Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 412

o

"'
en sar
o
"'
en sar
ENSAR NEŞRiYAT TIC. A.Ş.
©Eserin her türlü basım hakkı anlaşmalı olarak Ensar Neşriyat'a aittir.

ISBN: 978-605-9223-81-2
Sertifika No: 17576

Kitabın Adı
TASAVVUF VE TIP
Selim Kalbin Fizyolojisi

Yazan
Prof.Dr. Hülya KÜÇÜK
Doç. Dr. Zeynep Arzu YEGİN

Yayın Yönetmeni
Hüseyin KADER

Editör
Hüseyin KAHRAMAN

Kapak
Halil YILMAZ

Kapak Resmi
Gevher Nesibe Tıp Tarihi Müzesi (Kayseri)
Selfuldu/arda Hasta Tedavisi.

Baskı-Cilt
ÇINAR MAT.ve YAY. SAN.TİC. LTD. ŞTİ.
100. Yıl Mahallesi Matbaacılar Caddesi
Ata Han No:34 / 5 Bağcılar - İSTANBUL
Tel: 0212 628 96 00 - Faks: 0212 430 83 35
Sertifika No: 12683

1 .Basun
Mayıs 2016 / 2.000 adet basılmıştır.

İletişim
Ensar Neşriyat Tic. A.Ş.
Oruçreis Mahallesi Giyimkent 12. Sokak No: 40/42 Esenler/ İstanbul
Tel: (0212) 491 19 03 - 04 Faks: (0212) 438 42 04
www.ensarnesriyat.com.tr ensar@ensarnesriyat.com.tr
Tasavvuf ve Tıp
Selim Kalbin Fizyolojisi

Prof. Dr. Hülya Küçük


Konya NE. Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi
TasavvufAnabilim Dalı Ögretim Üyesi

Doç. Dr. Zeynep Arzu Yegin


Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi (Ankara)
İr Hastalık/arı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

İstanbul 2016
KISALTMALAR
A. y. Aynı Yazar/Yer
Bkz. Bakınız
c. cilt
DİA Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
Ed. Editör/ler
EP. Encyclopaedia oflslam, New Edition
Haz. Hazırlayan/lar
i. İdare Devri
İA İs/dm Ansiklopedisi
Krş. Karşılaştır
sa. sayı
sad. sadeleştiren
trc. Tercüme eden
ts. Tarihsiz
İÇİNDEKİLER

KISALTMALAR . . . . ..4
................................... ....... .................... ....... ..... . .

ÖNSÖZ .......................................................................................13

BİRİNCİ BÖLÜM
TASAVVUF İLMİNDEKİ TIB/19

A. GENEL OLARAK FEN BİLİMLERİ VE TASAVVUF ............. 21


A. 1. Sufilerin İlgilendiği Fen İlimleri . .. 25
......... ............................ ......

A. il. Sfifiler ve lşık/Nfir Kavramı . . 29


........................................ ..... ....

B. SÜFİ LER ve TIP İLMİ . ..... .. ..... 31


........................... .... . . . . ... . .... . . . . ......

B. 1. Önemli Sufi Tabib veya Tabib Sufiler . . . . . . . . . . 35


.... . . . . . . ........ . ..... ....

1. İbn Sina/ Avicenna (v.428/1037) ............................................. 35


2. Ebu Hamid Gazzali (v.505/1111) ........................................... 37
3. İbn Berracan (v.536/1141) ve Kardeşi..................................... 39
4. Ebu'l-Fazl el-Cilyani el-Gassani el-Endülüs! (v.602/1205)....40
5. Mecdüddin Bağdadi (v.606/1209 veya 61611219) .................41
6. el-Mübarek b. el-Mübarek b. Said b. Ebi's-Sadat Ebu Bekr
ed-Dihan en-Nahvi ed-Dariri (534/1140-612/1215) ...........42
7. Feridüddin Attar (v.618/1221)................................................42
8. Yusuf b. Ahmed b. Tahlus
Ebu'!-Haccac el-Endelüsi (v.620/1223) .................................43
9. İbnü'l-Arabi (v.638/1240)....................................................... 43
10. Burhaneddin Muhakkik T irmizi (v.639/1241) .....................45
11. Ziyauddin Mes'ud b. Muslih Kazerfini (v.64811250) ............ 45
12. İbn Seb'in (v.669/1270) ........................................................46
13. Aziz Nesefi (v.700/1300 ?) .. . . . . . . . . .. 47
. .. . . ..... ..... ..... . .......... . ........

14. Mevlana Celaleddin Rumi (v.67211273) ...............................47


15. Kutbuddin eş-Şirazi (v.710/1311) ........................................49
16. Abdurrahman b. Ömer b. El-Haşimi
el-Caferi eş-Şüsteri (v.723/1323) ........................................... 52

5
------ TASAVV U F VE T I P ------

17. Ahmed b. Muhammed b. Osman el-Ezdi,


Ebu'lAbbas el-Merra.keşi (İbnü'l-Benna) (v.72411324) . . .. .... 52
18. Hasan b. Ahmed b. Zefr el-İrbili
Sümme'l-Dimeşki (v. 726/1326).. ........ .. . . .. . .. . . .. .. . . . . . .. .. .... . . . . . . . 53
19 . Abdurrahim b. Abdurrahman Nasr el-Mevsıli,
el-İmam Necmüddin b. eş-Şiham eş-Şafii (v. 730/1330) . . . . . . . 53
20. Şihabuddin Ebu Abbas Ahmed b.
Ali b. Mübarek el-Bağdadi (v. 739 /1338). . . . . .. . . . . . .. . . . . .. . . . .. . . . . . . . 54
21. Davud el-Kayseri (v. 751/1351). .. .. . . .. . . . . .. . . . . . . . . . .. . . . . . .. . . .. .. . . . . . . 54
22. Şerefüddin Ali b. Abdülkadir el-Meraği es-Sufi (v. 788/1386) .. . 57
23. İsmail Rumi eş-Şafii es-Sufi et-Tabib (v. 830/1427)...... .... . ... 58
24. Akşemseddin/Muhammed b. Hamza (v.863/1459 )...... . . .. .. . 58
25. Ahmed Bican (v. 870/1466'den sonra) . . . .. .. . . . .. . . . . .. .......... ...... . 59
26. Şeyhi (v. 832/1429 'dan sonra) .. .. . . . . .. . . . .. . .. .. .... .. .. . . . ................. 60
27. Muhammed b. İbrahim b. Abdirrahman b. Muhammed
b. Abdillah b. el-İmam Ebi'l-Fadl et-Tilimsani (v. 854/1455)61
28. İdris-i Bitlisi (v. 926/1520) ... . .. .... .. ...... . .. . . .. .. .. . . ... . . .. .. .. .... . . . .. . 61
29 . Fuzı11i (v.9 63/1556) ............................................................... 62
30. Nidai Mehmed Çelebi Ankaravi (v. 9 75/1567'den sonra). . . .. . 63
31. İbn Hakim, el-Musahib Ebu Bekr Muhammed
Yunus, lakabı: Takiyüddin b. Şerefü ddin ed-Dimeşki
el-Hanefi (v. 1007/159 8). . . .. . . . . .. . . .. . . . . . . . .. .. . . . . . . .. . .... ..... . ... ......... 64
32. Şuuri Hasan Efendi (v. 1115/1693) . . . . . . .. . .. ..... ........... ....... ... .. 65
33. Mustafa Efendi (XVIII. asır) . .. . . . ... . . . .. ... ...... . . . . .. .. . . .. . .... . . ...... 65
34. Ömer Şifai (v.115511742) . . . . . . . . . . . . . ... .. . .. .... . . .. .................... . . .. 65
35. Erzurumlu İbrahim Hakkı (v. 119 4/1780) ............... .. . .. .. .... . . 66
36. Abdulfettah b. Muğayzil b. Mustafa b. Abdulbaki
b. Abdurrahman b. Muhammed/el-Maruf:
İbn Muğayzil eş-Şafii ed-Dimeşki (v. 119 5/1781). . . . . . ... . . . . .. . . . 69
37. Müstakimzade Süleyman Sadeddin Efendi (v. 1202/1788) .. . 69
38. Gevrekzade Hafiz Hasan Efendi (v. 1216/1801) . .. . . . . .. . . . .. . . .. 70
39 . Şeyh Ahmed Efendi (XIX. Asır) . . .. . ... . . .. . . . . .. .. . . . . .. . . . . . .... .. . . . .. 71
40. Şeyh Hafı z Ahmed İzmidi (v. 1214/189 9 ). . . . . ..... . .. . . . . . . .. . . . .. .. . 71
41.Yemezzade Süleyman Rüşdi Efendi (v. 1250/1834) . . .. . . . .. ... . 71
42. Abdullah Sermest Efendi (v. 129 8/1882) . . . . . . .. .. . . . .. .. .. ........ .. 71

6
S E Lİ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

43. Hasib Dede (XIX. Asır) . 72


.. ....................................................

44. Hacı Ali Paşa (v.133311917) ................................................ 72


B. il. Tedavi Etme Yeteneği Olan Sufıler . . . . . 72
......... .............. ... .... ... ..

B. III. Bu Zümreye İlhak Edilebilecek/Eklenebilecek Olanlar. . . . 76 ... .

C. TASAVVUF KİTAPLARINDAKİ TIBBİ BİLGİLER 77 ................

C. I. Tasavvuf Kitaplarındaki Anatomi İlmi/İlmü't-Teşrih 84 ............

C. I. 1. Genel Olarak Anatomi/İlmü't-Teşrih . . . . . . 84


.. .. . .......... ... . ...

C. I. 2. Selim/Manen Sağlıklı Kalbin Fizyolojisi 89


.......................

C. I. 3. Beyin . . .. . .
....................................... ..... .. 92
.. ...... ..................

C. I. 4. Bir İstirdad: "Akıl" Olan Melekler.. . 96


....... .........................

C. I. 5. Diğer organlar . .. . . . . .98


... ...... .. .. ........... ............................ ... ..

C. il. Canlılık, Ruh ve Ölüm .. .. .. . . .


.......... . . . 102
.. . .. ........................... ..

C. III. Tasavvuf Kitaplarına Göre Beden Sağlığı . 116


... ......................

C. I V. Fizyolojik Zayıflık ve Hastalık . .. . 118


........................... ........... . .

C. V. Hıfzu's-Sıhha/Sağlığı Korumak . . . . . . . 125


. ............... ............. ... . .. .

C. V. 1. Hijyenlfemizlik .. . .. . . 125
......... . ............ ......... . .......... .... ......

C. V. 2. Beslenmenin Sağlığı Korumadaki yeri .. 129


......... . .............

C. V. 3. Uykunun Sağlığı Korumadaki Yeri . . .. . .. . ... ..... . . . 139


. . ... ...... .

C. V. 4. Spor . . . . . . . . . .
.. . . . . . . 143
.. .. . . . .. . ................................ ... . ..... .... ....

C. V. 5. Karantina . . . . . ...
........................ ..... . . . . 145
......... ...................

C. V. 6. Sağlığı Korumada Diğer Tedbirler. . 147


........ .....................

C. VI. Hasta 147


.................................................................................

C. VII. Tedavi . .. . ..
........ ......... . .... .. . . . .152
........................................ ... .. .

Tedavinin İmkan ve Gerekliliği.. ... . . . . . .. 152


... .... ......... .... ................

Tedavinin Şekli .... . ... . . .


.............. . . . . 159
. . . .................................... . ....

Tedavi/İlaç Kullanımıyla İlgili Uyarı ve Tavsiyeler . 160


........ . . . .......

C. VIll. Tabib ve İlaçlarla İlgili Hükümler . . . . . 164


... ............. .. ..... .. .....

C. IX. Sufılerin Tedavi Metodları. . . . . . . .. .


.............. . ..... . . . . 167
........ ........

C. IX. 1. Hıltlar/Ahlat-ı Erbaa Teorisine Göre Tedavi 169 .............

C. IX. 2. Kur'an ve Dua ile Tedavi/Rukye ... . . . . 173


....... . . ........... . . ..

C. IX. 3. Güzel Sesler, Şiir ve Müzik/Semayla Tedavi . . 181 .... ........

C. IX. 4. Perhiz/Diyet Yoluyla Tedavi. . . . 188


.... ....... ........................

C. IX. 5. Su ile Tedavi . . .. .


........ . .. . . . .195
...... . . ............ .................. . ....

C. IX. 6. Bitkilerle Tedavi /Nebatçı Tıp . 200


............................ ........

Bitkiler ve İnsan . .. . ..
.. . . . . 200
........ ... . ..... ................................... .. .

7
------ TASAV V U F VE T I P ------

Genel Olarak Bitkisel Tedavi, Bitkiler ve Sılfiler. . . . .. . . .. . . .. . ... 203


Ebu ialib el-Mekki ve Gazzill'nin Eserlerinde
Bitkisel/Gıdasal Tedavi Reçeteleri . . . . . .. . .. . .. .......................... 209
İbnü'l-Arabi ve Konevi'nin Bazı Eserlerinden .... . . . .. . .. . .. ..... 213
Birkaç Bitkisel/Gıdasal Tedavi Reçetesi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21 3
Cami'nin Nefehatü'l-Üns Adlı eserinde Bitkisel
Tedavi Reçeteleri . .. .. . . . . . . . . . .. .... ... . . . . .. . . . .. . . . . . .......... . ....... . . .. .. . . 214
Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın Marifetnamesinden
Bazı Bitkisel/Gıdasal Tedavi Reçeteleri . . . . . . .. . . . . . .. . . . . . . . . . . .. . . . . 215
1. Temel Gıdalar ....................................................................... 215
C. IX. 7. Hastalığı Yüklenme Yoluyla Tedavi . . . . . . . . . . .. . . .. ....... . . . . . 221
C. IX. 8. Nazar/Gözle Bakma Yoluyla Tedavi . . .. . . . . . .. . . .. . . . . . . . . . . . . 223
C. X . Tasavvuf Kitaplarındaki Diğer Tıbbi Bilgiler . . . . . .. . . . . .. . . . . 223
C. X. 1. Kan ve Kan Dolaşımı..... . . ...... .. .. ....... . .. ... . . . . .. . . ..... . . .. . . . . 223
C. X. 2. Göz Sağlığı . . .. .. . . .. ... . . . . .... . . .. .. . . . .. . . .... ........... .. ......... .. .... 225
CIX. 3. Spermsiz Çocuk Sahibi Olma. . .. . . .. .. ......... . . .... ............. 227
D. TASAVVUF KİTAPLARINDAKİ TIBBİ
BİLGİLER HAKKINDA KISA BİR DEGERLENDİRME. 228

İKİNCİ BÖLÜM
T IP İLMİNDEKİ TASAVVUF I 231

A. TIBBİ TERİMLERLE TASAVVUF ....... ............ . . .. . . . .. .. . . . . .. . . . . . .. 233


A. 1. Tıbbu'n-Nüfüs/Nefıslerin Tıbb'ı veya
Tıbbu'l-Kulılb/Kalplerin Tıbb'ı . . . . . . . . .. . . . . . . .. . . . . . . . . . . . .. . . . . . .. . . .. . 233
A. II. et-Tıbbu's-Suveri/Fizyolojik Tıb ve
et-T ıbbu'r-Ruhani/Ruhani T ıb .................... .... . . . .. . . .... .. .. . . ... 234
A. III. Afiyet ve Hastalık, Dert, İllet/İlel ve Deva/Edviye ....... 236
A. iV. Hıfzu's-Sıhha (Sağlığı Korumak): Şeriat İlrni .. . . . . . . . . . .. . . . 246
A. V. Emrazu'l-Kulılb/Kalbin Hastalıkları ..... ......................... 248
A. VI. Ernrazu'n-Nefs veya İlelü'n-Nüfüs/Nefıslerin Hastalıkları 250
A. VII. En-Nüfüsu'l-Merida/Hasta Nefısler. . . .. . . . . .. . . . . . .. .. . . .. . . . . 251
A. VIII. Etibbau'n-Nüfüs/Nefıslerin Tabibleri:
Peygamberler, Şeyhler ve Alimler . . . . .. . . . . .. . . . . . . .. . .. . . . .. . . . ... . 253

8
S E L İ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

A. IX . Et-Tabibu'r-Rı1hani/Rı1hani Tabib veya


Et-Tabibu'l- İlahi/İlahi Tabib ........................... . . . . . ......... 268
A. X. İlahi İlmü't-Teşrih/İlahi Anatomi İlmi Terimi ....... ......... 269
A. XI. Batıni Anatomi İlmi ...................................................... 273
A.XI. 1. Kal p ........................................................................ . . . . 274
A. XI. 2. Diğer Organlar ........................................................... 285
A. XI. 2. a. Genel Bakış . . .
. ............................ ........ .................. . . 285
A.XI. 2. b. Göz, Kulak ve "Ayakların İlmi" . . ..... ...... .................. 288
A.XII. Manevi ölüm . . .
................................ . ..... .................. . . ... 290
A.XIII. Biyolojik Baba- Ruhi Baba ......................................... 290
A.XIV. Biyolojik Anne- İlahi Anne ......................................... 291
B. SUFİ SAGLIGI ....................................................................... 292
B. I. Riyazet ve Ruh Sağlığı ...................................................... 293
B. II. Uyku ve Teheccüd/Gece Namazı. .................................... 305
B. III. Zikir Esnasında Çığlık Atma ve Yüksek Tansiyon ......... 313
B. IV. Muhabbetin Fizyolojisi . .
................................ . ................ 314
B. V. Sekrin Fizyolojisi .
...................................... ....................... 315
B. VI. Cem' ve Farkffefrika'nın Fizyolojisi . ..... ......................... 316
B. VII. Havf/Korku, Kabz ve Bastın Fizyolojisi ........................ 317
B. VIII. Panik Atak ve Tevekkül ............................................... 318
B. IX. Genel O!arak Halerin Fizyolojisi ................................... 319
B. X. Sufıler ve Hastalıkları ...................................................... 320
B. XI. Sufıler ve Hastalıklarındaki Halleri ................................ 326

TASAVVUF VE TIP İLMİNİN ORTAK PAYDALARI


Doç. Dr. Zeynep Arzu Yegin

Giriş .
.................................................................... .................... 331
Hıltlar Teorisi . . . .
........ ..... ................................. ..... ......................... 334
İnsanda Ruh ve Nefs'in Mahiyeti .................................................. 335
Akıl ............................................................................................. 339
Sindirim Sistemi . .
.. ......................................... .............................. 343
Dolaşım Sistemi .
.................................. ......................................... 344
Kas - İskelet Sistemi ..................................................................... 346
Mizaçlar .............................................................................. ......... . 348

9
------ TASAV V U F V E TIP ------

Mizaçlar . . . . . . .. . . . . . . . . . .. .. . . . .... . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . .. . . . ... . . . . . .. . . . . . . . .. .. . . . . .. . . . .. . 348


Uyku Adabı .. . .. .. .. ... ............. .. .. . .. . .. . . ........ .. ... ...... ... . . . . . .. . .. .. .. ... ....... 348
Yeme İçme Adabı ................ .. ....... ......................... . ....... ........ .... .. .. 349
Duygulanım ....... ...................... ............................ ...... ............... .... 354
İnsanda Fiziksel ve Manevi Gelişim Süreci .. . .. .. .. . ...... ..... . . ........ .. . . 354
Ölüm ............................................................................................. 356

KAYNAKLAR.. ...... .. . . . . . ..... . . .. ... .. . ......... . .. .. .. . . . .... .. .. . . ... .. .... . ... . .... .. .. . . 359
SONUÇ VE DEGERLENDİRME . . . . .. .. .. . . . . . .. . . .. . . . . . . . .. .. .. . . . . . .. .. . . .. .. 36 1
BİBLİYOGRAFYA . . . .. . .. .. . . . . . . ... . . . . .. . . . ... . . . .. .. . . . .. . . . . .. . . . .. . . . . .. . . . .. .... . . . . .. 36 7

EKLER . . . .. . . . . . . . . . .. . . . ... . .. ..... ... . .. ... . ... . ...... . . ... .. .. ... ..... . . . .. . . . .. .. . . .. .. . . . . . . . . 377

EK: 1 Abdullah Bosnevi'nin (v.1054/16 44)


Lübbü'l-Lübb fi Beyani'l-Ekli ve'ş-Şürb Adlı Eseri . . .. .. . . . . 379

EK-il Davud el-Kayseri'nin (v.751/1351) Tahkikü Mai'-1-Hayat ve


Keşfü Esrari'z-Zulumat Adlı Eseri . . . . . . ...... . . ........ . . . .. ... . ..... . 390

10
Biz çocuklarının rahat ders çalışması için rahatını terketmiş
olan merhum annem ve aileden birisinin mutlaka Tıbb'ı
okumasını istemiş olan merhum babamın aziz ruhlarına. . . .
ÖNSÖZ

"İyileşmek için önce hasta olman gerekir"


(Mevlana Celaleddin Rumi)

Bir gün, tıp doktoru, gencecik bir hanım fakültedeki


odama geldi. Karşıma oturdu. Tasavvufa olan ilgi ve sevgisi­
ni anlattı; doktorluğun yorucu ve koşuşturmacalı günlük ha­
yatından nasıl sıkıldığını, geceleri Rabbine ibadet edebilmek
için vakit bulamadığı için çok üzüldüğünü, hatta bu yüzden
mesleğini bırakmayı bile düşündüğünü söylüyor, bir taraftan
da ağlıyordu. Karşımda sanki çağdaş bir Rabia vardı: Efen­
disine hizmet etmekten dolayı, ibadete vakit bulamadığına
üzülen ve sabahlara kadar bu halinden kurtulmak için dua
eden Rabiatü'l-Adeviyye'ye (v.185/801) karşılık, Rabbine
istediği kadar niyaz edebilmek için tabibliği bırakmak iste-
·

yen çağdaş bir Rabia!. . .

Üniversite sınavı için yaptığım tercihte "sıralama hatası"


sonucu Tıp fakültesine değil de İlahiyat fakültesine gitmiş,
sonra alan değiştirmekten de vazgeçmiş, fakat zaman zaman
kendisine "doktor olsam acaba nasıl olurdum?" sorusunu
sormuş olan ben fakir, karşılaştığım bu olayı o an için çok
ilginç bir uyarı olarak görmüş ve çok şaşırmıştım. Bunun­
la birlikte, takdir olunandaki hikmete inanan birisi olarak,
konuyu dağıtmadan ona, yaptığı işin kutsallığını, Tıbb'ın

13
------ TASAVV U F V E T I P ------

İslam'a göre ilimlerin en önemli iki ilimden birisi olduğunu,


yani "ilmü'l-edyan ve ilmü'l-ebdan" (dinlerin ilmi ve beden­
lerin ilmi) denen iki ilmin, ruh ve beden gibi birbirlerinin
tamamlayıcısı olduğunu, gündüz veya gece, insanları sağlı­
ğına kavuştururken içinde olduğu koşuşturmanın, aslında
gece ibadetinden daha değerli olduğunu anlatmaya çalıştım.
Kendisiyle ilk defa o gün tanıştığım o genç doktor hanım,
hala doktorluğu bırakmayı düşünüyor mu bilmiyorum ama
bu kitap yazıldığı dönemde, mesleğinde daha da yükselmiş
ve iyi bir Tıp fakültesine doçent olarak girmişti bile. Kitabı
ilk okuyan ve görüşlerini belirten de o oldu.
Bu olaydan sonra, Tasavvuf kitaplarında sıkça tesadüf
ettiğim tıbbi bilgileri bir araya toplamaya karar verdim.
Böyle bir çalışma, aynı zamanda, istedikleri fakültede oku­
yamadıkları için üzüntü ve çaresizliklerini açıkça dile geti­
ren öğrencilerime, bütün ilimlerin, aslında birbirleriyle iç içe
olduklarını anlatmama da vesile olabilirdi.
Evet, bütün ilimler, bir dairenin farklı dilimleri gibi bir­
birlerini tamamlayan ve aynı kuralları farklı meselelerle dile
getiren disiplinlerdir. Bu sebeple, birinde bahir/derin bilgili
olmak, diğerinde bahir olmanın başlangıcıdır. Herhangi bir
mesele hakkında konuşulacağı zaman, dikkat edilmesi gere­
ken tek şey, bunun dayandığı esası kavramaktır. Tasavvuf da
bu kuralın dışında değildir. Onu, iyi bilen bir kimse, diğer
ilimleri onun dilinden konuşturabilir, yani diğer ilimlerde de
tasavvufu görebilir ve anlatabilir. Diğer ilimlerle, Tasavvuf
arasındaki bu tür kesişmelerden birçok kitap bahsetmesine
rağmen, Tıp İlmiyle kesiştikleri noktalar, herkesin muttali
olduğu/bildiği hususlardan değildir. Bu sebeple, son makale
ve kitap çalışmalarım sırasında dikkatimi çeken bu nokta-

14
------ S E L İ M KAL B İ N F İZYOLOJ İ S İ

lada ilgili topladığım bazı bilgileri, küçük bir kitap haline


getirerek değerlendirmeye ve konuyla ilgili olarak daha ge­
niş araştırma yapmak isteyenlere, küçük bir basamak inşa
etmeye karar verdim. O sıralarda, doçentliğine hazırlanan
aziz ve değerli dostum Doç. Dr. Zeynep Arzu Yegin de bir
makalesiyle kitaba katkıda bulunmaya söz verdi ve böylece
mütevazi ama alanının ilki olan bu çalışma ortaya çıktı.
Kitap, iki bölüm ve iki ekten oluşmaktadır. Kitabın
"Tasavvuf İlmindeki Tıp" başlığını taşıyan birinci bölümün­
de, Tasavvuf ve Fen Bilimleri; sı1filer ve Tıp İlmi; sı1filerin
beden sağlığı, fizyolojik zayıftık ve hastalık, hıfzu's-sıhha
(sağlığı korumak) hakkındaki görüşleri; Kur'an okuma, dua
(rukye), güzel sesler, şiir ve müzik/sema, perhiz, su, bitki­
ler (Nebatçı Tıb), "hastalığı yüklenme", hastaya nazar/gözle
bakma gibi başvurdukları tedavi usulleri; tasavvuf kitapla­
rındaki diğer bazı tıbbi bilgiler gibi konular ele alınmıştır.
"Tıp İlmindeki Tasavvuf" başlığını taşımakta olan
ikinci bölüm, sufılerin Tasavvuf ilmini anlatırken kullan­
dıkları bazı tıbbi terimlerin izahıyla başlamaktadır. Bun­
lar, etibbau Emrazi'n-nüfıls/nefis hastalıklarının tabibleri,
Emrazi'n-nüfıls/nefis hastalıkları, et-tıbbu'r-rı1hani, et-ta­
bibu'r-rı1hani/rı1hani tabib, şifa ve deva, özellikle İmam
Gazzali ve İbnü'l-Arabi'nin kullandığı bir terim olan İlahi
İlmü't-Teşrih (İlahi Anatomi), hatmi ilmü't-teşrih gibi te­
rimlerdir. Daha sonra "sufi sağlığı" başlığı altında riyazet (az
yeme, az uyku ve teheccüd vb.), muhabbet, sekr, havf/korku
gibi bazı tasavvufi hallerin fizyolojisi, sufılerin düçar olduğu
bedeni hastalıklar üzerinde durulmuştur. Her iki bölümde de
sı1fılerin doğrudan tıpla ilgili eserleri değil, tasavvufla ilgili
kitapları taranmış ve ağırlıklı olarak bütün sufılerin başvuru

ıs
------ TASAVV U F VE T I P ------

kaynağı olan Gazzali ve İbnü'l-Arabi'nin eserleri dikkate


alınmıştır. Burada hatırlatmak istediğimiz çok önemli bir
husus, elinizdeki kitabın birinci bölümünde "Beden Sağ­
lığı"yla, ikinci bölümünde ise "Tıbbi Terimlerle Tasavvuf"
anlatılırken, bir bakıma "Ruh Sağlığı"yla ilgili konuların
ele alınmış olduğu ve ancak gerektiği yerlerde Tasavvuf ve
Psikoloji veya Psikiyatri'nin kesiştiği konulara kısaca temas
edilmiş olduğudur. Çünkü Ruh Sağlığı, Tasavvuf'u tümüyle
içine alır ve hepsine değinmek bütün Tasavvuf'u anlatmayı
gerektirir.
Kitap, Zeynep Arzu Yeğin tarafından yazılmış, "Tasav­
vuf ve Tıbb'ın Ortak Paydaları" ve bendenizin yazdığı, ge­
nel bir sonuç ve bibliyografya ile sona ermektedir. Kitabın
"Ek-1" bölümünde, Abdullah Bosnavi'nin (v. 1054/1644)
Lübbü'l-Lübbfi Beyani'l-Ekli ve'ş-Şürb adlı, Ekberi/felsefi
tasavvuf ekolü suf'ılerinin, beslenme konusundaki fikirlerine
mükemmel bir örnek teşkil eden, kısa ama ilginç bir Arap­
ça risalesinin tercümesine; "Ek-il" bölümünde de Davud
el-Kayseri'nin (v.750/1351) Tahkiku Mai'l-Hayat ve Keffii
Esrdri'z-Zulumdt adlı, "Hızır ve Hz. Musa'nın suyun kay­
nağında buluşmaları"ndan hareketle, hayatı anlattığı yine
Arapça bir risalesinin tercümesine yer verilmiştir.
Önsözümü bitirirken, bana huzurlu bir çalışma orta­
mı sunan aziz eşim Dr. Hamza Küçük'e, bir çok meşga­
lesi arasında beni kırmayıp kitabın "Tasavvuf ve Tıbb'ın
Ortak Paydaları" bölümünü kaleme alan Doç. Dr. Zeynep
Arzu Yegin'e, Sevtikıb-ı mentikıb'ın Topkapı Müzesi'ndeki
minyatürlü sayfalarını bize lütfeden Konya Bölge Elyaz­
malar Kütüphanesi Müdürü pek Muhterem Bekir Şahin
Beyefendiye, bu kitabın okuyucuyla buluşmasında aracılık

16
S E L İ M KAL B İ N FİZYO LOJ İ S İ

etmiş olan Ensar Neşriyat A. Ş. müdürü Hüseyin Kader ve


bu aracılığına ilaveten birçok bilimsel konuya dikkatimi çe­
kerek kitabımda ele almama vesile olan, ayrıca kitabı oku­
yarak tashihte bulunan, aralara hikayeler serpiştirme fikrini
veren genel yayın editörü Hüseyin Kahraman Beyefendilere
en kalbi teşekkürlerimi sunuyorum.
Tevfik/başarıya ulaşmak, Allah'ın bir lütfudur. Biz aciz
kullara yakışansa, o lütfa nail olanlardan olmak duasıdır.

Hülya Küçük
Konya 2016

17
BİRİNCİ BÖLÜM
TASAVVUF İLMİNDEKİ TIB
A. GENEL OLARAK FEN BİLİMLERİ VE
TASAVVUF
İlk bakışta Fen Bilimleri ve Tasavvuf, birbirleriyle ilgisi
olmayan alanlar gibi görülebilir. Oysa ikisi de, farklı açıdan
da olsa varlık ve kainatın kanunlarıyla/sırlarıyla ilgilenir­
ler. Bilim adamlarınının yaptığı, kainatın kanun ve sırlarını
çözmeye yönelik araştırmalar gerçekleştirmekten başka bir
şey değildir. Yapılan her bilimsel çalışma, kainatın başıboş
olmadığını, her şeyin şu veya bu şekilde olmasını isteyen ve
irade eden, yüce bir varlığın/Allah'ın olduğunu düşündüren
sonuçlara götürür. Böyle bir sonuç, bilim adamlarının za­
man zaman dini inançlardan da faydalanmasına sebep olur;
çünkü zaten dinlerin üzerinde durdukları en mühim konu,
kainatın başıboş olmadığı ve bir Yatarıcı'nın olduğudur.
Kur'an'da birçok ayette de belirtildiği üzere, Yaratıcı, her şeyi
belli bir orantı içinde ve belli "miktarlara, mizanlara/ölçüle­
re" uygun olarak yaratmıştır: "O, her şeyi yaratmış ve yarattı­
ğı şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir." (Furkan 25/2), "Ol
Allah, hak olarak Kitabı (Kur'anı) ve mizanı/ölçüyü indiren­
dir" (Şura 42/17), "Ve gökyüzünü yükseltti ve mizanı ölçüyü
koydu. Ölçüde haddi aşmayın'' (Rahman 5517-8) gibi ayet­
ler, konuyla ilgili sadece birkaç örnektir. İnsan vücudundaki
organların birbirlerine mesafelerinden, bir ağacın dalların­
daki yaprakların dizilişine kadar, bir çok varlıkta (özellikle
güzel olanlarında) bulunan ve Altın Oran denen 1, 6 1 8 . . . .

21
------- TASAVVUF V E T I P -------

sayısı (bu sayıyı bulanın adıyla: Fibonacci1 dizisi) bunun


kanıtlarından sadece birisidir.2 Fen Bilimleri'nde yapılan
araştırmalar ve deneyler, bu ve benzeri sırları araştırmak için
gibidir. Bu anlamda, genelde çeşitli dinler, özelde mistisizm
ve Tasavvuf ilmi gibi, fen bilimlerinin de Allah'ı aradığını
söylemek mümkündür. Bu söylemin en güzel örneklerinden
birisi, iki yıl önce CERN'deki deneyle ilgili haberlerde ge­
çen, "Atlas Deneyi'nde, Büyük Hadron Çarpıştırıcısı aracı­
lığıyla adına Tanrı parçacığı da denilen Higgs parçacığının
sesi duyuldu"3 cümlesi olsa gerektir.
Yaşadığımız ve hayalimizin ulaştığı alemlerde her şey,
Allah'ın yarattığı varlık olarak O'nunla ilgilidir. Gerçek bilgi
de bu ilgiyi bilmektir. Bir şeyin O'nunla ilgisini kuramayan
hiçbir bilgi, gerçek bilgi değildir. Yani felsefe'de de dendiği
gibi "Tanrı'yı bilmeyen hiçbir şey hakkında gerçek bilgi edi­
nilemez. Gökyüzü ve yeryüzündeki her zerre, Allah'ın kud­
retiyle "hidayet/doğru yolu gösterme" veya "dalalet/doğru
yoldan şaşırma" veren bir şeydir/varlıktır. Kim, işlere, Al­
lah'ın işi/fiili olması açısından bakarsa, istifade eder/marifet
çıkarır ve hidayete erer. Kim de bunlara kasır nazarla, birbir­
lerine te'sirleri açısından bakarsa (sebepleri meydana getiren
Allah'ı unutursa), şaki/cehennemlik ve mürted/dinden çık­
mış olur. Gazzali (v.505/1 1 1 1), sema/gök, yıldızlar, nebat­
lar/bitkiler, hayvanlar ve türleri gibi konularla ilgili birçok
hüküm/bilginin olduğunu ama bunlardan bize bildirilenin,

Asıl adı Leonardo Pissano olan İtalya'da doğmuş, Mısır'da büyümüş bir
matematikçi. 598/1201 yılında yazdığı Liher Ahacci (arılamı: Matematik Kitabı)
yla Arap rakam ve sayılarını Avrupa'ya tanıtmıştı. Bkz. Berkmen 2011, s. 94-95.
2 Detaylar için bkz. Berkmen 2011, ss. 94-99, 121, vb.
3 Bkz. Radikal Gazetesi, tarih: 24. 06. 2010.

22
S E L İ M KA L B İ N F İ Z YO LOJ İ S İ

Allah'ın ilmine göre çok az olduğunu söylerken "Ve size, pek


az ilim verilmiştir" (İsra 17/85) ayetini delil olarak getirir. 4
Tasavvuf, bize verilen bu az ilmin sebep olduğu, "Allah'ı
tanıma iştiyakı "mıza yön vermeye yardımcı olabilecek İsh'imi
bir disiplindir. Daha doğrusu, İslamın geliştirdiği bir mistik
harekettir. Özü, zühd/dünya sevgi ve bağWığını kalpten çı­
kararak, insanda var olan Allah'ı arama iştiyakının, gizliden
açığa çıkarılmasıdır. Garip olan şudur ki Allah, insana zaten
şahdamarından daha yakındır. 5 Ama insan, dünyevi ve fiziki
aşkların peşinde olduğu zaman bunu fark edememektedir.
Tasavvuf ilmi, işte bu (Allah'ı arama) şuur boyutuna var­
mış insanların söz ve görüşlerini aktarıp tahlil etme üzerine
kurulmuştur.6 Tasavvufta insan, içinde yaşadığımız gezegeni
de içine alan "büyük alem"e benzetilir ve "nüsha-i muhtasar"
yani özet kopya/holigram'' veya "alem-i asğar/küçük alem"
olarak nitelenir. 7 Öyleyse, başta insan, kendisini tanımak
için, bütün alemi tanımak zorundadır ki bu, bütün ilimlerin
tahsili anlamına gelir. Zaten sıifıler, kainattaki bütün var­
lıkları, Allah'ın isim ve sıfatlarının birer tecellisi/yansıması
olarak gördüklerinden, Fen Bilimleri dahil bütün bilimlerle
ilgilenmişlerdir. Bunun en açık delillerinden birisi, tekke kü­
tüphanelerinde bulunan kitap kataloglarında sadece tasav­
vufi değil, Tefsir'den Matematik'e kadar çok çeşitli ilimlerle
ilgili kitapların bulunuşudur. 8 Haddizatında, bir ilim diğer
ilimleri izah için de kullanılabilecek kadar bütün ilimler iç
içedir. Mesela Metafiziği, Geometri ve Fizik'le bile izah
4 Gazzali 1412/1992, c. 4, ss. 141 vd.
5 Bkz. Kaf 50/16.
6 Tasavvuf ilmiyle ilgili ileri okumalar için bkz. Tıirer 1995; Küçük 2011 ve
2015
7 Gazzali 1414/1994, c. 4, s. 125.
8 Bkz. Yılmaz 2001, s. 474.

23
------- TASAVVUF V E T I P -------

edebilirsiniz: Bu durumda mesela Metafızik'teki bölünme


kabul etmeyen, fakat gücü külli bütünde etkili olan ve hiçbir
şeyden gaib olmayan/her şeyde olan bir Zat'ı idrak etmek
istersen, Geometri'deki noktayı hayal etmen yeterlidir. Yine
Metafızik'te, Mevla ile kul arasındaki ilişki Geometri'deki
düz bir çizgi şeklinde düşünülebilir. Bu örnekleri çoğaltmak
mümkündür. 9
Hücviri'ye göre, öğrenilecek ilimler çok ama insan
ömrü bunların hepsini öğrenmeye yetmeyecek kadar kısadır.
Ne var ki her ilmi öğrenmek farz değildir; insanın kendisine
lazım olacak kadar miktarı bilmesi farzdır. Mesela, sağlığını
tehlikeye atmadan perhiz yapmasına yarayacak kadar Tıp
ilminden, miras taksiminden anlayacak kadar Matematik
ilminden, vb. anlamak gereklidir. Amelin sahih olmasını
sağlayacak kadar ilim tahsili herkese farzdır. 10 Bağdat Niza­
miye Medresesi müderrisi/hocasıyken, yaptığı ilimler tasni­
fiyle ve Tıp dahil bütün ilimlerdeki dirayetiyle kendisinden
söz ettiren ve daha sonra hatmi ilmi de öğrenmek iştiyakıy­
la Tasavvuf ilmine yönelen, Tasavvuf teorisyeni Gazzili'ye
göre, ömür yeterse bütün ilimleri öğrenmek gerekir. Her
Müslüman, ömrü yeterse bütün ilimlerin temel kurallarını
bilmelidir. Çünkü "bütün ilimler, farklı derecelerde de olsa,
Allah'a götürür veya buna yardımcı olur. "11 Bu açıdan, hiçbir
ilmi küçük görmemek gerekir; farz-ı ayn dini bilgilerin dı­
şındaki bütün ilimler, ayrı ayrı farz-ı kifayedir.ı2 Ancak, bü­
tün ilimlerde derinleşmek gerekmez ve zaten imkansızdır;
bütün ilimlerde derinleşmeye çalışmak sadece fazılettir.13
9 Detaylar için bkz. Amiri 2013, ss. 122-129.
10 Hücviri 1982 s. 89
11 Gazzali 1412/1992, c . 1, s. 87.
12 A. y. , c. 1, s. 89.
13 A. y. , c. l , s. 33.

24
S E Lİ M KAL B İ N FİZYO LOJ İ S İ

Ama ilim, zatı itibariyle şereflidir. Hatta batıllığına rağmen,


sihir ilmi bile şereflidir. Çünkü ilim, cehaletin zıddıdır ve
cehalet karanlık ve hareketsizliktir. Bu da yokluğa yakındır;
yani yokluk olayazmaktır. ı4 Mevlana da bütün ilimleri de­
ğerli görür ama bunlardan Geometri, Astronomi, Tıp gibi
bazı ilimlerin dünya ilimleri olduğunu ve insanlar onlarla
övünmesine rağmen onların "insanı yedinci kat göğe çıkara­
cak bilgiyi" veremeyecek ilimler olduğunu belirtmeyi ihmal
etmez.ıs
A. 1. Sôfilerin İlgilendiği Fen İlimleri
Sufiler, diğer temel İslam ilimleri yanında, günümüzde
Fen Bilimleri dairesinde ele alınabilecek olan birçok ilimle
ilgilenmişlerdir. Mesela, Tasavvuf'u "değişim ve dönüşüm",
daha açık bir ifadeyle, "bakır gibi değersiz bile olsa, müridin,
şeyhin elinde altına dönüşmesi" olarak gördüklerinden, bazı
terimleri anlatmak için özellikle kimya bilmindeki değişimi
örnek verirler. ı6 Hatta Sufiler, bir kimsenin iyi bir sufı olup
olmadığını, kimya bilip bilmediğiyle ölçmüşlerdir. ı1 Bura­
da, o zamanki kimya biliminin çok primitif bir safhada ve
simyayla karışık olduğunu belirtmekte fayda vardır. Cafer
Sadık (ö. 14817765), Cabir İbn Hayyan (ö. 200/815), Zün­
nun Mısri (ö. 245/859), Şahin Halveti (VIII/XIV. yüzyıl)
gibi sufiler, aynı zamanda kimyacı olarak bilinirlerdi. Hatta,
bazılarına göre, Cabir İbn Hayyan'ın Tasavvuf'la ilişkilen­
dirilmesine sebep, Simya gibi Kimya ilminin de bir bakıma
batıni-sırri bir ilim olarak kabul edilmesi veya bulduğu for­
müllerin başkalarının eline geçmemesi için gizli çalışmayı
14 A. y. 1414/1994, c. 3, s. 59.
15 Mevlana 1993, vr. 180b (Numaralı Mesnevilerde:IV/1436-50).
16 Bkz. Küçük 2010, ss. 162-164.
17 Eflaki 1986, s.159.

25
------- TASAVVUF VE T I P

yeğlemiş olmasıdır.18 Kimyadaki değişim olgusunun, sfıf'ıle­


ri nasıl celbettiğini, Mevlana'nın, "Varlığını, varlık okşayı­
cı olan O'nun varlığında, kimya içindeki bakır gibi erit"19
gibi benzer sözlerinden anlamak mümkündür. ( . . . )"Eğer
kimya istiyorsan, ek-biç! Simya istiyorsan, Mevlana'nın
aşkına yapış!" diyen, Mevlana'nın torunu Ulu Arif Çelebi
(v.719/1320), 2 0 Mevlana'nın simyayı çok iyi bildiğini vur­
gulamıştır.
Birçok sfıfi, aynı zamanda fen bilimlerinin diğer bazı
dallarında da büyük başarılar elde etmiş veya en azından bu
ilimlerin temellerini bilen bilginlerdi. Bu sebeple, Tasavvuf
kitapları, zaman zaman National Geographic belgesellerine
benzeyen mahiyete bürünürler. Mesela:
1.Bütün tabiat ilimleriyle ilgilenmiş ve başta el-Hik­
metüfi Mahlukiitillahi Azze ve Celle adlı risalesi olmak üze­
re İhyıi'dan el-Münkız'a dek bütün eserleri bu gruba giren
Gazzali,
2. Astrolojiden Hendese, bugünkü adıyla, Geomet­
ri'ye kadar birçok ilimde behresi/payı olan İ bn Berracan (ö.
536/1141),21
3. Kimyager, matematikçi, Sufi ve yazdığı kasidelerle
ünlü bir şair ve hekim olan Ebu'l-Fazl el-Cilyani el-Gassani
el-Endülüs! (v.602/1205),22

18 Bkz. Kaya 1992, s. 534.


19 Bkz. Konuk 2004, c. 2, s. 309.
20 Eflaki 1987, c. 2, s. 200 (8/43).
21 Bkz. Küçük 2013, hepsi.
22 Günel 1993, s. 1.

26
S E L İ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ

4. Acaibü'l-Mahluk.at adlı kozmografya, Coğrafya ve


Biyolojiyle ilgili yer yer Tasawufi ve didaktik bir eserin mü­
ellifi Zekeriya b. Muhammed Kazvini (v.682/1283),21
5. Eserlerinde bakteri, atom gibi kavramlara işaret eden,
ayrıca esir, heba ve zerreler ve hareketlerinden, Güncş'in
Dünya'ya az daha yakın olsa dünyayı yakacağından, şeke­
rin bedene zararından, vs . . . bahseden Mevlana Celaleddin
Rumi (v.672/1273),24
6. Eserlerinde riyazi ilimlerden, mantıki ilimlere kadar
birçok fen ilminden bahseden İbnü'l-Arabi (v.638/1240)
(İ bnü'l-Arabi, özellikle el-Futuhillında heba/atom, dünya
ve insanın yartılışı[el-Futuhat, 51392], hamile kalış sırasın­
da embriyonun/bebeğin cinsiyetinden[ el-Futuhat, 8/3 74]
gecenin ve gündüzün yaratılışına, dünyanın yaşı[el-Futuhilt,
6/459], Astroloji ve zaman[el-Futuhat, 5148-52-57, 85, 1 16-
1 17, 389 vd. , 7/177, 450 vd. ] -ki Kitabu'z-Zaman adlı
bir kitabı da vardır25-, Jeoloji [el-Futuhat, 5/48-52, 398] ve
Coğrafya'ya[el-Futuhilt, 5/58] kadar birçok fen bilimleri ko­
nusuna girer. Hatta, öbür dünyadaki cehennem hayatında,
insanın sürekli olarak yanıp da yok olması yerine, ciltlerinin/
vücutların yenilenmesini, teceddüd-i emsal/aynısının yeni­
den yaratılışı olarak ele alarak [el-Futuhilt, 7/450] öbür dün­
yayı, bu dünyanın farklı bir versiyonu olarak sunar),
7. İ bnü'l-Arabi'nin şarihi Sadreddin Konevi
(v.673/1274) (Konevi, özellikle Miftahu Gaybi'l-Cem adlı

23 Bkz. İzgi 2002, s. 160. Bu eserin, Rükneddin Ahmed ve ileride kendisinden


bahsedilecek olan Ahmed Bican (v.870/1466) tarafından yapılmış Osmanlı­
ca'ya tercümeleri vardır. Bkz. Çelebioğlu 1989, s. 50.
24 Konuk 2004, c. l, ss. 129-130, 134-136; a. y. 2005, c. 5, s. 24, c. 11, ss. 26-27;
Mevlana 1993, vr. 225b (Numaralı Mesnevilerde: V/1096-1097).
25 Osman Yahya 1964, c. 2. , s. 530.

27
------- TASAVVUF V E T I P -------

eserinde; dkile26 gibi bazı hastalıklardan, anne rahiminde


embriyonun oluşum ve gelişiminden, ileride sözünü ede­
ceğimiz dört hılt/ahlat-ı erbaadan, kalpten beyne kanın
akışından/gidişinden, ruh ve taalluk etiği şeylerden, beynin
sıhhatinden, nefes almanın, cem'/her şeyde Allah'ı görme
halinin fızyolojisinden, vb. bahseder), 27
8. Mdrifetndme adlı, dini-tasavvufi ve fenni ilimler an­
siklopedisinin müellifi ünlü sufı-şair Erzurumlu İ brahim
Hakkı (v. 1194/1780),
9. İlmu Tabakati'l-Arz adlı, müellifi bilinmeyen Jeoloji
ilmiyle ilgili bir kitabı, Arapça'dan Osmanlıca'ya tercüme et­
miş olan Ali Rusçuki Efendi (v.1274/1857),28
10. Matematik'e dair Nuhbetü'l-Hisdb adıyla yazdığı bir
eseri olan Kethüdazade'nin bağlılarından Tevhid Efendi
(XIX. Asır),29
11. Hesap, Cebir, Tıp, Kimya, Hendese, Astronomi gibi
fen bilimlerinin okutulduğu Senüsi tekkeleri,30 gibi kişi ve
konular, "sufiler ve diğer ilimler"den söz edildiğinde, ilk akla
gelen örneklerdir.31

26 Uzuvdaki bir hastalıktır ki uzvu yer, bitirir.


27 Bkz. Konevi 1374/1416, ss. 5, 42, 44, 104-106, 111, 129-30; a. y. 1371/1413,
ss. 206-207.
28 Yücer, 2004, s. 850.
29 A. y. 's. 850.
30 Detaylar için bkz. Özköse 2000, s. 224
31 Burada bir istirdad olarak zikretmek gerekir ki, konuyla ilgili küçük bir
çalışması bulunan Bayraktar, Abdurrahman es-Sıifi'den (v.376/986) de "sıifi
bilim adamı" diye söz ediyorsa da (bkz. Bayraktar 1989, s. 53.), hayatıyla ilgili
bilgilerde sun olduğuna dair bir bilgiye rastlanmamıştır (bkz. Aydın 1988, s. s
172-173).

28
S E Lİ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ

A. il. Stifiler ve l�ık/Ntir Kavramı


Tasavvufta, Fen bilimleri söz konusu olduğunda, en
dikkat çekici konulardan birisi, hemen hemen bütün sufıle­
rin üzerinde durdukları, "nur/ışık" kelimesinin sağladığı açı­
lım olmuştur. Özellikle, "Allah, göklerin ve yerin nurudur"
(Nur 24135) ayetinin yorumu söz konusu olduğunda, bir çok
sufi tarafından birbirinin tekrarı sayılabilecek çok şey yazıl­
mıştır. Bu mes'eleyle ilgili olarak sufılerin vurgulamaya ça­
lıştıkları şey, özede şudur: Allah , göklerin ve yerin nurudur
ve onun nuru başta peygamberler olmak üzere, Kendisine
yakınlık derecelerine göre kullarında da tecelli eder. Kişi
Rabbine yaklaştıkça, sahip olduğu nuru ve dolayısıyla doğ­
ruyu yanlıştan ayırma gücü, yani tabiri caizse, manevi I(!sü
artar. Nitekim, Kur'an-ı Kerim'de: "Ey iman edenler! Eğer
Allah'a karşı gelmekten sakınırsanız, O size iyiyi kötüden
ayırdedecek bir anlayış verir ve sizin kötülüklerinizi örter ve
sizi bağışlar"32 ve "Ey İ man edenler! Allah'a karşı gelmekten
sakının ve Peygamber'ine iman edin ki size rahmetinden iki
pay versin. Ve size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur versin ve
sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edici­
dir."33 buyrularak Allah'a karşı gelmekten sakınmakla verile­
cek bir "idrak gücünden" ve bunun kötülüklerin örtülmesi ve
bağışlanmakla ilgisinden bahsedilmektedir: İ nsan günahlara
batmış ve Rabbinden uzak düşmüşken bu idrak gücünden
de uzaktır; çünkü günahları onun melekut alemini görme­
sini engeller.
İ man ve nur arasındaki ilişki Kur'an ve hadislerle de
te'yid edilmiştir. Zaten Mü'minler, Allah'ın "zulumattan

32 Enfal 8/29.
33 Hadid 57/28.

29
------- TASAVVUF VE TIP -------

nura çıkardığı" kullarıdır. 34 Mü'minin nuru, öbür dünyada


da devam eder. Öyleki münafıklar, Mü'minlere: "Dönüp
bize bakın da nurunuzdan kapalım!" derler, ama onlara: "Siz,
arkanıza dönüp nur arayın" denir. 35 İ bn Abbas'dan (r. a)
gelen bir rivayete göre, insan için tamamen nura dönüşme
diyebileceğimiz bir durum da mümkündür. İ bn Abbas şöyle
der: "Teyzem Meymune'nin yanında geceledim. Rasulullah
(a. s.) namaza kalktı ( . . . ). (O gece) Rasulullah'ın (a. s.)
yaptığı dualarından (birisi) şöyle idi: 'Allahım, kalbime bir
nur koy, gözüme bir nur koy, kulağıma bir nur koy, sağıma
bir nur koy, soluma bir nur koy, üst tarafıma bir nur koy, alt
tarafıma bir nUr koy, önüme bir nur koy, arkama bir nur koy.
Bana (umumi ve büyük) bir nur yarat'."36
Üzerinde Fen Bilimleri açısından çalışmış birçok ilim
adamı çıkmışsa37 da konunun, "insanın ışığa dönüşme­
si" tarafı İbnü'l-Arabi hariç, kimsenin dikkatini çekmemiş
görünmektedir. Şöyle ki o, yukarıda örnek olarak belirtti­
ğimiz, "Allah, göklerin ve yerin nurudur" ayetini şöyle açık­
lar: "Allah'ın yarattığı ilk şey nurdur ve bu, aynı zamanda
el-akl veya el-kalem olarak da adlandırılır. Her şey nurdan
yaratılmıştır. Veliler, mesela, bir duvarı delip geçebilirler
veya kabirlerinde, üzerelerinde toprak olmasına rağmen
kalkıp oturabilirler; çünkü onlar cisimden öte tümden nur
haline gelmişlerdir. Dahası, bitkiler, hayvanlar, gök, dağlar,
yapraklar gibi kainattaki her şey, düz dahi olsalar yuvarlak­
lığa ve güneşe doğru dönmeye meyyaldirler. Bunun sebe­
bi, hepsinin nurdan yaratılmış olmasıdır.38 Görüldüğü gibi,
34 Bkz. Bakara 2/257; Maide 5/16.
35 Bkz. Hadid 57113.
36 Buhari 1401/1981, Da'avat, 9; Müslim 1401/1981, Misafırin, 181, . . . vb.
37 Mesela bkz. Abdul Halim 2008, hepsi.
38 İbnü'l-'Arabi 1414/1994, c. 4, s. 523 (Bab 289).

30
S E L İ M KALB İ N FİZYOLOJ İ S İ

İbnü'l-Arabi, "ışın"a dönüşmüş insanlardan söz etmektedir.


Ayrıca, varlıkların güneşe olan ihtiyaçlarını da gayet güzel
bir şekilde açıklamaktadır. İ bnü'l-Arabi'nin bu açıklamala­
rının, hem Gazzali, hem de İ bn Berracan'ın etkisi altında
olduğunu belirtmek gerekir.39
İleride daha geniş olarak ele alacağımız Ünlü tabib/sufi
Kutbuddin eş-Şirazi (v.710/13 1 1 ), Sühreverdi'nin Hikme­
tü'l-İşrdk'ına yazdığı şerhle, yeni bir ışık fiziği kurmayı ve
böylece bir bakıma Felsefe'den Fizik'e geçişi sağlamıştır.
Gökkuşağı hadisesini, ışık ışınlarının yağmur damlalarıyla
iki defa kırılıp bir defa yansımasıyla açıklamasını ilk defa o
yapmıştır.40
Bu açıklamalardan, nurun, insanın manevi IQ'..sü/zeka
ölçüsü olarak yorumlanabileceği gibi, her insanda olduğu
vurgulandığına göre, "yaşam enerjisi", "canlılık unsuru/ruh"
gibi manalara geldiğini söylemek de mümkündür. Bütün
bu tabirler, Fen bilimlerinin odak noktası olan ışık veya ışın
konusuna tasavvufi zaviyeden bakmakla ortaya çıkan tabir­
lerdir.

B. SÜFİLER ve TIP İLMİ


Tıp Tarihçisi İ bn Ehi Useybia, hukema/bilge kişilerin
şöyle dediğini nakleder: Arzulanıp ulaşılamayan şeylerden
birisi hayır, diğeri lezzet olmak üzere iki çeşittir. İ nsanın bu
iki şeyi elde etmesi, ancak sağlıkla geçekleşir. Çünkü hem
bu dünyadan elde edilecek lezzetlere, hem de ahirette ula­
şılması umulan hayra ancak sağlıkla ulaşılır. Sağlık da ancak

39 Konuyla ilgili detaylar için bkz. Küçük 2013, ss. 383-410.


40 Şerbetçi 2002, s. 487.

31
------- TASAV V U F V E TIP -------

Tıp ilmi sayesinde olur. Çünkü Tıp, mevcut sağlığı koruyan,


kaybedilmiş sağlığı ise tekrar kazandıran bir ilimdir. 41
Horasanlı filozof ve Tarih, Coğrafya, Tabiat ilimleri,
Matematik, Astronomi, Tıp, Siyaset, Kelam ve Tefsir gibi
birçok ilim dalında eserleri olan Ebu Zeyd Ahmed b. Sehl
el-Belhi'ye (v.322/934) göre; nazar/fikir ehli bir insan, Tıp
hakkında düşündüğünde, bu ilmin ilk bilgilerinin/hipotez­
lerinin semadan vahiy veya vahiy yerine geçen ilhamla elde
edildiğinde şüphe etmez42
Bu ilmin Allah'tan alınan ilhami bilgilerle alınması söz
konusu olduğunda da buna en layık olanların sufıler olması
lazım gelir. Çünkü ilm-i ledün, keşf ve ilham gibi Hak'tan
gelen bilgilerden söz edenlerin başında hiç şüphesiz onlar
gelir.
Gazzali ve Sadreddin Konevi (v.673/1274) gibi bazı
sılfıler Tıp ilmini, ilimlerin tasnifinde "Tabii ilimler" başlığı
altında ele alır43 olsun, Gazzali'nin, kısaca el-Münkız ola­
rak bilinen el-Münkızu mine'd-daldl ve'l-mufsih ani'l-ahvdl
ve'l-musil ila zi'l-İzzeti ve'l-Celdl adlı eserine göreyse, Tıp
ilmi, ilahi bir ilim olarak addedilebilir. Çünkü onun verdi­
ği bilgiler, deneyle elde edilebilecek bilgiler cinsinden değil,
ilahi ilhamla elde edilebilecek bilgilerdendir.44 Gazzali'nin
sözlerinin, yaşadığı dönem ve öncesinde tabiblerin herhan­
gi bir canlı veya kadavra üzerinde çalışmadıkları göz önüne
alındığında doğru olduğunu söyleyebiliriz. Müfessirlerin/
Tefsir ilimlerinin vazgeçilmez kaynağı Razi'nin tefsirin-

41 İbn Ebi Useybia ts, s. 7.


42 Belhi 2012, s. 554.
43 Bkz. Gazzali 2005, s. 190-191; Konevi 1374/1416, s. 5.
44 Gazzali ts, ss. 103-138, 150

32
S E L İ M KAL B İ N FİZYO LOJ İ S İ

de de bu görüşü doğrulayan tesbitler yer almaktadır: Ünlü


hekim Galen/Galinos (M. Ö. 200-131), gözün kısımları
hakkında yazdığı kitapta: ''Allah'ın aynı yerde karşılaşan iki
sinir yaratmasındaki hikmeti, kullarından esirgeyip yazma­
dığı" için rüyasında bir melek tarafından uyarılır. Galinos,
uyandığı zaman o konuda da bir kitap yazar. Razi, Gali­
nos'un, kendi dalağının büyümesine karşı çareyi de yine bir
melek aracılığıyla öğrendiğini yazdıktan sonra şöyle der:
"Tebabetle ilgililfıbbi bilgilerin çoğu başlangıçta bu tür
uyarılara ve ilhamlara dayanır."45 Dikkat edilecek bir diğer
husus, Tıp, Kozmoloji gibi la-dini/dini olmayan ilimlerin,
din ve ahlaktan koparıldığı zaman, insanın kibrini artıraca­
ğıdır.46 Bu sebeple, Gazz:ili bazen, dini bir hususu anlatırken,
okuyucuyu ikna için: "Para kazanmak için ne kadar büyük
zorluklara katlanıyor, vücudun sağlığı için cahil bir hekimin
sözüyle yemeni, içmeni, arzularını terk ediyorsun da cehen­
nemin, hastalıktan daha zor, fakirlikten daha çetin olduğunu
neden kabul etmiyorsun?" diye serzenişlerde bulunur. 47
Bazı sı1fı:ler, Hz. Peygamber'in "bedenlerin ilmi, sonra
dinlerin ilmi" sözündeki "bedenlerin ilmi" olması dolayısıyla,
Tıbb'ın, din ilimlerinin dengi olabilecek tek ilim olduğunu
düşünürken48, bazıları da "Tasavvuftan sonraki ikinci seçe­
nek'' olarak görürler. Mesela, Mevlana Celaleddin Rı1mi'nin
babası Bahaeddin Veled (v.628/123 1), Marif adlı eserinde
kendisinden söz ederken, tasavvufa çok küçük yaşlarda ilgi
duyup zikir ve riyazetle meşgul olduğunu, zikir yapmaktan

45 Razi 1988, c. l, s. 5.
46 Gazzali 1397, s. 476
47 A. y. , s. 627
48 Mesela bkz. Gazzali 1412/1992, c. 1, ss. 91-92; Sultan Veled, 2001, s. 166;
İbrahim Hakkı 1974, c. 1, s. 31; Molla Fenari 1374, s. 12.

33
------- TASAVVUF VE T I P -------

yorulduğu bir sabah, Harizm'e gidip İ maduddin Tabib adlı


ilimden tıp ilmi tahsil etmeyi düşündüğünü söyler.49
Tıp ilmine, tasavvuf kitaplarında Takvimu's-Sıhha (Sıh­
hatin Kuvvetlendirilmesi) adı da verilir. İ bnü'l-Arabi, Md­
rifetü Menzili'l-azameti'l-cdmia li'l-azameti'l-Muhammediye
menzilini açıklarken, bu menzildekilerin zamana ve rica­
lü'l-ğayba (görünmeyen velilere) tahsis edilmiş hükümleri
de olduğunu, bu hükümleri bilenin, Allah'ın dünya ve ben­
zeri alemleri tıp/takvimu's-sıhha ile nasıl koruduğunu bildi­
ğini söyler. Bu menzildekiler, Allah'ın Şaf'ı/Şifa veren, Muh­
yi/Hayat Veren, Mümit/Öldüren isimlerini de bu menzilde
ele alır 50
Sufinin bir adı da "hakim"dir ve hakim, İbnü'l-Ara­
bi'nin deyimiyle ilahi, tabii, riyazi ve mantıki ilimleri ken­
dinde cem' eden/toplayan kimseye denir.51 Onun için, Ta­
savvuf kitaplarında Tıp ve diğer ilimlerle ilgili bilgiler de
bulabildiğimize şaşmamak gerekir. Bunları ilerleyen sayfa­
larda vermeye çalışacağız.
Tasavvuf kitaplarında, Tıp Tarihiyle ilgili veriler de
bulmak mümkündür. Mesela İ bnü'l-Arabi, Allah'ın "Kabız/
Kabzeden, Daraltan" ismini anlatırken, 600/1203 yılında
Taif'te bir veba salgını olduğunu, halkın evini barkını orta­
da bırakıp Mekke'ye sığındığına da değinir.52

49 Bkz. Şahin 1991, s. 460-462.


50 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 6, s. 403.
A. y. , c. 6, s. 403.
51 A. y., c. 1, s. 594.
52 A. y., c. 4, s. 142.

34
S E L İ M KA L B İ N F İ ZYOLOJ İ S İ

B. 1. Önemli Sôfi Tabib veya Tabib Sufiler


Burada, Tıb ilmindeki yerini mutlaka anmamız gere­
ken, önemli sıifı:ler veya tasavvufla ilgilenmiş olan önemli
tabiblerden örnekler vermek gerekir diye düşünüyor ve İbn
Sina ile başlıyoruz:

1. İbn Sini/Avicenna (v.428/1037)

370/980'de Buhara yakınındaki Efşene köyünde doğdu.


Doğu'da eş-Şeyhu'r-Reis, Batı'da Avicenna olarak bilinir.
Hayatını bir öğrencisine yazdırmış olduğundan, hayatı hak­
kında yeterli bilgi bulabildiğimiz İ bn Sina, dini ilimleri öğ­
rendikten sonra, babasından Geometri, Aritmetik ve Felsefe
öğrendi. Hint Aritmetiği, Mantık, Astronomi ve Tıp tahsil
etti. Tıp dahil bütün ilimleri, ilk önce bir hoca rehberliğinde
öğrenip sonra kendi kendine çalışarak hazık/derin bir alim
haline geldi. Daha 16 yaşındayken, Tıp'ta bir otorite, hatta
18 yaşındayken, Samani Sarayı'nda saray hekimi idi. Ebu
Reyhan el-Birüni'yle (v.453/1061) bazı Fizik ve Astronomi
konularında münazaraları meşhurdur. Büveyhi Hükümdarı
Şemsüddevle'yi tedavi için gittiği sarayda, vezirlik teklifi de
almış ve kabul etmiş, daha sonraki dönemlerde de bir süre
bu göreve devam etmiştir. eş-Şifa adlı şaheseri, Felsefenin
"aşılmaz"larındandır. Onun şaheseri olan el-Kanim fi't-Tıb
ve onun özeti el-Urcuze fi't-Tıb, günümüzde hala önemini
koruyan önemli eserleridir. Uzun süre Batı üniversitelerinde
bile ders kitabı olarak okutulmuş olan el-Kanun üzerine bir­
çok dilde birçok şerh yapılmıştır. Bu eserinde, Tıp ilminin
genel ve temel konuları, basit ilaçlar, organlar ve hastalıkla­
rı, mürekkeb ilaçlar gibi konulara yer verilmiştir. el-Urcuze,
tıbbi bilgileri kolayca akılda tutma metodu olan "Urcıize"

35
------- TASAV V U F V E TIP -------

geleneğine uyularak yazılmış iki bölümlük bir kitaptır. Bi­


rinci bölümde, unsurlar, mizaçlar (safra, sevda, kan, balgam)
ve bazı hastalıklar tanıtılmış, ikinci bölüm ise, genel sıhhat
kuralları, beslenme, ilaçlar ve çeşitli tedavi metodlarına ay­
rılmıştır.
İ bn Sina gibi Gazzali'nin tekfir bile ettiği bir filozofu,
sufi bir şahsiyet olarak sunmak bazılarına tuhaf, hatta yanlış
gelebilir ancak Felsefe ile Tasavvufilimlerinin ikisinin de ko­
nusunun varlık, bilgi ve ahlak olması hasebiyle, İ bn Sinanın
eserlerinde doğrudan veya dolaylı yoldan Tasavvufu bulmak
mümkündür: Adından tasavvufla ilgili olduğu anlaşılan
Fi't-Tasavvuf, Makale fi'n-nefs, Ahvalu'n-nefs ve el-Hassu
ale'z-zikr adlı eserleriyle kendisine aidiyeti tartışmsalı da
olsa, Kelimatu's-sufiyye, el-Keramat ve'l-mucizat ve'l-acaib,
el-İlmu'l-Ledunni adlı üç kitabı yanında, bazı Kelam ve Ta­
savvuf terimlerini incelediği Arapça sözlüğü Lisanu'l-Arab;
içinde ariflerin makamlarından sözettiği el-İşarat ve't-ten­
bihô:t adlı eseri; insanın bedeni ve nefsani güçlerini aşarak,
bilginin semavi kaynağıyla temas kurup varlık mertebele­
ri içindeki yerini anlayacağını savunduğu eseri Hayy İbn
Yakzan; insan nefsinin dünyadan uzaklaşarak kemale erişi,
faal akılla birleşmesi ve hakikate erişmesini işlediği eserleri
olan et-Tayr ve Sa/aman ve Ahsa/ adlı eserleri; namazın za­
hiri ve hatmi yönlerini incelediği Mahiyyetü's-Salat, el-İşk,
ünlü sufi Ebu Said Ebu'l-Hayr'la (v.440/1049) ahlaki konu­
lardaki yazışmalarını içeren Mektubu Ehi Said ile'ş-Şeyh gibi
risaleleri onun bir mutasavvıf olduğunu gösterir. 53

53 Detaylar için bkz. Alper 1999.

36
S E L İ M KALB İ N FİZYOLOJ İ S İ

2 . Ebu Hıimid Gazzıili (v.505/1111)


Ebu Hamid/İmam Gazzali, Biyoloji'den Astronomi'ye
bir çok Fen ilminde, kendi tasnifiyle Tabiat ilimlerinde,
büyük bilgi sahibiydi. Bilindiği üzere, tabiat ilimleri/felse­
fesi, daha sonra Tıp ilminden bazı şeyler de alarak, Biyo­
loji ilmine dönüşmüştür. Bunu, başında ilimlerin tasnifini
yaptığı ve yeri geldikçe aleme bakmanın insanı Sani'ine/
Yaratıcısına götüreceğinden bahsettiği İhyıi'sından,54 Tıp ve
Astronomi gibi ilimlerin de ilahi ilhamla bilindiğine değin­
diği el-Münkız mine'd-dalıil adlı ünlü otobiyografik eserin­
den,55 gök cisimlerinden karınca ve örümceğe kadar birçok
canlının yaratılışındaki hayretefza noktalardan bahsettiği
el-Hikmetü fi mahlukıitillahi {azze ve celle) adlı eserinden
anlamak mümkündür. Gazzali, insan vücudundaki organla­
rı çalıştıran kaslar, gözün yedi tabakadan oluşan yapısı, göz
kapakları ve kirpiklerin fonksiyonları, kulağın içinde bir acı
su ve salgı sayesinde kulağa böcek ve zararlı şeylerin girme­
mesi, kulak kepçesinin sesleri toplamaya yardımcı bir yapı­
da olduğu, kemiklerin/iskeletin hareketi, oturuşu ve ayakta
duruşu kolaylaştıran yapıları gibi vücudun birçok harikula­
deliğinden sözeder ve bütün bunları, yazsa ciltler dolusu
kitaplar oluşacağını belirterek, bu konuları, Acıiibu sun'illah
(Allah'ın Yarattığı Güzel/Şaşılacak Şeyler) adını vereceği
bir kitapta yazacağını belirtir.56 Gazzill'nin bu beyanı, ken­
disine ait olduğuna şüpheyle bakılan57 el-Hikmetü fi mah­
lukatillahi (azze ve celle)'nin, aslında ona ait olduğuna dair
bir delil olarak görülmelidir. Zira bu risalenin içeriği, İhya

54 Bkz. Gazzili 1412/1992, c. 1, ss. 29-82, 168-169.


55 Bkz. a. y. ts, ss. 103-138, 150.
56 A. y. 1412/1992, c. 4, s. 190; a. y. 1397, ss. 635-637.
57 Bkz. A. y. 1414/1994, c. 1, ss. 3-54; c. 5, ss. 121-142.

37
------- TASAVVUF V E T I P -------

adlı eserinde büyük oranda yer almaktadır.58 Gazzali'nin,


Fen Bilimlerine ilgisini, gök cisimlerinin bir yörüngede dö­
nüşünden, alemin kaç yaşında olduğundan; güneşin ve ayın
hareketlerinden, mevsimlerden, güneş ve ay ışığının canlılar
ve bitkiler üzerindeki tesirlerinden, yaprakların dökülme­
siyle havadaki nem oranı arasındaki ilişkiden, madenlerin
oluşmasından vs. bahsettiği yine kendisine aidiyeti kesin
olmayan Miriıcu's-siılikin adlı risalesinden59, zaman zaman
alem ve gök cisimlerinden bahsettiği Tehdfotü'l-Feliısife adlı
� serinden60, hatta sırf bu konuya ayırdığı Bodleian Kütüp­
hanesi'nde (Oxford) Tractatus de Planets adı altında kayıtlı61
bir risalesinden, insan organlarının görevlerinden bahsettiği
Kimyiıu's-saiıde62 gibi eserlerinden anlamak mümkündür. Bu
arada belirtmek gerekir ki, alem ve alemi oluşturan unsurlar
gibi mes'elelere vurgu, Sokrat (M. Ö. 469-399) öncesi Fel­
sefe'nin de üzerinde durduğu konulardandı. Öyle görünüyor
ki Gazzali, şu veya bu şekilde Tasavvuf ve Felsefe'yi ayır­
mış olsa da, o zamanki Felsefe'nin ilgilendiği konuları ilahi
pervazdan seyretmekten kendisini alamamıştır. Gazzali, Fi­
lozof-Tabiiyyıln'un alemi inceleyip bir yaratıcının varlığını
gerekli gördüklerini ama ahirete inanmadıklarını, maddenin
ezeliyeti, Allah'ın cüz'iyyatı bilip bilmediği gibi konularda
hata içinde olduklarını söyleyerek, onları eleştirmiş ve aslın­
da bu ilmin, insanı, Allah'a olduğu kadar ahirete inanmaya
da götürmesi gerektiğini göstermeye çalışmıştır.
Gazzali, ileride genişçe ele alınacağı üzere, eserlerinde
insanın kendini tanımasında çok önemli olduğunu vurgula-
58 Bkz. A. y. 1409/1988, c. 5, ss. 21-41.
59 Bkz. A. y. 1414/1994, c. 1, ss. 73-106.
60 Bkz. A. y. 2005.
61 Bkz. Bayraktar 1989, s. 54.
62 Bkz. Gazzali 1409/1988, c. 5, ss. 121vd.

38
S E Lİ M KA L B İ N F İ ZYOLOJ İ S İ --

dığı İlmü't-teşrih/Anatomi ve Tıp ilmine büyük yer ayırır.


el-Münkız'ında, tabiblerin tıbbi bilgileri, ilham yoluyla almış
olduklarını söyleyerek onları çok özel bir yere koyar ve hal­
kın Tıb ilmine güvenini adeta kıskanır: Ona göre, insanlar,
tabiblere güvendiği kadar peygamberlere de güvense ve pey­
gamberlerin getirdikleri ilme sorgulamadan uysalar, hiçbir
inanç problemi kalmayacaktır.

