyorlar. Buna bir de bireyselleşme süreçle­
ri sonucu kolektif kimliklerin ortadan kalktığına dair inanç­
larını eklediğinizde, siyasetin dinamiklerini anlayamamala­
rı hiç de şaşırtıcı değil.

Modernleşme retoriği

Düşünümsel modernitenin kuramcıları savundukları siya­


seti sosyolojik analizleriyle temellendirerek sunarlar. Böyle­
ce, yalnızca toplumlarımızda gerçekleşen dönüşümlerin si­
yaset alanı açısından sonuçlarını tespit ettiklerini iddia eder­
ler. Bu sonuçlar arasında, kolektif kimliklerin önemsizleş­
mesi ve husumet modelinin geçersiz kılınması vardır. Ku­
ramcıların bu iddiaları, post-politik vizyonlarına bir bilim­
sellik ve tartışılmazlık görüntüsü kazandırır ve kendileriyle

66
hemfikir olmayan herkesi çağdışı bir çerçevenin mahkumla­
rına dönüştürür.
Bu stratejinin anahtar kelimesi, elbette, kimlerin modem
ve post-geleneksel dünyanın getirdiği yeni koşullara uyum
sağladığını, kimlerin umutsuzca geçmişe sarıldığını tespit
etmek için kullanılan "modemleşme"dir. Şüphesiz kuram­
cıların "modernleşme"yi bu şekilde kullanmaları, hem "mo­
dernler" ve "gelenekçiler/köktenciler" arasında bir siyasal
cephe belirlemelerine olanak sağlayan, hem de hamleleri­
nin siyasal karakterini inkar etmeye yarayan güçlü bir reto­
rik jesttir. Biz/onlar ayrımının ve bu ayrımın merkezi önemi­
nin ortadan kalkmasına dair savlarına rağmen, hem Beck'in
hem de Giddens'ın biz ve onlar arasında bir cephe kurmak­
tan kaçınamaması hiç şaşırtıcı değildir. Bu, beklenen bir şey­
dir, çünkü , daha önce de gördüğümüz gibi, bu cephe, siya­
seti kuran cephedir. Fakat bunu , sözde yansız bir şekilde,
sosyolojik kanıt olarak sunarak, cephenin siyasal doğasını
inkar ederler.
Tipik post-politik j esti oluşturan işte bu inkardır ve bu
inkarı yakından incelemek önemli tespitlerde bulunmamızı
sağlayacaktır. Az önce belirttiğim gibi, Beck ve Giddens, hu­
sumet modelinin sonunu ilan etmelerine rağmen, düşünüm­
sel modernleşme sürecine karşı çıkan "köktenci"yi bir hasım
ya da düşman olarak tanımlamaktan kaçınamazlar. Böylece,
"modem insanlar"ın "bizi" , yani düşünümsel modernleşme
hareketinin parçası olanlar, bir "onlar"ın, bu harekete kar­
şı çıkan gelenekçilerin veya köktencilerin belirlenmesiyle in­
şa edilir. Onlar, aslında sınırlan bizzat onların dışlanmasıy­
la oluşturulan diyalojik süreçte yer alamazlar. Bu, siyasal ve
partizan bir jest yerine, sosyolojik bir olgu olarak sunulan ti­
pik bir dost/düşman ayrıştırmasından başka nedir ki?
Bundan nasıl bir sonuç çıkarmalıyız? Beck ve Giddens'ın
iddialarının aksine, antagonistik boyutuyla siyasal kaybol-

67
mamış, onlann kuramında farklı bir kisve altında, sahte-bi­
limsel dayanaklarla gerekçelendirilmiş bir dışlama mekaniz­
ması olarak tezahür etmiştir. Siyasal bakış açısından sorun­
sal olan, siyasal cepheyi bu tarzda belirlemenin canlı bir de­
mokratik tartışmaya vesile olmamasıdır. Bu şekilde gerekçe­
lendirilmiş bir dışlama siyasal mücadeleye konu olamaz ve
demokratik tartışmaya açık değildir. Gelenekçilerden ya da
köktencilerden geliyormuş gibi sunulan talepler böylelikle
vicdanı müsterih "diyalojik" demokratlar tarafından göz ar­
dı edilebilir.
Bir sonraki bölümde , antagonizmanın kurucu doğası­
nın inkarının siyasal sonuçlarını tartışırken, siyasal bir sı­
nır çizip o sınırın siyasal doğasını inkar etme üzerine ku­
rulu post-politik aldatmacaya dair başka örnekler verme
fırsatım olacak. Fakat bunu yapmadan önce , "düşünüm­
sel modernite"nin savlarını sözde "radikal merkez"in so­
mut siyasal stratejisiyle ilişkilendirme çabasını incelemek
istiyorum.

Giddens ve üçüncü yol

Bu çabanın ana figürü , genellikle "üçüncü yol" olarak anı­


lan merkez-sol pozisyonun entelektüel temellerini atmasıy­
la bilinen Anthony Giddens'dır. Giddens, sırasıyla 1 998 ve
2000 yıllarında yayımlanmış Üçüncü Yol [ The Third Way]
ve Üçüncü Yol ve Eleştirileri [ The Third Way and its Criti­
cs ] adlı kitaplarıyla, sosyolojik kuramının pratik siyaset için
sonuçlarını belirlemeye çalışmış ve "sosyalizmin ölümün­
den sonra sosyal demokrasinin yeniden tanımlanması" için
bazı önerilerde bulunmuştur. Giddens'ın bu önerilerini ya­
kından incelemek, bize post-politik yaklaşımın siyaset prati­
ği üzerindeki etkisini sınamak için önemli bir bakış açısı su­
nacaktır.

68
Giddens, sosyal demokrasinin iki kutuplu dünya sistemi­
nin sonuyla ve komünist modelin çöküşüyle hesaplaşmak
zorunda olduğunu söyler. Ona göre , sosyal demokratla­
rın kimliği, komünizmin çöküşüyle birlikte krize girmiştir,
çünkü kendilerini komünizme karşı tanımlamalarına rağ­
men, sosyal demokratlar komünizmin birçok perspektifini
de benimsemişlerdi. Dolayısıyla, kökten bir yeniden düşün­
menin zamanı gelmiştir. Bu da beş ikilemle yüzleşmeyi ge­
rektirir, der Giddens: ( 1 ) küreselleşmenin içerimleri; (2) bi­
reyciliğin yayılmasının sonuçlan; (3) soVsağ ayrımının an­
lamını yitirmesi; ( 4) siyasetin demokrasinin ortodoks me­
kanizmalarının dışında icra edildiği gerçeği; (5) ekolojik so­
runları hesaba katma gerekliliği. 1 9
Giddens'ın savının arka planında , küreselleşmenin bu­
günkü koşullan altında, sosyal demokrasinin köşe taşı olan
Keynesçi ekonomik yönetim biçiminin aşırı derecede gücü­
nü yitirmesi vardır. Dahası, sosyalizmin bir ekonomik yö­
netim kuramı olarak yenilmesiyle birlikte, solu ve sağı bir­
birinden ayıran temel hatlardan biri ortadan kalkmıştır. Bu
yüzden, sosyal demokratların kapitalizmin alternatifi olma­
dığını kabul etmeleri gerekir. Düşünümsel modernleşme
kuramından hareketle, Giddens klasik sosyal demokrasiyi
toplumsal ve ekonomik yaşamda devlete atfettiği merkezi
rolden ve sivil topluma karşı güvensizliğinden dolayı eleş­
tirir. Klasik sosyal demokrasinin bu yönleri, onu ortak de­
ğerleri ve kamusal kaygıları yok etmekle suçladığı yeni bi­
reyciliğin doğasını anlama konusunda bir hayli yetersiz kı­
lar. Sosyal demokratlar, bireyselleşme süreçlerinin gelişimi­
ni şüpheyle karşılayarak, bu süreçlerin içerdiği büyük de­
mokratikleşme pota nsiyelini gözden kaçırırlar. Kolektif te­
minat kavramının yeniden düşünülmesi, artık daha açık ve
düşünümsel bir biçimde yaşadığımız için, birey ve kolektif
1 9 Giddens, The Third Way [ Üçüncü Yol] , s. 27.
sorumluluk arasında yeni bir denge kurulması gerektiğini
fark etmeden refah devletinin geleneksel kurumlarına bağ­
lı kalırlar.
Giddens'a göre, "üçüncü yol siyasetinin genel hedefi, za­
manımızın büyük devrimleri -küreselleşme, kişisel yaşamda­
ki dönüşümler ve doğayla olan ilişkimiz- arasında vatandaş­
ların yollarını bulmalarına yardım etmektir" .20 Giddens, ba­
sitçe küresel piyasa olarak değil, geniş bir olgu olarak tahay­
yül ettiği küreselleşmeyi göklere çıkarır. Serbest ticareti be­
nimser fakat serbest ticaretin yıkıcı sonuçlarını sosyal ada­
let kaygısıyla bertaraf etmeyi önerir. Nitekim kolektivizm­
den vazgeçmek gerektiğini ve genişleyen bireyciliğe birey­
sel yükümlülüklerin genişlemesinin eşlik etmesi gerektiği­
ni belirtir. Birey ve topluluk arasında, düsturu "sorumluluk
olmadan hak olmaz" olabilecek yeni bir ilişki kurulmalıdır.
Üçüncü yol siyasetinin bir başka düsturu da "demokrasi ol­
madan otorite olmaz" dır. Post-geleneksel bir toplumda, oto­
riteyi meşru kılmanın tek yolu demokrasidir, der Giddens
ve düşünümsel modernleşme bağlamlarında toplumsal uyu­
mu sağlamanın ve toplumsal dayanışmayı sürdürmenin yo­
lu olarak etkin güvenin yaratılmasına büyük önem atfeder.
Giddens, demokrasinin genişlemesini sağlamak için, dev­
leti ve hükümeti sivil toplumla ortaklık içerisinde hareket
edecek biçimde yeniden düzenlemek gerektiğini iddia eder.
Savunduğu reformlar arasında ademimerkeziyetçilik, kamu­
sal alanın rolünü genişletme , idari verimliliği teşvik etme,
ortodoks oy verme süreçlerinin ötesinde yeni demokrasi de­
neyleri ve risk yönetimi alanında daha fazla müdahale var­
dır. Üçüncü yol siyaseti, bu şekilde, yeni bir karma ekono­
mi bağlamında sivil toplumla yakın işbirliği içerisinde hare­
ket edecek yeni bir demokratik devletin yaratılmasını hedef­
ler. Giddens bunu şöyle tarif eder: "Yeni karma ekonomi, pi-
20 A.g.e. , s. 64.

70
yasaların dinamizmini kamusal çıkan akılda tutarak kulla­
nıp kamusal ve özel sektörler arasında bir sinerji yaratmayı
amaçlar. Bu da, hem ulusaşın hem de ulusal ve yerel düzey­
lerde, regülasyon ve deregülasyon arasında ve toplumun ya­
şamında iktisadi olanla gayriiktisadi olan arasında bir den­
1
ge kurmayı içerir" . 2 Refah devleti terk edilmemelidir fakat
risk ve güvenlik arasındaki ilişki "sorumlu bir şekilde risk
alanlar" dan oluşan bir toplum yaratabilmek adına değişi­
me uğramalıdır. Benzer bir şekilde, yeniden dağıtımın anla­
mı "olanakların yeniden dağıtımı" anlamına gelecek biçim­
de değiştirilmelidir.
Benim argümanım açısından oldukça anlamlı olan ,
Giddens'ın üçüncü yol siyasetinin "tek ulus siyaseti" olacağı
yönündeki iddiasıdır çünkü bu iddiası, siyasal proj esinin ça­
tışmasız doğasını vurgular. Bu vurgu, elbette, daha önce gör­
düğümüz gibi, siyasalın antagonizma boyutunu ortadan kal­
dıran sosyolojik kuramının temel özellikleriyle uyum içeri­
sindedir. Post-geleneksel toplumlarda, uyuşmazlıklar vardır
fakat bu uyuşmazlıklar diyalog ve eğitim aracılığıyla bertaraf
edilebilir; uyuşmazlıklar temel çatışmaların ifadesi değildir
ve toplumda artık sınıf aynını yoktur. Aslında, Giddens'ın
"yaşam politikası" kavramıyla ortadan kaldırmayı ve "yaşam
biçimleri" sorunlarıyla ikame etmeyi hedeflediği, sınıf kav­
ramından başka bir şey değildir.
Giddens'ın bu yeni demokratik devleti "düşmansız dev­
let'' olarak nitelemesi de manidardır. Argümanının büyük
bir kısmı, çift-kutuplu çağın geride kalmasıyla birlikte, dev­
letlerin artık düşmanlarla değil, tehlikelerle yüz yüze olduğu
fikrine dayanır. Savaş tehdidinin sunduklarından farklı olan
meşruiyet kaynakları bulma gerekliliği buradan kaynakla­
nır. Giddens'ın bu düşünceleri, 1 1 Eylül 200 1 olaylarından
önce yayımlandığından, bugün "terörizme karşı savaş"ın ya-
21 A.g.e. , s. 100.

71
yılmasıyla birlikte tamamen zaman aşımına uğramış görü­
nüyor. Yine de, Giddens'ın bu olaylan köktencilerin düşü­
nümsel modernleşmenin ilerlemesine karşı tepkilerinin kış­
kırttığı geçici aksamalar olarak açıklayıp pozisyonunda dire­
teceğini tahmin edebiliriz.
Giddens'ın siyasal önerilerini nasıl değerlendirmeliyiz?
Amacının sosyal demokrasinin yenilenmesine katkı sağla­
mak olduğunu iddia ediyor, bu sözde yenilenmenin temel­
de sosyal demokratik projeyi kapitalizmin mevcut aşaması­
nı kabul etmeye zorlamaktan ibaret olduğu aşikar. Bu, kök­
lü bir değişikliktir çünkü sosyal demokrasinin amacı her za­
man kapitalizmin ürettiği eşitsizlik ve istikrarsızlık gibi sis­
temik sorunlarla hesaplaşmak olmuştur. Gelgelelim, baş­
ka bir alternatif olmadığına hükmederek, Giddens bu sözde
çağdışı boyuttan vazgeçme hakkını kendinde görüyor. Kü­
resel piyasa güçleri ve kendi siyasetinin çözer gibi yaptığı
-dışlama, çevresel riskler gibi- envayı çeşit sorun arasında­
ki sistemik bağlantıları görmezden geliyor. Husumet mode­
lini aşacak ve toplumun bütün kesimlerine faydası dokuna­
cak bir "diyalojik siyaseti" yalnızca bu bağlantıları görmez­
den gelme pahasına tahayyül edebiliyor. Bu tür bir mutaba­
katçı, post-politik perspektif, temel çatışmalardan ve mo­
dern kapitalizmin eleştirel analizinden kaçınmaktan ibaret­
tir. Bu yüzden de, neoliberalizmin hegemonyasına meydan
okumaktan acizdir.

Yeni İşçi Partisi'nin sosyal demokrasiyi "yenilemesi"

Giddens'ın yenilenmiş bir sosyal demokrasi için önerilerinin


Yeni İşçi Partisi siyasetini nasıl etkilediğini incelediğimiz­
de, neoliberal hegemonya ve "üçüncü yol" arasındaki uyu­
mun doğrulandığını görürüz. Blair hükümetinin çeşitli poli­
tikalarının detaylı bir analizini sunma niyetinde değilim: bu

72
hükümetin temel yönelimine işaret etmek yetecektir. Benim
sormak istediğim soru şu: bu sözde "radikal merkez"in siya­
seti ne kadar radikaldir ve ne tür bir mutabakat uygulamaya
çalışmıştır? Cevap , gerçekten iç karartıcı. Stuart Hall'un da
ifade ettiği gibi,22 Yeni lşçi Partisi, on sekiz yıllık Thatcher
hakimiyetinin uyguladığı neoliberal hegemonyaya meydan
okumak yerine, Thatcherizm'in bıraktığı yerden devam etti.
Blair, neoliberal sahaya, kendine özgü bir şekilde, uyum sağ­
lamayı tercih etti. Projesi, sosyal demokrasiyi neoliberaliz­
min içine çekmek oldu. Hall'un deyimiyle, uzun vadeli Ye­
ni lşçi Partisi stratejisi, "sosyal demokrasinin serbest piyasa
neoliberalizminin özel bir çeşidine dönüştürülmesi"ydi. Ör­
neğin, belli bir düzeyde yeniden dağıtımı ve kamusal hiz­
metlerin geliştirilmesini amaçlayan bazı sosyal demokratik
hedefler mevcuttu fakat bu hedefler, şirket ekonomisini ön­
ceki sosyal demokrat hükümetlerin kapitalizmi kontrol et­
mek için tesis ettiği düzenlemelerden özgürleştirmeyi he­
defleyen neoliberal plana tabi kılındı. lç piyasaların kurul­
ması ve verimlilik, seçim ve seçicilik gibi temel "girişimcilik
değerleri"ni teşvik eden yönetim tekniklerinin yaygınlaşma­
sı sayesinde, refah devleti "modernleştirildi" . lşçi Partisi'nin
siyasetinde, neoliberalizmde olduğu gibi, devletin düşman
olarak görülmediği doğruydu fakat devletin rolü tamamıy­
la dönüştürüldü. Bu rol, artık " "doğal olarak" büyük servet,
iktidar ve fırsat eşitsizlikleri üreten bir toplumda daha az
şanslı veya daha az güçlü olanı desteklemek değil, bireylere
sağlık, eğitim, çevre, seyahat, konut, aile, işsizlik güvence­
si, emeklilik, vs. gibi bütün toplumsal ihtiyaçlarını kendile­
rinin karşılamaları için yardım etmekten ibaret oldu" .23 Yeni
lşçi Partisi'nin "etkin hükümet" ten anladığı buydu.

22 Stuart Hali, "New Labour's Double-Shuffle" [Yeni işçi Partisi'nin ikili Hilesi] ,
Soundings, 24, Güz 2003.
23 A.g.e. , s. 18.

73
Yeni İşçi Partisi'nin entelektüel formasyonunda neoliberal
ideolojinin ve piyasa kültünün önemini vurgulayan bir baş­
ka düşünür olan John Gray, Blair'in özelleştirmeler alanın­
da Thatcher'in hayal edebileceğinden çok daha ileriye gittiği­
ni iddia eder. Piyasa güçlerinin adalet sistemine ve hapishane
hizmetlerine girmesini örnek vererek şöyle der: "Burada piya­
sa bizzat devletin merkezine yerleştiriliyor - bu, Thatcher'in
döneminde yalnızca sağcı düşünce kuruluşlarının destekle­
diği bir hamleydi" .24 Gray'in Blair'in Thatcher'den öteye git­
tiğini düşündüğü diğer politikalar arasında posta hizmetle­
rinin deregülasyonu (kuralsızlaştırılması) ve Ulusal Sağlık
Hizmeti'nin içine piyasa güçlerinin enjekte edilmesi var.
Yeni İşçi Partisi'nin sol kimliğinden feragat etmesinin en
belirgin işaretlerinden biri de eşitlik için mücadeleden vaz­
geçmiş olmasıdır. Partinin sloganı "seçim" sağlamak olmuş­
tur. Sınıflar yok olmuştur ve bugünün anahtar terimleri "ih­
tiva" ve "dışlama" dır. Toplumun temelde orta sınıflardan
oluştuğu düşünülür; buna tek istisna oluşturanlar, bir taraf­
ta çok zengin olanların oluşturduğu küçük bir elit, diğer ta­
rafta da "dışlanmış" olanlardır. Toplumsal yapının bu şekil­
de algılanması, Yeni İşçi Partisi'nin savunduğu "merkezde
mutabakat"ın temelini oluşturur. Bu da, elbette, "post-gele­
neksel" toplumların artık eşitsiz iktidar ilişkileriyle yapılan­
madığı inancıyla uyuşur. Piyasa tarafından sistematik bir bi­
çimde üretilen yapısal eşitsizlikleri "dışlama" olarak yeniden
tanımlayarak, bu eşitsizliklerin yapısal analizinden ve dola­
yısıyla bu eşitsizliklerin üstesinden gelmek için iktidar iliş­
kilerinde ne tür değişiklikler yapmak gerektiği gibi temel bir
sorudan kaçınmak mümkün olur. "Modernleşmiş" sosyal
demokrasi ancak bu şekilde gelenekel sol kimliğinden sakı­
nıp kendini "sağ ve solun ötesine" yerleştirebilir.

24 John Gray, "Blair's Proj ect in Retrospect" [Blair'in Projesinin Geriye Dönük
Analizi] , International Affairs, Yol. 80, 1, Ocak 2004, 43.

74
Giddens'ın eski sol/sağ ayrımını aşmak için önerdiği yol­
lardan biri, devlet ve sivil toplum arasında kurulacak ortak­
lıklardır ve bu fikir, Yeni İşçi Partisi tarafından -kamu hiz­
metleri açısından felaketle sonuçlanan- "kamu-özel sektör
ortaklıkları" [public-private partnerships - PPP ) aracılığıy­
la büyük bir hevesle uygulanmıştır. Demiryollarının felaket­
le sonuçlanan hikayesini burada yeniden anlatmaya lüzum
yoktur. Taşımacılık sisteminin bu denli yaşamsal bir parça­
sının yönetimini özel şirketlere devretme çabasının apaçık
başarısızlığa uğraması , devletin tekrar devreye girmek zo­
runda kalmasına sebep olmuştu . Ne var ki, bu durum, Ye­
ni İşçi Partisi'nin hala başka alanlara empoze etmeye çalış­
tığı "kamu-özel sektör ortaklıkları"na şevkle yaklaşmasına
engel oluşturmadı . "Kamu-özel sektör ortaklıkları" strate­
jisi, üçüncü yol siyaseti açısından paradigmatiktir: ne dev­
let (sol) , ne de özel sektör (sağ) , devletin yatırımlar için pa­
ra basması, girişimcilerin kar elde etmesi ve vatandaşların
(Yeni İşçi Partisi tabiriyle tüketicilerin) bundan dolayı ce­
fa çekmesine dayalı devletin ve özel sektörün sözde uyum­
lu ortaklıkları !
Sosyal demokrasinin sözde yenilenmesi, bu şekilde "neo­
liberalizmin sosyal demokratik çeşidi"ni üretmiştir (Hall) .
Yeni İşçi Partisi deneyimi, bir toplumun her zaman belli bir
iktidar ilişkileri yapısı aracılığıyla, hegemonik yollarla ku­
rulduğunu kabul etmeyi reddetmenin, mevcut hegemonya­
yı kabul etmeye ve bu hegemonyanın yapılandırdığı güçle­
rin kıskacında kalmaya yol açtığını net bir şekilde gösteri­
yor. Bu durum, husumet modelini geride bırakmış gibi ha­
reket eden "merkezde mutabakat"ın zorunlu sonucudur.
Siyaset, sol ve sağ politikalar arasında agonistik tartışma­
ların gerçekleştiği bir saha olmak yerine, "halkla ilişkiler"e
indirgenmiştir. Partiler, aralarında hiçbir temel fark kalma­
dığı için, ürünlerini reklam ajanslarının yardımıyla ve akıl-

75
lı pazarlama stratejileriyle satmaya çalışır. Sonuç, siyasete
karşı duyulan büyük bir antipati ve seçimlere katılım oran­
larında büyük bir düşüş olmuştur. Vatandaşların demok­
ratik sürece olan inançlarını tamamen yitirmelerine ramak
kalmıştır.

76
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Post-politik Vizyona Karşı


Meydan Oku malar

" Düşünümsel modernleşme" kuramcılarının ve "üçüncü


yol" siyasetçilerinin ortaya koyduğu iyimser tabloya göre,
ilerlemeye karşı gösterilen bazı artçı direnişlere rağmen, bu­
günün temel eğilimi, birleşmekte olan ve barışçıllaşan bir
dünyaya işaret ediyor. Gelgelelim, mevcut durum çok farklı
ve post-politik vizyonla çelişen birçok cihet var. Son birkaç
on yıldır sol ve sağ arasındaki sınırların gittikçe bulanıklaştı­
ğı aşikar olsa da, bu bulanıklaşmaya, daha olgun bir demok­
rasinin koşullarının yaratılması yerine, bugün çoğu Batı top­
lumunda gözlemleyebileceğimiz bir demokratik kurumların
meşruiyetlerini yitirmeleri süreci eşlik etti. Dahası, uluslara­
rası siyasetten söz edecek olursak, çift-kutuplu dünya düze­
ninin sona ermesi daha uyumlu bir sisteme değil, çeşitli ye­
ni antagonizmaların patlamasına yol açtı. 1 1 Eylül 200 l'de­
ki dramatik olaylardan ve "terörizme karşı savaş"ın patlak
vermesinden önce bile, antagonizmaların ortadan kalkmak
yerine, hem ulusal hem de uluslararası bağlamlarda yeni bi­
çimlerde tezahür ettikleri ortadaydı.
Örneğin, birçok Avrupa ülkesinde sağcı popülist partile-

77
rin başarılı bir şekilde yükselişe geçmesi, post-politik yak­
laşımın sığlığını gözler önüne sermiş , liberal kuramcıları ve
yorumcuları şaşkına çevirmiştir. Bu kuramcılar ve yorum­
cular, kolektif kimliklerin çöküşüne dair iddiaların aksi­
ne, gelişmiş toplumlardaki birçok insanın "halk" gibi söz­
de "arkaik" özdeşim biçimlerine başvuran partilerin cazi­
besine kapılabilmesini nasıl açıklayabilirler? Yeni, partizan
olmayan, bireyci, geleneksel bağlardan kopmuş, farklı par­
ti politikaları arasından rasyonel bir biçimde "seçim yapan"
seçmen türünün gelişini ku tlamış bulunan diyaloj ik ku­
ramcılar, popülist tutkuların bu ani patlayışını nasıl anlam­
landırabilirler?
Verebilecekleri ilk yanıt, bu olguyu geçmiş atavizmlerin
henüz aşılmamış olduğu bir bağlamla ilişkilendirmekti. Ör­
neğin, Avusturya'daki Özgürlük Partisi'nin başarısı bu şekil­
de yorumlandı. Genelgeçer görüş, Jörg Haider'in cazibesinin
Avusturya'nın henüz nazi geçmişiyle hesaplaşmayı becere­
memiş bir ülke olmasından kaynaklandığıydı. Endişe etme­
ye gerek yoktu, çünkü bu özel bir durumdu ve bu tür bir ol­
gu kendini başka ülkelerde yeniden üretemezdi.
Ne var ki, "geçmişin kalıntıları" üzerine temellendirilmiş
bu kolay açıklamanın yetersizliği, benzer partilerin çok fark­
lı tarihlere sahip başka ülkelerde de ortaya çıkmasıyla ken­
dini çabuçak belli etti. Sağcı popülist partilerin (yalnızca en
önemli ülkeleri sayacak olursak) Belçika, Danimarka, Isviç­
re, Hollanda, Norveç, Italya ve Fransa'daki başarılı yükseli­
şini bu ülkelerde geçmişle eleştirel bir ilişki kurulmamış ol­
masıyla ilişkilendirmenin imkansız olduğu aşikardır. Dola­
yısıyla, liberal kuramcılar, rasyonel yaklaşımlarına uyacak
başka açıklamalara başvurmayı, örneğin, demagoglarca al­
datılmaya yatkın, eğitimsiz, alt-sınıflardan seçmenlerin ro­
lünü vurgulamayı denediler. Bu açıklamanın çaresizlikten
kaynaklandığı açıktır, çünkü sosyolojik incelemeler popü-

78
list partilerin seçmenlerinin seçmen kitlesinin her kesimin­
den geldiğini göstermiştir.
O halde, bu yeni sağcı popülizmin mantıklı bir açıklama­
sının olmadığı sonucuna mı varmalıyız ? Bence hayır. Son
yıllarda tanıklık ettiğimiz, başarıları popülist retorikler üze­
rine temellendirilmiş partilerin ani yükselişinin kesinlikle
bir tesadüften ibaret olmadığını düşünüyorum. Bu yükseli­
şin sebeplerini ya ülkenin tarihindeki ya da seçmen kitlesi­
nin toplumsal statüsündeki "geri kalmışlık" göstergelerinde
aramak yerine, dikkatimizi anaakım siyasi partilerin yeter­
sizliklerine çevirmeliyiz .

