Bu leziz kahvaltılar günlerce devam etti. Bazı geceler
kimin getirdiğini görebilmek için saatlerce uykusuz bekledi. En sonunda ağrılarına ve uykusuzluğuna dayanamayıp gözlerini kapatıyordu her defasında ve sabah yemeğini önünde hazır buluyordu.
Bir gece yarısı, her ne olursa olsun onu görmeye karar
verdi. Bekledi…bekledi ancak gelen giden yoktu. Gecenin karanlığı, göz kapaklarını iyiden iyiye kapatıyordu. Kısa bir süreliğine uykuya daldı ve tam o anda bir çıtırtı ile uyandı uykusundan. Belli belirsiz bir gölge gibi bir anda hızla uzaklaştı yuvasındaki yabancı. Onu görememişti, her şey bir saniyede olup bitmişti. Uçmak ve onu yakalamak istedi. Ancak kanatları yoktu. Boş yere çırptığı kanatlarından ona bir fayda gelmeyeceğini anladı ve mırıldandı içinden, “Kimsin sen? Allah aşkına söyle, kimsin?”
Sabah gözünü açtığında yiyecekler yine aynı yerdeydi.
Bu davetsiz misafirle karşılaşmasına ramak kalmıştı ama başaramamıştı. Peşinden uçabilseydi eğer, onu bulabilirdi. Fakat kanatları olmadığından bunu yapamamıştı. Kanatlarına bakarken, yüzünde şaşkınlıkla karışık bir ifade belirdi. Kanatları üzerinde minik minik tüyler çıkıyordu. Çok şaşırdı bu duruma. Sonra pençelerine baktı ve pençelerindeki yara izleri siliniyor ve ince bir katman şeklinde yeni pençeler çıkıyordu.
Muhtemelen gagasında da aynı şeyler oluyordu.
Gagasını yokladığı zaman, ucunca minik bir çıkıntı olduğunu fark etti. Uzun zamandır hiçbir şeye bu kadar sevinmemişti. Yoksa annesinin anlattıkları gerçekten doğru muydu? Eğer öyleyse, bütün bu çektiği sıkıntılardan sonra onu muhteşem bir hayat bekliyordu.
Sevinci ve şaşkınlığı bir arada yaşıyordu. Umudu
yeniden alevlenmeye başlamıştı ve bir yerde umut varsa, orada her şey mümkün olabilirdi.
Günler günleri kovaladı ve her gece yaşlı kartalın
yuvasına yiyecek bir şeyler gelmeye devam etti. Kartal artık iyice emindi. Bu yiyecekleri yavrularından biri getiriyordu. Annelerini son günlerinde eşinden ayırdıkları için de utanıyor ve babalarının karşısına çıkamıyorlardı. Belli ki sevgilerini bu şekilde göstermek istiyorlardı.
Kartal onları görebilmek için uykusuz bir şekilde
sabahlamaktan vazgeçmişti artık. Her sabah önünde yiyecek bir şeyler gördüğünde hafifçe tebessüm ediyor ve “Teşekkür ederim” diyordu sadece.
Zaman hızla akıp gidiyordu. Mevsim kışa dönmek
üzereydi ve eğer tüysüz, gagasız ve pençesiz bir şekilde kışa yakalanırsa, bu onun ölümü demekti… Bu arada mucize tüm hızıyla devam ediyor ve kartal adeta yeniden doğuyordu. Tıpkı bir kartalın bebeklik süreci gibiydi bütün bu yaşananlar. Minik tırnaklar çıkıyor ve günden güne büyüyordu. Tüyleri ince fakat sık aralıklarla çıkmaya başladı. Gagası tıpkı bir bebeğin diş çıkarma serüvenini andırıyordu. Sürekli kaşınıyor ve onu rahatsız ediyordu. Ancak sonunda elde edeceği şeyi düşündüğü zaman, bütün bunlara fazlasıyla değerdi.