3. İbn Berracan (v.536/1141) ve Kardeşi

İbn Berracan, Endülüs'ün tanınmış sufi-müfessirlerin­


den olmasına rağmen, doğum tarihi dahil, hayatı hakkında
bilinmeyen birçok şey vardır. İbn Berracan'ın, İbn Man­
zur hariç hiçbir hocasının da adı bilinmemektedir. Ancak
Kelam, Hadis, Kıraat, Tasavvuf gibi birçok temel İslam Bili­
mi ve Aritmetik, Astroloji, Biyoloji ve hatta Tıp gibi birçok
diğer bilimleri tahsil etmiş olduğu eserlerinden gayet kolay
anlaşılabilmektedir. İbn Berracan'ın aşağıda da zikredeceği­
miz üzere, Tıb iliminde devrindeki bütün ilimlere faik/üs­
tün olan bir kardeşi vardı. İbn Berracin'ın kardeşiyle birlikte
Tıb tahsil ettiğini veya en azından onun kitaplarını çalışmış
olabileceğini söyleyebiliriz. Zaten kaynaklara göre, o, "bir­
çok ilim" tahsil etmişti63 ve bunların içine tıbbın da dahil
olma ihtimali hiç de uzak bir ihtimal değildir.
İbn Berracin, tefsirlerinde, organlar, fonsiyonları, ka­
nın beyni sulaması gibi birçok tıbbi konuya girer. Mesela,
Tin Suresi beşinci ayetin tefsirinde, Tevrat'tan bazı pasajlar
zikreden İbn Berracin, akabinde bedenin bütün uzuvları ve
fonksiyonları hakkında detaylı bilgiler sunarak biyoloji ve

63 Kaynak ve detaylar için bkz. Küçük 2013, ss. 87-116.

39
------- TASAVV U F V E TIP -------

Tıb Bilimindeki derinliğini gösterir. 64 Yine mesela, el-vetin


(aorta) kelimesinin tefsirinde, vücuttaki damarların sayısını,
vücuda, hassaten beyine, nasıl kan taşıdıklarını, vs. anlatır. 65
İ nsanın dört unsurdan oluştuğunu-beden, ruh, akıl ve ne­
fıs66- ve birçok sı1finin de söylediği gibi, insanın küçük bir
alem olduğunu söyler. İ nsan vucı1dundaki kalbi, kainattaki
güneşle kıyaslar.67
Kardeş İ bn Berracan'ın tam adı, bu kaynakta zikre­
dilmediği gibi başka kaynakta da bulunamadı. el-Mer­
rakuşi, Muhammed b. 'Ali b. Muhammed b. 'Ayyaş'dan
(v.546/1151) bahsedilirken onun, İşbiliye'de birlikte Tıp
okuduğu arkadaşı olarak kardeş İ bn Berracan'dan söz eder
ama isim vermez:. İ bn 'Ayyaş, Calinus/Galen'in (M. Ö. 200-
13 1) kitaplarını istinsah edip bunları zahid Ebu'l-Hakem'in
kardeşi İ bn Berradn'a okuduğunu, Kardeş İbn Berracan'ın
Hadis ve Tıp ilminde önde gelen bir alim olduğunu söyle­
mektedir. 68 Onun hakkında şu ana kadar başka bir bilgiye
ulaşmamız mümkün olmadı.

64 Bkz. İbn Berrac:in ts (a), c. 3, vr. 356a-357b.


65 Bkz. a. y. , c. 3, vr. 314a-315b.
66 Bkz. a. y. , c. 1, vr. 120a.
67 Bkz. a. y. , c. 1, vr. Sla-b.
68 Merriikuşi 1973, c. 6, s. 490. Bu bilgiler için ayrıca bkz. Ömer 1993, s. 164;
Fierro 2001, s. 476; Küçük 2013, ss. 92-110. Fierro'nun onu "Ali b. Berrac:in"
olarak adlandırarak hata yaptığını hatırda tutmak gerekir. Bu hatası da
Arapça cümleyi iyi tahlil edememmiş olmasına dayanmaktadır. Görünen o ki
İbn 'Ayy:iş' ın: . . . lezimtu' 1-qirıi'a 'alıi İbn Berracıin, ehi 1-zıihid Ebi /-Hakem
"

. . . " sözündeki "alıi"yı "Ali" olarak okumuştur. Bkz. Merrak.uşi 1973, c. 6, s.


490.

40
S E L İ M KALB İ N FİZYO LOJ İ S İ

4. Ebu'l-Fazl el-Cilyani el-Gassani


el-Endülüsi (v.602/1205)

Ebu'l-Fazl Abdülmün'im b. Ömer el-Cilyani el-Gas­


sani el-Endülüsi, Gırnata'nın Vadiaşi bölgesindeki Cil­
yane'de doğmuştur. Endülüs'ten Mağrib'e geçip Kahire,
Bağdat ve Şam gibi şehirlerde bulunmuş ve Şam'da vefat
etmiştir. Kimyager, matematikçi, sufı ve yazdığı kasidelerle
ünlü bir edib, şair ve hekimdi. Özellikle, göz hastalıklarında­
ki derinliğiyle bilinirdi. Salahaddin Eyyübi'nin izzet ü ikra­
mına nail olmuş bir ilimdi. Divanu't-tedbic, Divanu'l-hikem,
Edebu's-süluk gibi edebi ve tasavvufi eserleri yanında Tealik
ji't-Tıb (Tıp'la İlgili Notlar), Risalefi sıfot'il-edviyeti'l-mü­
rekkebe (Birleşik ilaçların özellikleri hakkında bir risale) gibi
eserleri de vardır.69

5. Mecdüddin Bağdadi (v.606/1209 veya 616/1219)

Mecdüddin Bağdadi, ünlü sufı/mutasavvıf Necmüd­


din-i Kübra'nın (v.618/1221) mürid ve halifelerindendir.
Annesi ve babası gibi o da bir tabibdi. Güzel ve parlak yüzlü
bir delikanlıydı. Babası, Harzemşah'ın sarayına tabib olarak
çağrılanlardandı. Anne, oğlunu Necmüddin-i Kübra'ya mü­
rid olarak teslim etmişti. Şeyhin, oğlunu kendisine abdest
suyu dökme hizmetinde kullandığını görünce, oğlunun na­
zik tabiatlı birisi olduğunu, yerine başkasını kullanmasını
rica etmiş, şeyh buna karşılık ona: "Tıp İlmini bilen bir kişi
olarak bu sözün sizden sadır olması tuhaf bir şeydir! Oğlun
ateşli bir hastalıktan acı çekse, onun ilacını başka bir deli­
kanlıya versem oğlunuz sıhhat bulur mu?" diye sormuş, onu
ricasından vazgeçirmişti. 70
69 Günel 1993, s. 1.
70 Cami 1995, s. 596.

41
------- TASAV V U F VE T I P -------

6. el-Mübarek b. el-Mübarek b. Said


b. Ebi's-Sadat Ebu Bekr ed-Dihan en-Nahvi
ed-Dariri (534/1140-612/1215)

el-Mübarek en-Nahvi, Vasıt'lıdır. Ebu'l-Berekat


el-Enbari'nin derslerine devam etmiş ve notlar tutmuştur.
Çok keskin bir zihni vardı. Nahiv, Dil, Tasavvuf, Şiir, İ'rab/
Arap Dili, Kur'an ilimlerinde imam/önder idi. Fıkıh, Tıb,
İlmu'n-Nücum/Yıldızlar ilmi ve İlmu'l-Evail/İlkler İlmi'n­
de71 büyük yeri vardı. Hem nesri hem de nazmı güzeldi.72

7. Feridüddin Attar (v.618/1221)

53711142-54011145 yılları arasında İran'ın Nişaburda


dünyaya gelmiş olan bu ünlü şair ve sufi, eczacılık ve Tıb'la
meşgul olduğu için, bir nevi eczacılık yapan, güzel kokular,
şifalı otlar satan anlamına "Attar" lakabıyla meşhur olmuş­
tur. 73 Ancak, DİAnın bu bilgilerin yazılı olduğu aynı sahi­
fesinde bir başka müellif, "attar" lakabıyla bilinen kişilerin
bazılarının, attar olanın kendisi değil, baba ve dedeleri ol­
duğunu ve bu şekilde meşhur olarıların başında Feridüddin
Attar'ın geldiğini yazmaktadır. 74 Bu sebeple burada sadece
konuya dikkat çekmeyi yeterli buluyoruz. Haddizatında At­
tar'ın, özellikle Mevlana'nın, önderi ve ruhu saydığı bir sufı
olarak75 bilinmesi yeterlidir.

71 İnsanlık tarihi boyunca ilkleri/ilk yapılan şeyleri tesbite çalışan ilim dalına
verilen isimdir.
72 İsa 1402/1982, ss. 353-354.
73 Şahinoğlu 1991, s. 95.
74 Bkz. Sarı 1991, s. 95.
75 Bkz. Eflaki 1986, s. 200.

42
S E L İ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

8. Yusuf b. Ahmed b. Tahlus


Ebu'l-Haccac el-Endelüsi (v.620/1223)

Endülüs'ün Ceziratü'ş-Şuka'sındandır. Meşşii okulu­


nun son temsilcisi ünlü filozof, fakih ve hekim Ebu Velid
İbni Rüşd'le (v.595/1198) birlikte olmuş ve ondan ilim al­
mıştır. Endülüs'ün doğusunda, Tasavvuf, Felsefe, Nahv gibi
ilimlerle Tıbb'ı birleştiren, yani hepsini birden tedris edebil­
miş olan son tabibdir. 76

9. İbnü'l-Arabi (v.638/1240)

Tasavvuf'a ilgi duyan herkesin tanıdığı ve kendisine


isnad edilen eşsiz bir vahdet anlayışının, kullanımda olan
haliyle vahdet-i vücud anlayışının piri olan İbnü'l-Arabi,
Endülüs'ün Mürsiye şehrinde 560/1165 yılında soylu bir
ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. İlk tahsil yılları,
Endülüs'ün İşbiliye ve Kurtuba'da geçmiştir. Daha sonra
Kuzey Afrika, Arabistan ve Anadolu'da devrin ünlü sima­
larıyla ders ve sohbetlerle hem öğretmiş, hem öğrenmiş ol­
duğu dönem başlamıştır. Bazılarına göre, 500'e, bazılarına
göre, 800'e yakın irili ufaklı eserin müellifi ve hemen hemen
bütün sufılerin hürmet gösterdiği büyük bir sufıdir. En çok
okunan ve tartışılan eserleri Kabe'de doğrudan Rabbinden
aldığı ilhamlarla yazdığını söylediği el-Fütuhtitü'l-Mekkiy­
ye si ve rüyasında Peygamber (a. s.)'in işareti, hatta eline sun­
'

ması üzerine yazdığını söylediği Fusitsu'l-hikem'idir.


Bütün eserlerinde tıpla ilgili bilgileri bulabileceğimiz
İbnü'l-Arabi'nin sadece tıbba ayırdığı eserleri de mevcuttur:
Bunlar arasında Kittibu't-Tıb ve hüve kittibu'l-kısttis77 (Tıp

76 İsa 1402/1982, ss. 523-524.


77 Bkz. Osman Yahya 1964, c. 2. , s. 423.

43
------- TASAV V U F VE T I P -------

Kitabı, Bir Adı da Kıstas kitabıdır) ve et-Tıbbu'r-ruhtinifi


tilemi'l-insan (İnsan al.eminde ruhani tıb) adlı eserlerini sa­
yabiliriz. Kittibu't-Tıb, bugün elimizde olmamakla birlikte,
eserlerin kendisi tarafından yapılmış listeleri olan el-Fih­
ris'te (no. 146) ve el-İctize'de (no. 147) zikredilmektedir. et­
Tıbbu'r-ruhtinifi tilemi'l-insan adlı eseri, Brill H. 790, 1030,
134 Princetown, 934'tedir78 ama bu eser, nefs/ruhun kötü
huylardan temizlenmesiyle alakalıdır. Bu tür terimleri, ileri­
de "Tıbbi Terimlerle Tasavvuf" bölümünde ele alacağız.
İbnü'l-Arabi, meşhur el-Fütuhtitü'l-Mekkiyye adlı ese­
rinde, Tıp İlmini ilgilendiren konular arasında olan hayatın
aslının su olduğu, 79 hava ve suyun canlılar açısından önemi,
ceninin/embriyonun anne rahiminde oluşması,80 mide, gı­
dalar, hazın ve boşaltım gibi sindirim sisteminden, 8 1 insanla
hayvan arasındaki fizyolojik farklar,82 döllenme, soğuk ve
sıcağın bitkilere etkisi,8 3 rüzgarların ve denizlerin teshiri,84
rahimde bulaşan hastalıklar85 ve uykunun fızyolojisine86 dek
her türlü konuya girer. Ona göre, yeryüzünün aciib ve garai­
binde, akıl almaz olaylarında ve gördüğümüz her şeyde Al­
lah'ı anlatan ayetler vardır. Bütün al.emler, Allah'ı zikreder;
çünkü onlar da natık/konuşan varlıklardır. 87

78 Bkz. A. y. , c. 2. , s. 514.
79 Bkz. İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 5, s. 124.
80 Bkz. A. y. , c. 4, s. 148.
81 Bkz. A. y. , c. 1, s. 331.
82 Bkz. A. y. , c. 1, s. 332.
83 Bkz. A. y., c. 6, s. 398; c. 7, s. 467.
84 Bkz. A. y. , c. 4, s. 570.
85 Bkz. A. y. , c. 3, s. 496.
86 Bkz. A. y. , c. 3, s. 617.
87 Bkz. A. y. , c. 1, s. 337-345.

44
------ S E L İ M KAL B İ N F İ ZYO LOJ İ S İ

10. Burhaneddin Muhakkik Tirmizi (v.639/1241)

Mevlana Cellaleddin Rumi'nin hocası olan Burha­


neddin Muhakkik Tirmizi de tıbbi bilgilere sahip bir sufi
olarak tanıtılır. Mendkıbu'/-drifiin onun "şalgam turşusunun
çok faydalı olduğunu, çiğ şalgamın da göze aydınlık vcr­
deceğini" söylediğini aktardıktan sonra: "Seyyid hazretleri,
Tıbba ait ilimlerde ve ilahi hikmetlerde mümtazdı." der.HH
Öyleyse, ileride zikredilecek olan Mevlana Celaleddin
Rumi'nin, tıbbi bilgilerini Seyyid Burhineddin'den almış
olduğu söylenebilir.

11. Ziyauddin Mes'ıld b. Muslih


Kazerılni (v.648/1250)

Aşağıda adı geçecek olan Kutbüddin eş-Şirizi'nin ba­


basıdır. Kazeruni, meşhur bir tabib olup 632/1234 yılında
Kazerun'dan Şiraz şehrine göç etmiştir. Buradaki Bima­
ristan-ı Muzafferi/Muzafferi Hastahanesi'nde Tıp dersleri
vermiş ve hastaları tedavi etmiştir. Tasavvufta ise Şihabüd­
din Sühreverdi'nin tarikatini seçmiştir. Oğlu Kutbuddin
eş-Şirizi'nin ifade ettiğine göre babası, muasırları tara­
fından zamanın Hipokrat (Arapça: Bukrat) ve Calinus'u/
Galen'i sayılmaktaydı. eş-Şirizi, babasına ayrı bir mahlas
daha vermekte ve onu insanları tedavi etmesi sebebiyle
"İmamü'l-Hümam" (Yüce kişilerin önderi) diye vasıflandır­
maktadır. Ziyaüddin Mesud b. Muslih Kazeruni, 648/1250
yılında Şiraz'da vefat etmiştir. 89

88 A. y. , c. 1, s. 1 19.
89 Bkz. Keleş 2008, 14.

45
------ TASAVV U F V E T I P ------

12. İbn Seb'in (v.669/1270)

6 14/1217 tarihinde Endülüs'ün Mürisiye şehri yakın­


larındaki Rakuta'da doğdu. Çocukluk ve gençliğini orada
geçirdi. Edebiyat, Kelam, Fıkıh, Mantık ve Felsefe okudu.
Tıp ve gizli ilimler (Simya, Esma ve Huruf ilmi) ile meşgul
oldu. Ebu Ishak b. Dahhak/İbnü'l-Mer'e'nin (v.611/1214)
eserleri vasıtasıyla Ebu Abdillah eş-Şuzi adlı İşbiliyeli bir
sufınin görüşleri tesirinde kaldı. Endülüs'te şöhrete ulaş­
tıktan sonra bir grup öğrencisiyle Mağrib'e gitti ve Sebte'ye
yerleşti. Ancak el-Kelam ala'l-mesaili's-Sıkılliye adlı kitabın­
daki görüşlerinden dolayı Mağrib uleması tarafından tekfir
edilip de problemler doğuracağı anlaşıldığından Sebte'den
uzaklaştırıldı. Gönderildiği Bicaye ve Kahire'de de aynı
problemlerle karşılaştı ve Mekke'ye gitti. Orada şerif Ebu
Numeyy Muhammed tarafından iyi karşılandı. Onu tedavi
ettiği söylenir. Bu, daha önce başka bir tedavi vak'ası var mı
bilmiyoruz ama Yemen ordusuna karşı yaptığı bir savaş­
ta onun başından aldığı yarayı tedavi etmesi olsa gerektir.
Ancak onun bu tedavisi kendisinin ölümüydü. Çünkü bunu
öğrenen ve kızan Yemen Sultanı el-Melikü'l-Muzaffer'in,
ceza olarak onu zehirlettiği de rivayet edilir. Bunun doğru
olmadığını, eceliyle öldüğünü söyleyen kaynaklar da vardır.
Mekke'de olduğu yılların son iki yılında, Mekke fakihlerinin
ithamlarına da maruz kaldığı, bu sebeple Hindistana gitmek
istediği ama gidemeden vefat ettiği rivayet edilir. Eserleri
arasında Mantık ve Tabiat Felsefesine temel yaklaşımlarını
içeren Büdd'l-arif, Sicilya Kralı II. Frederik'in Muvahhid­
ler'in Sultanı Abdulvahid er-Reşid'e gönderdiği sorulara

46
------ S E L İ M KAL B İ N Fİ ZYOLOJ İ S İ

cevaplarını içeren el-Kelam ala'l-mesaili's-Sıkılliye, çeşitli ko­


nulardaki Resai/ ini sayabiliriz. 90

13. Aziz Nesefi (v.700/1300 ?)

Maveraünnehir bölgesinde Nesef (Nahşeb) şehrinde


doğdu. Doğum, hatta ölüm tarihi tam belli değildir ama
eserlerinde verdiği bazı ifadelerden 700/1300 yılından bi­
raz önce veya bu yıllarda öldüğü tahmin edilmektedir. Öğ­
renimini doğduğu şehirde tamamlamış, "kendisini fiziki ve
ruhi bakımdan tanımak" için Tıp tahsil etmiş ve akabinde
tabiblik yapmıştır. 6 71/1273'te doğduğu yerden ayrıldı ve
Eberküh, Şiraz, Isfehan, Behrabad, Semerkant ve Buhara
gibi şehirlerde bir süre yaşamış, sufi ve felsefecileriyle tanı­
şıp onlarla münazaralara girmiştir. Eserlerinde Tasavvuf'u,
ilkelerini ve Vahdet-i Vücudu çok açık ve anlaşılır ifadeler­
le anlatmıştır. Bunlar arasında en tanınmış olanları Tenzil,
Keşft/1-hakaik, Maksad-ı aksa, Keşfo's-sırat (Kendini bilen
Rabbini bilir" şeklindeki tartışmalı hadis hakkındaki görüş­
leri yanında çeşitli konulardan ve Aynulkudat Hemedani,
İbnü'l-Arabi gibi ünlü sufılerin görüşlerini içeren bu eserin
ona aidiyeti şüphelidir), Zübdetü'l-hakaik gibi eserlerini sa­
yabiliriz. 91

14. Mevlana Celaleddin Rumi (v.672/1273)

Ünlü sufi ve düşünür Mevlana, "Sultanu'l-Ulema/Bil­


ginlerin Sultanı" diye anılan Bahauddin Veled'in ve Mü'mi­
ne Hatun'un oğlu olarak Belh'de dünyaya gelmiştir. Orada
kaç yılını geçirdiğini tam olarak bilmiyoruz ama henüz
çocuk denebilecek yaşta ailesiyle Anadolu'ya göç etmiştir.
90 Kutluer 1999, s. 307.
91 Düzen 1991, ss. 344-345.

47
------ - TASAVV U F V E T I P -------

Oğul Sultan Veled, dedesinin Belh'den Anadolu'ya göç et­


mesinin sebebi olarak, dedesinin Harzemşahlar devleti yö­
neticisi Harşemşah'tan ve Belh halkından incinmesini gös­
terir ama neden incindiği konusunu izah etmez. Bu bilgi,
Mevlevilik tarihi açısından en muteber kaynak olan Sultan
Veled'in İbtiddndme'sinde geçtiğine göre doğruluğunu kabul
etmek gerekir. Mevlana'nın bu yolculuk sırasında Şam'da da
İbnü'l-Arabi ile görüştüğü söylenir. Mevlevi kaynaklarından
Risdle-i Sipehsalar'a göre, Mevlana daha sonraki Şam'a geliş
gidişlerinde de Şam Medreselerinde İ bnü'l-Arabi'yle gö­
rüşmüştür. Karaman'da bulundukları yıllarda Mevlana, asil
bir ailenin kızı olan Gevher Banu ile evlendirilmiş ve bu
evliliğinden Bahaeddin ve Alaeddin adında iki oğlu, Me­
like adlı bir kızı olmuştur. Gevher Banu, Alaeddin'in do­
ğumundan bir yıl sonra ölmüş, Mevlana Kira Hatun adlı
"zamanın Meryem'i" diye bilinen bir hanımla evlenmiştir.
Kendi yolunu devam ettiren oğlu, "Sultan Veled" lakabıy­
la bilinen ve dedesiyle aynı adı taşıyan Bahaeddin Veled'dir
(623/1226-712/1312).92 Diğer oğlu Alaaddin, bir grup kıs­
kanç müridanla birlikte Şems'i öldürmelerini takip eden
günlerde geçirdiği ateşli sıtma ve acaib bir hastalıktan sonra
genç yaşta ölmüştür. 93
Mevlana, menkıbwvi hayatını veren Menakıbu'/-d­
rifiin'de bütün zahir ve batın ilimlerde dengi olmayan bü­
yük bir alim olarak tanıtılır. Hatta bir gün, şehrin kendisine
"alim" denen kişileri, onun rebab çalmasını ve halkın semaya
rağbetini sorgulaması için Kadı Siraceddin'den ricada bu­
lundular. O, Mevlana'nın bütün ilimlerde güçlü olduğunu,

92 Kaynak ve detaylar için bkz. Küçük 2015, ss. 339-343.


93 Eflaki 1986, s. 97. Burada, Şems'i öldürmeye katılan diğer insanların da kısa
zamanda öldüğü veya felç geçirdiği de yazılıdır.

48
S E Lİ M KAL B İ N F İ ZYOLOJ İ S İ

onunla pençeleşmeye gelinemeyeceğini söyleyince, onu


imtihan etmek istediler. Bunun için bir Turk fakihin eline
Mantık'tan Nücum ilmine/Astronomi'ye, Tefsir'den Tıbb'a
kadar bütün ilimlerin en zor problemlerini içeren bir sorular
listesi verdiler. Türk fakih geldiğinde Mevlana kitap oku­
maktaydı. Kitaptan başını kaldırdı ve kağıdı aldı. Soruları
bir bir cevapladı. Hatta bir tabibin birkaç ilacı birbirine ka­
rıştırıp yeni bir ilaç elde etmesi gibi onları tek bir soru haline
getirdi. Sonuna da neden rebab çaldığını izah etti ve dedi ki:
'Bu rebab, azizlerin işine yarasaydı elbette ki bir ondan eli­
mizi çekerdik. Ama onunla kimse ilgilenmedi. Rebab garip/
kimsesiz kaldı ve ona biz sahip çıktık'. Fakih, cevap kağıdını
alıp mahkemeye Kadı'nın huzuruna geldi. Oradakiler, yap­
tıklarına pişman olup tevbe ederler ve onun değerini ikrar
ettiler.94

Menakıbu'l-arifiin'de Mevlana'nın, ailesinden ve müri­


danından bazılarını nasıl tedavi ettiği detaylarıyla anlatılır.
Bunlar, ileride verilecektir.

15. Kutbuddin eş-Şirizi (v.710/1311)

Ünlü İranlı Astronomi, Tıp ve Matematik ilimi ve fılo­


zof Kutbuddin eş-Şirazi'nin tam künyesi Mahmud b. Me­
sud b. el-Muslihü'ş-eş-Şirazi'dir. 630/1232 veya 634/1236'd a
güney-batı İran'ın Kazerun veya Şiraz'da dünyaya gelmiştir.
Hayatıyla ilgili otobiyografik bilgileri, Şerhu'l-Kanim adlı
İbn Sina'nın el-Kanun adlı tıbbın kanunu olan meşhur ese­
rine yazdığı şerhin mukaddimesinde bulmak mümkündür.
Burada, yetişmiş olduğu çevresinden, aldığı eğitimden ve
hocalarından tafsilatlı bir şekilde bahsetmektedir. En başta

94 Bkz. Eflaki 1986, ss. 171-172.

49
------- TASAV V U F V E TIP -------

gelen hocası babasıdır. Babası Ziyaüddin Mesud b. Muslih


Kazerı'.ini öldüğü zaman, ailenin tek çocuğu olan Kutbud­
din Şirazi, sadece 14 yaşındaydı ama aynı zamanda ilk ho­
cası da olan babasından birçok ilim öğrenmiş bulunuyordu.
Babasına, İbn Sina'nın (v.428/1037) el-Kanun adlı eserinin
şerhi olan Şerhü'l-Kiinun'un mukaddimesinde oldukça geniş
bir şekilde yer vermiştir. Babası, Kutbüddin eş-Şirazi'ye on
yaşında iken tasavvuf hırkası giydirdi. eş-Şirazi, daha sonra
meşhur sufı şeyhlerinden ve aynı zamanda Sühreverdi'nin
de talebesi olan Nedbüddin Ali b. Bozkuş eş-Şirazi'ye inti­
sab etti ve ondan da tasavvuf hırkası giydi. eş-Şirazi, mensup
olduğu ailenin tıp sahasında tanındığını, babası ve amcası­
nın Bimaristan-ı Şiraz/Şiraz Hastahanesi'nde görev yaptık­
larını, buraya gelen hastaları tedavi etmeye ve mizaclarını
düzeltmeye uğraştıklarını ifade etmektedir. Şirazi, bir da­
kikasını bile boşa harcamadan, hatta gece uykusunu kendi­
sine haram ederek Tıp ile ilgili bütün meşhur ve muhtasar
kitapları babasının gözetiminde sadece okumakla kalmamış,
ezberlemiştir. Onun ifadelerinden, Şiraz Bimaristanı'nda bir
ilaç laboratuvarının bulunduğu, tedavi usullerinin deneylerle
tesbit edildiği ve uygulandığı anlaşılmaktadır. eş-Şirazi, bu
mukaddimesinde, başta göz hastalıkları olmak üzere tıbbın
bir çok sahasıyla ilgilendiği ve eğitimini aldığını, hangi tıp
alanlarından hoşlanır ve hazık/derin olduğunu da yazmak­
tadır. Buna göre, göz hekimliği ve özellikle Kornea ile il­
gili patalojik durumlar yanında damar (ven) ameliyatı, kan
alma, damardan kan alma, verem (tüberküloz) ve tırnak
almak, sevdiği uğraş alanlarıdır. Hoşlanmadığı Tıp alanları
ise, özellikle göz merceğinde gerçekleştirilen bir çeşit ameli­
yat olan "kuru iğneleme"dir., Bunu muhtemelen bunu fazla
ince bulmasından dolayı sevmemekteydi. Şirazi, gözleme

50
S E L İ M KALB İ N F İ ZYOLOJ İ S İ

çok önem verir, tabibin hastasında gördüğü normal olmayan


bütün hallerini yazmasını ve bunların sebepleri üzerinde dü­
şünmesini tavsiye ederdi. 95

Kayseri'de "Pervane Bey Medresesi" adıyla kendi adı­


na bir medrese yaptıran Muinüddin Pervane, bu medreseye
Kutbuddin eş-Şirazi'yi müderris olarak atamıştı. eş-Şirazi,
burada Tıp alanında İbn Sina'nın el-Kanun ve eş-Şifa'sını
okutuyordu.

eş-Şirazi 'nin Tıb İlmiyle ilgili eserleri şunlardır:


a. Tuhfetü's-Sa'diyye :İlimler, tıp ilminin diğer ilimler
arasındaki yeri, vs. hakkındadır.
b. Risale fi beyan'il-hdce ile't-Tıb ve'l-ddabi'l-etıbbd' ve
vasayahüm: Tıp ilminin değeri, tabiblerin tedris ettikleri/
ihtiyaç duydukları ilimler (ki bunlar arasında Hey'et/Astro­
loji, Mantık ve kehanet de vardır), tabib ahlakı, Hipokrat'ın
vasıfları ve vasiyetleri, hıfzu's-sıhha, tıp ahlakı/tabiblerin
hastalara karşı davranışları ile darüşşifaların nasıl olması ge­
rektiğini açıklamaktadır);
c. Risaleji 'l-baras (Cüzzam hastalığı ile ilgili 4 varaklık
bir risalesi);

d. Fi'n-nari'l-Farisi (Şarbon hastalığı hakkında bir


eserdir). 96
Kutbuddin eş-Şirazi, Tıb dışında Felsefe'den Müzik'e,
Astronomi'den Fizik'e birçok ilimde de hüner sahibiydi.
Felsefe'de Sadreddin Konevi'den ve Nasiruddin Tılsi'den
(v.672/1274) de ders almıştı. İbn Sina (428/1037), Sühre-
95 Ziik.iri 1421/2001, s. 44.
96 Kutbuddin Şirazi hakkı nda detaylar için bkz. Z:ikiri 1421/2001, ss. 43-59;
Keleş 2008, hepsi.

51
------ TASAVV U F V E TIP ------

verdi el-MaktU.l (v.587/1 191) ve İbnü'l-Arabi'nin felsefesini


birleştirerek, Gazzali'nin eleştirileriyle ilmi meşruiyyeti sar­
sılmış olan Felsefe'yi yeniden canlandırmaya çalışmış, Süh­
reverdi'nin Hikmetü'l-İşrtik'ına yazdığı şerhle yeni bir ışık fi­
ziği kurmayı ve böylece bir bakıma Felsefe'den Fizik'e geçişi
sağlamıştır. Gökkuşağı hadisesini, ışık ışınlarının yağmur
damlalarıyla iki defa kırılıp bir defa yansımasıyla açıklama­
sını ilk defa o yapmıştır. Hayatının son yıllarında, hüküm­
darlarla ilişkisini kesip kendi halinde bir sı1fı olarak yaşa­
mıştır.97 Müzik'te, "ebced müzik yazısı" denilen yazıda kul­
lanılan bazı terimler onun icid ettiği terimlerdir. Çok güzel
rebab çaldığı, onun hakkında söylenenler arasındadır.98

16. Abdurrahman b. Ömer b. El-Haşimi


el-Caferi eş-Şüsteri (v. 723/1323)

Bir çok ilimde üstündü. İnşa, Edebiyat, Tarih gibi


fenlerde büyük yeri vardı. Tıb tahsil etmiş, sonra Tasav­
vuf'a meyletmişti. Gece gündüz, zikirle meşgul olurdu. Bir
hankah yapıp kendisini oranın şeyhi ilan etti. Yaptığı çok
ibadetin etkisiyle, yeryüzünden bir nurun etrafındaki zul­
metini aydınlattığını gördü. Bağdad Nizamiye Medresesi'ne
gelmiş ve orada Fıkıh öğrenmiş, Tıh ilmindeki maharetiyle
tanınmıştır. 99

17. Ahmed b. Muhammed b. Osman el-Ezdi,


Ebu'IAbbis el-Merrikeşi (İbnü'l-Benni)
(v.724/1324)

97 Şerbetçi 2002, ss. 487-489.


98 Bkz. Uslu 201 1 , ss. 104-105, 179.
99 İsa 1402/1982, s. 262.

52
S E L İ M KAL B İ N FİZYO LOJ İ S İ

İbnü'l-benna diye bilinen Ahmed b. Muhammed


el-Merrakuşi, Tıp derslerini İbn Hacle'den almıştır. Bazı
astronomik mes'eleleri hal için oruç ve halveti kullanır, ru­
hunun saflığıyla bazı keşfi bilgilere ermeyi gaye edinir, bu
pratiği günlerce yapardı. Bir gün, havada dumandan bir
kubbe ve içinde ibadet eden birisini, his/duyular aleminde
de: "Bize yaklaş!" diyen korkunç şekiller görmüş olan İb­
nü'l-Benna, bayılmıştı. Yakın bir arkadaşı olan Ebu Zeyd,
gelip onun göğsünü sıvazladıktan sonra uyandırarak, o du­
mandan kubbe içinde gördüğü adamın kendisi olduğunu,
onu gördüğü anda ona öğreteceği ilimlere dayanamayıp
bayılmasından dolayı his/duyular aleminde öğretmek için
yanına geldiğini söylemişti. Tıp, Astronomi, Matematik,
Tefsir, Dil, Tasavvuf gibi çeşitli ilim dallarında te'lifatı bu­
lunmaktadır. Telhis fi'l-Hisab, Hukaddimetü'l-Öklid, Min­
hdcu'-t-talib fi ta-dili'l-kevakib, Makalat fi ilmi'l-Usturlab,
el-Kanun fi ma-rifeti'l-evkat ve'l-hisab, Tesmiyetü'l-huruf,
Merasimu'-tarika fi ilmi'l-hakika ve Muhtasaru İhya li'l­
Gazali bunlardan bazılarıdır.100

18. Hasan b. Ahmed b. Zefr el-İrbili


Sümme'l-Dimeşki (v. 726/1326)

Hakkında bildiğimiz şeyler çok sınırlı olan Hasan b.


Ahmed, çok iyi bir Tıp ve Tarih bilgisine sahipti. Humeyd
Deyri'nde mukim bir sı1fi idi. Bu, tıp ekolünde bir merte­
beydi. Tedavi için izin verildi ama tedaviyle uğraşmadı. 73
yaşında Maristan es-Sağir'de öldü.101

100 A. y. , s. 120.
101 İsa 1402/1982, s. 160.

53
------ TASAV V U F VE T I P ------

19. Abdurrahim b. Abdurrahman Nasr el-Mevsıli,


el-İmam Necmüddin b. eş-Şih'm eş-Şafii
(v. 730/1330)

Fıkıh tahsilini, doğduğu yerde (Musul'da) aldı.


724/1324'te Şam'a gitti. Hanlcih-ı Kasr'ın meşihatini/şeyh­
liğini üstlendi. İmam Şafii mezhebi üzere Fıkıh'ı ve Tıbb'ı
bilirdi. 730 yılı Rebiü'l-evvel ayında vefat etti. 102

20. Şihabuddin Ebu Abbas Ahmed b.


Ali b. Mübarek el-Bağdadi (v.739/1338)

Bir taraftan Kahire'deki el-Baybarsiye Hanlcih' ında bir


derviş, diğer taraftan İbn Tolon Camiinde Tıp dersleri veren
çok yönlü bir alimdi. 103

21. Davud el-Kayseri (v.751/1351)

Ünlü mutasavvıf ve ilk Osmanlı müderrisi olan Davud


el-Kayseri, Tasavvuf tarihinde, özellikle Ekberi ekol içinde
çok önemli bir yere sahiptir. Bazı kaynaklar, onun Sadreddin
Konevi'nin talebesi olduğunu söylerler ama onunla doğru­
dan görüşmüş olabileceği bir ortamda yaşadığına, hatta tah­
sil için Konya'ya geldiğine veya onunla karşılaştığına dair
hiçbir bilgi yoktur. Ancak Konevi'nin öğrencisi olan Ab­
durrezzak Kaşani ile İran'ın Save'de tanışmış olabilir. Davud
el-Kayseri, Orhan Gazi tarafından İznik Medresesi'ne ilk
Osmanlı müderrisi olarak atanmıştı. Ancak hangi dersleri
okuttuğuna dair, günümüze kadar gelen bir bilgi yoktur.

Davud el-Kayseri'nin eserlerinde işlediği konular,


dini mes'elelerden atom ve maddedeki enerjiye ka-

102 A. y. , ss. 265-266.


103 Kaynaklar için bkz. Gözütok 2012, s. 204.

54
S E L İ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

dar uzanır. Eserleri arasında başta şunları zikrede ­


biliriz:
a. Matlau husitsi'l-kilem fi medni Fusitsi'l-hikl'm adlı
İbnü'l-Arabi'nin Fusits'una yaptığı tanınmış şerhi.
Bu şerhin giriş kısmı, ayrı bir eser gibi Mukad­
dimdt veya başka adlar altında ayrıca basılmıştır.
b. Şerhu Kasideti'l-Taiyye,
c. Şerhu Kasideti'l-Mimiyye,
d. Şerhu Besmele (insan suretiyle ilgili açıklamalar
içerir),

e. Nihayetü'l-beydnfi dirdyeti'z-zaman (zaman felse­


fesinden bahsettiği bir eseridir). 104

f Tahkiku mdi'l-hayat ve keif-ü esrdri'z-zulumdt


(Hızır ve Hz. Mı1sa'nın, suyun kaynağında buluş­
malarından hareketle, "hayat"ı anlatmaya çalıştığı
eseridir. Davud el-Kayseri, "Ve canlı olan her şeyi
sudan yarattık'' (Enbiya 21/30) ayetinine dayana­
rak, su ile canlılık arasında ilişki kurar. Ona göre
su, aslında ilmin ve ilahi nurun metaforudur. Te­
miz bir ruh ve münewer bir kalbin hayatı, ancak
yakini bir ilim ve hakiki bir şühudla/kalp gözüyle
görmekle mümkündür. Bu sebeple, kafirler, hissi
bir hayatla "hayy/diri" olmalarına rağmen, "ölüler"
olarak kabul edilirler. Nitekim, Allah Teala: "Sen
duayı ölülere duyuramazsın, sağırlara da duyura­
mazsın" (Neml 27/80), "Sen kabirlerde olanlara/

104 Elinizdeki satırların yazarına ait bir tercümesi, Uluslararası İslam


Medeniyetinde Zaman Sempozyumu Bildirileri, Konya 2015" içinde
basılmıştır (Konya 2016).

55
TASAVV U F V E T I P -------

ölülere duyuramazsın" (Fatır 35/22), "Sağırdırlar,


dilsizdirler, kördürler; onlar akıl etmezler/anla­
mazlar" (Bakara 2/171) buyurur. Bu hissi kuvvet­
ler/duyular, onlarda bulunmasına rağmen onlar­
dan duyma, görme ve konuşma özellikleri nefye­
dilmiştir; çünkü cehalet, şirk ve Hakk'ın inkarına
engel olmayan duyuların bir değeri yoktur. Mu­
teber, hakiki, baki bir hayat, ancak arifler ve ka­
miller için hasıl olan kalbi keşfin tamamlandığı
ruhi bir hayattır. Bu, melekfıti ve ceberuti hayat
cinsinden bir hayattır;fani, dünyevi bir hayat de­
ğildir. Rahmani nefes, hayat suyunun kaynağıdır
ve onu içen, bir daha susamaz ve her iki alemde
de daima canlı olur. Haddizatında, bu su, herkeste
vardır ama Hakk'tan perdeli olan (ve kalbi keşfi
tamamlayamayan) insanlar bundan gafildir. 105 Bu
haliyle risale, bazı araştırmacıların zannettiği gibi,
fiziksel bir hayattan/canlılıktan değil, manevi bir
canlılıktan bahsetmektedir. Eserin bir tercüme de­
nemesi, elinizdeki çalışmanın Ek-11 bölümünde
sunulmuştur.

g. Esasü'l- Vahdaniyye, gibi eserleri ve kendisine ait


olmadığı halde ait olduğu iddia edilen birçok eser
sayılabilir. 106 Davud el-Kayseri, eserlerinde atom,
enerji ve inseminasyonla ilgili çok ilginç fikirler
ileri sürer. Ona göre, tabiat, kendi özünde ener­
jiden ibarettir. Enerjinin özelliği ve tezahürü, ışık
105 Kayseri, 1997, ss. 184-187. Bu risiilenin konumuzla ilgili bölümlerinin
tercümesini, Ek-II'de bulabilirsiniz.
106 Bursalı 1333, c. 1, ss. 67-68; Bayraktar 1994, 32-35. Bu risaleler ve diğer
bazılarının Arapçaları, Davıld el-Kayseri, Er- Resôil, haz. Mehmet Bayraktar,
Kayseri 1997 içerisinde yayınlanmıştır.

56
S E L İ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ

ve ateş olmasıdır. Bu görüşünü, "Sonra OlAllah,


duban/dumana yöneldi" (Fussilet 41111) ayetine
dayandırır. O, Yunan fılozofları ve onların takip­
çisi olan Müslüman atomistlerden farklı olarak,
atomların enerji yüklü olduğunu söyler. Ona göre,
"Tabiat, ışık veren ve yakıcı özelliğe sahip olan ge­
nel toplam enerjidir. "107

22. Şerefüddin Ali b. Abdülkadir el-Meraği


es-Sufi (v. 788/1386)

Doğduğu şehir olan Merağa'da Usul, Tıb, İlmü'n-Nü­


cum'la uğraştı. Akli ilimlerde faik/üstün idi. Özellikle Tıp
ve İlmü'n-Nücum'da derin bir bilgin idi. Mutezili ve Rafızi
olduğu söylenir. Simbatiyye Hankahında ikamet eden bir
sufı:ydi. Oradan çıkarıldı ve Hatun Hankahına yerleştiril­
di . 1 08 788 yılı Rebiü'l-ahir ayında ölünceye dek orada kaldı.
Öldüğünde, 60 yaşın üzerindeydi. 1 09

107 Bayraktar, tabiatta var olan her şeyin esası ve bütün tabiat olaylarını enerji ve
enerji değişimiyle açıklamayan Fizik ve Felsefe terimi olan eneıjetizmin Batı'daki
müessisi olan F. Wilhelm Ostwald'dan (v.1932) önce Davud el- Kayseri'nin ana
hatlarıyla açıkladığını söyler: el-Kayseri'ye göre, ister zahir ister batın olsun,
tabiattn da içinde olduğu her şey, Allah'ın isim ve sıfatlarının bir tecellisidir.
Çünkü Allah'ın isim ve sıfatları, maddi ve ruhi bütün varlıkların toplamıdır.
Bkz. Bayraktar 1994, s. 33. Ancak, Energetics 'den olan Ostwald'ın fikirleri
ewel emirde "Sociology of energy/Enerjinin sosyolojisi"yle ilgilidir ve burada
açıklanan halinden çok karışıktır. Üstelik, Einstein'in "enerjinin maddeye
dönüşümü" kanununu keşfiyle fazla önemi kalmamıştır. Konuyla ilgili olarak,
Felsefe sözlüklerinde Erke, Erkecilik, Özdek, gibi maddelere bakılabilir. (Mesela
bkz. Hançerlioğlu 1979, s. 122-123). Onun için bu fikirleri metne almadık.
Burada şu kadarını söyleyelim ki Vahdet-i vücudun/Varlığın birliğinin özü olan
bu fikirleri aslında ilk sı1f'ıler dahil bütün siıf'ılerde görmek mümkündür. Ancak
İbnü'l-Arabi çok daha yoğun ve açık bir şekilde açıklamıştır. Bu açıklamalarının
en ilginç tarzına hiç şüphesiz ikinci bölümde ele alacağımız İlô.hi İlmü't-Teşrih
teriminde rastlamaktayız.
108 Kaynağımız, neden oradan çıkarıldığını belirtmemektedir.
109 İsa 1402/1982, s. 310.

57
TASAV V U F V E T I P -------

23. İsmail Rumi eş-Şafii es-Sufi et-Tabib


(v.830/1427)

Kahire'deki el-Baybarsiye Hankah'ında yaşamıştı. Tıb,


Kıraat ve daha birçok ilimde mahir, afif ve fazıl bir sılfı: idi.
Arapça, Tasavvuf ve Hikmet okumuştu. Hatta İbn Ara­
bi'nin sözlerini okumasından dolayı bazı belalara maruz
kalmış ve onları okumaktan menedilmişti. Siret ve tedavi
etme yeteneği açısından pek beğenilmezdi. 830 yılı Şevval
ayında öldü. 1 1 0

24. Akşemseddin/ Muhammed b. Hamza


(v.863/1459)

Fatih Sultan Mehmed'in hocası, st'.ifı: ilim, tabib ve


şair olan Akşemddin'in tam adı Şemseddin Muhammed b.
Hamza'dır. 792/1390'da Şam'da doğdu. 7 yaşındayken baba­
sıyla birlikte Anadolu'ya geçip Amasya-Kavak'a yerleşti. Tıp
dahil birçok ilimde iyi bir tahsilden sonra Osmancık Med­
resesi'nde müderris oldu. Tasavvufta, mürşid arayışı, Hacı
Bayram Veli'ye intisabla sona erdi. Onun vefatından sonra
da yerine geçecek kadar tarikatta önemli bir yere sahip oldu.
Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet'le tanışması, onun
kızını tedavi etmesiyle başlamıştır. İstanbul'un fethine, diğer
bazı şeyhlerle birlikte katılan Akşemseddin, Ayasofya'daki
ilk hutbeyi okudu.

Mikroptan ilk söz eden bilimadamı, Akşemseddin'dir.


Eserleri arasında tarikat ve hakikate dair eseri Risdle­
tü'n-nuriyye, Def'ü mtdinu's-sufiyye, bazı büyük mutasavvıf­
ların anlaşılması zor sözlerinin şerhi olan Hall-i müşkildt,
Makdmdt-ı evliya gibi günümüze dek gelen eserleri yanında,
1 10 A. y. , s. 139. Ayrıca bkz. Gözütok 2012, s.204.

58
S E Lİ M KALB İ N FİZYOLOJ İ S İ - --

Risale-i zikrullah, Risalefi devrani's-sufiyye gibi günümüze


dek gelemeyen eserleri de vardır. Maddetü'l (veya Maide­
tü'l)-hayat adlı eserin ona aidiyeti tartışmalı ise de araştır­
macıların çoğunluğu tarafından onun olduğu kabul edil­
miştir.111 Bursalı Mehmet Tahir, Maddetü'l-hayat'ın da onun
Tıbbi tecrübelerini aktardığı Türkçe bir eseri olduğunu, ona
atfedilen Makamat-ı evliya adlı eserinse ona değil, Hamza
Baba adlı bir halifesine ait olduğunu söyler.11 2

25. Ahmed Bican (v.870/1466'den sonra)

Ahmed Bican, kendisiyle birlikte meşhur olduğu Meh­


med Bican'ın (v.855/1451) küçük kardeşidir. Babalarının adı
"Yazıcı Salih" olduğundan daha çok Yazıcızade veya Yazı­
cıoğlu olarak bilinirler. Baba Yazıcı Salih, Anadolu'da saha­
sında bir ilk olan Melheme'sine113 rağmen çok bilinmeyen bir
ilim adamıdır.114

Ahmed Bican, kendisine tarikat olarak Bayramiyye'yi


seçmişti. Bu tarikatın ağır riyazet reçetesi dolayısıyla, can­
sız kalacak kadar zayıflamış olduğundan, kendisine "bi-can:
cansız" adı verilmişti. Çilehanesi de büyük bir taşın oyu­
ğu olan Ahmed Bican'ın, şifalı taşlarla ilgili Cevahirname
adlı manzum bir eseri vardır. 40 beyitlik bu eserde, yakut,
elmas, zümrüt, akik gibi mücevherlerin tıbbi yönden tedavi
ve tesirleriyle ilgili bilgi verilmektedir. Ahmed Bican, ayrıca
Zekeriya b. Muhammed el-Kazvini'nin Acaibu'l-Mahlukat
adlı eserini aynı adla tercüme etmiştir. Tasavvufi-didaktik
1 1 1 Detaylar için bkz. Köprülü -Uzun 1989, ss. 299-301.
1 12 Bursalı 1333, c. 1, s. 13.
113 Melheme türü eserler, cefr ilminin bir şubesi olan Huruf ilmini kullanarak
gelecekteki tarihi olaylardan haber veren eserlerdi. Bu özellikleriyle dolayısıyla
"melheme"ler, hükümdarların dikkatini çeken eserlerdendi
114 Çelebioğlu 1989, ss. 49-50.

59
------ TASAV V U F V E T I P ------

mahiyette olan eser, gök, ay, güneş, denizler, dağlar, nehirler,


madenler, bitkiler, hayvan ve insanların yaratılışındaki hari­
kalıklar gibi konulardan bahsetmektedir.115

26. Şeyhi (v.832/1429'dan sonra)

Tıb ve Tasavvuf tahsili yapmış bir Tasavvuf edebiyatı


şiiridir. 1371-1376 yılları arası Kütahya'da doğmuştur. Asıl
adı Yusuf olup Hekim Sinan olarak tanınır. İlim tahsiline
Kütahya'da başlamış, sonra İran'a gitmiş ve orada Edebiyat,
Tasavvuf ve Tıp tahsil etmiştir. Memleketine döndüğünde,
göz hekimliği yapmış ve bu alandaki başarılarıyla ünlü ol­
muştur. İran dönüşü, Ankara'ya uğramış ve Hacı Bayram
Veli'ye (v.833/1430) intisap etmiştir. Bursa'da da Seyyid
Nesimi (v. 820/1417 [?]) ile de buluşmuş, hatta bu sebeple
"Şeyhi" mahlasını almıştır.
Şeyhi, Kütahya'da Germiyanoğlu Yakub Bey'in musa­
hibliğini ve göz tabibliğini yapmıştır. Osmarılı hanedanıy­
la tanışması, Emir Süleyman Çelebi zamanında olmuştur.
Daha sonraları, Çelebi Mehmed'le (v.824/1421) de tanışıp
göz hastalığını tedavi etmesinden sonra Osmarılı Devle­
ti'nin ilk "Reisü'l-Etibba/Baş Tabib"i olmuştur. Edebiyatta
Divan-ı Hüsrev-Ü Şirin'i ve özellikle Harname'siyle ünlüdür.
Hayatının son yıllarını nerede geçirdiğini bilmediğimiz Şey­
hi, Kütahya'da vefat etmiştir. Kabri, Kütahya'ya bağlı Dum­
lupınar'dadır. Bursevi ona i Kenzü'l-menafifi ahva/i'/-emzice
ve't-tabayi adlı Tıp'la ilgli bir eser isnad etmekteyse de ese­
rin üslub ve muhtevası, ona aidiyeti hususunda şüphe uyan­
dırmaktadır.116 Günümüz Kütahya'sında onun adını taşıyan
bir Tıbbi Bitkiler Araştırma Enstitüsü (Hekim Sinan Tıbbi
115 Bkz. a.y., ss. 50-51.
116 Biltekin 2010, ss. 80-82. Ayrıca bkz. Keleş 2013, ss. 401-402.

60
S E L İ M KALB İ N F İ Z YO LOJ İ S İ

Bitkiler Araştırmalar Enstitüsü) bulunmaktadır. lOO'e yakın


personeli olan enstitüde, 210 çeşit tıbb bitki yetiştirildiği
belirtilmektedir. 117

27. Muhammed b. İbrahim b. Abdirrahman


b. Muhammed b. Abdillah b. el-İmim
Ebi'l-Fadl et-Tilimsini {v.854/1455)

Biyografi kitaplarında, alim, allame, muhakkik, arif gibi


sıfatlarla tanıtılır. Tunus, Kahire, Hicaz, Şam gibi yerlerde
bulunmuş ünlü bir zat idi. Akli ve nakli ilimlerin hemen
hepsinde söz sahibiydi. Beyan/Arap Dili, Tasavvuf, Ede­
biyat, Şiir ve Tıbb'da derin bir ilimdi. Bir de tefsir kitabı
vardı. 118

28. İdris-i Bitlisi {v.926/1520)

Her şeyden önce "şair, hattat, siyaset adamı ve sufı:" ola­


rak tarif edebileceğimiz İdris-i Bitlisi, XV. asrın ortaların­
da Bitlis'te doğmuştur. İlk ilimleri babasından öğrendikten
sonra, Tebriz ve Diyarbakır'da akü/rasyonel ve nakli/dini
ilimleri tahsil etmiştir. Akkoyunlu ve daha sonra Osmanlı
Sarayı'nda itibar görmüş, Çaldıran Seferi, Diyarbakır'ın Sa­
favilerden kurtarılması gibi savaşlara askeri mobilize etmek
için katılmış, hatta bazı bölgelerin savaşsız ele geçirilmesinde
rolü olmuş, yani Barkan'ın terminolojisiyle ifade edersek, bir
"kolonizatör derviş"tir. Belli bir sufı:ye veya tarikata bağlılık
ifade etmektense, bütün sufı:lere saygısını ifade eden "tarikat
ehli olmayan" bir sufı:ydi. Havdssu'/-Hayavdn adlı Zoolojiyle
ilgili bir eserinin yanında, Risa/etü'/-İba-an Mevdkii'/- Vebti

117 www. hekimsinan. gen. tr/kurumsaVhakkımızda (30 Ekim


2015'te ulaşıldı).
1 1 8 İsa 1402/1982, s. 357-358.

61
------- TASAV V U F VE TIP -------

(Veba olan yerlerden kaçma konusunda bir risale) konumuz


açısından mühimdir. Bitlisi'nin, Risale fi't-Ttiun ve Cevti­
zi'l-Firtiri anh (Taun hakkında bir risale ve ondan kaçmanın
caizliği/uygun görülmesi hakkında bir risale) adlı bir risalesi
olduğu söyleniyorsa da bu, yukarıdaki eserin farklı bir isimle
istinsah edilmiş hali olabilir. II. Bayezid'in emriyle yazdığı
Heşt Bihişt adlı tarih kitabı en tanınmış eseridir.119

29. Fuzlili (v.963/1556)

Fuzuli, Klasik Türk Edebiyatı'nın büyük şairlerindendir.


Hakkındaki çok kısıtlı olan bilgilerimize göre, Bağdat civa­
rında, büyük bir ihtimalle 89111480 tarihinde doğmuştur.
Aslen Akkoyunlu Türkmenlerinden olduğu kaydedilmiştir.
İlk tahsilini babasından almış, daha sonra kendi ifadesiyle,
akli ve nakli ilimler, hikemi ve hendesi bilgiler, tefsir ve ha­
dis gibi her türlü ilimle meşgul olmuştur. Sanatçı yönünün
ağır basmasıyla özellikle gençliğinde kendisini şiire vermiş­
tir. Tasavvufi meşrebini belirten kaynaklar onun bir tarikata
bağlı olduğunu söylemiş ama belli bir tarikat adı vermemiş­
lerdir. Türkçe ve Farsça olmak Üzere iki ayrı Divan'ı yanın­
da, Ley/ti ve Mecnun, Beng ü Bade, Hadis-i erbain tercemesi,
Hüsn üAşk, Sohbetü'l-esmtir, Heft-ctim, Rind ü ztihid gibi- bir­
çok eseri arasında Sıhhat ü maraz veya Ruhntime olarak da
bilinen Farsça eseri Hüsn ü Aşk konumuz açısından önem­
lidir. Çünkü bu eseri, onun kadim Tıbba olan vukufıyetini
göstermektedir. Ruh ve beden ilişkisini allegorik olarak ele
alan eserin kahramanları hüsn/güzellik, aşk, ruh, kan, bal­
gam, sevda, mizaç, sıhhat, dimağ/beyin, maraz/hastalık ve
perhizdir. Eserin, Seftiretntime-i ruh (M. Ali Nasih, Tahran,
1309) adında ilk neşri yanında başka neşr, Türkçe'ye tercü-
119 Özcan 2000 , s. 485-488.

62
S E L İ M KALB İ N F İ Z YO LOJ İ S İ

me ve sadeleştirmesi de vardır. Burada sadece Gölpınarlı 'ya


ait olanı tercümesi Sıhhat ve maraz'ı (İstanbul 1940) zikret­
mekle yetinelim.120

30. Nidai Mehmed Çelebi Ankaravi


(v.975/1567'den sonra)

II. Selim zamanında (93 1/1524-982/1574) yetişmiş,


ünlü bir Osmanlı tabibi ve sufıdir. Hayatına dair kısıtlı bil­
giler, kendi eserlerinden çıkarılmıştır. Kudüs'te doğmuş, An­
kara'ya sonradan yerleşmiştir. Tıbb'a dair eseri olan Mend­
fiu n-nas'da kendisinin anlattığına göre, Kırım'a yaptığı bir
'

seyehat esnasında Sahih Giray tarafından kabul edilmiş ve


ona bir süre hocalık yapmış, yanında büyük itibar kazan­
mış, hatta Kanuni Sultan Süleyman'a elçi olarak gönderil­
miş, ancak geri geldiğinde kendisini çekemeyenlerin iftirası
yüzünden, yedi yıl kalacağı zindan'a atılmıştır. Zindanday­
ken, kendisini tasavvufa vermiş ve 22 tasavvufi manzume
yazmıştır. Zindandan çıktıktan sonra Hz. Peygamber so­
yundan yaşlı bir şahısla karşılaşmışmış ve ondan Tıh tahsil
ederek, icazet/diploma almıştır. Kırım'dan dönüşte Konya'da
Şehzade Selim'e intisab etmiş, Mevleviliğe girmiştir. II. Se­
lim'in hükümdarlığı sırasında "Hekimbaşı"lığa getirilmiştir.
Kendisine isnad edilen eser sayısı 7 ila 19 arasında deği­
şir. Bunlar arasında, Dürr-i manzum, Tenbihndme, Esrdr-ı
genc-i ma'nd gibi tasavvuf ve ahlaka dair eserleri yanında,
Vasiyetname (Tıp ahlakına dair), Rebiu's-se/dme (veba ve ko­
leradan korunmaya dair) ve Menafiu'n-nds gibi tıbbi eser­
leri bulunmaktadır. Menafiu'n-ndsisimli eserinin, aslında
974/1566'da Kaysunizade Bedreddin'in Tıbb'a dair Arapça
manzum-mensı'.ir bir eserinin tercümesi olduğu söyleniyorsa
120 Karahan 1996, s. 245.

63
------ TASAVV U F V E TIP ---

da kendisi, bu eserini, Farsça bir eserden yaptığını belirt­


mektedir. Altmış hah halinde olan eserin, manzum kısımları
mesnevi tarzındadır. Bu eserin, Türkiye dahilinde 97 adet
nüshası bulunduğuna göre, çok yaygın olarak okutulmuş ol­
malıdır. Ona nisbet edilen tıbbi eserler arasında, Tebdbet-i
beşeriyye ve baytariyye ve edviye-i müfrede, Fetihndme-i
Kal'a-i Cerbe gibi eserler de bulunmaktadır. 121

31. İbn Hakim, el-Musihib Ebu Bekr Muhammed


Yunus, lakabı: Takiyüddin b. Şerefüddin
ed-Dimeşki el-Hanefi (v.1007/1598)

Bir tabib oğlu olan İbn Hakim, Tıbb'ı babasından oku­


muş, daha sonra akli ilimlerde derinleşmişti. Çok zekiy­
di. İlm-i Vefk, İlm-i HurUf gibi garib ilimlerde çok iyiydi.
Tasavvuf'u Ahmed b. Süleyman es-Sı.ifı'den öğrenmiş ve
ondan Kadiri tarikatini almıştı. 987/1589'de Kostantiniye/
İstanbul'a gitmiş, orada Sultan Selim oğlu Sultan Murad'ın
ilgisine mazhar olmuş ve kalmıştı. Sultan 111. Murad'la (i.
1574-1595) dostluğunun sebebi olarak, sılfılere sevgisi olan
Sultanın onun anlattığı sılfı hikayeleri ve kullandıkları te­
rimlere ait açıklamalarıyla ilgili ününü duyup sarayına davet
etmesi zikredilir. Sultan'ın çevresinde bulunanlardan birisi
bir gün o Sultanın yanındayken yanlarına gelmiş ve: "Tıb
ve İlahi sırlarla ilgili ilimleriniz olduğunu duydum" diyin­
ce, İbn Hakim: "Evet, İlahi bitki kökleriyle tedavi ediyorum''
diye cevap vermişti. Ne yazık ki Sultanla olan dostluğu kıs­
kanılmış ve sonunda (muhtemelen Tıb) talebelerinin bir
desisesiyle saraydan ve Sultanın dostluğundan mahrum
bırakılarak Mısır'ın ücra köşelerine sürülmüş (1002/1593),

121 Özçelik 2007, s. 77-78.

64
S E L İ M KA L B İ N FİZYO LOJ İ S İ -·--

bir süre sonra Kahire'ye girmesine müsaade edilmişti. Daha


sonra da Şam'a gelmişti. Ama Sultan'la olan sohbetine hiç
kavuşamamıştı. İbn Hakim, bir keresinde bir hastasını için
tedavi için bir fincana bazı yazılar, sırlar ve işaretler yazmış,
bu fincan uzun süre hastaların kullanarak şifa buldukları bir
fincan olmuştu. Bilad-i Rum'da/Anadolu'da 1007'de vefat
etmiştir. 1 22

32. Şuuri Hasan Efendi (v.1115/1693)

Halep'li olup İstanbul'da maliye dairesi halifesi iken


vefat etmiş olan Şuı1ri Hasan Efendi, şair, hekim ve dilci­
dir. Tasavvufa meyli, hayatının sonlarına doğru başlamış ve
Halvetiyye tarikatine girmiştir. Ta'dilu'l-emzice adlı eserin­
de hangi müzik makamlarının hangi hastalıklara iyi geldiği
konusunu incelemiştir. Divan ve Ferheng-i Şuuri adlı edebi
eserlerinin yanında Terceme-i Pend-i Attar adlı ünlü muta­
savvıf Feridüddin Attar'ın Pendname'sinin tercümesi de bu­
lunmaktadır. 123

33. Mustafa Efendi (XVIII. asır)

Kastamonu'daki Ali b. Süleyman b. Ali Daru'ş-Şİfası


resmi/maaşlı şeyhi idi. Özellikle sara, delilik gibi akıl ve ruh
hastalıklarını tedavi ederdi.124

34. Ömer Şifai (v.1155/1742)

Sinop'ta doğmuş ama Bursa'da ikamet etmiş, edebiyat


ve tasavvufa büyük ilgisi olan bir tabibdi. Gençliğinde Kon­
ya'ya giderek Mevleviliğe girdi. Çilesini ise İstanbul Yeni-

122 İsa 1402/1982, ss. 485-486.


123 Bkz. Turabi 2005, s. 149-150.
124 Konuyla ilgili arşiv belgesi için bkz. Işık 2015, ss. 65.

65
------ TASAVV U F VE TIP ------

kapı Mevlevihanesi'nde çıkardı. Bilahere Tıp'la ilgilenmeye


başladı. Bir halveti şeyhinin telkiniyle Bursa'ya yerleşti. Tıb­
bi bilgisini ilerletmek için Suriye ve Mısır gibi doğu ülkele­
rini olduğu kadar Batı'yı da dolaştı ve öğrendiği Latince'yle
tıbbi eserlerden, özellikle Paracelsus'un eserleriniden fayda­
lanarak Osmanlıca tıbbi eserler yazdı. Kimyanın Osmanlı
Tıbb'ında uygulanmasında da katkıları oldu. Düşüşe başla­
mış olan XI/XVII. asır tebabetinin yeniden canlandırılması
için çok çalışmıştı. El-Cevherü'l-feridfi Tıbbi'/-cedid (basit
ve birleşik 25 ilacın hazırlanışıyla ilgilidir), Minhacu'ş-şifoi
fi Tıbbi'/-Kimyai, Ravzat'u'n-necat (Farmakoloji'ye dairdir),
Mürşidu'/-muhtar fi İlmi'l-Esrar (Tıbbi Kimya'ya dairdir),
Kitabu'l-mizanfi'l-eşribe, Risalefi alati't-Tıbbiyye, Şifou'l-es­
kam, Tuhfetü'l-ahbab, Kanimu'r-Reşad fi tedbiri'n-nüfit­
si ve'/-ecsad, Müfredatu't-Tıb gibi eski Tıp-yeni Tıp farkı,
bunların tıbbın gelişmesi için kullanılması gibi konularda
çalışmaları125 ve ayrıca Kitabu'n-nebilt adlı126 akrabazin/ilaç
formüllerini içeren bir el kitabı vardı 1 27

35. Erzurumlu İbrahim Hakkı (v.1194/1780)

11 15/1703'te Erzurum'da doğmuş, sonra babasıyla


birlikte Siirt-Tillo'ya gitmiştir. Babasının vefatından sonra
Erzurum'a geri dönmüş olan İbrahim Hakkı, orada birçok
ilim tahsil etmiştir. Tasavvuf neşvesinin babasından olduğu­
nu ispatlarcasına Tillo'ya gidip onun şeyhi Fakirullah'a in­
tisab etmiştir. Fakirullah 1147/1734'te vefat edince, tekrar
Erzurum'a dönmüş, 1 160/1747'de İstanbul'da Sultan Mah­
mud'la tanışmış, takdirini kazanmış ve saray kütüphanesin-

125 Bkz. Okumuş 2007, s. 82-83; Osman Şevki 1341/1925, s. 163.


126 Okumuş 2007, s. 83.
127 Bkz. Baytop 1989, s. 287.

66
S E Lİ M KALB İ N FİZYO LOJ İ S İ

de çalışmasına izin verilmiştir. Astronomi gibi fen bilim­


leri kitaplarını burada çalışmış olmalıdır. Ders de vermesi
kaydıyla Erzurum'daki meşhur Abdurrahman Gazi Türbesi
türbedarlığına atanmış, bu yıllarda aynı zamanda Hatib Ca­
mii imamlığı da yapmıştır. Daha sonra yerine oğlunu tayin
ederek kendisi, ilmi faaliyetleriyle daha çok meşgul olabil­
mek için vaktinin büyük bölümünü Hasankale'deki evinde
geçirmeye başlamıştır. 1 194/1780'de vefat etmiş ve şeyhinin
türbesinde ayak ucuna defnedilmiştir. Ölmeden önce, güneş
doğduğunda, ışınlarının istediği yere vurmasını sağlayan bir
ışık düzeneği hazırlayacak kadar Fen Bilimleri'nde hazık/
derin bilgi sahibi ve bunu şeyhi/hocası Fakirullah'ın kabri­
nin başucuna ayarlayacak kadar bir şeyhe/hocaya karşı hür­
metkar bir ilim adamı idi.
Erzurumlu İbrahim Hakkı, Nakşiliği tam sünni bir
tarikat olarak görür ve kuvvetli bir ihtimalle kendisi de
Nakşidir. Üzerinde en çok etkili olan sı1fi ise, eserlerinde
isim vererek veya vermeden referanslarda bulunduğu Gaz­
z:ili'dir. Kainattaki ilahi harikaları anlattığı bölümlerde, her
pasajın sonundaki "Bunları yaratan Allah'ı tesbih ederim/O,
ne yücedir" gibi klişelere varıncaya kadar Gazz:ili'yi okuyan
herkesin tanıyacağı cümleleriyle bitirir. O, yaratıcı olarak
Allah'ı kabul ve ikrar ettikten sonra olguların nasıl açıklan­
dığına önem vermez. Nitekim o, hayvanla insan arasındaki
geçiş varlığının maymun olduğunu belirtir ki bu fikir, La­
marc ve Darwin'in fikrinden, yaratıcı ve seçiciyi/irade edici
olarak tabiatı değil, Allah'ı kabul etmesiyle ayrılır. İbrahim
Hakkı, Farabi'nin sudur/varlığın Hak.k'tan yayılması nazari­
yesini de kabul eder. Hz. Peygamber'in "Dünya işlerini siz
daha iyi bilirsiniz" sözüne binaen yeryüzünün yuvarlaklığı,

67
------- TASAVVUF V E TIP -------

yıldırım, ses dalgaları, gök kuşağı gibi bütün astronomik ol­


guları akli ve ilmi delillerle açıklar. Marifetndme adlı bütün
ilimlerle ilgili bölümlerin bulunduğu ünlü ansiklopedik ese­
rinde, insan anatomisi ve fizyolojisi hakkında verdiği tıbbi
bilgiler, herkesin malumudur. Kitabının bazı bölümleri, "in­
san organlarının en büyüğü kalbi, en küçüğü cildidir"128 gibi
çok ilginç tesbitler içerir. Tıbbi bilgilerde de iyi bir Gazzali
takipçisi olduğu söylenebilir. Psikoloji'de ise İ bn Sina'nın
devamı sayılabilir. Özellikle ilm-i kıyafet denince, alda ge­
len ilk isimlerden birisidir. Tertibu'l-ulum adlı eserinde dini
ilimler yanında Felsefe, Matematik, Coğrafya, Astronomi,
gibi fen ilimlerinin de önemine vurgu yapar. Divan, "Nefsi­
ni bilen kendini bilir" sözünün ayet ve hadislerle açıklaması
sayılabilecek olan Mecmuatü'l-İr:foniyye (tam adı: Mecmua­
tü'l- Vahddniyye fi Ma'rifeti'n-nefsi'r-Rabbdniyye); Mecmua­
tü'l-insdniyye fi mdrifeti'l- Vahddniyye; Ci/du'l-kulub, Süluk-i
Nakşbendiyye, Rdzndme gibi tasavvufi eserleri, içerisinde çe­
şitli dini ilimler yanında Astronomi'yle ilgili bir cep tahtası­
nın da bulunduğu üç dilde telif edilmiş Mecmuatü'l-medni;
Astronomi'yle ilgili görüşlerini derlediği A'mdl-i Felekiyye,
filozofların astronomiyle ilgili eserlerini okumanın inancı
bozacağını söyleyerek bunları bıraktığını söylediği Hey'e­
tü'l-İsldm gibi eserleri yanında, Kenzu'l-fatith gibi birçok şiir
kitabının müellifıdir.129

128 Bkz. İbrahim Hakkı 1974, c. 1, s. 32.


129 Detaylar için bkz. Bursalı 1333, c. 1, ss. 33-34; Çağrıcı 2000, ss. 305-31 1.

68
S E L İ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ

36. Abdulfettah b. Muğayzil b. Mustafa b. Abdulbaki


b. Abdurrahman b. Muhammed/el-Maruf:
İbn Muğayzil eş-Şafii ed-Dimeşki (v.1195/1781)

Kendisiyle tanındığı adı "İbn Muğayzil" olan bu zat,


genel olarak "edib, tabib ve hakim" olarak takdim edilir. Tıp
İlmi ve Hikmet'te tam bir vukuf sahibi, ahlakı, muaşereti
güzel bir zat idi. Kendisinden Hadis ilmi okuduğu kişiler
vardır. Ünlü mutasavvıflardan Abdulğani en-Nablüsi'den
(v.1 143/1731) ders almıştır. Ömrünün sonlarına doğru,
eş-Şeyh Ömer el-Bağdadi'den Şam'da İbnü'l-Arabi'nin el­
Futuhdt el-Mekkiyye'sini, Müeyyedüddin el-Cendi'nin Şerhu
Fusüsu'l-Hikem'ini okumuştur. Tıb'da kendisine müracaat
edilen, tedavi eden birisiydi. Ömrünün sonlarına doğru ya­
kalandığı mafsal hastalığı sebebiyle evinden dışarı pek fazla
çıkmamıştı. Hastalığı giderek artmış ve nihayet 1 1 95 Re­
biu's-sani'de ölmüştü .130

37. Müstakimzade Süleyman Sadeddin Efendi


(v. 1202/1788)

Ünlü biyografi ilimi, mutasavvıf ve hattat olan Müs­


takimzade, 1 1 13 1/1719'da İstanbul'da dünyaya geldi. Ba­
bası, Sadrazam Seyyid Hasan Paşa Medresesi müderrisle­
rinden Mehmed Emin Efendi'dir. Babası yanında, İstan­
bul'daki birçok ilimden ders aldı. Tasavvuf'ta intisabı, Nakşi
Şeyhi Mehmed Emin Tokidi idi. Müstakimzade Süleyman
Sadeddin Efendi'nin, Mecelletü'n-nisdb, Devhdtü'l-meşd­
yih, Tuhfe-i hattdtin gibi biyografik, Risdle-i tdciyye, Tuhfe­
tü'l-erdm, Risdle-i Meldmiyye-i Şüttdriyye, Akidetü's-sufiyye
gibi dini, Tasavvufi ve bazı edebi eserleri yanında1 3 1 Cihd-
130 İsa 1402/1982, s. 270-271.
131 Yılmaz 2006, ss. 1 13-115.

69
------- TASAVVUF VE T I P

du'l-macunfi ha/asi mine't-tdun adlı, taun hastalığıyla müca­


deleyle ilgili bir eseri vardır. 1 32

38. Gevrekzade Hafız Hasan Efendi (v. 1216/1801)

Muhtemelen, 1140/1727 tarihinde doğmuştur. Bir


taraftan medrese eğitimi alırken, diğer taraftan dönemi­
nin ünlü hekimlerinden Tıp dersleri aldı. Süleymaniye Tıp
Medresesi Müderrisliği ve bir süre de başhekimliğinden,
Osmanlı Sarayı'nda başhekimliğe kadar yükselen Hafız
Hasan Efendi'nin aslında güçlü bir tabibliği olmadığı, hat­
ta Sultan I. Abdülhamid Han'ın, Özi Kalesi'nin düştüğünü
öğrendiği anda geçirdiği beyin kanamasını tedavide başa­
rısız kaldığı için başhekimlikten azledildiği de kaynaklarda
verilen bilgiler arasındadır. Bir müddet Halep Mevleviye­
ti/Kadılığında da bulunan Hafız Hasan Efendi, Halveti
tarikatine mensuptu. Nakşbendi ve Baymami tarikatlerine
intisabı da vardı. Önce Tasavvuf, sonra Tıb'la ilgili eserler
vermiştir. Neticetü'l-fikriyye fi tedbbiri veladeti'l-bikriyye,
Risdle-i Tıbbiyye, Gayetü'l-müntehdfi tedbiri'l-merzd. Terce­
me-i Paraklisits, Micennetü't-tdun ve'l-vebd, Mürşidü'l-libds
fi terceme-i İspagorya, Nikris Risalesi, er-Risaletü'l-Mitsikiy­
ye mine'd-devai'r-rithdniyye gibi Tıpla ilgili eserleri yanında
Mevlevi tarihinin temel kaynaklarından Ahmed Efiaki'nin
Menakibu'l-Arifin'inin ve Gazzali'nin er-Risaletü'l-Ledün­
niye adlı eserlerinin tercümeleri olan çalışmaları, Firasetnd­
me, bazı tasavvufi risalelerin tercümesini içeren Mecmua gibi
tasavvufi eserleri vardır. 133

132 Muslu 2004, s. 657.


133 Detaylar için bkz. Turabi 2005, ss. 27-86.

70
S E L İ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

39. Şeyh Ahmed Efendi (XIX. Asır)

Musul ve mülhakatında takdire şayan bir hekimlik


yaptığı belirtilen Alemdar Şeyh Ahmed Efendi (XIX. asır)
özellikle sara, delilik, gibi akıl ve ruh hastalıklarını tedavi
ederdi.134

40. Şeyh Hafız Ahmed İzmidi (v.1214/1899)

Hüdayi Şeyhi Ruşen Efendi'nin müridlerinden Şeyh


Hafız Ahmed İzmidi' nin (v. 1214/1899) Tıbb'a dair bir eseri
vardı.1 35

41. Yemezzide Süleyman Rüşdi Efendi


(v.1250/1834)

Uşşakiye'den Şeyh Yemezzade Süleyman Rüşdi Efendi


(v. 1250/1834), daha önce adı geçen ünlü tabib Nidiii An­
karavi'nin Mentifıu'n-Ntis isimli Tıbb'a dair eserini istinsah
etmiş/eliyle yazarak çoğaltmış, istinsah sırasında esere ko­
nusuyla ilgili 7 varaklık bilgi ve 9 varaklık şiir eklemişti.136

42. Abdullah Sermest Efendi (v.1298/1882)

Kilisli Şeyh Abdullah Sermest Efendi (1235/18 1 9-


1298/1882), Doğu Türkistan asıllı bir ailenin çocuğu ola­
rak Kilis'te doğdu. Küçük yaşta anne ve babasını kaybetti
ve bir baba arkadaşının yanında büyüdü. Kavalalı İbrahim
Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa, Kilisi işgal edip de halkı istedi­
ği şekilde askere aldığı yıllarda, onu da Mısır'a asker olarak
götürdü. Orada Colit adlı bir Fransız doktordan Tıp tahsil
etti ve hasta tedavi edecek seviyeye geldi. Kahire'ye yerleşti.
134 Konuyla ilgili arşiv belgeleri için bkz. Işık 2015, s. 64.
135 Yücer 2004, s. 849.
136 A. y. , s. 849.