Sağcı popülizm

Sağcı popülizmin ciddi çıkışlar yaptığı bütün ülkelerde de­


mokratik siyasetin durumuna baktığımızda, önemli bir ben­
zerlik göze çarpar. Her bir durumda , sağcı popülist parti­
lerin kaydettikleri ilerleme , geleneksel demokratik parti­
ler arasındaki farkların eskisinden daha az belirgin olduğu
koşullar altında gerçekleşmiştir. Bazı durumlarda, örneğin
Avusturya'da, bu ilerleme, uzun süreli koalisyon hükümet­
lerinden dolayı gerçekleşirken; diğer durumlarda ise, örne­
ğin Fransa'da, sağcı popülizmin yükselişi, daha önce kendi­
lerini açık bir şekilde siyasal spektrumun solunda konum­
landıran partilerin merkeze doğru kaymasıyla ilgiliydi. Fa­
kat her bir durumda , merkezde bir mutabakat kurulmuş,
bu da seçmenlere belirgin bir şekilde önemli farklılıklar arz
eden politikalar arasında gerçek bir seçim yapma olanağı­
nı tanımamıştı. Dolayısıyla, üçüncü partilere karşı ayrımcı­
lık yapmayan seçim sistemlerine sahip ülkelerde, sağcı de­
magoglar boğucu mutabakata karşı arzulanan bir alternatifi
açıkça ortaya koyabildiler.
Avusturya örneği, argümanımı en erken teyit eden örnek-

79
lerden biri olduğundan özellikle ilgi çekicidir . 1 Avusturya' da,
merkezdeki mutabakat ikinci Dünya Savaşı'nın sona erme­
sinden kısa bir süre sonra muhafazakar Halk Partisi (ÖVP)
ve Sosyalist Parti (SPÖ) arasında kurulan "büyük koalisyon"
aracılığıyla tesis edilmişti. Bu iki parti, ülkenin hayatını -si­
yasal, ekonomik, toplumsal , kültürel- birçok alanda kon­
trol edebilmelerini sağlayan bir işbirliği biçimi tasarlamışlar­
dı. "Proporz" sistemi bankalardaki, hastanelerdeki, okullar­
daki, kamusallaştınlmış sanayilerdeki en önemli mevkilerin
söz konusu partilerin seçkinleri arasında paylaştırılmasını
sağlıyordu. Bu durum, 1986 yılında -neredeyse feshedilmek
üzere olan- Avusturya Özgürlük Partisi'nin (FPÖ) kontro­
lünü ele geçiren ve bu partiyi "büyük koalisyon"a karşı bir
protesto partisine dönüştüren ] örg Haider gibi yetenekli bir
demagog için ideal zemini yarattı. Haider, halk egemenliği
temalarını etkin bir şekilde mobilize ederek, ülkenin seçkin­
ler koalisyonu tarafından yönetilme biçimine yönelik çoğal­
makta olan direnişleri hızla biraraya getirebildi.
Haider'in söylemsel stratejisi, çok çalışan, ulusal değerle­
ri savunan bütün iyi Avusturyalılardan oluşan bir "biz" ile
gerçek demokratik tartışmaya engelmiş gibi sunulan iktidar
partileri, sendikalar, bürokratlar, yabancılar, solcu entelek­
tüeller ve sanatçılardan oluşan bir "onlar" arasında bir sınır
çizmekten ibaretti. Bu popülist strateji sayesinde seçmenle­
rin FPÖ'ye desteği büyük bir artış gösterdi ve Kasım 1 999
seçimlerini muhafazakarların yüzde 2 7 oranında önünde ,
ülke genelinde ikinci parti olarak tamamlayana dek oylan is­
tikrarlı bir şekilde arttı.
Elbette, o zamandan beri gerçekleşen yerel ve ulusal se­
çimlerde de görüldüğü gibi, hükümete katılım partinin ko-
1 Avusturya örneğinin detaylı bir analizi için bkz. Chantal Mouffe, "The End of
Politics and the Challenge of Right-Wing Populism" [Siyasetin Sonu ve Sağcı
Popülizmin Meydan Okuması] , Francisco Panizza (der. ) , Populism and ıhe Sha­
dow of Democracy [Popülizm ve Demokrasinin Gölgesi] , Londra, Verso, 2005.

80
numunu ciddi bir şekilde zayıflattı. Hatta Haziran 2004'ün
Avrupa seçimlerinde partinin oyları yüzde 6. 7'ye kadar ge­
riledi. Bu düşüşün sebeplerini yakından incelemek bir hay­
li öğreticidir. Örneğin, bu düşüşün o ana dek Avusturya si­
yasetinde baskın olan ve iki ana partinin FPÖ'yü hükümet­
ten dışlamak için başvurduğu Ausgrenzung (dışlama) stra­
tejisine karşı iyi bir argüman sunduğunu söyleyebiliriz. Ne
var ki, beni ilgilendiren konu bu değil. Benim vurgulamak
istediğim, FPÖ'nün dramatik yükselişini açıklayan unsurun,
genelgeçer görüşün aksine, sözde bir nazi nostaljisinin çeki­
ciliği değil, Haider'in "halk" ve "mutakabat seçkinleri" ara­
sındaki karşıtlık üzerinden güçlü bir kolektif özdeşim kutbu
inşa etmedeki becerisinin olduğudur. Aslında, partinin ko­
alisyon hükümetinin bir parçası olduğu andan itibaren ko­
ruyamadığı, "egemen çevreler karşıtı" [ anti-establishment)
kutuptan başka bir şey değildir.
Benzer bir "egemen çevreler karşıtı" bloğun inşası, Belçi­
ka'daki Vlaams Blok'un (VB) başarısını açıklar. Partinin ka­
lesi, sosyalistler ve Hristiyan demokratlar arasında kurul­
muş ve on yıllardır siyasal iktidarı tekeli altında tutan bir
koalisyonun mekanı olan Antwerp'tir. Bu da VB'ye kendi­
ni "yozlaşmış seçkinler" olarak karşı çıktığı koalisyonun tek
gerçek alternatifi olarak sunma fırsatını vermiştir. 2 Bu ör­
nekte, (en son Vlaams Belang ismini alan) VB'nin iktidara
gelmesini engellemek için ana partilerin çektiği "karantina
hattı" hala varlığını korusa da parti güçlenmeye devam edi­
yor. VB, 2004 Avrupa seçimlerinde bütün Flanders bölge­
sinde yüzde 24. 1 gibi bir oy oranıyla ikinci en önemli par­
ti olmayı başardı.

2 Vlaams Blok'un başarısına dair iyi bir yorum için bkz. Patrick de Vos, "The
Sacralisation of Consensus and the Rise of Authoritarian Populism: the Case
of the Vlaams Blok" [Mutabakatın Kutsallaştırılması ve Otoriter Popülizmin
Yükselişi: Vlaams Blok Örneği] , Studies in Social and Political Thought, 7, Eylül
2002.

81
Fransa'ya gelince, Front National'in yükselişinin, Mitte­
rand'ın zaferinden sonra Sosyalist Parti'nin mevcut hege­
monik düzene karşı bir alternatif sunmaktan tamamıyla
vazgeçip siyasal merkeze doğru hareket etmesiyle birlikte,
1980'lerde başlaması dikkate değerdir. Bu durum, Jean-Ma­
rie Le Pen'e hakim mutabakata meydan okuyan tek kişi ol­
duğunu iddia etme şansını vermiştir. Önerdiği çözümler el­
bette kabul edilemezdir fakat kimse Le Pen'in söyleminin si­
yasal karakterini inkar edemez. Bu yüzden, iki ana aday Ja­
cques Chirac ve Lionel jospin'in benzer politikaları savun­
malarıyla dikkat çeken 2002 cumhurbaşkanlığı seçimlerin­
de Le Pen'in oldukça yüksek bir oy alması ve ikinci turda
jospin'i elemesi hiç de şaşılacak bir durum değildir. O dö­
nemden beri, oyların toplam yüzdesinin etkili yetkilere dö­
nüşmesine kolaylık sağlamayan bir seçim sistemine rağmen,
Front National oy oranını aşağı yukarı yüzde 13 düzeyinde
korumayı başardı.

Mutabakat modelinin tehlikeleri

Bu kitabın temel savlarından birini ortaya koymak için son


dönemin popülist başarılarına dair yukarıdaki örneklere kı­
saca göz atmak yeterli: hem iç hem de uluslararası siyasette
çatışmaları ifade etmek için agonistik kanalların bulunma­
ması birtakım olumsuz sonuçlar doğurur. lç siyasette, "ege­
men çevreler karşıtı" partilerin güçlü cazibesi, daha köklü ,
egemen demokratik partilerin kayda değer alternatifler orta­
ya koyamamalarından kaynaklanır; bunu açıklayabilmek de
ancak bugünün hakim mutabakatçı siyaset tarzının bağla­
mında mümkündür.
Popülist partilerin artan başarısı, önceki bölümlerde orta­
ya koyduğum kimi savların en somut göstergelerinden biri­
dir. Bu noktada, genelde demokrasinin ilerlemesi olarak gö-

82
rülen siyasette husumet modelinin sonunun ilan edilmesi­
ne dair söylediklerime dönmem gerekir. Sol ve sağ arasın­
daki sınırların bulanıklaşmasından ve demokratik partiler
arasında agonistik tartışmaların yokluğundan, yani farklı si­
yasal proj eler arasında cepheleşmenin eksikliğinden ötürü,
seçmenlerin bir dizi farklılaşmış demokratik siyasal kimlik­
le özdeşleşmesinin bir türlü mümkün olmadığını belirtmiş­
tim. Bu durum, demokratik sistemin işleyişi açısından so­
run yaratabilecek türden özdeşim biçimleri tarafından dol­
durulması pekala mümkün olan bir boşluk yarattı. Kolektif
kimliklerin ortadan kalktığı iddiasına ve bireyciliğin zaferi­
ne rağmen, kolektif boyutun siyasetten silinemeyeceğini sa­
vunmuştum. Kolektif kimliklerin, geleneksel partiler aracı­
lığıyla ifade edilmelerinin mümkün olmadığı zamanlarda,
başka biçimlerde ortaya çıkmaları kuvvetle muhtemeldir.
Zayıflayan sol/sağ karşıtlığının yerine "halk" ve "egemen
çevreler" etrafında şekillenen bir karşıtlık üzerine inşa edil­
miş yeni bir biz/onlar ayrımı koyan sağcı popülist söylem­
de söz konusu olan budur. Siyasetin bireysel motivasyonla­
ra indirgenebileceğini düşünenlerin aksine, yeni popülistler
siyasetin her daim "onlar"a karşı bir "biz" yaratmaktan iba­
ret olduğunun ve kolektif kimlikler yaratmayı gerektirdiği­
nin farkındalar. "Halk" mefhumu dolayımıyla sundukları
kolektif özdeşim biçimlerinin güçlü cazibesi bu yüzdendir.
Eğer bu meseleyi siyasetteki duygusal boyutun önemine
ve tutkuların demokratik kanallar üzerinden mobilize edil­
mesi gerekliliğine dair yaptığım vurguyla ilişkilendirirsek,
diyaloğu ve rasyonel müzakereyi vurgulayan demokratik si­
yasetin rasyonalist modelinin, "halk" gibi yoğun duygusal
içeriği olan kolektif özdeşimler sunan popülist siyasetle kar­
şılaştığında nasıl savunmasız kaldığını daha iyi anlayabili­
riz. Hakim söylemin küreselleşmenin mevcut neoliberal bi­
çiminin hiçbir alternatifi olmadığını ve onun dikte ettikleri-

83
ni kabul etmemiz gerektiğini iddia ettiği bir bağlamda, sayı­
lan gittikçe artmakta olan birçok insanın alternatiflerin ol­
duğunu ve halka tekrardan karar alma iktidarını kazandıra­
caklarını iddia edenlere kulak vermesi hiç şaşırtıcı değildir.
Demokratik siyaset insanları belirli siyasal projeler etrafında
mobilize etme kapasitesini yitirdiğinde ve piyasanın sorun­
suz işleyişinin gerekli koşullarını güvence altına almakla sı­
nırlandınldığında, popüler gerilimin siyasal demagoglar ta­
rafından ifade edilmesinin koşullan olgunlaşır.
İngiltere örneği bir süreliğine bu tür bir gelişimin kar­
şıt-örneğini oluş turur gibi göründü ; fakat Bağımsızlık
Partisi'nin (Independence Party) 2004 Avrupa seçimlerin­
deki başarısı durumun değişebileceğine işaret ediyor. Elbet­
te bu partinin ileride ne durumda olacağını tahmin etmek
için henüz çok erken ve İngiliz seçim sistemi üçüncü par­
tilerin yükselmesini kesinlikle kolaylaştıran bir yapıya sa­
hip . Yine de bu partinin oylarındaki dramatik artış ciddiye
alınmalı. Bugün İngiltere'de sağcı popülist bir partinin po­
püler gerilimi istismar etmesine olanak sağlayan bütün ko­
şulların mevcut olduğu inkar edilemez. Yeni İşçi Partisi'nin
T ony Blair liderliğinde sağa kaymasından beri, çok sayıda
geleneksel İşçi Partisi seçmeni artık parti tarafından temsil
edilmediğini hissediyor. Popüler kesimlerin büyük bir bö­
lümünün talepleri siyasal gündemin dışına itilmiş durum­
da ve maharetli bir demagogun popülist söylemi bu kesim­
lerin kendilerini ifade etmelerine kolaylıkla imkan tanıyabi­
lir. Birçok Avrupa ülkesinde olmakta olan budur ve benzer
bir durumun İngiliz siyasetinde de ortaya çıkmasına tanık­
lık etmemiz pekala mümkün.
Sağcı popülist partilerin başarısının, büyük ölçüde, gele­
neksel partilerin hesaba katmadığı gerçek demokratik talep­
leri, oldukça sorunlu bir biçimde de olsa, ifade etmelerinden
kaynaklandığını fark etmenin zamanı çoktan geldi. Bu par-

84
tiler insanlara aynı zamanda bir tür umut, birşeylerin fark­
lı olabileceğine dair bir inanç sunuyor. Bu, elbette, genellik­
le yabancı düşmanlığının merkezi bir rol oynadığı kabul edi­
lemez dışlama mekanizmaları ve yanlış öncüller üzerine ku­
rulan aldatıcı bir umut. Fakat bu partiler siyasal tutkuların
ifade edilmelerine olanak sağlayan tek kanallar olunca, bir
alternatif temsil ettikleri yönündeki sahte iddiaları oldukça
çekici bir hal alıyor. Ben bu yüzden sağcı popülist partilerin
başarısının canlı demokratik tartışmaların post-demokra­
silerimizdeki eksikliğinin bir sonucu olduğunu düşünüyo­
rum. Bu da sol/sağ sınırının bulanıklaşmasının demokrasi­
ye katkı sağlamak yerine, demokrasinin altını oyduğunu ka­
nıtlıyor. Yeni siyasal sınırların çizilmesi aracılığıyla demok­
ratik uygulamalara düşman olan kolektif kimliklerin ortaya
çıkmasına kolaylık sağlayan bir saha yaratılıyor.
Geleneksel partilerin sağcı popülizmin yükselişine kar­
şı tepkilerinin sorunun daha da büyümesine katkı sağla­
dığı kesindir. Geleneksel partiler, bu yeni olgunun siya­
sal , toplumsal ve ekonomik nedenlerini yakından incele­
mek yerine, olguyu "radikal-sağ" olarak niteleyip yeniliğini
görmezden gelmeyi tercih ettiler. Bu hamle sayesinde sağ­
cı popülizmin özgüllüğünü ve nedenlerini anlamaktan ve
"iyi demokratlar"ın köklü siyasal kurumların halk tarafın­
dan reddedilmesinde bir sorumluluğu olup olmadığını in­
celemekten kaçındılar. Açıklama hemen hazırdı : söz ko­
nusu olan, çirkin yüzünü yeniden gösteren bir "kahveren­
gi veba"ydı ve bu da bu şer gücün yeniden ortaya çıkmasına
direnmek için bütün demokratik güçlerin birleşmesini ge­
rektiriyordu. Sağcı popülist hareketlerin yükselişine verilen
yanıt çoğunlukla ahlaki bir kınamadan ve "karantina hattı"
çekmekten ibaretti.

85
Ahlaki dil dizgesinde siyaset

Bu ahlaki tepki post-politik perspektifin bir başka önem­


li yetersizliğini açığa çıkarır. Elbette siyasal bir analizin ya­
pılmaması birçok bakımdan beklenen bir şeydi. Hakim gö­
rüş siyasetin husumet modelinin aşıldığını ve kolektif siya­
sal kimliklerin "ikinci modemite"ye uyum göstermedikleri­
ni dile getirdiğinden, sağcı popülizmin ortaya çıkışı ancak
bazı arkaik güçlere geri dönüş olarak yorumlanabilirdi. Bu
yüzden "aşırı sağ" kategorisi bayağı işe yaradı. Dahası, ha­
kim perspektifin özellikleri, sağcı popülist partilerle müca­
deleyi siyasetin husumet modelinin bir tezahürü olarak gör­
meye olanak tanımadığından, bu partiler siyasal anlamda al­
gılanmadılar, yani siyasal olarak mücadele edilmesi gereken
hasımlar olarak görülmediler. Dolayısıyla, sınırı ahlaki dü­
zeyde, "iyi demokratlar" la "şer aşırı sağ" arasında çizmek
uygun bulundu.
Bu hamlenin sağladığı bir başka avantaj da mutabakatçı
güçlerin "biz" kimliğini güvence altına almak için elzem olan
bir "kurucu dışsal"ı yaratmalarıydı. Daha önce de vurguladı­
ğım gibi, dışlama olmadan mutabakat olmaz, "onlar" olma­
dan "biz" olmaz ve bir sınır çizilmezse siyaset olmaz. Bu yüz­
den, "iyi demokratlar"ın kimliğinin kurulması için bir tür sı­
nır gereklidir. Bu sının da "aşın sağ''ı "onlar" olarak sunmak
oluşturur. Bu şekilde, tipik bir liberal aldatmacayla, ahlaki bir
doğaya aitmiş gibi sunularak siyasal niteliği inkar edilen bir
siyasal "biz"/"onlar" aynını kurulur. Böylece iyi demokratla­
rın kimliği, siyasetin husumet modelinin aşıldığı savı sorgu­
lanmadan, kötü aşın sağın dışlanmasıyla elde edilmiş olur.
Bir başka avantaj da antifaşist söylemin geleneksel reper­
tuvarım kullanarak tutkuların "aşırı sağ"a karşı mobilize edi­
lebilmesiydi. İnsanlar basitçe "şer güçler"in itham edilmesi­
ne katılarak kendilerini iyi ve erdemli hissedebiliyorlardı. El-

86
bette bu, tutkuların mobilizasyonu olarak değil, evrensel de­
ğerleri savunmak isteyen ahlaklı insanların rasyonel tepki­
si olarak görülüyordu. Bu şekilde, tutkuların mobilizasyonu
hakim rasyonalist perspektifle uyumlu bir hale getiriliyordu.
Avusturya'da 2000 seçimlerinde ortaya çıkan tepkiler, sağ­
cı popülizmin yükselişine karşı verilen ahlakçı tepkinin ba­
riz örneklerindendir. Muhafazakarlar ve popülistler arasın­
da bir koalisyon hükümetinin kurulmasına Avrupa genelin­
de bir itiraz vardı ve diğer on dört AB hükümeti Avusturya
hükümetine karşı diplomatik "müeyyideler" uygulamaya ka­
rar verdi. Avrupa değerlerinin korunması ve -başkalarında
itham edilmesi, kişinin kendi memleketinde karşı çıkmasın­
dan her zaman daha kolay olan- ırkçılık ile yabancı düşman­
lığına karşı mücadele edilmesi adına, sağın ve solun siyaset­
çileri, henüz menfur sayılabilecek herhangi bir girişimde bi­
le bulunamamış yeni koalisyonu aforoz etmek üzere birleşti­
ler. Bütün iyi demokratlar "neo-nazi" olarak sunulan bir par­
tinin iktidara gelmesini kınamayı görev bildiler. Savaşılması
gereken yeni bir şeytan bulmanın mutluluğunu yaşayan mi­
litan bir basının yönlendirdiği ve kısa sürede doğru dürüst
"nazilikten arındmlmamak"la suçlanan bütün Avusturyalı­
ları hedef alan inanılmaz bir şeytanlaştırma kampanyası baş­
latıldı. Irkçılığın ve yabancı düşmanlığının kınanması, "iyi
demokratlar"ın birlik içinde olmalarını garantileyen, demok­
ratik değerlere bağlılıklarını ileri sürebilmelerini sağlayan ve
kendi ülkelerindeki politikalarını eleştirel bir incelemeye ta­
bi tutmaktan kaçınmalarına yarayan kullanışlı bir araç oldu.
Bu tür ahlakçı tepkilerde oldukça ahlaksız bir mekaniz­
manın işlemekte olduğunun farkına varmalıyız. Bu meka­
nizma, birisinin iyiliğinin başkalarının kötülüğünün kınan­
ması yoluyla güvence altına alınmasını içerir. Başkalarını it­
ham etmek, birisinin yüksek bir ahlaki değer elde etmesinin
en güçlü ve kolay yollarından biri olagelmiştir. Bu , François

87
Flahault'ın "iyi duygunun püritanizmi" adı altında başarıyla
incelediği bir öz-idealleştirme biçimidir. Flahault, "iyi duy­
gunun püritanizmi"ni şöyle tanımlar: "iyilik yapmak hak­
kında nutuk çekmek, kurbanlara sempati duymak, başkala­
rının kötülüğü karşısında içerlemek" .3 Flahault'ya göre, bu
öz-idealleştirme tarzı, yararcı ve rasyonalist çağımızda, in­
sanların kendi sıradanlıklarından kaçmalarına, kötüyü ken­
di dışlarına itmelerine ve yeniden bir tür hamaset keşfetme­
lerine olanak sağlayan tek şeydir. Şüphesiz bu , ahlakçı söy­
lemin post-politik toplumlarımızda gittikçe daha büyük bir
rol oynamasının ardında yatan şeyi açıklamaktadır.
Bana göre, husumet modelini niteleyen siyasal sınırın za­
yıflaması ve siyasetin "ahlaklaşması" arasında doğrudan bir
bağlantı vardır. Bu bağlamda, "ahlaklaşma" elbette insan­
ların siyaset alanında daha nesnel ve daha tarafsız güdü­
ler doğrultusunda ortak iyiyi aramaya koyuldukları anla­
mına gelmez. Benim işaret etmek istediğim, siyaseti kuran
"biz"/"onlar" ayrımının, siyasal anlamda inşa edilmek ye­
rine, "iyi"ye karşı "kötü" gibi ahlaki kategorilere göre inşa
edilmesidir.
Söz dağarcığındaki bu değişimin açığa çıkardığı, kimile­
rinin sandığı gibi, ahlakın siyasetin yerine geçmesi değil, si­
yasetin ahlaki di l dizgesinde tüketilmesidir. Ben siyasetin
"ahlaklaşması"nı bu şekilde -bugünün siyasetinin daha ah­
laki olması şeklinde değil, günümüz siyasal antagonizma­
larının ahlak kategorileriyle formüle edilmeleri olarak- an­
lamayı öneriyorum. Siyasal dost/düşman ayrımlarıyla hala
karşı karşıyayız fakat bu ayrımlar artık ahlakın söz dağarcığı
kullanılarak ifade ediliyor. Şüphesiz, bu durum uluslarara­
sı siyasette bir süredir var ve özellikle Birleşik Devletler' deki
bazı kesimler siyasal düşmanlarını ahlakın söz dağarcığı­
nı kullanarak itham etmekten çok hoşlanıyorlar. George
3 François Flahault, Malice [Şer] , Londra, Verso, 2003, s. 1 1 7.

88
W. Bush'un "kötülük ekseni" ne karşı haçlı seferinin bir­
çok öncülü var. Yalnızca Ronald Reagan'ı ve onun "kötü­
lük imparatorluğu"nu hatırlamak yeterli. Gelgelelim, sağ­
cı popülizme verilen tepkilerin de açığa çıkardığı gibi, yeni
olan, siyasetin ahlaklaşmasının aynı zamanda Avrupa iç si­
yasetinde de gerçekleşiyor olması. Siyasetin bu alandaki ah­
laklaşması, kesin olarak, postpolitik perspektifin kurulma­
sına katkı koymuş -muhtemelen iyi niyetli olan kuramcılar
da dahil- herkesin savunduğu husumet-sonrası mutabakat­
çı modelin bir sonucudur.
Husumete dayalı siyasetin sonunun geldiğini iddia etmek,
daha olgun ve mutabakatçı bir demokrasi biçiminin koşul­
larını yaratmak şöyle dursun, bunun tam aksi bir etkiyi ya­
ratır. Siyaset ahlakın dil dizgesinde tüketildiği anda, antago­
nizmaların agonistik bir biçim almaları olanaksızlaşır. Aslın­
da, muhalifler, siyasal değil de ahlaki olarak tanımlandıkla­
rında, "hasım" olarak tahayyül edilmeleri olanaksızlaşır ve
yalnızca "düşman" olarak görülebilirler. "Kötü onlar"la her­
hangi bir agonistik tartışma mümkün değildir; "kötü on­
lar" yok edilmelidir. Dahası, "kötü onlar" , çoğunlukla bir
tür "ahlaki hastalığın" ifadesi olarak görüleceklerinden, or­
taya çıkışlarına veya başarılarına dair bir açıklama getirmeye
çalışmak bile abestir. Bu yüzden, sağcı popülizm örneğinde
gördüğümüz gibi, ahlaki kınama uygun bir siyasal analizin
yerini alır ve yanıt, zarar görmüş kesimleri çevreleyecek bir
"karantina hattı"nın inşasıyla kısıtlıdır.
Siyasetin dost/düşman modelinin aşıldığını iddia eden
yaklaşımın, nihayetinde, hükümsüz addedilen siyasetin an­
tagonistik modelinin yeniden canlanmasının koşullarını ya­
ratması ironiktir. Ne var ki, post-politik perspektifin, can­
lı bir agonistik kamusal alanın yaratılmasına engel olması­
nın, "onlar"ı "ahlaki" olarak, yani "mutlak düşmanlar" ola­
rak tahayyül etmeye yol açtığı, böylece demokratik kurum-

89
lan tehlikeye atabilecek antagonizmaların ortaya çıkmasını
teşvik ettiği inkar edilemez.