Aylar süren bu inziva, ona uzun yıllar boyunca yetecek
bir güç ve enerji verecekti. Bir kartala, yuvasında oturup ölümü beklemek yakışmazdı. Kartallar zorluklara meydan okur ve engelleri dize getirirlerdi.
Şimdi belki de önceki yaşamında olduğundan daha da
güçlenmişti. Ağrıları günden güne azalıyor ve enerjisi artıyordu.
Bir sabah uyandığında, yuvasında yiyecek bir şeyler
olmadığını fark etti. Bu durum onu üzmedi. Yalnızca merak ediyordu neden yavrularının gelmediğini.
Ertesi sabah yine yiyecek yoktu. Sonraki sabah ve bir
sonraki sabah da…
Endişeleniyordu. Başlarına bir şey mi gelmişti acaba?
Düşüncelerini susturmak ve olumlu şeylere odaklanmak istedi. Belki bir süreliğine göç etmişlerdi. Onların da yavruları olmuş ve onunla meşgul oluyorlardı belki de.
Ya da babalarının artık kendine güvenmesini ve güçlü
bir kartal olduğunu hatırlaması için kendisine meydan okumasını istiyorlardı. Ne zamana kadar yuvaya yiyecek taşıyabilirlerdi ki? Durum böyle değilse bile, kendini buna inandırmıştı ihtiyar kartal ve bu yeni gövdesini test etmek istiyordu bir an önce.
Kanatları iyice gürleşmiş, incecik tüyler bütün
gövdesini kaplamıştı. Pençeleri bir bebek kartalın pençeleri gibiydi henüz. Ancak yumuşak dokunuşlar yapabiliyor ve bir yerlere tutunabiliyordu. Gagası da günden güne büyümüş ve ilginç bir biçim almıştı.
Bu haliyle genç bir kartalı andırıyordu, onca yaşına
rağmen…
Korkunun ecele faydası yoktu. Yüzleşecekti yeni
bedeniyle… Yuvası bir kayalığın en yüksek yerindeydi. Küçük bir mağara gibiydi yuvasını inşa ettiği oyuk. Güvenli ve sıcaktı. Daha önce binlerce kez ihtişamlı bir biçimde uçmuştu bu yuvadan. Şimdi yuvanın kayalıkla bütünleştiği bu yüksek uçurumdan aşağıya baktığı zaman başı dönüyordu.
Ama korkuyordu. Bu kanatlar, bu pençeler onun muydu
gerçekten? Uzun yıllar boyunca taşıdığı vücut bu değildi. Yeniden doğmuştu sanki. İşte şimdi yüzleşecekti bu değişimin sonuçlarıyla.
Kayalığın ucuna kadar ilerledi. Aşağıya bakmıyordu bu
defa. Başının dönmesi geçmişti. İçinden kendi kendine, “Bunu daha önce yüzbinlerce kez yaptın!” diyordu. Evet, daha önce belki de milyonlarca kez uçmuştu… Ama bu kanatlarla değil. “Önemi yok!” dedi içinden bir ses, “Kanat kanattır” Kendi sesi hem onu yüreklendiriyor hem de korkutuyordu. Hangi ses kazanacaktı acaba? Korku mu yoksa cesaret mi? Annesinin ona anlattığı bir hikâye aklına geldi. Hikâyede küçük bir çocuk bilgeye insanın en zayıf yönünün ne olduğunu sormuştu. Bilge de ona, “İnsanın en zayıf yönü içindeki kötü sestir. O kötü ses vahşi bir kurt gibidir. İçindeki güçlü ses ise, seni koruyan ehlileştirilmiş bir kurt gibidir” demişti.
Çocuk bilgeye, “Peki savaşı hangi kurt kazanır?” diye
sorduğunda bilge, “Sen hangisini beslersen o kazanır” yanıtını vermişti.
Şimdi kartal aynı hikâyeyle karşı karşıya kalmıştı.