71
------- TASAVVUF V E TIP -------

1263/1846 yılında gittiği Hac'da Nakşi şeyhi Muhammed


Can'la tanıştı ve Mekke'de kaldı. Türkçe, Arapça ve Farsça
şiirleri vardır. 137 Tıbba dair bir kitabı vardı ancak Fransız
bir araştırmacı alıp bir daha geri getirmemişti.138

43. Hasib Dede {XIX. Asır)

Mısır Valisi İbrahim Paşa'yla (v. 1264/1848) birlikte


Mısır'a giden bir sufı: olan Mevlevi/Konya Asitane aşçıbaşı/
neyzenbaşı Hasib Dede orada Tıp tahsil etmişti.139

44. Hacı Ali Paşa {v.1333/1917)

Nakşbendi Hacı Ali Paşa, askeri Tıbbbiye mezunuy­


du. Mezun olduğu Darulfünun'da yıllarca Nebatat/Botanik
dersleri vermişti.140

" Tabakatü'l-etibbd kitapları incelenerek bu listenin daha


da uzatılması mümkündür ancak bu kitabın amacı doğrul­
tusunda burada kesmek yerinde olur", diyor ve burada kesi­
yoruz.

B. il. Tedavi Etme Yeteneği Olan Sôfiler


Daha önce bahsettiğimiz Tıp ilmiyle ilgilenen veya ta­
bib olan sufı:ler yanında, halkın, tedavi edici tasarruflarından
faydalandığı ve tedavi için kendi usulünce çok farklı metod­
lar kullanan sufı:ler de vardı:

137 Bu şiirler divan halinde biraraya getirilmiştir: Abdullah Şahin, Abdullah


Sermest Divanı, Ankara 1999.
138 Azamat 2002, s. 18. Ayrıca bkz. Yücer 2004 , s. 849.
139 Yücer 2004, s. 849.
140 A.y., s. 849.

72
S E Lİ M KALB İ N FİZYOLOJ İ S İ

1. İbrahim Havvıis (v.291/904) hacamatçılık yapardı.


Kan aldırmak için dükkanına gelen fakirlere et alıp pişirir
ve yedirirdi.141
2. Hallıic-ı Mansôr (v.309/922), dualarıyla ve dokunu­
şuyla insanları tedavi ederdi. Hücviri'deki bir hikayede geç­
tiğine göre, dalağı ağırdığı için onun yanına gelen birisinin
dalağını eliyle ovduğu zaman hemen şifa bulmuştur.142
3. Kadiriliğin kendisine nisbet edildiği Şeyh Abdulka­
dir Geylıini (v.562/1166), anadan doğma kör, kötürüm, felçli
ve cüzzamlı bir hastaya "Allah'ın izniyle ayağa kalk'' demiş ve
hasta da hemen o anda ayağa kalkmıştır. Onun elinde buna
benzer yüzlerce keramet gerçekleşmiştir.143
4. Sa'deddin Cebıivi/Cibıivi (v.575/1 180), başta akıl
hastalıkları olmak üzere birçok hastalığı tedavi edebilirdi. Ce­
havi'nin halifelerinden Şeyh Abdullah Yunus da onunla bir­
likte haçlılarla savaşmak için Mekke'den Şam'a gitmek için
yola çıkmış ve Şam'ın güneyindeki Buhsa'da bir tekke kur­
muştu. Bu tekkede asker için ilaç imal ederdi.144
5. Şerns-i Tebrizi (v.645/1247), Hz. İsa gibi nefesiyle
insanları iyileştiren145 olduğundan "İsa nefesli" diye nitelen­
dirilirdi. Hatta çocukken hikmetin verilmesi açısından da
Hz. İsa'ya benzetilirdi. Zira o, çocukken, Allah'ı ve melekle­
ri, görür, herkesin de gördüğünü sanırdı.146

141 Cami 1995, s. 303.


142 Hücviri 1982, s. 491.
143 C:imi 1995, s. 728.
144 Yücel 2008, s. 388
145 Hz. İsa'nın körleri ve alaca hastalarını iyileştirmesi, Allah'ın izniyle nefesiyle/
üflemesiyle ölüleri diriltmesi Kur'anda Onun mucizeleri zikredilmiştir (bkz.
mesela Aı-i İmran 3/49). Ekberi ekol sufıleri, onun bunları kesret/çokluk
kayıtlarından kurtulup "Allah'ın sıfatlarıyla sıfatlandığı" Ama' mertebesine
yükseldiği zaman yaptığını söylemektedir. Mesela bkz. Fergani 1428/2007, s. 41.
146 Eflaki 1987, c. 2, s. 94.

73
------- TASAVVUF V E TIP -------

6. Sadreddin Konevi (v.673/1274), kitaplarında bazen


pratik tebabeti/tıbbı ilgilendiren hususlara değinir. Kütüp­
hanesinde arasında tıp kitapları da bulunmasına bakılırsa,
Tıp'la da yakından ilgilenmektedir. Hatta hocası ve üvey ba­
bası İbnü'l-Arabi'nin ölümünden sonra Malatya'dan Kon­
ya'ya geliş sebebi, Konya eşrafından/zenginlerinden birisi­
nin oğlunu tedavi etmesidir.

Menkıbeye göre, Sultan Alaeddin zamanında ga-


yet zengin, hizmetçilerinin sayısını bile bilmeyen "Hace-i
Cihan" adında bir zat var idi. Bu zatın evladları arasında bir
oğlu vardı. Birgün bu çocuk sara hastalığına yakalandı. Ha­
ce-i Cihan, oğlunun iyileşmesi çin çok mal ve mülk harca­
dı ama çare bulunamadı. Günlerden birgün, Hace-i Cihan,
Şeyh Sadreddin Konevi'nin yanına gelip, oğlunun derdini
anlattı ve Allah'ın izniyle ona bir çare bulması niyazında
bulundu. Şeyh Konevi, ona: "Oğlunun ve validesinin/anne­
sinin adı nedir?" diye sordu. Hace-i Cihan: "Oğlanın ismi
Ali Can, validesinin adı, İsmihan'dır" dedi. Konevi, hizmet­
çilerine: "Bir divit ve kalem getirin" dedi. Getirdiler. O şu
duayı yazdı: "Taşlanmış şeytandan Alim ve Semi/her şeyi du­
yan Allah'ın adı ile başlarım. Kendi isminin maiyyetinde sema
ve arzda/yeryüzünde hiçbir şeyin zarar vermediği kimsenin adı
ile başlarım. O işitendir, bilendir. Allah'ın gazabından, kulla­
rın şerrinden ve şeytanların vesveselerinden Allah'ın tam ismi­
ne sığınırım. Al/ahım! Fitnecilerin fitnesinden sana sığınırım.
Kadim, ezeli ve ebedi Allah bizeyeter. Kadın olsun, erkek olsun,
müminlerefitne edip sonra tevbe etmeyen kimseler için şiddetli
cehennem azabı vardır" Şeyh Konevi, sonra çocuğun arakiy­
yesini istedi; getirdiler. Şeyh, duanın yazılı olduğu kağıdı
mumlayıp yeşil bir tafta içine koyup bu arakiyyeye iliştirerek

74
S E Lİ M KALB İ N Fİ ZYOLOJ İ S İ

arakiyyeyi çocuğa giydirmesini, böylece çocuğun hastalıktan


kurtulacağını söyledi. H:lce-i Cihan, şeyhin ayaklarını öptü
ve söylediklerini aynen uyguladı. Oğlu hastalığından iyileşti.
Hace-i Cihan, evini boşaltıp Şeyh'e hediye etti. O da ora­
yı hangah/dergah olarak kullandı. Bu olaydan sonra Şeyh
Konevi'nin dua-i şerifi şöhret bulup, hastası olan ona koştu.
Şeyh Konevi, "Bu dua-i şerifi her ne türlü hastalık için yazar­
larsa, deva ola ve her ne hacet için götürürlerse, hacetleri reva
ola" diye duasına eklerdi.147 Günümüzde, özellikle konuşa­
mayan çocuklar, Anıt civarında bulunan Konevi türbesine
götürülür, dua edilir ve ağızlarına bir ayakkabı ile vurulma­
sından sonra çocuk, konuşmaya başlar. Bu, onun şif:lcılığının
günümüzdeki devamı sayılabilir.

7. Kara Ahmet (VIII/XIV. asır): "Hekim" diye bilinir­


di148 ama hakkında başka bir bilgiye ulaşamadık.

8. Eşrefoğlu Rumi (v.874/1469-70) gibi birçok sufi


de tabib olmamalarına rağmen rukye/okuma, dua veya şi­
irle tedavi edebilen kişilerdir. Eşrefoğlu Rumi, Fatih Sultan
Mehmed'in eşi Mükerreme Sultan'ın dilindeki yarayı (ek­
/eyi) tedavi etmesi için davet almış ama gitmek istememiş,
ancak davet iki-üç kez tekrarlanınca, kendisini gitmek zo­
runda hissetmiştir.149 Gittiğinde, cebinden çıkardığı bitkisel
bir şekere üfleyerek Padişah'a uzatır ve hastaya vermesini
söyler. Şeker hastanın ağzında tamamen eridiği zaman, has­
talığı geçmiştir bile.150

147 Bkz. Muhammed Emin Dede 2004, s. 132-133.


148 Bkz. Araz 1984, s. 425.
149 Pekolcay ve Uçman 1995, 481 .
150 Kaynak ve detaylar için bkz. Işık 2015, s. 63.

75
------ TASAV V U F VE TIP ------

9. Ahmed Buharı (v.922/1516): İstanbul'da ilk Nakş­


bendi tekkesini kuran kişidir. Tedaviyle uğraşmayı hiç is­
temediği halde ısrarlar üzerine zaman zaman hasta tedavi
etmiştir. İleride "nazarla tedavi" konusunda biraz daha detay
vereceğimiz üzere, nabzı hareketsiz ve gözleri kapalı, ölü
gibi yatan bir hastayı iki günde ayağa kaldırmıştır. 151

Haddizatında bütün sılfıler, halk tarafından hastaları


bu yolla tedavi edebilme gücü olan insanlar olarak düşü­
nülmüştür. Zaten sfıfıleri/meşayıhı halka ulemadan/din bil­
ginlerinden daha yakın kılan özellikleri, hastaları mucizevi
bir şekilde nefesleriyle iyi ettiklerine olan inançtı. Onların
halkla samimiyet ve güvene dayalı ilişkiler kurabilmelerinin
en önemli sebebi bu olsa gerektir.

B. III. Bu Zümreye İlhak Edilebilecek/Eklenebilecek


Olanlar
Sufi olmasa da, hatta tasavvuf karşıtı olarak bilinse de
kendisine özgü bir tasavvuf anlayışı olduğu Mefatihu'l-ğayb
adı tefsirinin adından ve içeriğinden kolayca anlaşılan Fah­
reddin Razi {v.606/1210) de bu gruba eklememiz çok yanlış
olmayacaktır. Razi, Kelam, Fıkıh, Astronomi, Tıp, Matema­
tik gibi dalların hepsinde eserleri olan152 ve bunlarda tasav­
vufi bilgilerinide mebzı1lca kullanan bir alimdir. 153
Konuyla ilgili küçük bir çalışması bulunan Bayraktar,
Abdurrahman es-Sufi'den {v.376/986) de "sılfi bilim adamı"
diye söz ediyorsa da, 154 hayatıyla ilgili bilgilerde sı1fi oldu-

151 A. y. ' s. 583.


152 Yavuz 1995, s. 89 ..
153 Krş. Yüce 1996, hepsi.
154 Bkz. Bayraktar 1989, s. 53.

76
----- S E L İ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

ğuna dair bir bilgiye rastlanmamıştır.155 "Bu konuda eksik


olan belki ansiklopedi maddesidir" diye düşünüldüğünden
burada zikredilmesi uygun görüldü. Bu ve benzeri daha çok
örnek olduğu düşünülebilir.

Başka bir tabib-mutasavvıf olarak, daha önceki kaynak­


larda, Kanuni Sultan Süleyman' ın annesi Hafsa Hatun'un
tabibi olarak bilinen Manisa Daru'ş-Şifa'sında tabib olarak
görev yaptığı ve çeşitli baharatlardan hazırladığı mesir ma­
cununu her yıl Nevruz'da halka dağıttığı söylenen Halve­
ti-Sünbüli Şeyhi Merkez Efendi (v.959/1552) akla gelebilir
ama bu bilgiler, çağdaş araştırmacılarca doğrulanmamakta­
dır.156

C. TASAVVUF KİTAPLARINDAKİ
TIBBİ BİLGİLER
Tıbb'ı, İlmü'/-Ebddn/Bedenlerin İlmi, Tasavvufu da İ/­
mü'/-Ervah/Ruhların İlmi olarak tanımlayıp, birbirlerinin
mütemmimi/tamamlayıcısı olarak görmek mümkündür.
Ancak, Gazzali gibi birçok alime göre, "İki türlü ilim vardır:
Birisi, İ/mü'/-Ebdan/Bedenlerin İlmi, diğeri, İ/mü'/-Edyanl
Dinlerin İlmi. " Bu tespitten insanlar, şer'i ilimlerin temsil­
cisi olarak Fıkhı ve Tıbb'ı kastetmişlerdir; hatmi/tasavvufi
ilimleri kastetmemişlerdir. Çünkü insanın saadeti, sıhhatli
bir bedenle adil olarak yönetilen bir ülkede yaşamakta aran­
malıdır. Bedenin selameti, toplum halinde yaşama ve beşeri
ihtiyaçlar husununda yardımlaşmadadır ki bu, sultanın ada­
letiyle ilgilidir. Sıhhatin sebepleri ise tabibin deruhtesin-

155 Bkz. Aydın 1988, s. s 172-173.


156 Bkz. Ö ngören 2004, s. 201.

77
------- TASAV V U F V E T I P -------

dedir. 157 Burada Gazzali, Tıp ilminin de Fıkıh ilminin de


dünyevi işlerin salahıyla ilgili olduğunu söyler. Hatta bazı
açılardan Fıkıh'ı üstün görürken bazı açılardan Tıbb'ı üstün
tutar ve bu babda kendisine yapılabilecek olan "Neden bu
ilimleri eşit saydın? Bedenin salahı dinin salahı için gerekli
değil midir?" şeklindeki eleştirilere şöyle cevap verir: "Allah'a
yaklaşmaya çalışan, bunu bedeniyle değil kalbiyle yapar. Bu­
rada 'kalb'le, et parçası olan ve duyularla bilinebilecek olan
kalbi kastetmiyorum; duyularla algılanamayan ve bedende­
ki [ruh, sır, sırru's-sır gibi) latifelerin bir parçası ve Allah'ın
sırlarından birisi olan kalbi kastediyorum. Buna bazen 'ruh'
bazen 'en-nefsü'l-mütmainne' denir. Dinde adı 'kalb'dir.
( . . . . ) Beden, hac yolunda kendisini taşıyan deve veya ihti­
yaç duyduğu saka/sucu gibi bu latif maddeye, hizmet eder.
Bu sebeple, maksadı bedenin maslahatı olan her ilim, bu
bineğin maslahatlarındandır. Tıbb'ın da bunlardan olduğu­
na şüphe yoktur. Bu haliyle Tıp ilmi yalnız yaşayan insa­
nın bile muhtaç olacağı bir ilim iken, Fıkıha ihtiyaç, toplum
halinde yaşamaktan, insanlar arasındaki husılmetlerdern
kaynaklanmıştır. 158 Ancak insan, yalnız yaşayamaz. Çünkü
ekip biçerek yiyeceğini elde etme, pişirme, giyim-kuşamını
karşılama ve bunlar için gerekli aletleri tek başına yapma
gücünde yaratılmamıştır ve toplum halinde yaşamak zo­
rundadır. İşte Tıp İlmiyle beden içindeki organların itidali
korunurken, siyaset ve adaletle (Fıkıh ilmiyle) de bedenin
dışındaki yani toplumdaki itidal ve birliktelik muhafaza
edilmeye çalışılır.159 Çünkü fakih, idarecinin muallimi ve

157 Gazzali 1412/1992, c. 1, ss. 91-92.


158 Gazzali burada, Fıkhın muamelat kısmını asıl fıkıh olarak ele alınış
göıiinmektedir. Bilindiği üzere, daha sonraları, ibadetler de Fıkıh'tan
addedilmiştir.
159 Gazzali 1412/1992, c. 1, ss. 91-92.

78
S E L İ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ

halkı nasıl yöneteceğini öğreten mürşiddir.160 Kısaca, beden­


deki ahlatın (kan, safra, sevda, balgam) itidalinin yolunun
ilmi, Tıb; insarıların muamelat/birbirleriyle ilişkileri ve fiil­
lerindeki hallerinin itidalini korumak ilmi de Fıkıh'tır. Ama
burıların hepsi, bedenin korunmasına yöneliktir ve bilinme­
leri gerekir. Fakat bu ilimlerde derinleşip de mükaşefe ilmini
öğrenmeyen kimse, ömrünü Hac yollarının veya hacılara su
dağıtım merkezlerinin yolları üzerinde çalışmakla geçirip de
Hacca gitmeyen kimseye benzer."161 Gazzali, konuyu başka
bir yerde ise şöyle izah eder: "Aslında ben bu iki ilmi (Tıb ve
Fıkıh ilimlerini) eşit tutmadım. Fıkıh birkaç yönden Tıp'tan
daha faziletlidir. Mesela Tıp ilmi, sadece hasta insarılar için
behemehal gereklidir ama hasta insanların sayısı azdır. 162
Fıkıh ise sağlam veya hasta herkes için şarttır. Ayrıca Fıkıh,
ahiret yolu ilmine mücavir/komşu bir ilimdir. Çünkü organ­
ların amellerine bakar. Orgarılar da kalblere bitişiktir. Oysa
Tıp, tamamen bedenin evsafından/fızyolojisinden ibaret
olan sıhhat ve hastalıkla ilgilenir; kalp ilmiyle ilgisi yoktur.
Bu açıdan Fıkıh, Tıp'tan daha şereflidir denebilir."1 63 Öyle
ki Tıp kitapları biriktiren kimsenin yaşadığı beldede bir ta­
bib varsa, burılar onun haviic-i asliyyesinden/temel ihtiyaç­
larından sayılmaz. Ancak tabib bulunmadığı durumda asli
ihtiyaçlarından sayılabilir. 1 64 Zaten Gazzali'nin onu dünyevi
ilimler arasında saymasının sebebi de budur.

160 Bkz. a. y. , c. 1, s. 34.


161 A. y. , c. 1, ss. 91-92.
162 Buradan o devirde hastaların sayısı günümüzdeki gibi çok olmadığını
çıkarmak mümkündür. Günümüzde hasta olmayan insan yok gibidir. Üstelik
günümüzde Tıp, "koruyııcu hekimlik"le sıhhatli kalmanın yollarını öğretmesi
açısından sıhhatli kişiler için de gerekli hale gelmiştir.
163 Gazzali 1412/1992, c. 1, ss. 37-8.
164 A. y. ' c. 1, s. 246.

79
------- TASAV V U F VE T I P -------

Gazzali, risalelerinde ise Tıp ilmine başka bir açıdan,


insanın kendisini tanıması açısından bakar ve insanın nefsi­
ni tanımasının önemli bir parçası olarak İlmü't-Teşrih/Ana­
tomi ve Tıp ilminin büyük ilimler olduklarını ama insan­
ların çoğunun bundan gafil olduklarını söyler: "Nefsine ve
orada Allah'ın yaratmış olduğu harikuladeliklere bakan, Ya­
ratıcısının kem:ilini, hiçbir şeyden aciz olmadığını, lütfunun,
rahmetinin ve inayetinin bütün varlığı kapsadığını görür."165
Gazz:ili, organların teşrihini/açılımını bilmenin, zaruri bir
ilim doğuracağını söyler. 166
Tıp İlminin, İlahi dinlerde çok önemli olan nübüvvet/
peygamberlik bilgisi gibi olan ilimlerden olduğunu; onun da
nübüvvet gibi deneye değil, İlahi ilhama ve tevfıke/başarıya
ulaştırmasına dayandığını, çünkü tıbbi bilgilerin ve ilaçların
tesir şeklinin sırf akılla öğrenilemeyeceğini söyler. Haddiza­
tında bu tür bilgiler, anlamak için değil, taklid edilmek için­
dir. ı67 Tabibin verdiği ilaçları, nasıl tesir ettiğini araştırmak
yerine "iyileşmek için" nasıl hemen kullanırsan, peygambe­
rin önerdiği ib:idetlerin de sebebini ve tesirini araştırmadan
hemen uygulaman gerekir. Aslında uyguladığın zaman bun­
ların doğru olduğunu anlarsın; ama sırf akılla bunu anla­
man mümkün değildir. 168 Nübüvvet, tasavvufyoluna sülı1kla
"zevkan/tadarak" bilinir. Çünkü bu insana verilen uyku gibi
gayb :ilemine götüren ve nübüvvetten bir örnek olabilecek
bir özellik varsa da peygambere verilen bütün özelliklerin­
den birer örnek verilmemiştir. Bunun için nübüvveti akılla
asla anlayamazsın. Bunlar tasavvuf yolunun başlangıcında

165 A. y. 1409/1988, c. 5, s. 141.


166 A. y. 1414/1994, c. 3, s. 13.
167 A. y. ts. , s. 150.
168 A. y. ts, s. 153.

80
S E L İ M KA L B İ N F İ Z YO LOJ İ S İ

olan olaylardandır ve bunlarla sana bir nevi zevki bir bilgi


ve müteakiben bir tasdik oluşur. Nübüvvetin aslını anlamak
için insana bu yeter. Bir kişinin peygamber olup olmadığı
hakkında şüphen oluşursa, müşahede/kalp gözüyle görmek,
mütevatir/yalan üzerine birleşmesi mümkün olmayan çok
sayıda kişiden duymak gibi yollarla veya normal haberle
işiterek onun hakkında bilgi almakla bu şüpheni giderirsin.
Nitekim, Tıbb'ı ve Fıkh'ı bilirsen, tabib ve fukahayı da hal­
lerini müşahede ederek veya onları göremediğin durumda,
sözlerini işiterek anlamaya çalışırsın. Tıb'dan birşeyler bil­
mek ve kitaplarını okumak sılretiyle, mesela Calinus'un/Ga­
len'in (M. Ö. 200-131) tabib olduğunu, taklidi değil hakiki
bir şekilde öğrenirsin ve bu konudaki bilgi, zaruri ilim gru­
buna girer. Aynı şekilde nübüvvetin manasını bildiğin ve
Kur'an'ı çokça okuduğun zaman, Hz. Peygamber'in pey­
gamberliğin en yüce derecesinde olduğu konusunda sende
zarı1ri bilgi oluşur ve dediklerini tecrübe etmek/müşahede
suretiyle de onların doğruluğunu anlarsın.169 Deneye dayan­
mayan ve duyu organlarından kaynaklanmayan bütün bilgi­
ler ilham olduğundan, Tıp ve nübüvvet ilminin en azından
bilgiye ulaştıran yollarda buluşmaları mümkündür. Belki de
bu sebeple birçok peygamber, ümmetine dini öğretmenin
yanında tıbbi bilgiler de vermiştir. Ama özellikle Hz. İsa (a.
s.), yaşadığı devirde tebabet önemli olduğu için ona tedavisi
zor hastalıkları tedavi, hatta ölüleri diriltme gücü verilmiş­
ti.1 70

Tıp ilmindeki te'lifleriyle de tanınan müfessir Fahred­


din Razi (v.606/1210),17 1 Besmele'nin tefsirinde "er-Rah-

169 A. y. ts , ss. 150-151. Ayrıca bkz. a. y. 1409/1988, c. 7, s. 19.


170 Bkz. Maide 5/110.
171 Biyografisi için bkz. Yavuz 1995, ss. 89-95.

81
TASAV V U F VE T I P -------

man er-Rahim'' kelimesindeki "rahmet"i açıklarken, bu


rahmetin işaretlerinin en mebzı11 şekilde görüleceği insan
vücudundan örnek vermek ister. Bu gayeyle, Calinus'un/
Galen'in, gözün kısımları hakkında bir kitap kaleme alma­
sının hikayesini anlatır ve burada, sufüerin bilgi yollarından
olan "ilham"la ilgili çok güzel bir değerlendirmede bulunur:
Calinus, gözün kısımlarını anlatırken, Allah'ın, aynı yerde
kesişen iki siniri yaratmasındaki hikmeti açıklamaz. Bunun
üzerine, rüyasında bir melek gelir ve bu hikmeti neden sak­
ladığını sorar. Korkuyla uyanan Galen, hemen konuyla ilgili
bir kitap yazar. Başka bir seferinde de, dalağının büyümesine
engel olamamanın çaresizliği içinde kıvranırken, bir mabet­
te, sanki bir melek gökten inip ona "serçe parmağıyla şeha­
det parmağı arasındaki damarı yarmasını" söyler. Söyleneni
yapar ve derdinden kurtulur. Fahreddin Razi, bu alıntıların
hemen arkasına şu değerlendirmeyi yapar: "Tıbbi bilgilerin
çoğu, başlangıçta bu tür uyarılar ve ilhamlara dayanır. İnsan
bu gibi konulara vakıf olunca, Allah'ın kullarına olan rah­
metinin kısımlarının, tesbit edilemeyecek kadar çok olduğu­
nu anlar."172 Bu arada hemen belirtelim ki bu tür bir anlayış,
sadece Müslüman alimlere değil, diğer dinlere mensub ilim
adamlarında da vardır. Mesela Calinus/Galen de ünlü tabib
Asclepios'un ilahi te'yidden faydalandığını düşünür, onun
tıbbının İlahi Tıp olduğunu söylerdi. Kendisi de, hastalığın­
dan kurtulduğunda daha önceki nezrini yerine getirirken,
Allah onu nurdan direkler içerisinde havada kendisine doğ­
ru yükseltmişti. 173

Tıbbi bilgilerin de başlangıçta deneye değil de ilhama


dayanması, Tasavvuf'la Tıbb'ın kesiştiği nokta olsa ge-
172 Razi 1988, c. 1, s. 5.
173 Zakiri 1421/2001, s. 49.

82
S E L İ M KALB İ N FİZYO LOJ İ S İ

rektir. Tıh gibi bütün tecrübi ilimlerin "tekrara dayanan


müşahedeye" yıini deneye; Tasavvuf'un "kalbi müşahede­
ye" dayanması ise bu iki ilinin kesiştiği başka bir terime,
yıini "müşahede"ye işaret etmektedir.174
Yukarıda sufı-tabib veya tabib sufüerden bahsederken,
eserlerinde verdikleri tıbbi bilgilerden de kısaca söz etmiş­
tik. Şu kadar var ki sufı, din ilmini beden ilminden üstün
tutar. Çünkü Tıp, sadece bedenin sıhhatiyle ilgilenir; oysa
beden zarüri olarak yok olacaktır. Din ilmi ise ahireti de içi­
ne alır; yani "ebede'l-abad/tamamen ebedi olanların ebedisi
bir şekilde devam edecek olan bir kalb ve bedenlerin tıbbı"­
dır.175 Daha önce sözü edilen Nahiv gibi Tıp İlmi de insan
hayatında "bir hafta ömrün kaldı" dendiği zaman iştiğal edi­
lecek kadar önemli değildir. Çünkü böyle bir anda, bu ilmin
insana yardımı olmaz. 1 76

Her hal ü karda, Tıh İlmi, semeresi açısından Hesap


ilmi {Matematikten de177 Felsefe'nin bir şubesi olan Tabi­
iyyattan da daha faydalıdır. Tabiiyyat, vücuda değişme ve
hareket ettirilmesi, yani ona hareket veren güç açısından ba­
karken, tabib bedene sıhhat ve hastalık açısından bakar. Tıh,
kendisine mutlaka ihtiyaç duyulan bir ilim olması açısından
Tabiiyyatdan üstündür178 ve ilm-i hal türünden dini bilgile­
rin dışındaki diğer bütün işler gibi farz-ı kifaye bir ilimdir:
Ruhun bineği olan bedenin bekası için zarüri bir ilimdir. Bir
şehirde bir hacamatçı bulunmaması, oradakilerin helak ola­
yazmasıdır. Derdi indiren, devasını da indirmiştir ve bunu

174 Gazzali ts , ss. 150-151; a. y. 1409/1988, c. 7, s. 19.


175 A. y. , 1412/1992, c. l, s. 14.
176 A. y. 1414/1994, c. 2, s. 1 19.
177 Bkz. a. y. 1412/1992, c. 1, s. 89.
178 Bkz. a. y. , c. 1, s. 42.

83
------- TASAV V U F V E TIP -------

bilip uygulayanlar gereklidir. 179 Tıp'ta derinleşmekse, diğer


dünyevi ilimlerde olduğu gibi farz değil fazilettir. 180 Bu fi­
kirleri savunan Gazzali, bir şehirde fukahanın çok olup bir
Müslüman tabibin bile bulunmamasını ayıplar ve sebebini
fıkıhla uğraşanlar için vakıf vb. dünyevi ve maddi menfaatin
çokluğuna bağlar. 1 81 Ancak, Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi
Fen Bilimleri'yle uğraşmayı, "tekkelerde eğlenmekten" daha
müfid/faydal1 gören sufiler vardır.182

C. 1. Tasavvuf Kitaplarındaki Anatomi


İlmi/İlmü't-Teşrih

C . 1. 1. Genel Olarak Anatomi/İlmü't-Teşrih

T1p'ta anatominin önemini ilk tanıtan Calinus/Ga­


len'dir (M. Ö. 200-131). Anatomi ilminde ünlü olan üniver­
sitelerden birisi, Leiden Üniversitesi'ydi. Özellikle kuruluş
döneminde öğretim üyeleri arasında birçok ünlü anatomist
vard1.183

Sufıler arasında en yaygın kabule göre İnsan, beden ve


ruhtan meydana gelir. 184 Bazı sılfıler, buna bir de hevanın
kaynağı olan "nefs"i eklerler.185 (Diğer gruba göre nefs, ru­
hun kirlenmiş hali olduğundan ayrıca sayılması gerekmez.)
Bu haliyle, insanı ruhu ne kadar ilgilendirirse bedeni de o
kadar ilgilendirir. Birçok tasavvuf kitabının "Nefsini/Kendi-

179 Bkz. a. y. , c. 1, ss. 32-33.


180 Bkz. a. y. , c. 1, s. 33.
181 Bkz. a. y. , c. 1, s. 41.
182 Bkz. Çağrıcı 2000, s. 306.
183 Uzluk 1958, c. 1, ss. 70, 153.
184 Ruh/nefs için ilerleyen sayfalara bakınız.
185 Hücviri 1982, s. 310-313.

84
S E L İ M KA L B İ N FİZYO LOJ İ S İ

ni bilen Rabb'ini bilir"186 sözüne sıkça başvurmaları ve hatta


bu sözün, Hücviri gibi bir ilk dönem Tasavvuf klasiğinde
dahi187 hadis olarak sunulmasının sebebi de budur. Hat­
ta daha önce belirtildiği üzere Aziz Nesefi (v.700/(1300?)
"kendisini fiziki ve ruhi bakımdan tanımak" için Tıp tahsil
etmiş ve akabinde tabiblik yapmıştı. 188 Çünkü insan nefsi,
Rahman'ın sureti üzere yaratılmıştır. İnsanın "Rahman'nın
sureti üzere yaratıldığı" şeklindeki ifade, hadisten alınma­
dır ve hadisin değişik varyantları vardır: Bazılarında ''Allah,
Adem'i O'nun/Allah'ın (?)1 89 sıireti üzerine yarattı"190 ifadesi
kullanılırken bazılarında "Rahman'ın sureti üzerine yarattı"
denilmektedir.191 Gazzali, ikinci vechi tercih ederek, insanın
Allah'ın değil - zira bu kelime O'nun zatını ifade eder-,
O'nun isimlerinden olan "Rahman"ın sureti üzerine yaratıl-

186 Tasavvuf kitaplarında genelde "hadis" olarak geçer. Ancak hadis değildir. (bkz.
Acluni 1351/1932, c. 2, s. 262. Bazı sufilerse bu sözü Hz. Al'nin sözü olarak
kabul ederler. Bkz. mesela Küçük 2005, s. 118. Hadisle ilgili bazı açıklama ve
görüşler için bkz. Celaleddin Suyıiti, el-Kavlu'l-eşbehfi hadisi men arafe nefseh
Jakad araje Rahbeh, Milli Ktp, 55HK 245/48.
187 Bkz. Hücviri 1982, s. 310.
188 Düzen 1991, s. 344-345.
189 Burada "O'nun" ifadesinin "Allah'a" mı "Adem'e" mi ait olduğu konusunda
ilimler/din bilginleri arasında bir fikir birliği yokrur ve aslında hadisin aslına
baktığınızda, "Adem'i Adem'in sureti üzerine" yarattı diye yorumlanması
daha münasiptir. Çünkü hadisin akışı şöyledir: "Allah Ademi'i sureti
üzerine yarattı. Uzunluğu 60 zira' idi. Yarattığı zaman ona: "Git, şu oruran
meleklere selam ver ve sana nasıl selam vereceklerini dinle! Çünkü bu senin
ve senin zürriyyetinin selamı olacaktır." buyurdu. Adem gidip onlara: "es­
Selamu aleyküm" şeklinde selam verdi. Onlar da ona: "Ve aleyküm selam ve
rahmerullahi" diyerek "rahmerullahi" ziyadesinde bulundular. Bundan sonra
cennete girecek herkes, Adem'in sureti üzerine [onun melekleri selamlaması,
meleklerinde onun selamını alış şekli üzere-H. Küçük] girecektir. Ama
yaratılışları (uzunlukları?) o zamandan bu zamana eksilip durmaktadır:
Buhari 1401/1981, İsti'zan 1.
190 Bkz. mesela Buhari 1401/1981, İsti'zan l; Müslim 1401/1981, Birr, 115/
Cennet, 28.
191 Bkz. mesela Taberani 1404/1983, c. 22, s. 107.

85
------- TASAVV U F VE T I P -------

dığını ve bu sebeple, insanın kendisini tanımasının, Rabbini


tanıması manasına geleceğini vurgular. 1 92

Sultan Veled: "Bütün acayib, garayib şeyler insanın vü­


cudunda mevcuttur. Hiç birşey O'ndan hali değildir. Bunun
delili .:.ı_,,-.,; )Ui �i .j _, : Görmüyor musunuz ki sizin ne­
fıslerinizde ibret alınacak ayetler vardır"193 ayet-i kerimesi­
"
dir. Hazret-i Ali de buyurmuştur ki .._u ...;,/ ..w .._.Q_; ...;,/ .:r :
Nefsini bilen Rabbini de bilir." Fakat sen ham olduğun için
göremiyorsun" derken aynı noktaları vurgulamaktadır.194
Bu sebeple, seyr ü sülukda/Allah'a doğru manevi yol­
culukta ilk yapılacak şeylerden birisi nefsi tanımaktır. Be­
dene yönelmek, onun idaresi, kemale ermesi ve faydası olan
şeylere hemen ve bilahare ulaşmak için nefsi güzel/şeriate
uygun bir şekilde yönlendirmek gerekir. Bunu, idrak ve algı
organları vasıtasıyla yapar. Buradaki seyr, "bidayatlbaşlangıç
halleri" olarak nitelendirilir.195 İnsanın bilmesi gereken ilim­
ler arasında, Allah'ın isimlerini/sıfatlarını, tecellilerini, gön­
derdiği şeriatı/dini gibi konulardan sonra "vücudun kemali
ve noksanlığı, insanı hakikatleri açısından bilmek" konuları
da vardır.196
İbnü'l-Arabi, "marifet/tanıma makamı"nın, yedi türlü
bilgiyi kapsadığını düşünür. Bunlardan dördüncüsü olarak
varlıktaki kemal ve eksiklikleri bilmeyi; beşincisi olarak da
insanın kendisini hakikatleri açısından bilmeği sayar197 ki
ona göre bunların ikisi de insanın bedenini tanımasını da

192 Bkz. Gazzili 1414/1994, c. 4, ss. 20-21.


193 ez-Zanyat 51/21.
194 Küçük 2010, ss. 256-257.
195 Fergani 1428/2007, c. l, s. 117.
196 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. l, s. 169.
197 A. y. , c. 3, ss. 543-572.

86
S E L İ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ - -

içine almaktadır. Bu tanıma, fizyolojik tanımla başlar ki işte


bu, Anatomi/İlmü't-Teşrih'tir. İlmü't-Teşrih'i, sufilerin ke­
limeleriyle, "bedenlerin yapısını bildiren ilimdir" diye tarif
edebiliriz. ı98 Organların teşrihini/vücuttaki açılımını bil­
mek, zarı1ri bir ilim doğurur. 199 İmam Şafıi'nin sözünü et­
tiği "İlmü'l-Ebdin, sümme İlmü'l-Edyan" (önce bedenlerin
ilmi, sonra dinlerin ilmi) bu ilimdir. Gazzali, insanın nefsini
tanımasının önemli bir parçası olarak, İlmü't-Teşrih'in bü­
yük bir ilim olduğunu ama insanların çoğunun bundan gafil
olduklarını söyler: Nefsine ve orada Allah'ın yaratmış oldu­
ğu harikuladeliklere bakan, Yaratıcı'sının kemalini, hiçbir
şeyden aciz olmadığını, lütfunun, rahmetinin ve inayetinin
bütün varlığı kapsadığını görür. 200 Ona göre, İlmü't-Teşrih,
tabibleri/anatomistler başka türlü, basiret ehlini başka türlü
ilgilendirir: "İlmü't-Teşrih kemiklerin sayısını, yapısını vs.
bilmek için değildir. Bu etibbanın/tabiblerin ve müşerrahu­
nun/anatomistlerin görevidir. Basiret ehli, bunların yaratı­
lışındaki celalete, Sani'in/Yaratıcı'nın gücüne götüren vası­
talar olarak bakar."201 Gazzali, bu ilmi, bir de embriyonun
anne rahiminde oluşumundan söz ederken doğrudan zik­
reder ve: "Bazı ehlü't-teşrih, Allah'ın takdiriyle mudğanın
kadının kanından yaratıldığını söylerler." der.202 Kutbuddin
Şirazi'ye göre de İlmü't-Teşrih, Hakim/Hikmet Sahibi bir
Halık'ın/yaratıcının varlığını itirafa ve Onun Rububiyetine/
Rabliğine imana götürür. Tabib, bu ilimde bir delilden diğer
delile gider. Bu ilmi yaparken, ihtiyaç duyulan Hey'et, He­
sab, Mantık gibi diğer ilimler de tabibi daha başka delillere

198 İbrahim Hakkı 1974, c. 3, s. 125.


199 Gazzali 1414/1994, c. 3, s. 13.
200 A. y. 1409/1988, c. 5, s. 141.
201 A. y. 1412/1992, c. 4, s. 24.
202 A. y. 1414/1994, c. 2, s. 82.

87
------- TASAV V U F VE T I P -------

ulaştırır.203 Erzurumlu İbrahim Hakkı, İmam Şafıi'nin sö­


zünü ettiği: "İlmü'l-Ebdan, sümme İlmü'l-Edyan" sözünü,
Anatomi ilminin önemini belirtmeye yeter bulmaktadır.
O, bu ilmi, tabiblerin sermayesi olduğu kadar yakin ehlinin
din ve dünya işleriyle Allah'ı bilmenin vasıta ve yardımcı­
sı olduğunu söylemekte ve diğer ilimler gibi bu ilimle il­
gilenme gayesinin de "Allah'ı tanımak" olduğunu belirt­
mektedir. 204 Çünkü anatomi, Allah'ın kudretinin kemaline
delalet etmekte ve O'nun yarattığı varlıklara verdiği büyük
nimetlere, vücudun bütün cüz'lerinin şehadet etmesi anla­
mına gelmektedir. Bu hayret verici san'at eserini gafletten
uzaklaşarak seyreden insan, Sani'ini/kendini yaratanı ve be­
zeteni bilmiş ve kendisini inayet denizine gömmüş olur. 205
Nutfe gibi sümüksü bir şeyin güzel bir varlığa dönüşmesi,
vücuttaki kaslar, kemikler, sinirlere ayrılış, vücud organları­
nın işlevlerine uygun muhtelif şekilleri ve vücuttaki yerleri,
şehvet/arzu, öfke huyları gibi anlaşılması zor halleri düşün­
mek insanı daha başka harikuladeliklere götürür ve san'atına
baktıkça Sani'i/Yaratıcı'yı görür.206 Nitekim, insan vücudu,
tabiblerin kullandığı bir çok olağanüstü fizyolojik olgular­
la doludur.207 Bunun içindir ki insan vücudunun harikulade
yaratılışından bahseden sufıler, bu konuyu anlattıkları bö­
lümleri, "Fe Sübhane'l-Alimu'l-Hakim/Öyleyse, Alim ve
Hakim olan Allah'ı tesbih ederim." gibi Allah'ı tazim eden
cümlelerle bitirmişlerdir.

203 Zakiri 1421/2001, s. 43


204 İbrahim Hakkı 1974, c. 1, s. 31.
205 A. y. , c. 3, s. 125.
206 Bkz. mesela, Gazzali 1412/1992, c. 1, ss. 438-439; a. y. 1414/1994, c. 1, ss. 12,
15, 45, 67, 86/c. 2, s. 34; İbrahim Hakkı 1974, c. 3, ss. 119, 140, 142, 152 vs.
207 Gazzali 1414/1994, c. l, s. 67.

88
S E Lİ M KAL B İ N FİZYO LOJ İ S İ

İnsanın, "bedeni korumak'' diye bir görevi vardır: Yiyip


içerek açlık, susuzluk ve hastalıktan; elbise ve yuva sağla­
yarak sıcak ve soğuktan korumalıdır. İnsan bunları yapar­
ken, zevk alsa bile asıl hedefi zaruretleri karşılamaksa, bu
hareketi zühde ve tevekküle muhalif olmaz. 208 Şu kadar var
ki bir çok ilime göre, bedenle fazla meşgul olmayı asgariye
indirgeyerek, onunla fazla meşgul olmamak gerekir. Ama
herhangi bir disipline ait ilimin de kabul edebileceği gibi
bunu başaranlar sadece hakim kişilerdir: Bu kişiler, bedenle­
rinin ihtiyacı olan yemek-içmek, lüks elbiseler giymek gibi
bedeni zevklerine düşkün olmazlar. Bunları zaruri oranda
te'minle yetinirler. Bu yüce vasfa sahip olan kişiler, yönetici­
lik ve mal-mülkten uzak durup ruhlarını/nefs-i natıkalarını
bedenden ve onun ilgi alanlarından uzak tutmaları gerekir
ki onu bedenden bağımsız kılarak hikmet üretmeye devam
etsinler. 209

C. 1. 2. Selim/Manen Sağlıklı Kalbin Fizyolojisi


Kalp kelimesi, dilimizde ve dinimizde bir şeyin en
önemli unsur ve bölümünü ifade için kullanılır. Mesela Yasin
Suresinin "Kur'anın kalbi" olduğunu21 0 belirten hadiste de
kastedilen budur. Beden için de durum daha farklı değildir;
kalp, bedenin en önemli organıdır. Çünkü fizyolojik olarak
düşünüldüğünde insan bedeni iki kısımdır: Baş kısmı, gövde
ve ayaklar kısmı. Başın yer aldığı birinci kısımda bütün hissi
ve ruhani kuvveler vardır21 1 ve kalp bu iki kısmın ortasında
yer alır. 212 Sufıler, kalp konusunu işlerken genelde Hz. Pey-
208 A. y. 1412/1992, c. 4, ss. 353-354, 435
209 Amiri 2013, s. 74 vd.
210 İbn Hanbel, c. 5, 26.
211 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 1, s. 298.
212 A. y. c. 1, s. 298.
,

89
------- TASAV V U F VE TI P -------

gamber'in (a.s.) şu hadisine baş vururlar: "Haram da açıktır


helal da. Bunların arasındaki ise şüpheli şeylerdir. ( . . . . ) Dik­
kat edin! Bedende bir et parçası vardır ki iyi olduğu zaman
bütün beden iyi olur, bozulduğu zaman bütün beden bozu­
lur. Dikkatinizi çekmek isterim ki o, kalptir."213 Bu hadiste,
siyak ve sibak gözönüne alındığında, manevi olarak kalpten
söz edildiğine hükmetmek zor değildir. Hatta Muhasibi,
burada bedenden kastın "din" olduğunu ve hadiste, kalbin
dindeki yerinin anlatılmak istendiğini söylemektedir. 21 4An­
cak "bir et parçası"ndan söz edildiğine göre, hem fizyolojik
hem de manevi anlamda bir kalpten söz edildiğini düşün­
mek gerekir. Nitekim, sılfılere göre, "selim/manen sağlıklı
kalb"in fızyolojisinden de sözetmek mümkündür ki bu da
şöyledir: "Kalbin etrafında, nefsle şebeke içinde olan damar­
lar vardır. Şeytan buralara girince, geçiş yerlerinin darlığı se­
bebiyle terler ve bu ter, kalp tarafından gelen rahmet suyuyla
karışır. Nebi ve veli kullarda bu damarlar yok edilmiştir ve
kalp, artık şeytanın geçemeyeceği selim bir kalp olmuştur."215

Gazzali, insanın kalp ve nefsten/ruhtan mürekkeb ol­


duğunu söyler. Ama burada kalpten kastın da ek parçası
olan kalp değil de batıni hakikat olduğunu vurgular. 21 6 Ona
göre kalp, kral; akıl ise vezirdir. Duyu organlarıysa onların
askerleri ve casuslarıdır. Topladıkları bilgiyle onlara yardım­
cı olurlar.217 Görüldüğü üzere, Gazzali, kalbi "Merkezi sinir

213 Buhan 1401/1981, İman, 39.


214 Bkz. Muhasibi 1416/1995, ss. 166-7.
215 Sühreverdi 1426/2005, s. 57.
216 Gazzali 1409/1988, c. 5, ss. 125.
217 A.y., c. 5, ss. 129-131. Günümüzde aynı kabul üzere bilimsel çalışmalar
olduğunu söyle.mek mümkündür. Mesela lnstitute of HeartMath ve Global
Cohorence lnitiative, kalbin zekası, sezgi ve bütün bunlar arasındaki
eneıjetik bağ konusunda geniş araştırmalar yapmalctadırlar. Kalp ve beyin
arasındaki mesajlaşmanın karışık yapısı, duyguların insan vücudunu nasıl

90
S E Lİ M KA L B İ N FİZYO LOJ İ S İ

Sistemi"nin merkezi olarak beyni değil kalbi sunmaktadır.


Kalp arşa, beyin Kürsi'ye, duyu organları tabiatleri icabı
Allah'a itaatten başka bir şey yapamayan meleklere benzer.
Sinirler ve diğer organlar da gökler gibidir. Parmaklardaki
kuvvet, bedenlerde toplanmış emre amade/hazır tabiatlere
benzer. Bu haliyle insan, hadiste de belirtildiği üzere O'nun/
Rahmanın süreti üzerine yaratılmıştır ve kendisini bildiği
zaman Rabbini de bilir.218 Çünkü insanda, Rabbinin bir çok
ayeti ve delili toplanmıştır.21 9

İbnü'l-Arabl'ye göre, organlarını kontrol etmeyen, kal­


bini yorar.220 Bunu hem fiziki hem de manevi anlamda al­
mamız mümkündür: Nitekim, fiziki aktiviteler de manevi
faaliyetler de sonuçta en çok kalbi etkiler. Fiziksel sağlığın
merkezi fizyolojik kalp, manevi sağlığın merkezi de manevi
kalptir. Bu konu İkinci bölümdeki "Kalbin hastalıkları ve
tabibleri" ve "Manevi Anatomi" konularını işlerken tekrar
dönüleceği için burada fazla açmıyoruz.

İbnü'l-Arabi, bazen de bütün organların bağlı olduk­


ları yer olarak doğrudan kalbi değil de nefs-i natıkayı, yani
"ruh"u sunar ki ruhun yeri yine kalp olarak kabul edilir.
İbnü'l-Arabi'ye göre, organların dünyada nefs-i natıkanın
yönetiminde ve tasarrufunda olarak onun emrine boyun
eğerek ameller işlediklerini ama öbür dünyada bundan razı
olmadıklarını gösterir şekilde şikayet edecekleri, Kur'an'da

etkilediği, kalbin solar aktivitesi gibi konular araştırma konuları arasındadır.


Çalışmalarda kalbin sezgisel bilgiyi alıp reaksiyon gösterdiği ve bu hususlarda
kadın ve erkekler arasında belirgin farklar olduğu gibi bulgulara ulaşılmıştır.
Bkz. www. heartmath. org/about-us/home/hearts-intuitive-intelligence.
html, 19. 12. 2014'te ulaşıldı.
218 Gazz:i.li 1414/1994, c. 4, s. 125.
219 A. y. 1409/1988, c. 5, s. 7.
220 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 8, s. 340.

91
TASAVV U F VE T I P -------

bildirilen hususlardandır. Bu da göstermektedir ki aslında


onlar, mülkün malikine yani Hak.k'a bağlıdırlar.221

C. 1. 3. Beyin
Tıbb'ın Nöro-Psikoloji dalının çalışma alanını oluştu­
ran öğrenme, bilme ve idrak etme , tasavvufun "varlık, bil­
gi ve ahlak" olan üç çalışma alanından birisidir. Organların
bağlı bulunduğu merkez olarak kalbi gösteren sıifiler, bilme
ve idrakin dimağ/beyinden yönetildiğini kabul etmişlerdir.
Mesela, beynin ön kısmı, bir bakıma beynin bilgileri arşiv­
lemesi olan kuvve-i hay:iliyyenin/hayil kuvvesinin yeridir.
Modem bilimin "beyin içinde tek bir bölgede değil, yaygın
olarak tüm kontekste bulunduğunu söylediği222 hafıza/bel­
lek, sıifilere göre beynin arka bölgesindedir.223 Dil, beynin
tercümanıdır, onun söylemek istediklerini söyler. Hareket
eden organları bu tercümanın dinlediklerini yazması gibidir.
Beş duyu organı, beynin casusları gibidir; topladıkları ha­
berleri oraya getirirler. Hepsi kendilerine verilmiş görevleri
yapar: Mesela Göz, renklerin ilmiyle, kulak, seslerin ilmiyle,
burun, kokuların ilmiyle donatılmıştır. Bunlar topladıkları
bilgileri, bir bakıma "kuvve-i hafızanın postacısı" gibi hare­
ket eden kuvve-i hayiliyyeye verirler. O da bunları kral olan
kalbe sunar. 224 Duyu organları, beden sarayının beş pence­
resi gibidir; herbirinden başka manzara seyredilir. 225 Batıni
içteki duyu organlarını (hayal, vehim, hiss-i müşterek, hafı-

221 A. y. , c. 7, s. 277.
222 Bkz. Berkmen 2011, ss. 108-112.
223 Ancak modem bilime göre, hifiza/bellek, beyin içinde tek bir bölgede değil,
yaygın olarak tüm kontekste bulunmaktadır.
224 Gazzali 1412/1992, c. 3, s. 15.
225 Küçük 2010, ss. 242-243.

92
S E L İ M KALB İ N FİZYO LOJ İ S İ

za, müfekkire/düşünme gücü) da sayarsak, insan vücudu 10


pencereli bir köşktür.226
Tasavvuf kitapları, yeni bilgileri alan, onları analiz eden
ve geçmiş deneyimlerden bilgilerle karşılaştırarak kararlar
veren ve dışarıya emirler gönderen "idareci" konumundaki
"beynin en ilginç bölümü "sarmal beyin kabuğu"ndan227 ay­
rıca söz etmeseler bile bu fonksiyondan söz eden tasniflere
yine Gazzali'nin eserlerinde rastlamaktayız. Ona göre, ilim
öğrenmek, ruhun bir fonksiyonudur. Ruhun bu fonksiyonu,
er-Rı1hu'l-Hassas/Hissi Ruh'dan başlar, hayali, akli, fikri ve
kudsi-nebevi seviyelere, yani gayba ulaşır. er-Rı1hu'l-Hassas,
hissi bilgileri, yani duyu organları vasıtasıyla alınan bilgile­
ri kavrar. Hayvanlarda ve bebeklerde bile bulunur. 228 Zahir/
dıştaki duyu organlarının en kuvvetlisi, gözdür. Ama yine de
diğer organlar gibi yanılmaktan hali değildir: Mesela gölge­
ye bakar, hareketsiz zanneder, bir saat sonra bakar ki hareket
etmiş ve ilerlemiş. Yıldızlara bakar ve onları bir dinar ka­
dar küçük görür ama sonra matematiksel açıdan baktığında
onun saha olarak Dünya'dan büyük olduğunu görür. Bu ve
benzeri hususlarda, akıl, duyu organlarını yalanlar.229 Gaz­
zali'nin bu örneklerine şunları da ekleyebiliriz: Mesela kai­
natta bizim gözümüzle görebildiğimizin çok ötesinde düzen
oluşturan merkezler bulunur. Bunların çoğunda, gizli bir be­
lirlilik bulunur. Ancak, duyu organlarımızın yetersizliğinden
dolayı bunları algılayamamaktayız.230 Yine mesela, elimiz ve

226 A. y. , ss. 243-244.


227 Bkz. Wilcox 2001, ss. 47-48.
228 Gazzali 1414/1994, c.4, s. 24-7. Hatta, bu ruhun, yapraklarının koparıldığını
hissedip koparana karşı tepki dolduğu tesbit edilen bitkilerde bile bulunduğu
söylenebilir.
229 Gazzali ts, ss. 91-92; a. y. 1409/1988, c. 7, s. 27.
230 Berkmen 201 1, s. 98.

93
TASAVVU F VE T I P -------

etrafımızdaki birçok mikrop ve bakteriyi göremediğimiz


gibi, birçok sesi de duyamayız; köpeklerdeki kadar gelişmiş
bir kulağımız dahi yoktur. Dahası, kainatın %85'i "karanlık
madde" adı verilen maddelerden oluşur: Bunlar, ışığı absor­
be eder/emer ama yansıtmaz oldukları için görülemezler ve
varlıkları kanıtlanamaz.231 Yani duyu organları, onları görme
gücüne erişemez. Duyu organlarımıza başka bir açıdan da
güvenemeyiz: Beyin, duyu organlarının verdikleri bilgileri
karşılaştırarak veya genellemelerde bulunarak anlar. Bu du­
rum, alınan bilgilerin kısmen değiştirilmesi demektir. 232Ama
bütün duyu organlarının, kendilerine özel sınırlar dahilinde
veri topladıkları tartışma götürmez bir husustur.
Hayali Ruh, hissi ruhla alınmış olan bilgilerin bir for­
munu arşivinde tutar ve yeri geldiğinde kullanır. Bu da ke­
lebek233 hariç bütün hayvanlarda/böceklerde ve bebeklerde
bile bulunur. Sadece temyiz yaşındaki insanlarda bulunan
akli Ruh, hissi ve hayali ruhun verdiği bilgiler yanında "ak­
len" doğru kabul ettiği verileri kullanır. Fikri Ruh, bütün
ruhlardan, yani hissi, hayali ve akli ruhlardan aldığı veri­
leri birbirleriyle karşılaştırır, yeni ve farklı neticelere varır.
Kudsi-Nebevi Ruh ise gaybi bilgi esintilerinin tecelli etti­
ği ruhtur234 ki bu konu ikinci bölümümüzde ele alınacak-
231 Günümüzde, nereden kaynaklandığını bilemediğimiz X-ray'ların bu tür
karanlık maddelerden geldiğine ilişkin bir haber için bkz. Radikal Gazetesi,
26 Haziran 2014.
232 Berkmen 2011, ss. 138-144.
233 Kelebek, ışığa aşıktır. Işığın olduğu yeri, ışığın girdiği açıklık/pencere
zanneder ve oraya doğru gider. Gittiği yer ateş ise yanar: Yanmamışsa hayal
ve hafızası olmadığından, tekrar oraya doğru gider ve bu tekrar tekrar gidiş
yanıncaya değin devam eder (Bkz. Gazzali 1414/1994, c. 4, s. 23) Bu durumda
kelebeğin, "aşkı uğruna kendini feda ettiği" savı yanlıştır. Evet, aşkı vardır ama
aşkı uğruna yanmayı göze aldığı için değil hayal ve hafızası olmadığı için
yanmaktadır.
234 Bkz. Gazzill 1414/1994, c. 4, ss. 23-24.

94
S E L İ M KAL B İ N FİZYO LOJ İ S İ

tır. Görüldüğü üzere, burada anlatılan "fikri ruh", diğer bir


deyimle "müfekkire", alınan bilgileri bir bakıma gözden ge­
çiren, analiz eden ve yeni sonuçlar çıkaran haliyle, sarmal
beyin kabuğuna benzemektedir.
Gazzali, bütün organların kalbe ve dimağa/beyine bağlı
olarak çalıştığına kitabının başka yerlerinde de değinir ve
aklı "melek" olarak sunar. Bu görüş aslında bazı filozofların
da görüşüdür. Ama biz burada mes'eleye Gazzali'nin nasıl
baktığını vermekle yetinmek zorundayız. Ona göre, nefse/
ruha dışardan hazırlanmış ve kendilerine "melekler" diye
tabir "akıllar" olmasaydı, hiçbir makul kesinlikle akledile­
mezdi. Çünkü nefs, potansiyel olarak bilme gücüne sahip­
tir ama bu gücü fiile çıkaran meleklerdir. Ve ancak böylece
nefs, bilfiil alim olur. Meleklerden yardım alma bakımından
daha önde olan, daha çok bilgili olur. Tabii olarak burada,
peygamberler ve sonra da onları takib eden veliler ve sonra
.da diğer insanlar gelir. İnsanlar, meleklerden meded/yardım
görme bakımından çok farklı derecelerde bulunurlar. Allah
peygamberini/Hz. İ sa'yı (a.s.) "Ruhu'l-Kuds"le nasıl te'yid
etmiş/güçlendirmişse,235 diğer insanları da "kalblerine imanı
yazmış ve Kendisi'nden bir ruhla te'yid etmiştir."236 Kafir­
lere gelince, onlar kendilerine İlahi yardımın gelmeyeceği
hayvanlar gibidirler, hatta daha aşağıdırlar, çünkü gafiller­
dir.237 Gazzali, el-Münkız adlı eserinde akla mutlak birgüven
duyulamayacağını söylese de238 aklı "yalanlanamaz" olarak
görür; çünkü dinin onunla bilineceğini söyler.239

235 Miiide 3/110.


236 Bkz. Mücadele 58/22.
23 7 Bkz. A'.raf 7/179.
238 Gazzali ts, ss. 92-93.
239 A. y. 1409/1988, c. 7, s. 127

95
------- TASAVV U F V E T I P -------

Ruh, insanın imtihanı için, yani "nasıl amel ettiğine ba­


kılmak" için240 yaratılmıştır. Beden dediğimiz maddi hali ol­
masaydı, ondan isyan sadır olmazdı. 241 Melekler, maddeyle
birleşen nefsin/ruhun isyana girişeceğini bu sebeple bilmiş
ve "orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birisini mi yarata­
caksın?"242 diye Allah'a sormuşlardır.243
Gazzali, geçmiş-gelecek her şeyin yazılı olduğu, bir
bakıma "evrensel hafıza" diye adlandırılabiecek "Levh-i
Mahruz"u da bir beynin çalışmasına benzetir ve sorar: Bir
hafızın ezberlediği Kur'an nereye yazılmaktadır? Bir yere
yazılı olmaları gerekmez. Ama bir şekilde kayıtlı olacaklar­
dır.244

C. 1. 4. Bir İstirdad: ''Akıl" Olan Melekler


Yukarıda sıkça değindiğimiz "beynin ve diğer organ­
ların çalışmasını sağlayan melekler" ibaresinin, okuyucu­
nun dikkatini çekmiştir, sanıyorum. Konuyla ilgili olarak
hatırda tutmak gerekir ki sufılere göre "melek" kelimesinin,
ale'l-umum alemin kuvası/güçleri ve bir bakıma tıp kitap­
larındaki vücudun sinir, iskelet, kas, kalp-damar, deri, lenf,
iç salgı, merkezi, sindirim, boşaltım, üreme ve solunum sis­
temi gibi onbir tane olan sistemlerinin çalışmasını sağlayan
çeşitli nöron ve hücrelerin yerine kullanıldığı söylenebilir.245
Melekler, kainattaki hiçbir halden uzak değillerdir. 246 Bunun
240 Bkz. Yunus 10/14.
241 A. y. 1414/1994, c. 1, s. 74.
242 Bakara 2/30.
243 Gazz:lli 1414/1994, c. 1, s. 74.
244 A. y. 1409/1988, c. 7, s. 131.
245 Burada, herhangibir işi yapmamıza yardım eden/sağlayan bir fonksiyonu
anlatırken yakın bir tabir olarak bizim de meleke kelimesini kullandığımıza
dikkat edelim.
246 Bkz. Gazz:lli 1414/1994, c. 2, s. 38; Konevi 1374/1416, s. 1 19.

%
S E L İ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

içindir ki güzel ve faydalı her şey onlarla anlatılır. Mesela,


hayvanlar ve nebatlar/bitkiler de yıldızlar ve semevatın me­
lekler vasıtasıyla hareket etmesiyle varlığa çıkarlar. 247 Yuka­
rıda söylenenler dışında, kainatın neresinde güzel bir amel
işleniyorsa, nerede güzel bir ruh varsa melekler oradadırlar.
Mesela, Hz. Peygamber'in bir kabrin üzerine koyduğu yaş
bir dalın zikrini dinlemek için de, ölmek üzere olanın veya
ölmüş olanın yanı başında Kur'an okununca, hatta mücerred
olarak Kur'an veya Kur'andan bir parça yazılı kağıt konunca
da melekler orada hazır bulunurlar ve bu da azabın azalma­
sına vesile olur. 248 Hatta, Hz. Peygamber'in "İçerisinde kö­
pek olan eve melek girmez"249 sözünün zahiri manasını red­
detmemek kaydıyla, "içerisinde kötü huy olan kalbe melek
girmez" şeklinde mecazi olarak düşünmek de mümkündür.
Bu yorumu yapan Gazzali'nin: "Buradaki ev kelimesinden
kastın kalb, köpekten kastın da öfke ve kötü sıfatlar olduğunu
söylemiyorum; ancak burada 'buna bir tenbih/dikkat çek­
me vardır.' diyorum"250 sözünü, yorumunu uzak bulanlar için
söylediği açıktır. Allah'ın fiilleri, ya doğrudan O'na nisbet
edilenler ya da çeşitli mertebelere dek vasıtalarla yaptıkla­
rıdır. Bu mertebelerden en yakın olanı, mukarrabim/O'na
Yakın olanlardır ki melekler diye tabir olunurlar. Ancak bunu
delil yoluyla ispatlamak çok güçtür. Ama "Allah iman eden­
lerin ve ilme verilenlerin derecelerini artırır"251 ayetinin anla­
mını anlamak zor olmasa gerektir.252

247 Gazzali 1414/1994, c. 2, s. 38.


248 A. y. , c. 4. , s. 115.
249 Buhari 1401/1981, Bed'u'l-halk, 7, 17/Lib:i.s 88; Müslim 1401/1981, Libas
81-83; vb.
250 Gazzili 1412/1992, c. 1, s. 83.
251 Mücadele 58/1 1.
252 Gazzili 1414/1994, c. 4, s. 98.

97
------- TASAV V U F VE T I P -------

C. 1. 5. Diğer organlar
Gazzali, diğer organlardan, mesela, sadece bir gözün
nasıl çalıştığı, göz kapaklarının fonksiyonları, kirpiklerin
görevleri gibi birçok hususu tafsilatıyla anlatmanın bile ki­
tabının aslını aşacağını, aslında bu konuda Allah muvaffak
ederse bir kitap yazıp adını Acaibu Sun'illah (Allah'ın yarat­
tıklarının acaip/hayret edilecek yönleri) koyabileceğini söy­
lerken, konuyla ilgili bilgilerinin boyutlarını da belirtmiş ol­
maktadır. 253 Gazzali, bu adda değil ama el-Hikmetüfi Mah­
lukatillahiAzz.e ve Celle adında bir kitap254 yazmıştır. Aslında
bu risale, İhya adlı eserinin içerisinde de büyük oranda veril­
miştir. 255 Gazzali'ye göre organlar, öyle karmaşık bir yapıya
sahiptirler ki göz, kalp gibi organların çalışmasında lOO'den
fazla melek görevlidir. İ nsan uyurken bile onlar çalışırlar.
Bunlara "Melaiketü'l-Ardiyye/Yeryüzü Melekleri" denir. 256
Gazzali, kitaplarında kemiklerin ve eklemlerin şekli, sinirler
ve damarlar, kafatasının çok ince bağlarla birbirine birleşti­
rilmiş 55 kemikten çok sağlam bir şekilde yaratıldığından,
kemik sayısının fazla oluşunun, bir travma vs. halinde başın
bir tarafına zarar geldiğinde diğer kısımların sağlam kalması
açısından çok önemli olduğundan, dişlerin gıdaları öğüt­
meye elverişli şeklinden, boynun yedi omurga kemiğinden
oluştuğundan, adale/kasların balık şeklinde olduğundan ve
bütün bedende 527 kasın mevcut olduğundan, bunların 27
tanesinin gözün hizmetinde olduğundan, karaciğerlerden
yedi organa damar yolunun açık olup gıdanın hazmedil­
me ve vücuda taşınma şeklinden bahseder. Safra kesesinin

253 A. y. 1412/1992, c. 4, s. 190.


254 Mısır 1321/1903.
255 Bkz. Gazzali 1412/1992, c. 5, ss. 21-41.
256 A. y. , c. 4, s. 186-187.

98
S E L İ M KALB İ N F İ Z Y O LOJ İ S İ

kanın köpüğünü/asitini, dalağın kanın telvesini/sevdasını,


böbreğin ise kanın kirli suyunu aldığını belirtir. Mide, kara­
ciğer ve safra kesesinin çalışmasından, kalbten çıkıp bütün
bedene kan taşıyan damarlardan, bir gözün yedi tabakadan
oluştuğuna kadar birçok detaylı ve genelde günümüz tıbbı­
nın verilerine uygun izahlarda bulunmakta, gayesinin tabib
ve anatomistlerin konusu olan kemiklerin, kasların sayısını
vermek olmadığını belirterek aslında kitabının konusu dışı­
na çıkmamak için kısa kestiğini ima etmektedir. 257 Benzer
açıklamalar İ bnü'l-Arabi'de de geçer. 258
Peygamberimizin (a.s.), "Bedeninin senin üzerinde
hakkı vardır, gözünün, senin üzerinde hakkı vardır"259 ha­
disinin de belirttiği üzere, bedenin ve bedendeki organların
insan üzerinde hakkı vardır.260 Bu arada unutmamak gerekir
ki sufılere göre, organların en değerlisi, beyin ve göz ise de
diğer bütün organlar da Allah'ın mülkü olmak açısından on­
lardan daha az değerli sayılmazlar. Nitekim, Ebu Ali Siyah
adlı bir sılfi, cinsel organını kesip atmak isterken: "Ey Ali!
Mülkümüzde tasarruf mu ediyorsun? Bir organın, diğer or­
ganından daha az değerli değildir!" şeklinde hatiften/gayb­
dan bir nida/çağrı işitmiş ve bunu yapmaktan vazgeçmişti.261
İbnü'l-Arabi: "Ayakkabını giydiğinde veya bir ayağını öbü­
rünün üzerine attığında, aralarında adaleti gözet! Ve bil ki

257 Bkz. Gazzali 1412/1992, c. 4, ss. 173-178; c. 5, ss. 21-26; a. y. 1397, s. 635-
637; a. y. 1409/1988, c. 5, s. 124-131; vb.
258 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 2, ss. 432-433; c. 4, s. 602.
259 Hz. Peygamber'in, hergün oruç nıtmak isteyen Abdullah İbn Amr ibni'l­
As'a söylediği sözlerden bir bölümdür (Bkz. Buhiri, Savın, 55 ve 57). Eşini
ihmal ederek çok ibadetle meşgul olan Osman b. Maz'ı'.in'a da Hz. Peygamber
(a. s.), İslam'da ruhbanlık olmadığını söyleyerek buna benzer bir tavsiyede
bulunmuşnır. Bkz. Darimi, Sünen, Nikah, 3.
260 Hücviri 1982, s . 491; İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 4, s. 332.
261 ibnü'l-Arabi 141411994, c. 4, s. 332.
------- TASAVV U F V E TIP -------

organların senin raiyyen/sana tabi olanlardır, raiyyene ada­


letli davran. Çünkü Allah , sana raiyyen arasında adaleti gö­
zetmeni emreder"262 derken, tek-eş ayakkabı giymede, ayak
ayak üstüne atmada bile bir ayağın öbürüne karşı hakkından
söz etmektedir. Modern bilim de bütün organların bir vü­
cut için eşit değerde olduğunu ve hepsinin bedende belli bir
fonsiyonu yerine getirerek onun sağlığına hizmet ettiklerini
vurgular. 263

Sufiler, özellikle "silih/iyi ameller" konusunda, Allah'ın


yaratılışa yerleştirdiği harikuladeliklerden bahsederken, her
organın kendisi için yaratıldığı bir ameli olduğunu ve uzvun
bu ameli işlediği zaman işlevini yerine getirmiş olarak mutlu
olacağını belirtirler. Bu arada, sık sık biyolojik açıklamalara
girilerek beden, organlar ve bedendeki fonksiyonlarından
bahsederler.264 Mesela, duyu organları, ilmin ve aklın baş­
komutanları gibidir. Görme, işitme, tadına, koku alma gibi
her işlevin ait olduğu bir organ vardır ama "dokunma" duyu­
su, bütün vücuda yayılmıştır. İlham hariç bütün bilgiler, bu
duyu organlarıyla elde edilir.265 Gazzali, zahiri ve hatmi duyu
organlarının işlevlerinin Tıbb'ın konusu olduğunu söyler. 266
Bu durumda, kendisinin konuyla ilgili olarak verdiği bilgiler
de tıbbi bilgiler dahilinde ele alınmalıdır.

Tasavvuf kitaplarında, bütün varlıklar yanında, genel


olarak insan bedeni de "min acaibi sun'illah" (Allah'ın ha­
rikulade yarattıklarından) olarak sunulur.267 Tek tek bütün

262 A. y. c. 8, s. 386.
,

263 Bkz. Berkmen 2011, s. 132.


264 Bkz. mesela Gazzali 1409/1988, c. 5, ss. 129-131; İbnü'l-Arabi 1414/1994, c.
4, s. 602.
265 Hücviri 1982, s. 463.
266 Gazzali 1412/1992, c. 1, s. 70.
267 Bkz. mesela Gazzali 1412/1992, c . 4, s. 182; İbrahim Hakkı 1974, c. 3, ss. 119,

100
S E L İ M KA L B İ N FİZYO LOJ İ S İ

organlar dahil her şey Allah'a vusw için yaratılmıştır. Allah'a


vusw ise zikir, fikir gibi pratiklerle olur. Bu da bedenin de­
vamıyla olur. Bunun için gıda almak, gıdanın üretimi için
de toprak, hava ve su gerekir. Bunların tamamlanması için
de yer ve göğün ve insanın zahiri-hatmi bütün organlarının
yaratılması gerekir. Demek ki bütün bunlar, hep beden için
yaratılmışlardır. Beden, ruhun bineğidir ve bu alemde var
olmak için ona muhtaçtır. Bedende kemale erer ve Rabbine
dönen "nefs-i mutmainne/şüphesi kalmamış ruh" haline ge­
lir.268 Ancak, ruhun/nefs-i natıkanın bedene muhtaç alına­
sı, bedenin ondan üstün olduğunu göstermez: Ruh/nefs-i
natıka, daha şereflidir. 269 İ nsan bedeni, "alemin bedeni" de­
nebilecek olan gökler ve yer gibidir: Her ikisi de bir fa.ide
için yaratılmıştır.270 Sema, yıldızlar, nebatlar/bitkiler, hay­
vanlar ve aksamları/türleri, barsaklar, karaciğer gibi organlar
ve görevleri, ayrı ayrı bütün damarlar, sinirlerle ilgili birçok
hüküm/bilginin olduğunu söyleyen Gazzili, bunlardan bize
bildirilenin, yani bilebildiklerimzin Allah'ın ilmine göre çok
az olduğunu söylerken, bedenimizle ilgili bilgilerimizin de
çok az olduğuna delil olarak "Ve size, pek az ilim verilmiştir"
(İ sra 17 /85) ayetini getirir.271
Tasavvuf kitapları, bu ve benzeri konuları bazen alle­
gorik bir üslupta ele alarak, alem veya bir ülkedeki hiye­
rarşik idare yapısını, insanın organları ve fonksiyonlarıyla
izah ederler. İ bn Meserre'nin (v. 319/931) Kitdbu'l-İ'tibdrı,
el-Gazzili'nin çeşitli risaleleri, İbn Berracan'ın TıifSirleri,
İ bnü'l-Arabi'nin et-Tedbirdtü'l-İlahiyye fi ıs/ahi memleke-
140, 142, 152 vs. ; Küçük 2010, ss. 256-258.
268 Gazz:ili 1412/1992, c. 4, s. 142.
269 A. y. , c. 2, s. 513.
270 A. y. , c. 4, ss. 181-182.
271 A. y. , c. 4, ss. 141 vd.

