Sonra bıraktı babam kanatlarımı. Kaçıp kurtulacağımı
sanıyordu. Ama ben babamın omzuna konmuştum. Beni çok sevmişlerdi. Hatta babam, küçük oğlunu çağırıp kelebeği izlemesini söyledi! Çocuk kelebeğe bakıyordu, kelebek de çocuğa… Tıpkı bir aynanın karşısına geçip kendini izlemek gibiydi bu. Ancak görüntüler farklıydı. Aynaya bakan kelebek karşısında sevimli bir çocuk görüyordu. Çocuksa, aynaya baktığının bile farkında değildi henüz.
Kendi hayatımı böylesine farklı bir açıdan
izlememiştim daha önce. Beni duymuyorlardı. Sadece bir kelebek olduğumu sanıyorlardı, o kadar. Ama ben onlara bakarken, yüreğimden seller akıyordu. Bir kelebek olarak özgürdüm belki, ama annemi görüp ona sarılamıyordum.
“Anne seni çok seviyorum!” diye bağırdım avazım
çıktığı kadar. Ama nafile, kimse beni duymuyordu.
Çok ilginç bir şey oldu ve annem, “Ben de seni çok
seviyorum bebeğim” diye sarıldı oğluna…
Kelebeğin sesini duymuş ama oğluna sarılmıştı. Bu
duruma üzülsem de, sonuçta hiçbir şeyin değişmediğini düşünüp rahatlıyordum. Annemin sarıldığı çocuk da bendim sonuçta. Az önce kelebek kardeşim, onların beni duyamayacaklarını, ama hissedebileceklerini söylemişti. Demek ki, beni hissetmişti annem.
Acaba duyacak mı diye, “Seni çok seviyorum baba!”
dedim. Babam da annemin yaptığını yaptı ve sarıldı çocuğa, daha doğrusu bana… Ama son söylediğimi sadece ben duyabilirdim. Babamın duyması mümkün değildi ve o beni duymuştu. Bu harikaydı, beni duyabiliyorlardı.
Belki bir kelebeğe değil, ama bana sarılabiliyorlardı.
Acaba kelebek olmayan halim beni duyabilir miydi?
Kendi kendime, çok acıktığımı söyledim ve inanması
güç ama çocuk, anneme çok acıktığını söyledi. “Harika!” dedim kendi kendime. Sonra çocuk da aynı şeyleri tekrarladı. “Anne çok harika bir gün değil mi?”
Düşüncelerine girebiliyordum. Söylediğim her şeyi
duyuyordu ve söylediğim her şeyi yapardı. Ben de en güzel şeyleri yapmasını söyleyecektim.
Gidip her ikisinin de boynuna sarılmasını söyledim. O
da söylediğimi yaptı. Annem de, babam da çok şaşırdılar ve sevindiler bu ani harekete. “Sizi her şeyden çok seviyorum!” dedim onlara. Sarılıp dakikalarca kokladılar beni. Şimdi güzel bir gösteri yapmak istiyordum. Nasıl olsa ipler benim elimdeydi ve çocuk halimi istediğim gibi yönetebilirdim. Ona yaşından beklenmeyecek şeyler söyletebilirdim. Ben de bunu yaptım. “Siz benim hayatta en çok güvendiğim ve en çok sevdiğim insanlarsınız” dedim. İkisi de sevgi dolu gözlerle baktılar bana ve “Sen de bizim her şeyimizsin” dediler…
“Anne!” dedim, “Çiçekler neden sadece bahar geldiği
zaman açarlar?” Annem uzun bir süre düşündü ve sanırım söyleyecek fazla bir şey bulamadı. Almak istediğim cevabı ben verdim ve içimden fısıldadım anneme…
“Çiçekler yalnızca bahar geldiği zaman görünürler
yavrum. Oysaki onların kalbi toprağın altında atar. Biz onların yalnızca bahar geldiğinde açtıklarını düşünürüz. Toprağın altındaki gövdelerini göremeyiz. Yaprakların her sonbaharda dökülüp, sonra yeniden açtıklarını unuturuz. Biz çiçekleri yapraktan ibaret sanırız. Bu yüzden içimizi bir ürperti kaplar sonbahar geldiğinde.