Tek-kutuplu dünyanın bir sonucu olarak terörizm

Bu noktaya kadarki amacım, hakim post-politik perspekti­


fin demokratik siyasetin içsel işleyişi bakımından sonuçla­
rını incelemekti. Bu noktada, agonistik yaklaşımımı dünya
siyaseti ışığında sınamak için uluslararası arenaya odaklan­
mak istiyorum. Son dönemde yaşanmış uluslararası olaylar­
dan siyasal boyutu kabul etmemenin sonuçlarına ilişkin ba­
zı dersler çıkarabilir miyiz? 1 1 Eylül 200 1 olaylarını ve terö­
rist saldırıların çoğalmasını agonistik çerçeve içerisinde na­
sıl yorumlayabiliriz? Adamakıllı siyasal bir yaklaşım son yıl­
larda ortaya çıkan antagonizmalar hakkında bizlere ne söy­
leyebilir? Bu sorulara yanıtlar ararken, bir kez daha , Carl
Schmitt'e kulak vermemiz gerekir.
Öncelikle önemli bir noktayı açıklığa kavuşturalım. Bazı­
ları, George W. Bush'un "terörizme karşı savaş"ının arkasın­
da olan neo-muhafazakarların stratejisinin, Schmitt'in dost/
düşman ayrımını merkez alan siyaset anlayışından etkilen­
diğini iddia ediyorlar. Aynı kişiler, siyaseti bu şekilde tahay­
yül etmenin, "medeni dünya" ile "özgürlüğün düşmanları"
arasında tehlikeli bir kutuplaşma yarattığını düşünüyorlar.
Böylece, Bush'un haçlı seferi, Schmitt'in siyasal anlayışının
uygulanmasının doğrudan bir sonucu olarak sunuluyor. Bu
çıkmazdan kurtulmanın yolunun da acilen mutabakatçı bir
siyaset modeline dönmekten geçtiğini söylüyorlar. Buna gö­
re, küreselleşmiş dünyamızın ihtiyacı olan kozmopolit libe­
ral bir yaklaşımın sergilenmesidir.
Ben, Schmitt ve neo-muhafazakarlar arasında bir yakınlık
görmenin büyük bir yanlış anlamadan kaynaklandığını dü­
şünüyorum. Şüphesiz , Schmitt, daha önce de belirttiğimiz

90
gibi, siyasalın özgül farklılığının (differentia specifica) dost/
düşman ayrımı olduğunu defalarca vurgulamıştı. Fakat Sch­
mitt, aynı zamanda, bu ayrımın iktisat ya da etik temelinde
değil, adamakıllı siyasal bir şekilde yapılması gerektiğinin de
her zaman üzerinde durmuştu. Schmitt, Bush'un düşmanla­
rım "kötü" gibi bir ahlaki kategoriyi kullanarak nitelemesini

kesinlikle hoş görmeyecek ve Bush'un Amerika'nın dünya­


ya özgürlük ve demokrasi götürme görevine ilişkin mesihçi
söylemini de şüphesiz reddedecekti.
Aslında, Schmitt'in yaklaşımı, Bush'un stratejisini gerek­
çelendirmek yerine, bize bu stratejinin temel özelliklerine
karşı çıkmamızı sağlayacak içgörüler sunar. Schmitt, strate­
jinin ahlakçı söylemini çürüterek ABD hükümetinin mede­
niyet fikrine el koyup bu fikri tekelleştirmesine izin veren
retorik hamleleri anlamamıza yardımcı olur. Schmitt, tek
gerçek meşru siyasal sistemi sunduğu iddiasında olan liberal
evrensenciliğe karşı fazlasıyla eleştirel bir düşünürdü. Libe­
ralleri "insanlık" kavramını emperyalist genişleme için ide­
olojik bir silah olarak kullandıkları için eleştiriyor ve insan­
cıl etiği ekonomik emperyalizmin bir aracı olarak görüyor­
du. Şöyle demişti Schmitt:

Bir devlet insanlık adına siyasal düşmanıyla savaştığında ,


bu , insanlığın savaşı olmaktan ziyade , bir devletin, savaştı­
ğı düşmanı karşısında evrensel bir kavramı tümüyle tasar­
rufu altına alma savaşı anlamına gelir. Amacı da, tıpkı barış,
adalet, gelişme , medeniyet kavramlarının kötüye kullanıl­
masında olduğu gibi, düşmanı aleyhine kendisini bu evren­
sel kavramla özdeşleştirmek, kavramı sahiplenmek ve düş­
manınım bu kavrama dayanmasını engellemektir.4

4 Cari Schmitt, The Concepı of the Poliıical, New Brumswick, Rutgers University
Press, 1976, p. 54 [Siyasal Kavramı, Almancadan çev. Ece Göztepe, lstanbul,
Metis Yayınlan, 2006, s. 74-5 ] .

91
Bu, Schmitt'e göre, insanlık adına girişilen savaşların ne­
den özellikle insanlık dışı bir hal aldığını açıklar, çünkü bu
savaşta, düşmanın hukukdışı bir insanlık düşmanı olarak
sunulması mümkün olduğu anda, her türlü aracın kullanıl­
ması mübah sayılır. Dost ve düşman arasındaki sınırın "me­
deni dünya" ve onun "şer düşmanları" arasında çizilmesi,
Schmitt'in gözünde, kendi düzenini dünyanın geriye kalanı­
na empoze etme hakkını ve ödevini insan haklan adına ken­
dine mal eden liberal evrenselciliğe özgüdür.
Schmitt dışlama olmadan içleme olamayacağını, istisna
olmadan norm olamayacağını savunmuş ve liberalizmin is­
tisnasız bir biçimde , tamamen içleyici olma ve "insanlık"
adına konuşma yönündeki sahte iddialarını sürekli ifşa et­
mişti. Yine de liberalizmin kendi hakimiyetine yönelik her
türlü muhalefeti gayrimeşru kılan bu insanlıkla özdeşimin
sağladığı retorik gücün de farkındaydı. William Rasch'ın da
belirttiği gibi, bu, Schmitt için, Batı hegemonyasının kurul­
masında işleyen temel mekanizmaydı. Bu yüzden, Schmitt,
Amerikan sisteminin kendi tikel çıkarlarını "Amerikan he­
gemonyasına karşı çıkmak, evrensel olarak iyi olana ve in­
sanlığın ortak çıkarlarına karşı çıkmaktır" sonucuna vardı­
racak ölçüde evrensel olarak bağlayıcı ahlaki normlarla öz­
deşleştirerek küresel hegemonya kurmasına hayranlık duy­
madan edemiyordu.5
Gelgelelim, Schmitt, aynı zamanda, dünya geneline tek bir
model empoze etme çabasının korkunç sonuçlar doğuraca­
ğı uyarısında da bulunmuştu . Uluslararası ilişkilerin evril­
mekte olduğu yönün içerdiği tehlikelerin tamamıyla farkın­
daydı. lkinci Dünya Savaşı'ndan sonra çalışmalarının büyük
bölümünü siyasalın modern biçiminin çöküşüne ve devletin

5 William Rasch, "Human Righıs as Geopolitics: Cari Schmitt and the Legal Form
of American Supremacy" Ueopolitik Olarak insan Haklan: Cari Schmitt ve Ame­
rikan Hakimiyetinin Yasal Biçimi] , Cultural Critique, 54, Bahar 2003, s. 123.

92
siyasal üzerindeki tekelini yitirmesine ayırmıştı. Bu durum,
Schmitt'e göre, savaşı üç yüzyıl boyunca belli sınırlar içeri­
sinde tutmayı başarmış devletlerarası Avrupa hukuku olan
"jus Publicum Europeaum"un [Avrupa Kamu Hukuku ) da­
ğılmasıyla bağlantılıydı. Devletin siyasal üzerindeki tekelini
yitirmesinin sonuçlarını endişeyle izliyordu, çünkü devletin
çöküşünün "uluslararası iç savaş" adını verdiği yeni bir si­
yaset biçiminin koşullarını yaratmasından korkuyordu. Jus
Publicum Europeaum varolduğu müddetçe, savaşın sınırlan
belirlenmiş ve düşmanlık mutlak bir biçim almamıştı; düş­
man suçlu olarak muamelesiyle karşılaşmıyor ve insanlığın
son düşmanı olarak görülmüyordu . Schmitt'e göre, değişim,
birkaç etmenin biraraya gelmesiyle başladı: teknolojik imha
araçlarının gelişmesi, liberallerin savaşı hukukdışı ilan etme
çabalan ve "adil savaş" kategorisinin yeniden keşfi, ayrım­
cı bir savaş kavrayışının ortaya çıkmasına katkıda bulundu.
"Suçlu olarak düşman şeklindeki ayrımcı kavrayış ve buna
eşlik eden bir justa causa (adil dava) iması, imha araçları­
nın yoğunlaşmasına ve savaş alanlarının çözülmesine para­
lel olarak gelişiyordu. Teknik imha araçlarının yoğunlaşma­
sı, aynı derecede yıkıcı bir hukuki ve ahlaki ayrımcılığın ka­
ranlık cehennemini de açığa çıkarır."6 Bir savaş "hukukdışı"
ilan edildiği anda, düşmanlığın tüm sınırlan silinmiş olur ve
muhalif, suçlu ve insanlık dışı ilan edilebilir: düşman "mut­
lak düşman"a dönüşür.
1963 yılında yayımlanan Partizan Teo ri si 'nde [ Theory of
the Partisan) , Schmitt partizanı siyasal olanla siyasal olma­
yan arasındaki aynın etrafında yapılanan klasik devlet düze­
ninin çözülmesinin bir ürünü olarak sunar. Partizanların or­
taya çıkması, düşmanlığa dair sınırlandırmaların kaldırıldı-

6 Cari Schmitt, The Nomos of the Earth in the International Law of the ]us Publi­
cum Europaeum [Yeryüzünün Yasası: Avrupa Kamu Hukukunun Uluslararası
Hukuku ] , New York, Telos Press, 2003, s. 3 2 1 .

93
ğı gerçeğiyle bağlantılıdır. Her türlü haktan mahrum bırakıl­
mış olmaları sonucunda, partizanlar haklarını düşmanlıkta
bulurlar. Haklarını ve hukuken korunmalarını güvence altı­
na alan meşruiyet inkar edildiği anda, partizanlar davaları­
nın anlamını düşmanlıkta bulurlar. Schmitt kitabını şu so­
ğuk uyarıyla bitirir:

Başoyuncuları kendilerini fiziksel olarak imha etmeden


önce bütünsel aşağılanmanın cehennemine akın eden bir
dünyada, yeni mutlak düşmanlık türlerinin ortaya çıkması
kaçınılmazdır. Düşmanlık o denli korkunç olacaktır ki bel­
ki ileride düşmanlıktan ya da husumetten bahsetmek bile
mümkün olmayacaktır. Her ikisi de hukukdışı ilan edilip
imha operasyonu başlamadan önce uygun biçimde kınana­
caktır. Bu operasyon da haliyle tamamen soyut ve mutlak
olacaktır. . . . Gerçek husumetin inkarı böylece mutlak bir
düşmanlığın yok ediciliğine yol açacaktır.7

1 1 Eylül 2 0 0 1 'den beri , Schmitt'in " p o s t-devl e t ç i


siyaset"in durumuna dair tespitleri her zamankinden daha
anlamlı oldu. Bu tespitler yeni antagonizmaların ortaya çık­
ma koşullarını daha iyi anlamamıza yardımcı olabilirler. Je­
an-François Kervegan'ın da belirttiği gibi,8 Schmitt'in tes­
pitleri terörizm sorununa mevcut yaklaşımdan, yani terö­
rizmi bir grup yalıtılmış fanatiğin işi olarak gören anlayış­
tan çok daha farklı bir biçimde yaklaşmamıza olanak sağ­
lar. Schmitt'ten hareketle, terörizmi tek bir hiper-iktidarın
hegemonyası kapsamında uygulanan dünya düzenini nite­
leyen siyasalın yeni biçimlenişinin bir ürünü olarak göre­
biliriz .

7 Cari Schmitt, Theorie du partisan [Partizan Teorisi] , Paris, Calmann-Levy,


1972, s. 3 1 0 . Almanca baskısı: Theorie des Partisanen, Berlin, Duncker &: Hum­
bolt, 1963.
8 jean-François Kervegan, "Ami ou ennemi? " , La Guerre des dieux, Le Nouvel Ob­
servateur özel sayısı, Ocak 2002.

94
Kervegan gibi ben de Schmitt'in tek-kutuplu bir dünya
düzeninin tehlikelerine ilişkin tespitlerinin terörizm olgu­
sunu aydınlattığını düşünüyorum. ABD'nin bugünkü tartı­
şılmaz iktidarı ile terörist grupların çoğalması arasında bir
ilişki olduğu kesindir. Elbette çok değişik etmenlerin etki­
si altında olan terörizmi yalnızca bu ilişki ışığında açıkla­
ma niyetinde değilim. Fakat terörizmin şikayetleri ifade et­
mek için meşru siyasal kanalların olmadığı koşullarda orta­
ya çıkmaya meylettiği inkar edilemez. Dolayısıyla, soğuk sa­
vaşın sona ermesinden bu yana, terörist saldırıların, Birleşik
Devletler'in hakimiyetindeki neoliberal küreselleşme mode­
linin sınırsız bir biçimde uygulanmasıyla birlikte önemli bir
artış göstermesi tesadüf değildir. Günümüzde, bütün ulusla­
rarası örgütler neredeyse doğrudan Birleşik Devletler'in ön­
cülük ettiği Batılı güçlerin kontrolü altında oluğundan, Batı­
lı modellerden farklı olan sosyo-politik modelleri koruyabil­
menin imkanı da oldukça azalmıştır.
Richard Falk ve Andrew Strauss gibi liberal kuramcılar bi­
le (adı geçen şahısların kozmopolitan önerilerini bir sonra­
ki bölümde ele alacağım) , terörizm ve mevcut dünya düzeni
arasındaki bağlantıyı kabul ederler:

Uluslararası sisteme doğrudan ve resmi yollarla katılma


olanağının ortadan kalkmasıyla birlikte, hüsrana uğramış
bireyler ve gruplar (özellikle kendi hükümetleri gayrimeş­
ru ve düşman olarak görüldüğünde) gerek barışçıl gerek
şiddet kullanan değişik sivil direniş tarzlarına başvurmaya
başlarlar. Küresel terörizm bu ulusaşırı protesto spektru­
munun şiddetli ucunda yer alır ve görünürdeki gündemi­
ni, küreselleşmeyle doğrudan bağlantılı direniş değil, dini,
ideolojik ve bölgesel hedefler oluşturur. Fakat küresel terö­
rizmin aşırı yabancılaşmasının, kısmen de olsa , büyük acı­
lar çekenlerin siyasal bilinçdışında kültürel adaletsizlikler-

95
le ilgili şikayetlere dönüştürülebilecek küreselleşme etkile­
rinin dolaylı bir sonucu olduğu söylenebilir.9

Bugün uluslararası arenadaki durum, daha önce iç siyase­


te ilişkin tarif ettiğim duruma birçok bakımdan benzer: etki­
li bir çoğulculuğun eksikliği, antagonizmaların agonistik ve
dolayısıyla meşru ifade biçimleri bulmasının imkansızlığına
yol açar. Antagonizmaların, patladıklarında, aşın biçimler al­
maları ve varolan düzenin temelini sorgulamaları hiç de şa­
şırtıcı değildir. Sorun, yine, siyasal boyutun yadsınması ve si­
yasetin amacının -gerek ulusal gerekse uluslararası düzey­
de- meşru muhalefet olanağına ket vurarak tek bir model
üzerine mutabakat sağlamak olduğuna inanılmasıdır. Neoli­
beral küreselleşme modelinin hegemonyasına meydan oku­
mak için gereken siyasal kanalların yokluğunun, kurulu dü­
zenin radikal reddine dayalı söylemlerin ve pratiklerin çoğal­
masının altında yatan temel sebep olduğunu düşünüyorum.
Bu açıdan bakıldığında, terörizm, insan ilerlemesinin Ba­
tı modelinin uygulanması temelinde kurulacak bir dünya
birliğini gerektirdiğini iddia eden evrensel küresel söylemin
hezeyanlarının barındırdığı tehlikeleri ifşa eder. Terörizm,
evrensel insancı perspektiften bakanların siyasalın, çatışma­
nın ve olumsuzluğun aşılmasıyla birleşecek bir dünyada an­
tagonizmaların ortadan kaldırılabileceğine dair sahip olduk­
ları yanılsamaları parçalar.

Liberal demokrasinin evrenselliği

Ben terörizmin meydan okumasıyla yüzleşebilmenin, ancak


çoğulculuğun kurucu doğasını kabul ederek ve çoğulculu-

9 Richard Faik ve Andrew Strauss, "The Deeper Challenges of Global Terrorism:


a Democratizing Response" [Küresel Terörizmin Büyük Meydan Okurnalan:
Demokratikleştirici bir Yanıt] , Daniel Archibugi (der. ) , Debating Cosmopolitics
[Kozmopolitihayı Tartışmak] , Londra, Verso, 2003, s. 206.

96
ğun dünya genelinde uygulanmasının koşullarını tahayyül
ederek mümkün olduğunu düşünüyorum. Bu da Batılı de­
mokrasilerde çok derinlerde kök salmış bir inançtan, bu de­
mokrasilerin "en iyi rejim"i temsil ettiği ve bu rejimi evren­
selleştirmeyi içeren bir "medenileştirme" görevleri olduğu
inancından kopuşu gerektirir. Bu kopuşu gerçekleştirmek,
demokrasi kuramının büyük bir bölümü , ideal durumlar­
da kurumlan bütün rasyonel bireyler tarafından tercih edi­
lecek tek adil ve meşru rejim olarak sunulan liberal demok­
rasinin üstünlüğünü kanıtlamaya adanmış olduğundan, hiç
de kolay değil.
Burada demokrasi kuramında rastlanan bu tür akıl yü­
rütmeyi örneklemek için gönderme yapacağım bir düşünür
olan Jürgen Habermas, liberal anayasal demokrasinin ahla­
ki üstünlüğünün ve evrensel geçerliliğinin en sofistike sa­
vunucularından biridir. Olgular ve Norm lar dan [Between
'

Facts and Norms ] beri Habermas'ın hedefi, hukukun üstün­


lüğü ve insan haklan savunusunun halk egemenliği olarak
anlaşılan demokrasiyle bütünleştirilmesinden oluşan Batı­
lı anayasal devletin doğasına dair uzun süredir tartışılan bir
meseleyi çözümlemek olmuştur. Liberaller ve demokrat­
lar (ya da cumhuriyetçiler) hangisine -insan haklarına mı,
halk egemenliğine mi- öncelik verilmesi konusunda her za­
man anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Locke'u takip eden liberal­
ler için insan haklan ve hukukun üstünlüğü tarafından gü­
vence altına alınan özel özerklik öncelikliyken, Rousseau'yu
takip eden demokratlar (ve cumhuriyetçiler) önceliğin de­
mokratik öz-yasamanın mümkün kıldığı siyasal özerkliğe
verilmesi gerektiğini savunurlar. Liberaller için meşru hü­
kümet bireysel özgürlüğü ve insan haklarını koruyan hü­
kümetken, demokratlar için meşruiyetin kaynağı halk ege­
menliğidir.
Habermas gibi bir rasyonalist için bu çözüme kavuşmamış

97
rekabet kabul edilemezdir. Bu yüzden kendisi "hukukun üs­
tünlüğü ve demokrasi arasında, yalnızca basitçe tarihsel ola­
rak olumsal bir ilişki değil, aynı zamanda kavramsal ve içsel
bir ilişki olduğunu göstermeye" 1 0 çalışmıştır. Habermas bu
tartışmayı söylem-kuramsal yaklaşımı sayesinde özel ve ka­
musal özerkliğin kökensel birlikteliğini [ co-originality] gös­
tererek sonuçlandırdığını iddia eder. Bu karmaşık argüma­
nın ayrıntılarına girmeden, Habermas'ın konuyu şu şekilde
özetlediğini söyleyebiliriz:

"insan hakları" ve "halk egemenliği" arasında arzulanan iç­


sel ilişkiler, yasal olarak kurumsallaştırıcı bir öz-yasama ih­
tiyacının yalnızca aynı zamanda eyleme geçirilebilir birey­
sel özgürlükleri güvence altına aldığını ima eden bir ilkeler
bü tünü yardımıyla giderilebileceği gerçeğinden ibarettir.
Benzer bir şekilde, bu özgürlüklerin eşit dağılımı (ve onla­
rın "adil değeri") yalnızca siyasal kanaat-ve-irade-oluşumu­
nun makul olduğu varsayımını temellendiren bir demokra­
tik prosedür sayesinde gerçekleşebilir. Bu da özel ve kamu­
sal özerkliğin karşılıklı olarak birbirlerini hiçbirinin diğeri
karşısında öncelik iddia edemeyecek bir şekilde önvarsay­
dıklarını gösterir. 1 1

Habermas , liberal demokrasinin iki unsurunu uzlaştır­


maya çalışarak, liberal demokrasinin ayrıcalıklı rasyonel
doğasını ve dolayısıyla evrensel geçerliliğini tesis etmeyi
hedefler. Eğer liberal demokrasi gerçekten de -hukukun
üstünlüğünü ve insan haklarını demokratik katılımla uzlaş­
tıran- büyük bir rasyonel başarıysa, kim hangi bakımdan li­
beral demokrasinin uygulanmasına "rasyonel olarak" karşı
çıkabilir ki? Her türlü muhalefet otomatik olarak bir irras-

10 Jürgen Habermas, Between Facts and Nonns [Olgularve Nonnlar] , Cambridge,


MA, MiT Press, 1998, s. 449.
1 1 A.g.e. , s. 455.

98
yonellik ve ahlaki geri kalmışlık işareti ve nihayetinde gay­
rimeşru olarak algılanır. Açık bir şekilde bütün toplumla­
rın, insan biraradalığını örgütlemenin tek meşru yolu olan
liberal demokratik kurumları benimsemelerinin zorun­
lu olduğu ifade edilir. Bunu , kökensel birliktelik sorusu­
nu bu kez siyasal meşrulaştırma tarzı açısından ele alan ve
yasal sistemi vurgulayan Habermas'ın sorduğu şu soru da
doğrular: "Özgür ve eşit vatandaşlar, eğer ortak yaşamları­
nı meşru bir şekilde pozitif hukuk aracılığıyla düzenlemek
istiyorlarsa, karşılıklı olarak birbirlerine hangi temel hakla­
rı tanımalıdırlar? " 1 2 Habermas'ın bu soruya cevabı, elbette,
meşruiyetin yalnızca makul bir irade oluşumu için iletişim­
se! koşulları kurumsallaştıran insan hakları aracılığıyla el­
de edilebileceğidir.
İnsan hakları "iki yüzlü"dür, der Habermas, çünkü hem
ahlaki bir evrensel içeriğe hem de yasal hakların biçimine
sahiptirler; bu yüzden yasal düzen bünyesinde barınmaya
muhtaçtırlar. Habermas'a göre, "insan hakları yapısal olarak
eyleme geçirilebilen bireysel yasal taleplere temel oluşturan
pozitif ve zorlayıcı bir hukuk düzenine aittirler. Bu bakım­
dan, mevcut bir yasal düzen bağlamında uygulanan temel
haklar statüsüne erişmek insan haklarının anlamının önemli
bir kısmını teşkil eder." 1 3 Habermas bu durumun insan hak­
larının evrensel ahlaki manası ve gerçekleşmelerinin yerel
koşulları arasında özel bir gerilim yarattığının farkındadır
çünkü bu haklar şimdiye dek yalnızca demokratik devletle­
rin ulusal yasal düzenleri içerisinde pozitif bir biçime kavuş­
muşlardır. Fakat Habermas insan haklarının küresel kurum­
sallaşmasının da gelişmekte olduğuna ve kozmopolit bir hu-

12 Jürgen Habermas, The Postnational Consıellaıion [ Ulus-sonrası Oluşum] , Camb­


ridge, Polity, 200 1 , s. 1 1 6.
13 Jürgen Habermas, The Inclusion of ıhe Other [ ôtekinin Dahil Edilmesi] , Carnbri­
dge, MA, MiT Press, 1 998, s. 192.

99
kuk sisteminin dünya genelinde kabul görmesinin yalnızca
bir zaman meselesi olduğuna da inanır.
Bu, Habermas'ın insan haklarının, Batı'da toplumsal mo­
dernitenin sebep olduğu kimi zorluklara verilen bir yanıt ol­
duğuna inanmasından kaynaklanır. Habermas, bugün bü­
tün toplumların, aynı zorluklarla karşı karşıya olmaların­
dan ötürü, insan haklarına dayalı Batılı meşruiyet standart­
larını ve hukuk sistemlerini, kültürel arkaplanlarından ba­
ğımsız olarak, benimsemek durumunda olduklarını ileri sü­
rer. İnsan haklarına dayalı bu standartların meşruiyetin tek
kabul edilebilir temeli olduğu ve kökenleri her ne olursa ol­
sun, "insan haklarının bugün bize seçim şansı bırakmayan
bir olguyla karşımıza çıktığı" konusunda son derece iddia­
lıdır.14 Alternatifler, kültürel değil, sosyo-ekonomik düzey­
de yer almaktadır. Habermas, tartışmaya mahal vermeyecek
şekilde, şöyle der:

Asyalı toplumlar bireyci bir hukuk düzeninin başarıların­


dan faydalanmadan kapitalist modernleşmeye katılamazlar.
Birini arzulayıp diğerini reddetmek mümkün değildir. As­
yalı ülkelerin perspektifinden bakıldığında, mesele , birey­
ci hukuk düzeninin bir parçası olan insan haklarının, biri­
sinin kendi kültürünün aktarımıyla uyumlu olup olmadığı
değildir. Mesele , geleneksel siyasal ve toplumsal bütünleş­
me biçimleri, ekonomik modernleşmenin karşı koyulması
güç buyruklarına karşı diretecek mi, yoksa uyum mu gös­
terecek sorusundan ibarettir. 1 5

Batılılaşmanın alternatifi yoktur ve William Rasch'ın, bu


pasaj üzerine yaptığı yorumda belirttiği gibi, Habermas için,
"prosedüre ve sözde söylem ilkesi"nin evrenselliğine yaptı­
ğı vurguya rağmen, "Asyalı toplumlar"ın ya da diğer halkla-

14 Jürgen Habermas, The Postnational Constellation [ Ulus-sonrası Oluşum ] . s. 1 2 1 .


1 5 A.g.e. , s. 1 24.