İçindeki zayıf ses ona geri çekilmesini ve yuvasına dönmesini söylüyordu. Güçlü ses ise, “Sen bir kartalsın ve yalnızca bunu hatırlaman yeterli” diyordu.
Yüzünü çevirip kanatlarına şöyle bir göz ucuyla baktı.
Bu kanatlarla uçabilir miydi? Elbette uçardı. Başını eğip pençelerine bir göz attı. Henüz yeteri kadar sağlam ve güçlü değillerdi ancak, bir yere tutunamayacak kadar işe yaramaz da değillerdi.
Yüzünü bulutlara çevirdi. Hava rüzgârlıydı. Belki de
ona öyle geliyordu. Güneş parıldıyor ve o beklerken bulutlar gökyüzünde hızlı hızlı süzülüyorlardı.
Sonsuza dek burada duramazdı. İçindeki cılız sese
kocaman bir tokat yapıştırmak ve ona kim olduğunu göstermek istiyordu. Sonra derin bir nefes aldı. Sanki hayatında ilk defa uçacaktı. Heyecanlı ve meraklıydı.
Gözlerini kapadı ve kendisini uzun zamandır tadını
unuttuğu gökyüzünün kollarına bıraktı…
Tüm vücudu kasılmıştı. Ama buna sebep olan korkusu
değil, rüzgârın serinliğiydi. Ne kadar da uzun süredir uçmuyordu…
Boşluğa bırakmıştı gövdesini, gökyüzünde
süzülüyordu. Kanatlarını çırpmaya başladı sonra. İnanılmaz bir biçimde, tek bir kanat çırpmasıyla birlikte gövdesi olabildiğince ileriye uzanıyordu. Rüzgârın gücü müydü bu kadar hızlı uçmasının sırrı, yoksa yeni kanatları mıydı?
Rüzgârın şiddetini hissetmediği bir yere uçtu.
Kanatlarını yavaşça çarpıyor ve adeta bir füze gibi uçuyordu. Böylesine hızlı olmasının sebebi rüzgâr değildi. Yeni kanatları ona, tıpkı gençliğinde olduğu gibi, belki de daha fazla enerji vermişti.
Uzun zamandır yaşamadığı bu heyecanın tadını çıkardı
doyasıya. Bulutların üstüne kadar çıkıyor ve sonra yere hızla düşen bir kaya parçası gibi hızlanıyor, ardından da nazikçe bir manevrayla tekrar yükseliyordu. Akrobatik hareketler bile yapıyordu ihtiyar kartal.
Artık ona ihtiyar denemezdi. Kanatlar gerçekten de
inanılmazdı. Bu kadarını hayal bile edemezdi. Yaşadığı onca sıkıntılı şeyden sonra, bütün bu olup bitenler gerçekten de bir mucizeydi… Şimdi de sıra pençelerini test etmeye gelmişti. Bakalım pençeleri, eski gücüne tekrar kavuşabilmiş miydi?
Önce tırmanabildiği kadar yükseğe tırmandı. Tıpkı jet
motorlu bir uçak gibi keskin manevralar yaparak daha önce hiçbir kuşun çıkamadığı kadar yükseklere çıktı.
Bu kadar yükseğe, genç ve enerjik bir kartal olduğu
dönemlerde bile çıkamamıştı. Küllerinden yeniden doğmak böyle bir şeydi galiba.
Bırakın bir serçe ya da güvercini, bir kartalın bile
cesaret edemeyeceği kadar yükselmişti. Rüzgârı kucaklıyor, bulutlarla dans ediyor ve yuvasındaki inziva dönemi boyunca ertelediği bu akıl almaz zevkin tadını çıkarıyordu.
Eskiden hayal bile edemediği kadar yükseklere çıktı.
Heybetli kanatlarını sonuna kadar açtı ve keskin gözleriyle etrafı taradı.
Gözleri bir radar gibiydi. Kilometrelerce öteden, küçük
bir serçeyi bile rahatlıkla görebilirdi ve gözlerindeki radarda, küçük bir serçe bir anda beliriverdi.