101
------- TASAVVUF V E T I P -------

ti'l-insaniyye'si bu tür eserlerin en önemlileridir. Özellik­


le İbnü'l-Arabi, et-Tedbiratü'l-İlahiyye fi ıs/ahi memleke­
ti'l-insaniyye' adlı eserinde, bedeni kral, vezirler ve teb'asıyla
bir memlekete benzetir. İbn Berracan'ın "Kur'an, alem ve in­
san hakkındaki görüşü İbnü'l-'Arabi'nin, et-Tedbiratü'l-İla­
hryye'si yanında İşaratü'l-Qur'anfi :Aİemi'l-İnsan adlı eserin­
de de tekrarlanır: Bu unsurlar, Allah"ın sözlerinin değişik
vecihleridir, çünkü hepsi O'nun sözleridir. Bu görüş, küçük
bazı değişikliklerle İbnü'l-'Arabi'nin kültürel mirasçılarına
da geçmiştir. 272

C. il. Canlıhk, Ruh ve Ölüm


Canlı ve cansız tabirleri sosyal hayatta belki de en çok
duyduğumuz tabirlerdendir. Ama hakikatleri açısından ba­
karsak alemdeki varlıkları "canlı" ve "cansız" diye ayırmak
doğru değildir. Birçok inanç sisteminde "vitalizrn'', "bio-e­
nerji", "mana", "Yaşamsal akışkan'', "Od", "Orgon", "Rad­
yasyon'' terimi altında ifade edilen273, kainattaki her şeyin
canlılığı mes'elesi Felsefe'de "Pan-Biyoizm!füm-Canlıcı­
lık'' olarak yer bulmuştur. Modern bilime göre de kainattaki
canlı veya cansız bütün nesneler dış şartlara uyum sağlarken
en az enerji sarfıyla en fazla enerji elde edecekleri konum­
ları seçerler veya yolu izlerler. Bu yasaya Fizik Bilimi'nde
"Minimum Enerji İlkesi" denir. Minimum enerji sarfederek
varlığını sürdürme ilkesi, kainatın "varoluş ilkesi" olarak da
düşünülebilir. Burada, canlı ve cansız sistemler için, hareket
halinde ve durağan olma gibi pozisyonlar arasında bir fark
olmadığına dikkat çekmek gerekir. Çünkü canlı ve cansız
sistemler, aniden ve benzer düzenli davranışlar gösteriyorsa,

272 Detaylar ve kaynaklar için bkz. Küçük 2013, ss. 403-404.


273 Bkz. Salt ve Çobanlı 2001, ilgili maddeler.

102
S E L İ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

canlı ile cansız arasında kesin bir sınır yoktur. Cansız bir
hücrenin, hangi özellikler eklenince canlandığını şimdiye
dek tesbit etmek mümkün olmamıştır.274
Ama kesin olan bir şey var ki o da canlının her şeyden
önce ruhla ilgili olduğudur. Ve bu sebeple bütün varlıkların
kendi seviyelerine uygun ruhları olduğu düşünülür. Mine­
ral/madeni ruh, nebati/bitkisel ruh, hayvani ruh gibi ruh şe­
killeri, bu varlıkların yaşam seviyeleriyle ilgilidir. Bir varlık,
suya ve güneş enerjisine ihtiyaç duymaya başladığı zaman,
mineral hayatı geçmiş ve nebati hayata başlamıştır. Bu, gü­
nümüz tıbbında da bu şekilde kabul edilmiş sayılır. Nite­
kim, insan/canlı olarak birçok fonksyonunu yapamayan, ağır
hastalar için de "Bitkisel hayatta" tabiri kullanılır. Ancak hiç
şüphe yok ki gerçek anlamda ruh, insan ruhudur. Hz. Pey­
gamber'in "Canlı varlıkların resmini çizenler öbür dünyada
'Hadi, bunlara can verin' diye azab göreceklerdir"275 şeklin­
deki hadisi de buna işaret eder mahiyettedir. İ bnü'l-Arabi
gibi sufıler de "Ruh sahibi şeylerin resmini yapma!"276 der­
ken aynı noktaya parmak basmış olmaktadırlar.
Kur'an'a göre göklerde ve yerde Allah'ı zikretmeyen tek
bir nesne yoktur. "Yedi gökle yer ve bunların içinde bulu­
nan (melekler, cinler, insanlar), O'nu tesbih ve (tenzih) eder
(ler). Her şey, O'nu hamd ile tesbih eder. Fakat siz, onların
tesbihini iyi anlamazsınız" (İ sra, ı 7ı44) ayeti yanında, seb­
beha!tesbih etti, noksanlıktan tenzih etti veye yusebbihu/
tesbih eder kelimeleriyle başlayıp gökler ve yerdeki dağlar,
kuşlar gibi her şeyin, namaz ve tesbihini kesin bir şekilde
bilip Allah'ı tesbih ettiği ile ilgili birçok ayet bulunmakta-
274 Bkz. Berkmen 201 1, ss. 1 15-122.
275 Buhari, Libas, 89; Müslim Libas, 98.
276 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 8, s. 299.

103
------- TASAVV U F VE TI P -------

dır.277 Haddizatında, Alla h, "emaneti'', yani "akıl ve iradeyi


kullanma sorumluluğunu" insandan önce gökler, yer ve dağ­
lara teklif etmişti ve onlar bunu yerine getiremeyeceklerini
düşündüklerinden kabul etmemişler, onu kabul etme cür'e ­
tini insan göstermişti ki Kur'an, insanın bu tutumunu öv­
mek yerine "çok zalim ve çok cahil" olarak nitelemektedir. 278
"Göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaç­
lar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah'a secde etmekte­
dir" (Hac 22/18) buyuran ayet, diğer varlıkların hepsinin,
insanınlarınsa "çoğunun" secde halinde olduğunu belirtirken
insanın neden cahil ve zalim olduğunu çok güzel bir şekilde
izah eder mahiyettedir.
Suf'ılere göre de bütün varlıklar canlıdır ve kendilerine
özgü bir zikir şekliyle Allah' ı tesbih ve zikrederler. Hepsinin
kendisine özgü bir hayatı ve zikir şekli vardır ama biz bunu
görüp duyamayız. Ruh rikkati/inceliği kazanan insan bunla­
rın farkında olmaya başlar: Onlar çay içtiği bardağından gece
başını koyduğu yastığına dek her şeydeki yaşayan ve konu­
şan cüzleri/zerreleri görür ve duyar. Bu sebeple, çay içerken
bardağının "canı yanmasın diye tabağa yavaşça koyar. Gece
yatarken yastığına "merhaba", sabah ayrılırken "Allah'a ıs­
marladık" der. Mum, çerağ/lamba gibi aydınlık veren şeyleri
"yakmak" yerine "uyandırmak"; "söndürmek" yerine "dinlen­
dirmek" tabirini kullanması da onları canlı olarak görüp na­
zik davranma ihtiyacından kaynaklanır. Bir yerden aldığı, bir
yere koyduğu veya birine sunduğu şeyi de "görüşülerek", yani
öperek alır veya koyar. Hatta öpülmeyecek bir şey olsa bile,
277 Bkz. Ra'd 13/13; Enbiya 21/79; Nur 24/41; Sad 38/l S ; Hadid 57/1; Haşr
59/1, 24; Saff 61/1, Cum'a 62/1; Teğabun 64/1.
278 Bkz. Ahzab 33/72: "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar
onu yüklenmek istemediler, bundan kaçındılar. Onu insan yüklendi. Çünkü o
çok zalimdir, çok cahildir."

104
S E L İ M KAL B İ N Fİ ZYOLOJ İ S İ

ağzına götürerek öpüyormuş gibi yapar.279 Sufilerin "bütün


varlıklara şefkat et! 'Bu nebattır, cansızdır'280 deme!" şeklin­
deki öğütlerinin altında, onların da aslında canlı oldukları
gerçeği yatar.
Metaforik anlamına baktığımızda görürüz ki Kur'an'da
hayat, İs/dm kelimesinin müteradifı/eş anlamlısı gibidir. İ s­
lam, insana hayat verendir (bkz. Enfal 8/24). Kur'an, canlı
olanı uyarmak için indirilmiştir (Yasin 34/70). "Diriler ve
ölüler de bir değildir. Allah dilediğine işittirir" (Fatır 35/22)
ayetinde de buyrulduğu gibi Kur'anı ve İslarn'ı anlayama­
yanlar da ölüler olarak adlandırılmayı haketmişlerdir.
Ruh, bedene emanet edilmiş latif bir cisimdir. Bedenle
en büyük farkı onun latif/mücerred ve elle tutulamaz, bede­
nin kesif/müşahhas ve elle tutulabilir olmasıdır. Bu büyük
farka rağmen ikisi arasında güzel bir uyumluluk da bulunur.
Belki de bu sebeple "güzel huyla, güzel yüz birbirinden ay­
rılmaz" denmiştir.281 Sufi literatüründe değişik adlarla anılan
ruhun bir adı da kalptir. Nitekim, Gazzali: "Allah'a yaklaş­
maya çalışan, bunu bedeniyle değil kalbiyle yapar. Burada
'kalb'le, et parçası olan ve duyularla bilinebilecek olan kalbi
kastetmiyorum; duyularla algılanamayan ve bedendeki [ruh,
sır, sırru's-sır gibi) latifelerin bir parçası ve Allah'ın sırların­
dan birisi olan kalbi kastediyorum. Buna bazen ruh bazen
en-nefsü'l-mütmainne adı verilir. Dinde adı kalbdir. ( . . . . ) Be­
den, hac yolunda kendisini taşıyan deve veya ihtiyaç duydu­
ğu saka/sucu gibi bu latif maddeye, hizmet eder" derken 282
bunu kastetmektedir.
279 Bkz. mesela Gölpınarlı 1977, s. 97, 139, vb.
280 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 8, s. 296.
281 Bkz. Gazz1ili 1412/1992, c. 2, s. 62.
282 A. y. ' c. 1, ss. 91-92.

105
------- TASAV V U F VE T I P -------

Sufilerin ruh konusundaki görüşlerini, çok muhtelif


oluşları sebebiyle bir başlık altında toplamak imkansızdır.
Bunun için burada sadece Tasavvufun zirve şahsiyeti Gaz­
zali'nin görüşlerini özetlemek istiyoruz. Gazzali, İhya adlı
eserinde kalb, ruh, akıl ve nefs terimlerinin maddi açıdan
farklı anlamları olmalarına karşın "idrak eden ve bilen bir
latife" olarak ortak bir anlamları olduğundan söz eder. Şöyle
ki kalbin bir anlamı, "göğsün sağ tarafına emanet edilmiş
içinde boşluk olan kozalak şeklinde bir et parçası", diğer an­
lamı, "cismani bedenle ilintisi olan Rabbani ve ruhani bir
latifedir ki insan onunla idrak eder, ilim ve irfan sahibi olur."
Aynı şekilde ruhun da iki anlamı vardır: Birisi, "cismani kal­
bin boşluğunda bulunup damarlar vasıtasıyla bedenin diğer
kısımlarına yayılan latif bir cisim'', ikinci anlamı ise "insan­
daki bilen ve idrak eden latife olduğu" şeklindedir. Nefs te­
rimi de birinci anlamda "insandaki öfke ve arzu kuwelerini
içine alan latife", ikinci anlamda ise yine "insanın hakikati ve
zatıdır." Ancak, hallerinin farklılığına göre farklı şekilllerde
tavsif edilir. Sufiler, onun, aslen kötü sıfatların bulunduğu
yerken, temizlenerek "nefs-i mutmainne" derecesine çıkaca­
ğını söylerler. Akl teriminin de iki anlamı vardır: Birisi, "ilim
sıfatından ibaret" olduğu, ikinci anlamı ise "mutlak olarak
ilimleri idrak eden'' olduğudur. Böylece bu dört terim "insan­
daki idrak eden ve bilen latife" olma manasında birleşirler.
Gazzali'nin deyimiyle, "Lafızlar dört tane, ama anlam beş
tanedir."283 Gazzali risalelerinde bunlar arasındaki ilişkiyi
daha farklı bir tarzda açıklar. Mesela, er-Risaletü'l-Ledünni­
ye'sinde, "insan beden ve nefsten meydana gelmiştir" sözün­
de, "nefs"ten kastının, tek bir cevher olan ve "tefekkür/fikir
yürütme, tezekkür/hatırlama, hıfz/ezberleme, ilimleri kabul
283 Bkz. A. y. 1412/1992, c. 3, s. 4-7.

106
S E L İ M KAL B İ N FİZYO LOJ İ S İ

etme gibi fonksiyonları olan ve hukemanın/hikmet sahiple­


rinin "nefs-i natıka" olarak adlandırdığı nefs/ruh olduğunu
söyler. Nurunun ilk ortaya çıktığı yer beyindir. Kur'an buna
"en-nefsü'l-mütmainne" veya "er-ruhu'l-emri" ismini verir.
Aynı ruha suf'ıler, "kalb"derler. Bütün bunlar, farklı isimlen­
dirmeler olsa da kastedilen aynı şeydir. Bu ruh/nefs, iradeler,
. kudret ve ilmi kabul için hazırlanmıştır. İlim bölünmediği
gibi bu da bölünmez, mürekkeb/birkaç şeyin birleşimi de­
ğildir. Bakidir, bedenin ölmesiyle ölmez; "Ey nefs-i mut­
mainne/şüphesi kalmamış nefs! Rabbine, sen O'ndan, O da
senden razı olarak dön"284 ayetinde de belirtildiği üzere Rab­
bine döner.285 İ bnü'l-Arabi de göz, kulak, burun gibi idrak
aletleriyle donatılmış olan bu ruhun iki vechi/yüzü olduğu­
nu ve biriyle alem-i şehadet alemine, diğeriyle alem-i haya­
le baktıklarını vurgular.286"Gıdası, ilimleri ve sıfatları" olan287
bu ruh "yaratılmış" olduğu için "yok olabilecek" şekilde yara-
tılmıştır ama yok olmayacağı, hadislerde belirtilmiştir. Ruh,
tenasühle başka varlığa da geçmez. 288
Canlılık ve fonksiyonları söz konusu olduğunda, kar­
şımıza çıkan terimlerin başında er-ruhu'l- hayvani/hayvani
ruh gelir. Bütün canlılarda bulunan ve gıda isteme/acıkma,
öfke ve arzuyu hareket ettirme, kalpteki hayatı doğuran/
canlılık ve kalpten bütün organlara duyu ve hareketin açığa
çıkmasına sebep olma gücüne sahip ruha "er-ruhu'l-hay­
vani/canlılıkla ilgili ruh" adı verilir. Duyu, hareket, arzu, ga­
zab bunun ordularıdır. Bunun yerinin kalp olduğu ve oradan
bütün vücuda yayıldığı kabul edilir. Bir de karaciğerde olup
284 Fecr 89/27-28.
285 Gazzali 1414/1994, c. 3, ss. 60-62.
286 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 5, s. 71.
287 Konevi 1389/1979, s. 306.
288 Gazzali 1414/1994, c. 1, s. 75; İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 5, s. 125.

107
- TASAV V U F VE T I P -------

acıkma, hazmetme, boşaltım (gibi canlılık) fonksiyonla­


rı olan ruh vardır ki buna, "er-ruhu't-tabii/tabii ruh" denir.
Musavvire/sılretleri zihinde saklama, doğurma, büyütme ve
diğer tabii kuvvetler bedenin hizmetçileri gibidir. 289 Gaz­
zali, bu ruh ve beden arasındaki tek farkın, latiflik ve ke­
siflik olduğunu söyleyenlerin olduğunu, bazılarının ruhu
bölünmeyen bir cevher olarak değil a'raz olarak gördüğünü
ve bazı tabiblerin de bu görüşe meylettiğini, bazılarının da
ruhu "kan" olarak tanımladıklarını belirtmektedir. Bu ruh,
göğüste asılan çam kozalağı şeklinde olan kalp camı için­
deki şılleleri olan bir lamba gibi latif bir cisimdir. Hayat, bu
lambanın ışığıdır. Kan karşılığı; his ve hareket nuru; şehvet
harareti; gadab/öfke dumanı; karaciğerde bulunan yeme ar­
zusu hizmetçisi, bekçisi ve vekilidir. Bu ruh, insanı ilme gö­
türmez, masnıl'un/yaratılmış olanın yolunu ve Sani'in/Yara­
tıcı'nın hakkını bilmez. Bedenin ölmesiyle de ölür. Mesela,
kan çoğalırsa, bu lamba, hararetin yüksekliğinden (tansiyon
yüksekliği) dolayı; kan azalırsa soğukluğun yüksekliğinden
(tansiyon düşüklüğü) dolayı söner, yani ölür. 290 İ bnü'l-A­
rabi gibi bazı sılfilere göreyse, hayvani bedenin ve hayatın
hakikati bilinememektedir: Mükellef olan ilahi nefhayla/
üfürüşle üflenmiş ruh mu, yoksa tabii ruh mu? Yoksa ikisi
de mi? Bu konuyu ancak ve ancak, arifler zevkan/tadarak,
tecrübe ederek/yaşayarak subjektif bir bilgiyle bilebilirler.291
Gazzali, bu konuyu, daha veciz bir ifadeyle İhya'sında
şöyle izah eder: Organları birbirine bağlayan latif bir buhar
vardır. Tabibler buna "ruh" derler. Yeri kalptir. Kalbin için­
deki siyah kan, onun fitili; gıdalar yağı, diğer organlarda-

289 Gazzali 1414/1994, c. 3 s. 60.


290 A. y. , c. 3 s. 60-61.
291 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 5, s. 241.

108
S E L İ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

ki hayat onun ışığı gibidir. Fitil mesabesindeki ruh, kalbin


hararetinin fazlalığıyla (tansiyon ve nabzın normal oluşuyla)
yanar. Ama yağ mesabesindeki gıdaların varlığına rağmen
sönebilir. Çünkü ölüm geldiğinde, beden gıdayı kabul etmez.
"De ki ruh Rabbimin emrindendir"292 ayetinde sözü edilen
ruh budur. Tıpda kastedilen ruh, bu ruh değildir. Tabibler
bu ruhu, "latif bir cisim" olarak tarif ederler. Ama "nefsini
bilmeyen Rabbini bilmez", onların ilim dağarcığı bunu nasıl
kavrayacak? Tıbbi ruhu bilen, emr-i Rabbani olan ruhu bil­
diğini sanıyorsa çok aldanıyor. Çünkü ne Kur'an, ne de sün­
net bu konuda bir açıklama yapmamıştır. Hz. Peygamberin
"iyi olduğu zaman bütün beden iyi olur" hadisinde sözü edi­
len ruh da bu ruh değildir. Bu ruh, Allah'ın sırlarından bir
sır olan ruhtur.293
Bedenin yaratılış gayesi, ruhu taşımasıdır: Alem ruh­
larla doludur. Nefsin/ruhun kendisinden olduğu benzer bir
unsuru vardır ki bu onun takatine uygundur. Bu, hayvani
ruhla biraraya getirildiği zaman Allah Taala, latif, ruhani,
tabiatinde işleri bilme ve Yaratanı'nı kabul etme gücünde
bir cevher var eder. Nefs, bu cisme yapışır, onunla meşgul
olur ve başkasını bilmeyecek kadar onunla birlikte ünsiyet
eder. Allah'ın bir hikmeti olarak, ona olan ülfeti ve tutkun­
luğu artar ve tutunduğu cisme hareket etme gücü verir. Bu,
bir demirin mıknatıs tarafından çekilmesi gibidir. Bu nefsi
ruh cisimle birlikte olmaya devam eder ve melekler de ona
dışarıdan yardım ederler. Bunun nasıl olduğunu ancak alim­
ler bilir. Nitekim, Hz. Peygamber, hayrın meleklerden, şerrin

292 İsra 17/85.


293 Gazzali 1412/1992, c. 4, ss. 176-179.

109
------- TASAVV U F V E TI P -------

şeytandan olduğunu haber vermiştir. Meleklere tesir eden


bir eser de gereklidir. 294
"Ö lüm, bedensel bir elemle, yani kılıç darbesinden
daha şiddetli bir acı ve damarların çekilmesi, mafsal ve sırt
arasından ruhun bedenden çıkmasıdır" diyen Gazzal.i:"Bir
damarın çekildiği zaman hissetttiğin acıyı düşün; bütün da­
marlar çekilse nasıl olur artık, var sen hesapla!" şeklinde de­
vam eder.295 Ölüm; ruhun, ilim, lezzet, ferahlık, üzüntü gibi
çeşitli fonksiyonlarının aleti olan organların fonksiyonunun
tamamen durmasıdır. 296 Ancak ölümün gerçek mahiyeti
hiçbir zaman bilinemez. Çünkü hayatı bilmeyen, ölümü de
bilemez. Ö lüm, "ruhun bedeni terketmesi" olarak tarif edilir
ve ruhun mahiyeti de bilinememektedir.297 Ölümle akıl de­
ğişmez; ölü akleder, acıyı ve elemi hisseder. Değişen, beden
ve organlardır. Belki de bu sebeple, ölüm gerçeğine rağmen
insanlar, göz, kulak gibi organları ve bedenlerinin varlığı gibi
nimetlerle avunurlar. 298
İ bnü'l-Arabi'ye göre ölüm "ruhun, dünyada kaldığı
sürece yönettiği tabii şekli/bedeni yönetmekten azledilme­
si"dir. Alem açısından bakıldığında bir insanın ölümü bile
yıkımdır. Çünkü alem, insanın sureti üzerine yaratılmıştır.
Ondan bir insan kaybedilse, alemin sureti bozulur. Ama
alem yokolsa insanın sureti bozulmaz. Allah "onun/alemin
üzerindeki herşey fanidir. Sadece Rabbinin Zat'ı kalıcıdır"
(Rahman 55/26-27) derken, içindeki herşey dememiş de üze­
rindeki herşey demiştir. Çünkü içinde olsa, onunla korunur,

294 A. y. 1414/1994, c. l, ss. 73-74.


295 A. y. 1412/1992, c. 5, ss. 62-63.
296 A. y. , c. 5, s. 1 1 1 .
297 A . y. c . 5, s. 1 13.
,

298 A. y. , c. 5, ss. 124-129.

110
S E L İ M KALB İ N FİZYO LOJ İ S İ

andan ayrı olamazdı. B u , ilahi tecellinin herşeyi kapsadığı­


nın delillerinden birisidir.299

Aslında ölüm, uyanması olmayan derin bir uyku gibidir.


Bu sebeple, uykuda gerçekleşen "misal" veya "gayb alerni"ne
gitme, ölümde daha güçlü olarak yaşanır. Uykuda insanın
ruhu güçlenip zaman ve mekan kayıtlarını geçerek geçmişte
yaşamış veya gelecekte yaşayacak insanlarla görüşebilir, bu
dünya saatiyle bir saniye olan sürede binlerce rüya görebilir.
Hatta zihnini meşgul eden sorularına cevap alabilir, gele­
cekte olacak olayları görebilir, vs . . Ölümde ruhun bedenden
ayrılışı daha güçlü olduğuna göre, ruhun daha da güçlene­
ceği düşünülmelidir. 300 Ölümle, gayb alemiyle aramızdaki
perde tamamen kalkar. Nitekim, ayette: ''Artık senin örtü­
nü kaldırdık; gözün daha keskindir" (Kaf, 50/22) denmiştir.
Bu durumda, insana, ölümle bir güç bahşedilmiş olur.301 Bu
sebeple ölüm, "insanın meleklerin arasına karışması" olarak
bir kemale eriştir. Şöyle ki: İnsan cismi, topraklıktan melek­
liğe doğru bir gelişimdir. Toprakken nebat, nebatken hay­
van, hayvanken insan olan varlık, hep bir yükseğine çıkıyor
dernektir. Ve öldüğü zaman, kemalin zirvesine çıkmış olur.
Çünkü bu, insanın melaikeye katılması dernektir.302 Bunu,
insanın kainattaki seyrinde mineral halinden kamil insan
olma, Allah'a kavuşma haline yükselmesi olarak tanımlayan
sufllerse çoğunluktadır.303

Felsefede olduğu gibi, kainattaki her şeyi hareketle


açıklayan sufllere göre ölüm, mutlak hareketsizliğin yani,

299 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 5, s. 206.


300 Gazzali 1414/1994, c. 4, s. 1 14.
301 A. y. 1409/1988, c. 5, s. 135.
302 A. y. 1414/1994, c. 1, ss. 102, 107.
303 Mesela Mevlii.nii. 1993, vr. 148a (Numaralı Mesnevilerde: 111/3903-3910)

111
------- TASAV V U F VE T I P -------

amel yapmaya ve güzel işe koşmaya artık imkanın olmadığı


zamanın başlangıcıdır. Bu sebeple sufiler, kabirleri ziyaret
edip, "döndürülmek istesek de dönrülmeyeceğimiz zamanı
düşünerek", nefslerini güzel amele teşvike çalışırlardı. On­
lar için tek hakikat, ölümün çok yakın olduğudur. Nitekim,
sufı Ebu Hazım'a karısı: " Ö nümüz kış, yiyecek, giyecek te­
darik edilecek, odun toplanacak'' dediği zaman, o: "Ö nümüz
ölüm; dirilinecek, Allah'ın huzurunda toplanılacak, günah/
sevap defterlerinin verilmesi beklenecek, hesap verilecek,
cennet veya cehenneme gidilecek . . . . "304 derken, bu yakınlı­
ğın farkında olmadığımızı anlatmak istemiştir. Bunu farket­
mek için yapılması gereken şeylerden birisi, kabir ziyaretidir.
Hatta Rebi ibn Heysem gibi bazı zahidler, kalbinde kasvet
ve katılık hissettiği zaman, daha önce hazırlamış olduğu
kabre girer ve "Rabbim, beni geri çevir güzel ameller işleye­
ceğim" (Mü'minun, 23/99-100) ayetlerini okurdu.
Bazı sufıler, tam ölüm gerçekleşmeden, ruhun beden­
den geçici bir süre için ayrılıp sonra geri dönmesini müm­
kün görürler. Mesela, Necmeddin Kübra'nın (v.618/1221)
müridlerinden Sadeddin Hemevi/Hammuye bir defasında
şöyle demişti: "Bir ara ruhuma mirac (uruc [yükselme]) vaki
oldu. Bedenimden sıyrıldım. Onüç gün böylece kaldım.
Daha sonra ruhum bedene döndü. Bu onüç gün içinde be­
denim ölü gibi düşmüştü, hiç hareket etmiyordu. Ruh bede­
ne geldiğinde -aradan kaç gün geçtiğini bilmeden- kalktı.
Orada hazır bulunanlar da 'onüç günden beri bedenin böy­
ledir' dediler."305

304 Gazziili 1412/1992, c. 4, s. 345.


305 Cami 1995, s. 601.

112
S E L İ M KAL B İ N F İ Z YO LOJ İ S İ

Bazı sufiler de, ölüm halindeki bir hastanın "ruhunun


satın alınarak'' yeniden yaşama döndürülebileceğine ina­
nırlar. Mesela, İ bnü'l-Arabi el-Fütithat'ında, ölüm hastalığı
sırasında, bir bedel karşılığı "ruhu satın alarak" iyileştirilen
bir Melik/padişah kızından şu şek.ilde söz eder: Şeyhlerden
birine: "Falan Melik'in/padişahın halka çok faydası/hizmeti
dokunan ve aynı zamanda size gönülden bağlı bir kızı vardır
ki şu anda ağır hastadır. Hemen yanına gitseniz çok güzel
olur" dediler. Şeyh hemen gitti. Kızın babası/Melik onu kar­
şıladı ve kızın başucuna getirdi. Şeyh, kızın can çekişmede
olduğunu gördü. Kızın canına karşı bir diyet/bedel istedi;
hemen getirdiler. Kızdan can çekişme hali gitti, sak.irıleşti
ve gözlerini açtı. Şeyhe selam verdi. Şeyh ona: "Seni şu an
için ecelin elinden kurtardıksa da önemli bir problemimiz
var: Ölüm meleği bir kimsenin canını almaya gelmişse, asla
boş geri dönmez. Şu anda sana bir bedel gerekir ki seni ger­
çekten kurtArabilelim. Sense bir Melik kızısın, halka faydalı
işlerin var. Ö lüm meleğinin senin karşılığında razı olacağı
can, senin gibi değerli bir can olmalıdır. Benim kızlarım ara­
sında çok sevdiğim bir kızım vardır, onu sana feda etmek
isterim" dedi ve kızının yanına gitti. Kızının hiçbir hastalığı
yoktu. Durumu ona anlattı. Kızı ona: "Babacığım, benim ca­
nım senin hükmün altındadır. Nefsimi sana hibe ettim" dedi.
Ö lüm meleği geldi. Şeyh, kızının canını almasını söyledi. O
da kıza doğru yöneldi ve kız anında yere düşüp öldü. Bun­
ları söyleyen İ bnü'l-Arabi şöyle der:

113
------- TASAVV U F V E TIP -------

Bize göre, bir şey verip hasta can satın alınırsa, karşı­
lığında bedel vermek gerekmez. Biz bunu müşahede ettik.
Bir kimsenin canını satın aldık. Karşılığında bir canı bedel
olarak vermedik. Şeyhin bu şekilde karşılığında kızını ver­
mesi, o an o şeyhin meşhedinin/şahid olduğu olayın, Hz. İ b­
rahim a. s. 'ın (kurban) kıssası ve onun hükmü altında olma­
sındandır. Bu dediğimizi anlarsan, ne mutlu sana! Bu şeyhin
meşhedi ayrıca, "Allah müminlerden canlarını ve mallarını
kendilerine vereceği cennet karşılığı satın almıştır. Artık on­
lar, Allah yolunda savaşır, öldürürler ve öldürülürler/ölür­
ler. . . "[Tevbe, 9/1 1 1] ayetinin "öldürürler ve öldürülürler"
kısmı idi. Bizim meşhedimiz ise, "satma"nın kendisidir ve
o da diridir/diriyle ilgilidir. Biz kendisiyle onun hayatını sa­
tın aldığımız karşılığı verdik ve bu meşhedde ölüme bir eser
zuhur etmez/ortaya çıkmaz. 306
Bu ve benzeri şeyler, sı1fılerin yaşadıkları özel haller­
le ilgili olup herkesin anlaması mümkün olmayan keramet
türü olaylardandır. 307
Ö lümden sonraki hayat hakkında bildiklerimiz, yap­
tıklarımıza karşılık mükafat ve cezalandırmanın olması, in­
sanı ümitsizliğe ve karamsarlığa sürüklememelidir. Sonuçta
orası ebediyet yurdudur ve bu haliyle dünya/fani yutttan kat
kat üstün ve güzeldir. Gazzali'nin deyimiyle, bu dünyada
kullarına güzel kaş, renkli dudak, gül gibi yanak, sırma saç
gibi bütün güzellikleri veren Allah, öbür dünyada kullarını
ebedi helak ve yok oluşa düçar etmeyecektir. Bundan daha
büyük güzellik olur mu? Dünyayı da ahireti de yöneten aynı
Allah olduğuna göre, insan neden korksun ki?308
306 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 2,s. 550- 551 . Ayrıca bkz. Cami 1995,ss. 760-761
307 Kerametlerle ilgili açıklamalar için bkz. Küçük 2015, ss. 182-185.
308 Gazzali 1412/1992, c. 4, s. 227.

114
S E L İ M KAL B İ N F İ Z YO LOJ İ S İ

Haddzatında sufılere göre ölüm gecesi, şeb-i arı'.is/gelin


gecesi gibidir. Allah'la buluşmanın ve O'nu idrak etmenin
gerçekleştiği gecedir. Bunun için düğün ve bayram gibi se­
vinçle karşılanacak bir olaydır. Ünlü sı1fi Mevlana Celaled­
din Rı1mi'nin (v.672/1273) her yıl kutlanan şeb-i arı1su böyle
bir sevinci ifade eder. Hatta o, ölüm hastalığında kendisine:
"Huhavendigar/Mevlana Hazretlerin'nin dünyayı hakikat
ve manalarla doldurması için üçyüz veya dörtyüz yıllık öm­
rünün olması lazımdı" diyen hanımına: "Niçin, niçin? Biz ne
Fir'avn ne de N emruduz. Bizim toprak alemiyle ne işimiz
var? Bize bu toprak aleminde nasıl karar olur? Ben, insanlara
faydam dokunsun diye zindanda kalmışım. Yoksa hapishane
nerede ben nerede! Kimin malını çalmışım? Yakında sevgili
dostumun, Hz. Muhammed'in yanına döneceğimiz umu­
lur?" demiş 309 ve dünyayı, Hz. Peygamber gibi zindan olarak
nitelemiştir. Ona göre, nasıl ki çocuk doğduğu zaman, asıl
yurt zannettiği anne rahminden ayrıldığı zaman ağlar ama
sonra bu dünyanın oradan daha geniş ve ferah olduğunu
görünce asıl yurdun burası olduğunu düşünmeye başlarsa,
insan da bu dünyayı asıl yurt zannetmektedir ama öldüğü
zaman öbür dünyayı ve oranın gerçek hayat olduğunu anla­
yacaktır. 310 Ve bu sebeple, insan ölünce ruhu "hapishaneden
kurtulup özgürlüğüne kavuştuğu için'' sevinir. Mevlananın
hemdemi Şeyh Salahaddin Zerkub'un (v.657/1258) cena­
zesinde de olduğu gibi Mevlevilerde "ölüm sevinci" bazen
defler ve diğer çalgılarla ölüyü gömmeye kadar gitmiştir.311
İ slam geleneğine göre normal olmayan belki de sevinci bu
dereceye vardırmaktır. Çünkü Hz. Peygamber, oğlu İ bra-
309 Eflaki 1987, s. 41.
310 Bkz. Mevlana 1993, vr . 17a (Numaralı Mesnevilerde: 1/798 vd. . beyitler), vr.
52b (Numaralı Mesnevilerde: l/3943. beyit)
311 Bkz. Gölpınarlı 1999, s. 112.

115
------- --- TASAV V U F V E T I P -------

him'in ölümünde gözleri yaşla dolmuş ve "Ey ibrahim, sen­


den ayrıldığımız için üzgünüz"312 ve "Göz ağlar, kalp üzülür"
demiştir.313 Herkes tarafından bilindiği üzere İslam'a göre
üzüntüyü dövünerek, ağıtlar yakarak ağlama sınırına vardır­
mak da yasaktır.

C. 111. Tasavvuf Kitaplarına Göre Beden Sağlığı


"İ ki nimet vardır ki insanların çoğu bunlardan gaflet
içindedir: Birisi sıhhat, diğeri de boş vakittir"314 hadisinde de
belirtildiği üzere, insanların çoğunun değerini idrak edeme­
diği iki nimetten birisi sıhhattir.315 İ nsanın zatından/kendi­
sinden sonra en çok sevdiği şey, azal.arının selameti ve sıh­
hattir. 316 Sıhhat, başka bir şey için araç olarak değil, li-zatihi/
kendi özelliklerinden dolayı istenen şeylerdendir. O, insanın
seyr Ü sülılkünde de çok önemlidir: O'nun varlığıyla yapı­
lan zikir ve şükürle Zat'alAllah'a ulaşılır. 317 Oruç gibi birçok
ibadet sağlığa şükr için yapılır. Hatta zekat bile sağlığa şükr
içindir.318 Çünkü sıhhat olmazsa insanın para kazanacak
veya kazandığını koruyacak gücü de kalmaz. Özellikle oruç,
sağlıklı bir bedenin zekatıdır. 319
Gazzali İhya'sında sıhhatin, nimetlerin en güzeli ve her
insanın istediği dört şeyden birisi olduğunu söyler: Nefsi
ruhta ilim, bedende sıhhat ve selamet, malda servet ve in­
sarıların kalbinde bir mevki sahibi olmak" dan ibaret olan bu

312 Buhiiri, Cenaiz, 43.


313 Buhiiri, Cenaiz, 44; Ebu Davud, Cenaiz, 24; vb. . .
314 Buhiiri, R.ikak, l ; Tirmizi, Zühd, l; İbn Miice, Zühd, 51; vb.
315 Gazziili 1412/1992, c. 4, s. 56.
316 A. y. , c. 4, s. 455-456.
317 A. y. , c. 4, s. 156.
318 Hücviri 1982, s. 454.
319 A. y. , s. 454.

116
S E Lİ M KALB İ N F İ ZYOLOJ İ S İ

dört "istenen'', insanın mutluluğunun aslıdır 320 Mukarreb/


Allah' a yakın nefsin faziletleri olan mülcişefe ilmi, muamele
ilmi, iffet ve adalet, ancak ve ancak bedeni faziletlerle tamam
olur. Bu bedeni faziletlerin başında sıhhat gelir.321 Diğer ni­
metler gibi sıhhat nimeti de dünyevi görünse de uhrevi mut­
luluğa hizmet ederler. 322
i nsan, önce zatını, yani kendisini, sonra organlarının
seltimetini, yani sıhhatini sever. Çünkü varlığın kemali ve
devamı buna mevkıiftur.323 Allah'ın verdiği organlar içinde
selameti zaruri olanlar baş, kalp, karaciğerdir. Selametine/
sağlıklı bir şekilde varlığına muhtac olunanlar göz el ve ayak;
selameti "zinetlsüs" makamında olanlar ise kaşların kavisli
olması, dudakların kırmızılığı, gözlerin renginin güzelliği
gibi hususlardır.324 Mevlana, Divan'ında: "Bana: 'Hayatta
sağlıklı yaşamaktan gençlikten daha hoş, daha iyi ne gör­
dün?' diye soruyorsun. Ne bileyim!"325 derken, sağlıktan daha
güzelinin olmayacağını anlatmak ister. Ama birçok insan
hasta olmadığı zamanlarda bu nimetlerin pek de farkına
varmaz; hatırlamak için hasta ve hastahane ziyareti mutlaka
gereklidir.326 Bu durumda insan, zayıflığını ve muhtaçlığını
da anlar.327

320 Gazzali 1412/1992, c. 2, s. 501.


321 Diğer nimetler: Kuvvet, güzellik ve uzun ömürdür. Bunlar da mal, aile, mevki
ve değerli akrabalardan oluşan "harici nimetler"le tamam olur . Bkz. Gazzali
1412/1992, c. 4, ss. 160-184.
322 A. y. , c. 4, ss. 160-184.
323 A. y. , c. 4, s. 455.
324 A. y. , c. 4, s. 464.
325 Can (ed.) 2000, c. 2, s. 302.
326 Gazzali 1412/1992, c. 4, s. 196, vb.
327 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 8, s. 299.

1 17
------- TASAV V U F VE T I P -------

Gazzali'ye göre, sıhhatin en alt derecesi, "sıhhatin im­


kanına" inanmaktır. 328 Sıhhat, her şey gibi Allah'ın elinde­
dir. Beden, Hakk' ın mülküdür. Dilerse, sıhhate kavuşturur,
dilerse, hasta kılar. 329 Mesela, Allah, yaratılışı mutedil/sıh­
hatli bir çocuk yaratmak istediği zaman, ebeveyni mizacının
salahına elverişli şeyler yemeye, buna uygun yaşamaya mu­
vaffak eder. 330
Sıhhatin güzelliğini anlatacak en son örnek ise, "cen­
net"tir. İ nsan, cennette yeni bir yaratılışla ve terkible yaratı­
lır. Bu yaratılış, elem/acı, hastalık ve pislik kabul etmeyen bir
yaratılıştır. Bu sebeple, orada yaşlılık da yoktur.331 Nitekim,
Hz. Peygamber (a. s.): ''Allahım, senden nimetin tamamı­
nı isterim" sözündeki "nimetin tamamı"nı "cennete girmek''
olarak açıklamıştır.332
Sağlıklı olmanın fizyolojik belirtileri vardır. Mesela yüz
renginin sarı değil, normal tonda olması sağlık belirtisidir. 333
Ayaklardaki çatlaklıklar, cüzzam hastalığından uzak olmak
demektir. 334

C. iV. Fizyolojik Zayıflık ve Hastalık

Sıhhat, her zaman güzeli getirmez. Zira sıhhat, ölümü


unutturur. Hastayken, sık sık ölümü düşünen insan, sıh­
hatliyken bunu hemen hiç düşünmez. Oysa insan, her an
aniden hastalanacağını, hastalığın da ölümden uzak olma-

328 Gazziili 1412/1992, c. 4, 5. 548.


329 Hücviri 1982, s. 281.
330 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 3, s. 430 (hah: 148)
331 A. y. , c. 5, 5. 60.
332 Bkz. Gazzili 1412/1992, c. 4, 5. 160.
333 Bkz. a. y. , c. 4, s. 402.
334 A. y. 1409/1988, c. 6, 5. 66.

118
S E L İ M KALB İ N FİZYO LOJ İ S İ

dığını düşünmelidir. 335 Bu açıdan hastalık, sabrın çok zor


olduğu bir durumdur ama ölüme karşı uyarıcıdır.336 Belki
sıhhatli olmak, insanın şımarıp sapmasına sebep olacaktır.
Belki daha büyük hastalıklar gelecektir. Mesela, fizyolojik
zayıflık ve hastalıklara düçar olma, insanın kibrini kıracak,
Yaratan karşısındaki güçsüzlüğünü gösterecektir. Şöyle ki:
Tasavvuf kitaplarına göre, insanın kibirlenmesinin dini ve
dünyevi birçok sebebi olabilir. Dini olanlar, genelde ilmi ve
ameli olmak üzere iki grupta toplanabilir. Dünyevi olanlar
da güzelliği, malı, nesebi, güç ve kudreti sebebiyle kibirlen­
mek olmak üzere gruplandırılabilir.337 Bizi burada ilgilendi­
ren, "güç ve kudreti dolayısıyla" kibirlenmenin, aslında bir
vehimden ibaret olduğu konusudur. Bunu sı'.ifiler şöyle izah
ederler:
İ nsan, doğumundan ölümüne dek hep başka insanlara
ihtiyaç duyması ve her an bir hastalığa yakalanma ihtimali
dolayısıyla fizyolojik olarak çok güçsüzdür. Hayvani/canlı­
lıkla ilgili cisim, tabiattaki dört anasırın sultası altındadır.
"Allah, sizi güçsüz olarak yaratan, güçsüzlüğün ardından
güç veren, sonra tekrar güçsüzlük ve yaşlılık verendir" (Rum
30154) ayetinde de buyrulduğu üzere, insan, aslen zayıflık
üzre yaratılmıştır. Hatta insanın "hiçbir şey "338 olduğu bir
dönem vardı.339 Bunu düşünmek, insanın en büyük ve nef­
sine en zararlı hastalık olan kibir ve ucb/kendini beğenme
hastalığından kurtulması için tek çaredir. Mesela, Muhasi­
bi'ye (v.243/857) göre, kibirden kurtulmanın yolu, insanın
kendisinin yaratılışını düşünmesidir: Ademoğlunun evveli
335 A. y. 1412/1992, c. 5, s. 55.
336 A. y. , c. 4, s. 102, 1 12-1 13.
337 A. y. , c. 3, ss. 535-570.
338 Burada İnsan Suresi 76/l'e telmih vardır.
339 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. l, ss. 620-621.

119
-- -------- TASAV V U F VE TI P -------

topraktandır, sonra ölü nutfeden, sonra ölü bir kan pıhtısın­


dan, sonra et parçasından, sonra küçük ve değersiz, duymaz,
görmez, konuşmaz, düşünmez, hareket etmez bir ölü cisim­
den yaratılmıştır. Sonra ona ruh üflenmiş, bu hallerden geç­
tikten sonra dünyaya gelmiş, sonra da canlı ama yine zayıf,
küçük, değersiz bir bebek olmuştur. Sonra yine pisliklere
terkedilmiştir. Karnında pislik, mesanesinde idrar, burnunda
sümük, ağzında tükürük, kulağında kir, sonra diğer pis ko­
kular ve kirler sarar onu. Gusül ve temizlikte hele bir gev­
şeklik göstersin, hayvanlardan daha çok kokar, hastalıklara
düçar olur. Ayrıca vücudu, açlık gibi çaresizliklere maruzdur
ve balgam, yel, kan gibi muhtelif rahatsız edici maddeler
taşır. Bütün bunlarala birlikte o, hakir, işlerinde başkalarına
muhtaç bir kuldur. Acıkıp acıkmaması, yaşayıp yaşamaması,
uyuyup uyumaması elinde değildir, bu hususlarda birşey ya­
pamaz. Acıkmamak ister ama acıkır; susamamak ister ama
susanır; hastalanmamak ister ama hasta olur; unutmamak
ister ama unutur; unutmak ister, unutamaz . . . vs. Bunlarla
birlikte, ölümünün, istediği şeylerde olmadığından da emin
değilidir: Ölümü, belki tokluğunda, belki uykusunda olacak,
uyuyup uyanamayacak bedenin sahibi olan hakir bir kul,
onu evirip çeviren başkası. Gece veya gündüzün herhangi
bir bölümünde kulağının, gözünün, bütün organlarının, ak­
lının veya bunların bazılarının gidip gitmeyeceğinden, geri
alınmayacağından, başlangıçtaki görmez, işitmez, dilsiz,
cahil hallerine dönüp dönmeyeceğinden emin değildir. Al­
lah'ın (a. c.), kullarının birçoğuna bunu yaptığını görüyor.
İçinde saklı olanı, organlarından herhangi birinin hareke­
tini, kazandığını, harcadığını, yediğini, içtiğini gören, sayan,
hesaba çeken, bakan biri, yani Allah (a. c.) vardır. Malının
mülkünün elinden alınmayacağından emin değildir; zira,

120
S E L İ M KALB İ N FİZYO LOJ İ S İ

mülkünde kendisinden başka bir malik/Allah (a. c.) vardır.


Kendisi, nefsine bile malik/sahip değildir. İ stediği şeyleri
yapmaya kadir değildir. Bütün bunlara rağmen, insan çok
gafildir. Malikine/Sahibine ve · Mevlasına muhalefet eder,
şükretmez, onu hatırlamayı unutur: O'nun nehyettiği birçok
şeyi yapar, emrettiği, birçok şeyi terkeder. Bu sebeble, öyle
azaplar hak eder ki affedilmediği takdirde, köpekler, hınzır­
lar bile ondan daha hayırlı, daha üstün, daha temiz, daha
üstün durumda olmuş olur. Zira hınzır ve köpekler, toprak
olur; o ise ebediyen azab görür. Yaratıklar yelinin pis koku­
sunu duysalar, o pis kokudan ölürler. Onun vahşi görünüşü­
nü görseler, korkudan bayılırlar. Susuzluğunu gidermek için
içtiği sudan bir damla, dünyanın dağlarının üzerine damla­
sa, dağı eritir. Zilletin, alçaklığın, fakr ü zaruretin, rezalet ve
azabın içinde kalır. Dünyada bu veya daha kötü durumlar
içinde olanın, böyle olması kaderi ve yazgısı olanın zillet
ve tevazu içinde olması aslında çok kolaydır ama gafletten
dolayı insan bunları düşünmemekte ve kibr içinde yaşamaya
kendisini mahkum etmektedir.
Dünyadan ötesini düşününce iş daha da zorlaşır: İ nsan,
kendisine ölümün geleceğinden de emindir. Ö lümse, haya­
tın sonudur. O bunu yani, sonunun ölüm olduğunu, ilk ya­
ratılışı gibi ölümden sonra dirileceğini bilmektedir. Şu ayet,
ölümü, iki vechesiyle tanıtmaktadır: "Rabbimiz, bizi iki kere
öldürdün; iki kere dirilttin"340 yani, "babalarımızın sulbünde
cansız idik, bize can verdin; sonra yine öldürdün." Böylece
ilk yaratılıştan önceki ölü haline döner, görürken görmez,
duyarken duymaz, konuşurken konuşmaz olur. Artık hiçbir
şeye ihtiyaç duymaz. Hayvan ve diğer varlıkların bile pis

340 Mü'min 40 /11.

121
------- TASAVV U F VE T I P -------

saydığı bir cife olur. Sonra çürür ve kemiklerinin içi boşa­


lır, kuyruk sokumu kemiği hariç bütün vücudu toprak olur.
Zira, Nebi (a. s), buyurmuştur ki: ''Ademoğlunun, kuyruk
sokumundaki kemiği hariç, her şeyi çürür." 341 Böylece, ilk
babası Ademin yaratıldığı toprak olur, aslına döner. Varken,
yok olur. Aynen "zikre değer birşey olmadığı"342 zamanlar­
daki gibi. Uzun bir çürüme devresinden sonra, Allah (a. c.)
onu diriltir, kıyamet musibetlerinin içine atar: Parçalanmış
gökten, değişmiş yeryüzünden, yürüyen dağlardan saçılmış
yıldızlardan ışığı sönmüş güneş ve aydan oluşan bir kıyamet
çemberi . . . Kulağında, cehennemin sesi var. Sırat'tan geçiş
kaçınılmaz, dayanamamasına rağmen geçmesi gerek. Sonra
Mevlasının huzuruna götürülür, yaptığı her şeyden sorulur,
sualden sonra bitmeyecek bir azaba götürecek olan bir hü­
küm verilir: Aşağılık, hakirlik, zillet içinde bunların hepsini
kabul eder. Affedilmezse, azaba atılır.
Kul, başlangıcının nasıl olduğunu, aslının-faslının
ne olduğunu, zayıflığını, fakr Ü zaruretini, içine düşeceği
kötü durumlardan kendini kurtarmak için elinden bir şey
gelmeyeceğini bilse, hastalık ve üzüntülerden, rahatsızlık,
susuzluk gibi sıkıntıların peşini bırakmayacağını, çekeceği
azab ve aşağılamaları, ölüp çürüyeceğini, ölümden sonra ba­
şına gelecek halleri, korktuğu azabı tefekkür etse, kibri gider,
Mevlasına (a. c.) karşı boyun eğme ve tevazu içinde olur,
ni'metleri verene karşı şükr içinde olur, ahiretteki cezadan
korkusu gider, yokolur. . Bunu bilince, değerinin ne olduğu­
nu, sınırlarını ve elindeki din ve dünya (ni'metlerine) göre
nefsinin küçüklüğünü bilir. İ nsan, değerlidir ama kendisini

341 Buhari 1401/1981, Tefsir, 39. Sure; Müslim 1401/1981, Fiten, 141. H; vb.
342 İnsan 76/1.

122
S E Lİ M KALB İ N FİZYO LOJ İ S İ

bildiği, Rabbinin büyüklüğü karşısında, kendi küçüklüğünü


ve hakirliğini anladığı zaman değerlidir. 343
Gazzali İhya ve onun özeti gibi olan Kimytiu's-Satide
adlı eserlerinde, bu görüşleri aynen tekrar eder. Görünen o
ki Muhasibi'den esinlendiği konulardan birisi, bu konudur.
Gazzali, insanın, neyine bakıp da kibr ve ucba kapıldığına
hayret ettiğini anlatırken bedendeki zayıflıklardan örnekler
verir. İ nsanın, güçlü ve kuvvetli olup olmadığını, hastalık ve
illetlere düçar olduğu zaman karar vermesi gerekir. Zira in­
sanın elinde bir damar ağrısa, en acizden daha aciz olacak.
Bir sinek vücudundan bir şey ısırsa/kapsa, bunu geri alma­
yacak.344 Burnuna veya kulağına bir karınca kaçsa, ölecek.
Ayağına bir diken batsa, onu yürüyemez/aciz yapacak. Hadi
diyelim hasta olmadı, "güç, güç" dediği şey eşekte de vardır,
sığırda da . . . Bunlar, övünülecek ve kibir sebebi yapılacak
şeyler değildir. 345 İ nsan, her zaman, hastalıklar, belalar, aç­
lık, susuzluk, sıcak, soğuk gibi acılarla karşı karşıya kalma
ihtimaliyle yaşar. Bunları düşünse, bir saat kararı kalmaz.
Deli-divane olur. 346 Daha da ötesi, insanın beyninde küçük/
milimetrik bir damar tıkansa felç olacak veya sakat kalacak­
tır. Peki insan neyine güvenmektedir?
Bu ve benzeri sebeplerle, insana, her an hasta olabile­
ceğini düşünmek ve hastalık gelince de hastalığa sabretmek,
daha büyük hastalıkları düşünerek o anki haline şükretmek
ve hayırlı hal için dua etmek düşmelidir. 347 Nitekim, ünlü
sufi-düşünür Mevlananın tavsiye ettiği dua şöyledir: ''Alla-

343 Muhasibi ts, ss. 317-323.


344 Burada Hac 22/73'e telmih/gönderme vardır.
345 Bkz. Gazzali 1412/1992, c. 3, ss. 560-561; a. y. 1397, s. 482-486.
346 A. y. 1397, s. 482.
347 A. y. 1412/1992, c. 4, ss. 198-199, 208.

123
------ ---- TASAVV U F VE T I P -------

hım! Senin zevkini unutturacak, sana şevkimi kıracak, Seni


tesbih ederken duyduğum hazzı kesecek hastalık verme! Ve
beni azdıracak, kötülüğümü artıracak sıhhat de verme!"348
Haddizatında, hem sağlık durumunda, hem de hastalık
durumunda sabırlı olmak gerekir. İ nsanlar, hastalık halinde
sabrı "en zor riyazetlerden birisi" olarak bilse de afiyete karşı
sabır, bela ve hastalığa karşı sabırdan daha zordur; çünkü bu
dünya güzelliklerine karşı sabırdır ve dünya çok caziptir. Bu,
nefsi sabrı gerektirir. Hastalıklara karşı bedenen dayanmak
ise "bedeni sabır"dır.349 Bazı sılfiler, hastalığı, Allah'ın vur­
masına sabretmek olarak değerlendirirken, Zünnıln el-Mıs­
ri gibi bazıları, "O'nun vurmasından, yani hastalıktan zevk
almak gerektiğini, bundan zevk almayanın sevgisinde sadık
olmadığını"vurgulamışlardır.350 Sabrın kemali, hastalığı sak­
lamak/kimseye açmamak, şikayet etmemektir.351 Her hasta­
lık, günahlara karşı bir keffaretlkapatıcı olur. 352 Nitekim,
Peygamberimiz, insanın eline batan bir dikenin bile onun
bir hata ve günahına keffaret olacağını bildirmiştir. 353 Bu
açıdan rahmettir. 354 Ayrıca her hastalık, insanın Rabbini
daha fazla zikretmesine vesile olur.355 İ nsan, sağlığına kavu­
şunca da eskisinden daha güzel şükreder. 356
Hülasa, sıhhat ve hastalık, her ikisi de insan içindir.
Şems-i Tebrizi'ye göre, Allah'ın ayet ve işaretlerindendir.
348 Eflaki 1980, s. 575.
349 Gazzali 1412/1992, c. 4, s 104-108.
350 Semle 1380/1960, s. 271.
351 Gazzali 1412/1992, c. 4, s. 1 16.
352 A. y. , c. 4, s. 204.
353 Bu konuyla ilgili hadisler için bkz. Buh:lıi, Merza, 3; Müslim, Birr, 46; irmizi,
Cenaiz, l; vb.
354 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 1, s. 505.
355 A. y. , c. 8, s. 299.
356 Gazzali 1409/1988, c. 5, s. 103.

124
S E L İ M KAL B İ N FİZYO LOJ İ S İ

"Biz onlara kendilerindeki ve afaktaki ayetlerimizi göstere­


ceğiz" (Fussilet 41/53) ayetindeki "nefıslerindeki" kısmı, "ne­
fıslerindeki sıhhat ve hastalık" olarak da yorumlanabilir.357

C. V. Hıfzu's-Sıhha/Sağlığı Korumak
Sufilere göre hıfzussıhha, bir hastalık mahallini/potan­
siyel hastayı hastalıktan korumaktır ve Tıbb'ın bir dalıdır.
İnsan da hastalık mahallidir; yani hastalığı kabul edecek bir
halde/zayıflıktadır.358 Dünya nimetlerinden en önemlilerin­
den birisinin sıhhat olduğunu ve onu korumanın da bilin­
cinde olan sılfıler, hasta olmamak için korunmanın, hasta
olup deva aramaktan daha kolay olduğunu söylerler: Hasta
olmadan önce, sıhhati koruyucu tedbir almalı ve sıhhat ara­
maktan kurtulmalıdır. Nitekim, günahtan korunmak da tev­
be etmekten kolaydır.359 Bu sebeple "Hastalık olmasa, tedbir
olmazdı. ( . . . . ) Mahir tabib, iksirlerin müdebbiri/yöneteni­
dir" diyen İbnü'l-Arabi, hastalıkları bile sağlığı korumanın
sebeplerinden sayar görünmektedir.360
Sılfılerin, sağlığı korumanın yolları olarak zikrettik­
leri hususları, şu başlıklar altında toplamak mümkündür:

C . V. 1. H ijyen/Temizlik

Bu meyanda vurgulanacak en önemli husus, tasavvuf ki­


taplarında manevi temizlik kadar maddi temizliğe de önem
verildiğidir. Hatta tasavvuf kelimesinin gramer açısından
kökeni olan "sılf (yün)"un, ilk sufılerin giyeceklerinin ham­
meddesiyken, sonradan terkedilmesinin sebepleri arasında,

357 Şems-i Tebrizi 2006, s. 291 .


358 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c . 8, s . 37.
359 Şems-i Tebrizi ts. 30b/a. y.'2006, s. 104.
360 ibnü'l-Arabi 141411994, c. 8, s. 120.

125
------- --- TASAVV U F VE T I P -------

"yünlerin artık kirlenmeye başlamış olması" gibi hijyenik bir


sebep zikredilir. 36 1 Sufiler abdest ve gusle önem verir, bunu
manevi temizliğe gayretin bir sembolü sayarlardı. Abdestsiz
gezmemeye, hatta uyumamaya çalışmak, abdestliyken öle­
bilmek için sık sık abdest veya gusül almak birçok sufı:nin
adetiydi. Bunlarla ilgili örnekler, ikinci bölümde, sufılerin
hastalıkları kısmında verilecektir. Yemekten önce elleri yı­
kamak, sonrasında elleri bir mendille sildikten sonra yine
yıkamak, dişleri temizlemek de "yemek adabı" konusunda
vurgulanan hususlardandır.362
Bilindiği gibi, genel bir dini kural olarak su, vücudun
hastalığına/hastalığının artmasına sebep olacaksa, su ye­
rine teyemmüm/toprağa yönelmeyle yetinilmesi gerekir.
İbnü'l-Arabi, sufılerin bu konuda, "vaktin çocuğu" olarak
davranmayı bilmesi gerektiğine işaret eder ve "Sufi vaktin
oğludur. Vakti sıhhat ise, hasta değilse veya hastalığı şiddetli
değilse, teyemmüm etmez. Vehmi/gelecekle ilgili korkusu,
ilmi üzerine hakim olmaz" derken,363 sufılerin nasıl hareket
etmesi gerektiğini çok net bir şekilde belirtmiştir.
Tasavvuf kitaplarında, modern literatürde adına "mik­
rop" denen organizmalara işaret eden bazı izahlara rastlamak
mümkündür. Mesela Gazzali: "Sinek, karınca gibi haşarat,
yemek üzerine düşünce, yemeği dökme" der.364 İ bnü'l-Arabi
de sadece "sinek" için aynı tavsiyede bulunur.365 Bu öğüt,"Si­
nek yemeğin içine düştüğü zaman (havada olan) diğer ka-

361 Bkz. Hücviri 1982, 72.


362 Ebu T"'alib el-Mekki 1424/2003, c. 2, s. 346, 363; Gazzali 1412/1992, c. 2, ss.
4-lO; vb. .
363 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 1 , s. 810.
364 Gazzali 141211992, c. 2, s. 146.
365 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 8, s. 393.

126
S E Lİ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

nadını da batırınız. Çünkü bir kanadında zehir, diğer kanadı


altında panzehir vardır" şeklindeki hadisden366 alınmış gö­
rünmektedir; yani Tıbb-ı Nebevi ile uygunluk içerisindedir.
Gazzali, ''Ağzı dar bardaktan su içmek ağrılara sebep
olur. Onun sebebi de içine dolan ağız buharlarıdır (pis
nefestir). İ drar için hukne taktırmak mesane taşına sebep
olur."367 derken, ağzı dar bardakların yıkanmasının zor ol­
ması sebebiyle, su içme sırasında bırakılan mikropların yu­
valandığı yer olduğuna işaret etmiştir. Bu da nebevi Tıbba
uygun bir tesbittir. Zira bilindiği üzere Hz. Peygamber (a.
s.), su içilen kabın içinde nefes alıp vermeyi, suya katılabi­
lecek olan pis nefesten dolayı yasaklamıştır.368 Diğer Nebevi
bir öğüt olan"yatacağın zaman su içilen kapların ağızlarını
örtmek"369 öğüdü de tasavvuf kitaplarında yer alır.370
Mevlana Celaleddin Rumi gibi bazı sufiler de eser­
lerinde mikrop veya bakteri olarak tanımlayabileceğimiz
varlıklardan, yani "zerrelerden" söz ederler. Mesela: "Zerre­
ler gördüm hep ağzı açık, eğer onların yemeğini söylersem,
uzun olur" beytindeki "zerreler"i Avni Konuk, "bakteriler"
olarak açıklar: "Zerre" lügatta "yüz tanesi bir arpa kadar ge­
len karınca"ya denir. Fakat, maddenin küçüklükteki mün­
tehasını göstermek hususunda kullanıldığına göre, "zerre",
maddenin gözle görülemeyecek küçük parçasıdır. Nitekim,
366 Buhiiri, Tıbb, 58; İbn Mace, Tıbb, 31; Ebu Davud, Et'ime, 48; Nesai, Ferağ,
11; vb. Hadis üzerinde bilimsel çalışmalar yapılmıştır. Peygamberimiz (a.
s.)'dan Tıbbi öğütler için sahih hadis kitaplarının Kitabu't-Tıbb bölümlerine
bakılabileceği gibi konuyla ilgili derleme çalışmalarına da bakılabilir. Mesela
bkz. İbrahim Canan, Hz. Peygamberin Sünnetinde Tıb (Tıbb-ı Nebevi),
İstanbul 2006.
367 Gazziili 1409/1988, c. 6, ss. 66.
368 . Bkz. Buhiiri, Vudu, 18, 19; Müslim, Taharet, 63, 75; vb.
369 Müslim, Eşribe, 96, 99; Ebu Davud, Eşribe, 22; vb.
370 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 8, s. 385.

127
------- TASAVV U F VE T I P -------

ayet-i kerimede bu mübalağayı beyan için "Kim ki zerre


ağırlığınca hayır işlerse, mükafatını görür" (Zilzal 9917) bu­
yurulur. Gıda alan zerrelerin lokmaları elbette kendilerin­
den pek küçük olacaktır ki bu zerreler ağızlarını açıp onları
yiyebilsinler. Bittabi mikropların her cinsi bunlara dahildir.
Ve bu zerrelerin, yedikleri lokmaların vücudu dahi kendile­
rine mahsus olan gıdalardan neşv ü nema bulmak lazım gelir
ki gıdalanmada arka arkaya geliş gerçekleşsin. Aksi halde,
zerrelerin yemesiyle bu lokmalar biter idi.371 Aslında tıbbi
anlamda mikroptan ilk sözeden bilimadamı, daha önce zikri
geçtiği üzere aynı zamanda bir sufi olan Akşemseddin'dir
(v.863/1459). Ne yazık ki günümüzde bu şeref,ondan 100
yıl sonra yaşamış olan İ talyan Fracastor'a bahşedilmekte­
dir.372
Ancak burada temizlikte ileri gitmemeyi, bununla vakit
kaybetmemeyi vurgulayan sufiler olduğu gibi, nefsini kır­
mak ve ona tevazuyu öğretmek için bir süreliğine de olsa
İ brahim b. Edhem (v.161/777) gibi tamamen kir-pas içinde
dolaşan, hatta pislikten bitlenmiş olan sufiler olduğunu da
belirtmek gerekir.373 Hz. Mevlana'nın hocası Seyyid Burha­
neddin'in 12 yıla yakın elbisesini hiç yıkamadığı, kendisine
"çıkar da yıkayalım" dendiği zaman "yine kirlenir" dediği, "e
yine yıkarız" dendiği zaman: "Dünyaya temizlik yapmaya
mı geldik? Böyle manasızlık etmeyin ve beni incitmeyin.

371 Konuk 2005, c. 5, s. 24'den sadeleştirerek alındı.


372 Birçok bilimsel-teknik buluşun Müslüman bilim adamları tarafından
bulunmasına rağmen, keşfedenin kendileri olduğunu iddia eden Batılı
pseudo-bilim adamlarınca (daha doğrusu, şarlatanlarca) sahiplenmesinin
yüzlerce örneği için Alman Doktor Sigrid Hunke'nin 1967 yılında yazmış
olduğu Allah Snne uber dem Abendland adlı dilimize Avrupa'nın Üzerine
Doğan İs/tim Güneşi (tcc. Servet Sezgin, 1972) olarak dilimize çevrilen adlı
muhteşem esere bakılabilir.
373 Bkz. Kuşeyri 1409/1989, s. 271.

128
S E Lİ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ

Ruhu yıkamak daha iyidir" dediği rivayet edilirse374 de doğ­


ru olması pek mümkün değildir. Çünkü, Tasavvufta, zahirle
batın/ruhu ayırmanın mümkün olmadığını öyle bir zat mut­
laka bilir. En başta Kur'an-ı Kerim,'de Allah peygamberine
"Ve elbiseni temizle" (Müddessir 74/4) buyurmakta, bunun­
la hem zahir hem de batın manayı kastetmektedir. Nitekim
abdestte el, yüz, burun, kulak, kollar ayaklar gibi organlar
yıkamamız, tamamen bir fiziksel temizlik değil de bu or­
ganlarla işlediğimiz günahlardan tevbe etmedir. Yık.ama iş­
lemi sadece bir sembol de olsa, vardır; zahir olacak ki hatmi
anlamından sözedilebilsin.375 Aynı şeyleri, guslün zahiri ve
hatmi anlamı için de söylemek mümkündür; birbirlerinden
ayrılamazlar. Dikkat etmek gerekir ki rivayet bir menakıb
kitabında geçmektedir ve menakıb kitaplarının yazdığı her
rivayetin, "tarihsel olarak doğru" olacağına dair ilmi bir ka­
bul yoktur.376 o böyle söylemişse bile, zahiri temizlikle kal­
mamak gerektiği ve asıl olanın, batını ve ruhu temizlemenin
olduğunu anlatmak istemiş olabilir. Yine Hasan el-Basri
(v. 1 10/728) gibi bazı sı1f'ıler, elbisesini yıkamaya vakit ayır­
mayı bile vakti boşa harcamak olarak görüp mümkün mer­
tebe, elbiselerini bile iyice kirlenmeden yıkamazlardı.377 An­
cak bunlar istisnai durumlardır.

C. V. 2. Beslenmenin Sağlığı Korumadaki yeri

Sindirim Sistemiyle İlgili Genel Bilgiler

Tıbbi açıdan beslenme, insanın bağışıklık ve direncini


sağlamada çok önemli bir yere sahiptir. Sufiler de kitapların-
374 Eflaki 1986, s. 123.
375 Abdestin batın! manası için bkz. Hücviri 1982, ss. 425-436.
376 Meniikıbniimelerde verilen bilgilerin mevsiikiyeti/güvenilebilirliği hakkında
bazı mütalaalar için bkz. Küçük 2015, ss. 270-278.
377 Gazziili 1412/1992, c. 4, s. 345.

129
-- TASAV V U F VE TIP ------

da riyazet ve mücahededeki yerinden dolayı beslenme konu­


suna geniş yer ayırmışlar ve sindirim sistemiyle ilgili bilgiler
vermişlerdir. Sufiler, doğru beslenmeyi, hastalıklardan ko­
runmanın yollarının başında zikrederler. 378 Her şeyden önce,
bedeni açlık ve susuzluktan korumak için yemek-içmek; so­
ğuk ve sıcaktan korumak için libas ve mesken zarı1ridir. Ve
insan, bunları yaparken bir zevk alsa bile, zaruret açısından
veya hastalığı def' etmek için yapıyorsa, zühde muhalif de­
ğildir. 379
Tasavvuf kitaplarında insan "büyük alemin küçültül­
müşü" olarak görülür ve "nüsha-i muhtasar/özet model"
olarak nitelenir. Çünkü alemdeki bütün fonksiyonlar ve
işlevler insanda da vardır. Mesela alemdeki/kainattaki devr
ve seyrden, yani toprağın bitki oluşu, bitkinin hayvan ve in­
sanlarca yenmesi ve bu canlıların sonra tekrar toprak oluşu
anlatılırken yiyeceklerin mideye geldikleri zaman, karaciğer
tarafından nasıl halledildikleri, safranın, sevdanın, balgamın
görevleri ve yiyecekleri kana nasıl karıştırdıkları detaylarıyla
anlatılır. 380 Yenebilen bitkilerin, yenilemeyen taş ve çamur
gibi varlıklardan varlıkça daha kamil/üstün olduğu vurgula­
nır. 381 Karaciğerlerden yedi organa damar yolunun açık olup
gıdanın hazmedilme ve vücuda taşınma şeklinden, safra
kesesinin kanın köpüğünü/asitini, dalağın kanın telvesini/
sevdasını, böbreğin ise kanın kirli suyunu aldığı belirtilir.
Gazzali, mide, karaciğer ve safranın çalışmasından,382 alınan
gıdaların kendi kendilerine hareket güçleri olmadığından
378 Gazzali 1412/1992, c. 4, ss. 169-171.
379 Gazzali 1412/1992, c. 4, ss. 353-354.
380 A. y. , c. 4, ss. 174-177; İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 1, ss. 63-65.
381 Gazzali 141211992, c. 4, s. 169.
382 Bkz. A. y. , c. 4, ss. 174-177; c. 5, ss. 21-26; a. y. 1397, s. 635-637; a. y.
1409/1988, c. 5, ss. 129-131.

130
S E Lİ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ

nereye, ne kadar kan veya et konacak gibi işleri yapan, yiye­


cekleri ete, kana ve kemiğe çeviren melkelerin olduğundan,
yenen her cüz' için 7, 10, hatta 100 meleğin görevli bulundu­
ğundan, küçük bir çocuğun büyüyüp adam oluncaya kadar
aldığı gıdaları konması gereken yerlere koyan yüzlerce me­
leğin varlığından söz eder. 383 Hatta sindirim fonksiyonunu
yerine getiren ruha, özel bir ad verilir ki bu "Tabii ruh"tur.384
Beslenme, insanın belci/hayatta kalma sebebidir. 385
Sindirim sistemiyle ilgili olarak İ bnü'l-Arabi de geçer. 386
O, konuya farklı açılardan da yaklaşır ve şöyle der: "Bedenin
yönetilmesiyle ilgili tabii kuvvelerden birisi, el-kuvvetü'l-ca­
zibe/Çekici kuvvettir. Hayvani nefs, bununla ciğer, kalb gibi
organlarının salahına olan şeyleri çeker. Bir de el-Kuvve­
tü'l-masike/tutan kuvvet vardır ki el-kuvvetü'l-cazibenin
organa çektiği şeylerden faydalı olanları tutar. "Peki maksıld
menfaatse, hastalık bedene nasıl girere (hastalığı çekmese
ve tutmamaları gerekmez mi)? Dersen, derim ki: Hastalık,
bedene hakettiği gıdadan fazlasının veya azının verilmesi­
dir. Bu kuvvette ise istihkakın mizanı/ölçüsü yoktur. Bunun
için, bedenin hakettiğinden fazlasını veya azını çekerse, has­
talık oluşur. Çünkü hakikati, mizanın hakikati olan şeydir.
Ölçü üzere aldığı zaman sıhhatli olur"387 der. Görüldüğü
üzere, İ bnü'l-Arabi, vücudun "gereği/ihtiyacı kadar" gıda,
yani enerji alması gerektiğinden, aksi takdirde hastalıkların
oluşacağından söz etmektedir. O, eserlerinde kainatta her­
şeyin bir ölçüyle yaratılmış olduğunu belirten ayetlere388 sık
383 Bkz. A. y. 1412/1992, c. 4, ss. 186-189.
384 A. y. 1414/1994, c. 3 s. 60.
385 A. y. 1409/1988, c. 6, s. 70.
386 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 2, ss. 432-433; c. 4, s. 602.
387 A. y. , c. 1, s. 398.
388 Bkz. mesela Kamer 54/49; Şura 42/17; Rahman 55/7-8 vb. Kainatta.ki ölçül

131
· TASAVVU F VE TI P ------

sık yer verir. Ona göre: "Gıdalanma, gıdayı aldığın zaman


biten bir olay değildir. Midede yiyecek ve içecekler toplan­
dığında, tabiat bunların idaresini eline almış demektir: Bu
yiyeceği halden hale nakleder. Kendisinden çıkan her ne­
feste onu harcar ve böylece yeme işlemi (sindirim ve enerji
harcaması) devam eder. Depolanmış yiyecekler/enerji bitin­
ce, tabiat yeniden harekete geçer. Bu durum, ahiret ehli için
de geçerlidir. 389

Alınacak Gıdanın Miktarıyla İlgili Bilgiler:


Yeme adabı, Perhiz ve Riyazet

Yemekle ilgili genel kurallar, "yemekten önce mutla­


ka elleri yıkamak, yarı uykuluyken bir şey yememek, iyice
acıkmadan yemek yememek, su içmişse hemen arkasına ye­
mek yememek, yemek yemişse hemen arkasına su içmemek,
yemeğin iyi pişmiş olmasına ve meyve gibi çiğ bir şey ise
iyice olgunlaşmış olmasına dikkat etmek, çeşitli yemekler
varsa hafif olanından başlamak, yerken küçük parçalar ha­
linde ağza almak, iyice çiğneyerek/öğüterek yemek ve mide­
nin 1/3'ü henüz boşken, yani tıka basa doymadan sofradan
kalkmaktır. En az bunlar kadar önemli bir kural da yemekte
güzel şeylerden konuşmaktır. 390 Sofradaki vakti tamamen
yemeyle geçirmiş olmamak ve yiyeceklerin vücuda faydasını
maksimum seviyeye çıkarmak için bu şarttır. Bilindiği üze­
re, stresli ve kötü sözlerin konuşulduğu bir ortamda yenen
yemeğin vücuda faydası çok azdır ve hatta yoktur.
Her şeyde olduğu gibi beslenmede de ölçülü olmak ve
ayrıca ne yediğine dikkat etmek zorundadır. Çünkü hastalık,
mizan konusuna bu kitabın başında "Genel olarak Fen bilimleri ve Tasavvuf"
başlığı altında değinilmişti. Detaylar için o bölüme bakılabilir.
389 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 6, s. 492.
390 Ebu T'alib el-Mekki 1424/2003, c.2, s. 346-347, 364-365.

132
S E L İ M KAL B İ N F İ ZYOLOJ İ S İ

"bedene zehirli/toksinli şeyler yediğinden ve başka zararlı


şeylerden ileri gelir"391 ki ihtiyaç fazlası gıda da bir bakı­
ma zehirdir; vücudu yorar ve zarar verir. Hakim Tirmizi'ye
(v.320/932) göre insan, en az yemesi gereken halvette bile
orta yolu tutmalı, ne "çok aç", ne de "çok tok" olmamalıdır.
Ruhun dengede tutulması buna bağlıdır. İfrat ve tefrite ka­
çılması/aşırı uçlarda dolaşılması boş hayallere ve hezeyan­
lara sebep olur.392 Gazzali de "Ölçüde eğriltme ve eksiltme
yapmayın!" (Rahman 55/9) ayetinden hareketle, mesela iba­
det ve zikirden bile geri kalacak kadar yemeyi bırakmayı da
ölçüyü bozmuş olmak olarak görür. Gıda almaya karşı fazla
düşkünlük de aynı şekilde ölçüyü bozmaktır. 393 İbnü'l-Ara­
bi: ''Acıkır, açlığımızı gidermek için gıdaya koşarız. Bu gıda­
nın sureti, Allah'ın isimlerindendir ve bizim Allah'a muhtaç
olduğumuzu gösteren işaretlerden sadece bir tanesidir"394
derken, yemenin insan bedeninin iftikarını/muhtaçlığını
gösterdiğinin altını çizer. İ bnü'l-Arabi'ye göre, gıdayı ta­
mamen bırakmak, Allah'ın "Samediyet/hiçbir şeye muhtaç
olmama" sıfatına yakışan bir olgudur ve beşerin takatinin
üzerindedir. Bu sebeple, Allah Teala "Oruç benim içindir"
buyurmuştur. 395
Konevi'ye göre, her bedenin kendisine uygun, onu ko­
ruyan, devam ettiren bir itidal/orta yolu ve mizanı/ölçüsü
vardır. İfrat ve tefritten uzak bir şekilde alınan gıdalar, kuv-

391 Gazzali 1397, s. 628.


392 Bkz. Çift 2008, s. 239.
393 Gazzali 1412/1992, c. 4, ss. 160-161. Bu pasaja göre, aynı kural cinsel arzular
için de geçerlidir: Tamamen bırakmak da aşırı düşkünlük göstermek de
ölçüyü bozmaktır.
394 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 5, s. 401.
395 A. y. , c. 2, s. 418.