1 00
nn karşı karşıya kaldığı seçim, kültürel kimlik ve ekonomik
olarak hayatta kalma, bir başka deyişle, kültürel ve fiziksel
1
imha arasında yapılacak bir seçimdir" . 6
Eğer Batılı olmayan toplumlar için alternatif buysa, o hal­
de şiddetli direnişin ortaya çıkmasına şaşırmalı mıyız? Ba­
tılılaşma rüyasından uyanmanın ve Batı modelinin zorunlu
evrenselleşmesinin, barış ve refah getirmek yerine, bu süreç
tarafından kültürleri ve yaşam biçimleri yok edilenlerin da­
ha kanlı tepkiler vermelerine yol açacağının farkına varma­
nın vakti çoktan geldi. Benzer bir şekilde, liberal demokra­
sinin eşsiz üstünlüğüne yönelik inancın sorgulanmasının da
vakti çoktan geldi. Bu inanç, siyasalın liberal yadsınmasının
merkezinde yer alır ve dünyanın, Schmitt'in gözlemlediği
gibi, tek bir evrenden ("universe") değil, çoğul evrenlerden
("pluriverse") ibaret olduğunun farkına varılmasının önün­
de ciddi bir engel oluşturur.
Habermas'ın yaklaşımının anti-siyasal doğasını açığa çı­
karan bir başka yön daha vardır. Demokrasinin söylem-ku­
ramsal kavranışı, demokratik irade-oluşumuna epistemik
bir işlev atfetmeyi gerektirir ve Habermas'ın da belirttiği gi­
bi, "demokratik prosedür meşrulaştırıcı gücünü artık yal­
nızca ve ağırlıklı olarak, siyasal katılımdan ve siyasal irade­
nin ifade edilmesinden değil, rasyonel olarak kabul edile­
bilir sonuçlar beklemeyi temellendiren bir yapıya sahip bir
7
müzakere sürecinin genel erişilebilirliğinden alır" . 1 Peki bu
"rasyonel olarak kabul edilebilir sonuçlar" nelerdir? Siyasal
iradenin ifade edilmesine yönelik hangi kısıtlamaların uygu­
lanacağına kim karar verecektir? Dışlamanın temelleri neler
olacaktır? Schmitt, liberallerin kaçınmaya çalıştığı tüm bu

16 William Rasch, "Human Rights as Geopolitics: Cari Schmitt and the Legal
Form of American Supremacy" Ueopolitik Olarak insan Haklan: Cari Schmitt
ve Amerikan Hakimiyetinin Yasal Biçimi] , s. 142.
17 Habennas, The Postnational Constellation [ Ulus-sonrası Oluşum ] , s. 1 10.

1 01
sorulara dair söylediklerinde haklıdır:

Söz konusu olan bu belirleyici siyasal kavramlar ise , esas


mesele bunları kimin yorumladığı, tanımladığı ve kullan­
dığı; somut olarak barışın, silahsızlandırmanın, müdahale­
nin, kamusal düzenin, güvenliğin ne anlama geldiğine ki­
min karar verdiği meselesidir. İnsanlığın yasal ve tinsel ya­
şamının en önemli tecellilerinden biri, gerçek iktidara her
kim sahipse onun kavramların ve kelimelerin içeriğini be­
lirleyebildiği gerçeğidir. Caesar dominus et supra grammati­
cam. Sezar dil bilgisinin de hakimidir. 1 8

Liberal rasyonalist perspektifi açıklamak için Habermas


örneğini seçtim, fakat, şayet liberal demokrasinin üstünlü­
ğüne olan akide rasyonalist yaklaşımın temellerinden bi­
riyse, bu inancın farklı kuramsal yönelimlerinin başka libe­
raller tarafından da paylaşıldığını belirtmem gerekir. Örne­
ğin, bu inancı Richard Rorty gibi "pragmatik" bir yaklaşı­
mı savunan bazı kuramcılarda da gözlemleyebiliriz. Rorty,
Habermas'ın rasyonalist evrenselciliğinin belagatli bir eleşti­
risini ve Habermas'ın liberal demokrasinin üstünlüğünü ge­
rekçelendirmek için "bağlamdan bağımsız" argümanlar ara­
masının reddini dile getiriyor olsa da, liberal demokrasinin
dünya çapında uygulanmasını arzuladığından Habermas'la
birlikte hareket eder. Bunu her ikisinin yaklaşımları arasın­
da varolan önemli farkları inkar etmek için söylemiyorum.
Rorty "evrensel geçerlilik" ve "evrensel erişim" arasında bir
aynın yapar ve liberal demokrasinin evrenselliğinin, rasyo­
nellikten ziyade bir ikna ve ekonomik ilerleme meselesi ol­
duğu için, bu ikinci minvalde tahayyül edilmesi gerektiği­
ni belirtir. Ne var ki, Rorty'nin Habermas'la uyuşmazlığı, ev­
rensel mutabakatın olanaklılığı konusunda değil, yalnızca

18 Cari Schmitt, "Völkerrechtliche Formen des modernen Imperialismus" , Positi­


onen und Begriffe, Berlin, Duncker &: Humbolt, 1988, s. 202.
1 02
evrensel mutabakata nasıl varılacağı konusunda ortaya çı­
kar. Sonuç olarak, Rorty, liberal yaşam biçiminin üstünlü­
ğünü hiçbir şekilde sorgulamaz. 1 9
Aslında, Rorty'nin "postmodem burjuva liberalizm"i, an­
tagonistik boyutunda siyasalın liberal yadsınmasının bir baş­
ka örneği olarak görülebilir. Siyaset, Rorty açısından, banal
ve tanıdık bir biçimde müzakere edilmesi gereken bir şey­
dir. Siyaset, pragmatik, kısa-vadeli reformlar ve tavizlerden
ibarettir ve demokrasi temelde insanların birbirlerine karşı
"daha iyi" ve daha hoşgörülü davranmalarıyla ilgilidir. "Biz
liberaller"in yapması gereken, hoşgörüyü teşvik etmek, ızdı­
rabı en aza indirmek ve diğer insanları liberal kurumların de­
ğeri konusunda ikna etmektir. Demokratik siyaset, sayıları
git gide artmakta olan insanların bizim ahlaki ve konuşmaya
dayalı "biz"imizin bir üyesi olmasına olanak sağlamayı içerir.
Rorty, ekonomik büyüme ve doğru türden bir "duygusal eği­
tim" sayesinde, dünya genelinde liberal demokratik kurum­
lar etrafında bir mutabakat inşa edilebileceğine inanır.
Şüphesiz Rorty bir rasyonalist değildir ve özneyi bir top­
lumsal inşa olarak tahayyül edenlerle hemfikirdir, fakat top­
lumsal nesnelliğin iktidar edimleri aracılığıyla inşa edildiği­
ni kabul etmez. Bu yüzden söylemsel pratiklerin hegemonik
boyutunu ve iktidarın kimliklerin oluşumunun merkezinde
yer aldığı gerçeğini de kabul edemez. Bu , elbette onu libe­
ral çerçevesinin reddettiği antagonistik boyutla yüzleşmeye
zorlayacaktır. Habermas gibi, Rorty de hiçbir dışlama biçi­
mini ima etmeyecek bir mutabakat vizyonunu ve evrenselli­
ğin bir şekilde gerçekleşebileceği olasılığını muhafaza etmek
ister. Rorty'nin pragmatizminin, tıpkı Habermas'ın söylem­
kuramsal yaklaşımı gibi, çoğulcu demokratik siyaset için ye­
terli bir çerçeve sunamaması bu sebeptendir.

19 Örneğin, bkz. Richard Rorty, Objectivity, Relativism and Truth [Nesnellik, Göre­
celik ve Gerçek] , Carnbridge, Carnbridge University Press, 1 99 1 , III. bölüm.

1 03
BEŞiNCi BÖLÜM

Hangi Dü nya Düzeni?


Kozmopolit mi, Çok-kutuplu mu?

Konu farklı bölgelerin çoğulluğundan kaynaklanan demok­


ratik talepleri barındırmaya daha elverişli bir tür dünya dü­
zeni tahayyül etmek olunca, yine siyasalın antagonistik bo­
yutundan kaçınılmaya çalışıldığını görüyoruz. Bu , aslın­
da, farklı görünümler altında mevcut çıkmazımıza bir çö­
züm olarak sunulan kozmopolit yaklaşımın temel eksiklik­
lerinden biridir. En arzulanabilir dünya düzeninin ne oldu­
ğu hakkındaki güncel tartışma çok önemlidir ve bu yüzden
iki-kutuplu dünyanın sona ermesiyle birlikte kozmopolit
bir dünya düzeni kurma fırsatının bulunduğunu ileri süren
argümanları dikkatle incelememiz gerekir. Bu eğilime sahip
kuramcılar, komünist düşmanın ortadan kalkmasıyla bir­
likte, antagonizmaların geçmişte kaldığını ve küreselleşme
çağında Kant'ın detaylandırdığı kozmopolit idealin nihayet
gerçekleştirilebileceğini iddia ederler.
Yakın dönemde "yeni dünya düzeni"nin kurulmasına da­
ir soğuk savaş sonrası iyimserliği körelten bazı aksaklıklar
olmasına rağmen, kozmopolit görüşler hala revaçta ve et­
kili. Ne var ki, ben bu bölümde kozmopolit görüşlere da-

1 05
ir itirazlarımı dile getirip kozmopolit bir gelecek hayalinin
post-politik perspektifin diğer yönlerini incelerken açığa çı­
kan "siyasal"ın yadsınması tavrından beslendiğini göstere­
ceğim. Kozmopolitlere karşı, dünyanın aşırı çoğulcu doğa­
sını kabullenmemiz gerektiğini savunacağım ve çok-kutup­
lu bir dünya düzeninin kurulmasını destekleyen bir argü­
man geliştireceğim.
Yeni kozmopolitliğin savunucuları -eksikliklerine ön­
ceden değindiğim- liberal demokrasinin üstünlüğüne da­
ir liberal inancı paylaşırlar ve liberal demokratik ilkele­
rin uluslararası ilişkiler alanına doğru genişlemesini he­
deflerler. Kozmopolitlerin temel önerilerinden biri, Birleş­
miş Milletler'de reform yapılması ve hukukun güç ve ikti­
dar kullanımı üzerindeki öncelliğini güvence altına almak
adına uluslararası yargı kurumlarının iktidarının artırılma­
sıdır. Gelgelelim bu öneri, homoj en bir eğilimi yansıtmı­
yor. Kozmopolitler, ulusal egemenliğin sınırlarının aşılma­
sı gerekliliğine ve "kuvvet politikasının ötesinde" , liberal il­
keler ve insan haklarına saygının hakim olduğu yeni bir si­
yaset biçiminin mümkünatına dair birtakım temel ilkele­
ri paylaşıyor olsalar da, aralarında kimi önemli farklılıklar
var. Geniş anlamda , kozmopolitliğin neoliberal versiyonu
ile daha demokratik bir versiyon arasında bir ayrım yapıla­
bilir. Neoliberal versiyonun çoğu destekçisi, yalnızca ulusal
çıkara değil, aynı zamanda serbest ticaret ve liberal demok­
rasi gibi liberal değerlerin teşvik edilmesine dayalı bir siya­
seti olan idealleştirilmiş bir Birleşik Devletler fikrini savu­
nuyor. Bu savunuya kapitalizmin yararlarını ve erdemleri­
ni bütün dünyaya yayan küreselleşmenin yüceltilmesi eşlik
ediyor. Neoliberal kozmopolitler, ABD'nin iyi kalpli liderli­
ği altında ve Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Ticaret
Örgütü (WTO) gibi uluslararası kurumların yardımıyla ge­
zegenin birleştirilmesine ve adil bir küresel düzenin uygu-

1 06
!anmasına doğru önemli adımlar atıldığına inanmamızı is­
tiyorlar. Bu kapitalist ütopyaya karşı ulus-devletlerin çağdı­
şı egemenlik fikirleriyle direnmeleri bir engel teşkil etse bi­
le, bu engelin küreselleşmenin ilerlemesi sayesinde nihai bir
biçimde aşılacağı düşünülüyor.
Eleştirel olmaktan çok uzak olan bu neoliberal hegemon­
ya övgüsü üzerinde fazla vakit harcamaya gerek yok. Bu he­
gemonyanın açık ideolojik yanlılığı siyasete hiçbir alan bı­
rakmaz. Her şey ekonomik alana ve piyasanın egemenliğine
tabi kılınmıştır. Kozmopolitliğin demokratik versiyonu da­
ha ilginçtir, çünkü küreselleşmeyi basitçe ekonomik, kendi
kendini düzenleyen bir süreç olarak görmez ve siyasete ne­
oliberal versiyonun atfettiğinden daha fazla önem atfeder.
Nadia Urbinati'nin da işaret ettiği gibi, 1 demokratik versiyo­
nun savunucuları arasında sivil toplum ve siyaset arasında­
ki ilişkiyi tahayyül etme biçimlerine binaen farklı perspek­
tifler gözlemlenebilir. Örneğin, Urbinati, Richard Falk gibi
demokrasinin birincil alanı olarak sivil toplumun önceliğini
vurgulayanlarla, David Held ve Daniele Archibugi gibi siya­
sal alanı ve kozmopolit olabilmek adına ulus-devletin sınır­
larının ötesine taşan vatandaşlık etkinliğini vurgulayanlar
arasında bir ayrım yapar. Urbinati, sivil toplum yaklaşımı­
nın "liberal, zor karşıtı bir siyaset anlayışını benimsediğini
ve demokrasiyi siyasal bir karar-alma süreci olarak değil de
ortaklık, katılım ve mobilizasyona dayalı bir yurttaşlık kül­
türü olarak yorumladığını" belirtir.2 Buna karşıt olarak, si­
yasal yaklaşım, sivil toplum ve siyasal alan arasında ilişkiler
kurmanın önemine vurgu yapar: "toplumsal hareketleri ve
sivil toplum kuruluşlarını küresel demokrasinin temel bile-

1 Nadia Urbinati, " Can Cosmopolitical Democracy Be Democratic? " [Kozmopo­


litik Demokrasi Demokratik Olabilir mi? ] , Daniele Archibugi (der.) , Debating
Cosmopolitics [Kozmopolitikayı Tartışmak] , Londra, Verso, 2003, s. 67-85.
2 A.g.e. , s. 69.

1 07
şenleri olarak görür, fakat kurumsallaşmış karar ve denetim
izleklerinin yokluğunda toplumsal hareketlerin ve STK'lann
hem dışlayıcı hem de hiyerarşik olabileceğini de göz önün­
de bulundurur" . 3 Bu yüzden kendi kendini yöneten bir sivil
toplumun yetersiz olduğu ve eşitliği güvence altına almak
ve toplumsal çıkarların hakimiyetlerini adalet pahasına ilan
etmelerini engellemek için yasal ve kurumsal bir çerçevenin
gerektiği konusunda ısrar eder.

Demokratik ulusaşırıcılık

Öncelikle sivil toplum yaklaşımına bakalım. Richard Falk,


Andrew Strauss ile birlikte kaleme aldığı son dönem çalış­
malarında, hedefi uluslararası alanda insan güvenliğini sağ­
lamak olan bir "demokratik ulusaşırıcılık" vizyonu ortaya
koyar. Bu yaklaşım, "adil olmasıyla ve insan haklarına, hu­
kukun üstünlüğüne, temsili topluluk katılımına bağlılığıy­
la meşrulaştırılan, (devlet ya da piyasa yerine) vatandaş/top­
lum merkezli, açık ve ulusaşırı bir siyasal süreç aracılığıyla
siyasal çatışmaların çözümlenmesine çağrı yapar" .4 Bu de­
mokratik ulusaşırıcılığın merkezini bütün dünya insanları­
na küresel kurumsal bir ses veren Küresel Parlamenter Top­
luluğu (Global Parliamentary Assembly - GPA) oluşturur.5
Falk ve Strauss -iktidarını her zaman Evrensel İnsan Hakla­
n Beyannamesi uyarınca kullanması gereken- bu topluluğu­
nun görevini küresel politikanın hem formülasyon hem de
uygulama aşamasında demokratikleşmesi olarak tanımlar.

3 A.g.e.
4 Richard Faik ve Andrew Strauss, "The Deeper Challenges of Global Terrorism:
a Democratizing Response" [Küresel Terörizmin Büyük Meydan Okumalan:
Demokratikleştirici bir Yanıt] , Daniel Archibugi (der. ) , Debating Cosmopolitics
[Kozmopolitihayı Tartışmak] , Londra, Verso, 2003 , s. 203 .
5 Richard Faik ve Andrew Strauss, ''Towards Global Parliament" [Küresel Parla­
mentoya Doğrul , Foreign Affairs, Ocak-Şubat 200 1 .

1 08
Yazarlara göre, yurttaşlık siyasetinin günümüzdeki uluslara­
rasılaşmasını kapsayabilecek uluslararası bir çerçeveye ihti­
yacımız vardır ve bir Küresel Parlamenter Topluluğu ulus­
lararası sistemde demokratik bir hesap sorulabilirliğin olu­
şumunun ilk adımlarım teşkil edebilir. Yazarlar, bu Toplu­
luğun insan hakları normlarına uyumu teşvik etmede de bir
rol oynayabileceğine inanırlar. Buna göre, uluslararası siste­
min kabul ettiği birçok yasanın uygulanmasını sağlayacak
güvenilir mekanizmaların eksikliği göz önünde bulunduru­
lursa, Küresel Parlamenter Topluluğu devletlerin insan hak­
ları alanındaki başarısızlıklarını ifşa ederek devletler üzerin­
de ahlaki bir baskı kurabilir.
1 1 Eylül 200 l'den bu yana, Falk ve Strauss önerilerini yi­
nelediler ve Küresel Parlamenter Topluluğu'nun kurulma­
sının ulusal güvenliğe dayalı devletçi tepkiye bir alterna­
tif oluşturduğunu ısrarla vurguladılar. Bir önceki bölümde
de belirttiğimiz gibi, yazarlar, terörizmin gelişmesini siyase­
tin ulusaşırılaşmasının karanlık tarafı olarak görmektedir­
ler. Terörizmin şikayetleri, üyeleri ve hedefleri de tamamen
ulusaşırıdır. Bu yüzden devlet-merkezci yapılar, terörizmin
cazibesini artırmasına sebep olan hüsran ve hayal kırıklıkla­
rına hitap etmede yetersizdirler. Falk ve Strauss'a göre, çö­
züm, siyasetin giderek artmakta olan uluslararasılaşmasını
demokratik bir biçimde kapsayacak bir kurumsal çerçeve­
nin yaratılmasında yatar. Bu şekilde, "bireyler ve gruplar ha­
yal kırıklıklarım, dünyadaki daha demokratik toplumlarda
yapılageldiği gibi, parlamenter karar-alma sürecine katılma
ve etki etme çabalarına sevk edebilirler" .6
Terörizmin, birkaç şer ve patolojik bireyin işiymiş gibi al­
gılanmaması, daha geniş bir jeopolitik bağlamda ele alınma-

6 Faik ve Strauss, "The Deeper Challenges of Global Terrorism: a Democratizing


Response" [Küresel Terörizmin Büyük Meydan Okumalan: Demokratikleştiri­
ci bir Yanıt] , s. 205.

1 09
sı gerektiği konusunda hemfikirim, fakat Falk ve Strauss'un
çözümünü tamamıyla yetersiz buluyorum. Demokratik ulu­
saşırıcılığın temel eksikliği, tıpkı geleneksel liberalizm gibi,
devleti ana sorun olarak görmesi ve çözümün sivil toplumda
yattığına inanmasıdır. Falk ve Strauss şöyle der:

Küresel Parlamenter Topluluğu'nu temellendiren önkoşul­


ların, günümüz yurttaşlık siyasetinin giderek artan bir bi­
çimde devlet-merkezci uluslararası sistemin özerkliğine
meydan okumasıyla yaratıldığına inanıyoruz. Son birkaç yı­
lın belki de en önemli, fakat en az fark edilmiş gelişmelerin­
den biri, hem gönüllü yurttaş örgütlerinin, hem de iş ve fi­
nans dünyasının seçkinlerinin, devletlerin küresel siyasal
sistemin tek meşru aktörleri olarak oynadıklan geleneksel
olarak ayncahklı rolü tamamlayan ve erozyona uğratan ko­
şut yapılar yaratıyor olmalarıdır. Bireyler ve gruplar ve on­
lann teritoryal devletlerin sınırlan içerisinden yükselen çok
sayıdaki ulusaşın birlikleri "aşağıdan küreselleşme"yi des­
tekliyorlar ve henüz gelişmemiş bir "küresel sivil toplum"
olarak biraraya gelmeye başladılar. Küresel sivil toplumun
yanında yer alan ve ekonomik küreselleşmeyi kolaylaştır­
mayı amaçlayan iş ve finans dünyasının seçkinleri de kendi
tercih ettikleri küresel politika inisiyatiflarini desteklemek
için "yukandan küreselleşme" diye tarif edilebilecek bir sü­
reci harekete geçiren çeşitli mekanizmalar başlattılar.7

Yazalara göre, vatandaşlar, gruplar, iş ve finans dünyasının


seçkinleri, uluslararası alanda kendilerini temsil etmekten
vazgeçmesi gerektiğini düşündükleri devletlere karşı mey­
dan okuma konusunda ortak bir çıkarları olduğunu fark et­
meye başladılar. Falk ve Strauss, her Ocak Davos'taki ekono­
mik zirvede toplananlar dahil, iş dünyasının birçok öncü is­
minin uzun vadeli çıkarlarına dair aydınlanmış bir bilince sa-
7 A.g.e., s. 209.

110
hip olduklarına ve uluslararası sistemin demokratikleşmesi
fikrine oldukça sıcak baktıklarına inanmaktalar. Dolayısıy­
la, küresel sivil toplumun ve iş dünyasının örgütlü şebekele­
ri, demokratikleşme projelerini isteksiz hükümetlere empo­
ze edebilmelidir. Amaç, dünya insanlarının devletleri atlatıp
küresel yönetişimde anlamlı bir şekilde söz sahibi olabilmesi
ve barışçıl bir küresel düzen yaratabilmesi için küresel çapta
kurumsal demokratik bir yapı kurmak maksadıyla aşağıdan
küreselleşmeyle yukarıdan küreselleşmeyi birleştirmektir.
"Düşünümsel modernite"nin kuramcıları gibi, yazarlar, de­
mokrasinin ilerlemesini tikel çıkarlar arasındaki bir diyalog
modeli, yani mutabakata dayalı bir "uluslararası toplum"un
kurulmasını sağlayacak bir diyalog ışığında tahayyül ederler.
Sivil toplum güçleri ve ulusaşırı şirketler arasındaki olası
bir ittifaka dair benzer fikirler sayesinde siyasetin husumet
modelinin sona ermesiyle ilgili savın, Üçüncü Bölüm'de tar­
tıştığım Ulrich Beck'in çalışmalarında da dile getirilmesi şa­
şırtıcı değildir. Kozmopolit perspektifi benimsediği bir ma­
kalesinde, Beck geleceği şöyle tahayyül ediyor:

Kısa vadede, milliyetçilerden, anti-kapitalistlerden, çevre­


cilerden, ulusal demokrasinin savunucularından ve hat­
ta yabancı düşmanı gruplarla köktendincilerden oluşan
bir heteroj e n karışım olan korumacı güçler galip gele­
bilir. Gelgelelim, uzun vadede, küreselleşmelerin sözde
" kaybedenler"i (sendikalar , çevreciler , demokratlar) ve
"kazananlar"ının (dev şirketler, finans piyasaları, dünya ti­
caret örgütleri, Dünya Bankası) oluşturduğu çok daha pa­
radoksal bir koalisyon -kozmopolit kuralların her iki tara­
fın da çıkarlarına yarayacağının farkına varılırsa- siyasalın
yenilenmesine yol açabilir.8

8 Ulrich Beck, "Redefining Power in the Global Age : Eight Theses" [ Küresel
Çağda lktidan Tanımlamak: Sekiz Tez] . Dissent, Güz 200 1 , s. 89.

111
"Kozmopolit şirketler"in ve "kozmopolit kapitalizm" in
ortaya çıkmasını oldukça olumlu karşılayan Beck, siyase­
tin ulusala sabitlenmesini eleştirir ve devlet-merkezci ikti­
dar ile siyaset kavramlarının "zombi kategoriler" oldukla­
rını ilan eder. Kozmopolit bir sosyal bilimin görevi, çağdı­
şı modeli çürütmek ve "yersiz-yurtsuzlaşmış" ve "ulussuz­
laştmlmış" devletler fikrini desteklemektir. Gelecek, ulusal
farklılaşmanın yokluğu ilkesi üzerine kurulu "kozmopolit
devlet" e işaret etmektedir. "Kozmopolit egemenliğe" sahip
böyle bir devlet gerçek çeşitliliği güvence altına alacak ve te­
mel insan haklarını tesis edecektir. Beck, Avrupa'yı bu koz­
mopolit devletin bir örneği olarak verir ve bu modelin dün­
yanın geriye kalanına doğru genişletilmemesi için hiçbir se­
bep olmadığını belirtir. Ona göre, kapitalizmin gelişiminin
kendisi küresel bir kozmopolit dönüşümü tetiklemektedir.
Beck, sorgulayıcı bir tarzda dile getirir gibi görünse de, şunu
dahi önermektedir: "Kapitalizm, demokrasinin kozmopolit
bir biçimde yeniden canlanmasının bir etmeni olabilir mi? "9
Beck'in yanıtının ne olduğunu tahmin etmek için üstün bir
zekaya sahip olmaya gerek yok !

Kozmopolitik demokrasi

Kozmopolitliğin siyasal versiyonu demokrasinin yalnızca si­


vil toplumda değil, aynı zamanda siyasal alanda da etkin ol­
duğunu vurgular. Bu özgüllüğü vurgulamak adına Danie­
le Archibugi, 1995 yılında David Held'le birlikte derlediği
Kozmopolit Demokrasi: Yeni Dünya Düzeni lçin Bir Gündem
[ Cosmopolitan Democracy: An Agenda for an New World
Order] adlı kitapta ayrıntılandırdığı yaklaşıma son zaman­
larda "kozmopolit" demek yerine "kozmopolitik" demeyi
önermiştir. Archibugi, projelerini şu şekilde tanımlar:
9 A.g.e.