Çiçeğin özünün, toprağın karanlık yerlerinde gizli
olduğunu unuturuz. Biz sadece görebildiğimiz kadarına inanırız. Göremediğimiz kısmı karanlıktır bizim için.
Toprağın altında milyonlarca çiçek vardır baharı
bekleyen… Görebilmek için baharın gelmesini bekleriz ve kokularını ancak, çiçeği koparıp elimize aldığımız zaman anlarız.”
Babam şaşkın gözlerle anneme baktı. Onun ağzından
daha önce böylesine felsefi sözler çıktığını hiç duymamıştı.
Sonra babama sordum benzer bir soruyu. “Güneş neden
her akşam batıp, her sabah yeniden doğruyor baba?” dedim ve istediğim cevabı fısıldadım onun kulağına… “Eğer güneş hiç batmasaydı, her şeyin sonsuza dek sürüp gideceğini, hiçbir şeyin sonunun olmayacağını düşünürdük. Ve eğer güneş hiç doğmayacak olsaydı, o zaman da asla umudumuz olmazdı. Çiçekler yapraklarını döktükleri zaman, onları sonsuza dek kaybettiğimizi düşünecektik… Bizi bırakıp giden sevdiklerimizin, asla dönmeyeceklerine üzülecektik…
Oysa güneş bizi terk edip gitmiyor. Sadece biraz
düşünmemiz için bize fırsat tanıyor belki de… Eğer güneşi göremediğimiz için yok olduğunu düşünseydik, sabah güneş doğduğu zaman onun dünkü güneş olduğuna inanmazdık…”
“Kelebekleri düşün oğlum” dedi babam…
“Şu sevimli kelebeğe bir bak. Onun bir zamanlar tırtıl
olduğuna kim inanır? Ama o, bir zamanlar yaprakların üzerinde sürünen bir tırtıldı. Şimdi gökyüzünde dans eden sevimli bir kelebek…”
Babam beni örnek veriyordu oğluna. Ama kimsenin
haberi yoktu olup bitenlerden…
“Siz beni bırakıp gidecek misiniz?” diye fısıldadım
kulağıma.
“Seni bırakıp gider miyiz hiç?” dedi annem ve sarıldı
boynuma…
Sonra babamı kulağına şunları fısıldadım…
“Eğer bir gün seni bırakıp gittiğimizi düşünürsen, o
zaman kafanı kaldır ve gökyüzüne bak. Görebildiğin en uzak ve en parlak yıldıza çevir gözlerini oğlum. Belki gözlerinle gözlerimizi göremezsin, ama yüreğinin sesini dinlediğinde bizi hissedeceksin…”
Bir çocuğun anlayabileceği şeyler değildi bu
söylediklerim. Ama her ikimizin de zihnine kazınacak türden sözcüklerdi bunlar. Onların ölümüne alıştırıyordum kendimi. Belki de hayatımın yönünü değiştirmeye çalışıyordum. Ama bütün gerçekleri bildiğim halde bunu yapıp yapamayacağımdan emin değildim.
O küçük çocuğu, yani büyümemiş olan beni, ailesinin
ölümüne alıştırmak için bir şeyler yapmalıydım.
Şu anda ondan çok daha fazla olgun bir insandım ve
yaşayacağı acıyı hafifletebilirdim. Çünkü o, bir zaman sonra benim yaşadığım acıları yaşayacaktı. Ben ondan önce her şeyi yaşamıştım. Aynı acıları bir kez daha yaşamaması için, ona yardım ediyordum. Ona yardım etmekle, kendime de yardım ediyordum aynı zamanda.