133
- -- TASAV V U F V E T I P ------

velere dağılır, gereken işleri yapmalarına yardımcı olur. 396


Konevi, İcdzu'l-Beydn ve Miftahu Gaybi'l-Cem ve'l- Vücud
gibi eserlerinde mebde'/yaratılış konusunda Rab ismini
anlatırken, gıdalar konusuna sıkça girer. Hem ruhun, hem
de bedenin gıdalarından bahseder. Gıdanın, farklı tür ve
şekilleriyle beka sıfatının mazharı olduğunu, gıdalanmadan
kastın ez-Zahir/Açığa Çıkan ve Görünen isminin hüküm­
lerinin sürekliliğini ve varlıktan ibaret olan en-Nur isminin
tecellisiyle ayn-ı cem' makamında tafsil sıfatını talep etmek­
ten ibaret olduğunu; gıdalanmadan uzaklaşmanın ise, tecel­
lilerin, Allah'ın Zatı'na ait gayb mertebesinden ibaret olan
kendi aslına dönmesine işaret olduğunu belirtir. Bu soyut
yorumlar yanında, mizacın gıdanın kuvvetine baskın gel­
diği, mesela bazı insanların mizaclarına balgam ve soğukluk
hakim olması sebebiyle, onlara balın yararlı olmadığı gibi
pratik bilgilere de girer.397 Konevi'ye göre, gıda, Allah'ın
Zahir/Açığa Çıkan ve Baki/Kalıcı Olan sıfatlarının maz­
harıdır, Kayyfım/Her şeyi Ayakta Tutan İ sminin semeresi/
sonucudur. Dünyada var ve devamlı olmak gıdalanmayla
olur. Bütün gıda çeşitleri bu hükme dahildir. Bir şey münafı/
zıt olduğu şeyle beslenemez. Gıdalanmadan murat, Allah'ın
Zahir isminin ve hükümlerinin açığa çıkmasını devamlı
kılmaktır. İ nsan dışındaki bütün varlıkların özel bir gıdası
vardır ve onun dışına çıkamaz. İnsan ise, cem'iyyetlbütün
varlıkları kendisinde toplayıcılığı dolayısıyla bütün gıda çe­
şitlerinden geniş bir seçeneğe sahiptir.398
İ bnü'l-Arabi'nin Fususu'l-hikem'inin ünlü şarihi/yo­
rumcusu ve "Şarih-i Fusfıs" dendiği zaman ilk akla gelen

396 Konevi 1389/1979, s. 298.


397 A.y., ss. 294, 305; A. y. 2002, ss. 237- 247.
398 Detaylar için bkz. Konevi 1389/1979, ss. 296- 306.

134
S E L İ M KALB İ N FİZYOLOJ İ S İ

Abdullah Bosnevi (v.1054/1644) de Lübbü'l-lübb fi beyd­


ni'l-ekli ve'ş-şürb adlı risalesinde, "Yiyiniz, içiniz ama israf
etmeyiniz" (A'raf 7/31) ayetini, hem yemeden aşırı derecede
istinkaf edenler/kaçınanlar açısından, hem de ihtiyaçlarının
üzerinde yiyip içenler açısından açıklarken, mesela zahidle­
rin aşırı riyazet arzusuyla yemeyi tamamen terketmelerini,
beden ve ruh dengesini bozdukları gerekçesiyle ayette insa­
na emredilen "yeme emri"ne aykırı bulmuştur.399
Ayrıca, gıda alma sırasında çok dikkatli olmak gerekir.
Çünkü insanın yaptığı her şey gibi, gıda almanın da hem
fizyolojik, hem de ruhi etkileri vardır. Bir kere, tokluk, kalbi
katılaştırır, zihni ifsad eder, hıfzı/ezberlemeyi mahveder, or­
ganların ibadet ve ilimle uğraşmada gevşemesine sebeb olur,
aşırı arzuları kuvvetlendirir ve şeytanın ordularına yardım
eder.400 İ kinci olarak, hem fizyolojik, hem de ruhi etkileri
açısından ileride detaylarıyla ele alacağımız az yemek ve
içmek/perhiz çok önemli bir yeme kuralıdır. Eski tebabete
göre: "İçinde dert omayan tek devadır. "40ı Az yeme ve açlık,
vücudu birikmiş faydasız artıklardan temizler. "Biz sizi kor­
kudan, açlıktan, mal, can ve mahsul eksilmesinden bir şeyle
imtihan ederiz" (Bakara, 2/155) ayetin tefsirinde Kuşeyri,
bunun kulların bedenlerini temizlemeleri, modern tabirle
detoks için olduğunu belirtir.402 Ebu Muhammed Ceriri'ye
göre, perhizin gayesi, tabiatın itidalini sağlamaktır. Kendisi-

399 Bosnevi 1033 [1623], vr. 80-81a. Bosnevi ve bu risalesi üzerinde bir etüd
için bkz. Stephen Hirtenstein & Hülya Küçük, "Physical sustenance in
Sufi Literanıre: a case-study of a treatise by -Abd Allah al-Büsnawi (d.
1054/1644) Lu/Jb al-lubbfi bayan al-ak! wa 1-shurb",jounıal ofthe Muhyiddin
ibn :Arabi Society, no. 58 (2015), 67-101.
400 Gazzili 1409/1988, c. 5, s. 66.
401 Ebu T'alib el-Mekki 1424/2003, c. 2, s. 367.
402 Kuşeyri 1420/2000, c . 1, s. 79.

135
- TASAVVU F VE TIP -------

ne uygun düşmeyen gıdalardan kaçınan kimsenin nefsi, riya­


zet üzere bulunur. Böylece vücudu hastalıklardan ve aşırı ar­
zulardan korunmuş olur.403 Gazzali de az yemenin mükafatı
olarak, "afiyet ve tabibe ihtiyaç duymamayı" kaydeder.404
Bedenin ihtiyacı olan gıdadan az veya çok alınırsa, hastalık
oluşur. Doğru ölçüde alınırsa, sıhhattir.405 Hatta, bazı hasta­
lıkları önlemek açısından belli gıdalardan tamamen kaçın­
mak gerekir. Mesela bal, yüksek tansiyonu olanlara "haram"
derecesinde yasaktır.406 Modern tıp da, insanın yakamayaca­
ğı kadar enerji/kalori depolamasının, bütün hastalıklarının
sebebi olduğunu belirtmektedir. Haddizatında, daha önce
canlılık ve ruh bölümünde belirttildiği üzere, kainatta asıl
olan "minimum enerji" yasasıdır. Yani canlı - cansız her şeyin
en az enerjiyle yetinmeye çalışmasıdır. Bu ilke, canlının, her
hal ü şarta dayanmasına ve güçlü olmasına hizmet eder.
Perhiz ve riyazet, insanın yaşam evreleriyle de ilgilidir.
Ve bazı sufıler, genel olarak bilinenin aksine, gençken riya­
zet yaparken yaşlılıkta yapmazdı. Mesela Mevlananın hoca­
sı Seyyid Burhaneddin, gençlikte çok sıkı bir riyazet yaptığı
halde yaşlandığı zaman bunu bırakmıştı. Hanım bir müridi,
merak edip bunun sebebini sorunca, kendisini Allah'ın hu­
zuruna gidecek olan bir kurban gibi düşündüğünü belirten
şu cevabı vermişti: 'Şimdi bizi birkaç gün besiye çekmişler ki
beslenelim ve bir bayram günü olan "Hakk'a kavuştuğumuz
günde" kurban olalım. Çünkü zayıf kurban O'nun mutfa­
ğına yaramaz. Yağlı kapıya yağlı kurban gerekir. '407 Aslın­
da, burada mesele, fazla yaşlılktan dolayı vücudun riyazete
403 Hücviri 1982, s. 251-252; Gazzili 1412/1992, c. 4, ss. 1 18-119.
404 Gazzali 1409/1988, c. 6, s. 70.
405 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 1, s. 398.
406 Gazzali 1412/1992, c. 2, s. 441.
407 Eflaki 1986, s. 120.

136
S E L İ M KA L B İ N FİZYO LOJ İ S İ

dayanamasıdır. Nitekim, Ramazan orucunu tutmayıp yerine


fitre vermeyi caiz yapan sebepler arasında "çok yaşlı olmak"
da vardır.
Şems-i Tebrizi, insanın temel gıdası olarak, ekmek,
çorba ve eti zikreder. İ nsanın böyle beslenirse, çok sağlıklı
olacağını, ölünceye dek hastalanmayacağını söyler. Çorba
ve ekmek dışındaki gıdaların "oyuncak" türünden gıdalar
olduğunu408 ama sadece ekmekle beslenmenin çok yanlış
olduğunu da belirtir.409 Erzurumlu İ brahim Hakkı, sağlığı­
nı korumak isteyene buğday ekmeği, hafif tatlılar, tavuk ve
kırmızı et; meyvelerden incir, üzüm vb. sulu olanları yeme­
yi tavsiye eder. Günde iki defa yemek, vücuda sıhhat, ruha
hafiflik verir. 410 Gece ve gündüz ikişer defa yemek israftır,
haramdır ve illettir: vücutta lekeler yapar. 411 Yerken küçük
lokmalar almalı, iştahı olmadan yemek yememeli, iştahı ge­
lince de hemen yemeli/fazla geciktirmemeli, hazın olunma­
mış gıda üzerine başka bir şey yememeli, her gıdanın hazım
süresinin farklı olduğu için fazla çeşit yememelidir.4ı2 Farklı
zamanlarda değişik yemekler yemek faydalıdır. Ama bir se­
ferde, bir çeşit yemek daha faydalıdır; vücuda sıhhat, kalbe
ferahlık verir. 413
Çok yeme/ihiyacı üzerinde kalori alma, birçok hastalı­
ğın kaynağı olan obezite/kilo fazlalılığının sebepleri arasın­
dadır. Nitekim, hadiste: "Karınlarının yağı çok olanlar, kalp­
lerindeki fıkhı/ilim anlayışı az olanlardır" buyrulmuştur. 414
408 Şems i Tebrizi ts, v. 16la; a. y. 2006, s. 393.
-

409 A. y. 2006, s. 305


410 İ brahim Hakkı 1974, c. 1, s. 52.
411 A.y., c. 1, s. 57.
412 A.y., c. 1, s. 52.
413 A.y., c. 1, s. 57.
414 Bkz. Buhiiri 1401/1981, Tefsiru Sure 41/2.

137
------- TASAV V U F VE T I P -------

Gazzali, bir tabibin en beğendiği hadisin, insanoğlunun


midesini çok doldurmaması ve en az üçte birini boş bırak­
ması gerektiği, yani üçte birini yemek, üçte birini su, üçte
birini de nefese ayırmak gerektiğini belirten hadis olduğunu
vurgular.415 Gazzali, "Tokluk hastalığın, perhiz ise sağlığın
aslıdır. Her bedene alışık olduğu şeyleri veriniz"416 hadisini
bir tabibin daha çok beğeneceğini söyler. 417 İ bnü'l-Arabi de
bu konuda "İ nsanlardan öyleleri vardır ki (kendisi şişman/
kocaman ama) Allah indinde bir sinek kanadı kadar değeri
yoknır" der.418
Ancak çok yeme kadar zararlı diğer bir pratik, "hiç
yememe" veya "savm-ı visal/arka arkaya birkaç gün oruç"
pratiğinin tasavvuf kitaplarında fazla zemmedilmediği­
dir. Mesela, Hücviri kitabında 20 yıl boyunca yaptığı aşırı
riyazetten dolayı, bütün vücudu bir iskelet kalacak şekilde
erimiş ve gözleri çuvaldız deliği kadar kalmış olan Ebu Os­
man Mağribi'den bahsederken, onun bu kadar katı ve çetin
bir riyazeti tavsiye etmediğini aktarır. 419 Ama orucun hatmi
hikmetlerini anlatırken değindiği savm-ı visal konusunda,
bu orucu peygamberin yasaklamadığını ve sadece ümmetine
olan merhametinden dolayı ashabına bu orucu nıtmamala­
rını tavsiye ettiğini söyledikten sonra bu oruç şekline "bazı
cahillerin karşı çıktığını"' tabiblerinse böyle bir durumu
tamamen inkar ettiklerini söyleyerek, tabibleri eleştirmek-

415 İbn Mace, Et'ime, 50; Tirmizi, Zühd, 47.


416 lr:i.ki, bu hadisin "aslını/güvenilir bir kaynağını bulamadığını" belirtmektedir.
Bkz. Gazzali 1412/1992, c. 3, s. 140.
417 Gazzili 1412/1992, c. 3, s. 140.
418 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 8, s. 373 (Bu söz bazı yerlerde "hadis" olarak
verilir; oysa güvenilir bir kaynağı yoktur. İbnü'l-Arabi, hadis olduğunu
söylememiştir.)
419 Hücviri 1982, s. 297.

138
S E L İ M KA L B İ N F İ Z Y O LOJ İ S İ

tedir.420 Hadislere baktığımızda gerçekten de yasağın "rah­


meten lehüm: onlara/sahabeye merhametten'' olduğunun
beyan edildiğini421, hatta Rasulullah'ın (a. s.) onlarla birlikte
iki gün arka arkaya oruç tuttuğunu, üçüncü gün ayı/hilali
görünce orucu bırakmak zorunda kaldığını ama: "Hilal çık­
masaydı size (ders vermek için) daha fazla arka arkaya oruç
tutturacaktım"422 dediğini görürüz.

C. V. 3. Uykunun Sağlığı Korumadaki Yeri


İnsanın asli ihtiyaçları arasında olan uyku, sağlığı koru­
mada ve bağışıklık sistemini güçlendirmede en az beslenme
kadar mühim bir mes'eledir. Kur'an'da geceye yemin, gün­
düze yapılan yeminden önce zikredilmiştir.423 Allah "geceyi
bir örtü; uykuyu dinlenme, gündüzü de hareket ve çalışma
zamanı" yapmıştır. 424 Çünkü uyku, hayatla ölüm arasında ol­
mak425 veya küçük bir ölümdür. Ona, "ölümün aynısıdır" de­
mek bile mümkündür; çünkü uyuyanın intikal ettiği varlık
mertebesiyle ölenin intikal ettiği varlık mertebesi aynıdır.
Buna binaen uykudan uyanma, ölümden dirilme gibi bir
şeydir.426 O, en kamil/üstün alem olan alem-i berzaha git­
mek427 ve Allah'ın "Kayyı1m/Her şeyi Ayakta Tutan'' sıfatıyla
nitelenmektir. 428 Bu sebeple uyku için yatağa girildiğinde
[Allahu La ilahe Hüve'l-Hayyu'l-Kayyı1m kelimeleriyle

420 A. y. , s. 466.
421 Bkz. Buhari, Savın, 48.
422 Bkz. Buhiri, Savın, 49.
423 Bkz. Leyi 92/1-2.
424 Bkz. Furkan 25/47.
425 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 3, s. 82
426 A. y. , c. 8, s. 253.
427 A. y. , c. 3, s. 329.
428 A. y. , c. 3, ss. 326-327.

139
------- TASAV V U F VE T I P -------

başlayan] Ayete'l-Kürsi'nin okunması yerinde bir edeptir.429


Uyku, Allah'ın ruhu bir süreliğine alması,430 duyuların ça­
lışmaması ve daha doğrusu, dinlenmesidir.431 Ayrıca, gö­
zün insan üzerindeki hakkıdır. 432 Uykudan tabii bir şekilde
uyanma, gözün hakkını aldığı zaman gerçekleşir. Duyu, kor­
kutan bir şey veya uyku halinde zahir olan bir şeyden dolayı
uyanırsa, gözün hakkını almadığı zamana rastladığından in­
san tekrar uykuya dalar. Bazı insanların uzun uyuma sebebi
budur.433 Uyku ilmi, kadri yüce bir ilim olarak "menazilü ih­
tisami'l-meleki'l-a'la (yüce topluluğun/ileri gelen melekler
topluluğunun)434 hakkında tartıştığı/önce yazmak için yarış­
tığı menziller" ile ilgilidir ve "Musevi hazret"tendir; yani Hz.
Musa peygamber'in mertebesinden verilen ilimdir.435
İnsan ihtiyacı kadar mutlaka uyumalıdır ama iyice uy­
kusu gelmeden de yatağa girmemelidir. 436 Aslında iyice uyku
gelmeden yatağa girilirse, uyumanın güçleşeceği herkesin
tecrübe ettiği bir pratik olsa gerektir. Ayrıca, iyice uyku gel­
meden yatağa girilmesi, uyumamak suretiyle uykunun fay­
dasından mahrum kalmak olduğu gibi vakti de boşa geçir­
mek anlamına gelir. Yattıktan sonrada bütün gece boyunca
hiç kalkmamak sağlıklı bir tutum değildir. Gazzali, hesabın
kolay olması kadar, bedenin sağlıklı ve hastalıkların az ol­
ması için az uyumayı ve gece kalkmayı, bir hadisle te'yid
ederek tavsiye eder. 437 Uykunun süresi de önemlidir. Sekiz
429 A. y. , c. 8, s. 385.
430 A. y. , c. 8, s. 308.
431 A. y. , c. 4, s. 1 1 .
432 A . y. , c . 3, ss. 339, 441.
433 A. y. , c. 5, s. 484
434 Mele-i a'la teriminin geçtiği ayet için bkz. Sad 38/69.
435 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 5, s. 48.
436 Gazzali 1412/1992, c. 4, s. 277.
437 A. y. 1409/1988, c. 6, s. 85.

140
S E L İ M KALB İ N F İ ZYO LOJ İ S İ

saatten fazla olmamalı, bu sekiz saat de tedricen azaltılmalı­


dır. Gazzali: "Çünkü uyku, hayatın tatilidir/durdurulmasıdır.
Günde sekiz saat uyumak, mesela 60 yıl yaşayacak olsan, 20
yılını zayi etmen demektir. Bu da ömrünün 1/3'idir!" der.438
Bazı tasavvuf kitaplarında, uykunun veya uykusuzluğun
fizyolojisi üzerinde de durulur. Bu babdan olmak üzere, uy­
kunun teslimiyet/gevşeme duygusuyla yakından ilişkisi ol­
duğu ve zihindeki vesvesenin/kararsızlığın insanı uyutmaya­
cağı439; yiyeceklerin içerdiği buharın/nemin, kalbin damar­
larına gevşeklik verdiği, buharının da kalple beyin arasına
bir perde gerdiği ve böylece kalbin, beynin düşünüşünden
faydalanmasını engellediği; duyu organları, duyma ve hare­
ket etme yetisini kaybettiği zaman uyuduğu440, su içmenin
tamamen uyku anlamına geldiği, 441 yiyeceğin, neminin uyku
getirdiği, şarap içilince sızmanın sebebinin bu olduğu442 gibi
tıbbi tahliller yapılır. Erzurumlu İ brahim Hakkı, uyku ko­
nusunu, sağlığı korumakla doğrudan ilişkilendirerek şöyle
işler: İ nsan sağlığını korumak istiyorsa yemekten hemen
sonra değil, 2-3 saat sonra yatmalıdır. Eğer midesi güç haz­
mediyor ve sindirim için uykudan faydalanması gerekiyor­
sa, evvela yarım saat sağ yana yatmalı ki ciğer, mide üzerini
örtsün ve ısıtsın. Sonra sol yana yatıp iki saat uyumalı ki
yine ciğer mide üzerini örtsün ve ısıtsın. Bu sürede birin­
ci sindirim kolaylaşmış olur. Sonra yine sağ tarafına dönüp
yatmalı ki yiyeceklerden kullanılmayan kısım barsaklara in­
sin. Ayrıca, uykusu ağır ve sekiz saatten fazla olanın dimağı
rutubetlenir. Bu gibiler, hafif yemekle bu hallerini değişti-
438 A. y. ' c. 5, s. 43.
439 Sühreverdi 1426/2005, ss . . 211, 213.
440 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 3, s. 617; İbrahim Hakkı 1974, c. 1, s. 101. .
441 İbnü'l-Arabi 1414/1994. , c. 1, s. 627.
442 Bkz. İbrahim Hakkı 1974, c. 1, s. 101; c. 3, s. 171.

141
TASAVV U F V E TI P -------

rebilirler. Uykuda iken, karnın hareketi fazlalaşır ve yemeye


etki eder. 443
Daha önceki sufılerden Hakim Tirmizi ise bu konuda
tamamen farklı bir yaklaşımla şöyle bir fikir ileri sürmektey­
di: Mideden göze ulaşan bir damar vardır. Mide dolduğun­
da, bu damar genişlemekte ve göz kapaklarını uyarmakta­
dır. Bundan dolayı, mideleri dolmuş olanlar, hemen uykuya
meyletmektedirler. 444 Tıka basa yemek, ayrıca kabusa sebep
olur. Uykusuzluk çekenler için, ılık bir banyo iyi gelir. Yo­
ğurt ve arpa suyu gibi sulu şeyler yemek de uykuya yardımcı
olur.445 Tam tersine, gece az uyumak isteyenler de olabilir.
Bunların aldıkları gıdayı ve suyu azaltmaları gerekir.446 Çün­
kü açlık, uykusuzluk demektir; midede gıda olmazsa uyku
gelmez. 447 Teheccüde/gece namazına kalkmak isteyen kişi
çok yeme, çok yorulma gibi organları yoran ve sinirleri geren
aktivitelerden kaçınması gerekir.448
Tasavvuf kitaplarında, uykunun alışkanlıklarla ilgisi
üzerinde de durulur. İ nsan, alışkanlığını değiştirdiği zaman
uyuyamaz. Mesela, yeni bir eve gideni uyku tutmaz.449 Bu­
nun için, gece uyumak istemeyen, yastığını vs. değiştirerek
uyumamanın yolunu bulabilir. 450 Ancak ne olursa olsun,
uyku tamamen terkedilmemelidir. Çünkü bedeni güçlendi­
rir, ibadet ve güzel amel için yeni güç/enerji verir. Ancak,
her hal ü karda, uykusuzluk problemi olanlar da bunu faz-

443 A. y, c. 1, s. 52.
444 Bkz. Çift 2008, s. 200.
445 İbrahim Hakkı 1974, c. 1, s. 52.
446 Gazzall 1409/1988, c. 5, s. 98.
447 İbrahim Hakkı 1974, c. 1, s. 102.
448 Gazzall 1412/1992, c. 1, s. 549.
449 A. y. 1414/1994, c. l, s. 102.
450 Sühreverdi 1426/2005, ss. 214.

142
S E L İ M KAL B İ N FİZYO LOJ İ S İ

la problem etmemelidirler. Nitekim, uykusuzluktan şikayet


eden bir müride hocası: ''Allah'ın gece ve gündüz nefehatı
vardır ki bunlar uyumayan kalplere isabet eder; uyuyanla­
ra gelmez" deyince mürid: "Efendim beni uykusuzluğumla
haşhaşa bıraktınız. Bundan sonra ne gece ne de gündüz ar­
tık uyumam" der.451 Kur'an-ı Kerim'de de "Şüphesiz Allah'a
karşı gelmekten sakınanlar, ( . . . ) Onlar geceleri pek az uyur­
lardı"452 buyrulduğuna göre, günümüzde zaman zaman dile
getirilen "sekiz saat veya en az altı saat uykunun gerekliliği"
şeklindeki bir düstfu, "Tıbb'ın amentüsü" olarak kabul edil­
memelidir. Ö nemli olan, beynin bunu kabullenmesi ve du­
ruma göre kendisini ayarlamasıdır. Aslında, uyuyabilmenin
nüktesi de burada gizlidir. Kişi uykusuzluğu problem olarak
değil, nimet olarak gördüğünde uyuyabilecektir. Mübarek
gecelerde uyumak istemediği halde insanın uykusunun gel­
me sebebi bu olsa gerektir.
Uyumanın olduğu gibi uykudan uyanmanın da bir
adabı vardır. İ nsan uyanınca, ruhunu tekrar geri verdiği için
Allah'a şükretmelidir. Sonra uyumadan önce şeytanın insa­
nın başının üzerinde düğümlediği üç düğümü çözmek için
gözlerden uykuyu meshetmeli/silmelidir.453 Bu, daha anlaşı­
lır bir tabirle, yüzü yıkamak demektir.

C. V. 4. Spor
Spor, ne yazık ki Tasavvuf kitaplarında en zayıf kalan
sağlık konularından birisidir. Sufilerin az yemeyi tavsiye
etmelerinden ve az yiyip çok ibadet etmelerinden kaynak­
lanan bir sebeple olsa gerek, tasavvuf kitaplarında spordan
451 Gazzali 1412/1992 c. 1, s. 553.
452 Ziri.yat 51/17-18.
453 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 8, s. 372.

143
------- TASAV V U F V E T I P -------

fazla bahsedilmemiş, sadece bir-kaç yerde, yürümek, binici­


lik gibi sporlara değinilmiştir. Mesela, Kuşeyri gibi zirve bir
sılfi şahsiyetin, kendisine çok bağlı bir atı olduğu ve öldüğü
zaman bu atının da birkaç hafta bir şey yemeyip sonunda öl­
düğü nakledildiğine göre, 454 binicilik gibi bir sporla yakından
ilgilendiği söylenebilir. Gazzili'nin "gece yemek yenmişse,
hemen uyumamak en az yüz adım yürümek gerekir"455 tav­
siyesi ve Erzurumlu İ brahim Hakkı'nın "Ata binmek bütün
vücudu harekete getirdiği için çok faydalıdır. Vücudu işleten
yarışlar, deniz sporları gibi oyunlar da çok faydalıdır. Gerçi
kazanan sevinçli, kaybeden üzütülüdür fakat ne olursa olsun,
müsabakalı oyunlar her zaman faydalıdır"456 gibi tesbitleri,
konuyla ilgili olarak şu ana dek rastladığımız diğer bulgu­
lar arasındadır. Sa'diye tarikatının kendisine nisbet edildiği
Sa'deddin Cebavi/Cibavi (v.575/1180) de ata binme ve atı­
cılıkda mahirdi. Hatta, haçlı savaşlarına bir grup müridiyle
katılmak üzere, Mekke'den Şam'a gittiği belirtilmiştir.457
Burada hemen belirtelim ki Tekkelerin yaygınlaştığı
dönemde, pehlivanlar tekkesi, okçular tekkesi gibi adlan­
dırmaları görüyorsak da458 bu, miskinler tekkesinde olduğu
gibi459 buralarda yaşayanların hayatını, tekke hayatına ben­
zetmesinden başka bir anlam ifade etmemekteydi; bunlar
tarikat tekkeleri değil, okuçulardan oluşan ocaklardır 460 ve
dolayısıyla Tasavvuf'un bir ürünü olarak sunulması yanlıştır.

454 Bkz. M. Zurayk A. Baltacı 1413/1993, s. 9.


-

455 Gazzali 1412/1992, c. 2, ss. 30, 33.


456 İbrahim Hakkı 1974, c. 1, s. 51.
457 Yücer 2008, s. 388.
458 Bkz. Kara 1990, s. 60-63.
459 Bkz. Yıldırım 2005, s. 185.
460 Bkz. Gündüz 2007, s. 339.

144
S E L İ M KAL B İ N F İZYO LOJ İ S İ

C. V. 5. Karantina
Tasavvuf kitaplarında, bulaşıcı hastalığı olan hastalarla
musafaha yapmamak, 461 veba ve benzeri salgın hastalıkların
olduğu yerlere gitmemek (bu günün terimiyle: karantinaya
uymak) gibi hususlara da değinilir. 462 Erken dönem kaynak­
larından Ebu Talib el-Mekki'nin Kutü'l-Kulılb'u, konuya
birkaç sayfa ayıran kaynaklardandır. Ebu !alib el-Mekki
burada, karantinanın tevekküle aykırı bir tutum olup olma­
dığını incelerken, konuya değinen her müellifin kendisin­
den müstağni kalamayacağı görüşleri verir: Hz. Ö mer diğer
sahabelerle birlikte Şam'a giderken yolda, oradaki büyük
veba salgını haberini alırlar. Sahabeler arasında görüş ayrı­
lığı belirir. Ebu Talib el-Mekki, konuyu açıklarken "Ölüm
korkusuyla yurtlarından kaçanları gördün mü?" (Bakara
2/243) ayetini kendilerine delil alarak ölümün/ecelin vak­
tinin belli olmasından dolayı kaçmanın anlamsız olduğunu
savunanları da zikreder, Hz. Ö mer'in (r.a.) "Allah'ın kade­
rinden Allah'ın kaderine kaçıyorum" sözünü de aktarır ve
haklı bulur.463
Gazzali, bu konuyu açıklarken büyük bir "sufı empatis
örneği" sergiler ve şöyle der: Bir veba salgını sırasında, ta­
bibler dahil herkesin veba bölgesini terketmesi, oradakilerin
ölüme terkedilmesi demek olacağından bunun yapılmaması
gerekir. Çünkü sıhhatllierin kurtuluşu nasıl beklenilir ve ar­
zulanır bir durumsa oradaki hastaların kurtuluşu ve iyileş­
meleri de beklenilen/arzulanan bir durumdur. Müslümanlar,

461 Gazzali 1409/1988, c. 5, s. 103.


462 A. y. 1412/1992, c. 2, ss. 386-387.
463 Ebu T'alib el-Mekki 1424/2003, c.2, s. 53-54

14S
bir kısmı rahatsızlandığı zaman diğer kısmı da rahatsızlanan
bir beden gibi davranmalıdırlar. 464
Cüzzamlıların465 toplumdan ayrı yaşayabileceği tekke­
lerin466 inşası diğer bir karantina örneğidir. Tasavvuf tarihi
kitaplarında, cüzzamlılar için yapılmış özel tekkelerden söz
edildiğini görmekteyiz. Bunların genelde "Miskinler Tek­
kesi", "Miskinhane" veya meczıimin zaviyesi"467 adı altında
bulmak mümkündür. Bunların idarecisine de şeyh denirdi.
Ancak akılda tutmak gerekir ki buralarda yaşayanlar derviş
değildir; buradaki hastalar tekkelerde yaşayanlar gibi mün­
zevi bir hayat yaşadıkları için ve onların, halkın tekkelere ih­
sanlarından faydalanmalarını sağlamak için onların yaşadığı
yerlere tekke ismi verilmişti. 468

Ünlü sıifi-şair Mevlana ise cüzzamlılara karşı tamamen


farklı bir tutum sergiler. Şöyle ki: Birgün Mevlana hamama

464 Gazzali 1412/1992, c. 4, ss. 446, 542.


465 Cüzzam, cildin aşırı şekilde deforme olduğu bir cilt hastalığıdır. Sufilere
göre, vücuttaki ahliit-ı erbaadan kara sevdanın vücutta yayılıp diğer hıltları da
etkilemesi ve dengenin bozulması sonucu oluşur. Bkz. Palalı 1993, s. 151.
466 Tekke, etimolojik olarak, Farsça'da "yaslanma, üzerine yaslanacak şey,
destekleme" arılamına gelen "tekye" kelimesinden muharref bir kelimedir
(Haim 1986, s.201) . Bir tarikatin ana tekkesine iisitane (veya astane), küçük
tekkelere zaviye denirdi. Dergah ve Hankah kelimeleri de tekkelere verilen
diğer isimlerdendir.
467 Palalı 1993, s. 152.
468 Bkz. Yıldırım 2005, s. 185. Osmanlılarda ilk cüzzamhane, il. Murat
tarafından Edirne'de yaptırılmıştı ve burası 1627 yılına dek faaliyette kalmıştı.
Anadolu'da bulunan cüzzamlar/miskirıler tekkeleri Osmanlılar tarafından
kullanılageliyordu. Afyon yakırılarındaki Karacaahmet Tekkesi ve Burdur
yakırılarındaki Melek Baba Tekkesi burılardandır. Konya'da cüzzamlıların
tecrit edildiği Sıracalılar Tekkesi vardı ve cüzzamlılar iki doktor tarafından
muayene edildikten sonra buraya alınabiliyordu (Terzioğlu 1992, s. 167-
8) Sivas, Tokat, Amasya, Kastamonu, Kayseri diğer miskirıler Tekkelerinin
olduğu yerlerdi. Biz Müslümarılarda cüzzamlılara böyle yerler yapılırken,
Avrupa'da orılar hasta değil büyücü olarak görülüyor ve çok zorr sosyal
şartlarda yaşıyorlardı (Palalı 1993, s. 152.).

146
S E L İ M KAL B İ N F İ ZYOLOJ İ S İ

gitmek ister. Hemdemleri/arkadaşları, hamamı ona hazır­


lamak için, hamamdaki herkesi dışarı çıkarırlar. Ama gelin
görün ki Mevlana gelinceye dek, hamam cüzzamlılar ve
diğer hastalarla dolar. Mevlananın hemdemleri onları çok
nezaketsiz bir şekilde hamamdan dışarı atmaya çalışırken
Mevlana gelir ve durumu görür. Çok hiddetlenir ve hem­
dernlerine bağırır. Hamam cüzzamlı ve hastalarla dolu ol­
masına rağmen, soyunup hamama girer. Orada hazır bulu­
nanların hepsi, onun bu yüce ahlakına ve keremine hayran
kalırlar. 469

C. V. 6. Sağlığı Korumada Diğer Tedbirler


Sağlık için bir diğer tedbir, vücudun ihtiyaçlarını müm­
kün mertebe vaktinde karşılamaktır. Sufilerin bu konuyla
ilgili bir-iki görüşüne rastlamak mümkündür. Mesela id­
rar geldiğinde yapmamak, mesanede taş oluşmasına sebep
olur,470 diyerek özellikle çok yaygın bir pratik olan "abdestli
gezebilmek için idrarı tutma"nın zararlı olduğuna işaret edi­
lir.

C. VI. Hasta
"Meriz/hasta" kelimesi, "maraz/meyl" kelimesinden ge­
lir. Fıtratın, sıhhat ve selametten meyl etmiş/sapmış kişiye
hasta denir.471 İbnü'l-Arabi, "meyl" kelimesine bir de "habs"
kelimesini ekler. Bu durumda anlamı "mail/meyleden" ve
"mahbus/habs edilmiş" demektir. Çünkü hasta, Hakk'ın
habsindedir. Birinci anlamda düşünürsek, meyl, istikametin
zıddıdır ve "olması gereken halden ayrılmış" olmayı ifade

469 Eflaki 1987, s. 262.


470 Ebu T"'alib el-Mekki 1424/2003, c. 2, s. 365; Gazzali 1409/1988, c. 6, s . 66.
471 A. y. , 1414/1994, c. 4, s. 83.

147
------- - TASAVV U F VE T I P -------

eder. 472 Bu da "mizacın/tabiatın bozulmuş" olması demektir.


Mizac, sıhhatli olmak üzere kurulmuştur. Hasta olmak, bu
mizacın anne rahiminde veya sonradan bozulmuş olmasıy­
la olur. İtidal, "musaviyet/eşitlik" demekse, bu durumlarda
sağlanması imkansızdır. Bunun için tabibler: "Tamamen
sağlıklı hiç kimse yoktur; herkesin mizacında az veya çok
bir inhiraf vardır" derler.473 Öyleyse herkes aslında biraz
hastadır.

Mesela, bir çocuğun sakat/hasta doğması, anne rahi­


minde mizacın bozulmasına sebep olacak şeylerden veya is­
tikametten ayrılmaya sebep olan maddenin nutfedeki cazibe
kuvvetinin miktarına göre organlarından biri ikisi veya ço­
ğunda olmasından dolayıdır.474 İbnü'l-Arabi, diğer bazı has­
talıklı durumlar arasında müstehaza/devamlı kanaması olan
kadının ibadetinden bahsederken de, bunun bir hastalık ol­
duğunu, kulun ibadetini hastalık olmayacak şekilde tashih
etmesi/düzeltmesi gerektiğini belirtir. 475 Hasta, mizacı bo­
zulmuş olduğundan rengi de değişmiş, sararmış kimsedir. 476

İnsan, etrafındaki insanların hasta olabileceğini hiçbir


zaman gözden uzak tutmamalıdır. Çünkü hayvani cisim,
anasırın/kainattaki dört temel unsurun sultası altında bu­
lunmaktadır. İnsan, Allah Taila'nın buyurdukları gibi "za­
yıf yaratılmıştır" (Nisa 4/28), "Allah insanı zayıflıktan ya­
ratmıştır." (Rum 30/54) Hatta insanın "zikre değer bir şey
olmadığı" (İnsan 76/1) zaman bile vardır. Ama insan, bunu

472 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 2, s. 467; c. 3, s. 395.


473 Konuk 1990, s. 320.
474 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 3, s. 430 (bab: 148)
475 A. y. ' c. 1, s. 789.
476 Bkz. Gazzali 1412/1992, c. 4, s. 402.

148
S E L İ M KA L B İ N F İ Z YO LOJ İ S İ

unutmaktadır. 477 Buradaki zayıftık, hem bedenen hem rı1-


hendir. Bu sebeple, insan etrafındaki herkesin her an hasta
olabileceğini düşünmelidir. Mesela, Ramazan ayında orucu­
nu yiyen/oruç tutmayan birisini gördüğünde, o kişinin bunu
yapmasını mazur gösterecek bir sebebi veya bilmediği bir
hastalığı olabileceğini düşünmelidir.478 Karşılaştığı eski bir
arkadaşının kendisini tanımaması halinde, "beyninin hafıza
fonksiyonunun zarar görmüş olabileceğini" hesaba katma­
lı ve hakkında su-i zan beslememeli, günaha girmemelidir.
Bir erkeğin, bir kadına baktığını görse, bakan kişinin tabib,
kadının da hasta olabileceğini düşünmelidir.479 Bu her şey­
den önce, kendi dini ve dünyevi menfaatinedir. Kendi "dini
menfaatinedir'', çünkü böyle yaparsa günah işlememiş olur;
"dünyevi menfaatine"dir, çünkü bu durumda canını sıkıp
üzülmemiş olur.
Hasta, genelde hep Allah'ladır,480 zaruri bir zikirle Al­
lah'ı zikreder/anar.481 Bu anma, hastalığın çok şiddetli ve
sabrın/irfanın kıt olması durumunda, bazen Allah'a "Neden
beni hasta ettin, neden beni seçtin?" şeklinde isyan şekline
dönüşebilir; bundan Allah'a sığınmalıdır. Hasta, hastalığının
kendisini öldürebileceğini de düşünmelidir. Bunun için sık
sık tevbe etmeli, iyi halleri için Allah'a hamd ü sena etmeli,
dualar etmelli, aczini ve devaları yaratan Allah'tan yardım
istemekle birlikte tedavi olmalı, mümkün mertebe az şika­
yet etmeli, etrafındakilere hoş davranmalıdır. 482 Hastayken,
"Lailahe illellah ve la havle ve la kuvvete illa billah . . . " diye
477 İ bnü'l-Arabi 1414/1994, c. 1, s. 620-621; c. 8, s. 299.
478 Son örnek için bkz. A. y. , c. 6, s. 442.
479 A. y. , c. 6, s. 488.
480 ihnü'I-Arabi 1414/1994, c. 8, s. 299.
481 A. y. c. 6, s. 22.
,

482 Gazziili 1409/1988, c. 5, s. 103.

149
------- TASAV V U F VE TIP -------

zikredene cehennem ateşi dokunmaz."483 Sehl et-Tusteri'ye


göre, hastayken, "Oh!" demek yerine, ''Ah!" demek gerekir,
çünkü "Oh!" şeytanın bir adı, ''Ah!" ise Allah'ın bir adıdır. 484

Hasta, Allah'ı daha çok zikreder olduğundan onu ziya­


ret, Allah' ı, yani zikri sırasında söylediği isimlerini ve sıfat­
larını ziyaret etmektir. Nitekim, Peygamberimiz (a. s.) şöyle
buyurmuşlardır: "Allah Taala, kıyamet günü şöyle der: 'Ey
Ademoğlu, Ben hasta oldum, ziyaret etmedin. ' Kul: 'Ey
Rabbim, Sen alemlerin Rabbi olduğun halde ben Seni na­
sıl ziyaret ederim?' Allah: 'Bilmiyor musun ki falanca kulum
hasta oldu. Sen onu ziyaret etmedin. Bilmiyor musun ki sen
onu ziyaret etseydin, Beni onun yanında bulacaktın?' Son­
ra devam eder: 'Ey Ademoğlu, Ben senden yemek istedim,
Beni doyurmadın. ' Kul: 'Ey Rabbim, Sen alemlerin Rabbi
olduğun halde ben Sana nasıl yemek vereyim?' Allah: 'Bil­
miyor musun ki falanca kulum yemek istedi. Sen ona yemek
vermedin. Bilmiyor musun ki sen ona yemek verseydin, onu
Benim indimde bulacaktın? ' Sonra devam eder : 'Ey Ade­
moğlu, Ben senden su istedim/susadım, Bana su vermedin.
' Kul: 'Ey Rabbim, Sen alemlerin Rabbi olduğun halde ben
Sana nasıl su vereyim?' Allah: 'Bilmiyor musun ki falanca
kulum su istedi. Sen ona su vermedin. Bilmiyor musun ki
sen ona su verseydin, onu Benim indimde bulacaktın. '485 ha­
disi tasavvuf kitaplarında sıkça zikredilen hadislerdendir. 486

Bu hadisten kolayca anlaşılacağı üzere, hasta Allah'a


yakın olduğundan ve daha önce zikredildiği gibi, "sıhhat ni-

483 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 8, s. 342.


484 Serrac 1380/1960, s. 271-272.
485 Müslim, Birr, 43.
486 Mesela bkz. İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 2, 108, 359, 403, 414; c. 5, 22; c. 8,
299, .

150
S E L İ M KALB İ N FİZYO LOJ İ S İ

metini" ve insana zayıflığını hatırlatıcı487 ve şükretmeye bais/


sevkedici olduğundan dolayı hasta ziyareti çok mühimdir.
Hasta ve sakatları ziyaretten kaçınan insanlar, güçsüzlük
ve hastalığı unuttukları için, genelde kibirli insanlardır. 488
Hasta ziyaretinin, ziyareti kısa tutmak, fazla soru sormamak,
hastanın haline karşı rikkat göstermek, sağlığına kavuşması
için dua etmek, canını sıkıcı şekilde değil, ümit verici şe­
kilde konuşmak, bakılması yasak kısımlarına bakmamak,
hastayla musafaha etmemek/kucaklaşmamak gibi uyulacak
belli adabı/kuralları vardır. 489 ibnü'l-Arabi de hasta ziyare­
tini, müridlere vasiyyetleri bölümünde zikretmiş, hasta hep
Allah'ı zikrettiği için Allah'ın onunla olduğunu belirterek,
hasta ziyaretinde sadece hayırlı şeyler konuşmayı, özellikle
Yasin suresini okumayı tavsiye etmiştir.490 Bu, beynin güzel
ve olumlu işlere programlanması (NLP) açısından çok ye­
rinde bir tavsiyedir.

Birçok sufi, kendilerini ziyaret eden "edeb bilmez" ki­


şilere ziyaret kurallarını nüktedan bir tarzda öğretmiştir.
Mesela Seri es-Sakati, bir yolculuğu sırasında Tarsus'ta has­
talanmış. Kendisini ziyarete gelen bir grup "ehl-i dil/sufi"
olmayan hafızlar o kadar oturmuşlar ki Seri artık onların
varlığından sıkılmaya başlamış. Sonunda neyse ki kalkmaya
niyetlenmiş ve : "Bize dua et!" demişler, Seri de: ''Allahım!
Bize hasta ziyaretinin nasıl yapılması gerektiğini öğret!" diye
dua etmişti.491 Abdurrahman Cami (v.898/1492), çok zeki
ve dolayısıyla nüktedan birisidir. Nüktedanlığı, ölüm döşe­
ğinde de devam etmiş görünmektedir. Şöyle ki: Ölüm döşe-
487 A. y. , c. 8, s. 299-300.
488 Gazzali 1412/1992, c. 3, s. 549.
489 A. y. , c. 2, s. 324.
490 ibnü'l-Arabi 1414/1994, c. 8, ss. 299, 385.
491 Cami 1995, s. 179

ısı
TASAVV U F V E T I P -------

ğindeyken etrafında Horasan rindlerinden bir grup toplan­


mış, feryad ü figan ediyorlar, şiirler okuyorlarmış. O esnada,
birkaç da kötü sesli hafız ona Yasin okumaya başlamışlar.
Artık dayanamayan Cami, bütün gücünü toplayarak: "Ah!
Yeter, susun, artık öldüm!" demiştir. 492
Tasavvuf kitaplarında, doğrudan bazı hastalıklardan
zikredilir. Mesela Mesnevfde kuyumcuya aşık olan cariye
hikayesinde, kuyumcunun saraya getirildikten sonra zehirli
şerbetle sararmaya başlaması, kanamalar geçirmesi, vs. onun
tutulduğu, karaciğer yetmezliğini anlatır gibidir. Karaciğer
yetmezliğiyle ilgili bulgular bu şekildedir. 493

C. VII. Tedavi

Tedavinin İmkan ve Gerekliliği

Tıbb' ın gayesi, insanoğlunun karşı karşıya olduğu has­


talıkları tedavi etmektir. İnsan, fakrından/muhtaçlığından
dolayı zorluklara mübteladır ama elemi kendisinden defet­
meye hazır olarak yaratılmıştır. Açlığı yemekle; susuzluğu
su içmekle; sıcak ve soğuğu giyinmekle, diğer elemleri, on­
lardan kurtulmak için ne yaratılmışsa o devalarla defeder.
Haddizatında bu elemleri defeden şeylerin dışındaki herşey,
ya zinet/süs ya da şehvet/nefsin istediği şeylerdir (faydaları
geçicidir).494 Tedavinin en alt derecesi, "srhhatin imkanına"
inanmaktır.495 Nitekim Peygamberimiz (a.s.): "Allah indir­
diği her derde bir deva da indirmiştir"496 buyurmuştur. Başka
bir seferinde "Allah, bir hastalık hariç, Allah vaz'ettiği her
492 Hikmet 1994, s. 181.
493 Uzluk 1958, c. l , s. XVIII .
494 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 8, s. 252-253.
495 Gazzali 1412/1992, c. 4, s . 548.
496 Buhari, Tıbb, 1; Tirmizi, Tıbb, 2.

152
S E L İ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ

derde bir deva da indirmiştir." buyurdular. Ashab: "O devası


olmayan hastalık nedir?" diye sorunca, o (a.s.): "İhtiyarlıktır"
buyurdular.497 Ebu T'alib el-Mekki, bu hadisleri kısmen fark­
lı varyantlarıyla zikreder ve bunların arkasına, peygamberi­
mizin (a.s.) ve ashabın, hacamat, dağlama gibi yöntemlerle
tedavi olduklarına dair örnekler verir.498

Haddizatında birçok hastalık da vardır ki tedavisi yok­


tur veya tedaviye rağmen hasta kurtarılamaz. Mesela, mizac
tamamen bozulmuşsa, ilaç bile kabul etmez.499 Şems-i
Tebrizi, bu konuda biraz da müstehzi/alaycı bir şekilde şöy­
le der: "Hekime derler ki şu hastayı tedavi et! Ölen babanı
ve oğlunu neden tedavi etmedin? Öyle hastalıklar vardır ki
çaresi yoktur. Öylesi de vardır ki çaresi mevcuttur ve onu
tedavi etmemek imansızlıktır. 500 Savaşta eli yaralanan önce
ağlar; ama bunun ne faydası var! Hemen hekime koşar/koş­
malıdır."501

Tedavi olmanın tevekküle, yani işi Allah'a havale edip


bir şey yapmamaya aykırı olup olmadığı sufiler arasında ih­
tilaf konusu olmuşa benzemektedir. Ebu Talib el-Mekki,
tedavi olmanın veya olmamanın tevekkülü azaltıp çoğalt­
mayacağını savunur ve herşeye rağmen tedavi olmamayı
savunan şahsın, hastalığını kimseye de söylememesi gerek­
tiğini tembihler. Her hal ü karda tedavi ruhsat ve genişlik,
terki mübah olsa da tabiatında sıkıntı ve zorluk vardır.502
Gazzali'ye göre, "Tedavi olmamak daha iyidir" diyenler ya-

497 Tirmizi, Tıbb, 2.


498 Ebu !alib el-Mekki 1424/2003, c.2, s.43, 54.
499 Gazzali 1414/1994, c. 3, s. 73.
500 Şems-i Tebrizi 2006, s. 93-94.
501 A. y. ts. 87 ala. y. 2006, s. 233.
502 Ebu !alib el-Mekki 1424/2003, c.2, s.43-54.

153
------- TASAVV U F VE TI P -------

nılmaktadır5°3 ama tedavi olmamanın haklı sebepleri ola­


bilir. Bunlar, hastanın mükaşefe sahibi/kalp gözüyle gören
kimselerden olup ecelinin yaklaştığını görmesi, haliyle meş­
gul olup akıbetiyle ilgilenmeyi bırakmış olması, hastalığın
müzmin ve çaresinin mevhum/çok zayıf bir ihtimal olması,
hastanın hastalığa sabredip sevap kazanmak istemesi veya
günahlarının çok olduğunu düşünüp hastalıkları bunlara
keffaret olarak düşünmesi veya sıhhatli halindeki taşkın­
lığına dönmek istememesi gibi manevi sebepler olabilir. so4
Aynı görüşü savunan başka sılfiler de vadır. Mesela Kar­
matiler savaşında yaralanan Ebu Muhammed Ceriri'ye bir
müridi: "Dua et de Allah belayı def'etsin!" deyince, Ceriri:
"Ona söyledim, ama 'Ben istediğimi yaparım' buyurdu" de­
mişti.sos Ebu Yakub en-Nehrecori, müzdarip olduğu illetin
tek tedavisi "keyy/dağlama" olduğu halde, dağlamanın caiz
olmadığına inandığı için bu tedaviden kaçınmıştı.s06 Basur
hastalığına yakalanmış olan Sehl et-Tusteri, avret yerini aç­
mamak için tedavi olmamıştı. so7
Evhaduddin Kirmani (v.635/1237) de konuyla ilgili
bir hatırasını şöyle anlatır: Gençken bir şeyhe hizmet edi­
yordum. (Bir yolculuk esnasında) Şeyh hastalandı. Ateşler
içindeydi. Karın ağrısı/ishali vardı. Emir/Sahibu's-Sebil
Sencar'a gidip deva istemek için iznini istedim. İ zin ver­
medi. Ama sonra çok üzüldüğümü gördüğü için: "Tamam
git, iste" dedi. Gittim. Sencer çadırın içinde oturmuştu ve
önünde insanlar ayakta duruyorlardı. O, beni, ben de onu
tanımıyordum. Beni cemaat içinde görünce kalktı, yanıma
503 Bkz. Gazzali 1412/1992, c. 4, ss. 435-448.
504 Bkz. A. y. c. 4, s. 440 vd.
,

505 Cami 1995, s. 279.


506 Serrac 1380/1960, s. 271.
507 A. y. , s. 272.

154
S E Lİ M KALB İ N F İ Z Y O LOJ İ S İ

geldi, ihtiyacımı sordu. Şeyhimin durumunu anlattım. Bana


ikramda bulundu, ilaç hazırladı ve verdi. Onu alıp şeyhe
getirdim. Emir'in bana ikramından/iyi davranışından söz
ettim. Şeyhim tebessüm ederek şöyle dedi: "Oğulcuğum,
benim için nasıl üzüldüğünü görünce sana acıdım ve git­
men için izin verdim. Sen gittiğin zaman, emirin sana iyi
davranmamasından korktuğum için şeklimi değiştirip onun
şekline girdim ve onun yerine oturdum. Sen yanıma gelince
de sana izzet ü ikramda bulundum. Bu ilaca ve onun işlevine
ihtiyacım yok."508
Kütahya Mevlevihanesi hanım şeyhlerinden Hacce
Fatıma Hanım (v. 1 122/1710) da "Ey mutmain olan nefs!
Dön Rabb'ine, O senden, sen de O'ndan razı olarak" (Fecr
89/28) ayetinin çağrısına uyarak, hastalığında tabib çağır­
mamış, "tedavi, rızanın yokluğunu iş'ar ettirir. Biz O'na dön­
mekle emrolunduk" demiş, tedaviyi reddetmişti. 509

İbnü'l-Arabi ise tevekkül ehlinin tedaviyi gereksiz gör­


düklerini söyler ve Rasulullah'ın rukye ile tıbbı uygulama­
sının, kendileri örnek makamında oldukları için insanlara
böyle göstermek zorunda olmasından kaynaklandığını, yok­
sa bütün peygamberler gibi onun (a. s.) da tevekkül ehli ola­
rak tedaviye ihtiyaç duymayacağını savunur.510

Devayı/ilacı, bu ilacı yaratandan isteyerek tedavi olmak


gerekir. 511 Çünkü hastayla ilaç vb. tabii olaylar arasındaki se­
bepse! ilişkiler, tabiatın özündeki bir zorunluluk değil, Al-

508 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 1, ss 338-339. Buna benzer başka bir hikaye için
bkz. a. y. , c. 5, s. 79-80.
509 Sakıb Dede 1283, c. 1, s. 264.
510 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 5, s. 386.
511 Gazz:i.li 1409/1988, c. 5, s. 103.

155
TASAVV U F V E TIP -------

lah'ın o şekilde istemesinden kaynaklanır.512 İbnü'l-Arabi


şöyle der: "Bir hadiste de bize şöyle bir dua öğretilmektedir:
'Ey insanların Rabbi! Acıyı gider, şifa ver. Sen Şafi'sin. Senin
vereceğin şifadan başkası yoktur.' Öyleyse O'nun vereceği
şifanın dışında başka bir şifa yoktur. Çünkü her şey O'nun
yarattığı şeylerdir. Bu sebeple, Halil (Hz. İbrahim a. s.): 'O
bana şifa verir' demiştir. Allah bize, Hz. Muhammed'e a. s.
'a salat/dua ettiğimiz gibi Halil'e de salat etmemizi emret­
miştir. Çünkü Muhammed'e gelmiş olan muhtemel bir emr,
İbrahim a. s. tarafından izale edilmiş/giderilmiş olmaktadır.
Şöyle ki: Muhammed a. s. insanlara indirilmiş olanı açıkla­
makla emrolunmuştu. 513 Allah, insanlara indirdiğini sade­
ce hidayet, yani beyan ve bu beyandan oluşacak ilimle hasıl
olacak rahmet için göndermiştir. Halil İbrahim a. s 'O bana
şifa verir' diyerek Şafı/Şifa Veren'i öne çıkarmış, başkasına
şifa verme gücü atfetmemiştir. Nebi a. s duasında 'Senin
şifandan başka şifa yoktur .' Bu söz, Allah'ın bazı ilaçlarda
yarattığı şifa ve hastalığın giderilmesi ihtimalini gözardı et­
mez. Ayrıca Muhammed, her hastalığı giderenin, Allah'ın
bu hastalık gidericiye tevdi ettiği şifa olduğunu söylemek is­
temiş olabilir. Bu durumda hastalığı gideren, sebebi görmüş,
ama onu Allah'a ait kılmış olur. Rasulullah'ın a. s. sebepleri/
vasıtaları beyandan gayesi de buydu. Çünkü insanlar, şifa ve­
renin Allah olduğunu bilmelerine rağmen Allah'ın sebep/
vasıta olmadan şifa vermesi diye bir şeyi tanımamaktadırlar.
Nebi a. s'ın 'Senin şifandan başka şifa yoktur' sözü, şifaların
var olduğu ama fiilde Allah'ın şifasının yerine geçemeyeceği
şeklinde de yorumlanabilir. Bu sözün yorumunda ilk akla

512 A. y. 2005, s. 91, 196.


513 Bkz. Nah! 16/44. Yani, Rasulullah'a insanların idraklerine uygun olan tarzda
açıklaması emrolunmuştu.

156
S E L İ M KALB İ N FİZYOLOJ İ S İ

gelen fikir, Rasulullah a.s.'ın makamı dolayısıyla evla/daha


iyi olanıdır. Sözün yorumu içerisine başka ihtimaller girince,
Halil (İ brahim) a.s.'ın sözü, onun sözünü beyan edici/açık­
layıcı olmuştur. (Halil İ brahim'in sözü, başka ihtimallerin
önünü kesecek şekilde açık ve kesin bir tarzda söylemiştir,
Hz. Muhammed ise insanların anlayacağı tarzda sebepleri
de işin içine katarak söylemiştir.) Bu sebeple de bize, 'na­
mazda İbrahim'e salat ettiğin gibi Muhammed'e de salat et'
diye dua etmemiz söylenmiştir. Salat Allah'dan rahmettir
ve şifa rahmettendir. Rasulullah a. s. 'ın makamı, kullanı­
mı sırasında sebepler olan ilaçların, Allah'ın şifası olduğunu
beyan etmeyi gerektirmektedir. Çünkü alemden/insanlar­
dan sebepleri kaldırmak adeten mümkün değildir. Yine ha­
diste varid olmuştur/gelmiştir ki Allah yarattığı her derde,
deva yaratmıştır. Allah Taala, Muhammed a. s. 'a, İ brahim.'e
verdiği (ilimle) birlikte, başka hiçbir peygamberine verme­
diğini de vermeyi istemiştir. Mesela, Ebu Bekr ki Rasulul­
lah'ın iyiliklerinden bir iyiliktir/onun eserlerinden birisidir,
denebilir, (hasta olduğunda 'tabib çağıralım mı?' sorusuna
karşı), : 'Tabib [Allah] beni hasta etti [zaten. Başka kimi
çağıracaksınız?)' demiştir. Halil a. s. ise: 'Hasta olduğum za­
man, O bana şifa verir' demiştir. İ ki söz arasındaki farka iyi
bak! Ebu Bekr'in sözünü daha haklı bulursun. İ ki edeb ara­
sına iyi bak, o zaman da İ brahim a. s.'ı daha edebli bulursun.
Çünkü peygamberlerin edeb seviyesine ulaşacak bir edeb
yoktur. Musa a. s'ın muallimi (Hızır) da: 'gemiyi kusurlu
kılmak istedim' , 'Rabbin onların buluğ çağına ulaşmalarını
istedi'514gibi tabirler kullanmıştır. İ brahim a. s. 'ın lisanıyla
bunu karşılaştır!. (Beyt):

514 Bkz. Kehf lB/79, 82.

157
-- TASAVV U F VE T I P -------

Her vaktin, dile getirdiği bir hali vardır.


Her halin de gerçekleştirdiği bir manası vardır.

İbrahim (a. s)'ın 'Hasta olduğum zaman' sözü nihayet/


son, 'O şifa verir' sözü bidayet/başlangıçtır. Nebi (a. s)'ın 'Se­
nin şifandan başka şifa yoktur' sözü ise, nihayetin nihayetidir
ve daha tamdır. İki emri/işi bir araya getirmek, daha evla ve
daha umum ifade edicidir. Allah da, dinine uymakla emr
olunduğumuz İbrahim (a. s)'a salat getirirken Muhammed
(a. s)'ı ondan önce söyleyecek şekilde iki emri namazda Mu­
hammed (a. s) için biraraya getirdi, o, Muhammed (a. s)'dan
daha layık olduğu için değil. İbrahim (a. s)'ın önceliği, za­
man açısındandır ama mertebe açısından değildir. Bu, Nebi
(a. s)'dan sonra hilafete, ömürlerine göre önce Ebu Bekr'in,
sonra Ömer, sonra Osman ve sonra Ali'nin geçmesi gibi bir
öncelikten başka bir şey değildir. ( . . . )"515 İbnü'l-Arabi, başka
bir yerde "'Hasta olduğum zaman O bana şifa verir" ayetini
verirken dikkatimizi ince bir dini edebe çekmektedir: Ayet­
te, "'hasta olduğum zaman bana şifa verir" denmekte ama
"Beni hasta eden O'dur" denmemektedir. Çünkü [ayette de
belirtildiği gibi]516 insana gelen her iyilik Allah'tan; başına
her musibet de nefsindendir."517

515 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 7, ss. 496-498. Ebu Bekir'in (r.a.} "Beni zaten
Tabib (Allah) hasta etti" sözü İhya'da da geçer. Ancak bu sözü öncesi vaki
olan "Tabib çağıralım mı?" sorusuna verdiği cevap biraz farklıdır: "Tabib bana
baktı zaten ve dedi ki: Ben İstediğimi yaparım". Gazzali 1412/1992, c.4, s.
439.
516 Bkz. Nisa 4179
517 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 1, s. 56; c. 7, s. 179, 496-498; c. 8, s. 61.

1.58
S E L İ M KALB İ N FİZYOLOJ İ S İ

Tedavinin Şekli

Tedavi içten ve dışarıdan müdahele olmak üzere iki şe­


kilde olur. İçeriden olanı, perhiz ve yasak yiyeceklerden uzak
durmaktır. Dışardan olanı da yine bazı besin ve ilaçları al­
mak,5 ı8 veya emaliyat gibi daha ileri tekniklerle müdahaledir.

Devi/ilaçların bazısı ammenin/halkın devası, bazısı


meliki devadır. Meliki devalar, sadece meliklerin/kralların,
sultanların ve zenginlerin ulaşabilecekleri pahalı ilaçlardır. 5ı9
Gazzali'ye göre, her derdin devası vardır ve tedavi olmak
tevekküle karşı değildir.520 İnsan, devaları yaratan Allah'tan
yardım istemekle birlikte tedavi olmalıdır.52ı

Bazı tedaviler vardır ki faydası kesin, bazılarının sade­


ce "maznı1n/zann-ı gilible bilinen"dir. İnsan acıkınca, çaresi
yemek, susayınca çaresi su içmektir. Bunlar kesin çözümler­
dir. Ama fasd/kan alma, hacamat/kan verme gibi diğer tıbbi
devi/ilaçlar, okunacak dualar, faydası kesin olmayıp "maz­
nun/zannedilen" olanlardandır.522

İleride belirteceğimiz üzere, ahlat-ı erbaa teorisine


göre, vücutta; kan, balgam, safra ve sevda veya sıcaklık, so­
ğukluk, nem ve kuruluk üzerine kurulmuş bir denge/itidal
vardır. Tebabet/İlm-i tedavinin özü, bu mizacın itidal mer­
tebesini sağlamaya çalışmak, itidali bozulan unsuru tesbit
etmek, fazla olanı azaltmak, az olanı artırmaktan ibarettir.
Çünkü tabibler, hastanın haline bakıp mesela harareti/tansi­
yonu fazlaysa düşürmeye, düşükse çıkarmaya çalışır. Tıp'tan

518 Krş. Belhi 2012, s. 438.


519 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 3, s. 354.
520 Bkz. Gazzali 1412/1992, c. 1, s. 33; c. 4, ss. 435-448.
521 A. y. , 1409/1988, c. 5, s. 103.
522 Bkz. A. y. 1412/1992, , c. 4, s. 435.

159
TASAV V U F VE T I P -------

rnaksad, "taleb-i itidal"dir, yani dengeyi aramaktır. Ama tam


ve hakiki bir rnizac ve itidale vusul/varmak mümkün değil­
dir. Şu kadar var ki insan vücudunun tabii itidali bu gerçek
itidale yakındır. Çünkü yaratmak bile bir "inhiraf/sapma"
ve "rneyl/eğilrne"dir. Bu sebeple tabiat hakkında, "inhiraf",
yaratan Hak hakkında "irade"dir, yani özel bir murada yö­
nelmektir. İtidal, "eşitlik/denge" dernekse, bu durumlarda
sağlanması imkansızdır. Bunun için tabibler: "Tamamen
sağlıklı hiç kimse yoktur; herkesin mizacında az veya çok
bir inhiraf vardır" derler. 523

Tedavi/İlaç Kullanımıyla İlgili Uyarı ve Tavsiyeler

Tasavvuf kitaplarında, konuya fizyolojik açıdan yakla­


şımlara da rastlarız: İnsan vücudu, hastalıklarla mücadele
edecek yapıda yaratılmıştır. Mesela, ateşlenme, vücudun bu
mücadelesini gösteren bir belirtidir.524 Her türlü hastalık­
ta, hastalık dayanılabilir boyuttaysa ilaç almamak gerekir;
çünkü her ilaç, bir taraftan düzeltirken diğer taraftan tah­
rib eder. Bu, elbiseye sürülen sabun gibidir; temizler ama
izi kalır. Öyleyse, hastalığı az olanın buna tahammül etmesi
ve ilaç almaması daha iyi olur. 525 Gerektiğinde ilaç alınabilir
ama hasta olmadan ilaç kullanmak doğru değildir.526 Hasta
olmadan ilaç kullanmanın zararı, hasta olup da ilaç kullan­
mayı ihmal etmek gibidir. Çünkü vücuda giren her zerre
yemek, içmek ve ilaç vücutta iz bırakır.527 Hatta vaktinde ve
yerinde olmayan ilaç hararndır.528 Bunun için Gazzali Sır-

523 Konuk 1990, s. 320.


524 Konuk 2008, c. 10, s. 453.
525 Ebu T"alib el-Mekki 1424/2003, c.2, s.364.
526 Ebu T"alib el-Mekki 1424/2003, c.2, s. 364; Gazzali 1412/1992, c. 2, s. 30.
527 Gazzili 1412/1992, c. 4, s. 588.
528 A. y. , c. 2, s. 146.

160
S E L İ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

ru'l-Alemeyn adlı risalesinde: "Hasta olmadan ilaç kullanma.


O hastalığa yakalanırsın! (Böyle bir durumda, vücut, nöro­
lojik olarak o hastalığın varlığına hükmederek o hastalığı
üretmeye başlar)" derken tıbbi bir gerçeğe parmak basmak­
tadır. Gazzali, bunu Ebu !alib el-Mekki'nin (v.388/998)
sözü olarak sunar: "Ebu Talib el-Mekki (ra): "Sıhhatliyken
ilaç içmeyiniz. O ilacı kullanırsan, o hastalığa yol açabilir'
demiştir."529 Bu durum kısmen, Samuel Hahnemam (1755-
1843) tarafından kurulmuş olan Homoe Pathie'de "Similia
Similia/Benzeri benzerini iyi eder" yöntemini andırır: Sağ­
lam insanda bazı belirtilere sahip olan ilaçlar, bu belirtilerin
olduğu hastalara verildiğinde tedavi eder. 530 Zaten genel bir
kural olarak, hastaya iyi gelen herhangi bir şey, sağlıklı kişi
için zararlıdır.531 Bu sebeple, sıhhatli insanın perhiz yapması,
hastanın da perhizi bırakması zararlıdır. Mesela, hadisde de
buyrulduğu üzere, gözünde iltihap olanın hurma yemesi ona
zararlıdır; hurmadan kaçınmalıdır.532 Bu durumda, herhan­
gi bir hastalığa iyi gelen yiyecekleri tüketirken bile dikkatli
olmak gerekir, diye düşünülebilir. Gazzali, el-Kıstasü'l-Müs­
takim adlı risalesinde, yanlış esasa oturtulmuş kıyastan bah­
settiği bölümde, konuyu şöyle bir örnekle açıklar: Tedavi
olurken dikkat edilecek en önemli hususlardan birisi, has­
talığın kaynağıdır: İki kişinin hastalığı aynı da olsa, çareleri
farklı olabilir. Mesela, başı ağırdığı zaman gül suyu içerek
onu tedavi etmiş birisi, aynı ağrıyı çeken birisine bu ilacı
tavsiye etse, o da bunu kabul edip içse iyileşmeyebilir. Çünkü
gül suyu, başağrısının tansiyon düşüklüğü veya yüksekliğin­
den, ya da mide buharlarından kaynaklanıyorsa faydası olur
529 A. y. 1409/1988, c. 6, s. 65.
530 Bkz. Uzluk 1958; c. l, s. 174.
531 Gazzili 1414/1994, c. 4, s. 83.
532 A. y. 1412/1992, c. 2, s. 3 1 .

161
------ -··-·--· - TASAV V U F V E T I P -------

ama başağrısının çok çeşitli sebepleri vardır. Bu adamın ba­


şağrısının bütün semptomları diğerininki gibi değilse, veya
mizacı, yaşı ve durumu aynı değilse aynı ilaç fayda vermez;
bunların her birindeki farklılık ilacın da farklı olmasını ge­
rektirir.533 Ayrıca ne yeme-içmenin ne de bir ilacın zerre ka­
dar te'siri zayi olmaz.534

Gazzali, Ebu !alib el-Mekki'nin ayrıca sonbaharda ilaç


içmenin, ilkbaharda içmekten daha iyi" olduğunu, çünkü
ilkbaharda ishal eden yiyeceklerin çok oluşu sebebiyle, vü­
cudun ilacı dışarı atabileceğini söylediğini ekler. 535

Tedavi hakkında Şems-i Tebrizi şöyle der: "Zorunlu


hallerde, şeriatta fetva vardır: Hep perhiz yapan, bir şey yiyip
içmeyen ölür. Çünkü o hal, Müslümanlarda görünmektedir.
Bizim şehrimizde de böyle idi. Zahidlerden biri hastalan­
mıştı, ilaç içmesini tavsiye ettiler. Sofuluk gayretiyle ilacı iç­
medi ve öldü. Başka bir zahid, onu rüyasında görmüş ve şöy­
le anlatmıştı: Yüzünü kıbleden çevirmişti, uykuda son derece
bir şaşkınlıkla koştum, parmaklarımla mezarının toprağını
kazdım. Aşağıya bakıyordum, biraz duman çıkmaya başla­
dı. (Korkudan) kaçtım. Adamcağız, 'Sen daha ne gördün
ki o kadar kaçıyorsun?' diyordu. Bunun üzerine tekrar geri
döndüm ve yine baktım. Gördüm ki zahid kapkara kesilmiş.
Daha dikkatli baktım yüzü de kıbleden dönmüştü. "536
Tedavi olmak, bazen elem/acı içeren bir pratik veya
pratikleri kapsayabilir. Haddizatında genel olarak bakıl­
dığında fayda acı ve zahmet veren şeylerde, zarar lezzetli

533 A. y. 1414/1994, c. 3, s. 43.


534 A. y. 1412/1992, c. 4, s. 588.
535 A. y. 1409/1988, c. 6, s. 65.
536 Şems-i Tebrizi ts, vr. 79a ; a. y. 2006, s. 214.

162
S E L İ M KALB İ N FİZYO LOJ İ S İ

şeylerdedir. 537 Ama insan bu acılara seve seve katlanmak


istemekte, çekeceği acıyı, mutluluk olarak düşünmektedir.
Daha büyük bir elemi def için, insan bir elemi çekmeyi taleb
edebilir. Çünkü bu elemler, şifa ve afiyettir. Bu elemler, elem
oluşları dolayısıyla değil, hastanın anlayışı ve acı eşiğine göre
daha büyük bir elemi yok edici pratiklerdir. Acı veren bir şey
başına geldiği zaman, bu acı pire kadar bir şey olsa bile, ona
göre hükmü "acı"dır ve bila-şek/şüpheye mahal bırakmaksı­
zın izalesini taleb eder. İstediği zaman da bu daha şiddetli
diye düşündüğü acının izalesiyle müteallık olan tevehhüm­
le ister. Daha şiddetli diye düşündüğü acısı dinince, önceki
acısını dindirmek ve afiyete kavuşmak için istediği şey de
ona şiddetli bir elem olarak görünür.538 İbnü'l-Arabi, kabir
hayatı, cennet, cehennem, gibi eskatalojik/uhrevi hayatı il­
gilendiren konuları işlerken, bunların berzah aleminde ger­
çekleşeceğini ve hastanın uyuduğu zamanki gibi elemlerini
duymayacağını söylerken539 "acısını duymak istemeyen" has­
taya uyumayı tavsiye eder gibidir.

Psikolojik hastalıkların tedavisi ise "ilim/bilmek"ten ge­


çer. Mesela, abdest aldığı halde bir uzvunun/uzuvlarının iyi
yıkanmadığı hususunda içine durmadan vesvese gelen kim­
se, Rasulullah ve ashabın abdest alma şeklini, zahiri temiz­
likte aşırılıktan kesinlikle kaçındıklarını, vs. bilirse, abdestte
vesveseden (tıbbi terimle: bazı obsessifkompulsifbozukluk­
lardan) kurtulabilir. 540
Tedavide dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta, di­
nen haram olan şeylerde tedaviyi aramamaktır. Mesela, iç-

537 Gazzali 1397, s. 482.


538 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 7, s. 497.
539 Bkz. A. y. , c. 5, s. 143.
540 Bkz. Hücviri 1982, s. 428; Sühreverdi 1426/2005, s. 177.

163
TASAV V U F VE TIP -------

ki'yi ilaç/tedavi vasıtası olarak kullandığını söyleyen Tarık b.


Suveyd'e Rasulullah (a. s): "O, ilaç olmaz. Olsa olsa hasta­
lıktır" diyerek, kullanmaktan nehyetmiştir. 541 Haddizatında
haram, insan sağlığına zararlı, "helal" ise insan sağlığına fay­
dalı şey demektir.

C. VIII. Tabiblerle İlgili Hükümler

Sıhhatini seven insan, sıhhati için çalışan tabibi de se­


ver. 542 Ama şunu unutmamalı ki sufilere göre, tedavi eden
tabib, karşılıksız verenlerin en faziletlisi olan Allah'ın naibi­
dir. Sıhhati veren Allah'tır. 543 Tabib ve ilaçlar, Allah'ın eş-Şa­
fv'Şifa Veren adının tecellilerinden faydalanmaktan başka bir
şey yapmamaktadır. Nitekim, bunu vurgulayan "Ve hasta
oılduğum zaman O bana şifa verir" (Şuara 26/80) ayetinin
çok ince bir edebi, yani "şifa verenin O olduğunu söylerken
hasta edenin O olduğunu söylemediği" vurguladığı hususu,
yukarıda geçmişti.

İbnü'l-Arabi, el-Fü!Uhôtu'l-Mekkiyye'sinde "marife­


tü menzili'l-azameti'l-cami'a li'l-azameti'l-Muhammedi­
ye Muhammedi büyüklüğü içine alan büyük toplayıcılık
menzilini bilme"yi açıklarken, bu menzildekilerin zaman ve
imameyn, evtad ve abdal (gibi ricalu'l-gayb/gayb ererıleri)ne
tahsis edilmiş hükümleri olduğunu, bu hükümleri bilenin,
Allah'ın dünya ve benzeri alemleri Takvimu's-sıhha/Tıp ile
nasıl koruduğunu bildiğini, ayrıca Allah'ın Şafı/Şifa Veren,
Muhyi/Hayat Veren ve Mümit/Öldüren isimlerinin de bu
menzille ilgili olduğunu belirtir.544 Hekim, Hakk'ın stiretine

541 Bkz. Müslim, Eşribe, 12 (1984. Hadis).


542 Gazzali 1412/1992, c. 4, s. 456.
543 Z:i.kiri 1421/2001 , s. 43.
544 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 6, s. 403.