112
Kozmopolitik demokrasi, gücün kullanımının denetimi ,
insan haklarına saygı, kendi kendini yönetme gibi önem­
li hedeflerin yalnızca demokrasinin genişlemesi ve gelişme­
siyle elde edilebileceği varsayımına dayanır. Genel kozmo­
polit yaklaşımdan, yalnızca küresel sorumluluğa çağrı yap­
mayıp , aynı zamanda demokrasinin ilkelerini uluslarara­
sı alanda gerçekten uygulamaya çalışmasıyla ayrılır. Çevre­
nin korunması, göçün düzenlenmesi ve doğal kaynakların
kullanımı gibi sorunların gerekli demokratik denetime ta­
bi tutulabilmesi için, demokrasinin tekil devletlerin sınırla­
rını aşması ve kendini küresel bir düzeyde ifade etmesi ge­
rekmektedir. 1 0

Kozmopolitik perspektife göre , demokratik hükümet bi­


çimi artık dünya genelinde tek meşru yönetim biçimi olarak
kabul gördüğüne göre, demokrasinin ilkelerinin ve kuralla­
rının bir siyasal topluluğun sınırlarında durmasının hiçbir
nedeni yoktur. Bu da yeni küresel kurumların yaratılmasını
gerektirir. Archibugi ve Held'e göre , bir demokratik devlet­
ler kümesinin otomatik olarak bir demokratik küre anlamı­
na geldiğine inanmak hatadır ve küresel demokrasi devletler
içindeki demokrasinin doğrudan bir sonucu olarak tahayyül
edilemez. Küresel demokrasi, varolan siyasal temsil düzeyi­
ne bir başka siyasal temsil düzeyi eklemek anlamına gelen
özel izlek ve kurumların yaratılmasını gerektirir. Dahası, me­
sele, devlet düzeyinde gerçekleştirilen demokratik modelin
basitçe dünya ölçeğine uyarlanması meselesi değildir, çünkü
küresel bir biçimde uygulanabilir olabilmesi için bu mode­
lin birçok yönünün yeniden gözden geçirilmesi gerekir. Ar­
chibugi, ulus-devletlerin sona ermesini desteklemez ve kü­
resel bir temsil düzeyinin, bazı siyasal ve yönetimsel işlevle­
ri muhafaza edecek olan kurulu devletlerle birlikte varolabi-
10 Daniele Archibugi, "Cosmopolitical Democracy" [ Kozmopolitik Demokrasi] ,
Debating Cosmopolitics [Kovnopolitikayı Tartışmak] . s . 7.

113
leceğini ileri sürer. Archibugi, "ilham aldığı dünya federasyo­
nu projelerinin aksine, kozmopolitik demokrasinin, mevcut
devletlerin yerine geçerek değil, varolan kurumlan daha fazla
güçlendirerek ve yeni kurumlar yaratarak insan ilişkilerinin
global bir düzeyde yönetilebilirliğini artırmayı hedeflediğini"
vurgular. 1 1 Archibugi'ye göre, küresel vatandaşların evrensel
haklarından türeyen yeni demokrasi biçimlerini tahayyül et­
menin zamanı gelmiştir ve ulusal demokrasinden küresel de­
mokrasiye geçiş, 18. yüzyılda doğrudan demokrasinden tem­
sili demokrasiye geçişe olanak sağlayan kavramsal devrime
benzer bir sürece işaret etmektedir.
Bu devrim, bireylerin kendi ülkelerindeki durumdan ba­
ğımsız olarak küresel meselelerde etkili olmasını sağlaya­
cak uluslararası kurumların yaratılmasından ibaret olacak­
tır. Bütün bireylerin, ulusal kökenlerine, sınıflarına, toplum­
sal cinsiyetlerine, vs. bakılmaksızın, talepleri dünya ölçeğin­
de doğrudan temsil edilmelidir. Bu, oldukça cazip bir bek­
lenti gibi görünebilir fakat nasıl gerçekleştirilecektir? Kısa
ve uzun vadeli hedefleri birbirinden ayıran David Held bu
konuda bazı bilgiler sunar. llk etapta, şu önlemler alınmalı­
dır. 1 2 BM Güvenlik Konseyi'nin daha temsili olması yönün­
de bir reform gerçekleştirilmeli ve bölgesel parlamentoların
biraraya gelerek oluşturacağı ikinci bir BM kurumu oluştu­
rulmalıdır. Buna ek olarak, sivil, siyasal, ekonomik ve sosyal
haklar gibi birtakım temel hakların uygulanmasını zorun­
lu kılacak uluslararası mahkemelerin etkisi genişletilmeli ve
yeni bir uluslararası İnsan Hakları Mahkemesi kurulmalı­
dır. Son olarak, bu hakları defaatle ihlal eden devletlere kar-

1 1 Daniele Archibugi, "Demos and Cosmopolis" [Demos ve Kozmopolis] , Deba­


ting Cosmopolitics [Kozmopolitikayı Tartışmak] . s. 262.
1 2 David Held, "Democracy and the New Intemational Order", Daniele Archibu­
gi ve David Held (der. ) , Cosmopolitan Democracy: An Agendafor a New World
Order [Kozmopolit Demokrasi: Yeni Dünya Düzeni için Bir Gündem ] , Cambrid­
ge, Polity Press, 1995, s. 1 1 1 .

1 14
şı müdahale edebilmek adına etkili ve hesap verebilen ulus­
lararası bir askeri güç oluşturulmalıdır. Uzun vadede ise,
Held, bütün demokratik devlet ve kurumların biraraya gel­
mesiyle oluşturulacak, çevre, sağlık, gıda , ekonomi, savaş,
vs. gibi bütün önemli küresel sorunlar hakkında karar ver­
me otoritesine sahip olacak yetkin bir meclisin oluşumuyla,
küresel demokratik yönetişime doğru daha radikal bir kay­
ma tahayyül eder. Held'e göre, çatışmayı çözümek için kul­
lanılan savaş sistemini aşmak adına, ulus-devletin baskıcı
askeri kapasitelerinin gittikçe artan bir oranda küresel ku­
rumlara kaydırılması gerekir.
Held'in kozmopolit çerçevesinin bir başka önemli tara­
fı da ulusal ve uluslararası yasadaki demokratik hak ve yü­
kümlülüklerin sağlamlaştırılmasıyla ilgilidir. Buradaki amaç,
"siyasal eylem için demokratik bir kamu hukukunun un­
surlarını oluşturacak biçimde ortak bir yapının temelinin
oluşturulması"dır. 13 Ne var ki, bu amacın küreselleşme bağ­
lamında etkili olabilmesi için, böyle bir demokratik yasanın
uluslararasılaştırılması ve kozmopolit bir demokratik yasa­
ya dönüştürülmesi gerekir. Held'e göre, bütün demokratların
hedefi, kozmopolit bir topluluk, yani ulusaşırı bir siyasal ey­
lem yapısı, bütün demokratik topluluklardan oluşan bir top­
luluk kurmak olmalıdır. Böylesi bir ulusaşırı topluluğun ulus­
devlet açısından sonuçlarını tartıştığında ise, ulus-devletin
"sönümleneceğini" iddia eder, fakat ulus-devletin sönümlen­
mesi ulus-devletin gereksiz kılınacağı anlamına gelmez:

devletler, çeşitli durumlarda da görülebileceği gibi, artık


kendi sınırlan içerisindeki meşru iktidarın yegane merkez-

13 David Held, 'The Transformation of Political Community: Rethinking Democ­


racy in the Context of Globalization" [Siyasal Topluluğun Dönüşümü: Küre­
selleşme Bağlamında Demokrasiyi Yeniden Düşünmek] , 1. Shapiro ve C. Hac­
ker-Cordôn (der.), Democracy's Edges [Demokrasinin Kenarlan ] , Cambridge,
Cambridge University Press, 1 999, s. 105.

115
leri olarak görülemezler. Devletler, kapsayıcı bir demokra­
tik yasayla eklemlenmeli ve bu yasa içerisinde yeniden ko­
numlanmalıdırlar. Bu çerçevede, ulus-devletin yasaları ve
kuralları, hukuki gelişim, siyasal düşünce ve mobilizas­
yon açısından birçok odak arasından yalnızca birini tem­
sil edecektir çünkü bu çerçeve egemen otoritenin anlamı­
nı ve sınırlarını yeniden belirleyip yeniden kuracaktır. Ti­
kel iktidar merkezleri ve otorite sistemleri, demokratik ya­
sayı benimseyip uyguladıkları müddetçe, meşruiyet kaza­
nacaklardır. 14

Demokratik kozmopolitanizmin çeşitli savunucularının


asil hedeflerini inkar etme niyetinde değilim. Fakat ne yazık
ki, kozmopolitik yaklaşımın demokratikleştirici etkisi hak­
kında şüpheci olmak için birden fazla sebep vardır. Önce­
likle, Danilo Zolo'nun da ikna edici bir şekilde ileri sürdü­
ğü gibi,1 5 üyeleri arasındaki büyük iktidar dengesizliğine ba­
kıldığında, hem BM'yi güçlendirmek hem de BM'yi daha de­
mokratik kılmak için Birleşmiş Milletler'de reform yapılabi­
leceğine inanmak tamamıyla gerçekdışıdır. Kozmopolitlerin
temel önermesinin uygulanamaz olduğu bu şekilde açığa çı­
kar. Bunun yanı sıra, haklar kavramını ulus-devletin ötesine
doğru genişletme çabasının doğurduğu sonuçların bilincine
varmamız gerekir. David Chandler, yeni hakların özneleri­
ni bu haklardan sorumlu tutmaya olanak sağlayan bir meka­
nizma bulunmadığı sürece, kozmopolit hakların hayali ol­
duğunu söylemekte haklıdır. 1 6 Küresel vatandaş yalnızca li­
beral demokrasinin temsili çerçevesi dışında hareket eden
bir küresel sivil toplum aracılığıyla temsil edilebileceğinden,
14 Ag.e. , s. 106.
1 5 Danilo Zolo, Cosmopolis: Prospects for World Govemment [Kovnopolis: Dünya
Hühümetine Dair Beklentiler] , Cambridge, Polity Press, 1997.
1 6 David Chandler, "New Rights for Old? Cosmopolitan Citizenship and the Cri­
tique of State Sovereignty" [ Eski İçin Yeni Haklar? Kozmopolit Vatandaşlık ve
Devlet Egemenliğinin Eleştirisi] , Political Studies, Vol. 5 1 , 2003 , 332-49.

116
bu haklar öznelerinin kontrolünde değildirler ve fiilen si­
vil toplum kuruluşlarınca savunulmaya muhtaçtırlar. Bu öz­
nesiz haklardan doğabilecek tehlike, sivil toplum kuruluş­
larının "küresel kaygılar" doğrultusunda ulusal egemenli­
ğe meydan okumasında ortaya çıkabileceği gibi, bu hakların
mevcut demokratik öz-yönetim haklarının altını oyabilme­
si ihtimalinde belirir.
İnsan hakları kavrayışına Dördüncü Bölüm'de değindi­
ğim Habermas gibi, kozmopolitik yaklaşım da insan hakla­
rının demokratik kullanımından ziyade meşrulaştırıcı işlevi­
ne vurgu yapar. Küresel vatandaşın kozmopolit üretiminin
ahlakı siyaset üzerinde ayrıcalıklı kılmaya yönelik bir baş­
ka çaba olduğu konusunda Chandler'la hemfikirim. Onun
sözleriyle:

Bu hususta, kozmopolit kuramcılar, müdafaa haklarını se­


çim sandığının temsili demokrasisinin üzerinde ayrıcalıklı
kılmaya yönelik daha geniş siyasal eğilimleri yansıtmakta­
lar. Siyasal faaliyet, giderek artan bir biçimde geleneksel si­
yasal partilerin dışında gerçekleşiyor ve oy kazanma çaba­
sı içinde olmayıp talepleri için lobi yaparak kamusal destek
kazanmaya çalışan müdafaa grupları ve tek siyasetli kam­
panyaların hakimiyeti altına giriyor. 1 7

Dolayısıyla, kozmopolit vatandaşların yeni hakları bir ve­


himden ibarettir: bunlar kullanılabilecek demokratik haklar
değil, ahlaki taleplerdir.
Dahası , kozmopolit yaklaşımın egemenliğin eski hak­
larından bu hayali yeni haklar karşılığında feragat etmeye
yol açması gibi oldukça ciddi bir tehlike vardır. Kozmopo­
lit yaklaşım, kozmopolit yasayı desteklemek adına ulusla­
rarası kurumların egemenliği zayıflatma hakkını meşru kı­
larak, birçok ülkenin vatandaşlarının demokratik öz-yöne-
17 A.g.e., s. 340.

117
tim hakkını inkar etmektedir. Chandler'ın da belirttiği üze­
re, "Kozmopolit düzenleme aslında egemen eşitsizlik kav­
ramına dayalıdır, yani kozmopolit düzenlemede bütün dev­
letler uluslararası hukukun tesis edilmesine ve hüküm ver­
mesine eşit bir şekilde katılamazlar. lronik olan, adaletin ve
hak savunusunun yeni kozmopolit biçimlerinin giderek da­
ha yanlı olan ve açıkça Batılı bir perspektiften meşrulaştırı­
lan kanun yapma ve hukuki yaptırım uygulama faaliyetleri­
ni içermesidir. " 18
Örneğin, Held'in kendi tasarladığı kozmopolit toplulu­
ğun "bütün demokratik devletler"in topluluğu olduğunu
hatırlayın. Hangi devletlerin hangi kriterlere göre demok­
ratik olduğuna kim karar verecektir? Şüphesiz başvurula­
cak standart Batılı demokrasi anlayışıdır. Held'in bunu bir
sorun olarak görmemesi manidardır. Demokratik hukukun
nasıl uygulanması gerektiği konusunu incelerken, Held şu­
nu ileri sürer: "llk etapta, kozmopolit demokratik hukuku,
gerekli siyasal muhakemeyi harekete geçirebilecek ve siya­
sal pratiklerin ve kurumlann değişerek yeni bölgesel ve kü­
resel şartlara uyum sağlamak zorunda olduklarını öğrenebi­
lecek demokratik devletler ve sivil toplumlar yürürlüğe ko­
yup savunabilirler. " 1 9
Son çalışmalanndan birinde,20 Held savunduğu kozmopo­
lit düzenin doğasını açıkça belirtmiştir. Held burada moto­
ru ABD tarafından tasarlanmış bir neoliberal ekonomik pro­
je olan mevcut küreselleşme türüne sosyal demokratik bir
alternatif önermeyi ister. Held'e göre, esas mesele , kozmo­
polit değerler ve standartlar ışığında yeni bir enternasyona-

18 A.g.e. , s. 343.
19 David Held, Democracy and the Global Order [Demokrasi ve Küresel Düzeni ,
Carnbridge, Polity Press, 1995, s. 232.
20 David Held, Global Covenant: The Social Democratic Altemative to the Washin­
gton Consensus [Küresel Ahit: Washington Mutabakatına Sosyal Demokratik Al­
tematifl , Carnbridge, Polity Press, 2004.

118
lizmin kurulmasıdır. Kozmopolitanizm hiçbir failin ihlal et­
mesinin mümkün olmadığı birtakım temel değerler ve stan­
dartları savunur, ulus-devletlerin iktidarlarının ve kısıtlama­
larının ötesinde siyasal düzenleme ve kanun yapma biçim­
lerini gerektirir. Bu tür bir kozmopolitanizm, der Held, "ev­
rensel standartlar, insan haklan ve demokratik değerler gibi
liberal çok-taraflı düzenin güçlü unsurları üzerine inşa edi­
len ve herkes tarafından kullanılabilecek genel ilkeleri belir­
1
leyen ahlaki ve siyasal bir perspektif olarak ele alınabilir" . 2
Bu ilkeler şunlardır: eşit değer ve onur; etkin faillik; kişi­
sel sorumluluk ve hesap verebilirlik; nza; kamusal konular
hakkında oylama prosedürleri aracılığıyla kolektif karar-al­
ma; içerleyicilik ve yetki ikamesi; ciddi zararlardan kaçınma
ve sürdürülebilirlik. Bu ilkeler, birarada düşünüldüklerin­
de, küresel sosyal demokrasiye kılavuzluk eden etik teme­
li oluştururlar.
Held'in proj esinin mevcut neoliberal düzene karşı ileri­
ci bir alternatif temsil ettiği kesindir. Ne var ki, daha ön­
ce de üzerinde durduğumuz sebeplerden dolayı, kozmopo­
lit çerçevenin, sosyal demokratik bir bakış açısından formü­
le edilse bile, küresel vatandaşların öz-yönetim kapasiteleri­
ni artırması mümkün değildir. Hangi görünüme bürünür­
se bürünsün, kozmopolit bir düzenin tesis edilmesi aslın­
da yalnızca tek bir modelin, liberal demokratik modelin bü­
tün dünya üzerine empoze edilmesi anlamına gelecektir. Bu
da, Batı'nın modelinin insan haklarının ve evrensel değerle­
rin uygulanması konusunda daha yetkin olduğu argümanın­
dan hareketle, daha çok insanı doğrudan Batı'nın kontrolü
altına sokmak demektir. Daha önce de belirttiğim gibi, böy­
le bir girişim güçlü direnişler tetikleyecek ve tehlikeli anta­
gonizmalar yaratacaktır.

21 A.g.e. , s. 171.

119
Demokrasi ve küresel yönetişim

Kozmopolit perspektifin post-politik karakteri, bu perspek­


tifin temel kavramlarından biri olan "yönetişim"i inceledi­
ğimizde açıkça ön plana çıkar.22 Nadia Urbinati, "hükümet"
(government) ve "yönetişim" (governance) arasındaki far­
kı şöyle açıklar:

Yönetişim belli başlı sorunların çözümüne uygun "mekaniz­


malar" a ya da " örgütlü" ve " eşgüdümlü faaliyetler" e açık­
ça gönderme yapmaktadır. Hükümetin aksine , yönetişim,
"siyaset" (politics) yerine "politikalar"a (policies) gönder­
me yapar, çünkü bağlayıcı bir karar-alma yapısı içermez .
Yönetişimin alıcısı, kolektif bir siyasal özne olarak "halk"
(people) değil, çevre , göç, ya da doğal kaynakların kulla­
nımı gibi küresel meselelerden e tkilenebilen "nüfus" tur
(population) . 23

Küresel yönetişim mefhumu , kozmopolitlerin modellerin­


de faal olarak gördükleri fail türüne ilişkin çok şey söylemek­
tedir. Küresel yönetişimde esas mesele, belli konulara müda­
hale eden, kendi önerilerini husumete dayalı olmayan bir bi­
çimde ileri sürmeyi deneyen ve belli uzmanlıkları olan çeşit­
li birlikler ve çıkar grupları arasındaki müzakere sürecidir.
Bu da, çatışan hegemonik projeler etrafında gerçekleşen bir
"agonistik" cepheleşme sayesinde demokratik haklarını kul­
lanan vatandaşların etkin uğraşına değil, teknik sorunların
çözümüne dayalı bir siyaset anlayışına işaret eder. Şüphesiz,
bu birlik ve grupların bazıları basitçe çıkarla değil, etik kay-

22 "Yönetişim" eleştirim, bu kavramın "küresel yönetişim" bağlamında kullanı­


lış şekline yöneliktir. Elbette bu kavramın, örneğin demokratik tartışmayı ge­
nişletmeyi amaçlayan farklı "şebeke yönetişim"leri mefhumunda olduğu gibi,
başka kullanım biçimleri de vardır.
23 Urbinati, "Can Cosmopolitical Democracy Be Democratic?" [Kozmopolit De­
mokrasi Demokratik Olabilir mi? ] , s. 80.

120
gılarla güdülenmektedir fakat yaklaşımları adamakıllı siyasal
bir yaklaşım değildir. Amaçları, hakim hegemonyaya mey­
dan okumak değil, bir uzlaşıya ya da rasyonel bir mutabaka­
ta ulaşmaktır. Böyle bir perspektif, liberal siyaset anlayışıyla
uyum içerisindedir ve üçüncü yolun mutabakatçı söz dağar­
cığıyla da tamamen örtüşmektedir. O halde bu küresel yöne­
tişim biçimi hangi anlamda demokratik addedilebilir?
Robert Dahl açık bir şekilde bu biçimin demokratik ad­
dedilemeyeceğini söyler ve uluslararası örgütleri, demokra­
tik fikrin po!is'ten kozmosa doğru uzun yürüyüşünde ileri­
ye doğru atılan adımlardan biri olarak görüp göklere çıkaran
kozmopolitleri eleştirir. Dahl'a göre , bu demokrasi görüşü,
bütün kararların, demokratik hükümetlerce alınanların bi­
le, bazı insanlar açısından dezavantajlı olduğu gerçeğini bir
kenara itmektedir. Halbuki bu gerçek gösterir ki, kararların,
hasılası kazandırsa bile, maliyetleri vardır. "Eğer avantajlar
ve dezavantajlar arasındaki hasıla ve maliyet dengesi herkes
için eşit olsaydı, kolektif kararlar almaya ilişkin yargılar bi­
reysel kararlar almaya ilişkin yargılarla aşağı yukarı eşde­
ğer olurdu: fakat hasıla ve maliyet dengesi herkes için eşit
değildir. "24 Dolayısıyla, maliyetler ve kazançlar eşitsiz bir
biçimde dağıtılır ve temel soru her zaman şudur: kim han­
gi kriterlere göre karar verir? Bu soru, bu kararların tartış­
maya açık olmalarının önemine işaret eder. Kararların tartış­
maya açık olması, ulusal düzeyde zorken, farazi uluslarara­
sı demos'un durumunu göz önünde bulundurursak, hem nü­
fusun büyüklüğünden, hem de değişik devletlerin iktidarları
arasındaki büyük farklılıklardan ötürü imkansız bir hal alır.
Dahl , demokrasinin hükümet politikaları ve kararla­
n üzerinde halk denetimine dayalı bir sistem olduğunu ka­

bul edeceksek, uluslararası karar-alma yapısının demokra-

24 Robert Dahi, " Can lnternational Organizations Be Democratic? A Sceptic Vi­


ew" , Democracy's Edges [Demokrasinin Kenarlan] , s. 25.

121
tik olamayacağı sonucuna varmamız gerektiğini iddia eder.
Bu, uluslararası örgütlerin arzu edilir olmadığı ve yararla­
rının inkar edilmesi gerektiği anlamına gelmemelidir. Yine
de Dahl "uluslararası örgütlere sırf onlara daha fazla meşru­
iyet sağlamak adına demokrasi gömleğini giydirmenin hiç­
bir gerekçesi" olmadığını savunur.25 Dahl, bu örgütlere, ki­
mi zaman gerekli olabilen, fakat önemli ulusal güçleri dev­
ralmalarına yönelik kararlar alındığında farkına varılması ve
hesaplanması gereken maliyetleri olan "bürokratik pazarlık
sistemleri" olarak bakmayı önerir.
Mary Kaldor da demokratik prosedürlerin küresel düzey­
de yeniden tesis edilebileceği fikri konusunda şüphecidir.
Fakat Dahl'ın aksine, Kaldor kozmopolit projeyi benimser
ve küresel sivil toplumu demokrasinin işlevsel bir eşdeğeri
olarak tahayyül etmeyi öngören yaratıcı bir çözüm önerir.26
Kaldor'a göre, parlamenter demokraside esas meselenin da­
ima müzakereye ilişkin olduğunu kabul ettiğimiz anda, kü­
resel bir temsili demokrasinin kurulmasıyla ilintili zorluk­
lar görmezden gelinebilir. Küresel sivil topluma katılım, in­
sanların yaşamlarının farklı yönlerini etkileyen bir dizi konu
hakkında müzakere etmek için bir mekan yaratarak, temsi­
lin yerini alabilir. "Küresel sivil toplum" gibi oldukça sorun­
lu bir mefhumu bir kenara bırakmak istesek bile, Kaldor'un
bu fikrine dair ciddi sorunlar vardır. Öncelikle, karar anın­
dan ve kararlan uygulayacak mekanizmalardan yoksun bir
müzakere pek anlamlı değildir. Bu soruna Kaldor'un müda­
faa gruplarına atfettiği ayrıcalığı da eklersek, Kaldor'un öne­
risinin, demokrasinin küreselleşme çağına uyum gösterme­
sini sağlamak adına, demokrasi mefhumunu en önemli bo­
yutlarından birinden mahrum bıraktığı aşikardır. Kaldor ol-

25 A.g.e. , s. 32.
26 Mary Kaldor, Global Civil Society: An Answer to War [Küresel Sivil Toplum: Sa­
vaşa bir Yanıt] , Carnbridge, Polity Press, 2003.

1 22
dukça aktivist bir sivil toplum kavrayışını savunur ve iktida­
rın yeniden dağıtılması gerektiği konusunda ısrarcıdır. Bir­
çok konuda görüşleri oldukça radikaldir, fakat mutabakat­
çı yaklaşımdan beslendiği de açıktır. Kaldor'a göre, sivil top­
lum, "toplumsal pazarlık" olarak kavranan siyaset aracılı­
ğıyla üretilen rızaya dayalı bir tür yönetişimin mahallidir.
"Gerçekten özgür bir iletişimin, rasyonel ve eleştirel bir di­
yaloğun" olanaklılığına ve "erişim, açıklık, tartışma sayesin­
de, karar vericilerin insan topluluğunun çıkarları doğrultu­
sunda Hegelci bir evrensel sınıf gibi hareket etmelerinin da­
ha olası" olduğuna inanır.27
Kozmopolitanizmin değişik biçimlerine ilişkin temel so­
runun, hepsinin de, farklı görünümler altında olsa bile, si­
yasalı, çatışmayı ve olumsuzluğu aşmış mutabakatçı bir yö­
netişim biçiminin erişilebilirliğini varsaydıkları, mevcut ör­
nekler sayesinde açıklığa kavuşmuş olmalıdır. Kozmopo­
lit proje, siyasalın hegemonik boyutunu inkar etmek duru­
mundadır. Aslında, birçok kozmopolit kuramcı hedeflerinin
"hegemonyanın ötesinde" bir siyaset tahayyül etmek oldu­
ğunu açık bir şekilde belirtmiştir. Bu tür bir yaklaşım, ikti­
dar ilişkilerinin toplumsalın kurucu unsuru olduğu ve bun­
dan dolayı her düzenin zorunlu olarak hegemonik bir düzen
olduğu gerçeğini göz ardı eder. Aynı haklara ve yükümlü­
lüklere sahip kozmopolit vatandaşların oluşturduğu kozmo­
polit bir demokrasinin, yani "insanlığa" tekabül eden bir si­
yasal bölgenin olanaklılığına inanmak, tehlikeli bir yanılsa­
madır. Böyle bir proje, gerçekleştiği takdirde, yalnızca kendi
dünya görüşünü bütün gezegen üzerine empoze edebilecek
ve kendi çıkarlarını insanlığın çıkarlarıyla özdeşleştirip her­
hangi bir uyuşmazlığı "rasyonel" liderliğine karşı gayrimeş­
ru bir meydan okuma olarak görecek olan hakim bir gücün
dünya hegemonyasını niteleyebilir.
27 A.g.e. , s. 108.