“Ölüm nedir anne?” diye fısıldadım annemin kulağına.
“Ölüm uzun bir uykudan başka bir şey değildir
yavrum…” dedi annem.
“Ölümden korkulur mu?” dedim.
“Beni uyurken gördüğünde korkuyor musun?” dedi
annem…
“Sabah uyanıyoruz ve hayata kaldığımız yerden devam
ediyoruz. Ama ölüm, uzun süren bir rüya gibi… Ne zaman uyanacağını bilmiyorsun. Yalnızca bir rüya görüyorsun ve gözlerini açtığında tekrar uyanıyorsun…”
Duymak istediğim her şeyi söyletiyordum onlara. Belki
de anne ve babamın ağzından duymak beni rahatlatacağı için bunları söylüyordum onlara…
“Canım oğlum;
Hayat bir liman gibidir. Pek çok gemi gelir geçer bu
limandan. Büyük küçük gemiler vardır limana demir atan. Bazen çok kısa bir süre kalırlar ve sonra okyanusa tekrar geri dönerler.
Bazı gemilerse, uzun yıllar boyunca kalır bu limanda.
Ama bütün gemiler, bir süre sonra limanı terk etmek zorundadırlar. Çünkü limanın öbür tarafında, okyanusun da ötesinde, çok daha büyük ve güzel bir liman daha vardır.
…ve bütün gemiler, o limana mutlaka uğramak
zorundadırlar. Gidilecek tek liman o’dur ve biz, ilk geldiğimiz limana, yalnızca biraz dinlenmek için uğrarız.
Bizim görevimiz seni limana getirmek ve sana kendi
geminin kaptanı olmayı öğretmekti. Bunu tek başına yapman mümkün değildi. Bu yüzden senin yanındaydık.
Buraya ilk geldiğin zaman, senin geminde yalnızca saf
sevgi vardı. Henüz tek bir lekesi olmayan, tertemiz ve berrak bir sevgi… Sana bildiğin her şeyi sonradan öğrettik.
Şimdi limanı iyice tanıyorsun ve burada kalıcı
olmadığını da biliyorsun. Çünkü bu limanda, hiçbir gemi sonsuza dek kalmaz. Sadece mutlu olmalısın burada vakit geçirirken. Çünkü başına gelecek hiçbir şey kalıcı olmayacak sen buradayken.
Karaya demir atıp, zincirlerinin paslanmasına izin
verme. Gemiler, okyanuslar için yapılmıştır. Burada sonsuza dek kalacağını düşünüp, hata yapma. Zaten çok kısa bir süre kalacaksın, o zamanı da mükemmel geçirmelisin.
Sen bu limandaki milyarca gemiden sadece bir
tanesisin. Diğer gemilerin senin yerini alacaklarından korkma sakın. Bu limanda herkese yetecek kadar yer var. Sadece, paylaşmak için, yüreğini sonsuza kadar açman şartıyla…
…ve sakın, diğer gemilere yönelik küçük ya da büyük
tek bir kötü bir davranışta bulunma. Çünkü bu yolculuğun sonunda, onlarla tekrar karşılaşacaksın.
Çok basit şeyler yüzünden, limanda geçireceğin zamanı
zehir etme hem kendine, hem de diğerlerine. Unutma, bu limandaki her şey sevgi ve paylaşmak üzerine kurulu. Bu, öylesine büyük bir liman ki, herkes için yetecek kadar mutluluk ve huzur var. O yüzden, mutluluğu çok uzaklarda arama. Bazen hiç beklemediğin anda, büyük bir gemi seni alıp, son limana götürebilir. Geride bir şey bırakma ne olur…
Yapamadığın için pişmanlık duyacağın şeyler kalmasın
geride. Çünkü o gemi ansızın gelebilir. Şimdi de gelebilir… Bu limanda “Yarın” diye bir gün yoktur oğlum… Yarınlar asla olmamıştır ve olmayacaktır.