164
S E L İ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

derece derece indirmek için, hastaya emin olduğu yerden,


layık süretiyle Hakk'la gelen kişidir. 545

Hasta, "Ya Allah dedikçe, Allah a Şdfi/Şifti Veren ismi


" '

cihetinden, afiyet verici oluşu cihetinden dua etmekte ve bu


isme sığınmaktadır.546 İbnü'l-Arabi, el-Fütithtilın el-Es­
mau'l-Hüsna'yı bilme hakkında olan 558. babda "eş-Şafi,
Hazretü'ş-şifa" ismini açıkladığı bölüme, Hz. İbrahim'in
Kur'an'da aktarılmış sözü olan, "Ve hasta olduğum zaman
O bana şifa verir" (Şuara 26/80) ayetiyle başlar ve şöyle de­
vam eder: eş-Şafi, hastalıkları gideren, hacetleri ve istekleri
verendir. Zira hastalık, maksatların talep ettiklerinin yok­
luğundan dolayı a'yanı/özleri ortaya çıkaran şeydir. Haz­
retü'ş-Şifa/Şifa mertebesi, ihtiyaç sahiplerinin, gayelerine
ulaştığı şeydir. Bu durumda gayenin varlığı da gereklidir. İh­
tiyacın kendisiyle var olduğu şeyle bunun ilintili olduğu şey
arasına girilirse, maraz/hastalık oluşur. İlintili olduğu şeye
ulaşırsa, şifa olur. Burada ulaştıran, Allah'ın eş-Şafi ismidir.
Çünkü hastalıklar, ihtiyaçların taleb ettikleri şeyin yokluğu
dolayısıyla zuhür eder. İhtiyaç ortadan kalkarsa, taleb de or­
tadan kalkar. Böylece hastalık da ortadan kalkar. Şifa merte­
besi, ihtiyaç sahiplerine, ihtiyaçlarını ve isteklerini verendir.
Burada ihtiyaç ve istek diye birşeyin olması zaruridir. İşte,
ihtiyacın kendisiyle kaim olduğu kimseyle ihtiyacın taallu­
kunun olduğu şey arasına girilirse, yani birbirlerini bulması
engellenirse, hastalık ortaya çıkar" diyerek "eş-Şafı/Şifa ve­
ren"in "bu buluşmayı sağlayan" olduğunu belirtir.547

Sı1f'ıler, hastalığı Allah'tan başkasına anlatmanın, "şika­


yet, yani rızanın yokluğu" anlamına gelip gelmeyeceği konu-
545 A. y. c. 6, 493.
,

546 Konevi 1389/1979, s. 278.


547 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 7, ss. 496-497.

165
------- TASAVV U F VE TI P ------

suna, şikayetin niyet ve yapılış şekli açısından yaklaşmışlar­


dır. Mesela, ''Allah'tan başkasından hiçbir şey istememe"yi
tasavvuf anlayışının temeli olarak bildiğimiz Bişr el-Hafı
(v.227/841),548 hastalandığında yanına getirilen tabibe has­
talığını anlatmaya koyulunca etrafındakilerin biraz şaşır­
mış bir şekilde: "Bu yaptığının (derdi Allah'tan başkasına)
şikayet olmasından korkmuyor musun?" diye sormuşlardı.
O onların bu sorusuna: "Hayır, bilakis Kadir/Her şeye Gücü
Yeten olanın kudretinden söz ediyorum" diyerek, yaptığının
Allah'ın kudretini ve isterse bir kuluna neler yapabileceğinin
dile getirilmesinden ibaret olduğunu hatırlatmıştır.549 Gaz­
zali'ye göre hastalığı kimseye açmamak ve şikayet etmemek
sabrın kemilidir.550 Gerçek tabib Allah olduğuna göre, insan
O'ndan başkasına şikayet etmemelidir551 ama hastalıkların
çaresini bilen tabibe hastalığı anlatmak bir şikayet değil­
dir. Hatta, kendisinden sabır, tevekkül gibi konularda fay­
dalı tavsiye ve bilgiler alacağı bilgili ve muktedi/kendisine
uyulan kimselere de anlatabilir. İnsan, aczini ve Allah'a olan
muhtaçlığını dile getirmek çin de derdini anlatabilir. Her
hal ü karda "derdimden yakınır, bu yüzden de Allah'tan baş­
kasına şikayet etmiş olurum "korkusuyla hastalığı sırasında
ziyaretçi istemeyen sılfıler vardı. 552 İbnü'l-Arabi'ye göre,
gerçek tabib Allah olduğundan, hastalığı Allah'tan başkası­
na anlatmak, şikayet olur. Hastalığını, Hz. Eyyüb gibi sadece
ve sadece Allah'a anlatmalıdır. 553

548 Bkz. Hücviri 1982, ss. 203-204.


549 Semic 1380/1960, s. 272.
550 Gazzali 1412/1992, c. 4, s. 1 16.
551 A. y. 1409/1988, c. 5, s. 103.
552 A. y. 1412/1992, c. 4, ss. 448-449.
553 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 7, s. 263.

166
S E L İ M KAL B İ N FİZYO LOJ İ S İ

Tabibin bir ilacı övmesi, ilacın kendisi için değildir:


Bu, ilacın sıhhatten ve şifadan iyi olduğu anlamına gelmez.
Gaye, hastalıktan kurtulmaktır. 554 Tabib, hastayı tedavi
ederken ona bazen elem verici pratik ve reçeteler uygulaya­
bilir ama bunları, tedavi maksadıyla yaptığı için bunlardan
dolayı cezalandırılmaz. 555 Bu, herkesin bildiği bir kuraldır.
Tabib, insanın bu dünyada muhtaç olduğu bir makamda bu­
lunmaktadır. Tabibler bozulursa, hastalıklar çaresiz kalır.556
İnsan ölümcül bir hastalıktan tedavi görüyorsa ve hastalığı­
nın uzamasından korkuyorsa tabibin canını sıkacak bir şey
yapmamalı, mesela erkek bir tabib ipek gömlek giymişse bu­
nun erkeklere haram olduğunu söylememelidir.557

C. IX. SUfilerin Tedavi Metodlan


Modern Tıbb'ın nerdeyse hergün yeni bir buluşla uyan­
dığı günümüzde, eskiye ait tedavi metodlarından bahsetmek
gereksiz gibi görünebilir. Ancak bu, Uzluk'un bir dersinde
genç hekim adaylarına hitaben: " . . . sizlere maziden bahse­
diyorsam, bu geri dönmek manasına değil; ileriye sıçramak
isteyen sportmenin hız almak için bir adım geri çekilmesine
benzer"558 sözünde de belirtildiği üzere, hız almak için geri
gidiştir.

Herşeyden önce şunu belirtmek gerekir ki halk, sufı­


lerde tedavi etme kabiliyetinin tabii olarak bulunduğunu
düşünür ve onlara tam bir güvenle teslim olurdu. Hatta
Mevlana'nın Mectilis-i Seb a'da anlattığı bir hikayede, arif ol-
'

554 Gazzili 1412/1992, c. 4, s. 213-214.


555 İhnü'l-Arabi 1414/1994, c. 8, s. 193-194.
556 Bkz. Gazzali 1412/1992, c. 4, ss. 53, 76, 77, 79, 84-92.
557 A. y. c. 2, s. 502.
,

558 Uzluk 1958, s. XVIII.

167
------- TASAV V U F V E TIP -------

mayan bir abide güzel bir padişah kızının nasıl teslim edil­
diği ve onun bunu kabul etmesinin başına neler açtığı çok
güzel resmedilir. Bu hikayeye göre, İsrailoğulları içinde Bar­
sisa adında ünü Doğu'ya ve Batı'ya yayılmış bir abid vardı.
Nerede bir hasta varsa ona getirirler, o da keskin nefesiyle
arıları iyileştirirdi. Şeytan, bu abidi tuzağına düşürmek için
güzel bir kız arıyordu. Nihayet padişahın hasta olan güzel
kızını buldu. Padişahı, kızını Barsisa'ya götürmesi için ikna
etti. İlk götürüşlerinde iyileşti ama bir daha hastalandı. Bu
sefer kızı onun ibadethanesinde bırakıp gelmeye karar ver­
diler, Barsisa da kabul etti. Bir süre sonra aralarında bir ülfet
oluştu. Barsisa kıza sahip oldu ve onu hamile bıraktı. Ne
yapacağını düşünürken şeytan "öldürüp bir yere gömmesini,
kıza ne olduğunu sorarlarsa, eceli gelip öldüğünü ve onu bir
yere gömdüğünü söylemesini" öğütledi. Barsisa da öyle yap­
tı. Padişah gelip de sorduğu zaman da şeytanın öğütlediğini
söyledi. Önce inandılar ama şeytanın dürtüsü sonucu üstüne
gidince her şey ortaya çıktı ve padişah Barsisa'yı asmaya ka­
rar verdi. Boynuna ip geçirilmişken, şeytan karşısına geçip:
"Bana secde edersen seni kurtarırım" dedi. Barsisa:"Bu halde
secde edemiyorum" deyince, şeytan, başıyla secde işareti et­
mesini söyledi. Barsisa başını eğmeye kalktığında ip boynu­
nu iyice kesti ve daha kolay boğulmasıyla sonuçlandı.559 Bu
hikayeyi anlatan Mevlana, anlatırken "o zahid, bilgin olsaydı
kızla yalnız olarak o ibadet yurdunda kalmaya asla razı ol­
mazdı" diyerek onun cahilliğini vurgular.

Sufılerin mekarıları olan tekkeler, özellikle akıl hasta­


lıklarının tedavi edildiği yerlerdi. Bağdat'taki Deyr-i Hizkıl
Tekkesi burıların tanınmış olarılarındandı. Erzurum civa-

559 Mevlana, 1994, 35-38.

168
--- ·----
S E Lİ M KAL B İ N FİZYO LOJ İ S İ

rında, şimdiki adı Deli Baba olan köyde, Selçuklulra ait bir
tekke, XV. asırda hala aktifti: Hastalar dervişlerin telkin ve
uygun meşguliyetler sağlamak gibi tedavileriyle tedavi edili­
yorlardı. Şifahanenin kapısındaki püskül ve ay, buranın Sel­
çuklulara ait olduğunun işaretleriydi; zira bu motif Selçuklu
şifahanelerinde bulunurdu.560

Sufiler, sadece akıl ve ruh hastalıkları değil, bedeni has­


talıkları da tedavi ederlerdi. Her iki çeşit hastalık için kulan­
dıkları metodlar aşağıdaki şekilde listelenebilir:
1. Hıltlar/ahlat-ı erbaa teorisine göre tedavi
2. Kur'an ve Dua ile Tedavi/Rukye,

3. Güzel Sesle, Şiir ve Müzikle Tedavi,


4. Perhiz/Diyet Yoluyla Tedavi,
5. Su ile Tedavi,

6. Bitkilerle Tedavi/Nebatçı Tıp,

7. Hastalığı Yüklenme Yoluyla Tedavi,


8. Nazar/Gözle Bakma Yoluyla Tedavi,

Şimdi bunları bulabildiğimiz kadarıyla örneklendirme­


ye çalışalım:

C. IX. 1. Hdtlar/Ahlat-ı Erbaa Teorisine


Göre Tedavi
Hipokrat'ın "hıltlar/sıvılar" teorisine dayanan eski te­
babette temel olarak kabul edilen bir teoriye göre, kainattaki
her şey dört esas maddeden oluşur: Bunlar "su, hava, toprak
ve ateş" tir. İnsan vücudunda da bu dört unsura karşılık dört
560 Kaynaklar ve detay için bkz. Terzioğlu 1992, s. 179.

169
------- TASAV V U F VE TI P -------

sıvı bulunur. Bunların adları "kan, kara safra, sarı safra ve


balgam" olarak sıralanır ve vücutta icra ettikleri "hararet/sı­
caklık, burudet/soğukluk, rutı1bet/nem ve yubuset/kuruluk''
fonksiyonlarıyla bilinirler. Kan, kalpte; kara safra, karaciğer­
de; sarı safra, dalakta ve balgam, beyinde yapılmaktadır. Bu
dört sıvı, vücutta dengeli bir şekilde bulunduğu zaman, vü­
cut sıhhatli, denge bozulduğu zamansa, hasta olur. Mesela,
insan çok durgunsa, bu demektir ki beyin, balgamın haki­
miyetindedir. Kara safranın fazlalığı insanı melankoli eder.
Çok fazla sarı safra, gereksiz endişe ve kaygının kaynağıdır.
Çok fazla kan, değişen mizacı oluşturur. Demevi, Safravi,
melankolik gibi mizaç tasnifleri böyle yapılmıştı. Bu teori,
birçok millette asırlar boyu kabul görmüş ve esas alınmıştı.
Günümüzde de hormonların ve bağışıklık sisteminin keşfi
bu teorinin önemini artırmıştır. Öfkelenme, korkaklık gibi
psikolojik hallerin bu hıltların vücuttaki miktarıyla ilgili ol­
duğu, kan ve safra kirliliğinin, birçok hastalığa sebep olduğu
ve bu hastalıklarda kanın ve safranın temizlenmesi gerektiği
artık bilinmektedir.561 Günümüzde de kan tahlili, tanı me­
todlarının başında gelir. Tabibe giden kişiye uygulanan ilk
ameliyenin, kanının alınıp gerekirse çeşitli laboratuvarlara
gönderilmesi olduğunu herkes bilir. Dört hıltın diğer un­
surları olan balgam, safra ve sevda da yerine göre tanı meto­
du olarak hala kullanılmaktadır. Bu fikirlerin aksine, ahlat-ı
erbaanın önemini tamamen yitirdiğini, mesela balgamın iç
derinin salgıladığı bir madde olduğu şeklinde görüşleri sa-
vunanlar da mevcuttur. 562

561 Detaylar için bkz. Osman Şevki 1341/1925, s. 26; Erdemir 1989, s. 24; Sayar­
Dinç 2008, 171-172.
562 Bkz. Ertuğrul 1991, s. 269.

170
S E Lİ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

Dört hılttan birisi olan kanın fazlalığı/eksikliği ve kir­


liliğinin hastalıklara sebep olduğunu doğrularcasına, Pey­
gamberimiz (a. s) belli periyodlarla kan aldımış ve tavsiye
etmiştir. Bu konu, Tıbbu'n-Nebi kitaplarında sıkça üzerinde
durulan hususlardandır. Burada, Tasavvuf kitaplarında ha­
camatın tedavi ettiği hastalıklara örnek olarak karındaki
hastalıktan kurtardığını zikretmekle yetinelim.

Tasavvuf kitaplarında da bu şekildeki bir kabule da­


yalı açıklamalarla sıkça karşılaşırız. Mesela, ilk dönem su­
fılerinden Ebu T'alib el-Mekki'nin (v.386/996), "kalplerin
azığı" anlamına gelen Kutu'l-kulub adlı kitabında, şu farklı
açıklamayı görürüz: Allah, bir bedenin sağlığını isteyince
midesine, kendinde bulunanın zıddını almasını vahyeder;
hastalığını isteyince de kendinde bulunan unsurun aynısına
yöneltir. 563 Bu demektir ki her vücutta, hararet-soğukluk,
kuruluk-rutG.betten birisi galibdir ve vücut, kendisinde olan
unsurun zıddına ihtiyaç duyar. Zaten bulunan bir şeyi alırsa,
denge bozulur ve insan hasta olur.

İbnü'l-Arabi'nin bu konudaki açıklamaları daha geniş­


tir: Ona göre Allah, insanı, hararet-soğukluk, kuruluk-rutG.­
bet, safra-sevda, kan ve balgam gibi birbirine zıt bazı un­
surların toplamı olarak yaratmıştır. 564 Safra ve sevda, kan
ve balgam, alemdeki dört unsur olan ateş, hava, toprak ve
suya karşılık vücutta bulunan dört temel hılttır. Ateşin eseri,
safra; havanın eseri, kan; suyun eseri, sevda; toprağın eseri,
balgamdır. Hayvani cisim, bu dört tabiat üzerine biner. 565 Bu
şekilde muhtelif oluşların birbirine etkisi, Allah'ın kainata
koyduğu bir kanun gereğidir. Nitekim, Allah, her şeyi "muh-
563 Ebu T'alib el-Mekki 1424/2003, c. 2, s. 330.
564 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 5, s. 61.
565 A. y. , c. 3, s. 427; c. 4, s. 560. Ayrıca bkz. c. 1, s s . 63-65.

171
------- TASAVVU F V E T I P -------

telif olsunlar" için yarattığını bildirmektedir. 566 Çünkü İlahi


isimler de mütefazıl/birbirinden üstündür. İhtilaf buradan
başlar: Nur ile zulmet, kabz/darlık ile bast/genişlik, rutı1bet
ile kuruluk, ateş ile su, safra ile balgam, vs. hep birbirlerine
zıt kutuplarda yer alırlar. Bunların hepsi, birbirleriyle ihtilaf
içerisindedir. 567 İki acı sıvı (safra ve sevda), kan ve balgamın
ruhani kuvveti cisme te'sir eder. Bunlar vücudun hararet, so­
ğukluk, kuruluk ve rutı1betinin bir dengede olmasından da
sorumludurlar. Vücutta olmaları gereken miktar ve mizanda
olmazlarsa, hastalık oluşur ve, tabib eksik olanı normal se­
viyeye çıkaracak ilaç verir. Tabib hastalıkları tedavide bun­
ların vücutta ne halde olduklarına bakar. Yani bunlar tabibe,
tedavi hakkında yardımcı olurlar.568 Buna yakın açıklamalar
Konevi'de de yer alır. 569

İbnü'l-Arabi, yaşadığı dönemde hıltlar teorisine göre


açıklanan çok garip bir örnek de vermektedir: Kadının biri­
si, rüyasında eline cehennemden beratı/uzak olduğuna dair
ağaç yağrağı üzerine yazılmış bir belge olduğu halde uyan­
mış. Avucu sıkı sıkıya kapalıymış ama kimse açamıyormuş.
Tabibler, eline dökülmüş kuvvetli bir hılttan dolayı böyle ol­
duğunu söylemekten başka bir şey yapamamışlar. 570

Erzurumlu İbrahim Hakkı, "dalakta bir arıza olursa,


sevdayı kandan ayırma kuvveti zayıflarsa, sevdayla karışık
kan, bütün vücuda yayılacağı için, sıtma, cüzzam ve delilik
gibi hastalıklar meydana gelir. "Eğer, ödde bir arıza olur, has-
566 Bkz. Hud 11/118: Rabbin dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı. Fakat
Rabbinin merhamet ettikleri müstesna, insanlar ihtilaf içinde/farklı olmaya
devam edeceklerdir. Zaten onları bunun için yarattı."
567 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 3, s. 610.
568 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 3, s. 427, 498 {bab 167) ;c. 5, s. 61.
569 Konevi 1374/1416, s. 48.
570 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 5, s. 112.

172
S E L İ M KA L B İ N FİZYO LOJ İ S İ

talanır ve safrayı kandan ayıramazsa o zaman vücutta istiska


(siroz)/su birikmesi ve safra gibi hastalıklar meydana gelir"
gibi örneklerle571 dört hıltın görevlerini en güzel şekilde
açıklamaktadır.

C. IX. 2. Kur'an ve Dua ile Tedıivi/Rukye


Tedaviyle uğraşan bütün mistikler, fiziki şifa vasıtala­
rına manevi şifanın yardımcısı olarak bakarlardı. Mesela,
kilisenin kabul ettiği tedavi usulleri olan dualar ve tesbihat,
ilaçlardan önde gelirdi.572 Sufiler de tedavide Kur'an, dua,
şiir, gibi vasıtalara başvurmayı esas alır, bunda her şeyden
önce Kur'an ve Rasulullah'ın sünnetine bakarlardı. Kur'an,
aşağıda örneklerini vereceğimiz birçok ayette kendisini şifa
olarak nitelemiştir. Şifa oluşunun sadece ruhani hastalıklara
değil, aynı zamanda fizyolojik hastalıklara da şamil olduğu
hadislerde vurgulanmıştır. Hadis kitaplarında "Kitabu't-Tıb"
bölümlerinin yanında, çok sayıda "Tıbbu'n-Nebi" adı altın­
da yayınların da olduğunu hatırlarsak, bu konuyla ilgili ör­
nek vermenin tekrardan ibaret olacağını anlamakta güçlük
çekmeyiz.
Zahir/dış ve batın/öz, madde ve mana, beden ve ruh
arasında muvazene ve birliktelikten bahseden sufıler her
şeyden önce "Ey insanlar! İşte size rabbinizden bir bir öğüt,
kalplere bir şifa ve inananlar için yol gösterici bir rehber ve
rahmet olan (Kur'an) geldi." (Yunus 10/57), "Biz Kur'andan
mü'minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz." (İsra
17 /82), "Eğer biz onu başka bir dilde bir Kur'an yapsaydık
onlar mutlaka: "Onun ayetleri açıklanmalı değil miydi? Baş­
ka bir dilde bir kitap ve Arap bir peygamber! Öyle mi? De ki
571 Bkz. İbrahim Hakkı 1974, c. 1, s. 32.
572 Uzluk 1958, c. 1, s . 79.

173
TASAVV U F VE T I P -------

O/Kur'an, inananlar için hidayet ve şifadır." (Fussilet 41/44)


gibi ayetlerde, Allah'ın, Kur'an'ı "göğüsler için/mü'minler
için şifa" olarak tarif edişini, sadece manevi ve ruhları için
değil, maddi ve bedenleri için de anlamak gerektiği üzerinde
dururlar. Muhakkak ki dostun kitabı dosta aziz gelir. Özel­
likle o dostla başka türlü karşılaşma imkanı olmadığında,
dostun kitabıyla teselli olunur. Şifa ve ferahlama onunla
olur.573

Gazzali, Duhan Suresi'nin (44. sure), üzüntünün; Kehf


Suresi'nin (18. sure), belanın def'i için okunabileceğini söy­
lerken, Kur'an'ın, şifa niyetiyle okunduğunda bir-iki ayet
şeklinde değil, sure olarak okunması gerektiğini de vurgular
ve buna delil olarak da tıp ilminde de "el-edviyetü'l-müfre­
de" (ilaç paketi içinde sadece bir ilacı kullanma)nın caiz ol­
madığı kuralını gösterirler.574 İbnü'l-Arabi de Rasulullah'ın
Hz. Ali'ye "Yasini çok oku. Zira onu okuyan ( . . . ) açsa doyar,
hastaysa iyileşir" tavsiyesini aktarırken575 tüm sureyi oku­
maktan söz etmektedir. Veba salgını gibi durumlarda bütün
Kur'an hatmedilirdi.576
Özelikle Fatiha Suresi'nin her derda deva olarak oku­
nabileceği hadislerde belirtilmiş,577 tasavvuf kitaplarında
da tekrar edilmiştir. ibnü'l-Arabi: "Fatiha ve dua ayetleri,
Kur'an'ın şifa yönünü oluşturur" der.578 Onun hanım hoca­
larından Fatıma bt. İbni'l-Müsenna, "Başına gelen herhan­
gi bir güçlükten kurtulmak için Fatiha'yı bildiği halde onu

573 Kuşeyri 1420/2000, c. 1, s. 18.


574 Gazziili 1409/1988, c. 6, s. 55.
575 ibnü'I-Arabi 1414/1994, c. 8, s. 398.
576 Cami 1995, s. 624-5.
577 Bkz. Buhiri, İcire, 16; Ebu Davüd, Tıb, 19, vb.
578 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 5, s. 183.

174
S E L İ M KALB İ N FİZYO LOJ İ S İ

okumayana şaşarım" derdi. Kendisine "Fatiha Suresi'nin ve


onu istediği işte kullanma gücünün verildiğini" saklamaz,
hatta herkesin bunu bildiğini sanırdı. 579 Fatiha bütün sıkın­
tı ve hastalıklara devadır. Belki de bu sebeple, her gün beş
vakit namazda toplam kırk kere okumamız emredilmiştir.
Ama biz kendimize ve hastalarımıza okuduğumuz zaman
hastalığı azalmıyorsa, Kur'an'ın genel ruhuyla ve tek tek
ayetleriyle telebbüs etmediğimiz/bürünmediğimizdendir. 580
Ancak Fatihayı herkesin okuması fayda vermeyebilir. Nite­
kim, Hace Hayrçe adlı bir kölenin okuduğu Fatiha, herkesin
hastalığına iyi gelirdi. Hatta bir alimin birgün dişi ağırdı­
ğında Hayrçe'nin yanına göndermişler ama onun okuduğu
Fatiha'yı kıraat kurallarına uygun bulmadığı için ona: "Bak
Hayrçe, doğru okuyamıyorsun bu sureyi, sana gel doğrusunu
öğreteyim" deyince, diş ağrısı iyice artmış ve tekrar istediği
şekilde okuması için Hayrçe'ye yalvarmak zorunda kalmış­
tı. 581

Fatiha dışında, Yasin suresi de rukye olarak okunabi­


lir.582 Mesela İbnü'l-Arabi, kendisinin bir hastalığıyla ilgili
olarak şöyle anlatıyor: "Hastalanmıştım. Öyle ki etrafımda­
kiler beni öldü sanıyorlardı. Bu haldeyken (rüyamda) görü­
nüşleri çirkin olan insanlar gördüm. Beni eritmek istiyorlar­
dı. Bir de güzel kokulu kuvvetli bir adam gördüm: Beni on­
ların elinden çekip aldı, hepsini darmadağın etti. 'Kendisine:
'Sen kimsin?' dedim. "Ben Yasin suresiyim. Seni müdafaa
ediyorum,' dedi. Bayılmam geçti ve kendime geldim. Bir de
baktım ki rahmetli babam başucumda ağlayarak Yasin Su-

579 Detaylar ve kaynaklar hakkında bkz. Küçük 2009, s. 207; a.y. 2012, s. 699.
580 Son cümleleri krş. Ata 1389/1979, s. 74.
581 Cimi 1995, s. 499.
582 ibnü'l-Arabi 1414/1994, c. 8, s. 398.

175
------- TASAV V U F VE TIP -------

resini okumuş bitirmiş. Kendisine gördüğüm rüyayı anlat­


tım. 583 İbnü'l-Arabi'nin müridlere tavsiyeleri arasında hasta
veya ölünün yanına girildiği zaman Yasin suresi okumak da
vardır. 584 O, Yasin okuyan hastanın iyileşeceğini, evlenmek
isteyenin evleneceğini, vs söylerken, Yasin'in çok amaçlı ola­
rak okunabileceğine işaret etmektedir.585

Tek bir ayetle rukyeyi caiz görenler de vardı. Mesela,


Muhammed b. Semmak hasta olmuş, Ahmed b. Eb'l-havari
onun idrarını tetkik için tabibe götürmek için evden çık­
mıştı. Yolda güzel yüzlü, hoş kokulu ve temiz elbiseli biri­
sine rastlamış, bu güzel adam ona "nereye gittiğini?" sorup
da "Tabibe gidiyorum" cevabını alınca: "Sübhanallah, Allah
dostunun tedavisi için Allah düşmanından yardım mı isti­
yorsun?586 Bu şişeyi atın ve 'Biz O'nu hak olarak indirdik
ve o hakla indi' (İsra ı 7ııos) ayetini hasta, ağrıyan yerine
koyarak okusun, geçer" demişti. 587

Gözlerdeki rahatsızlık için, namazda müekked sünnet­


lerde Muavvizeteyn (Felak ve Nas sureleri) okunması tavsi­
ye edilirdi. 588 Sufinin bu şehadet aleminden ayrılıp melekut
alemine yükseldiği zaman bazen sadece ''Allah azze ve cel-

583 Nihat Keklik, el-Fü!Uhıiltan naklettiği bu ve benzeri olayları, İbnü'l-Arabi'nin


haliJinasyonları olarak değerlendirirken (bkz. Keklik 1990, s. 65-66) onun
ruhen pek de sağlıklı olmadığını iddia eder gibidir. Bu değerlendirmeye
katılmak mümkün değildir. Günümüz Tasavvuf- Psikoloji/Psiko-terapi
ilgisiyle ilgili kaynaklar, sufılerin, ruhun zenginliğinden ve gücünden son
haddine kadar faydalanabilen kişiler olarak görmektedir. Meseli bkz. K.
Sayar, . Sufi Psikolojisi. Bilgeliğin Ruhu: Ruhun Bilgeliği. İstanbul, 2002; ]. M.
Spiegelman, vd. (Ed.),}ung psikolojisi ve Tasavvuf, İstanbul, 1993; L. Wilcox,
Sufizm ve Psikoloji. Trc. O. Düz. İstanbul, 2001; vb.
584 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 8, s. 385.
585 A.y., c. 8, s. 398.
586 Muhtemelen şehirde tek bir tabib vardı ve o da gayr-ı müslim idi.
587 Cami 1995, s. 193.
588 A.y., s. 687.

176
S E L İ M KAL B İ N F İ ZYOLOJ İ S İ

le'nin izniyle" deyip kör gözlere parmaklarını sürmesiyle kör


gözlerin açıldığı da nakledilir. 589

Bilindiği üzere İslam geleneğinde bazen Kur'an yerine


mücerred dua da okunabilir. Etkisi açısından umumiyetle
tavsiye edilen duaların başında şu dua gelmektedir: Ağrı­
yan/hasta olan yerine elini koyarak üç kere "Bismillah" de­
dikten sonra, yedi kere "Euzu bi izzetillahi ve kudratihi min
şerri ma ecidu ve uhaziru" (Şu anda bende olan ve olmasın­
dan korktuğum şeyin şerrinden Allah'ın izzet ve kudretine
sığınıyorum) demek.590
İyileştirici/tedavi edici dua sahibi olmak, hazzizatıda
birçok sı1fide bulunması beklenen bir özellikti. Bunlardan,
Tasavvufkitaplarına girmiş örnekler arasında Sehl et-Tusteri
(v.283/895) vardır. Hastalar, onun duasıyla şifa bulurdu.591
Cüneyd el-Bağdadi'nin şiddetli bir hastalığa yakalandığı
ve bu hastalığı sırasında Zünnı1n el-Mısri'nin (v. 245/859)
yaptığı bir dua olan "Ya Vehhab/Karşılıksız veren! Bize
şükredeceğimiz şeyleri ver!" duasında bulunduğu, bunun
hastaların (macun gibi) gıdaları olduğunu söylediği rivayet
edilir.592 Bazı rivayetlerde, kendisi içinse dua etmekten ka­
çındığını görmekteyiz. Onun bu şekildeki tutumuna örnek
olacabilecek bir olayı Cafer b. Nusayr el-Huldi şöyle anlat­
maktadır: "Cüneyd'in yanına gitmiştim. Onu humma hasta­
lığına ya.kalanmış buldum. 'Ey Üstad! Dua et de Hak Taala
sana şifa versin' dedim. O dedi ki: 'Dün nida etmiştim ama
sırrıma ve ruhuma şöyle nida edildi: Bedenin Bizim mülkü­
müzdür. Dilersek sıhhate kavuşturur, dilersek hasta kılarız.

589 A. y. s. 510.
,

590 Nevevi 142712006, s. 119.


591 Cami 1995, s. 196.
592 Serrac 138011960, s. 272.

177
------- TASAV V U F VE TIP -------

Sen kim oluyorsun da bizimle mülkümüz arasına giriyorsun.


Tasarrufunu kesip at ki kul olasın'. (Bunun üzerine dicek
hiçbir söz bulamadım). "593 Başka bir sufi, Ebu Muhammed
Ceriri (v.312/924), Karmatiler Savaşı'nda yaralanandığında:
"Dua et de Allah bu belayı def etsin'' dediklerinde: "O'na
söyledim ama O, 'Ben istediğimi yaparım' buyurdu" deyip
dua etmemiştir.594 Bu demektir ki sufiler, başkaları için bolca
dua ederken bazı hallerinde kendileri için dua etmeyi Al­
lah'ın verdiği hastalığa rızasızlık hali diye düşünmüşlerdir.
Mevlana Celaleddin Rumi, torunu Emir .Arif Çelebi,
yedi aylıkken boynunda bir verem/yara belirdiğinde onu
bir rukye ile tedavi etmişti. Şöyle ki: Bir gün Mevlana oğlu
Sultan Veled ve gelini Fatıma Hanım'ın yanına girdiğinde
onları gayet üzgün ve ağlıyor bulur. Sebebini sorduğunda,
Emir .Arif'in çok hasta olduğunu, tabiblerin çare bulamadı­
ğını, bebeğin günlerdir süt emmediğini, bir şey yemediğini,
bu haliyle bebeğin gidici olduğunu söylerler. Mevlana: "Ari­
fim gitmek için gelmedi. Bu dünyada zaman benim hatıram
olarak nice acayip, garip işler çeşit çeşit davranışları görü­
lecek onun" der ve bir kalem ister. Çocuğu kucağına yatırır.
Yaralı yerin üzerine bir boylamasına bir de enlemesine çizgi
çeker ve ·�ya bir işaret yeter" diye yazar. Hemen o anda
Emir Arif gözlerini açar ve süt ister. Annesi, süt emzirir. Be­
bek sağlığına kavuşur. Mahmud-ı Mesnevihin, kitabında bu
sahneyi anlatan bir minyatür sunmuştur. 595
Mevlana, sıtmalı bir muhibbini tedavi için, üç diş sar­
mısağın üzerine "Ez an (ondan), ez in (bundan) pesin (so-

593 Hücviri 1982, s. 261, 539.


594 Cami 1995, s. 279.
595 Bkz. Mahmud-ı Mesnevihan, Sevakıb-ı Menakıb, Topkapı Müzesi, 1479,
s.242. Bu minyatür, elinizdeki kitabın ön kapağın iç yüzünde kullanılmıştır.

178
S E L İ M KAL B İ N FİZYO LOJ İ S İ

nuncu)?" diye anlaşılması zor bir dua yazdı ve bunu yemesi­


ni tavsiye etti. Adam bunu yiyemeyince, Mevlana, bu sefer
üzerine yazacağı yiyecek olarak bademi seçti. Adam bunu
yedi ve iyileşti. 596

İnsanları duasıyla iyieştirmekle tanınan başka bir sufı


Şems-i Tebrizi'dir (v.645/1247). Şems, Hz. İsa gibi nefesiyle
insanları iyileştiren olduğundan "İsa nefesli" diye tarif edi­
lirdi. O, çocukken melekleri görmesi açısından da Hz. İsa'ya
benzetilmiştir.597

Rukye olarak "muska/hamail" yazmayı seçen sufıler de


vardı. Mesela, Sadreddin Konevi Konya eşrafından birisi­
nin oğlunu, yazdığı bir muskayla tedavi etmişti. Detaylarını
daha önce verdiğimiz bu olaya baktığımızda, bir divit ve bir
kalem isteyerek oğlan için bir muska hazırladığı ve boynu­
na takması gerektiğini söylediğini görüyoruz. Oğlan sıhhate
kavuşunca, babası, teşekkür olarak evini Konevi'ye bağışla­
mıştı. Bu ev, o zaman hankah olarak kullanılan bir yerdi.598
Bazı sufıler de başlarındaki sarığın içinde "sad ender sad"
denen bir tür hamail taşırlar, bunun her türlü semavi afeti
defedeceğine inanırlardı. 599

Rukye ve dua yaparken dikkat edilmesi gereken en


önemli husus, şifa verenin Allah olduğunu akıldan çıkar­
mamak gerektiği hususudur. Çünkü şifa veren Allah'tır. " Ve
hasta oılduğum zaman O bana şifa verir" (Şuara 26/80)
ayeti bunu vurgular. Sufi bundan bir an gafıl olsa, kendisi­
ne mutlaka uyarı gelir. Nitekim, ümmi bir şey olan Ahmed

596 Eflaki 1986, c. 1, s. 227.


597 Eflaki 1987, c. 2, s. 94.
598 Bkz. Muhammed Emin Dede 2004, s. 133.
599 Cami 1995, s. 708.

179
------- - TASAVV U F V E T I P -------

Nameki Cami (v.536/1 141), kendisine getirilen kör çocu­


ğun gözlerini açması için yalvaranlara, bu tür bir mucizenin
Hz. İsa'ya verildiğini, kendisinde böyle bir gücün olmadığı­
nı söyleyip hankah/dergahtan çıkmak isterken "Biz ederiz
Biz!" sesini hem kendisinin hem de etraftakilerin duyduğu,
bundan sonra kör çocuğu çağırıp iki baş parmağını gözü­
ne koyarak, "Allah azze ve celle'nin izniyle" dedikten sonra
çocuğun gözleri görür olarak yürüyüp gittiği nakledilmiştir.
Etrafındakiler buradaki "Biz ederiz, Biz!" cümlesinin anlamı
sorduklarında ise Ahmed Nameki şöyle bir açıklama yap­
mıştı: "Ben, Hz. İsa'nın mucizesi olduğunu söylediğim için,
asıl iyileştirenin o değil, Allah'ın kendisi olduğu hatırlatıldı
bana". 600

Tıp tarihinde bunlara benzer metodlarla tedavi uygu­


layan tabibler de vardı. Mesela, Sultan II. Murad'ın ilgisine
mazhar olmuş olan tabib-sufi İbn Hakim (v. 1007/1598),
tedavi için bir fincana bazı yazılar, sırlar/ilahi sır türünden
sözler ve işaretler yazmış, bu fincan uzun süre hastaların
kullanarak şifa buldukları bir fincan olmuştu.601

Haddizatında, tedavi, beyinde gerçekleşen bir olaydır.


Modern Tıb'da adına "Plasebo etkisi" denen ve "hiçbir tıbbi
değeri olmayan hap veya ilaçların dahi, hasta onun ilaç ol­
duğuna inanıyorsa etkisi olduğu "nu vurgulayan yöntem de
bu esas üzerine kurulmuştur. Bu yöntemle bazen, iyileşmesi
mümkün olmayan hastalıkların bile tedavi edildiği görül­
müştür. 602

600 A. y. , s. 510. Haddizatında, Hıristiyan kültüründe de Hz. İsa'nın bu özelliği


"Tanrı'nın onda doğması" olarak görülür. Bkz. Yılmaz 2014, s. 265.
601 İsa 1402/1982, s. 485-486.
602 Bkz. Berkmen 2011, ss. 134-135.

180
----- -- --- S E Lİ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

İlaç ve tedaviyle ilgili olarak tasavvuf kitaplarında rast­


lanabilecek diğer bir hüküm, şarlatan tabiblerin yaptıkları
gibi ilaç ve ta'vizat/muska gibi şeyleri satma mahalli olarak
camilerin seçilmemesidir. Mescidin hemen dışında olabi­
lir. 603

C. IX. 3. Güzel Sesler, Şiir ve Müzik/Semayla Tedavi


Her şeyin en güzelinin olduğu bir alemden yeryüzüne
düşmüş olan insan, her yerde ve her zaman güzel olanı arar.
Göz güzeli görmekten, kulak güzel sesi işitmekten, vücud
güzel gıdalardan, vs. hoşlanır. Ve bu güzel seslerin başında
müzik gelir. Bunun için hastanın içinde olduğu ortamı gü­
zelleştirmek, duyduğu sesleri güzelleştirmek gibi uygulama­
ların da tedavide önemli bir yeri olmalıdır. Nitekim, kadim
dönemde tabibler, özel bazı hastalıklar için müzik ve sema
gibi güzel sesle tedavi yolunu seçerler, bazı çalgı aletlerini
dinletirler, çeşitli çiçekler, su sesleri, bülbül gibi kuşların ötü­
şünü duyacağı güzel yerlerde dolaşmayı ve mümkünse yaşa­
mayı tavsiye ederlerdi. Bunlar zikir, mev'ize/vaaz gibi büyük
işlerle uğraşmaya da dikkat çeker gibidir. Bazı hastalıklarsa
seslere hiç dayanamaz. Bu, hangi hıltın gilib olduğuna bağ­
lıdır. Bundan anlamak, "Ruhani Tıbb"ı bilmeyi gerektirir.604

Müziğin; ağlatan, güldüren ve uyutan/sakinleştiren ça­


şitleri olabilir. Mesela, Farabi (v.339/950), Hamdani Emiri
Seyfüddevle'nin sarayında ağırlandığı zaman, orada bazı
parçalar çalan musıki topluluğunu beğenmez, hatalarını sa­
yar ve yanında taşıdığı tabla ile onlara müzik icrasına baş­
lar. Önce bir parça çalar, oradaki herkesi güldürür. Sonra bir

603 Gazzali 1412/1992, c. 2, s. 526.


604 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 3, ss. 427-428.

181
TASAV V U F V E T I P -------

parça daha çalar, herkesi ağlatır. Ve nihayet bir parça daha


çalar, oradaki herkes uyurken saraydan çıkıp gider. 605

Tedavide kullanılan müziğin, sakinleştiren veya sevindi­


ren müzik türü olduğu söylenebilir. Çünkü böyle bir tedavi­
nin aslı, hastayı rahatlatmaya, hastalığını unutturmaya daya­
nıyordu. Sağlığın yerinde olduğunun en önemli belirtilerin­
den birisi olan nabzın hareketleri ile tansiyon arasında belli
bir ilişki olduğu ve hatta nabız hareketlerinin herbirinin bir
makama uygun olarak attığı tasavvur olunuyordu. Müzik eş­
liğinde nabzın iniş-çıkışı üzerinde çalışılarak müzik tedavisi
başlatılmıştı. Er-Risaletü'l-Musıkiyye Mine'd-Devai'r-Ruha­
niyye adlı konumuzla doğrudan ilişkili bir eseri olan Gev­
rekzade Hafız Hasan Efendi (v.1216/1 801), vücutta oluşan
hastalıkların "a'za-yı reise/temel organlar" diye isimlendiri­
len hayvani, nefsani ve tabii ruhların tabiatlarının ve denge­
lerinin bozulmuş olmasından kaynaklandığını, bu bozukluk­
tan kaynaklanan hastalıkların başta mıisıki ve nağme olmak
üzere ruhani ilaçlarla tedavi edilebileceğini, haddizatında az
yiyen insanlarda bütün hastalıkların bu şekilde tedavi edi­
lebileceğini, ancak çok yiyen insanlarda maddi ilaçlara ih­
tiyaç duyulacağını söyler. Ünlü Yunan filozofu Eflatun'dan
da nakiller yaparak, müziğin oyun ve eğlence değil, kişiye
fayda vermek, ruhi lezzetler sağlamak, insanın psikolojisi­
ni rahatlatmak, kuru mizaçları nemlendirmek, fizyolojiyi
dengelemek ve kanın akışını, nabzı düzenlemek gibi bir­
çok fonksiyonu olduğunu önemle vurgular. Hangi müzik
makamının, hangi hastalığa iyi geldiği de tesbit edilmiştir.
Rast makamının felce; Irak makamının ateşli hastalıklara,
sersam (sersemlik veren bir hastalık, maşera (sıcak verem)

605 Kaya 1995, s. 146.

182
S E Lİ M KA L B İ N F İ ZYO LOJ İ S İ

ve hafakan (carpıntı)ya; Isfehan makamının, zeka ve hafıza


yenilenmesine; Zirefkend makamının lakve (kısmi fek), sırt
ve bel ağrıları, kulunc gibi hastalıklara; Rehavi makamının
her türlü başağrısı ve hafakan, lakve, fek ve balgam ve kanla
ilgili hastalıklara; Buzurg makamının mağs (bağırsak ağrısı),
zihin yorgunluğu, sevda ve ceşitli korkulardan kurtulmaya;­
Zengule makamının kalple ilgili hastalıklar, sersam, ciğerler
ve mideyle ilgili hastalıklara; Hicaz makamının idrar yolları
ve vucuttaki tehlikeli hastalıklara; Buselik makamının ku­
lunc, kalca kemiği ağrısı, başağrısı ve kanla ilgili hastalıklara;
Uşşak makamının nikris (gut), uykusuzluk ve ayak ağrıları­
na; Huseyni makamının kalp ve ciğerde oluşan iltihapları­
na, sıtmalı ve hummalı hastalıklarda ateşi duşurmeye; Neva
makamının ırku'n-nesa (siyatik) ve kalca kemiği ağrısına iyi
geldiği ve insanı vesveseden uzaklaştırdığı, genel olarak kay­
dedilen bilgiler arasındadır.606 Kadim zamanlarda, insanla­
rın histeri hastalığını da müzikle tedavi ederlerdi.607

Türk hastahanelerinde mehter-i hakani ve hastanelerin


kendi müzik grupları bulunurdu. Burada hemen belirtelim
ki Türk tebabetinde önemli bir yeri olan müzikle tedavi,
Türklerin kendi icadı değildir. Türkler, bu tedavi metodu­
nun aslını Arap ve Acemlerden almış ve geliştirmişlerdi. 608
Özellikle, akıl hastalıklarının müzikle tedavisinde Selçuklu
hastaneleri öndeydi. Öyle ki hasteneler, mimari olarak mü­
zik akustiğini sağlayacak şekilde yapılırdı. Bu hususta mese­
la, Edirne'deki il. Bayezid Daruşşifa'sını geçecek bir hastane
yoktu. 609 Bimarhanelerde/akıl hastahanelerde kadrolu sa-
606 Detaylar için bkz. Turabi 2005, ss. 27-86. Ayrıca bkz. Osman Şevki
1341/1925, ss. 120-124
607 Bkz. Seıtic 1380/1960, s. 240.
608 Osman Şevki 1341/1925, s. 119.
609 Terzioğlu 1992, s. 176.

183
TASAVV U F V E T I P -------

zendeler ve özel görevliler vardı ve duvarları ihtiyaç olabile­


cek her türlü çalgı aletiyle doluydu. Ama Gevrekzade Hafız
Hasan Efendi, bimarhanelerin bir müddet sonra sahte hasta
ve asalaklarla dolmuş olduğunu, bunun sonucu olarak da iş­
levlerini kaybetmiş olduklarını belirtir.610
Farabi (v.339/950), Hoca Nasır Musa, Abdulmü'min
Sufi, Safıyuddin Urmcvi (v.693/1294), Hızır b. Abdullah
(IXIXV. asır) gihi müellifler, kitaplarında müziğe yer veren­
lerdendi." 1 1 Daha önce sufı-tabibler arasında zikrettiğimiz,
Şuuri Hasan Efondi (v. 1 1 15/1693) de Ta'di/u'l-Emzice adlı
eserinde, hangi müzik makamlarının hangi hastalıklara iyi
geldiği konusunu incelemiştir.

Müziğin, tasavvufta özel bir yeri vardır. Tasavvuf lite­


ratüründe müziğin mebzulca kullanıldığı "sema" bölümle­
rinde müziğin etki fayda ve zararları tartışılır, lehte ve aley­
hte görüşler belirtilirken güzel sesin ve müziğin rahatlatıcı
ve tedavi edici özelliklerine mutlaka dikkat çekilirdi. Me­
sela, es-Serrac (v.378/988), Kuşeyri (v.465/1072), Gazzali
(v.505/1111) gibi mutasavvıflar, hayvanların yolda yürürken
söylenen ve kendisine huda denen müziğin etkisiyle daha
hızlı ve enerjik olduklarını, ağlayan bebeklerin güzel sesi du­
yunca ağlamayı kesip sakinleştiklerini ve uyuduklarını örnek
verirken, müzikten olumlu yönde etkilenmeyen canlının ol­
madığını, güzel sesten kalbin etkilenmesinin, ruhun rahatla­
masının inkar edilemez olduğunu anlatmak isterler.612 Hü­
cviri (v.465/1072 [?]) de "sema" bahsini anlattığı bölümde
şöyle der: Rum ülkesinde/günümüz Anadolu'sunda da has-

610 Turabi 2005, s. 100.


611 Bkz. Osman Şevki 1341/1925, ss. 1 19-124;Turabi 2005, s. 99 . .
612 Bkz. Serrac 1380/1960, s. 240; Kuşeyri 1413/1993, s. 338-340; Gazzali
1412/1992, c. 2, s. 227.

184
----- · · · S E L İ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ

talar, müzik yoluyla tedavi edilirdi. Onların, "incilyıln" adını


verdikleri bir çalgı aletleri vardı. Hastaları, haftada iki gün,
bu müziği dinletebilecekleri hastahaneye götürür ve hastalı­
ğının çeşidine göre ona bir miktar müzik dinletirlerdi. Onu
helak etmek/öldürmek istedikleri zamansa müzik dinletme
süresini daha uzun tutarlardı. Ölüm ecelle ilgilidir ama bir
de sebep gereklidir. "613

Her şeyden önce müzik/sema, Allah'ın ruhlara: "Ben


sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğu, hepsinin de
"Evet" dediği (Araf 7/172), meclis/toplantı yeri olan Elest
bezminde duyduğu sedayı hatırlaması ve özlemidir. Cü­
neyd el-Bağdadi'ye göre, bu, sufınin semayla harekete geçip
sallanmasının da açıklamasıdır.614 Zikir ve sema meclisleri,
genelde müzikle birliktedir. Gazzali'ye göre müzik, içki gi­
bidir; insanı sarhoş eder. Müziğin, "lehv/eğlence" nev'inden
kabul edilmesi halinde bile faydaları vardır. Mesela, kalbi ra­
hatlatır, yeni bir neş'et verir. Anlayışı açar, vecde ve harekete
getirir.615 Müzikle, bu alemin üstüne yükselen ruh, başkala­
rının göremediği bazı manalar görür. Bu manalar, "bana gel"
diye onu çağırırlar; onlar bundan ferahlık/sevinç duyar ama
bir süre sonra bu manalarla kendi aralarına perdeler girer
ve ferahlık/sevinçleri ağlamaya dönüşür. Bu haldeyken, kimi
elbisesini yırtar, kimi bağırır, kimi ağlar; yani her insan o
anda Rabbiyle ilişkisi, yakınlığı ve uzaklığı miktarınca bir
tepki gösterir. 616 Haddizatında kalbi açık bir kimse için, ka­
inattaki kuş sesinden kuyu çıkrığının sesine kadar her şey
müziktir ve etkileyicidir.617
613 Hücviri 1982, s. 561.
614 Bkz. Kuşeyri 1413/1993, ss. 339-340.
615 Gazzali 1412/1992, c. 2, ss. 445-447.
616 A.y., c. 2, s. 227.
617 Bkz. Kuşeyri 1413/1993, s. 341.

185
------- TASAV V U F V E T I P ------

Musıki-şinas/müzisyen ve bestekar olan birçok sufı


vardı. Mesela Gülşen! şeyhi Ali Şirugani (v. 1 126/1714)
yaşadığı dönemde "ilm-i musıkinin peder Ü maderi/müzik
ilminin baba ve anası" olarak vasıflandırılacak kadar müzik
ilminde çok tanınmış, çok beste yapmış ve hatta Tasavvuf­
tan çok Müzik ilmindeki yeriyle tanınmıştı. 618 Özellikle,
Mevlevi tarikatına mensup dervişlerin eğitimleri sırasında,
mutlaka müzik dersi aldıklarını da biliyoruz. Mevlana'ya
göre, sema/müzik, gönüldeki gizli erlerden haber almaktır.
Onların mektupları gelince, gönlün rahatlayıp, ferahlama­
sıdır. Müzikle, bedende tuhaf ve görülmemiş bir tatlılık
başlar. Ney sesinden, mutribi/çalgıcının dudaklarından di­
le-damağa hoş manevi zevkler gelir. Sema edenlerin ayakları
altında binlerce gam akrebi ezilir, kırılıp ölür ve bu ferah­
lık hali ortaya çıkar. Sema musıkisinin tesirine kapılmayan,
buz gibi donuk duran kimse, ölülerden de aşağıdır. Bunun
için ona "toprak başına olsun" demekten daha güzel bir söz
olamaz. Neyin feryadını duyup yerinden fırlayabilen ruhlara
ne mutlu! "619 Mevlana ve Mevleviliğin sistemleştiricisi olan
,
oğlu Sultan Veled (v.71211 3 12), eserlerinde ney ve rebabı,
Hak'tan ayrılığından şikayet eden insan-ı kamilin sembolü
olarak görür ve severler. Hatta çok güzel rebab çalan Sul­
tan Veled'in Rebabname adlı bir eseri vardır. Burada hemen
hatırlatalım ki hemen herkesin adını bildiği ünlü müzisyen­
lerin birçoğu, mesela Hammamizade İsmail Dede/Dede
Efendi (v. 1262/1846 ), Mevlevi'dir. Bektaşilik de ayinlerinde
müzik kullanma açısından diğer tarikatlerden öndedir.

Bu sebeple, sı1İılere tedavide müziğin faydasına inan­


mışlar grubunda olmak yaraşırdı ve öyle de olmuştu. Me-

618 Özcan 1989, s. 454.


619 Can (ed.) 2000, c. 2, s. 365.

186
S E L İ M KALB İ N FİZYO LOJ İ S İ

seli, Amr b. Osman el-Mekki'nin sohbetine devam eden bir


genç vardır. Gencin sohbetlere katılması, babası tarafından
engellenince, hasta olur, yataklara düşer. Amr b. Osman, di­
ğer müridleriyle onu ziyaret eder ve ilahiler söylerler. Genç
iyileşip ayağa kalkar.620

Necmeddin-i Kübra, başlangıçta semaya/müzikli ayin-i


cem'e muhalif olan birisiydi. Bir seferinde Huzistan'dan ge­
çerken hastalanır. Kalabileceği tek yer olarak Şeyh İsmail
Kaşgari tekkesi vardır. Orada kalır. O gece, oradaki dervişler
sema yaparken onu da aralarına alıp duvara dayarlar. Bütün
sema boyunca orada kalır ve müzik dirılemiş olur. O gece
iyileşir. 621 Bu olaydan sonra semaya karşı önceden tavrı olan
muhaliflilikten vazgeçer.

Mevlana'nın torunu Emir Arif Çelebi (v.719/1320) de,


Sivas'ta Ahi Muhammed adlı bir müridini, semayla tedavi
etmişti: Emir Arif Çelebi , Sivas'a gittiğinde Ahi Muham­
med prostat hastalığına yakalanmış bulunuyordu. Tabibler
çare bulamamışlardı. Ahi Muhammed hastalığına rağmen,
Çelebi'yi evine sema yapmaya çağırdı. Dostlar toplandılar.
Herkes semaya kalktığında Ahi Muhammed oturuyordu.
Çelebi, onu kolundan tutarak semaya kaldırıken, o içinden
"acaba hastalığıma bir zararı olur mu?" diye düşünüyordu.
Çelebi içinden geçeni arıladı ve "Şimdiden sonra sema et,
başka düşünceleri bırak! Sağlık bularak kurtulursun" dedi.
Ahi Muhammed, hemen ayağa kalktı, sonra düşüp feryad
eyledi. O hastalıktan tamamen kurtuldu. Mahmı1d-i Mes­
nevihan, bu olayı bir minyatürle arılatmıştır.622

620 Hücviri 1982, ss. 241-242; Cami 1995, s. 215.


621 C:l.mi 1995, s. 593.
622 Mahmüd-i Mesnevihan, Sev:ikıb-ı Men:ikıb, Topkapı Müzesi, 1479, s.242.
Bu minyatür, elinizdeki kitabın arka kapağın iç yüzünde kullanılnuştır.

187
TASAVV U F VE TIP ------

Müziksiz de olsa, şiirin de tedavi edici özelliği vardır.


Mesela, Hallac-ı Mansur, özellikle dalak ağrısı olanları şiir
ve münicaatlarıyla iyileştirirdi. 623 Ebu Said Ebu'l-Hayr
da bir şiirden oluşan rukye yazmıştı. Bunu muska halinde
hasta olan gılyende/ilahi okuyucusunun boynuna asmış­
lar, o da hemen o gün iyileşip dışarı çıkmıştı. 624 Busiri'nin
(v.695/1296[?]) Kasidetü'l-Bürdesi felce iyi gelirdi. Kendisi­
nin felci de bu kaside vasıtasıyla geçmişti: Rüyasında Rasu­
lullah'ı görmüş, ona "Sizin için birçok kaside yazdım. Bun­
lardan hangisini istersiniz?" diye sormuştur. Rasulullah (a.s.)
kasidenin ilk beytini söylemiş, Bılsiri kasidenin tamamını
söylemeye başlamıştı. Kaside bitince Rasulullah, hırkasını
(bürdesini) çıkarıp şairin üstüne örtmüş ve eliyle felçli kıs­
mı sıvazlamış, Bılsiri, uyanınca felcinin tamamen geçtiğini
görmüş. Bu sebeple, felçliler, bu şiiri dinleyerek iyileşmeye
çalışırlar. 625

Kısaca, nefeslerin ve ruhların cisimler üzerinde tesirleri


vardır. Kem göz/nazar, rukye,626 hatta pozitif telkin bunlar
arasında zikredilebilir.

C. IX. 4. Perhiz/Diyet Yoluyla Tedavi


Tıbb'ın gayesi, insanoğlunun karşı karşıya olduğu has­
talıkları kaçınılmaz bir şekilde tedavi etmektir. Tedavi, içten
ve dışarıdan müdihele olmak üzere iki şekilde olur. İçeriden
olanı perhiz ve yasak yiyeceklerden uzak durma, dışardan
olanı da yine bazı besin ve ilaçları almak veya ameliyat gibi
daha ileri tekniklere başvurmak olduğu konusu daha önce
geçmişti. El-Belhi (v.322/934), ihtiyacı kadar yiyip içen,
623 Hücviri 1982, s. 491.
624 Cami 1995, s. 450.
625 Kaya 2001, s. 568.
626 K.rş. Amiri 2013, 12. Fas!.

188
S E L İ M KA L B İ N FİZYO LOJ İ S İ

fazla yemeyen kimsenin Allah'ın izniyle bütün hastalıklar­


dan korunmuş olacağını söyler, vücudu, "yanmak için ge­
rekli yağdan mahrum bırakılmadıkça yanan bir lambaya"
benzetirdi. Ona göre, perhiz, tıbbın aslı, az yeme en üstün
tedavidir.627 Tarihte, Aynu'z-Zaman el-Hasen el-Kattan
el-Mervezi (XIII/XIX. Asır) gibi tedavisinin çoğunu yeme­
yi azaltma ve hafifletme, hatta gıdfil devayı hastaya tama­
men yasaklayan (açlık öneren) tabibler de vardı.628

İnsan sağlığı söz konusu olduğundaysa, bir sıhhat kuralı


olan az yemek, hemen her sufınin uymaya çalıştığı, çeşitli
şekillerde pratiğe dökülen ve tabiblerin de tavsiye ettiği bir
nefis terbiyesi şeklidir. 629 Vücudun az yemeye alıştırılması o
kadar önemlidir ki bu diyete çocuk yaşta başlatılmalıdır. O
zaman ileride daha kolay riyazet yapar. Çünkü hayr da şer
de alışkanlıktır.630 İnsanın terbiye etmesi gereken arzuları­
nın başında "şehvetü'l-batn", yani kamın/midenin arzuları
gelir. Eski tıbda: "Hastalıkların başı mide, tedavinin başı ise
perhiz, her derdin aslı da soğuktur (Külli derd, mine'l-berd)"
sözü çok ünlüdür. Beden, ruhun karşısında fazla şımarma­
sın için her istediği, istediği an verilmez ve semirtilmez. 63 1
İnsan, ibadet etmesine ve günlük ihtiyaçlarını karşılamasına
yetecek kadar gıda almalıdır. Fazla gıda, kalbe kasvet veren
ve All ah'tan uzaklaştıran sebeplerdendir. 632 Dahası, nefsi
semirtir ve azdırır. Bir çok sillı bunu, aynı zamanda sıhhatli
olmak için yapar ve tavsiye eder. Mesela Muhasibi, takvayı
"sağlığını korumak isteyen ve bunun için az yiyen kral"la

627 Belhi 2012, ss. 110, 176.


628 Bkz. İsa 1402/1982, s. 168.
629 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. c. 3, ss. 139-140.
630 Gazzali 1412/1992, c. 3, ss. 1 16-120.
631 A. y. , c. 3, 55. 129-158.
632 A. y. 1414/1994, c. 2. , s. 6.

189
------- -- TASAV V U F VE T I P -------

anlatır: "Rabbin (a. c.) için takvan/günahlardan sakınman şu


kralın durumuna benzer: Dünya krallarından bir kral ki her
türlü arzu ve zevkini tatmin etme imkanı var. İstediği her
şeyi elde ediyor. Birgün, bedenini, bitkinlikler, hastalıklar ve
dertler sarıyor. Eline her geçirdiğini yerse ölecek, yemez sa­
kınırsa yaşayacak ve hastalıklarını yenecek. Tabiblerle dost
olmuş, eczacıdan çıkmaz olmuş, acı ilaç içme sıkıntısına
katlanmış, güzel yemeklerden uzak durmuş, az yediği için
bedeni, hastalığı yenmeğe başlamış ve hastalığı gün be gün
azalır, sıhhat durumu iyiye gider olmuş; zira (abur cubur ye­
meği değil) perhizi seçmiş. Yerse ölüme yaklaşacağı korkusu
ve perhizin onu sağlık ve sıhhatine kavuşturacağı ümidiyle,
bedenine biraz sıkıntı çektirirse, sıhhatli bir bedenle bir­
likte, eski güzelliklere kavuşur, hayatı hastalıksız olduğu
için güzelleşir, üzüntüsüz bir hayata kavuşur. Ahireti iste­
yen takvalı mü'min de böyledir; nimetleri ve lüksü terketme,
yalnızlık, insanlardan uzak olma, hüzünlerin hayatına galip
olup sevinçlerin ortadan kalkması durumunu seçer."633

Cüneyd'den sonra, devrinin en itibarlı sufisi olan ve ve


onun veliahdı olarak düşünülen Ebu Muhammed Ahmed
el-Ceriri (v.312/924), 634 imanın devamı, dinlerin var olmaya
devamı ve bedenlerin sağlığını şu üç şeyde görürdü: "İktifa,
ittika ve ihtima", yani Allah ile yetinme, Allah'ın yasakla­
rından kaçma ve perhizkarlık/az yeme. 635 Bir çok sufiye göre
de perhiz, her türlü ilacın başıdır. 636

633 Muhasibi ts. , s. 253.


634 Kuşeyri 1413/1993, s. 402; Hücviri 1982, s. 251 . Cami 1995, s. 278 (Cami,
onun HUbeyre yılında Kannatiler Savaşında susuzluktan ölmüş olduğunu
kaydeder) ..
635 Hücviri 1982, s. 251 .
636 Mesela bkz. Ebu T"'alib el-Mekki 1424/2003, c . 2 , ss. 320-324.

190
S E Lİ M KAL B İ N FİZYO LOJ İ S İ

Gazzali, hastaya mutlak bir şekilde "ihtima/perhiz"i


tavsiye eder ve meyve, bal, sıcak yemek gibi yiyeceklerden
sakınması gerektiğini belirtir.637 Bal, özellikle mahrur (yük­
sek tansiyonu) olan kişilere "haram" derecesinde yasaktır.638
Hasta zararlı şeylere karşı sabır göstermezse, hastalığını
kendi eliyle uzatmış olur. Mesela, ateşi varken kar suyuna
karşı dayanamayan, tıbbın aslını inkar etmemişse de, nefsine
yenilmiş ve bu şekilde hastalığını uzatmış olur. 639 Gazzali,
burada insanın düşünmesi gerekenin şu olduğunu söyler:
Birisi sana, yemeğine zehirli bir yılanın daldığını ve zehiri­
ni attığını söylese, sen o kişinin doğru söylediğinden emin
olmasan bile o yemeğe el uzatır mısın? Kesinlikle hayır. İşte
zararlı olan şeylere karşı da hasta böyle davranır. Tabibin
dediğine tam güvenmese bile "ya doğruysa?" diye düşünür,
yemeğe karşı sabreder. 640

Mevlana, durmadan yediği halde bir türlü doymak bil­


meme halini "cu'ul-bakar/sığır açlığı" hastalığı olarak adlan­
dırır64 1 ve böylece bunun sıhhatli bir insanın vasfı olamaya­
cağını, olsa olsa akşama kadar yayılan ve başını kaldırmayan
ineğin özelliği olacağını vurgular. Mevlana, ayrıca stresin
basit tanımı olan "vehim ve zan"dan hem boğazın hem de
ağzın acı olacağını, yani mide rahatsızlıklarının ortaya çı­
kacağını belirtir. 642 Çok yeme, damar sertliğine sebep oldu­
ğu için de zararlıdır. 643 Mevlana, çok az yiyerek ömür boyu
riyazet yapmıştır. Kendisine yemesi için ısrar ederılere: "Sen

637 Gazzili 1412/1992, c. 4, ss. 61, 77.


638 A. y. , c. 2, s. 441.
639 A. y. , c. 4, ss. 87-89.
640 A. y. , c. 4, ss. 91-92.
641 Bkz. Konuk 2008, c. 9, ss. 106-107.
642 A. y. 2008, c. 12, s. 200.
643 A. y. , c. 11, s. 377.

191
------- - � TASAVV U F V E T I P -------

benim vaktimi o abdesthane'de geçirmemimi istiyorsun?"


diyerek en başta dünyada bize verilen ömrü değerlendirme
açısından çok yemeyi doğru bulmamış, kendi yolunu "aç­
lık'', hatta "(açlıktan) ölmek'' olarak tarif etmiştir.644 Onun
beslenme tarzıyla ilgili bir ankdotta şöyle denir: Bir gün
onunla kaplıcaya (Ilgın'a) gitmiştik. Bir Türk, bir kase yo­
ğurt getirmişti. Mevlana bunun içine bolca sarımsak kattı ve
yedi. Sonra 40 gün sema yaptı ve bu esnada hiçbirşey yeme­
di. Onun günlerinin çoğu böyle geçerdi. "645

Mevlana'nın Mesnevtsi, Tebrizi'nin Makaltilı, Erzu­


rumlu İbrahim Hakkı'nın Marifetname'si gibi kitaplar yeri
geldikçe, örneğin az uyumak, az yemek gibi nefis mücahe­
desi ve riyazetle ilgili konuları işlerken, spiritüel pratiklerin
insan fizyolojisi üzerindeki etkilerine de değinerek bu tür
bilgilere yer verirler.

Şems-i Tebrizi, "az yemek olmasa, hastalıkların saldırı­


sından kendimi koruyamam" der.646 Şems-i Tebrizi'ye göre,
en iyi tedavi yöntemi perhizdir. Bunu şu ifadelerle dile ge­
tirir: "Benden bunu öğren ki yemeğin karşısında sabredesin,
perhiz edesin; ilk işin budur. Bu nedir zayıflık mıdır?"647 "Bir
hastalığa tutulduğun zaman, hele perhizi terkettikten son­
ra sabır yolunu tutarsın. 'Niçin bu kadarcık sabretmedim?'
diye kendi kendine söylenirsin. O zaman bu sabrın neye ya­
rar?"648 Şems-i Tebrizi, kendisinin pek zayıf olduğunu, onu
ancak perhizle koruduğunu söylemektedir: "Vücudum pek
narin; ufak bir rahatsızlık bana yol buldu mu her gün geceli

644 Eflaki 1986, s.102.


645 A.y., c.1, s.316.
646 Bkz. Şems i Tebrizi 2006, s. 231.
-

647 A. y. ts, vr. 137a ; a. y. 2006, s. 338.


648 A. y. , vr. 30b ; a. y. 2006, s. 104.

192
S E Lİ M KA L B İ N FİZYO LOJ İ S İ

gündüzlü hasta olurum. Ancak ben rahatsızlıkların saldırı­


sını, açlıkla önlüyorum. Onları açlık ve perhiz ateşiyle yaka­
rım."649 "Ben dün birazcık çorba içmiştim, başka bir şey de
yemedim. Eğer perhiz yapmasaydım her gün hastalanırdım.
Bedenim arıklaşmıştır. Onu ancak perhiz ateşiyle dağlarım.
Yazıklar olsun o güne ki gönlüm perhiz istemez. Allah, per­
hiz denilen o rahatsızlığı gönlümde öylesine şirin gösterir
ki asla sağalmasını istemem."650 O, çok sıkı bir perhizi öner­
mektedir: "Son derece perhiz et" diyebilirim, ama son derece
ne oluyor? O son derece ne ile anlaşılır? Görüyorsun ki bu
artıkça zarar verir. Kendi ıstırabından bahsederken, fazla ye­
diğin o günden beri, rahatım bozuldu diyorsun! Ne semada,
ne konuşmada rahat kalmadı."65 1 Bunun için Ramazan ayını
sever ve ona özel bir önem verir: Ona göre, Ramazan ayın­
dan sonra da oruç tutmalı, günahtan kaçınmalıdır: "Nasıl ki
bir kaç kere bu günlere eriştik, bu günlerde ibadet gerekiyor­
du. Allah bugünlerde kullarını başka günlerde olduğundan
daha çok korur ve görür. Bu halk böyle derler, ama Allah,
her şeyi görür, işitir. Şu halde niçin Ramazanda görür di­
yorsun? Günah işleme! O Şaban ayında da görür. Perhiz et!
Şevval ayı girince artık günah ve fesatla uğraş; hal diliyle,
'Artık Ramazan gitti, Allah gelecek Ramazana kadar tekrar
yaptıklarımızı görecek ve bilecek değildir ya? Getir şu eğ­
lence ve şarap kadehlerini artık içelim!' dersin. Bu söz, garip
hadisler arasında rivayet edilmiştir, ama çok yaygın değildir.
Deniliyor ki: 'O kimse ki belirli güne kadar hep günahları­
na tövbe eder, tekrar bozarsa iblisin maskarası olur. ' Onun
hizmet ettiği şahne, eğer Sultan kölelerinden birinin huzu-

649 A. y. , vr. 86a ; a. y. 2006, s. 231.


650 A. y. , vr. 87b; a. y. 2006, s. 234.
651 A. y. , vr. 133b; a. y. 2006, s. 327.

193
TASAVV U F V E T I P -------

runa edepsiz bir durumda çıkacak olsa, köle onu iki parça
eder. Sultan da Sarayının içinde ve dışında bir şahnedir. Yani
uzaktır; lanet de uzak düşmekten ibarettir."652 "Etin, şara­
bın, karpuzun değeri, bedenin sağ veya hasta olmasına göre
değişir. Beden sağlam ise bunlar yararlıdır. Beden hasta ise
bazen zararlıdır. Bundan dolayıdır ki hastaya etten perhiz
etmesini tavsiye ederler."653

Erzurumlu İbrahim Hakkı da Marifetndme'sinde, az


yeme konusuna geniş yer ayırarak, "Çok yemek, hem has­
talık hem de haramdır'', "Fazla yemek, israf ve haram ol­
duktan başka vücutta lekeler ve hastalık yapar. Vaktinden
evvel ihtiyarlatır'', "Tokluk hastalığın kaynağı; açlık en fay­
dalı ilacıdır. Çok yemeğe alışmak, türlü hastalıkların sebebi,
kalbe kasvet verici, bedene illet getiricidir" , "Doymak mide
bozukluğunu; mide bozukluğu da elemi çağırır", "Acıkma­
dan yememek, doymadan sofradan kalkmak şarttır. Göğüste
sevinç, kalpte ferahlık ve akıl sağlığı için mümkün mertebe
az yemeli ve aç durmalıdır" gibi tesbitlerde bulunur. 654

Tasavvuf kitaplarında bunlar dışında, kan aldırınca he­


men bir şey yememek, pişmesi tamam olmamış yemek ye­
memek, lokmayı iyi çiğnemeden yutmamak veya sevmediği
şeyleri yememek, meyvenin hamını yememek, aç karnına su
içmemek, acı-ekşi şeyleri çok yememek, yemeğin üstüne su
içmemek veya su içmişse üzerine yemek yememek, gece ye­
mek yenmişse hemen uyumamak en az yüz adım yürümek,
ama gündüz yemek yenmişse biraz uyumak655, soğuk su iç-

652 A. y. , vr. 88 a; a. y. 2006, s. 235.


653 A. y. , vr. 123a; a. y. 2006, s . 304.
654 İbrahim Hakkı 1974, c. 1, ss. 57, 89vd.
655 Ebu !alib el-Mekki 1424/2003, c.2, s. 364; Gazzili 1412/1992, c. 2, ss. 30, 33.

194
- S E L İ M KAL B İ N F İ ZYOLOJ İ S İ

memek656 gibi tabiblerın dilinden aktarılan başka tavsiyelere


de rastlanır.

Tasavvuf tarihinde, az yemek şöyle dursun Abdullah Is­


tahri ve Muhammed Dehistani gibi hiç yemek yemeyen, ya
da yiyemeyen, yani anoraksia hastalığına yakalanmış sı1fıler
de vardı. 657

C. IX. 5. Su ile Tedavi


Kur'an'ın da belirttiği üzere Allah, her şeyi sudan "diri/
canlı" kılmıştır. 658 Hayatın aslı, sudur. 659 Hayatın sırrı, suda
sari/içkindir. O, tabiattaki temel unsur olan hava, toprak ve
ateşin aslıdır. Toprağa verilen su ile toprak çamur olmuş,
insan bundan yaratılmıştır. Hatta Allah'ın Arş'ı bile suyun
üzerindeydi.660 Çünkü Arş da sudan oluşmuştu. 661 İbadet­
lere başlanmadan önce, manevi temizliğin bir sembolü ola-
rak yapılan maddi temizlikler, yani abdest ve gerektiğinde
alınan gusül de suyla olur. Hac'da Safa ve Merve arasında
sa'y yapılırken/koşulurken aranan sudur. Hacıların Hac'dan
getirecekleri en büyük hediye, yüzyıllardır bitmeyen ve bit­
meyecek olan Zemzem suyudur. Hz. Musa ve Hızır, suyun
kaynağında, yani "hayat" ın kaynağında buluşmuşlardı: Su,
canlılara hayat veren Rahmani nefestir. Bunu içen bir daha
susamaz ve hep "canlı" kalır. Bu suyu içen, manevi ölüm­
süzlüğü elde eder.662 Haddizatında su, Allah katından ve-
656 Gazzali ts, s. 165.
657 Cami 1995, ss. 387, 619. Bu süfılerle ilgili olarak elinizdeki kitabın ikinci
bölümündeki "Süfiler ve Hastalıkları" başlığına bakınız.
658 Bkz. Enbiya 21/30.
659 İ bnü'l-Arabi 1414/1994, c. 4, s. 148; c. 5, s. 124.
660 Bkz. Hüd 1 1/7.
661 Konuk 1990, ss. 314-315.
662 Bu konuda detaylı bilgi Davud el-Kayseri'nin Tahkiku mai'l-haydt ve keşfa
esrdri'z-zulumdt, adlı risalesinde (el-Kayseri 1997, ss. 190-192) bulunabilir.

19S
------- TASAVV U F V E T I P -------

rilen bilgi, yani ilm-i ledun için metafor olarak kullanılır.663


İnsanın dirilmesi de gökten inen suyla olur: "Sonra Allah
gökten suyu indirir ve bu sayade ölüler bitkinin yerden bitişi
gibi çıkarlar." (Bkz. Zümer 39/21) ayeti ve insan cesedinin
(toprağa konduğunda), acbu'z-zeneb (kuyruk sokumu ke­
miği) hariç bütünüyle yok olduğunu ve insanın diriltilişte
bu acbu'z-zenebden yaratıldığını belirten hadis de664 bunu
vurgulamaktadır. Belki de bu sebeple, tasavvufta vahdet-i
vücut/varlığın birliği, yani Hakk'tan başka gerçek varlığın
olmadığı konusu anlatılırken en çok faydalanılan motifler­
den birisi sudur: Varlık, buhar-su ve buzun, aynı maddenin
değişik formları olması gibi "bir"dir. Hatta, basit bir tanımla
"sevdiğinde yok olmak'' denebilecek fena da sonuçta "sev­
diğinin önünde su olup akmak''tan başka bir şey değildir.
Seven, sevdiğinin önünde su olup akar; çünkü sudan yaratıl­
mıştır, suya döner. 665

''.Artık kazandıklarının karşılığı olarak az gülsünler, çok


ağlasınlar" (Tevbe 9/82) gibi ayetler ve Peygamberimizin:
"Benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız"666,
"Ağlayınız, ağlayamıyorsanız, ağlar gibi yapınız"667 gibi ha­
dislerinde günahlara üzülmenin ve kalp rikkatinin bir işareti
olarak emredilen ağlama da dökülen gözyaşı da gözden ge­
len sudur. Özellikle ilk dönem sılf'ılerinde ağlamanın, Allah
korkusunun bir işareti olarak ibadetin çok önemli bir par­
çası olması dolayısıyla "bekkaıln/çok ağlayanlar" diye bilin­
diğini burada hatırda tutmak gerekir.