Bu, yaşlı ve güçsüz bir kartal olduğu dönemlerde
onunla dalga geçen serçeydi. Bir çalının üzerine konmuş ve öylece etrafa bakınıyordu. Yaklaşık altı yüz metre kadar yukarıdan, serçeyi net bir biçimde tarayabiliyordu.
Kanatlarını geriye doğru çekti. Kanatlar adeta bir bıçak
gibi havayı ortadan ikiye bölüyordu. Pençelerini, iniş takımları kapalı bir uçak gibi gövdesinin altına gizledi. Hızlı ve sert bir dalış yaptı. Serçenin yanına ulaşması yaklaşık üç ya da dört saniye sürdü. Çalıya varmasına metreler kala pençelerini açtı ve küçük kuş daha ne olduğunu anlayamadan onun pençeden kafesine girmişti bile.
Kuşu yakaladığı gibi tekrar tırmanışa geçti. Bu defa
daha da limitlerini zorluyor ve bulutları delip geçiyordu adeta. Pençelerinde ölüm kalım savaşı veren kuş, böylesine bir yüksekliği rüyasında bile göremezdi.
Kartal ona zarar vermek istemiyordu. Henüz
ölmediğini, bu patavatsız kuşa kanıtlamak istiyordu.
Kuşu yaklaşık bir kilometrelik bir mesafeye kadar
çıkardı ve sonra pençelerini açıp onu boşluğa bırakıverdi…
Küçük serçe, taklalar atarak yere doğru düşüyordu. Bu
kadar yüksek bir mesafede uçamazdı. Kanatları paramparça olurdu. Minik gövdesini top gibi yaptı ve yere doğru çakılan bir taş gibi çaresizce ölümünü bekledi.
Kuş tüm hızıyla bir kaya parçasına çarpmak üzereyken,
kartal güçlü pençeleriyle onu sert bir şekilde son anda kavradı ve korkudan ölmek üzere olan kuşu yavaşça yere bırakıp uzaklaştı. Kuş baygın gibiydi. Uzun süre kendisine gelemedi ve kiminle dans ettiğini bu defa gerçekten öğrenmiş oldu.
Kartal böylece hem o küçük düşürücü hatıranın
rövanşını almış hem de pençelerinin sağlamlığını test etmişti ve test tam anlamıyla mükemmel sonuç vermişti. Bu pençelerle, kavrayamayacağı şey yoktu artık. Korku ve kararsızlıkla başlayan yeniden doğuş macerası, cesaretle ve çok daha büyümüş bir güvenle devam ediyordu… Yuvasına uçtu. Bu yuvada inzivada geçen aylar artık sona ermişti. Söktüğü pençeleri, tüyleri ve gagasının parçalarını mağaradaki güvenli bir yere sakladı hatıra olarak ve kanatlarını özgürce açıp uçmaya başladı. Yavrularını bulacaktı…
“Bu gerçekten de ben miyim?” dedi rüzgârı yarıp ufuk
çizgisinde süzülürken... Gökyüzünde adeta şov yapıyordu. Kanatlarının manevra kabiliyeti artmış, gözleri daha keskinleşmiş ve pençelerinin gücüne güç katılmıştı.
Annesi haklıydı! Kartallar gerçekten de ikinci kez
doğabiliyorlardı. “Keşke annem de bunu yapabilseydi” dedi ve sonra eşi geldi aklına. Ona neden söylememişti bunu? Belki de şu an hayatta olabilirdi. Hatta eskisinden bile daha güçlü olabilirdi belki de…
Kendisine kızıyor olmasının bir işe yaramayacağını
biliyordu. Eşi için artık çok geçti ama yavrularını bulabilirdi. Böylesine güçlü kanatlar ve gözler varken etrafı bir radar gibi tarar ve eşiyle yavrularının izine ulaşabilirdi.