Sahip olduğun tek zaman, nefes aldığın andır. Düne ve
yarına ait tek bir şey bulamazsın bu limanda. Dünkü fırtına çoktan bitti, yarın seni açık denizlerde nelerin beklediğini bilmiyorsun. Yalnızca şimdiye sahipsin ve bu zamanı en iyi şekilde kullanmalısın. Burada biletler anlık kesilir ve biletin kesildiği an, yola çıkmak zorundasındır.
Yalnızca mutlu olmak ve mutlu etmek için uğraş ver
oğlum. Sen buraya geldiğin zaman, nefretin ne demek olduğunu bilmiyordun. Kötülüğün tanımını yapamazdın bu limana ilk geldiğinde. Bütün bunları sana biz öğrettik. Sen saf sevgiyle ve bilgelikle gelmiştin dünyaya. “İmkânsız” diye bir şeyden haberin yoktu senin. Bunu da sonradan öğrendin. “İmkânsız” diye bir şey yoktur oğlum. Eğer olsaydı, şu anda bu limanda olamazdın.
Bu sonsuz limanda, asla yalnız olduğunu düşünme.
Etrafında milyarlarca gemi var. Hepsi de, aynı limana gidecek ve şunu da unutma, bu limandan ayrılırken, geminin içinde bulunan her şeyi denize boşaltacaksın. Güverteni mücevherlerle doldurmaya çalışma. Onca emek harcayarak yüklediğin altınları okyanusun derinlerine bırakmak gelir sana. Tüm bu yükleri nasıl olsa götüremeyeceksin. Ancak paylaştığın zaman mutlu olabilirsin. Yıllarca uğraşıp kazandığın mücevherleri, bir gün gelip okyanusun dipsiz sularına kendi ellerinle teslim edeceğini düşün. Sanki çöp kutusuna boşaltıyor gibi.
Evet, bu olacak. Sana kesilen biletin günü geldiğinde,
geminin içindeki her şey okyanusa dökülecek ve sen bomboş bir gemiyle yola devam etmek zorunda kalacaksın. Tıpkı diğer milyarlarca gemi gibi…
Ama onları, limanı terk etmeden önce ihtiyacı olanlarla
paylaşırsan, sahip oldukların, gerçek anlamını bulmuş olurlar. Burada sonsuza dek kalmayacaksın oğlum. Bu limanda kimse sonsuza dek kalmadı ve eğer, senden istenen her şeyi yaparsan, gittiğin limanda, sonsuza dek kalabilirsin. İşte o zaman, başka bir limana gitmek zorunda olmayacaksın…
Bu liman, binlerce tuzakla doludur oğlum. Ancak zayıf
olursan ve güçsüz olduğunu düşünürsen bu tuzaklara düşebilirsin. Karşına çıkan hiçbir şeyden korkma. Onlarca cesurca savaş. Korku, sonradan öğrendiğin bir şeydir. Buraya ilk geldiğinde korkunun ne demek olduğunu bilmiyordun. Henüz bir bebekken, yalnızca yüksek sesten ve düşmekten korkuyordun. Bunların dışında korktuğun tek bir şey bile yoktu. Okyanusun dipsiz sularında yüzebilir, bir yılana dokunabilirdin. Ateşin yaktığını, suyun boğduğunu biz öğrettik sana.
Tüm dünya sana korkman gerektiğini söyledi ve sen de
inandın bu yalana. Sen güçlüsün ve karşına ne çıkarsa çıksın, onunla mücadele edebilirsin. Bu güç sende hep vardı. Gücünü kaybettiğini düşündüğün zaman, içindeki çocuğa bunu sor… Sana en doğru cevabı o verecektir. Yüreğinin derinliklerinde, bütün sorularına bir cevap bulabilirsin.