1 23
Çokluğun mutlak demokrasisi?

Eğer kozmopolitik yaklaşım küreselleşme çağının gerektir­


diği siyasal perspektifi sunmakta yetersiz kalıyorsa, o halde
Michael Hardt ve Antonio Negri'nin " 2 1 . Yüzyıl İçin Komü­
nist Manifesto" olarak selamlanan eserleri 1mparatorluk'ta28
[ Empire] öne sürülen vizyon yeterince siyasal bir perspektif
sunmakta mıdır? Bazılan gerçekten de solun özlemini çek­
tiği yanıtın bu eserde bulunabileceğini düşünürler. Gelgele­
lim, birazdan da göstereceğim gibi, yakın bir inceleme, lm­
paratorluk ve liberal kozmopolitanizm arasında beklenme­
yen bir örtüşmeyi açığa çıkanr. Her iki durumda da eksik
olan, siyasal boyuttur: iktidar aşılabilir bir şey olarak görül­
mekte, antagonizmanın kurucu niteliği inkar edilmekte ve
merkezi öneme sahip egemenlik meselesi reddedilmekte­
dir. Aslında lmparatorluk kozmopolit perspektifin radikal­
sol bir versiyonundan başka bir şey değildir ve bizi güçlen­
dirmek yerine, siyasal bir biçimde düşünme ve eyleme yeter­
sizliğimizi pekiştirmeye yaramaktadır.
Burada bu kitabın bütün yönlerini tartışmam mümkün
değil. Birçok eleştirinin de ortaya koyduğu gibi, birçok oku­
yucuyu cezbeden geniş referans ve başlıklann ardındaki te­
mel savlar dikkatli bir tetkik karşısında dağılmaktadır. Ger­
çekten de lmparatorluk'un temel argümandan geriye kalan
pek az şey vardır. Gayrimaddi emeğin önemine dair kuram­
sal analizlerin yanı sıra, ulus-devletin rolü , küresel sermaye­
nin homojenleştirici etkileri ve "çokluğun" devrimci doğası
da büyük itirazlarla karşı karşıya kalmıştır.29 Kitabın emper-

28 Michael Hardt ve Antonio Negri, Empire [imparatorluk, Çev. Abdullah Yılmaz,


lstanbul, Aynntı Yayınlan, 2008, 6.Basım] , Cambridge, MA, Harvard University
Press, 2000.
29 lmparatorluk'un eleştirilerine yer veren birçok kitap yayımlandı. Örneğin, bkz.
Gopal Balakrishnan (der. ) , Debating Empire [imparatorluğu Tartışmak] , Lond­
ra, Verso, 2004; Paul A. Passavant ve jodi Dean (der. ) , Empire's New Clothes

1 24
yalizmin sonu ve merkezi olmayan yeni bir egemenlik biçi­
minin ortaya çıkışına dair temel öğretisi, 1 1 Eylül 200 1 terö­
rist saldınlarının ardından ABD'nin başlattığı savaşlar tara­
fından çarpıcı bir şekilde parçalanmıştır. 2004'te çıkan Çok­
luk: lmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi3° [Multitude,
War and Democracy in the Age of Empire ] adlı ikinci eser­
lerinde bile, Hardt ve Negri'nin "emperyal iktidarın bir mer­
kezi olmadığı" yönündeki tespitlerini gözden geçirmeme­
leri çok şaşırtıcıdır.31 Kitabın birinci kısmı yeni savaşların
özelliklerini incelemeye adanmış olsa da ve yazarlar burada
Birleşik Devletler'in oynadığı merkezi rolü teslim ediyor gi­
bi görünseler de, yine de ABD'yi emperyalist bir güç olarak
görmeyi reddederler; ABD'yi, merkezsizleşmiş bir şebeke ik­
tidarı olarak sunmakta ısrar ettikleri imparatorluğun yalnız­
ca tek-taraflı bir versiyonu olarak görürler. Tek fark, ilk ki­
taplarında imparatorluğun gerçekten varolduğu konusun­
da ısrarcı olmalarına karşın, yazarların ikinci kitapta yalnız­
ca birtakım çağdaş süreçlerde tezahür eden bir eğilime işaret
ettiklerini vurgulamalarıdır.
Bu denli hatalı bir kitabın başarısını nasıl açıklayabiliriz?
İçinde yaşamakta olduğumuz post-politik dönemde , neo­
liberal küreselleşmenin biricik ufuk olarak algılanmasıyla
birlikte, lmparatorluk'un mesihçi retoriğiyle "çokluk" ta ye­
ni bir devrimci özne bulmak isteyen birçok insanın hayal
gücünü tetiklemesi şaşırtıcı değil. Eserin hayalperest nite­
liği, hiçbir alternatifi tahayyül edilemeyen kapitalizmin ta­
mamıyla başarılı olduğu bir zamanda umut getirdi. Ne var

[imparatorluğun Yeni Kıyafetleri ] , New York, Routledge, 2004; ve Rethinking


Marxism'in özel sayısı, Yol. 13, 3/4, 200 1 .
3 0 Michael Hardt v e Antonio Negri, Multitude: War and Democracy i n the Age of
Empire [Çokluk: imparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, Çev.Banş yıldınm,
lstanbul, Aynntı Yayınlan, 2004] , New York, Penguin Press, 2004.
31 Michael Hardt ve Antonio Negri, "Adventures of the Multitude: Response of the
Authors" [ Çokluğun Maceraları: Yazarların Yanıtı] , Rethinking Marxism, s. 239.

1 25
ki, buradaki sorun, lmparatorluk'un mevcut neoliberal he­
gemonyaya bir alternatif oluşturmaya katkı koymak yeri­
ne, bunun tam tersi bir etkiye sahip olma ihtimalidir. Eğer,
benim de iddia ettiğim gibi, bugün elzem olan siyasalın do­
ğasını yeterli bir biçimde idrak edip neoliberal düzene kar­
şı etkili bir hegemonik meydan okumanın koşullarım anla­
mak ise, Hardt ve Negri'nin kitabında böyle bir girişim için
gerekli olan kuramsal araçları bulamadığımız kesindir. Kar­
şımıza çıkan, post-demokrasilerimizdeki ortak duyuyu ta­
nımlayan post-politik perspektifin bir başka versiyonudur.
Şüphesiz , Hardt ve Negri'nin çalışmasında karşımıza çıkan
post-politik perspektif, karmaşık bir felsefi söz dağarcığıyla
formüle edilmiş "radikal" bir versiyondur ki bu da "çağdışı"
kategorileri terk etme ve siyasalı "yeniden düşünme" vakti
gelmiş gibi davrananları cezbetmektedir.
Gelgelelim, Deleuzeyen terminolojisine ve devrimci reto­
riğine rağmen, Hardt ve Negri'nin görüşleriyle "siyaseti ye­
niden düşünme" gerekliliğini savunan üçüncü yol kuram­
cıları ve kozmopolit liberaller arasında rahatsız edici ben­
zerlikler vardır. Bütün bu kuramcılar küreselleşmeyi homo­
jenleştirici etkileri daha demokratik bir dünyanın koşulları­
m yaratan ilerici bir aşama olarak görüyorlar. Ulus-devlet­
lerin egemenliğinin sona ermesini, devletin kısıtlamaların­
dan kurtularak özgürleşmenin yeni bir aşaması olarak algılı­
yorlar. Onlara göre, yeni bir küresel yönetişim biçimine yol
açacak yeni bir küresel siyaset tesis ediliyor. Çokluğun boş
retoriğini bir kenara bırakırsak, lmparatorluk'un kozmopo­
lit görüşün bir başka versiyonu olduğunu çok net bir şekil­
de görebiliriz. Hardt ve Negri'nin imparatorluğun "pürüz­
süz" niteliğini ve küresel kapitalizmin hiçbir "dış''ı olmayan
birleşmiş bir dünya yarattığını ısrarla vurgulamaları kozmo­
polit vizyonla büyük ölçüde örtüşür. Benzer bir şekilde, Bir­
leşik Devletler'in neoliberal modelin dünya genelinde empo-

1 26
ze edilmesinde oynadığı rolü önemsiz görmeleri küresel si­
vil toplum savunucularının iyimser görüşüyle uyum içeri­
sindedir.
"Egemenlik" meselesine gelince, "kozmopolit egemen­
lik" etrafında örgütlenecek bir evrensel düzen perspektifi­
ni benimseyenler ile lmparatorluk'un radikal "anti-egemen­
lik" tavrı arasında pek fark yoktur. Her iki durumda da söz­
de daha demokratik bir yönetişim biçimi adına modem ege­
menlik kavramından açık bir şekilde kurtulma arzusu var­
dır. Kozmopolit kuramcılar Hardt ve Negri'nin "Egemenli­
ğe yer vermeyen bir siyasal kuram geliştirmeliyiz" şeklinde­
ki beyanıyla kesinlikle hemfikirdir.32
Sosyal demokratik siyasetin çeşitli biçimleri göz önün­
de bulundurulduğunda, lmparatorluk'ta ortaya konan sav­
lar, Beck ve Giddens'ın savlarıyla büyük oranda örtüşür. Mi­
chael Rustin'in gözlemlediği gibi, "Hardt ve Negri, "Üçüncü
Yol"un post-sosyalistleriyle yeni, bireycileşmiş, küreselleş­
miş, şebekeleşmiş toplumu gelecek eylemlerin tek olası te­
meli olarak kabul etmemiz gerektiği görüşünü paylaşırlar.
Aralarındaki fark, Hardt ve Negri'nin gelecekteki eylemi kı­
yametvari bir biçimde tahayyül etmeleri, reformcu post-sos­
yalistlerin ise görünür herhangi bir alternatifi kalmadığını
düşündükleri küresel kapitalizmin türbülanslarını bir şekil­
de azaltmayı ve düzenlemeyi hedeflemeleridir. " 33 Hardt ve
Negri'nin ulusal refah devletini savunan mücadelelere yöne­
lik -Avrupa Birliği'nin öneminin reddini de içeren- olumsuz
tavırları da bu yüzdendir.
Yazarların imparatorluğa karşı nasıl bir alternatif gelişti­
rilebileceğini formüle etmeye başlamalarıyla birlikte, kita-

32 Hardt ve Negri, "Adventures of the Multitude" [ Çokluğun Maceralan] , s. 242.


33 Michael Rustin, "Empire: a Postmodern Theory of Revolution" [lmparator­
luk: Postmodem bir Devrim Kuramı] , Debating Empire [imparatorluğu Tartış­
mak ] , s. 7.

1 27
hın anti-siyasal niteliği bütün netliğiyle ortaya çıkar ve za­
rarlı sonuçlar doğurabilecek etkileri olduğu anlaşılır. Aslın­
da, yeni bir radikal siyaset vizyonu sunduğu iddiasında olan
bir kitap olarak lmparatorluk'un siyasal stratej i hususun­
da büyük eksiklikleri vardır. Çokluğun imparatorluğa karşı
meydan okuması nasıl tahayyül edilebilir? Hardt ve Negri'ye
göre , çokluk, imparatorluğun ekonomik, siyasal ve kültü­
rel yapılarının analizlerinden hareketle açığa çıkan mantık­
sal bir hipotezdir. Çokluk, imparatorluğun halihazırda için­
de barındırdığı karşıt-imparatorluktur ve bu karşıt-impara­
torluk, çokluğun kurucu iktidarının egemenliği ele geçirme­
sine sürekli ket vuran imparatorluğun kısıtlamalarını kaçı­
nılmaz olarak ortadan kaldıracaktır. Bu olay, gerçekleştiğin­
de, kökten bir devamsızlığa işaret edecek ve tarihselliği ye­
niden açan ontolojik bir dönüşümü tetikleyecektir. Çokluk
egemenliği kendi lehine değiştirmeyi başardığında, "yeni bir
varlık konumu" gerçekleşecek ve zamanın doluluğu içkin­
leştirme aracılığıyla kurulacaktır. Çokluğun mutlak demok­
rasisi bu şekilde oluşacaktır.
Tüm bunların nasıl gerçekleşeceği, Alberto Moreiras'ın da
belirttiği gibi, mesihçi bir biçimde duyurulmakta, fakat ku­
ramsal olarak temellendirilmemektedir. Çokluğun mesih­
çi arzusunu vurgulamanın dışında, "lmparatorluk, bir öz­
neleşme kuramı sunmamakta ve kendini görünürde hali­
hazırda oluşmuş öznenin haklı ya da binyılcı konumunu
ele geçireceğini belirtmekle sınırlandırmaktadır" . 34 Bir si­
yasal analizin gerektirdiği bütün önemli sorulardan, örne­
ğin çokluğun nasıl devrimci bir özneye dönüşeceğiyle il­
gili sorudan, kaçınılmıştır. Yazarlar çokluğun devrimci bir
özneye dönüşmesinin imparatorlukla siyasal karşılaşması­
na bağlı olduğunu söylemektedirler, fakat bu konu, kuram-

34 Alberto Moreiras, "A Line of Shadow: Metaphysics in Counter-Empire" [Bir


Gölge Hattı: Karşıt-imparatorlukta Metafizik] , Rethinking Marxism, s. 224.

1 28
sal çerçevelerinin yetersizliğinden dolayı , ele alamadıkla­
rı konunun ta kendisidir. Çokluğun arzusunun imparator­
luğun sonunu kaçınılmaz olarak getireceğine dair inançla­
rı, lkinci Enternasyonal'in kapitalizmin ekonomik çelişkile­
rinin kapitalizmin çöküşüne sebep olacağı yönündeki tah­
minde dile getirdiği determinizmi anımsatmaktadır. Elbet­
te , lmparatorluk'taki devrimci özne artık proletarya değil,
"çokluk" tur. Fakat yeni söz dağarcığına rağmen, burada söz
konusu olan etkili siyasal müdahaleye hiçbir şekilde yer bı­
rakmayan aynı eski belirlenimci yaklaşımdır.
Mevcut liberal hegemonya karşısında bir alternatif yoklu­
ğunun hakim olduğu panoramaya biraz temiz hava kazan­
dırmasının yanı sıra, lmparatorluk'un başarısı kesinlikle bü­
yümekte olan küreselleşme karşıtı hareket için siyasal bir li­
san yaratır gibi görünmesinden kaynaklanıyordu . Gelenek­
sel radikal-solun değişik kesimleri bu mücadelelere sahip
çıkmaya çalışmışsa da, farklı bir kuramsallaştırmaya ihtiyaç
olduğu aşikardı. Hardt ve Negri'nin harekete geçirdiği De­
leuzeyen söz dağarcığı da bu bağlamda cazipti. Bu dağarcık,
bu küresel harekette ifadesini bulan direnişlerin çok-türlü­
lüğünün Deleuze ve Guattari'nin Anti-Oedipus ve Bin Yayla
[A Thousand Plateaus] adlı eserlerinde tanıttıkları mefhum­
ları yankılamasını sağladı. Yine de, lmparatorluk'ta ortaya
konan perspektifin küreselleşme karşıtı hareket tarafından
benimsenmesinin ciddi bir hata olduğunu düşünüyorum.
Bu "hareketlerin hareketi"nin karşılaştığı temel zorluklar­
dan biri de kendini somut alternatif öneriler sunan siyasal
bir harekete nasıl dönüştüreceğiyle ilgilidir. Bu yöndeki ilk
adımların Dünya Sosyal Forumlarının ve farklı bölgesel fo­
rumların örgütlenmesiyle atıldığı doğrudur. Fakat geleceğe
dair birçok önemli sorun hala çözülmemiştir ve bu sorunlar
da hareketin alacağı şekli ve başarı olasılıklarını önümüzde­
ki yıllarda belirleyecektir.

1 29
Temel sorunlardan biri, hareketin farklı bileşenleri ara­
sında ne tür bir ilişki kurulacağıyla ilgilidir. Sıkça belirtildi­
ği üzere, küreselleşme karşıtı hareket oldukça heteroj en bir
harekettir ve çeşitlilik, şüphesiz büyük bir güç kaynağı olsa
da, aynı zamanda büyük sorunlara da yol açabilir. Hardt ve
Negri çokluğun içkin güçlerinin imparatorluğun kurulu ik­
tidarını bozguna uğratacağına kesin gözüyle bakarlar. Fakat
farklı mücadelelerin siyasal eklemlenmeleri meselesine de­
ğinmemeleri hiç de şaşıntıcı değildir; sahip oldukları pers­
pektif bu meseleye değinmelerine olanak tanımaz. Yazarla­
ra göre, bu mücadeleler arasında iletişim olmaması, bir so­
run teşkil etmemekte, bilakis bir erdem olmaktadır, çünkü
"bütün bu mücadeleler, birbirleriyle iletişim kurma kabili­
yetinden yoksun ve bir döngü şeklinde yatay olarak seyahat
etme olanağından mahrum kaldıkları için, dikey olarak sıç­
ramak ve doğrudan küresel düzeyle temas kurmak zorun­
da kalacaklardır" . 35 Sonuç olarak, yerel kökenine rağmen,
her bir mücadele imparatorluğun sanal merkezine doğrudan
saldıracaktır. Hardt ve Negri, artık yetersiz olan ve yeni ra­
dikal potansiyele karşı bizi körleştiren mücadelelerin yatay
olarak eklemlenmesi modelinden vazgeçmemizi salık verir­
ler. Farklı çıkarlara sahip ve talepleri birbirleriyle çelişebilen
çeşitli hareketleri nasıl eklemleyeceğimiz konusunda kay­
gılanmamıza artık gerek kalmamıştır. Bu şekilde, hem de­
mokratik siyasetin temel sorusu , hem de küreselleşme kar­
şıtı hareketin acilen yüzleşmesi gereken soru olan demokra­
tik mücadeleler arasında bir eşdeğerlik zinciri yaratabilmek
için farklılıkları nasıl örgütleyeceğimiz sorusu basitçe bu­
harlaşmış olur.
Bir başka önemli sorun, 1mparatorluk'ta yerel ve ulusal
mücadelelerin çok olumsuz bir şekilde tahayyül edilme­
leridir. Bu, elbette, Hardt ve Negri'nin egemenliğe yönelik
35 Hardt ve Negri, Empire [lmparatorluk ] , s. 55.

1 30
sert eleştirileriyle ve çokluğun özgür seyahatine engel teş­
kil eden ulusal egemenlikleri ve engelleri ortadan kaldıra­
rak "pürüzsüz" bir mekan yaratan küreselleşmeye ilişkin
övgüleriyle uyum içerisindedir. Yazarlara göre, imparator­
luğa özgü "yersiz-yurtsuzlaşma" süreci ve buna bağlı olarak
ulus-devletlerin zayıflaması çokluğun kurtuluşunda ileri bir
safhayı temsil etmektedir ve bu yüzden ulusal ya da bölge­
sel olarak temellendirilen bütün siyaset türleri reddedilme­
lidir. Yerele değer yüklemek, gerici ve faşizan bir yaklaşım­
dır. Hardt ve Negri, "çokluğun esarete karşı direnişinin -bir
ulusa, bir kimliği ve bir halka ait olmanın köleliğine karşı
mücadelelerin, dolayısıyla egemenliğin ve öznelliğe dayattı­
ğı kısıtlamaların terk edilişinin- tamamıyla olumlu bir geliş­
me" olduğunu iddia ederler.36
Küreselleşme karşıtı hareket bu tür bir perspektifi benim­
seyecek olsaydı, şüphesiz kendini siyasal ilgisizliğe mahkum
etmiş olacaktı. Aslında, bu hareketin geleceği ve etkisi, ye­
rel, ulusal, bölgesel ve küresel olmak üzere birçok farklı dü­
zeyde örgütlenme kapasitesine bağlıdır. lmparatorluk'taki
görüşlere rağmen, ulus-devletler hala önemli oyunculardır
ve çokuluslu şirketlerin devletlerden büyük oranda bağım­
sızlaşmış stratejiler doğrultusunda çalıştıkları doğru olsa bi­
le, bu şirketler devletlerin iktidarından vazgeçemezler. Do­
reen Massey'in de vurguladığı gibi,37 küreselleşmiş mekan,
iktidar ilişkilerinin özgül yerel, bölgesel ve ulusal oluşum­
larda eklemlendiği çeşitli alanları olan "çizgili" bir mekan­
dır. Düğüm noktalarının çoğulluğu, birçok değişik strateji­
yi gerektirdiğinden, mücadele basitçe küresel düzeyde ta­
hayyül edilemez. Avrupa'da (2002'de Floransa'da, 2003'te
Paris'te, 2004'te Londra'da) ve dünya genelinde birçok şe­
hirde örgütlenen bölgesel ve yerel forumlar, değişik direniş-

36 A.g.e. , s. 361 .
37 Doreen Massey, For Space [Mehiln için i , Landon Sage, 2005, 14. bölüm.

1 31
lerin birbirleriyle bağlantı kurabilecekleri ve -Gramsci'den
ödünç alarak söyleyecek olursak- bir "mevzi savaşı"nın ve­
rilebileceği yerlerdir. Yerel ve ulusal bağlılıklar önemli di­
reniş alanları sağlayabilirler. Bu bağlılıkları reddetmek, ya­
ni bu bağlılıkların duygusal boyutunu demokratik hedefler
doğrultusunda mobilize etmeyi reddetmek ise, bu potansi­
yelin eklemlenmesini sağcı demagoglara bırakmak demek­
tir. Küreselleşme karşıtı hareketin Hardt ve Negri'nin tavsi­
yelerine uyması ve yerel, ulusal bağlılıkları gerici olarak gör­
mesi çok büyük bir hata olacaktır.
Hardt ve Negri'nin sunduğu birleşmiş bir imparatorlukla
küresel bir çokluk arasındaki, kaçınılmaz olarak çokluğun
zaferiyle ve "yeni, mutlak, sınırsız ve ölçüsüz bir demokra­
sinin icat edilmesi"yle38 sonuçlanacak cepheleşmeden ibaret
aldatıcı resme karşı sorulması gereken soru, direnişlerin si­
yasal örgütlenme biçimleriyle ilgilidir, ki bu da hem impa­
ratorluk hem çokluk içerisinde bulunan bölünmeleri tanı­
mayı gerektirir. Ne çokluğun "arzu dolu makineleri" ara­
sındaki çatışmalar, ne de kapitalist kamp icerisindeki çıkar­
lar arasındaki uyuşmazlıklar gözden kaçırılmalıdır. Hardt
ve Negri'nin küreselleşmiş , pürüzsüz mekan vizyonu, tıp­
kı kozmopolit perspektif gibi, dünyanın çoğulcu doğasını,
dünyanın tek bir evrenden (universe) ziyade çoğul evrenler­
den (pluriverse) oluştuğu gerçeğini tanımaz. iktidarın yapı­
landırdığı düzenin yerini çokluğun yeni bir öz-örgütlenme
biçiminin almasını öngören egemenlik ötesi bir radikal iç­
kinlik durumunu ifade eden "mutlak demokrasi" fikirleri,
uzlaşmış bir dünyaya -arzunun düzene karşı zafer kazandı­
ğı, çokluğun içkin kurucu iktidarının devletin aşkın kuru­
lu iktidarını yendiği, siyasalın ortadan kaldırıldığı bir dün-

38 Michael Hardt ve Antonio Negri, "Globalization and Democracy" [Küreselleş­


me ve Demokrasi ] , Okwui Enwezor ve diğerleri (der. ) , Democracy Unrealized
[Gerçekleşmemiş Demokrasi] , Kassel, Hatje Cantz, 2002, s. 336.

1 32
yaya- duyulan özlemin postmodern biçimidir. Bu özlem,
-liberal veya radikal-sol- hangi türden olursa olsun, demok­
ratik siyasetin hem iç politikada hem de uluslararası düzey­
de karşılaştığı gerçek zorluğu anlamamıza engel olur. Bu
zorluk da biz/onlar ilişkisini nasıl aşacağımız meselesi değil,
biz/onlar ilişkisinin çoğulcu bir düzenle uyumlu bir şekilde
hangi biçimlerde inşa edilebileceğini nasıl tahayyül edeceği­
miz meselesine ilişkindir.

Çok-kutuplu bir dünya düzenine doğru

Dördüncü Bölüm'de de belirttiğim gibi, bugün, doğalarını


anlayamazsak gerçekten de önceden beyan edilmiş "mede­
niyetler çatışması"na yol açabilecek yeni antagonizmaların
patlak vermesinin merkezinde yer alan Birleşik Devletler'in
hegemonyasına karşı çıkmak için hiçbir meşru kanalın bu­
lunmadığı tek-kutuplu bir dünyada yaşıyoruz. Bu olasılık­
tan kaçınabilmenin yolu, bütün dünyaya, söz konusu olan
iyi niyetli kozmopolit bir model olsa bile, tek bir model uy­
gulamaktan vazgeçip çoğulculuğu ciddiye almaktan geç­
mektedir. Dolayısıyla, birleşmiş bir dünya yanılsamasını
acilen terk etmeli ve çok-kutuplu bir dünyanın kurulma­
sı için çabalamalıyız. Bugünlerde etkili bir "çok-taraflılığın"
gerekliliğinden sıkça bahsedilmektedir. Fakat tek-kutuplu
bir dünyada çok-taraflılık her zaman bir yanılsama olarak
kalmaya mahkumdur. Tek bir hegemonik iktidar bulundu­
ğu müddetçe, diğer milletlerin fikrini sorup sormamaya ya
da yalnız hareket edip etmemeye karar verecek olan yalnız­
ca bu hegemonik iktidar olacaktır. Gerçek bir çok-taraflılık,
karar merkezlerinin çoğulluğunu ve -yalnızca göreceli olsa
bile- bir tür dengeyi gerektirir.
Dördüncü Bölüm'de de belirttiğim gibi, Schmitt'in 1 950'­
lerde ve erken l 960'larda kaleme aldığı ve Avrupa Kamu

1 33
Hukuku'nun Qus Publicum Europaeum) yerine geçecek ye­
ni bir Yeryüzü Yasası'nın olanaklılığına dair sorgulamaları­
nı içeren çalışmalarından önemli tespitler çıkarsayabiliriz.
Schmitt, 1952'de yazdığı ve soğuk savaşın yarattığı dualizm
ile kapitalizm ve komünizm arasındaki kutuplaşmanın nasıl
evrilebileceğini incelediği bir makalede,39 birkaç olası senar­
yo tahayyül etmişti. Bu ikiliğin, antagonistlerinden birinin
kesin zaferi sonrasında kendi sistemini ve ideolojisini dünya
genelinde empoze etmesiyle sonuçlanacak ve yalnızca dün­
yanın nihai birleşmesine yol açacak bir girizgah temsil et­
tiği fikrine şüpheyle yaklaşmıştı. Çift-kutupluluğun sonu­
nun Birleşik Devletler'in güvencesi ve hegemonyası altında
yeni bir dengeye yol açması daha olasıydı. Buna ek olarak,
Schmitt çoğullaşmanın dinamiklerini harekete geçirecek ve
birçok özerk bölgesel bloğun varlığına dayalı yeni bir küre­
sel düzenin kurulmasıyla sonuçlanabilecek üçüncü bir ola­
sı evrim biçimi daha tahayyül etmişti. Bu durum, farklı, ge­
niş bölgeler arasında bir güçler dengesinin koşullarının ya­
ratılmasını ve bu bölgeler arasında yeni bir uluslararası hu­
kuk sisteminin kurulmasını sağlayacaktı. Bu tür bir denge,
eski Avrupa Kamu Hukuku'na benzeyecekti. Tek fark şuy­
du ki bu denge gerçekten küresel olacaktı ve basitçe Avrupa­
merkezli olmayacaktı. Bu , Schmitt'in tercih ettiği çözümdü,
çünkü bu tür bir çok-kutuplu dünya düzeninin "gerçek ço­
ğulculuğu" tesis ederek çatışmaları yönetmek ve tek bir sis­
temin genelleşmesinden kaynaklanan sahte-evrenselciliğin
olumsuz sonuçlarından kaçınabilmek için gerekli kurumlan
sağlayacağına inanıyordu. Yine de Schmitt, sahte-evrenselci­
liğin gerçekleşmesinin, savunduğu çoğulculuğun gerçekleş­
mesinden daha muhtemel olduğunun farkındaydı. Ne yazık
ki, korkulan komünizmin çöküşünden itibaren doğrulandı.
Schmitt'in düşünceleri elbette benim taşıdığım kaygılar-
39 Cari Schmitt, "Die Einheit der Welt'' , Merhur, Yol. VI, 1, 1952, s. 1-11.