663 el-Kayseri 1997, ss. 184-186) bulunabilir.


664 Buhari, Tefsiru Sure 39/3 ve 78/1; Müslim, Fiten 14; İbn Mace, Zühd, 32.
665 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 3, s. 630; c. 5, s. 81.
666 Buhari, Tefsiru Sure 5/12; Rikak 27, vb; Müslim, Salat, 1 12, Feda.il, 134; vd.
667 İbn Mace, İkame, 176; Zühd, 19.

196
S E Lİ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ

Su, rutılbet ve havanın hararetini sağlar. 668 Anne kar­


nında ceninin oluşması, iklimler, hava ve suyun canlıları
oluşturması gibi hayati gerçeklere bir göz atmak bunu an­
lamamızda yeterlidir. Öyleyse, suyun tedavide de belli bir
yeri olmalıdır. Mesela, Hz. Eyyüb'e dokunan derdin çaresi
suydu. Allah'a derdinden şikayet edince, Allah ona, ayağını
yere vurmasını emretmiş, bu şekilde soğuk bir suyun çıkaca­
ğını bildirmiştir. 669 İbnü'l-Arabi'ye göre, Allah çıkan suyun
soğuk olduğunu özellikle belirtmiştir; çünkü Hz. Eyyüb'ün
(a. s) üzerinde hararetin/sıcaklığın elemi/acısı mevcuttu ve
Allah Teala bu harareti, soğuk suyla dindirmeyi dilemişti.
Zaten tıb ve tedavi, fazlalığı eksiltmek, eksik olanı artırmak­
tan ibarettir. 670

Vücudumuzun 2/3'si sudur ve hergün vücudun ihtiyaç


durumuna göre su almamız gerekir. Vücudun su ihtiyacı
için 2. 5 lt. , 5 lt. gibi bir rakam veren diyetisyenler varsa
da, "vücudun susama" keyfiyetine göre su alınmasının doğru
bulanları desteklememiz gerekir; çünkü vücut ihtiyacı ol­
mayanı zaten atacaktır; belli bir litre belirtmek gereksizdir.
Acıkmadan yemek yemek zararlı olduğu gibi, susamadan su
içmek de zararlıdır.671 Suf'ılere göre, suyu, yemekten iki-üç
saat sonra yemek faydalıdır ama yemek arasında içmek de
hastalıkları önler. Özellikle midesi zayıf olanlar için yemek
arasında ve yemek bitince su içmek faydalıdır. Böylece, iştahı
az olanın iştahı açılır. Çünkü zayıflık, hararetten ileri gelir.
Su içince, hararet azalır. Sabahleyin, yani mide boşken, terli
iken, cinsel ilişki ve hamama gittikten sonra, meyve, özellik-

668 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 6, s. 8.


669 Bkz. Sad 38/42.
670 Bkz. Konuk 1990, ss. 319-320.
671 İbrahim Hakkı 1974, c. 1, s. 57.

197
----- TASAV V U F VE TIP -------

le kavun, yedikten sonra su içmek zararlıdır. Bu durumlarda


soğuk su daha zararlı olur. Böyle bir durumda, dayanılama­
yacak kadar büyük bir su içme arzusu olursa, bardaktan üç
yudum, emilerek içilebilir. Ama sabredilirse susatan madde
vücutta erir ve susuzluk kendiliğinden gider. Susuzluğu ba­
zen de bal gibi tatlı bir şey giderebilir. Su içerken de ayakta
içmemelidir. 672

Bazı hastalıklar özellikle su ister. Mesela, "birisi istiskal


siroz hastalığına yakalansa ilaç istese gerekir ki sudan baş­
ka bir şey istemesin."673 Su, birçok rahatsızlıkları giderici­
dir: Safra, sevda, balgam gibi anormal ifrazlar ve başkaca ne
varsa bütün rahatsızlıkları giderir. Ama anormal ifrazların
biriktirdiği şeyleri temizlemek için yedi defa temiz suyla yı­
kanmak gerekir.674

Su ayrıca rukyede de kullanılır: Suya Kur'an/dua oku­


nur ve okunmuş suyun belli vakitlerde içilmesi söylenir.
Mesela Mevlananın muhibblerinden birisi birgün sıtmaya
yakalanmıştı. Bir yakını, bu durumu Mevlanaya anlatıp da
yardım isteyince, Mevlana, muhibbi için bir kağıda dua yaz­
dırdı ve bunu içine attığı suyu o muhibbine içirmesini söy­
ledi. Dua şöyleydi: "Ey Ümmü'l-Mildem! Eğer sen Allah'a
iman ettinse başı ağırtma, ağzı bozma, eti yeme, kanı içme.
Beni veya filan kimseyi bırakıp Allah'a şirk koşan kimseye
git! Çünkü ben: "Allah'tan başka ilah yoktur. Muhammed
O'nun kulu ve elçisidir" diyorum". Sıtmalı kişi bundan için­
ce, Allah'ın yardımı ile iyi oldu 675
672 A. y. , c. 1, s. 53.
673 Şems-i Tebrizi 2006, s. 176.
674 A. y. , s. 174.
675 Eflaki 1986, c. 1, s. 227. Daha sonraları Anadolumuzda yapılan bir dua, bu
duadan esinlenmiş gibidir. Dini-ilmi açıdan bir değeri olmasa da eğlendirici
ve ilginç bulduğumuz, fazla bilinmeyen bu duanın adı "Uhruc/çık"tır. Uzun

198
S E L İ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

Suyun bir belleği olduğu bilimsel araştırmalarla tesbit


edilmiştir. Masoru Emoto adlı Japon bilimadamı, suyun
dış enerji dalgalarına tepki verdiğini, güzel ve çirkini ayır­
tedebilen bir belleğe sahip olduğunu, ses dalgaları kadar dü­
şünceden de etkilendiğini hayretle görmüştür. Mesela, bir
Bethoven senfonisinin müzikal etkisi altında saatlerce kal­
mış su ile, harmonik olmayan gürültülü bir müziğin etkisi
altında kalan su, belirgin farklı kristalleşmelere uğramıştır.
Aynı şekilde, bir kavanoz suya birkaç kişinin aynı anda güzel
ve övücü sözler/dualar söylemesiyle hakaretvari/aşağılayıcı
sözler söylemesi tamamen farklı kristalleşmeye ve yapılan­
maya sebep olmuştur. Güzel müzik, dua ve söz etkisindeki
suda, simetrik ve aynen doğal kar taneciklerinde görülen
kristalleşmeler olmuştu. Deneyde etkin olan dua, düşünce
enerjisinin gücünü göstermekte, sonuçta oluşan görüntü de
bilinen klasik "nedensellik'' ilkesini yıkmakta, yerine yeni bir
nedensellik ilkesi koymakta ve düşüncenin de fiziksel bir
enerji kaynağı olduğunu göstermekteydi.676 Bu kısaca, ma­
nevi nedensellik ve manevi olayların da fiziki etkileri olabi­
leceğiydi. Nitekim, öfke, üzüntü, stres, sevinç gibi manevi/

diyebileceğimiz bu duada önce Allah ve gönderdiği kutsal kitaplar hakkı


için şifa istenmekte, sonrasında ise tehdidlcir bir dille hastalığa çıkıp gitmesi
söylenmektedir. Bu duanın bazı cümleleri şöyledir: Bismillahi uhruc, ve billahi
uhruc ve tallahi uhruc ve billahillezi uhruc ve bi-hakki Tevrat-ı Miısii. uhruc
ve bi-hakki İncil-i İsii. uhruc ve bi hakki Zebur-i Daviıd, uhruc ve bi-hakki
Furlcin-i Muhammed uhruc. ( . . . . . . . . . ) Süleyman peygamber perilerinden
isen uhruc. Kaf dağı ardındaki perilerden isen uhruc ( . . . . . ) Dıvar canibinden
isen uhruc ve karanlık yerlerde olanlardan isen uhruc. Nar/ateş ile karışup
gelenlerden isen uhruc. Yarım başağnsından isen uhruc, bel ağrısından isen
uhruc ve her ne ağrıyla girdinse uhruc. Yetmişiki halkın mazlemesi/karanlığı
seni tursun eger koyup gitmez isen, uhruc. Kara sam sana kapasın uhruc.
Eger koyup gitmez isen uhruc. La havle vela kuvvete illa billahilaliyyilazim.
Ya Allah, Yi Allah, Ya Allah." (Dua hakkında detaylı bilgi için bkz. Sarıkaya
2012, s. 130-132, 142.)
676 Berkmen 2011, ss. 177-178.

199
------- TASAVV U F VE T I P -------

ruhi olaylar da bir takım fiziksel etkilere sebep olur ve bu


dışarıdan görülebilir. Emoto'nun su ile ilgili deneyi, bu ger­
çeğin bir parçası olarak manevi söz ve seslerin bizim göre­
mediğimiz boyuttaki varlıklar, mesela moleküller üzerindeki
etkisini göstermektedir. Hepsi bundan ibarettir.

C. IX. 6. Bitkilerle Tedıivi/Nebıitçı Tıp

Bitkiler ve İnsan

Bitkilerle tedavi konusuna girmeden önce dikkat çek­


mejk istediğimiz bir konu var ki o da İnsanlarla bitkilerin
ilişkisi, aslında "benzeşme" boyutunda olacak kadar ileri
bir boyuttadır. Mesela, "Allah, yeryüzündeki bütün çiftleri,
yeryüzünün bitirdiği şeylerden yaratmıştır."677 Ayrıca, yeni­
den dirilişimiz de bitkilerin topraktan çıkması gibi olacak­
tır: "Rüzgarları rahmeti önünde müjdeci olarak gönderen
O'dur. Bir bulut yağmur yüklenmiş olunca, onunla yeryü­
züne su indirir ve yeryüzünde bütün meyvelerin bitmesini
sağlar. İşte ölüleri de böyle çıkaracaktır." (A'raf 7/57).

Tasavvuf kitaplarında devr ve seyrin anlatıldığı bölüm­


lerden hatırlanacağı üzere, insan, varlıkta henüz insan mer­
tebesine ulaşmadan önce "nebat/bitki" idi: Madeni/mineral,
nebati ve hayvani mertebeleri geçtikten sonra insan oldu.
Devr ve seyr, nebatın topraktan gıdayı çekme kuvvetiyle678
toprağın nebat oluşu, nebatın hayvan ve insanlarca yenmesi
ve bu canlıların sonra tekrar toprak olması sürecidir. Bun­
lar anlatılırken, yiyeceklerin varlıktaki mertebeleri açısından
bir değerlendirmesi de yapılmış olmaktadır.679 İbnü'l-Arabi:

677 Bkz. Yasin 36/36.


678 Gazzali 1412/1992, c. 4, ss. 169-170.
679 Bkz. A. y. 1414/1994, c. 1, ss. 102, 107.

200
S E L İ M KAL B İ N FİZYO LOJ İ S İ

"Toprağa verilen su ile nebat yeşerir, onu yemekle, et, kan,


adaleler/kaslar, damarlar, sinirler ve kemikler oluşur. Bütün
vücudun gelişmesi yerden çıkan nebatlarla olur" derken, ne­
batların insan bedeni için yerini gayet veciz bir şekilde özet­
lemiş olmaktadır.680 Bu değerlendirmeyi, Sadreddin Konevi,
Saidüdddin Fergani, Abdullah Bosnevi gibi bütün felsefi
tasavvuf ekolü temsilcilerinde sık sık görmek mümkündür.
Hatta İbnü'l-Arabi, her sınıf varlığın en mükemmelinin
bulunduğunu, bunun madenlerde altın; bitkilerde vakvak
ağacı; hayvanlarda/canWarda da insanın olduğunu ve bu sı­
nıflar arasında bir geçiş varlığı olduğunu bile söyler: Maden
ve bitkiler arasında kem'e/mantar; bitki ve hayvan arasında
hurma; hayvan ve insan arasında ise nesnas (küçük bir may­
mun) ve maymun olduğunu söylerken681 bir evrimden söz
eder gibidir. 682

Konevi'nin, diğer sufilerin de vurguladığı, vahdet, varlık,


marifet, muhabbet gibi konuları, eserlerinde onlardan çok
farklı bir anlatımla sunduğu görülecektir. Miftah'/-Gayb'daki
"insanın yaratılışındaki nebat safhası", konumuzu doğru­
dan ilgilendiren bir pasajdır. 683 Diğer eserlerinde de insanın
alem-i mevaride girişini benzer bir şekilde şöyle açıklar:
Allah, alem-i mevariddeki/şehadet alemindeki bir bitki­
yi korumaz, ebeveyn de onu yemezse şehadet alemine ge­
lecek olan ruh yok olur gider. Aıem-i anasıra doğru gider
ve diğer bir sefer gelişine izin verilişine kadar orada hair,
aciz olarak kalır. Sonra insan, iyi bir nebata ittisal/bitişme
ve bu nebatı Allah'ın yok olmaktan korumasıyla tekrar bu
680 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 6, s. 8.
681 A. y. , c. 6, s. 253.
682 İslam ii.limlerinin evrimci fikirleri için bkz. Mehmet Bayraktar, İslıim'da
Evrimci Yaratılış Teorisi, İstanbul 1987.
683 Bkz. Konevi 1374/1416, ss. 104-106.

201
------- TASAV V U F V E T I P -------

aleme girer. Bu, Fatiha Suresi'nde de sözü edilen "kendi­


sine nimet verilenlerden olmak'tır. 684 Öğrencisi Fergani685
ve aynı mektebin diğer mensupları da buna yakın fikirler
beyan ederler. Bunlardan Abdullah Bosnevi'nin izah tarzını
örnek olarak gösterebiliriz: Bosnevi, yemek içmek ama is­
raf etmemek konusunda yazdığı risalesinde, israf etmeden
yemenin vecihlerini açıklarken, dördüncü vecih olarak bu
konuyu ilgilendiren açıklamalar yapmıştır: "Dördüncü ve­
cih, ulvi ruhani hazerattan vücudi teselsüle göre nebati ve
kendisiyle insani suret arasında başka bir vasıta bulunmayan
hayvani surete inen insani ruhlar, evvel emirde bu nebati ve
hayvani suretlerde taşınır olduklarından, Allah, yeme-içme
emriyle kemali insani suret ve Rabbani marifeti hazırlamayı
irade etmiştir. Çünkü bu, insanın bu sı1retlerden konmuş yol
ve meşru mizan üzere alması ve kullanmasıyla gerçekleşir.
Bunlar, insani surete bürünmeye/çıkmaya başka yol bula­
mazlar. Bunun için Allah, kullarına bazı nebati ve hayvani
gıdaları yiyip içmelerini/tüketmelerini emretmiştir. Bu in­
sani yaratılış, şer'an ve adeten, ruhları oluşturur. Bu ruhlar,
insanın bedenindeki ve beşeri suretlerdeki nebati ve hayvani
suretlerini beklemektedirler. Beşeri suretler de Rabbani ma­
rifet için yaratılmışlardır (böylece o gıdalar aslında Rabbani
marifeti beklemektedirler). Allah Teala, bu nebati cisimler
ve hayvani suretler, istidaddan inayete ve insanın gıdası olma
derecesine ulaşmışlardır, insan onları yemese yok olacaktır.
İnsani ruh olmak için onları bekleyen ruh da sıkılma üzün­
tüsü ve bu cisimlerle sınırlanma zulmeti içerisinde kıvran-
maktadır. Allah, kemali insani surete bürünme mahalline
kavuşma iştiyakı içinde olduğunu gördüğü için, insanlara

684 Konevi 1389/1979, s. 360;


685 Bkz. Fergani 1428/2007, c. 1, s. 93.

202
S E L İ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ

"yiyiniz içiniz" buyurmuştur. Öyleyse, yeme ve içmemiz, ru­


hun üflenmesinden sonra (yediğimiz ve içtiğimiz) cisimlerin
bedendeki beşeri zuhurunun ta kendisidir. Yine, bu cisim
ve suretlerin gıda olmak şeklinde insana intikali vasıtasıy­
la nebati cisim ve hayvani suret zulmetinden kurtuluşun ta
kendisidir; onların insan suretine tahvilidir. Nebati-hayvani
suretlerin yok olup insani suretin ve mertebenin zuhurudur
ki nebati ve hayvani ruhlar bunu bekleyip durmaktadır."686

Genel Olarak Bitkisel Tedavi, Bitkiler ve Sufiler

Bitkisel tedavi, çok bilinen bir tedavi metodudur. Tıp


tarihinde "Nebatçı Tıp" diye önemli bir kategori dahi vardır.
En eski nebatat/bitkiler kitaplarından biri, 572'de yazılan
Dioscorides'in De materia medica libri quinque'si ve Apule­
ius Platonicus'un Herbarium'udur. Yazarı bilinmeyen Ortus
Sanitatis adlı kitap da nebatçı tıbbın kitaplarındandır. Theo­
phrastus (M. Ö. 307-236) adında bir biolojist bir nebatçı da
Historia Planatorium, Cause planatorium, vb. eserlerinde ne­
batların morfolojik ve fizyolojik özelliklerinden bahseder.687

Hıristiyan dünyasında manastırlarda yaşayan rahiplerin


de konuya yakın ilgi göstermesi, sufı:lerle karşılaştırma açı­
sından burada zikretmeye değer: Manastır hayatının bah­
şettiği dünya meşakketinden uzak asudelik, tahsile heves­
li olanlar için uygun bir ortam idi. Rahipler burada klasik
tebabet eserlerini istinsah eder/başka bir nüshasını hazırlar
ve manastırın etrafındaki bahçedeki bitkilerden basit ilaçlar
geliştirmeye çalışırlardı. Hastaları kuvvetlendirmek için ma-

686 Bosnevi 1033 [1623) vr. 81b.


,

687 Detaylar için bkz. Uzluk 1958, c. 1, ss. 55-56.

203
TASAVV U F V E T I P -------

nastırların ayrıca misafirhaneleri vardı. Kilise ve manastırlar,


hastalar için bir ziyaret mahalliydi. 688
Bunlara benzer veriler, İslam dünyası için de geçerlidir:
İslam dünyasında da bitkilerle tedavi bilinen ilk tedavi yön­
temiydi. Mesela "hekim" sıfatıyla bilinen ve Kur'an'da da adı
geçen Lokman, bitkilerin özünü bilir, bununla ilaçlar yapar
olarak kabul edilirdi.689 Herşeyden önce Kur'an: "Yeryüzüne
bakmazlar mı? orada her türlü nice güzel ve yararlı bitkiler
bitirdik" (Şuara 26/7) buyururken bitkilerin birçok faydasına
dikkat çekmiştir. İslam ülkelerinde bitkisel ekstreler hazır­
layıp satan ve bir nevi eczacı olarak bilinen "attar" (güzel
koku, şifalar veya baharat satan kimse) veya "akkir" (şifalı
bitki kökü satanlar) vardı. İslam dünyasında Attar/Akkir­
lar bazen doktor gibi davranıp hastalara ilaç reçetesi ver­
diklerinden, halife Mu'tasım billah zamanında (640/1242-
656/1258) imtihan edilerek kendilerine başarı belgesi veril­
meye başlandı.
Modern eczacılığın gelişmesiyle, 1278/1861'de, attar­
ların ilaç hazırlamaları yasaklandı. Daha sonraki yıllarda,
diğer bazı tedbirlerle yasaklar genişledi. Günümüzde at­
tarlar artık sadece baharat satan yerlerdir. 690 Ama attarları
"ikinci tabib" olarak gören kimseler eksik değildir. Attarlıkla
ilgili meşhur eserler arasında, Ebu Hanife ed-Dineveri'nin
(v.282/895) Kitdbu'n-Nebdt 691 ve "Kühinu'l-Attar" laka­
bıyla tanınan Davud b. Ebu Nasr'ın (v.658) 1260'tan son-

688 Uzluk 1958, c. 1, s. 79.


689 Bkz. Harman 2003, s. 205-206.
690 Sarı 1991, ss. 94-95.
691 Hamidullah 1994, ss. 356-7.

204
S E L İ M KA L B İ N F İ ZYOLOJ İ S İ

ra) Minhacu'd-dükkfm ve düsturu'l-a'yan li-edviyeti'n-nafi


ale'l-ebdan692 adlı eserlerini zikretmek gerekir.
Modern tıbbın gelişiminden önce ünlü tabibler, bitki­
lerden en iyi faydalanmayı bilenlerdi. Mesela, Tüberküloz'un
gülşerbetiyle tedavi edilebileceğini bulan İbn Sina idi. 693 İb­
nü'l-Arabi'ye göre, Ebu'l-Ula b. Zühr694 Tıp'da insanların en
üstünüydü. Özellikle kuru otların hangi derde iyi geldikleri­
ni bilirdi. İbn Zühr'le ilgili olarak İbn Arabi şunları anlatır:
Tabii ilimlerde ondan üstün, ama otların tedavi edici özel­
likleri konusunda ondan altta olan Ebu Bekr İbnü's-Saiğ
(İbn Bacce, v. 533/1 189)695, bu durumunu kabul edemez bu
konuda da daha üstün olduğunu hayal ederdi. Birgün bir­
likte bineklerine binip kırlara uzanmışlardı. Bir ot gördüler.
İbn Zühr, hizmetçisine: "Şu otu kopar!" dedi. Koparılmış
otu elinde ufaladı ve burnuna yaklaştırıp içine çekiyormuş
gibi yaptı. Sonra onu Ebu Bekr İbnü's-Saiğ'e uzattı Ve: "Şu
otun güzel kokusuna bak!" İbnü's-Saiğ, onu burnuna çekti
ve çekmesiyle burnundan kan boşanması bir oldu. Bildiği ve
o anda imkanında olan bütün yolları denedi ama kanamayı
durduramadı. Nerdeyse ölecekti. İbn Zühr, ona: ''Aczini an­
ladın mı?" diye sorup da: "Evet" cevabını aldıktan sonra, bu
konuda bilgisinin kendisinden az olduğunu kabul ettirmiş
olmanın gururuyla, hizmetçisine, kanamaya sebep olan otun
kökünü çıkarıp getirmesini söyledi. Ondan ilaç yaptılar.
Kan hemen kesildi. Ve böylece, Ebu Bekr İbnü's-Saiğ, İbn

692 Sarı 1991, s. 94.


693 Alper 1999.
694 Ebu Mervan b. Ebu'l-Üla (v.525/1 130), et- Tezkire adlı kitabıyla tanınır.
695 Ünlü Endülüslü Müslüman fılowf. Saraylı tabibler ve diğer bazılarının
entrikaları sonucu Fas'ta 533/1 139'da öldü. Tabiblerin mesleki çekememezliği
sonucu zehirlendiği de söylenir. Hayatı hakkında bkz. Aydınlı 1999, 348-353.

205
------- TASAVV U F V E T I P

Zühr'ün otlar konusunda kendisinden daha üstün olduğunu


ancak böyle acı bir tecrübeden sonra kabul etmiş oldu. 696
Şifa verenin Allah olduğu noktasına dikkat çekmek is­
teyen bazı sı1fıler, bitkilere tedavi gücü atfetmenin yanlışlı­
ğına inanırlardı. Mesela, İbn Berracan'ın arkadaşı/dostu İb­
nü'l-Arif (v.536/1 141) bunlardandır. Müridi Ebu Abdullah
Gazzali şöyle anlatıyor: Bir gün şeyhim ibn[ü'l-] Arifin
huzurundan dışarı çıktım. Sahrada gezinirdim. Hangi ağaç
ve ota rastladımsa bana: "Gel filan hastalığa faydalıyım, za­
rarı def ederim'' derdi. Bunu şeyhime anlattım. O: "Biz seni
bunun için mi yetiştirdik? 'Fayda veririz', 'zarar veririz' diyen
ağaç ve otlara karşı hakiki en-Nafı/Fayda Veren ve ed-D:ir/
Zarar Veren (Allah) karşısındaki tavrın ne?'', diye beni azar­
ladı. O vakit ben: "Tevbe efendim, tevbe!" dedim. O: "Hak
Taala seni denemiş ve sınamıştır. Ben sana Allah'a giden
yolu gösterdim, başkasına giden yolu değil. Samimi tevbe­
nin alameti odur ki o yerlere tekrar gidesin, o ağaçlar ve ot­
lar sana bir söz söylemeyeler" dedi. Ebu Abdullah Gazzali
oralara geri döndü, hiçbir ağaç ve bitkiden bir şey işitmedi.
Bunun üzerine şükür secdesine kapandı ve durumu şeyhine
anlattı. Şeyhi: "Allah'a hamd olsun ki seni, kendisi için seçti
ve seni, senin gibi bir nesneye havale etmedi" dedi. 697
Ne var ki bitkisel ekstrelerle hasta tedavi edilebileceğini
söyleyen sıifıler çoğunluktadır. Başta, Gazzili'nin ileyen say­
falarda vereceğimiz Sırru'l-Alemeyn adlı risalesinin içindeki
Eşribe/İçecekler başlığı adı altında hangi bitki veya meyvenin
hangi hastalığa iyi geldiğini anlatan 6-7 sayfalık bilgi bu­
lunmaktadır. Ona göre, insanın kendisi de bir ağaç gibidir.

696 ibnü'l-Arabi 141411994, c. 4, s. 129.


697 Cami l 995, s. 740.

206
S E Lİ M KA L B İ N FİZYO LOJ İ S İ

Onun gibi sulanmak ve bakılmak ister. 698 Feridüddin Attar


(v.618/1221) da daha önce geçtiği üzere kendisi veya dede­
lerinin güzel kokulu ve tedavi edici bitkiler sattığı söylenen
bir sufıydi.
Mevlana, "Hastalandığımda bana şifa veren O'dur"
(Şuara 26/80) ayeti hakkındaki görüşlerini Hz. Musa'nın
aynı ayetle ilgili tereddütleri üzerinden şöyle verir: Bir gün
Hz. Musa'nın gözleri ağırır ki göz ağrısı gibi amansız bir
ağrı yoktur. Hz. Musa büyük elem duymaktadır. Ancak ilaç
olarak Rabbinden başkasına dönmediğini belirtmek için
Tur dağına gidip dua etmeye karar verir. Giderken, yolda
gördüğü çiçekler 'bizi alıp gözüne sür, iyleşirsin' demekte­
dirler ama o bunlara kulak asmadan Tur dağına gider. Yolda
görüp işittiği bitki seslerini de anlatarak "Hastalandığımda
bana şifa veren O'dur" ayeti gereği yeryüzünün çiçeklerinin
şifasını kabul etmediğini söyleyerek Rabbine yalvarır. Al­
lah: 'Gözünün şifa bulması için bitkileri dinle' buyurur. Hz.
Musa, dağdan geri inerken daha önce şifa olduğunu söyle­
yen bitkileri alıp gözüne sürer. Ama gözü, iyileşmek yerine
iyice ağırır. Tekrar Allah'a yalvarır. Allah: "Ben sana 'bitkileri
sahradan kopar da gözüne sür' demedim. Ben sana, tabib­
lerin dükkanına (aktar/attara) git, onlardan ilacın eczasını
satın al, macun yaptıktan sonra şifa bulması için gözüne sür,
dedim" buyurur. Hz. Musa öyle yapar ve gözü iyileşir. 699 Bu­
rada Mevlana, kendi görüşünü bir hikaye üzerinden vermiş­
tir. Görüldüğü gibi, Mevlana, bitkilerle tedaviyi, ''Allah'ın
gösterdiği yol" olarak sunmuştur.

698 Gazzili 1409/1988, c. 6, s. 62.


699 Eflaki 1986, ss. 214-215.

207
------- TASAVV U F V E T I P -------

İbnü'l-Arabi de: "( . . . . ) Kalplerinde hastalık bulunanla­


ra gelince, onların pisliğine pislik katar küfürlerini artırır ve
kafir olarak ölürler." (Tevbe 9/125) ayetini en iyi anlayanlar,
bir bitki kökünün bir mizaca iyi gelirken diğer bir mizaca iyi
gelmediğini bilen tabiblerdir. Bu ayeti anlamayı en çok hak
eden onlardır"700 derken, "tedavi"den akla ilk önce bir bitki
kökünün geldiğini ima eder gibidir. Yine o: "Bedenlerinizi
bahar ayında rüzgara maruz bırakın. Çünkü rüzgar, ağaçlara
ve bitkilere bu aylarda ne yapıyorsa, vücudunuza da onu ya­
par. Sonbaharda ise rüzgardan sakının. Çünkü aynı şekilde,
rüzgar ağaçlara ve bitkilere bu aylarda ne yapıyorsa, vücudu­
nuza da onu yapar. İnsan bedeni, nebat gibidir. "Allah, sizi
yerden nebat gibi bitirdi." (Nuh 71/17) ayeti de buna işaret
etmektedir." der.701 Rüzgarlar, ağaçlardaki hastalıkları/fasid
buharları alıp götürür, böylece bunları hayvanların yemesine
de engel olurlar.702 Sadreddin Konevi (v. 673/1274) ise biraz
daha ileri giderek nebatların yaratılış sebebinin "tefekküh/
keyif vericilik ve tedavi" olduğunu söyleyerken, onlardaki
tedavi edicilik özelliğini ön plana çıkarır.703 Daha sonraki
dönemlerden örnek vermek gerekirse, tabib-sufi İbn Hakim
(v.1007/1598), kendisini "ilahi akakir/bitki kökleriyle te­
davi eden" olarak tanımlamıştı. 704
Sufi Tıbb'ı tarihinde nebatlarla tedavide ders verecek
seviyede terakki etmiş sufiler bile vardı. Nakşbendi Hacı Ali
Paşa (v.1333/1917) askeri Tıbbbiye mezunuydu. Mezun ol-

700 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 6, s. 493.


701 A. y. , c. 1, s. 602.
702 A. y. , c. 4, s. 490.
703 Konevi 2004b, s. 92.
704 İsa 1402/1982, s. 485-486.

208
S E L İ M KAL B İ N FİZYO LOJ İ S İ

duğu darulfünunda yıllarca Nebatat/Botanik dersi vermiş­


ti. 1os

Ebu Talib el-Mekki ve Gazzali'nin Eserlerinde


Bitkisel/Gıdasal Tedavi Reçeteleri

Ebu Talib el-Mekki, yiyeceklerin faydalı ve zararlıla­


rını saymaya etlerden başlar. Et, et yapar. İnek eti hastalık
ama sütü şifadır. Tereyağı, hayvansal yağlar, bir çeşit devadır.
Hurma ve Balık, lohusa kadınlar için şifadır. Balık, vücuttaki
iltihapları temizler.706 Kötü kokunun (ağız kokusu?) çare­
si, arpa unuyla yoğrulmuş kuru üzümün ardarda iki hafta
boyunca yemektir. 707 Onun bu ve benzeri tavsiyelerinin ço­
ğunluğu Gazzali tarafından alınmış ve genişletilmiştir. Bu
sebeple biz burada ağırlığı Gazzali'ye vermek istiyoruz. Aşa­
ğıda vereceğimiz maddeleri, Gazzali'nin özellikle, Sırru'l-A­
lemeyn ve Keşfi md fi'd-Ddreyn adlı risalesinden derleyerek
vereceğiz. 708 Farklı bir kaynaktan olduğu durumda kaynak
belirtilmiştir.
1. Bal şifadır. 709 Ama bal, herkese iyi gelmeyebilir.
Özellikle mahrur (yüksek tansiyonu) olan kişilere "haram''

705 Yücer 2004, s. 849


706 Ebu l"alib el-Mekki 1424/2003, c.2, s. 364.
707 Ebu l"alib el-Mekki 1424/2003, c.2, s. 367.
708 Gazzali 1409/1988, c. 6, ss. 65-67.
709 Eski devirlerden beri birçok hekim tarafından kuvvetlendirici, tedavi edici
ve tatlandırıcı olarak tavsiye edilen balın şifa olduğu Kur':i.n'da zikredilmiştir.
"Onun (arının) karnından çeşitli renklerde bir içecek çıkarır ki onda insanlar
için şifa vardır" (Nah! 16/69). Sindirim bozukluğuna iyi geldiği, bakterileri
öldürdüğü, mikropların üremesine engel olduğu, bazı yaralara iyi geldiği
bilinir. Bkz. Kandemir 1991, ss. 552-553. Tasavvuf dilinde bal (ve şeker),
tevhide/Allah'ın birliğie dair bilgilerin metaforu olarak kullarulır.

209
------- TASAV V U F VE T I P -------

derecesinde yasaktır. 7 10 Sekencebin71 1/Sirkeli bal şerbeti,


hararet/tansiyon ve safra zafına iyi gelir.712
2. Sekencebin, Zü'l-Karneyn için yapılan ilk ilaçtır. En
iyi hazırlanmış hali, dibine çökmesi için bekletilmiş olanıdır.
3. Nar suyu, mideyi yorar, karaciğeri soğutur.713 Haşhaş,
menekşe ve nilüfer suyu başa iyi gelir. Andız pekmezi sevda
salgısında etkilidir.
4. Elma suyu ve elma suyu ile yapılmış şeyler kalbe fay­
dalıdır.
5. Gül suyu, baras hastalığı için iyi gelir. 714 Gül suyu,
ayrıca safrayı artırır. Gül suyu bir dirhem veya yarım dirhem
üzerine serid (tirit) katılırsa ya da iki dirhem serencan715 ka­
tıldığında toz ilaç haline gelir. Bu ekstre gül suyunu içmeden
önce veya sonra kullanılabilir.
6. Meyvelerden sıkılan sulara gelince: Ayva suyu, ateş­
liye iyi gelir. Elma suyu, tansiyona bağlı kalp zayıflığını gi­
dermede etkilidir. Dut suyu, boğaza iyi gelir. Bütün içecekler
ve sıkılmış meyve suları (gibi şeyleri içmeye alışmış olanın
yapması gereken), perhizdir. Sünnete dönmekle olur. Ha­
diste de olduğu üzere "Mide hastalığın kaynağı/merkezi;
perhiz devanın başıdır. Her bedene alışkın olduğu şeyi veri-

710 Gazzali 1412/1992, c. 2, s. 441. İ leride geleceği üzere Konevi'ye göreyse


bal, tam tersine düşük tansiyonlu kişilere iyi gelmez. Çünkü verdiği harareti
sıcaklık yüksektir ve dolayısıyla dengeyi bozar. Bkz. Konevi 1389/1979, ss.
294, 305; A. y. 2002, ss. 237- 247.
711 Bu kelime akrabazin/ilaç formüllerinin adlarını ihtiva eden kitaplardaki
imlası "sirkencübin" olabilir. Bkz. Baytop 1989, s. 287.
712 Gazzali 1414/1994, c. 2, s. 103.
713 Bazı tasavvufi kaynaklara göre, mideye nardan daha faydalısı yoktur. Bkz.
mesela, Ebu T'alib el-Mekki 1424/2003, c. 2, s. 330.
714 Gazzali 1412/1992, c. 4, ss. 157, 214, 254.
715 Şekil ve kabuğu kestaneye benzeyen bir ot köküdür.

210
S E L İ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ

niz." Herhangi bir içeceğe alışmış kimsenin ihtiyaç duyduğu


zaman içmesinde sakınca yoktur.
7. Bitkilere ve otlara gelince, bunlardan "keşkü el­
mas" ve ıspanak çok faydalıdır. İbn Kuteybe şunu rivayet et­
miştir. "Peygamber (sav) buyurmuştur ki: Dört bitki vardır
ki cennettendir ve ona her gece cennet suyundan bir katre
düşer. Onlar şunlardandır: Ispanak, hinduba, keşkü elmas ve
marul. Hindubanın soğutma özelliği vardır. Marul sağlıklı
kan üretir. Keşkü elmasın en faydalı olanı yumurta ve zir­
baç716 ile çırpılarak yapılanıdır. Salatalığın en iyisi çekirdeği
az olanıdır. Kerevizin azı, damar tanıklıklarını açar. Bazı şe­
hirlerde insanlar onu mübarek bilirler. Sedef otu, cüzzama
sebep olur. Çünkü aslı sinek pisliğindendir.
8. Yumurtanın en faydalı olan bölümü, akı/beyazıdır.
9. İncir: Efendimiz (sav), incir hakkında şöyle buyur­
muştur: "Yaş olsun kuru olsun inciri ye. Çünkü incir abraş
(alaca) hastalığına, gut hastalığına ve cüzzama faydalıdır. "
Tabibler, incir hakkında şu görüşü ileri sürerler: İncirde öyle
bir özellik vardır ki fistül (akarca) hastalığını sonlandırır,
hayız kanını çoğaltır. İncirin en faydalısı küçük, yetişkin,
mavimtırak olanıdır. Aç karna inciri yemek daha faydalıdır.
İncirin kuyruk kısmı, baş kısmından daha faydalıdır.
10. Karpuzun ise üst tarafı alt tarafından daha iyidir.
Sulu karpuz çekirdeği zor bevletmeyi/idrara çıkmayı çözer,
kolaylaştırır.
1 1 . Sonbahar salatalığı ateştir (ateş yapar).
12. Sonbahar reyhanı nezledir (nezle yapar).

716 Bir Osmanlı yemeğidir.

211
------- TASAVV U F VE T I P -------

13. Baklagillerden, mercimek kesne ile beraber dövü­


lerek (toz haline getirilerek) gıda olarak yenmesi bedeni
yumuşatır. Bunu hamam vb. pis yerlerde kullanmak mek­
ruhtur. Ama kabın içinde yıkanabilir. Susam macunu saçı
nemlendirir, bedeni yumuşatır.
14. Kabak, sevda salgısını düzeltir. Kabağın tatlılığı,
kuruluğu giderir. Zirbaç, rengi düzene sokar. Ancak bu, kı­
rılmış haşhaş ilavesiyle olduğu zaman için geçerlidir.
15. Tarçın, zağferan ile birlikte ezilmiş, kırılmış badem,
gül suyu ve balla çözülür karpuzun baş tarafı konur.
16. Tatlıların en faydalısı ekmeği fazla olandır. En nem­
li olanı yumurtayla olandır. Kadayıf tatlıların emiridir, yö­
neticisidir. Mesir macunu mideye ağır gelir. Sabun ve kafur
gibi en yumuşak ve kolay yutulanı, çiğnenebileni en iyileri­
dir. Badem tatlısı da ağırdır. En iyisi, içinde haşhaşı çok olan
olgunlarıdır.
17. Çok çeşitli şeylerin birbirine karıştırıldığı yiyecekler,
faydalı değildir.
18. Heriselerin en iyisi en pişkin olanıdır. Taze keçi
ve koyun etinin en layık olduğu yemek budur. Peygamber
Efendimiz (sav) şöyle demiştir: "Kardeşim Cebrail'e cima/
cinsel ilişki zayıflığından şikayet ettim; herise yememi tav­
siye etti.
19. Etlere gelince: Çok tavuk eti yemek, organlarda tan­
siyonunu yükseltir. Kuzu, kızartılmış ızgara ile çok iyi gider
ama çok ağırdır.
20. Peygamber Efendimiz (sav)'e içinde süt ve hurma
bulunan bir bardak sunuldu. O da alıp içti. Bazı gıdaları da

212
S E L İ M KA L B İ N Fİ ZYO LOJ İ S İ

urfut ve meafır (kötü kokulu bir akasya ağacı) balıyla bir­


likte yerdi. 717

İbnü'l-Arabi ve Konevi'nin Bazı Eserlerinden


Birkaç Bitkisel/Gıdasal Tedavi Reçetesi

İbnü'l-Arabi " . . . . Kalplerinde hastalık bulunanlara ge­


lince onların pisliğine pislik katar (küfürlerini artırır ve ka­
fir olarak ölürler" (Tevbe 9/125) ayetini en iyi anlayanlar,
bir bitki kökünün bir mizaca iyi gelirken diğer bir mizaca
iyi gelmediğini bilen tabiblerdir. Bu ayeti anlamayı en çok
hak eden onlardır"71 8 derken, bitkilerle tedaviyi onaylamış
görünmektedir. Onun eserlerinde konuyu doğrudan ilgilen­
diren bazı reçeteler şu şekildedir:
1 . Tuz ve zeytin

Yemeğe tuzla başla tuzla bitir. 70 derde devadır. Bu


dertler arasında delilik, cüzzam, alaca, boğaz ağrısı, diş ağrı­
sı, karın ağrısı da vardır. Zeytin ye! Zeytin yiyene, şeytan 40
sabah ve akşam yaklaşamaz. 719
2. Habbetü's-sevda/şüniz (Çörekotu) kullan. Bu tohum,
ölüm hariç herşeye devadır. Mesela cüzzam olan a'yan/yük-

717 Gazzali 1409/1988, c. 6, ss. 65-67.


718 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 6, s. 493.
719 A. y. , c. 8, ss. 390-399. Ebu '!alib el-Mekki, Kütü'l-kulüb'unda bir yerde aynı
tavsiyede bulunurken (Bkz. Ebu '!alib el-Mekki 1424/2003, c. 2, s.346),
başka bir yerinde: "Mideye tuzdan daha zararlısı yoktur" der.(Bkz. Ebu '!alib
el-Mekki 1424/2003, c. 2, s. 330). Her ikisi de tuzla yemeğe başlamaktan
sözederken bir açlık süresinin ardından "az miktarda alınan tız"u kastetmiş
görünmektedirler. Nitekim oruçluyken ya hurma gibi şekerin birden
yükselmesini kontrol edecek bir şeyle, ya da o an için çok düşmüş olduğu
kesin olan tuz seviyesini ayarlamak ve midede oluşmuş mikropları öldürmek
için zeytin veya parmağımızı ıslatıp dokundurduğumuz minik bir miktar
tuzla başlarız. Yoksa, tuzun, kalp-damar hastalıkları, tansiyon, vertigo, menier
gibi birçok hastalığa zemin hazırladığı herkesin bildiği bir husustur.

213
------- TASAV V U F VE T I P -------

sek rütbeli birine bütün tabibler: "Bu derdin çaresi yok" de­
diler. Ehl-i hadisten birisi: "Ne oluyor size? Siz Rasulullah'a
inanmıyor musunuz? O, 'çörekotu her derde devadır'720de­
medi mi?" diyerek hastaya şu devayı öğretti: Bu tohumu bal­
la karıştırıp bütün bedene sür. Bir saat kadar bekle ve sonra
yıka." Adam deneni yapınca iyileşti ve eski cildi soyulup ye­
rine yenisi çıktı. Buna hem halk hem de tabibler şaşırdı.72 1
Burada, sufi tıbbının, Tıbb-ı Nebevi'den ayrı düşünüleme­
yeceğini görmek mümkündür.
3. Bal, mizacı soğuk olanlara (düşük tansiyonlu olanla­
ra) da iyi gelmez. Çünkü sıcaklığı/verdiği enerji fazladır. 722
Ama tadına diyecek yoktur. Bal yiyen onun tadını bilen de,
meyve içeceği içen de bir zevk alır. Ama baldan alınan tad
nerede, meyve içeceğinden alınan tad nerede!723

Cimi'nin Nefehatü'l-Üns Adlı eserinde Bitkisel


Tedavi Reçeteleri

1. Bal ve çam sakızı, karın ağrısına iyi gelir: Bu, Nec­


müddin Kübra'nın halifelerinden Aynuzzaman Cemalüd­
din Cili'nin Şiraz padişahına tavsiyesi idi. Şöyle ki: Kaz­
vin'in ileri gelen seyyidlerinden birisi, Şiraz'a gelir. Aynuz­
zaman Cemalüddin Cili'nin yanına giderek, kendisine tam
bir bağlılığı bulunan Şiraz Padişahına bir tavsiyede bulun­
masını ister. O, bir kalem ve kağıt istedi. Üzerine "Asel/Bal
ve raziyane (çam sakızı) yazar. Seyyid, Şirz'a gelip padişahla
görüşme talebinde bulundu. Kendisine, Padişah'ın karnın­
dan rahatsız olduğunu ve o anda hamamda olduğu söylendi.

720 Bkz. Buhari, Tıb, 8; İbn Mace,Tıb, 6; Tirmizi, Tıb, 5; vb.


721 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 8, ss. 390-391.
722 Konevi 1389/1979, ss. 294, 305; A. y. 2002, ss. 237- 247.
723 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 2, s. 196.

214
S E L İ M KA L B İ N FİZ YOLOJ İ S İ

Hamama gittiğinde Padişah'ın hamamın ortasında oturmuş


hastalıktan kıvrandığını gördü. Yanına gidip saygıyla selam­
ladı. Padişah ona: "Nereden geliyorsun?" diye sordu. O da:
"Kazvin'den" deyince, Padişah şeyh Aynuzzaman Cemalüd­
din Cili'yi sordu. Seyyid, elindeki kağıdı uzattı. Açınca bak­
tı ki kağıtta "asel ü raziyane" yazılı. Padişah: "Şeyh, fıraset
ve keramet nuru ile bizim ilacımızı yazmış" buyurdu (Yani
Aynuzzaman Cemalüddin Cili bundan haberi olmadan ona
ilaç yazmıştı). Bal ve çam sakızı getirdiler. Hazırladığı karı­
şımı içti ve hemen şifa buldu. O seyyide de çok iltifatlarda
bulundu. 724
2. Bazı bitkilerin tedavisi, bazı sufilerin bedenleriyle
ilgiliydi: Ümmi/Mektep görmemiş bir halveti halifesi olan
Hacı İzzettin Halveti'nin Şumah'daki kabri üstündeki narın
gölgesinde yatmak, yaprak ve dalları hummaya iyi gelirdi.
Hastalar gider, gölgesinde yatar, yaprak ve kabuklarından
yer ve şifa bulurlardı. 725

Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın Marifetnamesi'nden


Bazı Bitkisel/Gıdasal Tedavi Reçeteleri

1. Temel Gıdalar

Ekmek: Çabuk şişmanlatır. Vücudun sağlığını korur.


Et: Çok kuvvet verir. Çabuk kana karışır. İlkbaharda
dana eti yemek dalağı büyütür. Yazın bütün etler zararlıdır.
Et yemek ve suyunu içmek keder ve kasvet vericidir. 40 gün
et ve yağ yemeyenin tabiatı değişir. Etten beyin dahil bütün
organlar faydalanır.

724 Cami 1995, s. 604.


725 A. y. , 698.

ııs
Horoz ve Tavuk Eti: Henüz piliçken kesilenleri daha
iyi olmakla birlikte, mesela yetişkin horoz etinin suyu mafsal
ağrılarına, titreme, mide ve sancı şeklindeki ağrılara, roma­
tizmaya iyi gelir. Tavuk eti, zekayı güçlendirir, içi ferahlatır,
meniyi artırır ve sesi berraklaştırır.
Yağ: Zehirli içeceklerin tesirini azaltır. Boğazı ve göğsü
yumuşatır. Badem ve balla tesiri artar. Fazlası damar sertli­
ğine sebep olur.
Tuz: Romatizmayı keser. Fazla tuz zararlıdır.
Bal: İştah açar, göz karartısını giderir, mideye kuvvet
verir, yumuşatır ve yaralarını tedavi eder.
Şeker: Karnı, boğazı ve göğsü yumuşatır. Fazlası zarar­
lıdır. 726
Süt: İshal yapar. Vücuda kuvvet verir. Bal ile beraber
yenince mide ülserine iyi gelir. Süt, barsaklardaki fazlalaları
dışarı atar.
Peynir: Tazesi soğukluk verici ve nemlidir. Bayatı, hara­
ret verir. Gıdası kuvvetlidir. Beyaz peynir şu durumda za­
yıflatıcıdır: Aç karnına yürümek, mercimek, arpa ekmeği
yemek. Peyniri fazla tüketmek mesanede taş yapar. Peyniri
cevizle yemek, deva; ayrı ayrı yemek hastalıktır.
Yumurta: Beyazı göz ağrılarına, boğaz gıcıklarına, ök­
sürüğe, nefes darlığına, kan azlığına faydalıdır. Yüze sürü-

726 Günümüzde tabiblerin hepsi şekerin fazlasının nasıl zararlı olduğunu


söylemektedirler. Bununla ilgili ilmi yazı okumayan kimse yok gibidir.
Şeker, hatta bal ve meyve gibi zararsız şeker içerdiğini düşündüğümüz şeyler
bile insanın sağlığını tamamen çökertebilir. Özellikle bazı şeker çeşitlerini
hazmedemeyen vücutlar buna çok sert tepki verebilirler:. Hangi çeşidi olursa
olsun, şeker ve şekerli yiyecekleri az almak gerekir. Bu, bir doktor tavsiyesi
değil, bin doktor tavsiyesidir.

216
S E L İ M KA L B İ N FİZYO LOJ İ S İ

lürse güneşin ve ateşin tesirine karşı cildi korur. Beyaz tavuk


yumurtası, mide ifrazatını artırır, gıdası/kalorisi çoktur. Ama
çabuk hazmedilir, meniyi artırır. Yumurta sarısını pişirip
yemek kabızlık verir. Mazının döğülmüşü ile yemek ishali
keser. Ziftle karıştırılıp çıbana bağlanırsa, içindeki iltihabı
boşaltır.
Pirinç: Sütle pişmişi meniyi artırır, suyu ile yıkanmak
organların kirini temizler. Pişmişi, mideyi sıvar/debbağlar.
2. Sebzeler:
Ispanak: Pişmiş veya kuru olarak yenmesi akciğere ve
göğse faydalıdır. Mideyi yumuşak tutar, bel ağrılarını geçirir.
Anason: Böbreklere, mesaneye, rahim, dalak ve karaci­
ğer tıkanıklıklarına, romatizmaya iyi gelir.
Soğan: Eritici, kesici ve ferahlık vericidir. Damarların
ağzını açar. Fazla yemek, baş ağrısı yapar, zekaya da zararlı­
dır. Pişmiş soğan, basur ağızlarını açar, idrarı çoğaltır, karnı
boşaltır, romatizmaya iyi gelir, çıbana bağlanırsa çıbanı de­
şer ve ağrısını giderir. Soğan ve sarımsağın pişirilip yenmesi
daha iyidir; kokusu azalmış olur.
Biber: Vücuda hararet verir, iştahı artırır. Fazlası zarar­
lıdır.
Kabak: Hafıf bir gıdadır. Sumak, ayva ve kurut ile pişi­
rilip yenmesi safraya faydalıdır. Ama sancıya zararlıdır. Eğer
balla karıştırılıp yenirse o ağrıyı giderir.
3. Meyveler
İncir: Çok gıdalıdır. Çabuk hazmolur. Kalorisi bütün
meyvelerden çoktur. Mideyi yumuşatır, yara ve bereyi iyi-

217
TASAVV U F V E T I P -------

leştirir. Ciğer, dalak, mesane ve böbrek tıkanıklıklarını açar.


Sabah aç karna yenmesi çok faydalıdır. Bilhassa ceviz veya
bademle yenmesi faydasını artırır. Sirke içine konmuş incir­
den sabah açken bir miktar yiyen, sıtmadan kurtulur.
Dut: Dutun faydaları incire yakındır. Fakat gıdası on­
dan daha azdır. Mideye iyi gelir. Kırmızı dut, kabız eder.
Bağırsak hareketlerini kolaylaştırır. Boğaz veremini önler.
Vücuda kuvvet verir, iştahı artırır, idrarı çoğaltır.
Kayısı: Basura faydalıdır. Mideyi yumuşatır. Kurusu su­
suzluğu giderir.
Ayva: Kendisi, çiçeği ve bilhassa ekşisi kabızlık vericidir.
Balla yenirse mideyi kuvvetlendirir. Çekirdeğinin suyu, yu­
muşatıcıdır. Kabzı azaltır, öksürüğe engel olur.
Üzüm: Kuvvetli gıdadır. Mideyi kuvvetlendirir. Siyahı
daha faydalıdır. Yaş üzümü ekmekle yemek daha faydalıdır.
Kuru üzüm, cildi saflaştırır, balgamı keser, sinirleri kuvvet­
lendirir. Yalnız çekirdekleri zararlıdır; yenmemelidir. Kuru
üzüm, kalbe cila, zekaya kuvvet ve korkaklığa devadır. Kuru
üzümü pirinçle yiyen hamilenin çocuğu güzel olur.
Nar: Safrayı azaltır. Bağırsakların daha iyi çalışmasını
sağlar. Balla yenmesi kulağa faydalıdır. Acı nar, mide iltiha­
bına faydalıdır. Narı kabuğuyla yemek, mideyi sıvar /deb­
bağlar.
Şeftali: Kendisinin ve yapraklarının suyu kulak ve içini,
mide kurtlarını öldürür. Çok gıdalıdır. Yemeklerden evvel
yenmesi daha faydalıdır.
Yeşil Kavun: İdrarı çoğaltır. Mesanede teşekkül etmiş
olan taşları düşürür. Yemekle yenmesi faydalıdır.

218
S E L İ M KAL B İ N FİZYO LOJ İ S İ

Sarı kavun: Safraya çabuk dönüşür ve onun çalışmasını


düzenler.
Meyveleri ilk çıktıklarında/turfanda iken yemektense,
savma zamanlarına doğru yemek daha faydalıdır.
İshal için: Ekşi elma, nar, ayva, limon gibi ekşimsi mey­
veler çok faydalıdır.
4. Kuruyemişler
Fındık: Hazmı güçtür. Hararet vericidir. Başağrısı, ro­
matizma ve mide bozukluğu yapar.
Fıstık: Kalbi kuvvetlendirir. Ciğer gözeneklerini açan
faydalı bir ilaçtır.
Leblebi: Bel ağrılarına iyi gelir. Dişeti ağrısı ve bağırsak
veremine iyi gelir. Damarları açar, sesi berraklaştırır. Pişmişi,
vücudun su toplamasını gidermeye yardımcı olur. İdrarı ar­
tırır, doğumu kolaylaştırır.
5. Baharatlar/Çiçekler
Tarçın: Hararet vericidir. Tıkanmayı açar, küflenmeyi
giderir, vücuttaki yağı eritir, titremeyi giderir. Baş ve göğüs
ağrılarına, soğuktan kaynaklanan nezleye, öksürüğe faydalı­
dır. Kalbi ferahlatır, ciğer tıkanıklığını açar. Böbrek ve rahim
ağrılarına iyi gelir. Göz kararması ve göz perdesi/katarakt
hastalığına iyi gelir.
Karanfil: Mide ve ciğerlere çok faydalıdır. İştah açar.
Amber: Mide, ciğer, kalp ve duyu organlarına güç verir.
Dimağ/beyin hastalıkları için en iyi ilaçtır.
Zater: Mide şişkinliğini ve romatizmayı giderir. Mide
ifrazatını ve idrarı artırır. Kalça kemiği ağrısını yok eder.

219
------- TASAV V U F V E TIP ------

Reyhan: Kalbi kuvvetlendirir. Basuru yok eder. Kokusu


uyku getirir.
Nane: Mideyi ısıtır ve kuvvetlendirir. Hazma faydalıdır.
Kafur: Vereme ve başağrısına iyi gelir. Duyu organlarını
kuvvetlendirir. Kokusunun kuvvetli tesiri vardır.
Sumak: Kabızlık yapar. Safrayı çoğaltır. Veremi yok
eder. Diş ağrılarını giderir, susuzluğu keser. Mideyi sıvar/
debbağlar. İştah artırıcıdır. Et ve soğanın olumsuz tesirlerini
düzeltir.
Kırmızı gül: Kurusu ve tohumu kabız yapar, tıkanıklığı
açar. Sevda salgısını durdurur. Karın adalelerini güçlendirir.
Gülsuyu, bayılmayı, baş ağrılarını ve vücut hararetini giderir.
Mide ve ciğere kuvvet verir. Hazma yardımcı olur. Tazesinin
30 gramı ishal eder.727
İshal için: Gül yaprağı, dövülmüş mazı, kavrulmuş
zamk, ermeni toprağı, reyhan tohumu, kemmün gibi şeyler
iyi gelir.
Günümüzde Bitkisel Tedavi
Günümüzde bitkilerle tedavi "alternatif tıb"bın bir bö­
lümü olarak adlandırılmaktadır. Ayrıca, Tıpla doğrudan il­
gili olmayan birçok kişinin Bitkisel Tedavi, Kozmik Tıb gibi
adlar altında kitapları yayınlanmaktadır. Bunlardan faydala­
nırken çok çok dikkatli olmak gerekir. Çünkü birçoğu için
yeterli araştırma ve deneme yapılmamıştır. Üstelik tıbbın
yaptığı ilaçlar tabii ki bitkilerden elde edilmiştir ama milig­
ramlarla ölçerek yapılmaktadır, rastgele veya çok miktarda
alındığı takdirde öldürücü veya delirtici bile olabilir. Evvelce

727 İbrahim Hakkı 1974, c. 1, ss. 53-58.

220
S E L İ M KALB İ N F İ ZYO LOJ İ S İ

nebatlardan çıkarılan birçok ilaç, bugün sentez şimik pro­


seslerle elde edilmektedir. Bitkileri toplayanlar, artık tıpçılar
değil, herbalistlerdir. Ancak, Herbalizm devri, Tıp tarihçi­
si açısından hala önemlidir ve farmakolojik açıdan pratik
ehemmiyeti vardır.728
Sufiler açısından bakıldığında, günümüz Çişti tarikati
şeyhi Muineddin Çişti'nin bu tür tedavi örneklerini sunan
kitabı örnek verilebilir. Kitap, dilimize de çevrilmiştir.729

C. IX. 7. Hastalığı Yüklenme Yoluyla Tedavi


Tasavvuf kitaplarında, özellikle Hacegan silsilesinden
şeyhlerin anlatıldığı bölümlerde sunulan bazı veriler, şeyh­
lerin veya müridlerin birbirlerinin hallerini yüklenmeleridir.
Hemen belirtelim ki bu tür olaylar sufılerin kerametleri ne­
vinden bir olaylardır. Kerametlere inanmıyorsanız, bu bölü­
mü atlayabilirsiniz.730
Özellikle Cami'de anlatılan olaylardan örnekler ver­
mek gerekirse: Hasan Attar, "hastaların yükü altına girer ve
onların hastalığını yüklenirdi", yani onların hastalığını alır,
onları suhhatli hallerine döndürürdü. Bir keresinde, Hac­
ca niyetlenip yolu üzerinde Şiraz'a ulaştığında oranın ileri
gelenlerinden biri -ki kendilerine tam bir müridlikle bağ­
lanmış idi- bir hastalığa yakalanmış idi. Hasan Attar, onun
hastalığının altına girdi. O kişi, sıhhatine kavuştu; ama Ha­
san Attar'ın kendileri hasta oldular. Bu hastalıkla ahirete
göçtüler (826/1422). Cenazesi, Şiraz'dan Ceğaniyan şehrine
nakledildi ve orada büyük babasının yanına defnedildi. 73 1
728 Uzluk 1958, c. 1, ss. 107, 79.
729 Bkz. Çişti 2001, hepsi.
730 Kerametlerle ilgili toplu bir değerlendirme için bkz. Küçük 2015, ss. 182-185.
731 Cami 1995, ss. 549.

221
TASAV V U F V E TI P ------

Nizamuddin Hamuş da "hastalık yüklenirdi." Ama hasta­


nın gidici/eceli gelmiş olduğunu gördüğünde veya töhmete
uğradığında onu geri verir, hasta ölürdü. Bir defasında mü­
ridlerinden birisine büyük bir hastalık arız olmuştu. Yanın­
daki müridine: "Onu ziyarete gidelim" dediler. Yolda gider­
ken: "O/hasta, iyi hizmetler etmiştir. Onu ziyaret ettiğimiz
zaman, yükünün altına girip hastalığını almamız gerekir"
dediler. Yanındaki çok korkmuştu. Hastanın yanına vardık­
larında onun başucuna oturdu. Hasta yatakta yatıyordu. Ne
söz söylemeye, ne de hareket etmeye gücü vardı. Nizamud­
din Hamuş, bir müddet ona teveccüh etti/yöneldi ve hasta
yatağından kalkıp konuşmaya başladı. Sonra Nizamuddin
Hamuş, başını kaldırıp: "Bu defa havale sanadır; hastalı­
ğını sana iade ettim. Çünkü çok sözler söylersin" ve sonra
dışarı çıktılar. Dışarı çıktıkları zaman yanındakine dedi ki:
"Gördüm ki o, gidici. Onun yükünün altına girmemeli; ona
geri havale eyledik." Gerçekten de o hasta, bu hastalığından
dolayı vefat etti. 732 Birgün müridleri onu titrer halde bulup
ne yapacaklarını şaşırdıklarından, ateş yakıp üstüne paltolar
örtmüşlerdi. Ama o yine titriyordu. O arada, değirmene buğ­
day götürüp yolda suya düşüp gelinceye kadar çok üşüyen ve
soğuktan titreyen bir müridini gördü ve: "(Bana değil) buna
kerem ediniz, onu ısıtınız. Bana sirayet eden soğuk/titreme
onun soğuğudur" dedi. Müridler, ona dönüp onunla ilgilen­
diler ve şeyh Nizamuddin Hamuş'dan da titreme gitti. 733
Ubeydullah Ahrar'ın (v.895/1490) bir hastalığı sıra­
sındaysa, tam tersine Molla Kasım adlı bir müridi, şeyhinin

732 A.y., ss. 552-553.


733 A. y. s. 553.
,

222
S E L İ M KA L B İ N FİZYO LOJ İ S İ

hastalığını yüklenmiş, kendisini ona feda etmiş olduğu riva­


yet edilmiştir. 734

C. IX. 8. Nazar/Gözle Bakma Yoluyla Tedavi


Bilindiği gibi, modem tıbda tabib hastaya "bakar",
gerekli tedkikleri yaptırır ve ona göre ilaç yazarak tedavi­
ye çalışır. Sufılerden ise, çok yaygın bir pratik olmamakla
birlikte, sadece "nazar/gözle bakma" yoluyla, yani bakışında­
ki enerjiyle tedavi edebilenler vardı. Mesela İstanbul'da ilk
Nakşbendi tekkesini kuran kişi olan Şeyh Ahmed Buhari
{v.922/1516), nabzı hareketsiz ve gözleri kapalı, ölü gibi ya­
tan, doktorların hayatından ümit kestiği için ilaç bile verme­
diği bir hastaya "bir müddet teveccüh ettiğinde/baktığında,
hasta kalkıp ayaklarına kapanmış, şeyh onun eline tesbih
verip tevbe-istiğfar telkin edip gitmiştir. Hasta iki gün sonra
da tamamen iyileşmiş, işine başlamıştı. 735 Günümüzde dok­
torun hastayı muayenesine de "doktorun hasataya bakması"
denmesi garip bir tevafuk olabilir mi? Şu var ki bildiğimiz
doktor hasataya beş duyumuzdan birisi olan zahiri gözüyle
bakarken, sun doktor, hasataya hatmi/kalp gözüyle bakar.

C. X. Tasavvuf Kitaplarındaki Diğer Tıbbi Bilgiler

C. X. 1. Kan ve Kan Dolaşımı


Kan, kadim/eski Tıp ilminde olsun modem Tıp ilmin­
de olsun insanın sıhhat durumunu gösteren belirteçlerden
birisi olarak kabul edilmiştir. (Bilindiği üzere diğer unsurlar
sarı safra, kara safra ve balgamdır ve bunlara ahlat-ı erbaa ve
modern tıpta "mizaç teorisi" adı altında incelenirler). Sufi-

734 A. y. , s. 566.
735 A. y. , s. 583.

223
------- TASAVV U F V E T I P ------

lerin kitaplarında insan vücudu veya sağlığı bu unsurlarla


anlatılır.
Mesela, İbn Berracan (v.536/1 141), Tin Suresi, 95/S'in
tefsirinde, Tevrat'tan bazı metinler verdikten sonra, akabin­
de bedenin bütün uzuvları ve fonksiyonları hakkında de­
taylı bilgiler sunarak biyoloji ve Tıp Bilimindeki derinliğini
gösterir. 736 El-Yetin (orta) kelimesinin tefsirinde, vücuttaki
damarların sayısını, vücuda, hassaten beyine, nasıl kan taşı­
dıklarını, vs. anlatır.737 İnsanın dört elementden oluştuğu­
nu-beden, ruh, akıl ve nefıs738- ve birçok sufinin de söyle­
diği gibi, insanın küçük bir kainat olduğunu söyler. O, insan
vucudundaki kalbi, kainattaki güneşle kıyaslar. 739
Tasavvuf Kitaplarındaki kanla ilgili başka bir konu, kan
aldırmanın tansiyona iyi geldiğidir. 740 Çünkü kan aldırmak,
kanın damar çeperine yaptığı baskıyı azaltır. Nabızla ilgili
yapacağımız alıntı ise belki birçok okuyucumuzun bildiği
bir ayrıntıdır: Mevlana, Mesnevi'sinin başlarında anlattığı
cariye hikayesinde, cariyenin aşık olduğu kişinin yaşadığı
yeri, nabızla tesbit ettirir. 74ı Başka bir yerde de "Ey tabib,
nabzıma bak. Kalbin haline agah ol. Zira elin damarı kalbe
muttasıldır" diyerek742 , nabız hakkındaki bilgisini sergiler.
Eflaki, Mevlana'nın nezlenin tedavisinde hacamat yap­
tırdığını yazarak şöyle der: Bir kış günü, Mevlana hazretle­
ri, sema'ın çokluğundan ve yapısının duyarlılığından dolayı

736 Bkz. İbn Berraciin ts (a), c. 3, vr. 356a-357b.


737 Bkz. a. y. , c. 3, vr. 314a-315b.
738 Bkz. a. y. , c. 1, vr. 120a.
739 Bkz. a. y. , c. 1, vr. 81a-b.
740 Bkz. Konuk 2008, c. 9, ss. 635-636.
741 Bkz. A. y. 2004, c. 1, ss. 1 19-146.
742 A. y. 2008, c. 1 1, s. 428, 440 vd.

224
S E L İ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ

hasta olmuştu. Nezle, sersam(menenjiti) karşılar ve cüzza­


mın damarını keser. 'Önce kan aldırmak ve sonra hamama
gitmek gerekir' denildiği için kan aldırmaya niyet etti ve
gömleğini (hacamat ücreti olarak?- H. K.) hacamatçıya ver­
di. İkinci günü de hamama gitti. 743
Kanla ilgili olabilecek başka bir veri, güneşte uzun süre
kalmak konusu olabilir. Çünkü bu durumda kan, belli bir
bölgeye toplanır, hatta genelde beyne çıkar. Mesela, İb­
nü'l-Arabi şöyle der: "Güneşe ve aya yüzünü dönme, arka­
nı dön! Yüzünü dönmek hastalık, arkanı dönmek devadır.
Güneşte uzun süre oturma, gizli olan bir hastalığını ortaya
çıkarır, elbiseyi eskitir, rengi değiştirir."744

C. X. 2. Göz Sağlığı
Tasavvuf kitaplarında, bir gözün nasıl çalıştığı, göz ka­
paklarının fonksiyonları, kirpiklerin görevleri gibi birçok
hususu tafsilatıyla anlatmanın ciltler dolusu kitaplar oluştu­
racağı, vb. kaydedilir. 745 Göz, öyle karmaşık bir yapıya sahip­
tir ki göz ve kalp gibi organların çalışmasında lOO'den fazla
melek görevlidir. İnsan uyurken bile onlar çalışırlar. Bunlara
"melaiketü'l-ardiyye/yeryüzü melekleri" denir. 746
Göz sağlığı, görme gibi çok önemli bir fonksiyonu do­
layısıyla akıl sağlığından sonra her insanın en çok önem ver­
diği husustur. Bu sebeple, gözün fonksiyonunu kaybetmesi
olan körlük, dayanılması ve sabretmesi en zor olan hasta­
lıktır. Böyle bir derde düçar olanın sabretmesi, isyan etme­
mesi ve günaha düşmemesi gerekirken, gözü olanın da onu
743 Eflaki 1986, c. 1, s. 298.
744 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 8, ss. 398-399.
745 Gazzali 1414/1994, c. 4, s. 190.
746 A. y. , c. 4, s. 186-187.

225
------- TASAVV U F V E T I P -------

günahta kullanmayıp taatte kullanarak şükretmeyi bilmesi


gerekir. 747 Öbür dünyada, mükafatları verilecek ilk grup da
körlerdir. Allah , onları öyle zor şartlarda yaşattığı için öbür
dünyada onlardan utanır. 748 Göz kapağını harama bakmak
için açan, gözüne ve dolayısıyla baş ve bütün bedenine, hat­
ta aldığı gıdalar, su, toprak, hava, yağmur, bulut, güneş, ay,
melekler gibi varlıktaki birbirine bağlı olan bütün nimetlere
küfran içinde olmuş olur. Bunun için organlarını yerli ye­
rinde kullanan bir alime, denizdeki balıklar bile dua eder. 749
Tasavvuf kitaplarında bazen göz konusunda "çok derin
bir bilgi" diyebileceğimiz konularla, mesela, ağlama ve göz
sağlığıyla ilgili verilerle de karşıkarşıya gelmekteyiz. Mesela,
Mesnevtye göre, gözyaşı, aslında kandır750 ve göz sağlığı,
sıhhatli bir kan deveranıyla mümkündür. 751 Ve bu sebep­
le, insanın gözyaşı tükendiğinde "kan ağlar", yani gözünden
artık kan gelmeye başlar. 752 Bu, günümüz tıbbında, "Kuru
göz" olarak bilinen sendromda, gözyaşı preparatlarının iyi
gelmediği durumlarda, artık hastanın kendisinden alınan
kandan gözyaşı yapılması durumuyla bir anlamda uyuşmak­
tadır.
Bazı sı1fıler de insanın vakit planlaması yaparken, yani
virdlerini ayarlarken, gözle yapılan işlerle, elle veya kulakla
yapılan işlerin arasını ayırması gerekir. Mesela, bir ilimin
duha vaktinden ikindi vaktine "amelü'l-ayn/göz işi" olan te­
lif ve mutalaayla meşgul olup, bu vakitten sonra kitap mü-

747 A. y. , c. 4, s. 216.
748 A. y. 1409/1988, c. 6, s. 134.
749 A. y. 1412/1992, c. 4, s. 190.
750 Konuk 2008, c. 9, s. 174.
751 A. y. , c. 9, s. 281.
752 Bkz. a. y. , c. 9, ss. 174, 281, 635-636.

226
------ -- S E L İ M KAL B İ N Fİ ZYO LOJ İ S İ

talaası göze zarar vereceği için dille zikre dönmesi gerektiği


savunulur; çünkü ikindi vaktinden sonra görme duyusu za­
yıflar. 753

CIX. 3. Spermsiz Çocuk Sahibi Olma


Tasavvuf kitaplarında bazen anne rahiminde embri­
yonun oluşmasıyla ilgili bilgiler ve bunun harikulade yan­
ları üzerinde durulduğunu daha önce belirtmiştik. Mesela,
İbnü'l-Arabi, embriyonun cinsiyetini belirleyen etmenleri
sayarken, kadın veya erkeğin menisinden hangisinin önce
geldiği ve miktarlarının rol oynadığını belirtir. 754 Bu, Hz.
Aişe'nin bu konudaki görüşünün aynısıdır.
Bu tür konularda çok farklı şerhlere de rastlanabililr.
Mesela, Davfid-i Kayseri, İbnü'l-Arabi'nin Füsusu'l-Hi­
kem'ine yaptığı şerhinde, Hz. Meryem'in İsa'yı doğurmasıy­
la ilgili cümlelerini açıklarken, bir kadının, erkek tarafından
döllenme olmadan da hamile kalabileceğini söyler. Çünkü
ona göre, erkeğin sperminin olması, kadının sperminin ol­
mayacağını göstermez. Kadının spermi olmadığına dair bir
delil yoktur. Tam tersine kadın da erkek de kendileri gibisini
üretebilme gücünde yaratılmışlardır. Üstelik, kadının nefsi,
zaman zaman erkeğin nefsinden kuvvetli olabilir. Özellikle,
Allah'ın tecellisine mazhar olduğu zaman çok güçlü olabilir
ve bu durumdaki bir nefs, istediği her şeyi yapabilir.755

753 Bkz. Gazzali 1412/1992, c. 1 , s. 538-539.


754 ibnü'l-Arabi 141411994, c. 8, s. 374.
755 el-Kayseri 1423, c. 2, ss. 158-159.

227
------ TASAVVU F V E T I P ------

D. TASAVVUF KİTAPLARINDAKİ TIBBİ


BİLGİLER HAKKINDA KISA BİR
DEGERLENDİRME
Sufilerin eserlerinde geçen felekler, dünyanın yaşı ve
hareketleri gibi konularda verdikleri eski Hey'et ilmi/Astro­
nomiye ait bilgilerle insan vücudundaki karaciğer, kalb gibi
organların fonksiyonları, embriyonun anne karnında bes­
lenmesi gibi konularda verdikleri eski Tıbba dair bilgilerin,
modern Astronomi ve Tıp açısından eksik ve yanlış yönleri
olacağı muhakkaktır. Bunları burada tek tek ele almak im­
kansızdır. Haddizatında, çok elzem bir açıklama yapmamız
gerektiği yerlerde bunlara kısaca temas ettik. Burada çok be­
dihi bir şey vardır ki o da sufılerin kendi dönemlerinde olan
bilgileri sunduklarıdır. Bilim ve fennin olduğu yerde sayma­
sı mümkün değildir; hatta her an yeni araştırmalar ışığında
yeni bilgiler sunulur. Bazen bir yıl önceki bilgileri nakzeden
araştırma sonuçlarıyla karşılaşmak, günümüzde artık sıra­
dan bir durum olmuştur.
Sufilerin sunduğu bilimsel bilgilerden İbnü'l-Arabi'nin
el-Fütuhdtü'l-Mekkiyye ve Fususu'l-hikem'i.nde geçen bu tür
bilgilerin bir kısmına ait tenkitleri, İsmail Fenni Ertuğrul'un
(v.1946) Vahdet-i Vücud ve İbn Arabi adlı kitabının beşinci
bölümünde bulmak mümkündür. Burada, İbnü'l-Arabi'nin,
mesela, güneşin yeryüzünden 160 küsür defa büyük olduğu­
nu söylemesine karşın, aslında 1. 310. 000 defa büyük oldu­
ğu; onun "kanın damarlara yayılmaya başlama yerinin kara­
ciğer" olduğunu söylemesine karşın756, kan dolaşımının mer­
kezinin kalp olduğu, kalpten çıkıp bütün vücuda yayılan ka­
nın görevini gördükten sonra tekrar temizlenmek için kalbe

756 Bkz. mesela İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 1, s. 704.

228
S E L İ M KA L B İ N F İ ZYOLOJ İ S İ

ve akciğerlere geldiği, karaciğerin bir gudde olup görevinin


vücuttaki yağlı maddeleri sıvı haline getiren safrayı ve gliko­
zu meydana getirmek olduğu; embriyonun anne karnında
hayız kanıyla değil, kendisini döl yatağına bağlayan kordon
vasıtasıyla temiz kanla beslendiği gibi açıklamalar yapılmış­
tır. Ayrıca, İbnü'l-Arabi, kitaplarında "doğrudan Allah'tan
aldığı bilgileri sunduğunu" söylemişken "bu bilgilerin nasıl
yanlış olduğu" şeklindeki soruya da: "Onun Allah'tan aldığı­
nı söylediği bilgilerin, ilahi hakikatler ve Rabbani marifet­
lerle ilgili olduğu" şeklinde savunma yapılmıştır.757 Burada
ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki İsmail Fenni Ertuğrul'un
aksine Mehmet Ali Ayni (v.1945), İbnü'l-Arabi'nin kitapla­
rında çağdaş dünyanın keşiflerini aramaya çalışmıştır.758 Bu
gibi durumlar, biraz da pasajı yorumlama şekliyle alakalı olsa
gerektir. Mesela, İbnü'l-Arabi ve diğer bazı siifılerin, kanın
damarlara yayılmaya başlama yerini karaciğer olarak almala­
rı, kanın orada yapılmaya başlaması konusuyla ilgili görülür­
se doğru, gerçekten yayılması düşünülürse yanlış olur.
Bu ve benzeri tartışmaların, diğer siifiler için de geçerli
olduğunu söyleyerek konuyu daha fazla uzatmaktan kaçını­
yoruz. Ancak, şu kadarını belirtelim ki elinizdeki satırların
yazarı, özellikle az yeme alışkanlığı, tedavi olmanın gerekli­
liği, çok hasta olmadıkça ilaç kullanmama gibi genel sağlık
kaidelerinde sufılerin sundukları bilgilerin hala güvenilir­
liğini koruduğuna inanmaktadır. Çünkü yeni yapılan araş­
tırmalar bunları onaylar niteliktedir: İhtiyacı olandan fazla
yemenin sadece hastalık demek olduğu, obezitenin zararları,
beslenme şeklinin sağlıklı oluşunun sağlığı koruma ve bo­
zulmuş sağlığı geri kazanma/tedavi gibi hususlar artık her
757 Bkz. Ertuğrul 1991, ss. 267-278 . .
758 Bkz. Ayni 1995, ss. 45-65

229
------- TASAV V U F VE TIP -------

bilinçli insanın bilgisi dahilindeki mevzular haline gelmiştir.