Gözlerini keskin bir tarama yaparcasına kısıyor ve bir
radar gibi gökyüzünün tepelerinden bulunduğu bölgeyi detaylı bir biçimde tarıyordu. Öyle ya da böyle bulacaktı yavrularını.
Pek çok kartal yuvası ilişti gözlerine. Hepsine de teker
teker baktı. Aradığı ize dair hiçbir şey yoktu. Gözleri öylesine keskindi ki, bazı yuvalara inip bakmasına bile gerek kalmıyordu. Çok uzaktan taradığı zaman, oradaki tüylerin yavrularına ait olup olmadığını bir çırpıda anlayabiliyordu. Uzaklara doğru uçmaya devam etti. Şu ana kadar tek bir ipucu bile yoktu. Bu çevrede olsalardı bunu kesinlikle anlayabilirdi. Güneye doğru uçtu. Mevsim kışa doğru yaklaşıyordu ve yavrular içgüdüsel olarak kuzey bölgelerde olamazlardı.
Güneye doğru uçtukça eşiyle yaşadığı günler geçmeye
başladı aklından. Ne güzel hayalleri vardı… Güney, onların hayallerini süsleyen en güzel rüyaları temsil ediyordu. Günün birinde yavrular da büyüyünce hep birlikte güneye doğru göç edecekler ve hayatlarının geri kalan kısmını orada yaşayacaklardı.
Uçmaya devam ettikçe, eşiyle kurduğu hayaller onu
alıp çok daha uzaklara götürüyordu. Çok yüksek bir kayalığın üzerinde uçuyorlardı bir gün.
Güneş batmak üzereydi ve kayalığın zirvesinde yuva
yapmaya çok uygun bir yer vardı. Birlikte inmişlerdi o çukura. Güneş tam karşılarında duruyordu. Burası çok yüksek olmasına rağmen soğuk değildi ve yavruları büyüdükten sonra, burayı yeni yuvaları yapmaya karar vermişlerdi. Bütün hayallerini süslüyordu bu kayalık. Şu an yaşadıkları yuvadan çok daha yüksek ve çok daha ihtişamlıydı. Güçlü kartallara yakışır bir evdi burası ve yavrular büyür büyümez buraya göç edeceklerdi…
İşte şimdi tam da o kayalığın üzerindeydi ve yine güneş
batmak üzereydi. İnişe geçti. Bu çukurdaki anılar onu yalnız bırakmıyordu. Eşi sanki onunla birlikte oradaydı. Güneş sıcacık yüzünü cömertçe paylaşırken, yalnız ve güçlü bir kartalın yüreği eşinin acısıyla paramparça oluyordu ve kimse bundan haberdar bile değildi…
Yuvanın içine göz gezdirdi. Burada çok hoş, belki de
tanıdık olduğu için hoş gelen bir koku vardı. Buraya onlardan sonra gelen kartallar olmuştu. Belki de hala burada yaşıyorlardı. Eğer öyleyse, şu an burada olması hiç hoş olmazdı. Geldikleri zaman çok kızarlardı ona. Hiçbir kartal, bir başka kartalın yuvasına giremezdi.
Ama bu koku… Neden aklında tuhaf soru işaretleri
beliriyordu ki? Koku eşine ait bir şeyleri hatırlatıyordu. Belki de aklı karışmıştı. Eşini çok fazla düşündüğü için onun kokusunu da burada hissetmiş olmalıydı.
Yuvadan ayrılmak üzere kanatlarını açmışken, son bir
şey takıldı aklına ve geri döndü. Yuvanın içinde çalılarla kapatılmış bir alan vardı. Oraya yaklaştığı zaman koku daha da belirgin oluyordu. Bu koku hayalinden kaynaklanmıyordu. Koku gerçekten de eşinin kokusuydu.
Kalbi hızla atmaya başladı. Neyle karşılaşacaktı acaba?