1 34
dan tamamen farklı olan kaygıların eseriydi, fakat vizyonu­
nun özellikle mevcut konj onktür için oldukça anlamlı ol­
duğunu düşünüyorum. Sol, dünyanın çoğulcu niteliğini ka­
bullenmeli ve çok-kutuplu perspektifi benimsemelidir. Bu
da, Massimo Cacciari'nin ileri sürdüğü gibi,40 birbirinin tam
özerkliğini tanıyarak federasyon şeklinde birleşen bölgesel
kutuplar ve kültürel kimlikler fikrine dayalı bir uluslararası
hukuk sisteminin kurulması için çabalayarak mümkün ola­
bilir. Cacciari, dünyanın çoğulcu niteliğini kabulleniyor ve
İslami dünyayla ilişki meselesini inceleyerek, lslam'ın mo­
dernleşmesinin ancak Batılılaşmayla mümkün olacağı inan­
cına karşı uyarıda bulunuyor. Cacciari'ye göre, kendi mo­
delimizi empoze etmeye çalışmak, küresel terörizmi kışkır­
tan yerel direniş çatışmalarını çoğaltacaktır. Bu yüzden, bir­
takım büyük mekanlar ve hakiki kültürel kutuplar etrafında
inşa edilecek bir küreselleşme modeli önerir ve yeni dünya
düzeninin çok-kutuplu olması gerektiğini ısrarla vurgular.
Birleşik Devletler'in tartışmasız üstünlüğü göz önün­
de bulundurulduğunda, birçok insan çok-kutuplu bir dün­
ya projesinin tamamıyla gerçekdışı olduğunu düşünecektir.
Halbuki bu projenin kozmopolit vizyondan daha gerçekdışı
olmadığı kesindir. Aslında, Çin'in bir süper-güç olarak orta­
ya çıkması, çoğullaşma dinamiklerinin, gerçekdışı olmaktan
ziyade, işlemekte olduğunu gösteriyor. Üstelik Çin'in orta­
ya çıkması, özerklik ve müzakere gücü elde etmeyi amaçla­
yan bölgesel blokların oluşmakta olduğunun tek göstergesi
değil. Bu eğilim, Mercosur'u (Güney Amerika'daki bir eko­
nomik paylaşım yapısı) güçlendirme amacıyla birkaç Latin
Amerika ülkesinin Brezilya ve Arjantin öncülüğündeki giri­
şimlerinde de açığa çıkıyor; benzer dinamikler birkaç Doğu

40 Massimo Cacciari, "Digressioni su Impero e tre Rome" , H. Frise, A. Negri ve


P. Wagner (der.), Europa Politica Ragioni di una necessita, Roma Manifestolib­
ri, 2002.

1 35
Asya ülkesinin ASEAN'da (Güney Asya Uluslar Birliği) bira­
raya gelmesinde de gözlemlenebiliyor ve bu modelin cazibe­
sinin artması bekleniyor.
Bu konuda aşılması gereken engelleri küçümsemek iste­
miyorum fakat, en azından çok-kutuplu bir düzenin yaratıl­
ması konusunda, bu engellerin doğasının, kozmopolit pro­
j enin dayandığı hatalı kuramsal öncüllerin aksine, yalnızca
ampirik olduğunu söyleyebilirim. Kozmopolit projenin ikti­
dar ilişkileri etrafında yapılanmayacak bir dünya düzeni ha­
yali, her düzenin hegemonik bir doğası olduğu gerçeğiyle
yüzleşmeyi reddetmeye dayanır. "Hegemonyanın ötesi" diye
bir şey olmadığı kabul edildiği takdirde, dünyanın tek bir ik­
tidara bağımlı olmasını aşmanın tek makul stratejisinin he­
gemonyayı "çoğullaştırmanın" yollannı bulmak olduğu an­
laşılacaktır. Bu da ancak bölgesel güçlerin çoğulluğunu tanı­
makla mümkün olur. Yalnızca böyle bir bağlamda, uluslara­
rası düzenin hiçbir faili iktidan sayesinde kendini hukukun
üstünde göremeyecek ve kendine egemen rolünü atfedeme­
yecektir. Dahası, Danilo Zolo'nun da belirttiği gibi, "çok-ta­
raflı denge, uluslararası hukukun en asgari işlevlerinden biri
olan modem savaşın en yıkıcı sonuçlarının sınırlandırılma­
sını uygulayabilmenin de zorunlu koşuludur" .4 1

41 A. Negri ve D. lolo, "Empire and the Multitude: a Dialogue on the New Order
of Globalization" [ imparatorluk ve Çokluk: Yeni Küreselleşme Düzeni Üzeri­
ne Bir Diyalog) , Radical Philosophy, No. 1 20, Temmuz/Ağustos 2003, s. 33.

1 36
ALT I NCI BÖLÜM

Sonuç

Önümüzde önemli yıllar var. l 990'larda birçok kesimin li­


beral demokrasinin nihai zaferini ve "yeni dünya düzeni"nin
gelişini büyük bir coşkuyla selamlamasının ardından, on yıl­
lardır süren neoliberal hegemonyanın yüzleşmemizi olanak­
sız kıldığı yeni antagonizmalar ortaya çıktı. Bu kitapta, söz
konusu meydan okumalardan bazılarını inceledim ve bunla­
rın doğasını anlamanın, benim "siyasal" olarak adlandırma­
yı önerdiğim, insan toplumlarında varolan ve yok edilmesi
imkansız olan antagonistik boyutla yüzleşmeyi gerektirdiği­
ni savundum.
lç siyaset bağlamında , siyasetin husumet biçiminin so­
na erdiği ve soVsağ ayrımının aşıldığı inancının, barışçıl bir
toplumun kurulmasını kolaylaştırmak yerine, sağcı popü­
list hareketlerin yükselmesine olanak sağlayan zemini hazır­
ladığını gösterdim. Çözümün soVsağ ayrımını yeniden can­
landırmak suretiyle siyasetin agonistik niteliğini teşvik et­
mekten geçtiğini belirtirken, sol ve sağ gibi terimlerin anla­
mı ebediyen sabitlenmişçesine basitçe geleneksel bir bağla­
ma dönmeyi önermiyorum. SoVsağ karşıtlığının işaret ettiği

1 37
esas mesele, -Norberto Bobbio'nun hatırlattığı gibi, bu kav­
ramların toplumsal yeniden bölüşüm konusunda kesinkes
farklı tavırlara tekabül etmelerine rağmen-1 belli bir içerik
değil, toplumsal bölünmenin tanınması ve çatışmanın meş­
rulaştırılmasıdır. Bu karşıtlık, demokratik toplumdaki çı­
karların ve taleplerin çoğulluğunun, bu çıkar ve talepler ça­
tışsalar ve hiçbir zaman nihai bir şekilde uzlaşamayacak ol­
salar bile, meşru kabul edilmesi gerektiğini ortaya koyar.
Sol ve sağın içeriği değişecektir fakat solu ve sağı bölen çiz­
gi korunmalıdır, çünkü bu çizginin ortadan kalkması top­
lumsal bölünmenin inkarı ve birtakım seslerin susturulma­
sı anlamına gelir. Bu yüzden, demokratik siyaset doğası ge­
reği husumete dayalıdır. Niklas Luhmann'ın da vurguladığı
üzere, modern demokrasi "zirvenin bölünmesi"ni, yani hü­
kümet ve mu halefet arasında keskin bir aynını gerektirir ve
bu aynın da açık bir şekilde farklılaşmış politikaların öneril­
diğini, vatandaşların da toplumu örgütlemenin farklı yolla­
n arasında seçme olanağının olduğunu varsayar.2 Toplum­
sal bölünmenin soVsağ ayrımından dolayı ifade edilemediği
durumlarda, tutkular demokratik hedeflere doğru mobilize
edilemez ve antagonizmalar demokratik kurumlan tehlike­
ye atan biçimler alırlar.

Çoğulculuğun sınırları

Herhangi bir akıl karışıklığına sebep olmamak için, hiçbir


sınırı olmayan bir çoğulculuk tahayyül eden bazı postmo­
dern kuramcıların aksine, demokratik çoğulcu bir siyase­
tin belli bir toplumda dile getirilen taleplerin tümünü meş-

1 Norberto Bobbio, Destra e Sinistra: ragioni e significati di una distinzione politi­


ca, Roma, Donzelli Editore, 1 994.
2 Niklas Luhmann, "The Future of Democracy" [ Demokrasinin Geleceği] , The­
sis Eleven, No. 26, 1 990, s. 5 1 .

1 38
ru kabul etmesi gerektiğini düşünmediğimi belirtmeliyim.
Benim savunduğum çoğulculuk, agonistik tartışmaya da­
hil olan talepler ile bu tartışmadan dışlanması gereken ta­
lepler arasında bir ayrım yapmayı gerektirir. Demokratik
bir toplum, temel kurumlarını sorgulayanları meşru hasım­
lar olarak göremez. Agonistik yaklaşım da bütün farklılıkla­
rı kapsadığını ve bütün dışlama biçimlerini aştığını iddia et­
mez. Fakat dışlamalar, ahlaki değil, siyasal bir biçimde ta­
hayyül edilir. Bazı talepler, "şer/kötü" oldukları düşünül­
düğü için değil, demokratik siyasal birliğin kurucu unsurla­
rı olan kurumlara meydan okudukları için dışlanırlar. Şüp­
hesiz bu kurumların doğası da agonistik tartışmaya dahildir,
fakat böyle bir tartışmanın gerçekleşebilmesi için, paylaşılan
sembolik bir mekanın varlığı zorunludur. ikinci Bölüm'de
demokrasinin "çatışmalı bir mutabakat" gerektirdiğini be­
lirttiğimde söylemek istediğim buydu: herkese özgürlük ve
eşitlik gibi etik-politik değerler üzerinden mutabakat, fakat
bu değerlerin yorumlanması üzerinden çatışma/uyuşmazlık.
Dolayısıyla, bu değerleri doğrudan reddedenler ile bu değer­
leri kabul ederken değerlerin çelişik anlamlan için mücade­
le edenler arasında bir çizgi çekilmelidir.
Bu konudaki pozisyonum, "basit" ve "makul" çoğulculuk
arasında ayrım yaparak meşru ve gayrimeşru talepler ara­
sında bir çizgi çeken John Rawls gibi bir liberal kuramcı­
nın konumuna benzer gibi görünebilir. Aslında benim konu­
mumun Rawls'unkine kıyasla önemli farkları vardır: Rawls,
böyle bir aynını rasyonalite ve ahlakla temellendirirken, ben
meşru olanla gayrimeşru olan arasındaki sının çizmenin si­
yasal bir karar olduğunu, dolayısıyla her zaman mücadele­
ye açık olduğunu söylüyorum.3 Wittgenstein'dan hareket­
le, demokratik değer ve kurumlara olan bağlılığımızın üs-

3 Rawls'un pozisyonunu The Retum of the Political [Siyasalın Dönüşü] (londra,


Verso, 1 993) adlı kitabımın 6. bölümünde eleştirmiştim.

1 39
tün bir rasyonaliteye dayanmadığını ve liberal demokratik il­
kelerin yalnızca yaşam biçimimizin kurucu unsurları olduk­
ları ölçüde savunulabileceklerini iddia ediyorum. Rawls ve
Habermas'ın aksine, ben liberal demokrasiyi ideal durumlar­
da her rasyonel bireyin seçeceği model olarak sunmaya çalış­
mıyorum. Bu yüzden, siyasal kurumların normatif boyutu­
nun, her zaman belli bağlamlara dayanan belli uygulamalara
gönderme yaptığına ve evrensel bir ahlakın ifadesi olmadığı­
na işaret etmek için, "etik-politik" bir doğası olduğunu savu­
nuyorum. Ahlak, Kant'tan beri, rasyonel uyuşmazlığa yer ol­
mayan bir evrensel buyruklar alanı olarak sunuldu. Bu, bana
göre, dünyanın kökten çoğulcu niteliğinin ve değerlerin in­
dirgenemez çatışmasının farkına varmaya engel olmaktadır.
Çoğulculuğun sınırlarına ilişkin tavrımın mevcut çok-kül­
türcülük tartışması açısından açıklanması gereken bazı so­
nuçlar doğurduğu aşikardır. Öncelikle, çok-kültürcülük baş­
lığı altında toplanan farklı talepleri birbirlerinden ayırt et­
memiz gerekir: bir tarafta, kesin surette kültürel adet ve ge­
leneklerin tanınmasıyla ilgili talepler varken, diğer tarafta,
doğrudan siyasal bir doğası olan talepler vardır. Bu ayrımı
yapmanın hiç de kolay olmadığının ve bu soruna kesin, ni­
hai ve tatmin edici bir çözüm bulunamayacağının tamamıyla
farkındayım. Yine de, karşılanmaları durumunda temel libe­
ral demokratik çerçeveye hasar vermeyecek bir dizi talep ile
bu çerçevenin yok olmasına neden olacak talepler arasında
kabataslak bir ayrım yapılabileceğini düşünüyorum. Örne­
ğin, bu ayrım, etnik kökene veya grupların dini inançlarına
göre farklı yasal sistemlerin uygulanmasını gerektiren talep­
lerin karşılanması durumunda yapılabilir. Şüphesiz , mese­
la yerli halklar açısından, bazı istisnaları gerektiren özel du­
rumlar söz konusu olabilir.4 Fakat yasal çoğulculuğun norm

4 Bu konulardaki bir tartışma için bkz. Williarn Kyrnlicka, Multicultural Citi­


zenship [Çokkültürcü Vatandaşlık ] , Oxford, Oxford University Press, 1995.

140
olması, demokratik siyasal birliğin kalıcılığını tehlikeye atar.
Demokratik bir toplum, vatandaşlarının genellikle anayasada
belirtilen ve yasal bir çerçevede somutlaşan, paylaşılan birta­
kım etik-politik ilkelere bağlılığını gerektirir ve çatışan meş­
ruiyet ilkelerinin toplum içerisinde birarada varolmasına izin
veremez. Çoğulculuk adına bazı göçmenlerin istisna olarak
değerlendirilebileceğine inanmak, bence, siyasalın toplumsal
ilişkilerin sembolik düzenlenmesinde oynadığı rolün anlaşı­
lamamasından kaynaklanan bir hatadır. Birtakım yasal ço­
ğulculuk türleri, örneğin Osmanlı lmparatorluğu'nun (Müs­
lüman, Hıristiyan ve Yahudi toplumlarını kendi kendini yö­
neten ve kendi üyeleri üzerinde kısıtlayıcı dini yasalar uygu­
layabilen birimler olarak tanıyan) "millet sistemi"nde olduğu
gibi, muhakkak varolmuştur, fakat böyle bir sistemin bütün
vatandaşlar için eşitlik varsayan bir demokratik vatandaşlık
uygulamasıyla uyuşmadığı kesindir.

Modernitelerin çoğulculuğu

lç siyasetten uluslararası siyasete geçtiğimizde, liberal ço­


ğulculuktan ayırt edilmesi gereken çok farklı bir çoğulculuk
türüyle karşılaşırız. Birinci çoğulculuk türü, liberal demok­
rasiye özgüdür ve tözsel bir iyi yaşam kavrayışının sona er­
mesiyle birlikte bireysel özgürlüğün öne sürülmesiye ilgili­
dir. Bu çoğulculuk liberal demokrasinin kurumlarında yer­
leşmiş ve liberal demokrasinin bütün vatandaşlar tarafından
kabul edilmesi gereken etik-politik ilkelerinin bir kısmını
oluşturmuştur. Fakat başka bir çoğulculuk türü daha var­
dır ki bu çoğulculuk da liberal demokrasinin üstün rasyona­
litesinden dolayı diğer bütün toplumların benimsemesi ge­
reken evrensel bir model olduğu iddiasına ket vuran bir ço­
ğulculuktur. Bu çoğulculuk, çok-kutupluluk projesinin te­
melini oluşturur.

1 41
Liberal evrenselcilerin inanmamızı istediklerinin aksine,
araçsal rasyonalitenin ve atomcu bireyciliğin gelişiminin ni­
telediği Batılı modernite modeli, dünyayla ve başkalarıy­
la ilişki kurmanın yeterli olan tek yolu değildir. Bu model,
Batı'da hegemonik bir konuma erişmiş olabilir, fakat birçok
eleştirmenin de dile getirdiği gibi, Batı'da bile kabul gören
tek toplumculluk biçimini temsil etmekten çok uzaktır. En­
telektüel tarihçiler de yekpare bir Aydınlanma fikrini eleştir­
meye buradan hareket ederek başlamışlar ve çoğunlukla bir­
birine karşıt olan ve kapitalist modernitenin yükselmesiyle
birlikte yerinden edilen çeşitli aydınlanmaların çoğulluğunu
açığa çıkarmışlardır.
Avrupa tarihinin kurucu unsurları oldukları artık kabul
edilen -sivil, metafizik , neo-Romalı , halk egemenliği ve
yurttaşlık gibi- çeşitli aydınlanmaları inceleyen James Tul­
ly, Kantçı gelenekte kesin bir aşkın ve kanun koyucu cevabı
olan aşkın bir soru olarak formüle edilen "Aydınlanma Ne­
dir? " sorusunun aşkınlığının ortadan kaldırılması ve "bel­
li bir değerler sistemi ve bu sisteme akraba siyasal pratikler
aracılığıyla elde edilmiş, her biri kendi kendini ilan eden bir
aydınlanmış öznellik biçimine göre oluşmuş çeşitli, küçük
a'lı aydınlanma yanıtları olan" tarihsel bir soru olarak yeni­
den belirlenmesi gerektiğini söyler.5 Gelgelelim, bu araştır­
mayı Avrupa'yla sınırlandırmak yeterli değildir, çünkü so­
runun tarihsel niteliğinin farkına vardığımız anda , soru­
nun kesin bir aşkın yanıtının olmamasının yanı sıra, kesin
bir tarihsel yanıtının da olamayacağını kabul etmemiz gere­
kir. Dolayısıyla, Tully'nin de önerdiği gibi, "Aydınlanma Ne­
dir? " sorusuyla tanımlanan sorunsallaştırma, artık ne Avru­
pa içerisindeki birbirine rakip çözümler hakkında sonu gel­
meyen bir tartışmayla, ne de Avrupa'nın modem bir egemen

S jarnes Tully, "Diverse Enlightenrnents" [ Çeşitli Aydınlanmalar] , Economy and


Society, Yol. 32, 2, Ağustos 2003, s. 50 1 .

1 42
devletler sistemine geçişi ve bu sistemin uğradığı değişiklik­
lere referansla sınırlandırılmalıdır" .6
Tully'nin Batılı olmayan aydınlanmaların olanağına dair
düşünceleri çok-kutuplu yaklaşımın formüle edilmesi açı­
sından önemlidir. Bu tür bir yaklaşım Batı'nın diğer tarihle­
re ve geleneklere bakmaksızın dünya genelinde empoze et­
meye çalıştığı modernitenin dışında başka modernite biçim­
leri olduğunu kabul etmeyi gerektirir. Batılı olandan fark­
lı bir toplum modeli savunmak, geri kalmışlığın bir ifadesi
ve "modem-öncesi" bir aşamada kalındığının bir kanıtı ola­
rak görülmemelidir. Bizim modelimizin rasyonalite ve ah­
lak üzerinde ayrıcalıklı bir hakkı olduğu şeklindeki Avru­
pa-merkezci inançtan vazgeçmenin vakti çoktan gelmiştir.

Metis bir insan hakları kavrayışı

Bugünün liberal demokratik söyleminde çok merkezi bir yeri


olan "insan hakları" mefhumu "modernitelerin çoğulculuğu"
açısından ne gibi sonuçlar doğurur? Daha önce de gÖTdüğü­
müz gibi, insan hakları, liberal demokrasinin dünya genelin­
de empoze edilmesini hedefleyen kozmopolit projede önemli
bir rol oynar. Kozmopolit projenin temel inancı, insan hakla­
rının evrenselleştirilmesinin başka toplumların Batılı kurum­
lan benimsemesini gerektirdiğidir. Peki, böyle bir mefhumu
çok-kutuplu bir dünyada gözden çıkarmamız mı lazım?
Benim bu konudaki tavrım, çoğulcu bir şekilde düşün­
menin genel anlamda insan haklarının evrenselliği fikri­
ni sorunsallaştırmayı gerektirdiği yönündedir. Boaventu­
ra de Sousa Santos'la hemfikirim: İnsan hakları, "evrensel"
olarak kavrandıkları müddetçe, onun deyimiyle "yukarı­
dan küreselleşme"nin bir aracı, yani Batı'nın dünyanın ge­
riye kalanına empoze ettiği ve dolayısıyla medeniyetler ça-
6 A.g.e. , s. 502.

1 43
tışmasını tektikleyecek bir şey olmaya mahkümdurlar.7 De
Sousa Santos'a göre, insan haklarının "evrenselliği" mesele­
sinin kendisi, insan haklarının Batılı, belli bir kültüre özgü
bir mesele olduğuna işaret etmekte ve insan haklarını kültü­
rel bir sabit olarak sunmayı imkansızlaştırmaktadır. Ne var
ki, De Sousa Santos, bu durumu insan haklarını reddetmek
için bir neden olarak görmez ve insan haklan politikalarının
sıklıkla hegemonik kapitalist devletlerin ekonomik ve j eo­
politik çıkarlarına hizmet ettiğini kabul etse de, insan hakla­
n söyleminin ezilenlerin savunulması mücadelesine eklem­
lenebileceğini belirtir. Sahte bir evrenselliğe başvurmak ye­
rine, kültürel özgüllük ve farklı insan onuru anlayışları etra­
fında eklemlenen karşıt-hegemonik bir insan haklan söyle­
minin varlığını vurgular ve insan haklarının "çok-kültürcü"
bir biçimde yeniden kavranmasına ve farklı kültürlere göre
farklı biçimlerde formüle edilmesine olanak sağlayacak me­
tis bir insan haklan kavrayışını savunur.
De Sousa Santos, insan haklarının anlamını kavramak için
kültürümüzde sahip oldukları işlevi yakından incelememiz
gerektiğini ileri süren Raimundo Panikkar'ın yaklaşımını ta­
kip eder. Bu tür bir yaklaşım, bizlere daha sonra bu işlevin
farklı kültürlerde farklı biçimlerde yerine getirilip getirilme­
diğini belirleme imkanını tanır.8 Batı kültüründe insan hak­
lan , insan onurunun tanınması için temel kıstasları sunar
ve siyasal düzenin zorunlu bir koşulu olarak belirir. Sorma­
mız gereken soru, başka kültürlerin aynı soruya farklı ya­
nıtlar verip vermeyeceğidir; başka bir deyişle, insan hakları­
nın işlevsel eşdeğerlerini aramalıyız. Eğer insan haklarında
söz konusu olanın kişinin onuru olduğunu kabul edersek,

7 Boaventura de Sousa Santos, Toward a New Common Sense: Law, Science and Po­
litics in a Paradigmatic Transition [Yeni Bir Ortak Duyuya Doğru: Paradigmatik
Dönüşüm !çerisinde Hukuk, Bilim ve Siyaset] , Londra, Routledge, 1995, s. 337-42.
8 Raimundo Panikkar, "Is the Notion of Human Rights a Western Concept?" [ln­
san Haklan Mefhumu Baulı Bir Kavram Mıdır?, Diogenes, No. 1 20, 1982, s. 8 1-2.

144
bu sorununun çeşitli yollarla yanıtlanabileceği aşikardır. Ba­
tı kültürünün "insan haklan" dediği, bu soruya yanıt verme­
nin tek meşru kültür olduğunu iddia edemeyecek olan libe­
ral kültüre özgü bireycilikten hareket eden, kültürel bakım­
dan özgül bir biçimidir.
Bunun umut verici bir perspektif olduğunu düşünüyo­
rum. Panikkar ve De Sousa Santos gibi, insan haklan mefhu­
munun, Batılı hegemonyanın empoze edilmesinin bir aracı
olmaması için, çoğullaştırılması zorunluluğunu ısrarla vur­
gulamak gerektiğine inanıyorum. İnsan hakları fikrinin ço­
ğul formülasyonları olabileceğini kabullenmek, insan hak­
larının siyasal niteliğini ön plana çıkamiak demektir. İnsan
haklarına dair tartışmayı , -Batı'nın tanımladığı- ahlak ve
rasyonalitenin buyruklarının tek meşru kıstasları oluşturdu­
ğu tarafsız bir saha üzerinde gerçekleşiyormuş gibi tahayyül
etmemeliyiz. Bu tartışmanın üzerinde yürüdüğü saha, ikti­
dar ilişkilerinin biçimlendirdiği ve hegemonik bir mücade­
leye sahne olan bir sahadır. Meşru anlayışların çoğulluğuna
yer açmak bu yüzden önemlidir.