Sen okyanustan geliyorsun oğlum. Uçsuz bucaksız,
sonsuz bir okyanusun içinden geliyorsun. Sen okyanusun bir parçasısın, bir damlasın okyanustan. Sonsuz okyanus, milyarlarca su damlasından oluşur ve e sen de onlardan birisin. En özel damlalardan biri…
Kendini hiçbir koşul ve durumda güçsüz hissetme. Sen
okyanustan kopup geldin. Tıpkı diğer damlalar gibi… Unutma, bütün su damlacıkları aynı ağırlıkta. Onları gözünde büyütme ve kendini de onlardan daha değersiz görme. Sen çok değerlisin, sen bu özel limana gelen bütün gemilerle aynı değerdesin. Aynı yerden geldiniz ve aynı limana döneceksiniz. O yüzden hiçbir gemiyi, içindeki mücevherlere bakarak değerlendirme. Limandan ayrılacağı gün, bütün gemilerinin içinin boşaltılacağını unutma.
Bu limanda bütün gemiler, sevgiyle yol alırlar. Tüm
gemilerin yakıtı sevgidir. Öfke ve nefretle yol alan gemiler, çabuk paslanır ve karaya otururlar. Asla onlardan biri olmaya çalışma.
Sen çok özelsin. Tıpkı diğerleri gibi... ve sana
diğerlerinin bildikleri ama unuttukları bir şeyi hatırlatmak istiyorum.
Eğer diğer gemilere sevgiyle yaklaşırsan, karşılığında
sevgi görürsün. Ama kötülükle yaklaşırsan, o zaman da sana düşman olurlar. Hiçbir geminin, bu limana nefret ve öfkeyle geldiğini sanma. Her biri de sevgiyle geldiler bu limana. Zamanla güvertelerini pis sular doldurmaya başladı. Temizlemediler bu pislikleri ve kendi gemilerinin içinde boğuldular.
Geldiğin yeri hiçbir zaman unutma oğlum. Sen
güvertenin başındasın ve okyanus yanı başında. Onu görmezden gelme.
Evet, oğlum, bizler seni limana getirdik ve sana
limanda yapman gerekenleri söyledik. Bu limanda, bizler olmadan da kalabilirsin. Eğer bir gün ayrılacak olursak, sakın bizim gemimizin battığını düşünme. Sadece hepimizin gideceği yere, senden önce gittiğimizi düşün ve bizim için üzülme. Bu limanda, üzgün geçirecek kadar çok zamanın yok. Sana verilen bu kıymetli zamanı, en güzel şekilde değerlendirmelisin. Eğer bunu yapmazsan, en büyük hazineni kendi ellerinle sonsuzluğa teslim etmiş olursun. Bu hazine, altın ya da elmas değil, avuçlarının arasındaki zamandır.
Gidebildiğin en uzak yere git oğlum. Gözlerine, en
güzelini görmelerini söyle. Kulakların sevgi dolu sözcükler dışında hiç bir şey duymasın. Hep daha fazlasını iste. Ama bunu yalnızca kendin için isteme. Çünkü biliyorsun, giderken yanında hiçbir şey götüremeyeceksin. Bunu daha çok paylaşmak için, daha çok insanı mutlu etmek için iste. Hep daha fazlasını iste. Ama asla bencil olma. Çünkü sen, bu limana geldiğinde, bencilliğin ne demek olduğunu da bilmiyordun…
Bu limana geldiğin zaman, üzerinde tek bir kıyafet bile
yoktu. Geldiğin günü hiç unutma ve herkesin de bu limana kıyafetleri bile olmadan geldiğini aklından çıkarma. En güzel elbiseleri alabilirsin, en pahalı ayakkabıları giyebilirsin. İnsanların sana baktıkları zaman, ne kadar zengin olduğunu düşünmeleri hoşuna gidebilir. Ama oğlum, en güzel ve en pahalı elbiselerinin bile, bu limandan öteye gidemeyeceğini unutma. Yanında elbiselerin olmayacak giderken… Tıpkı gelirken olduğu gibi…