Belki de eşinin cansız bedeni bekliyordu onu bu çalılıkların arasında. Eğer öyleyse, bunca acıya ne gerek vardı? O korkunç sonu görmemek için ayrılmıştı eşinden ve yavrularından. Eğer şimdi onun cesediyle karşılaşırsa, kader onu en baştan aynı oyunun içine atıverecekti.
Buraya kadar gelmişken ve bunca tesadüf onun
kokusunu karşısına çıkarmışken geri dönmedi… Yaklaştı çalılıklara doğru ve… Kanatlarıyla çalıları kenara doğru kaydırdı. Eşinin tüyleriydi bunlar. Ne kadar da canlı duruyorlardı. Hiç bozulmamışlardı. Peki ya gövdesi? Gövdesine dair bir iz yoktu. Sadece eşinin kanatları vardı görünürde.
Kanatları koklamaya başladı. Kokusu hiç
değişmemişti. Peki, neden sadece kanatlar?
Kanatları teker teker dağıttı. Bir iz arıyordu.
Heyecandan kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Kader onu bir daha göremeyeceğinden emin olduğu bir karşılaşmaya sürüklemişti.
Tüyleri teker teker kenara çekerken, alt kısımlardan
eşinin pençeleri görünmeye başladı. Sökülmüş pençelerdi bunlar… Tıpkı kendi söktüğü pençeler gibi. Sonra eşinin gagası çıktı. Onu parçalamadan, tek parça halinde sökebilmişti. Kendi gagası gibi paramparça değildi.
Şaşkındı. Duyguları ve aklı karmakarışık olmuştu. Eşi
yavrularıyla birlikte bu mağaraya gelmişti belli ki… Peki, neden o da kendisi gibi yeniden doğmak için inzivaya çekilmişti? Nereden biliyordu bunu? Kendisi bile ölümle burun burunayken, zar zor hatırlamıştı annesinin söylediklerini. Eşi biliyor muydu acaba en baştan beri? Biliyorsa neden paylaşmamıştı onunla?
Eğer o da kendisi gibi yeniden doğmayı başardıysa, şu
anda son derece sağlıklı olmalıydı. Onu bulacak ve birlikte hayata yeniden başlayacaklardı.
Eşinin tüyünden bir parça aldı ve kanatlarının arasına
sıkıştırdı. Yavrularını aramak için çıktığı yolculuk, onu hayat arkadaşına götürecekti belki de. Mağaraya benzer kovuktan çıkmak üzere yüzünü çıkışa doğru çevirdiğinde…
Tam önünde genç bir dişi kartal duruyordu. Sessizce
gelmişti, tek bir ses duymamıştı içerideyken.
Bu kartal… Çok genç ve canlı görünüyordu. Yoksa…
Olabilir miydi gerçekten? Bu eşi miydi?
Evet öyleydi! Tam karşısında duruyordu. Tepeden
tırnağa yeniden doğmuş gibi… Bu onun hayat arkadaşıydı. Belli ki eşi de onu tanımakta zorlanmıştı. İkisi de bambaşka birine dönüşmüşlerdi. Yavaşça sokuldular birbirlerine. Ölümü beklerken, yeniden doğuşun tadını çıkarıyorlardı aynı anda. Kanatları yumuşacıktı ikisinin de. Uzun uzun baktılar birbirlerine. Kokladılar birbirlerini. İki ihtiyar yeniden ve bambaşka bir biçimde dönmüşlerdi hayata. O ölümü bekleyen hallerinden eser yoktu.
Eşi onun yeniden doğacağını biliyordu. Her şeyi
başından beri planlamıştı. Onun çaresizliğin içinde bir çare bulabileceğine inanıyordu. Hep öyle olmuştu çünkü… Bu defa da başaracağından emindi. Kartal yapayalnız yuvasında acı çekerken, yavruları onu hep gözetiyorlardı. Bu sınav onun yeniden varoluş sınavıydı ve bu yüzden sınavı tek başına vermesi gerekiyordu.