Hangi Avrupa?

Siyasal hakkındaki düşüncelerimi şu sorularla sonuçlandır­


mak istiyorum: Çok-kutuplu bir dünyada Avrupa'nın ye­
ri ne olmalıdır? Hakikaten siyasal bir Avrupa, gerçek bir ik­
tidar olmuş bir Avrupa mümkün müdür? Böyle bir Avrupa
arzu edilen bir şey midir? Bu sorunun hem solda hem sağda
büyük tartışmalara sebep olduğu aşikardır. Soldaki birçok
insanın böyle bir gelişmeye olumlu bakmamasının neden­
lerini inceleyelim.9 Kimileri Avrupa'yı Batılı kapitalist hege-

9 Bu konumların iyi bir değerlendirmesi için bkz. H. Frise, A. Negri ve P. Wag­


ner (der.) , Europa Politica Ragioni di una necessita, Roma Manifestolibri, 2002.
Özellikle bkz. giriş bölümü, s. 7- 18.

1 45
monik projeyle özdeşleştirip siyasal bir Avrupa'nın yalnızca
Batı içerisinde iki iktidarın hegemonya için çatışmasından
ibaret bir iç mücadeleye sebep olacağını iddia ederlar. Bu ba­
kış açısına göre, tek fark, Avrupa'nın, Birleşik Devletler'i ta­
kip etmek yerine, onun rakibi olması olacaktır. Tek-kutup­
lu dünyanın sona ermesinin olumlu bir gelişme olduğuna
inansam bile, savunduğum Avrupa böyle bir Avrupa değil.
Çoğulcu bir dünya düzeninin kurulması, basitçe Avrupa'nın
liderlik için Birleşik Devletler'le rekabet etmesini değil, tek
bir küreselleşme biçimi olduğu, bunun da hakim neolibe­
ral küreselleşme olduğu fikrinden vazgeçmeyi gerektirir.
Avrupa'nın kimliğini savunabilmesi ve neoliberal hegemon­
yaya direnebilmenin temelini yaratacak çoğullaşmanın dina­
miklerini harekete geçirebilmek için, sorgulanması gereken
"Batı" fikrinin ta kendisidir.
Sol kesimden başkaları da Avrupa bütünleşmesine şüp­
heyle yaklaşırlar, çünkü ulus-devletin Avrupa kurumların­
ca tehlikeye atılan demokratik vatandaşlık uygulamaları için
gerekli mekanı oluşturduğuna inanırlar. Onlar Avrupa pro­
jesini neoliberalizmin Truva atı ve sosyal demokrat partile­
rin gerçekleştirdiği ilerlemelere tehdit oluşturan bir geliş­
me olarak görürler. Bu kesimin mevcut Avrupa politikaları­
na karşı güvensizlik duymasının bir temeli olduğunu inkar
etmiyorum fakat neoliberal küreselleşmeye ulusal düzeyde
daha iyi karşı koyabileceklerini düşünmeleri hatadır. Neo­
liberalizmin olası alternatifini tahayyül etmeye Avrupa dü­
zeyinden başlamak şarttır. Avrupa Birliği'nin ilerlediği yö­
nün maalesef bu olmadığı gerçeği, insanların Avrupa siyase­
tinden çekilmelerine neden olmak yerine, onları Avrupa'nın
geleceğini belirleyebilmek için mücadelelerini Avrupa düze­
yinde sürdürmeye ikna etmelidir.
Daha önce gördüğümüz gibi, enternasyonalistler siyasal
bir Avrupa fikrine karşı çıkmaktadırlar çünkü her türlü sını-

1 46
ra ve bölgesel ait olma biçimlerine karşıdırlar. Küreselleşme­
nin yarattığı "yersiz-yurtsuzlaşma"yı, "göçebe çokluğun" öz­
gürce, arzusuna göre dolaşabileceği, sınırlan olmayan, haki­
katen küresel bir dünyanın koşullannı yarattığı için memnu­
niyetle karşılarlar. Siyasal bir Avrupa'nın inşasının bir "Avru­
pa kalesi" yaratma eğilimini kuvvetlendireceğini ve varolan
aynmcılıklan artıracağını iddia ederler. Bu olasılık göz ardı
edilmemelidir ve kendini yalnızca Birleşik Devletler'in rakibi
olarak tanımlayacak bir Avrupa' da bu olasılığın gerçekleşme­
si işten bile değildir. Fakat çok-kutuplu bir dünya bağlamın­
da, büyük bölgesel birimlerin birarada varolduğu ve neolibe­
ral küreselleşme modelinin tek küreselleşme modeli olmadı­
ğı bir dünyada, durum farklı olacaktır.
Solda siyasal bir Avrupa fikrini savunanlar arasında si­
yasal Avrupa'nın basitçe Amerikan hegemonyasıyla reka­
bet etmekten çok farklı bir medeniyet modelini destekleme­
si gerektiği konusunda genel bir görüş birliği olsa da, herke­
sin çok-kutuplu bir vizyonu benimsemediği de açıktır. Ör­
neğin, Batılı liberal demokrasi modelinin dünya genelin­
de uygulanması gerektiğini düşünen bazı liberal evrenselci­
ler, aynı zamanda diğer bütün toplumlann takip etmesi ge­
rektiğini düşündükleri siyasal bir Avrupa'yı savunmakta­
dırlar. Aslında savundukları kozmopolit bir proj edir, çün­
kü Avrupa'nın hukukun ve insan haklannın dünya genelin­
de uygulanması temelinde kurulacak bir evrensel düzen yo­
lunda öncü kuvveti temsil ettiğini düşünürler. Örneğin, Ha­
bermas Avrupa proj esini bu şekilde algılar. 1 0 Habermas'ın
2003'te lrak'ın işgal edilmesinden sonra Avrupal�lara birleş­
me ve Bush hükümetinin uluslararası hukuk ve insan hak­
lan ihlallerine karşı muhalefet yapma çağrısı yapması elbet­
te arzulanan bir şeydi. Gelgelelim, güçlü bir Avrupa yaratma

10 Ômegin, bkz. Jürgen Haberrnas, The Postnational Constellation [ Ulus-sonrası


Oluşum] , Cambridge, Polity Press, 200 1 , 4. bölüm.

1 47
gerekliliği konusunda kendisiyle hemfikir olsam da, onun
bu hamleyi kozmopolit bir düzenin yaratılması için atılacak
ilk adım olarak tahayyül etmesine katılmıyorum, çünkü bu
vizyonun dayandığı evrenselci öncülleri kabul etmiyorum.
Kanımca, gerçek bir siyasal Avrupa yalnızca başka siya­
sal varlıklarla kuracağı ilişkilerle, çok-kutuplu bir dünyanın
parçası olarak varolabilir. Eğer Avrupa yeni bir dünya düze­
ninin yaratılmasında önemli bir rol oynayabilecekse, bu, bü­
tün "makul" insanların itaat edeceği kozmopolit bir yasanın
desteklenmesiyle değil, kendine özgü kaygılan ve gelenekle­
ri değerli addedilen ve farklı yerel demokrasi modelleri kabul
edilen bölgesel kutuplar arasında kurulacak bir dengeye kat­
kı koymakla mümkün olacaktır. Bu, uluslararası ilişkileri dü­
zenlemek için bir dizi kurumlara ihtiyaç duyduğumuz ger­
çeğini inkar etmek anlamına gelmez, fakat bu kurumlar, bir­
leşmiş bir iktidar yapısı etrafında örgütlenmek yerine, çoğul­
culuğa önemli bir ölçüde olanak sağlamalıdır. Kozmopolitler
kusura bakmasın ama, amaç, Batılı liberal demokratik mode­
lin evrenselleştirilmesi olamaz. Tek meşru model olarak görü­
len bu modeli itaat etmeyen toplumlara empoze etme çabası,
bu modeli kabul etmeyenleri medeniyetin "düşmanları" ola­
rak görmeye yol açacak ve böylece antagonistik bir mücadele­
nin koşullarını yaratacaktır. Şüphesiz çok-kutuplu bir dünya­
da da çatışmalar olacaktır, fakat bu çatışmaların, tek-kutuplu
dünyada yaşadığımız çatışmaların aksine, antagonistik bir bi­
çime bürünmeleri daha az olasıdır. Çatışmaları ortadan kal­
dırmak ve insanlık durumumuzdan kaçmak elimizde değil­
dir, fakat bu çatışmaların agonistik bir biçim almalarını sağla­
yacak uygulamaları, söylemleri ve kurumlan yaratmak bizim
elimizdedir. lşte bu yüzden, demokratik projenin savunulma­
sı ve radikalleştirilmesi, siyasalın antagonistik boyutunun ka­
bullenilmesini ve iktidarı, egemenliği ve hegemonyayı aşmış,
uzlaşmış bir dünya hayalini terk etmeyi gerektirir.

1 48
DiZiN

1 1 Eylül 2001 olaylan 7 1 , 77, 90, 94, bireyselleşme 49, 60, 6 1 , 66, 69
1 09 , 1 25 , 149 Birleşik Devletler: Avrupa'yla ilişkiler 95,
146; hilkimiyet 95, 1 0 1 ; hegemonya
agonizm 8, 28, 64 133, 134; idealleştirilmiş Birleşik
agonistik: agonistik biçim 12; agonistik Devletler fikri 106,; siyasetin
cepheleşme 39, 1 20; agonistik ahlaklaşması 88, 89
kamusal alan 89 Birleşmiş Milletler 106, 1 1 4, 1 1 6
ahlak 20, 88, 140, 143, 145 biz/onlar: antagonistik 28; aynın 8, 1 1 ,
ahlaki dil dizgesi 1 1 , 86, 88 1 2 , 2 1 , 22, 24, 60 , 67; cepheleşme . . . ;
aile 17, 36, 48, 49, 55, 57, 73 demokratik siyaset 27; Freud'da biz/
alt-siyaset 50, 5 1 , 65 onlar 35; ilişki türleri 22-24, 27, 28,
Anderson, Perry 63 3 1 , 35, 133; parlamenter sistem 3 1
antagonizma: agonizm ve antagonizma Blair, Tony 72-74, 84
28, 64; antagonizmanın biçimleri Bobbio, Norberto 1 38
1 7 , 24; antagonizmanın inkan 8, bürokratikleşme 63
68; antagonizmanın olanaklılığı 23- Bush, George W. 89-9 1 , 14 7
25; antagonizma olarak siyasal 1 7 ;
antagonizmanın ortaya çıkışı 1 2 Cacciari, Massimo 135
Anti-Oedipus (Deleuze v e Guattari) 1 29 Canetti, Elias 30-32, 3 7
Archibugi, Daniele 107, 1 1 2- 1 1 4 Chandler, David 1 1 6- 1 1 8
Arendt, Hannah 1 6 Chirac , Jacques 82
ASEAN (Güney Asya Uluslar Birliği) 136
Avrupa Birliği 1 2 7 , 146 çatışma 7, 9 - 1 2 , 16-19, 2 1 , 27-29, 3 1 , 33,
Avusturya: 2000 seçimlerine tepkiler 87; 39, 40, 49-53, 57, 60, 62-64, 71, 72,
sağcı popülizm 87 82, 96, 108, 1 1 5 , 1 23 , 132- 1 3 5 , 1 38-
Aydınlanma 142, 143 140, 146, 148
çoğulcu demokrasi 27, 64
Batılılaşma 100, 1 0 1 , 135 çoğul evrenler 1 0 1 , 132
Beck, Ulrich: "alt-siyaset" üzerine 5 , 5 1 , çoğulculuk: agonistik dinamikler 39;
65; demokrasiyi demokratikleştirmek çoğulculuğun sınırlan 138, 140;
üzerine 64; düşünümsel modernite çoğulculuk ve dost/düşman ilişkisi
üzerine 45, 46, 49, 58, 60, 6 1 , 62, 22-24, 28; liberal anlayış 1 7 , 22, 1 1 9 ,
66, 68, 1 1 1 ; kozmopolitan perspektif 1 4 1 ; modernitelerin çoğulculuğu 1 4 1 ,
üzerine; post-politik vizyon 5-7, 1 4 3 ; yasal çoğulculuk 1 40, 141
60, 66, 77; "siyasetin yeniden icadı" çok-kutuplu dünya düzeni 1 34
5, 46, 48, 6 1 ; sosyal demokrasi çok-kültürcülük 140
üzerine 40, 68, 69, 72-75, 1 1 9; çok-taraflılık 133
uzman sistemleri üzerine 52, 57; yeni çokluk 125, 1 28, 1 29, 132
bireycilik üzerine 56, 69 Çokluk: imparatorluk Çağında Savaş ve
Belçika, sağcı popülizm 78 Demokrasi (Hardı ve Negri) 125,
Berlin, lsaiah 1 7 1 28, 136
bilim 1 7 , 58, 144 Çin 135
Bin Yayla (Deleuze ve Guattari) 1 29
bireycilik: yeni bireyciliğin gelişimi 56, Dahi, Robert 1 2 1 , 1 22
69, 1 27; liberal düşüncede bireycilik Davos (ekonomik zirve) 1 1 0
1 7; bireyciliğin yayılması 69 Deleuze, Gilles 1 29

1 49
demokrasi: agonistik 3 1 , 63; çoğulcu gelenekçiler 6 1 , 62, 67, 68
demokrasi 27, 64; demokrasi Giddens, Anthony; demokrasiyi
ve küresel yönetişim l l 1, 1 20, demokratikleştirmek üzerine 64;
1 2 1 , 1 26; demokrasinin yeniden düşünümsel modernite üzerine
canlandmlması 42; demokrasiyi 45, 46, 49, 58, 60-62, 66, 68, 1 1 1 ;
demokratikleştirmek 64; diyalojik Giddens ve post-geleneksel toplum
demokrasi 8, 57-59, 63; duygusal 46, 54, 57, 58, 60-62, 7 1 , 74; kamu-
demokrasi 58, 59; düşünümsel . özel sektör ortaklıklan üzerine 75;
demokrasi 66; husumet modeli 1 2 , modernleşme retorikleri üzerine 6 7;
27, 28, 45, 6 1 , 66, 67, 72, 75, 83, 86, post-politik vizyon 7, 60, 66, 77;
88, 1 1 1 ; kozmopolit demokrasi 8, sosyal demokrasi üzerine 68, 69, 72-
1 3 ; kriterler l l 8; liberal demokrasi 75, l l9; üçüncü yol siyaseti 70, 7 1 ,
7, 27, 4 1 , 42, 96-98, 1 0 1 , 102, 106, 75
l l 6, 137, 140, 1 4 1 , 143; mutabakatçı Gramsci, Antonio 132
biçim 7, 10, 38, 64, 72, 82, 86, 89, Gray,John 1 7 , 74
90, 1 23; mutlak demokrasi 8,10, Grup Psikolojisi ve Ego Analizi (Freud) 34
1 24, 1 28, 132; otorite ve demokrasi Guattari, Felix 1 29
39, 57, 58, 70, l l 5 , l l 6; partizansız
demokrasi 8, 38; radikal demokrasi Habermas , Jürgen 2 1 , 97-103, 1 1 7 , 140,
64, 65 1 47
demokratik siyaset 8, 10, 12, 1 3 , 16, 1 7 , Haider, Jörg 78, 80, 8 1
2 1 , 22, 24, 27-30, 32, 33, 37, 38, 40, haklar v e sorumluluklar 70
43, 46, 60, 63, 79, 83, 84, 90, 103, "halk" 78, 8 1 , 83, 1 20
1 27 , 130, 133, 1 38 Hali, Stuart 73, 75
demokratlar 68, 69, 8 1 , 85-87, 97, l l l , hangi Avrupa? 145
ll5 Hardt, Michael 1 24- 1 3 2
Derrida, Jacques 23 hasım 1 1 , 1 2 , 2 8 , 2 9 , 3 1 , 4 2 , 6 0 , 62-64,
dışlama 2 1 , 26, 68, 72, 74, 8 1 , 85, 86, 92, 67, 86, 89, 1 39
1 0 1 , 103, 139 Hegel, Georg Wilhelm Friedrich 26, 123
doğayla ilişki 1 50 hegemonik pratikler 26, 43
dost/düşman aynını 1 9 , 2 1 , 24, 4 1 , 90, hegemonya: Batı hegemonyası
91 92; hegemonya kavramı 24;
dünya düzeni: çok-kutuplu dünya hegemonyanın çoğullaşması 1 34- 136,
düzeni 134; yeni dünya düzeni 105, 145, 146; hegemonyanın ötesinde 8,
135, 137 1 3 , 1 23; yeni hegemonya inşası 65
Dünya Sosyal Forumlan 1 29 Hegemonya ve Sosyalist Strateji (1.aclau ve
düşünümsel modernite 45, 46, 49, 58, Mouffe) 1 5 , 64, 65
60-62, 66, 68, ıı 1 Heidegger, Martin 16, 25
düşünümsel modernleşme 33, 46-48, 53, Held, David 107, 1 1 2- 1 1 5 , 1 1 8, 1 1 9
6 1 , 67, 69, 70, 72, 77 hukuk: hukukun üstünlüğü 97, 98, 108;
uluslararası hukuk 1 1 8, 1 34- 136,
"egemen çevreler" 8 1 -83 1 47; yasal çoğulculuk 140, 141
egemenlik 8, 80, 97, 98, 107, 1 1 2, l l 6,
1 1 7, 1 24-1 28, 1 30- 132, 142, 1 48 Irak'ın işgali 1 47
ekolojik meseleler 55
etkin güven 57, 59, 60, 70 içleme 92
Evrensel İnsan Haklan Beyannamesi 1 08 iktidar ilişkileri 26, 29, 42, 43, 62-64, 66,
74, 75, 1 23 , 1 3 1 136, 145
Faik, Richard 95, 96, 107- 1 1 0 imparatorluk (Hardt ve Negri) 1 24- 1 3 1 ,
Flahault, François 88 136
Fransa 78, 79, 82 lngiltere 84
Freud, Sigmund 9 , 34, 35, 37 insan haklan 7, 92, 97- 1 0 1 , 1 06, 108,

1 50
109, 1 1 2- 1 14, 1 1 7, 1 1 9 , 143-145, liberal demokrasinin üstünlüğünün
14 7; metis bir insan haklan kavrayışı sorgulanması 97, 102, 106
143, 144 liberalizm 10, 1 7-20, 40, 72, 73, 75, 92,
insan Haklan Mahkemesi 1 14 103, 1 1 0, 146
insan toplumculluğu 9 liberaller 10, 21, 27, 29, 9 1 , 93, 97, 1 0 1 -
"insanlık" 9 1 103, 1 26
lslam 135 Locke, John 97
iyi ve kötü, biz/onlar cepheleşmesi 1 1 , 63 Luhmann, Niklas 138

jospin, Lionel 82 Machiavelli, Niccolo 1 3


jouissance 35, 36 Massey, Doreen 1 3 1
jus Publicum Europaeum (Avrupa Kamu merkez-sol 40, 68
Hukuku) 93, 1 34 metis bir insan haklan kavrayışı 143, 144
milliyetçilik 1 2 , 36, 37
kalabalık 32 Mitterand, François 82
Kaldor, Mary 122, 1 23 mobilizasyon 33, 37, 87, 1 7 , 1 1 6
kamu-özel sektör ortaklıktan 75 modemitelerin çoğulculuğu 1 4 1 , 143
Kant, Immanuel 105, 140, 142 modernleşme retorikleri 79
kapitalizm 48, 56, 69, 72, 73, 106, 1 1 2, Montesquieu, Charles de Secondat,
1 25-127, 1 29, 134 Baron de 4 1
Kervegan, jean-François 94, 95 Moreiras, Alberto 1 28
Keynesçi ekonomik yönetim 69 mutabakat: Avusturya'da mutabakat 80;
kişisel yaşamdaki dönüşümler 70 çatışmalı mutabakat 64; mutabakat
kitle 30, 32, 79 vizyonu 103; mutabakatçı modelin
Kitle ve iktidar ( Canetti) 30 tehlikeleri 89; mutabakatın gerekliliği
kolektif kimlikler 7 , 1 2 , 1 7 , 19, 23, 26, 139; mutabakatın "radikal merkez"ce
34, 39, 45, 49, 53, 60, 6 1 , 66, 78, uygulanması 73
83, 85 mücadele 9, 1 1 , 20, 29, 35, 4 1 , 42, 48,
kolektivizm 70 57, 6 1 -63, 65, 69, 74, 86, 87, 1 27,
komünizm 7, 4 1 , 69, 134 1 29- 1 3 1 , 139, 144- 146, 148
Kozmopolit Demokrasi: Yeni Dünya müzakereci model 21, 31, 32
Düzeni için Bir Gündem (Archibugi ve
Held) 1 1 2, 1 1 4 Negri, Antonio 1 24-132
kozmopolit görüşler 105 neoliberalizm 40, 72, 73, 75, 146
köktenciler 61, 62, 67, 68, 72
"kurucu dışsal" 23, 26, 86 Olgular ve Nonnlar (Habermas) 97
Küresel Parlamenter Topluluğu 1 08- 1 1 0 Olumsuzla Oyalanmak (iek) 36
küresel vatandaş 1 14, 1 1 6, 1 1 7, 1 1 9 Osmanlı imparatorluğu 1 4 1
küresel yönetişim 1 1 1 , 1 20, 1 2 1 , 1 26 otonomi 1 5 2
küreselleşme: Beck 49, 54; Giddens 54; o y verme 33, 70
Hardt ve Negri 1 24- 1 26, 1 29-132;
kozmopolit gelecek 7, 106; neoliberal özdeşim 1 2 , 1 9 , 26, 32-34, 36-40, 78,
biçimi 83 8 1 , 83, 92
küreselleşme karşıtı hareket 1 29- 132
Panikkar, Raimundo 1 44, 145
Lacan, jacques 35, 36 parlamenter sistem 30, 3 1
Laclau, Emesto 15, 25, 64, 65 Partizan Teorisi (Schmitt) 93
Latin Amerika 135 post-demokrasi 38, 85, 1 26
Le Pen, jean-Marie 82 post-Fordizm 54
liberal demokrasi: liberal demokrasinin post-politik vizyon 7, 60, 66, 77
evrenselliği 7, 96; liberal post-geleneksel toplum 46, 54, 57, 58,
demokrasinin mevcut aşaması 72; 60-62, 7 1 , 74

1 51
Stavrakakis, Yannis 35, 36
radikal merkez 68, 73 Strauss, Andrew 95, 96, 1 08- 1 1 0
radikal-sağ 85 suçlu olarak düşman (aynca bkz. dost/
radikal-sol 1 29, 133 düşman) 93
Ranciere, Jacques 38
Rasch, William 92, 1 00 şer 85, 86, 92, 109, 136
Rawls, John 1 39, 1 40
Raz,Joseph 1 7 terörizm: antagonistik biçim 1 1 , 62; tek­
Reagan, Ronald 89 kutuplu dünyanın bir sonucu olarak
refah devleti 70, 7 1 , 73, 127 terörizm 90; terörizm ve siyasetin
risk toplumu 46-50, 52, 60 ulusaşınlaşması 109; terörizme karşı
Rorty, Richard 102, 1 03 savaş 7 1 , 77, 90
Rousseau, Jean-Jacques 97 Thatcherizm 73
Rustin, Michael 127 toplumsal 9, 10, 22, 23, 25-27, 32, 36-
38, 40, 42, 46-48, 50, S l , 54, 56-
saf ilişki 59 59, 62-66, 69, 70, 73, 74, 79, 80,
sağ ve sol: alt-siyasette sağ ve sol 50, 85, 1 00, 103, 107, 108, 1 1 4, 1 23 ,
51, 65; merkez-sol 40, 68; metafor 1 3 8 , 141
49; sağ ve sol arasında mücadele 1 1 ; toplumsal düşünümsellik 54, 59
sağ ve solun ötesinde 8 , 1 3 ; sol/sağ toplulaştıncı model 32
aynmının anlamını yitirmesi 69; soV Tully,James 28, 142, 143
sağ aynmının yeniden canlandırılması "tutkular" 12, 32, 33
137
Sağ ve Solun ôtesinde (Giddens) 45, SS, ulus-devlet 49, 107, 1 1 3, 1 1 5 , 1 1 6, 1 1 9,
56 1 24, 126, 1 3 1 , 146
sağcı popülizm 1 1 , 79, 85-87, 89 Urbinati, Nadia 107, 1 20
savaş kavrayışı 93 Uygarlığın Huzursuzluğu (Freud) 34
Schmitt, Cari 1 0- 1 2 , 1 8-24, 27, 90-95, uzlaşı 52, 60, 1 2 1
1 0 1 , 102, 133, 134
sınıf kavramı; tek-kutuplu modelin Üçüncü Yol (Giddens) 6 8 , 1 2 7
tehlikeleri üzerine 7 1 Üçüncü Yol v e Eleştirileri (Giddens) 68
sivil toplum 6 9 , 7 0 , 7 5 , 1 0 7 , 108, 1 1 0- üçüncü yol siyaseti 70, 7 1 , 75
1 1 2, 1 1 7 , 1 18, 1 23; küresel 8, 1 10,
1 1 1 , 1 1 6, 1 22 varoluşçular 25
siyasal: antagonizma olarak siyasal 1 7 ;
kozmopolit görüşler v e siyasal 1 0 5 , Walzer, Michael 1 7
1 26; toplumsal v e siyasal 25, 2 6 , 4 7 Wittgenstein, Ludwig 1 7 , 2 3 , 4 3 , 139
Siyasal Kavramı (Schmitt) 18, 20
siyaset: ahlaki dil dizgesinde siyaset 1 1 , yan etkiler 47, 48, 53, 61
86, 88; demokratik siyaset 8 , 10, 1 2 , yaşam politikası SS-57, 60, 65, 71
1 3 , 1 6 , 1 7 , 2 1 , 22, 24, 27-30, 32, 33, . yeni dünya düzeni 105, 135, 1 3 7
37, 38, 40 , 43, 46, 60, 63, 79, 83, 84, Yeni işçi Partisi 72-75, 7 8
90, 103, 127, 130, 133, 138; siyasetin yersiz-yurtsuzlaştınna 1 1 2, 1 3 1 , 1 4 7
yeniden icadı 46, 48 yönetişim kavramı 8, 1 1 1 , 1 1 5 , 1 20, 1 2 1 ,
siyasetin ulusaşınlaşması 1 09 1 23 , 1 26, 1 2 7
sosyal demokrasi: Giddens 69, 72-75; Yugoslavya'nın parçalanması 23
işçi Partisi'nin yenilenmesi 72-75;
sosyal demokrasinin sağa kayması 84 Zeitgeist 8, 1 1 , ıs, 46
Sousa Santos, Boaventura de 1 43-145 Zilek, Slavoj 36, 37, 42
Staten, Henry 23 lolo, Danilo 1 1 6, 136

1 52

You might also like