Ayrıca, sufılerin çok üzerinde durduğu "hıltlar teorisi/ah­
lat-ı erbaa"nın yeni tıbda fazla önemsenmemesine rağmen,
hala önemli olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü bu dört
madde (kan, balgam, sarı safra, kara safra) birçok hastalığın
belirtilerini taşır mahiyettedir. Allah, doğruyu bilendir.

230
İKİNCİ BÖLÜM
TIP İLMİNDEKİ TASAVVUF
A. TIBBİ TERİMLERLE TASAVVUF
Daha önce açıklandığı üzere, Tasavvuf kitaplarında
nefs, ruh, kalb ve akıl kelimeleri, zaman zaman aynı anlam­
da kullanıldığı için, tasavvuf, tıbbi terimlerle anlatılırken de
bazen aynı mazmun, farklı kelimelerle ifade edilebilir. Me­
sela, bir yerde "tıbbu'n-nüfüs/nefislerin tıbbı" olarak geçen
kelime, başka bir yerde "et-tıbbu'r-ruhani/ruhani tıb" olarak
geçer. Aşağıda, kullanılan terimleri birleştirmek yerine, her
birisi için verilen özgün anlatımla verilerek sufılerin orijinal
terimlerini yansıtma gayesine daha uygun bir sunum yapıl­
maya çalışılmıştır.

A. 1. Tıbbu'n-Nüfôs/Nefislerin Tıbb'ı veya


Tıbbu'l-Kulôb/Kalplerin Tıbb'ı
Nefslerin tıbbı, "nefs/ruhun aslen temizliğinden bahisle
onu asli haline çevirmeye çalışan tıbbdır" diye tarif edilebilir.
Şöyle ki: Sufilere göre en-nefsü'n-natıkatü'l-insaniyye/insa­
na özgü düşünen nefis, ilim merkezidir ve aslen temizdir.
Aslen temiz ve saf olması özellikleri dolayısıyla nefs-i külli­
nin işrakına ehliyetli ve akledilebilir sfiretleri kabule müsait­
tir. Ama bunların bazıları, bu dünyada hasta olurlar, bazıları
eski sıhhatleri üzere kalır. İşte bu özellikteki nefisler, vahyi
kabule, mucize izharına kadir olan te'yide, kevn ü fes ad/oluş
ve bozuluş aleminde tasarrufa hazır olan peygamberlerin
nefisleridir. 1
Gazzali 1414/1994, c. 3, ss. 71-72.

233
------ TASAV V U F VE T I P ------

Gazzali, el-Maznun bih Ala Gayri Ehlih adlı risalesinde,


taklidi iman konusunu ilgilendiren bir hususu açıklarken,
peygamberlerin getirdiği İlahi emirlere uyup nefsi kötülük­
lerden temizlemeyi tıbbın kanunlarına uyup bedeni sıhhate
kavuşturmayla kıyaslar: Nasıl bedenlerin bir tıbbı varsa, ne­
fislerin de bir tıbbı vardır.2 Gazzali' eserlerinde bu terimin
yerine bazen de "tıbbu'l-kulub" terimini kullanır. Mesela:
"Kullarına günahların devasını ve kalplerin tıbbını öğreten"
Allah'a hamdeder.3

A. il. et-Tıbbu's-Suveri/FizyolojikTıb ve
et-Tıbbu'r-Rôhani/Rôharu Tıh
Öncelikle belirtmek gerekir ki et-Tıbbu'r-Ruhdni kav­
ramı, eskiden beri bilinen bir kavramdı. Mesela, Eflatun,
ahlak ilmini ruhani tıb olarak görürdü. İbn Miskeveyh
(v.421/1030), Gazzali, Nasıruddin et-Tılsi (v.672/1274) gibi
İslam alimleri, kitaplarında ahlak için bu terimi kullanmış­
lardı. Bunlardan İbn Miskeveyh, ahlaki eğitimde tıbdan fay­
dalanmak gerektiğini söylerken, konunun farklı bir boyutu­
na dikkat çekmekteydi. Ünlü İslam filozofu Ya'kub b. Ishak
el-Kindi (v.252/866 [?]) ve öğrencisi Ebu Zeyd el-Belhi,
Ebu Bekir er-Razi, Ebu'l-Ferec İbnü'l-Cevzi (v.597/1201),
son dönem Osmanlı alimlerinden Mehmed Reşid, Ebu
Bekr Nusret Efendi gibi İslam fılozofl.arı/alimlerinin et­
Tıbbu'r-Ruhdni adında risaleleri vardı.4
Tasavvuf kitaplarına göre, et-Tıbbu'-Suveri/Bedenin
tıbbı veya fizyolojik tıb5 olduğu gibi et-Tıbbu'r-Rılhani de

2 A. y. , c. 4, s. 94.
3 A. y. ' c. 3, s. 45.
4 Detaylar için bkz. Çağırıcı 2012, s. 88-89.
5 K:iş:ini 1425/2004, s. 283.

234
S E L İ M KAL B İ N F İ ZYOLOJ İ S İ

vardır. Tasavvuf literatüründe terimi en belirgin şekilde kul­


lananlar, İbnü'l-Arabi ekolü sıifileridir. Bu ekol terimi "sağ­
lıklı bir ruhani kalbin hakiki ve manevi sıhhatinin, itidali­
nin korunması; sağlıklı bir ruhani kalbe sahip olmayanlar
için ise manevi sıhhat ve itidalin nasıl elde edileceğini, nasıl
riyazet ve mücahede yapılacağının ilmi" olarak tanımlar.
Bunları bilen kişi, tabibu'l-ervah/ruhların tabibi6 veya ta­
bibul-ilahidir.7 İbnü'l-Arabi, müzik ve güzel ses gibi manevi
tedavi yöntemlerinde öncelikle hastalığın hangi hıltın ga­
libliğinden ortaya çıktığını anlamak, ondan sonra tedaviye
geçmek gerektiğini ve bundan anlamak için de "Ruhani
Tıbb"ı bilmek gerektiğini söylerken,8 ruhani tıbbın suveri
tıbbı/bedenin tıbbı veya fizyolojik tıbbı9 da içerdiğini ya da,
suveri tıbbı bilen ama tedavi metodu olarak bedeni yöneten
ruhu ihmal etmeyen bir tedavi metodunu benimseyen tıb
anlayışına bu ismi vermiş görünmektedir.
Haddizatında eski Tıb kitaplarında ele alınmayan10 ama
"Ruh sağlığını" ilgilendirmesi açısından sadece bazı İslam
tabiblerinin eserlerine girmiş olan öfke, hüzün, kin gibi11
günümüzde psiko-terapistin terapisine ihtiyaç duyan kötü
huylar, doğuş devrinden (11/VIII. asır) beri Tasavvuf'un ele
aldığı ve ileride ele alınacağı üzere birer "tabib" gibi davra­
nan şeyhler vasıtasıyla uygulanan nefis tezkiyesi/terbiyesiyle
tedavi etmeye çalıştığı "manevi hastalıklar"dır. Konuya bu
açıdan bakmak, Tasavvuf İlmini tamamen Ruhani/Manevi
Tıp ilmine dönüştürür. Müzmin hastalıklara yakalanmış
6 A.y., s. 282.
7 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 3, s. 427.
8 A. y. , c. 3, ss. 427-428; Fergani 1428/2007, c. 1, s. 121.
9 Kaşani 1425/2004, s. 283; Fergani 1428/2007, c. 1, s. 121.
10 Belhi 2012, s. 422.
11 Mesela bkz. Belhi 2012, s . 422 vd.

235
TASAV V U F VE T I P ------

olanları bir tarafa koyarsak, bedeni hastalıklarla genel itiba­


riyler zaman zaman yakalanan insan, bu tip rahatsızlıklarla
her an karşı karşıyadır ve üstelik bunlar bedeni rahatsızlık­
ları tetiklemektedir.1 2 Bu sebeple, bu tür tedaviye/terapiye,
yani tasavvufa daha çok muhtaçtır. Batı'da Sufizm buna
hizmet eder boyutta gelişmektedir.13

A. 111. Afiyet ve Hastalık, Dert, İllet/İlel ve


Devıi/Edviye
Sufiler, tasavvufta memduh/övülen huyları ifade için
"afiyet ve şifa", mezmurn/kötü hal ve huyları ifade içinse "il­
let/ile! (illetler, hastalıklar), dert, maraz/hastalık" kelimesini
kullanır, bunların çaresini de "deva/edviye (ilaçlar)" kelime­
siyle anlatırlardı. Bu açıdan bakıldığında, ruh sağlığı, tasav­
vuftan başka bir şey değildir. Aşağıdaki alıntıları, bunun ör­
nekleri olarak sizlere sunuyoruz:
Hatem-i Asamın: ''Afiyet isterim, sabahtan akşama
dek. Afiyet, Allah'a asi olmamaktır" derken, afiyetin sufiler
tarafından yapılmış en güzel tanımını vermiş olmaktadır. 14
Zemmedilmiş/yerilmiş hasletler, tabibe anlatılacak hastalık­
lar gibidir. İlaç hoşa gitmese de içilmelidir. Nitekim, yer ve
gökler de Allah'a isteyerek veya istemeyerek boyun eğecek­
tir. ıs
Hastalıklarla, tasavvuf arasında benzetmelerde bulunan
tanımlar da vardır. Mesela, Zünnun el-Mısri'nin Hak aşığı­
nı tarifi: "Hakkın hastası bellidir, O'nu görmüş olan kimse-

12 Krş. A.y., ss. 222-223.


13 Detaylı bilgi için bkz. Küçük 2004, ss. 231-263; a. y. , 2008, ss. 292-320.
Ayrıca bkz. Ali-Shah 1995, hepsi.
14 Cami 1995, s. 192.
15 İbnü' l-Arabi 1414/1994, c. 3, s. 398.

236
------ -- S E L İ M KALB İ N FİZYO LOJ İ S İ

nin canı çıldırır. Nerede rahat bulsa rahata düşman olur"16


şeklindeydi. Kuşeyri'ye göreyse tasavvuf, "birsam"17 hastalı­
ğına benzer: Eweli hezeyan, sonu ise sükuttur. Zira insan,
temkin haline gelip ayağı bir makamda sabit olunca, birsam
hastalığına yakalanmış kişinin hastalığı müzminleşince dili­
nin tutulması gibi dili tutulur.18 Allah aşkı da gönlün yanıp
tutuşması ve aşk hastalığıdır. Mesela, İbn Farız'ın Taiyye'si
baştan sona "içimin yanıp tutuşması ve bu yanmanın hasta­
lık ve sıkıntısı beni helak eyledi" demektedir. 19
İbnü'l-Arabi, "marife/tanıma makamı"nı, yedi türlü
bilgiyi kapsar şekilde düşünür ve bunları şöyle sayar :
1) Esmau'l-İlahiyye/varlıkların hakikatlerini bilmek,

2) Tecelli/Allah'ın adem halindeki eşyaya "kün/ol" hi­


tabını bilmek,
3) Şeriat lisanıyla Allah'ın hitabını bilmek,
4) Varlıktaki kemal ve eksiklikleri bilmek,

5) İnsanın kendisini, hakikatleri açısından bilmesi,


6) Hayal ve hayal alemini, yani berzah, rüya, ama/belir­
sizlik alemini bilmek,
7) İlletler/Hastalıklar ve edviye/ilaçlarını bilmektir.
Bu son maddeyi açıklarken, bunun, müridlerin terbi­
yesiyle ilgilenen şeyhlerin ilmi olduğunu, bunların, ancak

16 Canu 1995, s. 157.


17 Birsam, mideyle akciğer arasındaki perdenin şişmesi ve kalp zarına yapışarak
beyin hArabiyetine sebep olan bir hastalıktır. Bu hastalığa yakalanana
"sersem oldu" da denir. Hastalığının bir adı da "zatu'l-cenb" hastalığıdır ve
hasta delüzyon ve sanrılarla karşı karşıyadır.
18 Hücviri 1982, s. 272; Cami 1995, s. 460.
19 Mesela bkz. Ankaravi 2008, s. 64-80.

237
------- TASAVV U F V E T I P ------

"kullanmayı kabul edenler"e fayda edeceğini belirtir. Bu


hastalıkların yeri, bazı nefıslerdir; akıllar değildir. Bunların
tedavisi, tabii ortamlarda halvette bulunup tefekkürü izale
etmeye çalışmak, zikre devam etmektir. İtikad hastalıkları,
akılların hastalıklarına girer. Genel anlamda akılların hasta-
lıkları bellidir. Bedenlerin hastalıkları da bellidir ve bunlar­
dan tabibler sorumludur.
Sufıleri ilgilendiren, manevi hastalıklardır. Bunları üçe
ayırır:
1) Sözlerdeki hastalıklar,
2) Fiillerdeki hastalıklar,
3) Hallerdeki hastalıklar.
Sözlerdeki hastalıkların en büyüğü olarak, "doğru söze
yapışmak'' gelir. Mesela, gıybette söylenilen, aslında doğru
bir sözdür, ama gıybetten nehyedildik. Nemime/söz taşıma­
da bir insanın söylediği söz aslında doğrudur ama bundan
da nehyedildik. Bir kimsenin eşiyle yatakta yaptığı şeyler,
evet olmuştur ve doğrudur ama anlatmak çok günahtır. İleri
gelen/büyük bir adama nasihat etmek de haklı/doğru yer­
de olsa bile, onun ayıp ve kusurunu ortaya çıkarıp insanlar
içinde utandırmak ve küçük düşürmek olduğundan ancak
cahillerin yapacağı bir şeydir; büyük bir fesada yol açabilir.
Bu durumun diğer örnekleri: İnsanlar ne yaptı, falanca niye
geldi, gibi kendisini ilgilendirmeyen şeyleri araştırmak üzere
sorulan sorular, yaptığı iyiliği söylemek, insanın çocukları­
nın hepsi için değil de bir sebebe binaen sadece birisi için
yaptığı bir şeyi diğerlerine söylemesi, sultan/devlet başkanı­
nın yağtığı dinen çirkin sayılan bir şeyin hükmünü onun için
değiştirmek gibi şeylerdir.

238
S E L İ M KA L B İ N F İ ZYOLOJ İ S İ

Fiillerdeki hastalıklara giren şeyler arasında, namaz gibi


ibadetleri ileri gelenler arasında yalnız başına olduğun za­
mandan daha güzel kılmak gibi şeylerdir ki bunların çaresi
Allah'ın bizi her an gözettiğini düşünmektir. Nitekim, Allah
Taala: "Bilmiyor mu ki Allah görmektedir"[Alak 96/14] ve
"O, sizin sakladığınızı da açıktan yaptığınızı da bilir"[En'am
6/3] buyurmaktadır.
Hallerdeki hastalıklara misal ise, insanın "salih/iyi" -
lerden olarak şöhret bulmak için nefsi arzuları olmasına
rağmen "salih" olarak bilinen insanlarla düşüp kalkmasıdır.
Gerçek iyi hal, belki de Cüneyd-i Bağdadi'nin tarif ettiği
bir arif olmayı gerektirir: Ona: ":Arif kimdir? diye soruldu­
ğunda, saydığı hasletler arasında "iyi ve kötünün çiğnediği
toprak gibi ve ayrım yapmadan sevdiği ve sevmediği her şeyi
sulayan bulut olma" olarak tanımlamıştır. 20
İbnü'l-Arabi, alemin imkanı, yani sonradan yaratılmış
olmasını da bu terimlerle anlatır. Ona göre bu, zati ve özle
ilgili bir mes'eledir. 2 1 Alemde sadece "illet ve malU.l/illetli"
vardır. Ulvi ve süfli vakitler, hastalıkların izalesi için/yok
edilmesi için devalardır ve aslında"iftikar"dan başka hastalık
yoktur. Yer ve göklerdeki her şey, Allah'a kul olarak gele­
cektir.22 Unutmamak gerekir ki Allah dışındaki her şey için
illetli/hasta olmak öz, sahih/sıhhatli olmak arazdır, yani,
kendi kendine vücut bulmayıp, başka bir cevherle meydana
gelen bir hal ve keyfiyettir. Bu cevher de Allah'ın sebebi sev­
dirmesidir. Ancak bu şekilde, yani "muhdes/sonradan olma"
bir şekilde sıhhatli olurlar ve muhdes oluşları sebebiyle de

20 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 3, ss. 572 -577. Ayrıca bkz. a. y. , c. 2, ss. 305, 673;c.
5, s. 134; c. 6, s . 318.
21 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 3, s. 395.
22 A. y. , c. 7, s. 451.

239
------- TASAV V U F VE T I P ------

sonludurlar. Sıhhat, kulun Allah'a nafilelerle yaklaşmasıyla


elde edilen özellikler arasındadır: Allah, bu şekilde sebep­
lere sarılan kulunun, işitmesi, görmesi, tutması ve yürümesi
olur; ondan hastalığı ve illeti giderir. Kulağı, işitilecek her
şeyi işitir. Gözü, görülecek her şeye nüfiiz eder. Eli, tutu­
lacak her şeyi tutar. Ayağı, her yere yürür. Haddizatında öz
itibariyle sıhhatli olan, varlığın Hakk'ın aynından başkası
olmadığını görendir. Bu durumda olan özü açısından illetli/
hasta değildir. 23
Tasavvuf kitaplarında bu kavramların kullanıldığı diğer
durumlara örnekler olarak şunları sunabiliriz:
1) İman ve tasdik, enbiya/peygamberler ve evliyayı
taklid üzere olmalı, işin künhünü/aslını anlamaya bile vakit
harcamadan sözlerine uymalıdır. Nasıl ki <levada da hazık/
mütehassıs bir tabib taklid edilir ve o ilaçlar nasıl bulunmuş,
neden onlar, vs. gibi sorular sorulmaz.24
2) Kur'an, ayetler ve hadisler, en güzel ilaçlardır. 25 İba­
detler, kalplerin ilaçlarıdır.26
3) Mizanda kullar, saadet ve şekavet/mutsuzluk (daha
doğrusu cennetlik ve cehennemlik oluş) açısından farklı
farklıdırlar. Kim saadette, kim şekavette olacak, Allah bilir.
Tabib, bir hastanın hastalığının hafif ve çaresinin mevcut
olduğunu; diğer hastanın hastalığının ağır ve çaresinin zor
olduğunu söyler ama bakarsın hastalığı ağır olan yaşar, hafif

23 A. y. , c. 4, s. 187.
24 Gazzill 140911988, c. 5, s. 158.
25 A. y. 1397, s. 58.
26 A. y. ts. , s. 154.

240
S E L İ M KA L B İ N F İ ZYOLOJ İ S İ

olan ölür. Mizan takvayı ölçer, takva d a kalptedir. Sahibi bile


bilmez; bilen Allah'tır.27
4) Allah'ın ölümü istemeyen kulunun canını alması, ta­
bibin akile hastalığına yakalanmış kimseye rahmeti gibidir;
elemsiz tedavi etmesi mümkün değildir.28
5) Muhasibi er-Riaye'sinde, bir insanın nefsini en güzel
şekilde terbiye ettikten sonra korkması gereken tek husus
olarak, riyayı zikretmekte ve bunu, elinde yara olan ve nice
uykusuz gecelerden sonra bunun bitkisel bir şifasını bulmuş
bir kişiye benzetmektedir.29
6) Gazz:ili'ye göre, dünya sevgisi, bütün hataların ba­
şıdır; çaresi zor bir derttir. İlacı, ahiret gününe iman, daha
önce ölen akranlarını düşünmek gibi hususlardır. 30 Mal ise
devası içinde olan bir hastalık gibidir. 31 Çünkü kalbin mala
aşırı meyleder ve infak yerine biriktirirsen hastalık; infak
edersen, ilaç olur. 32
7) Kalbi günahtan korumak da zor bir hastalıktır. İlacı,
gamızdır/çok gizlidir. 33
8) Uyku adabına uymak da zor bir hastalıktır. Hastanın
ilacın acılığına sabrı gibi sabır ister.34
9) İki türlü deva/ilaç vardır: Birisi Ammenin/umumi
olarak halkın ilacı, diğeri meliklerin/kralların ilacı. Mesela
tevbe, halkın ilacıdır. Hakk'ın kulunu görmesi, işitmesi gibi
27 A. y. 1412/1992, c. 4, s. 46.
28 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 6, s. 362.
29 Bkz. Muhasibi ts, ss. 421-424.
30 Gazzali 1412/1992, c. 4, s. 273; c. 5, s. 55.
31 A. y. , c . 4, s. 166.
32 A. y. 1409/1988, c. 5, s. 55.
33 A. y. , c. 5, s. 55.
34 A. y. , c. 5, s. 44.

241
------- TASAV V U F VE T I P ------

ilaçlar ise ariflerin ilaçlarıdır.35 "Sen atmadın, Allah attı."


(Enfal 8/17) ayeti, ilaç kullanımındaki duruma benzer bir
durumdan söz eder. Allah'ın ölümü istemeyen kulunun ca­
nını alması da, hastanın istemeyerek ilaç içmesine benzer.36
10) "Kalbin hastalıklarının en şiddetlisi i'rad/ayetlerden
yüz çevirmedir."37
11) Havatırın/Kalbe gelen düşüncelerin bazısında has­
talık vardır ve devaya ihtiyaç duyar. Bazılarında hastalık
yoktur. Bunlar, "selim hatır"dır. Onun için "Hastalandığım­
da bana şifa veren O'dur" (Şuara 26/80) derler.38
12) Başta Gazzali olmak üzere birçok sıifi, nefsin her­
hangi bir kötü huyundan bahsederken, onun çaresini, "kal­
bin hastalıklarının tedavisi", "kibrin tedavisi" "hasedin ilacı",
"makam sevgisinin tedavisi'', "medhi sevmenin ilacı", "zem­
den/yerilmekten hoşlanmamanın ilacı" gibi başlıklar altında
verirler. 39
13) Allah'ın nimetlerine şükredemeyen gafil kalplerin
ilacı, Allah'ın nimetlerini düşünmektir. Nimetleri düşünür­
ken, onunla birlikte bir belayı da düşünmeden edemeyen
aciz kalplerin ilacı ise sıifilerin yaptığını yapmak, yani çokça
hastahane veya kabir ziyareti yapmaktır. 40
14) Kendini ve halkı görerek Allah'ı unutmuş ve O'nun­
la kendisi arasına perde çekmiş kimsenin yapması gereken,
kendisini Allah'a yönlendirecek bir yol bulmak için uğraş-

35 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 3, s. 354.


36 A. y. , c. 3, s. 625.
37 A. y. , c. 8, s. 281.
38 A. y. ' c. 8, s. 278.
39 Bkz. mesela Gazzali 1412/1992, c. 3, ss. 79vd, 445-451, 554, vs.
40 A. y. , c. 4, s. 196.

242
S E Lİ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ

maktır. Beyazid Bistami'nin böyle bir durumda ne yapılma­


sını tavsiye ettiği bir hikaye şöyledir: Beyazid Bistami'nin
toplantılarının hemen hepsine katılan Bistam'ın ileri gelen­
lerinden birisi bir gün ona: "Ben 30 senedir her gün oruç
tutuyor, geceleri de uyumayıp hep namaz kılıyorum. Ama
senin anlattığın şu ilimlerden hiç birisi benim kalbime gel­
miyor: Oysa ben bunları tasdik ediyor ve seviyorum."
Bistami ona şöyle dedi: 300 yıl oruç tutsan ve geceleri
de namaz kılsan yine de bu beklediğinin zerresine kavuşa­
mazsın, dedi.
Adam: Ama neden? diye sordu.
Bistami: Çünkü sen nefsinle perdelenmişsin, dedi.
Adam: Peki ilacı nedir? Öğret ki uygulayayım, dedi.
Bistami: "Öğretirim ama kabul etmezsin'' dediyse de
adam diretince şöyle dedi: Şu an hemen bir kuaföre git, ba­
şını ve sakalını traş ettir. Üzerindeki kıyafetini çıkar ve bir
aba giy. Boynuna cevizlerin dizili olduğu bir halka tak. Ço­
cukları etrafına topla ve onlara: 'Kim bana tokat atarsa ona
her attığı tokat için bir ceviz vereceğim' de ve çocuklar sana
bunu yaparken seni tanıyan ve tanımayan insanların bunları
gördüğü sokaklara dal, dedi
Adam: Sübhanallah! Benim gibi birisine mi bunu yap­
masını söylüyorsun?, dedi
Bistami: Şu an Sübhanallah demek şirktir.
Adam: Neden?
Bistami: Çünkü şu an sen Allah'ı değil, kendini tazim
ettin.

243
------- TASAVV U F VE T I P ------

Adam: Bunu yapamam, başka bir şey öğret, dedi.

Bistami: Ben demedim mi kabul etmezsin gösterdiğim


yolu. Hayır, önce bununla başlamalısın, dedi.

İşte kendi kendine bakma illetine ve halkın kendisine


bakması hastalığına tutulan kimsenin devası budur.41

15) Müshilin hastanın içindeki zararlı maddeleri te­


mizlemesi gibi, zikir de kalbi ve ruhu, manevi hastalıklardan
temizler.42 Halvet de tabibin verdiği müshil gibidir.43 Ruhu
temizler.

16) Bazen büyük bir derdin devası, değeri düşük bir


şeyin içinde de gizli olabilir. Herkes yaptığı işte, kendi der­
dine uygun bir deva arar. Derdin devası, değersiz bir şey ise,
değerli olan işe yaramaz. Misk ve zeytinyağı karışımının ge­
rekli olduğu yerde, inci ve mercanın faydası olmaz. 44

1 7) İçki içmek, zina etmek, adam öldürmek, gıybet,


kibir, hased gibi günahlardan birisine gereken cezaları has­
retmek/sınırlamak mümkün değildir. Ehil olmayana/anla­
mayana anlatmak da devayı yerinde kullanmamaktır. Böyle
bir durumda bir alimin -salahiyetli bir tabibin ateş, nabız
ve tansiyon (ANTA) vasıtasıyla teşhis koyması ve ona göre
ilaç hazırlaması gibi- [dinin verdiği kesin cezaya ek olarak]
duruma göre bir ceza bulup uygulatması gerekir. 45

18) Günahta ısrar edenler için, ısrar düğümlerini çöze­


cek ilaçlar vardır.46

41 A. y. , c. 4, s. 548.
42 Gökbulut 2010, s. 240.
43 A. y. , s. 229.
44 Hücviri 1982, s. 82.
45 Gazzali 1412/1992, c. 4, ss. 84-85.
46 A. y. c. 4, ss. 76vd.
,

244
- S E Lİ M KALB İ N FİZYO LOJ İ S İ

19) Başı ağıran al.im, o anda nasıl bilgilerini hatırlamaz­


sa, Rabbinden uzaklaşarak nefsi kirlenen insan da o haliyle,
Elest bezmindeki bilgilerini hatırlamaz. Nefis temizlenince
bütün bilgiler ve hatıraları geri döner.47
20) Aslında nefsin hastalıklarından hased/kıskançlık
gibi hastalıklarda, işe yarayacak tek bir ilaç vardır, o da var­
lığın tek bir ev olduğu, herkesin Allah' ın ehli ve dolayısıyla
hiç kimsenin başkalarına göre "öteki" olmadığıdır.48
21) Tasawufta, iyi hasletli insarılar; "şifa" ve "ilaç"a, kötü
ahlaklı insarılar; "hastalık" a benzetilirler: Bazı arkadaşlar
vardır, gıda gibidir; orılarsız yapamazsın. Bazıları vardır, ilaç
gibidir; bazen ihtiyaç duyar, bazen duymazsın. Bazılarıysa
hastalık gibidir, hiç ihtiyaç duymazsın. 49
22) Eflaki, Mevlana'nın neden Mesnevtyi yazdığı­
nı: ''Anadolu halkı, zevk ehli ve şirin sözlüdür. Güzel söze
mefrundurlar. Bunun için arılara ilahi bilgiyi şiir halinde
sunmalıdır. Nasıl ki çocuğa ilaç içirmek isteyen tabib, onu
şerbet içinde verir" cümleleriyle arılatır.50
23) "Hastalık" kelimesiyle ilgili olarak, sufi dilinde bir
de "imtihan'' ve "bela" terimleri vardır. İmtihan, Allah'ın ku­
lunu çeşitli şekilllerde denemesidir ki genelde manevi olur.
Bela ise Allah'ın dostlarının bederılerini çeşit çeşit meşak­
kat, hastalık ve dertle imtihan etmesidir. Belanın mertebe­
si imtihandan büyüktür. Çünkü tesiri hem beden, hem de
ruhta görünür. 51
47 A. y. , 1414/1994, c 3, s. 73.
48 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 2, s. 673.
49 Gazzali 1412/1992, c. 2, s. 268; A. y. 1409/1988, c. 5, s. 82. Ayrıca bkz. a. y.
1414/1994, c. 3, s. 55.
50 Eflaki 1986, ss. 193-194.
51 Hücviri 1982, s. 439.

245
------- TASAVV U F VE TIP ------

Bu ve benzeri örnekler, bütün tasavvufun dert ve şifa


terimleriyle anlatıldığı ve anlatılabileceği, sufilerin beden
sağlığını zahiri sağlık, ruh sağlığını da hatmi sağlık olarak
ele alıp birlikte düşündüklerinin delilleri olarak karşımı­
za çıkar. Haddizatında, her manevi hastalık, ruhun olduğu
kadar bedenin de sağlığını bozar. Mesela, öfkesini kontrol
edemeyenin, tansiyonu yükselir. Bu yükselmeler sıklaştıkça,
tansiyon kronik bir hal alır. Üzüntüsünü kontrol edemeyen
de sonunda birçok hastalığın davetçisi olan diabet/şeker ve
tansiyon gibi hastalıklarla pençeleşmek zorunda kalır. Öbür
taraftan, bedeni rahatsızlıklar da ruhu etkiler ve zayıf dü­
şürür. Devamlı ve çaresiz hastalıklara düşen birisi, sonunda
sabrını kaybedip Allah'a isyan edebilir. Bu ve benzeri du­
rumlar, iki türlü sağlığın birbirinden kesin hatlarla ayrılama­
yacağını göstermeye kafidir sanıyoruz.

A. iV. Hıfıu's-Sıhha (Sağlığı Korumak): Şeriat İlmi


Şeriat/din, insanın sağlığını koruyan hıfzussıhha ku­
ralları gibidir. Meleklerin Allah'a ibadet etmekle övünme­
lerini, yani fahr hastalığını tedavi için onlara insana secde/
saygıyı emreden Allah, insanlara da Kabe'ye secdeyi emret­
miştir. Bu, hıfzussıhha nevinden bir şeydir.52
Tabibu'l- Ervah olan şeyhler şeriat, tarikat ve hakikat
olmak üzere üç ilimden Allah'ın kendilerine bolca vermiş
olduğu kimselerdir. Verilen bu bilgi, "vicdani itidali kalb" de­
mek olan mizac-ı manevinin itidalini ortaya çıkırır. Tesiri,
ruhuna ve sırrına geçen illetler ve hastalıkları tedavi edecek
düzeydedir. Mesela, şeriat ilmi; bedenin, sıhhatliyse sıhha­
tinin kendisiyle korunduğu, sıhhat yoksa geri getirilmek için

52 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 8, s. 37.

246
S E L İ M KAL B İ N F İZYOLOJ İ S İ

çalışıldığı "Suveri/Şekli Tıb"daki mizaca iyi gelmeyen yeme


ve içmeden sıhhati korumak mesabesindedir. Mesela, be­
dene bazı keyfiyet ve ahlat/hıltlar fazla geldiği zaman; hıf­
zu's-sıhha/sıhhati, mizacın itidalini korumak için çalışmak
fayda vermeyecektir. Hatta sıhhatli iken kendisine yetecek
miktar, hastayken fazla gelebilir. Hipokrat'ın dediği gibi
"Temiz olmayan bedene, her gıda verişinde, onun hastalığı­
nı artırmaktan başka bir şey yapmazsın." Bu durumda yani,
hıltlardan birisinin fazlalığı söz konusu olduğunda, keyfiyet­
teki sapmalar gibi hastalığa yol açan sebepleri ortadan kal­
dırmaya yarayacak ilaç kullanmak gerekir. Yeme ve içme yo­
luyla sağlığı korumakla da yetinilebilir. Aynı şekilde, ruhani
olarak da nefs-i emmarenin hükümleri galib geldiği, kalbin
müzmin hastalıkları mesabesinde olan zulmani perdeler yo­
ğunlaştığı zaman, şeriatin önerdiği ve adaletin korunması
için emredilmiş olan muayyen söz, fiil, hareket ve hareket­
sizlikle yetinilmeyip bu perde ve karanlıkları giderecek daha
farklı söz ve fiiller, hareketler, vs. gerekir. Perdeler; hakiki
kalbi sıhhat ortaya çıkıncaya kadar, uygulanması gereken
kökler, macunlar, şerbetler, kavli, fiili, hali ve hakiki ilaçlar
gibidir. Kalbi sıhhati korumak için şer'i ilaçlarla yetinilebi­
lir. Ama bu ancak perdeler ve sapmaların tahakkümünden
öncesi için geçerlidir. Çünkü şeriatın tayin ettiği yüküm­
lülüklerle yetinme, bu sapmaları önleyecek derecede tedavi
edici değildir. Salik/Tasavvuf yolunun yolcusu, matlubuna
ulaşmak için daha fazla pratiğe ihtiyaç duyar. Nitekim, bazı
insanlar sadece şeriatın iltizam ettiği ibadet, zikr, tilavet gibi
yükümlülükleri yerine getirirken dahi ucb/kendini beğenme
ve diğer kötü ahlaklara düşmeden kurtulamazlar.53 Buradan
sonrası, tarikat ve hakikat ilminin başArabileceği iştir.
53 Bkz. Bkz. Fergani 1428/2007, s. 121-122; Kiişani 1425/2004, s. 283-284.

247
TASAVV U F V E T I P -------

A. V. Emrıizu'l-Kulôh/Kalhin Hastalıkları
Tasavvuf kitaplarının hemen hepsinde karşılaştığımız
bir tabir "kalbin hastalıkları"dır. Tasavvufta en çok vurgu­
lanan Kur'an düstı1rlarından birisi, Allah'ın karşısına "selim
bir kalple gelme" hali hariç, insana ne malı ne de evlatları­
nın fayda vermeyeceğidir.54 "Kalplerinde hastalık vardır; Al­
lah hastalıklarını artırmıştır"55 ayetinde de buyrulduğu gibi,
mezmı'.im huylardan kurtulamayanlar, kalplerinde hastalık
olan ve bu hastalıktan kurtulmak için nefis tezkiyesi yap­
mayan kişilerdir. Vücutta her uzuv, kendisine has bir işlev
için yaratılmıştır ve bu fiili değil de başka bir fiili işler hale
gelmişse o uzvun hastalığından söz edilir: Elin hastalığı;
tutamaması, gözün hastalığı; görememesi, ayağın hastalığı;
yürüyememesi, vs. dir.
Kalbin hastalığıysa, kalbin; ilim, hikmet, marifet, Allah
sevgisi, ibadet, O'nun zikrinden lezzet almak ve bunu her
türlü arzusunun üstünde tutmak gibi işlevleri yapamaz hale
gelmesidir. Çünkü kalp bunlar için yaratılmıştır. 56
İbnü'l-Arabi'ye göre " . . . . Kalplerinde hastalık bulunan­
lara gelince onların pisliğine pislik katar (küfürlerini artırır)
ve kafir olarak ölürler" (Tevbe 9/125) ayetini en iyi anla­
yanlar, bir bitki kökünün bir mizaca iyi gelirken diğer bir
mizaca iyi gelmediğini bilen tabiblerdir. Bu ayeti anlamayı
en çok hak eden onlardır. Çünkü kalplerin tıbbında da aynı
kural geçerlidir: Kalblerin tabibi de kalblerin emin olduğu
ve korktuğu şeyleri bilir ve ona göre hareket eder.57 Kur'an
bile, kalbinde hastalık olan birisine iyi gelirken diğerinin an-

54 Şuara 26/88-89 ..
55 Bakara 2/10.
56 Gazzill 1412/1992, c. 3, ss. 101-106.
57 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 6, s. 493.

248
S E L İ M KAL B İ N F İZYO LOJ İ S İ

cak kalbinin hastalığını artırınca, diğer öğüt ve nasihatler


için de aynı mikyas geçerli olur.
Kalbin hastalıklarının çaresi, marifetullahtır. İnsan be­
deninin saadeti sıhhatte, helaki hastalıktadır. Kalb/ruh da
böyledir. Nasıl ki tıbbi bilgileri nübüvvetin bir hassasıyla bu
bilgilere sahip olmuş enbiyadan[?]58 almış olan tabiblerin
verdiği ilaçların te'sirini insanların akılla anlamaları müm­
kün değildir ve anlamadan takliden kullanırlar, aynı şekilde
peygamberlerin verdiği ilaçlar olan ibadetlerin tesiri de ak­
len anlaşılmaz, takliden yapar ve doğru olduğunu anlarsın.
Nasıl ki ilaçlar muhtelif miktarda maddelerin karışımıyla
meydana gelir, kalplerin ilacı olan ibadetler de muhtelif şekil
ve miktarlarda tarif edilmiştir. Hepsinin bir sırrı ve hikme­
ti vardır. Nasıl ilaçların temeli olan asılları ve mütemmim/
tamamlayıcı olan zevaidi/fazlalıkları varsa, ibadetlerin de
aslı olan farzlar ve tamamlayıcısı olan sünnet ve nafileleri
vardır.59 Dünyadaki hastalıkların dünyayı karartması gibi,
kalbin hastalıkları da ahireti karartır. 60
İşin acı yönü şudur ki kalpleri hasta olanlar, bedenleri
hasta olanlardan sayıca daha çokturlar ama bunlar kendile­
rinin hasta olduklarını bilmemektedirler. Çünkü bu hasta­
lıklarını tanımamaktadırlar. Ayrıca bedeni hastalıkların ak­
sine, bu hastalıklar fiziki gözle görülebilecek hastalıklardan
da değildir ve ve tedavileri de daha güçtür. Mesela, yüzünde
baras hastalığı olup da aynası olmayan, yanındakilerin de
bu hastalığı tanımadığı bir insan gibi hastalıklarından ha­
bersizdirler. Böyle bir durumda tedavinin ilk adımı, iyi bir

58 Sanırız "etibbıidan" denmek isteniyor; baskı hatası olabilir.


59 Gazzali ts, s. 154.
60 A. y. 1414/1994, c. 4, s. 94.

249
--- TASAV V U F VE T I P ------

tabib/ilim aramaktır. Kalbin ilacının ikinci basamağı, onu


tefekküre sokmaya çalışmaktır. 61

A. VI. Emnizu'n-Nefs veya İlelü'n-Nüfôs/Nefislerin


Hastalıkları
Tasavvuf kitaplarında, kalbin hastalıklarının başka bir
adı olarak "nefsin hastalıkları" kavramı geçer. Bunlar, insan
nefsinde yer etmiş, haset/kıskançlık, öfke, kin gibi kötü huy­
lardır. Bu hastalıklar, daha önce ''.Afiyet ve Hastalık, ( . . . . ) İlel
ve Edviye" başlığında da geçtiği üzere sözlerde, fiillerde veya
hallerde ortaya çıkanlar olmak üzere üç ana grupta topla­
nabilir. 62 İnsanın Rabbinin değil, nefsinin emirlerine itaat
etmesinin sebebi, dünyaya geldiğinde Rabbini değil, nefsini
görmesi ve böylece kötü huy ve hastalıklara sahip olmasın­
dandır. 63
Tasavvufun gayesi, bu kötü huylardan, hastalıklardan
korunmak ve kurtulmaktır. Bu sebeple, burada detaya gir­
mek demek, bütün tasavvufu anlatmak demek olacağından
bu kadar işaretle yetiniyor ve insanın mutluluğunun şehvet/
arzular, öfke ve ilim kuvvetlerinin iyi yönetilmesine bağlı ol­
duğunu hatırlatıyoruz. 64

61 Gazzili 1412/1992, c. 4, ss. 78-92, 214


62 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 3, ss. 572 vd. ; c. 2, ss. 305, 673; c. 5, s. 134; c. 6, s.
318.
63 A. y. , c. 1, s. 607.
64 Bkz. Gazzili 1409/1988, c. 5, s. 130-131.

250
S E L İ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ

A. VII. En-Nüfılsu'l-Merida/Hasta Nefisler


Nefsin hastalıklarından bir veya birkaçına yakalanmış
nefisler, hasta nefislerdir. Nitekim, Allah (c. c.), "Nefsini te­
mizleyen felaha ermiş, kirleten zarara uğramıştır"65 buyur­
muştur. Nefsi temizlememek, şekavet sebebidir.66 Hasta ne­
fislerin hastalıkları farklı derecelerdedir. Bazıları, menzilin/
dünyanın tesirini hafif olarak hissetmiş az hasta olmuşlardır,
bazıları çok hissetmiş çok hasta olmuşlarıdr. Az hasta olan­
ların tedavisi için az, çok hasta olanların tedavisi için çok
çalışmalıdırlar. Burada en önemli problem, hakikatleri kav­
ramada ortaya çıkar: Hasta nefisler, ilim öğrenmek için bü­
tün ömür boyu ilim tahsiline mecburdurlar. Hatta, mizaçları
çok bozuk olanlar bütün günlerini ilimle geçirseler bir şey
anlayamazlar. Hastalığı hafif olanların ise, illeti zayıf, şer­
ri ince, örtüsü ince ve mizacı sıhhatli olduğundan ilim için
uzun çalışmaya ihtiyaçları yoktur. Biraz etüd ve tefekkür
onları eski hallerine döndürmeye yeter: Hidayetlerine döner,
birçok şeyi bilir, hased, kin gibi dünyanın fuzuli işlerinden
kurtulurlar. Çünkü talim, nefsin cevherine dönme ameliye­
sinden ibarettir. Bu sebepledir ki bir alimin başı veya göğsü
ağırdığı zaman bilgilerini hatırlamaz ama iyileşince hatırlar.
Bu demektir ki ilim yok olmaz; sadece unutulur ve hatırlat­
ma ameliyesi olan tezkiye ile tekrar hatırlanır. Zaten ilham
da, bütün ilimleri içeren külli nefsin, cüz'i nefse saflığı ve
istidadı nisbetinde bir hatırlatmadır. Nitekim, ledünni ilm
mertebesine vasıl olmuş olanlar, az çalışır/etüd eder, çok şey
bilirler; az yorulur uzun dinlenirler. 67

65 Şems 91/9-10.
66 Gazzii.l.i 1414/1994, c. 4, s. 94.
67 A. y. , c. 3, ss. 71-73.

251
------- TASAV V U F V E T I P ------

Manevi hastalıkların tedavisinin de bedeni hastalıklar­


da olduğu gibi içeriden ve dışarıdan olmak üzere iki yolu
vardır. İçeriden olanı, insanın nefsinden harekete geçirdiği
öfke, hüzün, kin gibi rahatsızlıkları kontrol altına almasına
yarayan kendisini hesaba çekme ve tefekkürdür. Dışarıdan
olanı ise başkasından dinlediği ve bu tür rahatsızlıklara fay­
dası olabilecek sakinleştirici, ahlak bozukluğunu ıslah edici/
düzeltici nasihatlerdir.68 Bu uygulamalar, başlangıcından (II/
VIII. asır) beri, Tasavvuf'un ele aldığı ve ileride ele alınaca­
ğı üzere birer "tabib" gibi davranan şeyhler vasıtasıyla uy­
gulanan nefis tezkiyesi/terbiyesinden başka bir şey değildir.
Günümüzde bu tür "nasihat"ler, kısmen psiko-terapist veya
"yaşam koçu" adı verilen rehberler tarafından verilen terapi­
lerin bir parçasıdır;
İnsanın dünya ve ahiret mutluluğu üç şey üzerine ku­
rulmuştur: Şehvet!futku, öfke ve ilim kuvveti. Bunların azı
da çoğu da hastalıktır; insanı helak eder ve mutsuzluğa sü­
rükler.69 Her şeyde olduğu gibi burada da mutavassıt olmalı,
yani orta yolu tutmalıdır. Sufi, şeyhin sohbetine/yoldaşlığına
yapışarak bolca güzel haller yaşar, kalbinden hayat suyu pı­
narları coşar ve nefsi/ruhi saadeti elde eder.70 Nefs-i emma­
reye meyletme, kalbin mutluluk ve mutsuzluğunu etkileyen
illetli/hastalıklı bir durumdur.71 Tasavvuf, üzüntü, sevinç
gibi "bütün halleri yaratanın yüce Allah olduğunu, O'nun
fiiline karşı hasımane tavır takınmadan katlanmak ve böy­
lece kalbi ıstıraba sokmamak gerektiğini, doğru itikadın bu
olduğunu öğretir. 72
68 Mesela bkz. Belhi 2012, s. 438
69 Gazzali 1409/1988, c. 5, s. 130.
70 Sühreverdi 1426/2005, s. 77.
71 A. y.ss. 263, 264.
,

72 Hücviri 1982, s. 272.

252
S E L İ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

İnsanlar, bedeni hastalıkları için: "Tabibin dediğine


uydu iyileşti; muhalefet etti hastalığı arttı" derken, mücerred
tabibi değil tabibin gösterdiği sıhhat yolunu kastetmekte­
dirler. İşte takva da böyledir; kalpten hastalıklar onunla gi­
derilir. 73 Diğer başvurulacak çareler, zikir, fikir ve Allah'tan
başkasından yüz çevirmektir. Bunları yapmaya engel olan
hastalık ise insanın nefsinin arzuladığı şeyler (şehevat) ve
dünya hırsıdır. Bu hastalıklardan kurtulmaya bakmalıdır.
Nitekim, tabib de hastasını, verdiği ilaçların neden/nasıl iyi
geldiğini araştırmadan ilaçları kullanmaya teşvik eder.74 Na­
sıl ki bedeni hastalıkları çok şiddetli veya müzmin olanlar,
tedavi için de uzun zamana muhtaçtırlar, nefsi hastalıkları
çok şiddetli veya eskiden beri düçar olunan türden olanlar
da, bunların tedavisi için daha uzun süre ve daha büyük bir
azime ihtiyaç duyarlar.75

A. VIII. Etibbıiu'n-Nüfôs/Ne6slerin Tabibleri:


Peygamberler, Şeyhler ve .Aumıer
Tasavvuf literatüründe tabib, bazen Allah, bazen Pey­
gamber, şeyh veya alimleri ifade etmek için kullanılır. Bunun
örnekleri aşağıda sunulmuştur:
1. Tabib Olarak.Allah ve MükellefTuttuğu Şeyler
Hz. Ebu Bekir'in kendisine: "Tabib çağıralım mı?" di­
yenlere: "Tabib beni hasta etti (zaten; başka kimi çağıracak­
sınız ki?)" sözündeki "tabib"den kasıt Allah'tır.76 Bu sebeple,

73 Gazzili 1414/1994, c. 4, s. 94.


74 A. y. ' c. 4, ss. 94-96.
75 Muhasibi ts, 69-70.
76 Bkz.Gazzili 1412/1992, c.4, s. 439; İbnü'l-Arabi 141411994, c. 7, ss. 496-
498. Sözün hangi bağlamda zikredildiği konusu daha önce "Tedavinin
İmkanı" konusu işlenirken geçmişti.

253
------- TASAV V U F V E T I P ------

insanın A11ah'ı, yani (sıhhat gibi nimetleri) ihsan edeni sev­


mesi, kendisinin sıhhatine vesile olabilecek tabibi sevmesi
gibidir.77
Kulun yaratıcısıyla ilişkisi, hastanın tabible ilişkisine
benzer. Aliah'ın emirleri bazen bir kişinin o anki faydasına
değilmiş gibi görünebilir ama bu, ilaç gibidir; ilacın da tadı
bazen hoş olmaz ama bedenin sıhhati için gereklidir. Al­
lah'ın kullarına emir ve yasakları, tabibin hastasına yazdığı
tedavi reçetesi gibidir. Tabibin emrettiğini yapıp yasakladı­
ğından sakınan kişi sıhhate kavuşur. Nitekim, insanlar, "ta­
bibin dediğine uymadı, muhalefet etti, hastalığı arttı" derler.
Burada mesele, tabib değil, söylediği Tıp kuralıdır; ihlal edi­
len, tıb kuralıdır ve hastalığı artıran da budur. 78 Hastanın
harareti yüksekse, tabib harareti düşürücü şeyler verir. Ken­
disinin bunları içmeye ihtiyacı yoktur. Tabib, sadece "mür­
şid ve rehber"dir. Hasta bunu uygularsa şifa bulur. Uymazsa,
hastalığı devam eder ve ölür. 79
Hasta, tabibin bilgisine, uzmanlığına, merhamet ve şef­
katine güvenir ve inanırsa, onun verdiği ilacın en iyi ve şifalı
ilaç olduğunu kabul eder, içer. Nefsinin arzu ve isteklerinin
ruhuna ve kalbine hastalık sebebi olduğuna kesin olarak
inanırsa, elbetteki bütün işlerini Alim, Rahim ve Hakim Al­
lah'a bırakır, tabibe teslim olduğundan daha büyük bir tesli­
miyetle O'na teslim olur. Onun emrettikleri ve önerdikleri,
hoşuna gitmese bile, hatta istediği her şeyi istediği kadar
vermemiş olsa bile büyük bir şevkle yapar; hoşuna gitmeyen
ve eksik diye düşündüğü şeylerde O'nun bir hikmete binaen
bunları yaptığını düşünür. Nitekim, tabib de bazen, suyun
77 Gazzali 1412/1992, c. 4, s. 456.
78 Gazzali 1414/1994, c. 4, s. 94.
79 A. y. , c. 4, ss. 93-94.

254
--- S E Lİ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

zarar vereceğini bildiği hastasına su vermez ama bu onun


sıhhati ve menfaati içindir ve tabibin hastasının "lezzet al­
masını" değil, sıhhatini düşünmek durumundadır. 80
Tabib teriminin Allah'ı göstermesiyle ilgili diğer ör­
nekler, Birinci Bölümde tedavi ve şifa bölümünde, Allah'ın
eş-Şafi ismi üzerindeki tahlillerle ele alındı.
2. Tabib Olarak Enbiya/Peygamberler
(aleyhimü's-selam)
Bu konuyu en açık ve öz bir şekilde izah eden sufılerin
başında Gazzali gelir. Ona göre, hastalıkların bozmasıyla
mizacı değişmiş olan nefisleri tedavi edenler, hasta nefislerin
veya kalplerin tabibleri olan enbiyadır. 81 Peygamberler, kalp
hastalıklarının tabibleri ve ilaç arayanın baş vuracağı yerler­
dir. 82 Nasıl ki suveri/şekli, bedeni tıbda tabib, çareyi söyler ve
gerisine karışmaz; uyarsan iyileşir, uymazsan hasta olmaya
devam edersin. İyileşmende onun bir çıkan da yoktur. Aynı
şekilde, Allah da senin ibadetinden müstağnidir; uyarsan
nefsini kurtarır, uymazsan, helak edersin. Bunda O'nun da
peygamberinin de bir çıkan da yoktur. Allah, şifaya nasıl
sebeb yarattıysa, saadete de öyle sebep yaratmıştır. Bura­
da çok önemli diğer bir nokta, tabibin ilacını alan kimsenin
bu ilaçla hastalık arasındaki ilişkiyi araştırmaya gerek gör­
meden kullanmaya başlamasıdır. Sadece bu konuda uzman
olan bazı kişiler araştırır ama bu bir kural değildir. Gerekli
de değildir. Aynı şekilde, peygamberlerin getirdikleri emir­
lere uyanlar da, bunların sebeplerini fazla araştırmaz ve pey-

80 İbrahim Hakkı 1974, c . 1, ss. 135, 142.


81 Gazzali 14121992, c. 1, s. 56; a. y. 1414/1994, c. 3, ss. 71-72; a. y. 1409/1988,
c. 7, s . 19 .

82 A. y. ts, s. 154.

255
------ TASAVV U F V E T I P ------

gambere güvenir. Sebeplerini anlayacak zekası olanlar varsa,


onlar taklid etmeyip araştırabilirler ama gereksizdir. 83
Sultan Veled de: "Balçıktan yapılmış bedenin hekim­
leri olduğu gibi canla gönlün de hekimleri vardır ki onlar
peygamberlerdir, erenlerdir. Hekimler 'şunu ye, onu yeme
de beden hasta düşmesin, güçlensin' derler. Peygamberlerle
erenler de 'bunu yap, şunu yapma da can, arı-durubir ha.le
gelsin , gelişsin' derler. Bu yüzdendir ki, esenlik ona, Mus­
tafa, 'ilim ikidir: Bedenler ilmi, dinler ilmi' buyurur" başlığı
altında:
Bu hekimler sudan-topraktan meydana gelmiş bedenin
hekimleridir; o sevgililer de canla gönül hekmleridir.
Şu hekim sana: "Yoğurt yeme de balgam çoğalmasın"
der.
Öbürü de: "Gel der, yalan söyleme, kanaat sahibi olma­
ya bak, haram peşinde koşma
Böylece suçlara bulaşmaktan arın da melekler gibi göğe
ak."
Bu: "Arı-duru şarabı iç de ihtiyarlıktan güzelleş, genç­
leş."
Öbürü de: "Yemeyi-içmeyi azalt da, der, beden arıklaş­
sın, can güçlensin."
Bu "şu hastalığa yarayacak ilacı ye de der, mizacındaki
tikene dönen hılt geçsin- gitsin."
Öbürü de: "öfkenden, kinden vazgeç de der, din fidan­
lığından meyveler bitsin."

83 A. y. 1414/1994, c. 4, ss. 94-97.

256
S E L İ M KALB İ N FİZYOLOJ İ S İ

Bu: "Güzel gıdaları ye, yoğun yemeklerden sakın" der.


Böyle hareket et de yüzün gül gibi olsun-açılsın; ayın
ondördü gibi parlak ha.le gel",
Öbürü de: "Namazı çoğalt da ululanmayı azalt, niyaz
etmeyi ziyadeleştir.
Böylece şu zindana benzeyen dünyadan kurtul, melek
gibi illiyyine yücel."
(. . . . . . . . .)
Şeklinde bedenlerin hekimleriyle gönül/canların
hekimlerini kıyaslarken Gazza.li'nin dediklerini tekrar eder
gibidir. 84
Peygamberlerin verdiği ilaçlar, şefkatli ve hazık/uzman
bir tabibin kendi oğlu için hazırladığı ilaclara benzer. Şöyle
ki: "Hiç hastalık görmemiş bir adam hasta olsa, bu kişinin
kendisine şefkatinden şüphe olunmayan babası da çocuklu­
ğundan beri nasıl iyi bir tabib olduğunu duyduğu birisi olsa
ve kendisine ilaç yapıp 'bu hastalığına iyi gelir ve seni tedavi
eder' dese, bu evladın ne yapması gerekir?" sorusunu soran
Gazzali, kendi sorusuna "Tabii ki hiç düşünmeden ilacı iç­
mesi gerekir. 'Bu ilaçların hastalıkla ilgisini kuramadım ve
denemedim' deyip içmese, basiret ehli onu ahmak sayar" di­
yerek, aynı tutumun, bize müşfıkliğinde şüphe olmayan pey­
gamberin reçetelerine karşı gösterilmesi gerekttiğini söyler.
"Peygamberin müşfıkliğini nerden bilirim?" diye şüphecilik
gösterene de Gazza.li'nin cevabı hazırdır: "Babanın şefkati
neyle bilinirse, onun şefkati de öyle bilinir: Onun müşfik­
liği, zahiri duyularla anlaşılmayacak olduğu halde hallerin-

84 Sultan Veled 2001, s. 166-167.

257
TASAVV U F V E T I P ------

deki karinelerden, yaptıklarının çıkış ve varış noktalarını


müşahede etmekle zaruri bir ilimle bildin. Rasulullah'ın
halkı irşad, din ve dünya hayatlarını ıslah için söyledikleri
ve yaptıklarıyla ilgili hadisler de sende onun şefkati ve ve
onun bu şefkatinin babanın şefkatinden daha büyük olduğu
konusunda zaruri bir ilim oluşturmalıdır."85 insanların arala­
rındaki anlaşmazlıklarda da tek ilaç Peygamber'in getirdiği
kitap ve onun sunduğu ölçülerdir.86
Gazzali, İhya, el-Münkız ve birçok risalesinde bu ve
benzeri konuları sıkça dile getirir ve konuyla ilgili birçok
örnekler sunar: Tabib, hastasına: "Soğuk su sana zararlıdır"
dese, soğuk su da hastanın en çok sevdiği şey olsa, yine hı -
rakır. Hatta tabib Nasrani/zımmi bile olsa tavsiyesine uyar.
Zaten verdiği ilacı kullanmıyorsa onun üstünlüğünü ve ta­
bibliğini kabul etmiyor demektir. "Tıbb'ına hiçbir mucize
sunmamış olan tabibe böyle dikkatlice ittib:iınla (ruhani
tıbbına) mucizeler sunmuş olan bir peygambere ittib:iını bir
karşılaştır; yaptığından utanırsın" diyen Gazzali, şöyle de­
vam eder: "Tabib, Allah ve peygamberlerden daha iyi bilen
ve daha doğru sözlü değildir. Tabibin h:izıklığına ve tıbbın
aslına inandığın gibi peygamberin sıdkına inanmayan hüs­
randadır. Tabibin sözü, sadece bu dünyada mutluluk geti­
rebilir. Peygamberin sözüyse, ebedlerin ebedi mutluluktur.
Tabibler bozulursa, hastalıklar çaresiz kalır."87
Benzeri değerlendirmeleri, İbnü'l-Arabi gibi diğer
büyük sufı:lerde de görmek mümkündür: Peygamber ve
ümmeti arasındaki ilişki hastayla tabib arasındaki ilişkiye

85 Gazzali ts, s. 164.


86 A. y. 1414/1994, c. 3, s . . 33.
87 Bkz. a. y. 1412/1992, c. 4, ss. 53, 76, 77, 79, 84-92.

258
S E L İ M KAL B İ N F İ ZYO LOJ İ S İ

benzemektedir. Nebi, akile hastalığına yakalanmış kişinin


ayağını kesen tabib gibidir. 88
3. Tabib Olarak Şeyhler

Şeyh, bir sılfiye/dervişe seyr ü sülılkunda/Allah'a olan


yolculuğunda rehberlik eden üstaddır. Derviş kendi ruhuna
ve manevi gelişimine yardımcı olacak bir şeyhi ararken, en
başta ruhen kendisine yakın bir şeyh arar. Şeyh, onu kendi
yerine koyacak, kendi ruhunu nasıl eğittiyse onu da öğle eği­
tecektir. 89 Bu açıdan aralarında ruhi benzerlik ve uyumluluk
olması şarttır. Nitekim, Psikiyatri ilminin verilerine göre,
müridin burada yaptığı idealize (ileride kendisi gibi olabi­
leceğim birisi), aynalama (tümüyle beni anlayan birisi) veya
ikizlik (ileride kendisi gibi olabileceğim birisi) biçiminde
olan "self object/aktarım" olarak nitelendirilebilecek bir reh­
berlik arayışıdır. 90 Şeyh, bir bakıma, tasavvuf yolunu öğre­
ten hocadır, ama hoca-talebe ilişkisinde önemli olan "bilgi"
iken, şeyh-mürid ilişkisinde odak noktası şeyhin "şahsiyeti"-
dir. Ayrıca, hocadan farklı olarak, şeyh, müridinin her söz,
hareket ve tutumunu yakından takib eden, hatta onun rüya­
larını da dinlemek sılretiyle, ruhi gelişmelerini analiz eden
bir "ruh doktoru" gibi kabul edilmeyi hak eder. 9 1
Tasavvuf ilmine göre, Allah arif kullarına da günahlar­
dan kurtulmanın çaresini öğretmiş ve tıbbu'l-kulub/kalple­
rin tıbbı hususunda bir irfan vermiştir.92 Bu üstadlar, tasav­
vufta "temkin" derecesine ulaşmış93 kamil/yetkin şeyhler ve

88 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 3, s. 135.


89 Sühreverdi 1426/2005, s. 54.
90 Detaylar için bkz. Sayar 2000, s. 30.
91 Bkz. Spiegelman ve diğerleri (haz.) 1997, hepsi.
92 Gazzili 1414/1994, c. 3, s. 45.
93 A. y. 1409/1988, c. 6, s. 86.

259
TASAVV U F V E T I P

mürşidlerdir. Muhasibi, kitabının sonunda açtığı bu babda,


her şeyi yerine getiren ve bu haliyle başkalarına yardım et­
meye çalışan kimseyi, "gözünde bir darbe sonucu yara olup
da acısından gecesi gündüzü acılarla dolmuş, derken bu ya­
ranın basit ve ücretsiz bir ilacını bulmuş, sonra da aynı dert­
ten muzdarip diğer din kardeşlerine de aynı ilaçla yardım
etmeye çalışan ama bu arada insanların etrafına toplanma­
sından dolayı Allah rızasını bırakıp insanların hoşnutluğu
için amel etmeye başlayan'' kimseye benzetmektedir. Onun
cümleleriyle verecek olursak: Müridlerin büyük bir kısmı,
günahlardan temizlendiği, riyadan uzaklaştığı, ihlasa sarıl­
dığı, kalbini Allah'tan (a. c.) başkasını istemekten kurtardığı
zaman, iblis artık kendisine açık bir kapı bulamaz. Nefis de
artık dünyadan zevk almaz. İnsan, işte tam bu ihlasının ve
manevi enerjisinin zirvesindeyken, nefsinin dünyaya meyli
ve dünya hayatının süsüne duyduğu arzudan dolayı dinde
zoraki taatlerde bulunmasını artık baskı altına almıştır. Nefs,
dünyaya açılacak, kendisini dünyaya götürecek bir ümit ka­
pısı bulamaz. Düşman (iblis) de insanı dünyaya sürükleye­
cek bir kapı bulamaz artık. Zira, bu durumda insanın azın
ve manevi enerjisi yerindedir. Nefs, baskı altındadır. Tabiatı
değişmemiştir ama insana itaat halindedir; sesini fazla çıka­
ramaz. Yine de sevdiği şeylere gitmek için fırsat kolluyordur.
İşte tam bu sırada, insan, diğer insanlara bakar: Dinlerinde
yenilmişler, cezalara maruz haldeler, şaşkın, hasta, sağır, kör
ve ölü gibi. . . Kalbine onlara acıma duygusu galib gelir. Zira,
Allah'ın (a. c.), onların kalb gözlerini açmasına yarayacak,
kalblerindeki hastalığı giderecek, onların ölmüş kalblarini
diriltecek doğru yolu gösterme güç ve bilgisine sahiptir.

260
S E L İ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ

Bunu düşünen kişi aynen şu kişiye benzer: Gece uy­


kusuna, gündüz rahatına engel olan birçok hastalığı olan
bir adam . . . Gözünde bir darbe sonucu meydana çıkmış bir
ağrı, vücudunda ateş gibi bir takım hastalıklar. Bunları bazı
zararsız ve ücreti gerektirmeyen ilaçlarla tedavi ediyor ve
iyileşip sağlığına kavuşuyor. Çektiği o uzun uykusuzluklar
yerini, rahat bir uykuya bırakıyor. Rahatsız olarak geçirdi­
ği o günler, yerini rahat, acısız günlere bırakıyor. Sıhhat ve
afiyetine kavuşuyor, hayatı yeniden güzel oluyor, mutluluğa
kavuşuyor.
Sonra diğer Müslümanlara bakıyor: Onlarda da kendi
hastalığına benzer hastalıklar var: Uzun süren uykusuzluk­
lar, şiddetli rahatsızlıklar ve elemlerle dolu bir hayatları var.
Onlara bakınca, kalbindeki merhamet duyguları kabarıyor
ve Allah'ın (a. c.), onların hastalıklarını da iyileştirmesine
vesile olacak, üstelik ücretsiz ve hiçbir zararı olmayacak
ilaçları kendisinin bildiğini söylüyor ve bunu yapmaya azm
ederek bütün gücüyle bunu yapıyor.
Bu mürid kul da böyle: İnsanları, Allah'tan yüz çevir­
miş, kalbleri hasta, iyileşmeleri de güç halde, kendisini de
onları ihya edecek çareyi bilir, düştükleri kuyudan çıkarmaya
muktedir görüyor. Gayret göstererek, Allah'ın (a. c.) izniy­
le onların kalblerini bu hastalıklardan kurtarıyor. Onların,
kendi eksiklerini görmelerine yardım edip ilaçlarını göste­
riyor." Muhasibi, bunu yapmaya başlayan insanı bekleyen
tehlikeler olduğuna da dikkat çeker: Bir insan din kardeşi­
ne yardım etmeye başlayıp da etrafında gruplar oluşturacak
kadar başarılı olursa, burada korkması gereken iki durum
ortaya çıkar:

261
- - --- TASAVV U F V E T I P

1. Etrafında insanlar toplanınca nefsi kabarmaya başlar


ve ucba/kendisini beğenmeye düşebilir,
2. İnsanlar kendisini sevmeye başladığından, Allah'ın
rızasını bırakıp insanların hoşnutluğu peşinde koşmaya baş­
layabilir. 94
Elinizdeki satırların yazarına göre, kardeşine yardım et­
meye çalışan herkes, özellikle, dernek veya vakıf başkanları,
resmi veya özel kuruluşlardaki bütün yöneticiler, liderler ve
şeyhler bu tehlikeyle karşı karşıyadır: Bu makamlardakiler,
din kardeşlerine yardım edip yol gösterirken, kendisini bile­
rek veya bilmeyerek tehlikeye atabilenlerdir. Hain nefis, her
şeyi yaparak zirveye çıkmış bir kulu ancak böyle aldatabilir
ve kulun "kemaluhu, zevaluhu" (Kemale ermesi, yok olması)
olur. Toplumda bu gibi kişilerin sayısı azalınca o toplumda
yaşamak zorlaşır. O zaman uzlet gerekir. Aslında insanlar,
şifa veren deva/ilaç idiler. Ancak sonra bozulup çaresi olma­
yan hastalık oldular.95
Tasavvuf yolunun şeyhleri, kalb tabibleridir. Şayet ta­
bib, hastasının hastalığını iyi tanımıyorsa, onu mahveder.
Tanımayınca, hastaya vereceği gıda/diyeti derdine uygun
olmayan şekilde uygular. Oysa, herkese derdine uygun gıda/
diyet vermelidir.96 Halkın, Hak için olduğunu bildiği hal­
de, kendisi Hak için olmayanın misali, tebabetten anladığını
ve hastaları tedavi ettiğini iddia ettiği halde, kendisi hasta
olunca başka bir tabib gereken kimse gibidir. Halkın, Hak
için olduğunu bildiği ve gerçekten Hak için olan ve tebabet­
ten anladığını ve hastaları tedavi ettiğini iddia eden kimse

94 Bkz. Muhasibi ts, ss. 421-424.


95 Gazzali 1414/1994, c. 3, s. 55.
96 Hücviri 1982, s. 136.

262
S E L İ M KALB İ N FİZYO LOJ İ S İ

ise, hastalandığı zaman hastalığının dermanını bilen ve ken­


di tedavisini başaran kimsedir. Onun, Hak için olduğundan
halkın haberi yoksa, bundan ona bir zarar gelmez. Bu du­
rumdaki kimse, halk ile meşgul olmayan ama kendi ruh ve
bedeni için iyi ve uygun gıdalar yiyen, hoş meşrubat içen,
ferahlık veren mülayim şeylerle kalbini rahatlatan, mutedil
havayı teneffüs eden, sıhhatini koruyan hekim gibi olur.97

Şeyh, günahların doktorudur; onlardan kurtulmaya


yardımcı olur. O, artık günahların tabibidir98; onları teda­
vi eder. Bayezid Bistami'nin dediği gibi, temkin derecesi­
ne varmış, halkın sırlarının tahtına oturmuş bir tabibdir.99
Ve bu haliyle, ''Aferin! Ey, bizim latif, fa.ideli aşkımız! Ey,
bizim bütün illetlerimizin hekimi! Ey, bizim kibrimizin ve
namusumuzun ilacı! Ey, bizim Eflatun'umuz ve Calinos'u­
muz"1 00 tarzında bir hitabı hak eden şeyh, "tabibim, haki­
mim" diyen, gönül yarası olan hastalara macun sunabilen­
dir. 101 Onlar, Allah'ın hekimleri, İsa'nın tabibleri ve birçok
hastanın ellerinde elemden kurtulduğu mütefekkirler ve
hekimlerdir. 1 02 Şeyhlik, birçok hususta bilgelik ve hikmeti
gerektirir: Hastalıkları, çarelerini, zamanını, yaşını, yerlerini,
gıdaları, mizaca uygun olanla olmayanı, vs. bilmek; müridi,
çocukluktan gençliğe, oradan ihtiyarlığa geçirmek gibi bü­
tün ilimler buna dahildir. Terbiyede ihtiyaç olunan noktaları
bilmeden şeyhlik iddia etmek, şarlatan tabiblikten başka bir
şey değildir. 103

97 A. y. , s. 108.
98 Gazzali 1409/1988, c. 6, s. 73.
99 A. y. , c. 6, s. 86.
100 Konuk 2004, c. 1, s. 93 (23 ve 24. beyitler)
101 Mevlana 2012, vr. 69a.
102 Can 2000, c. 2, ss. 219-220.
103 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 3, s. 666.

263
----·-- --- TASAVV U F VE T I P ------

Şeyh, nefsin hastalıklarını ve onların tedavilerini bil­


melidir. Çünkü salik, derdini ve devasını bilmeyen bir hasta
gibidir; derdini hevasıyla terbiye etmeye çalışır. Önce sali­
kin/talibin iç dünyasına basiretleriyle nüfüz ederek, onları
tanıyarak hangi manevi hastalıkları olduğunu teşhis ederler.
Hastalıklarını zikir, amel, riyazet, mücahede, zühd, nefsin
sevdiklerini terk gibi hareketlerle nefse muhalefet ve ona
zora sokma gibi bu manevi hastalığın tam tersi ilaçlarla te­
davi eder. Bunları, hastanın kendisinin bilmesi ve anlaması
imkansızdır. O, bir şeyi ilaç zanneder de aslında o şey, hasta­
lığını artırmaktan başka işe yaramamaktadır. 104
İlginç olan şu ki bedenlerin tabibi, bu hususları, yani
kendisiyle ruhların tabibleri arasındaki benzerliği bilmedi­
ği için, oğlunu şeyhe eğitim için teslim etse, şeyhin oğluna
uyguladığı terbiye yolunu eleştirebilir. Mesela, Mecdüddin
Bağdadi'nin (v.606/1209 veya 616/1219) Babası Sultan
Harzemşah'a yakın bir tabibdi. Annesi de bir tabibdi. Oğ­
lunu Şeyh Necmeddin-i Kübra'ya (v.618/1221) teslim et­
tikten sonra, bir gün şeyhi ziyarete gelmişti. Oğlunu şeyhe
abdest suyu dökerken gördü ve çok tuhafına gitti. Oğlunun
çok narin tabiatte bir insan olduğunu, bunun ona çok ağır
geleceğini söyleyerek şeyhten oğlunu bu hizmette kullanma­
masını, izin verirse bu tür hizmetlerde görevlendirebileceği
on tane Türk delikanlı gönderebileceğini söyledi. Şeyh: "Tıp
ilmini bilen birisi olarak bu sözün senden sadır olması çok
tuhaf bir şeydir. Oğlun ateşli bir hastalıktan kıvransa, ona
ait ilacı başkasına versem, oğlun sıhhat bulur mu?" diyerek,
bunun onun derdinin devası olduğunu, o devayı başkasına
veremeyeceğini belirtir. 105
104 Ferg:ini 1428/2007, s. 122.
105 Cami 1995, s. 595-596.

264
S E L İ M KAL B İ N FİZYO LOJ İ S İ

Bahsi, konuyla ilgili bir şiirle hitama/sona erdirebiliriz:


Onulmaz hastalıktan kurtulmak için koşun buraya! Bi­
zim ilacımız hastaya birebirdir.
Biz tabibleriz ve şakirdler/talebeleriz. Kulzum denizi
bizi gördü de ikiye ayrıldı.
Biz kimseden el ücreti istemeyiz. Bizim el ücretimiz
Hak tarafından fazlasıyla ödenir. 106

4. Tabib Olarak.Alirnıer
Diğer bir tabib grubu, alimlerdir. Alimler, peygamber­
lerin veresesi/mirasını paylaşanlar ve "etibbau'd-din/din ta­
bibleridir. 107 Kur'an ve Sünnet hem havfa/korkuya hem de
recaya/ümitli olma haline ilaçlar içerir. Çünkü bunlar, bütün
ulemanın bütün hastalık sınıflarına şifa içerir. Hazık/işinin
ehli bir tabib bunları bilir. Şarlatan/ahmak tabib ise her ila­
cın her hastalığa iyi geleceğini zanneder. 108
Kalpleri hasta olanlar, bedenleri hasta olanlardan sayı­
ca daha çokturlar ama bunlar kendilerinin hasta olduklarını
bilmemektedirler. Çünkü her şeyden önce, bu hastalıklarını
tanımamaktadırlar ve yanlarında da tanıyan kimse yoktur.
Böyle bir durumda tedavinin ilk adımı, iyi bir tabib/şeyh
aramaktır. Kalbin ilacının ikinci basamağı, onu tefekküre
sokmaya çalışmaktır. 109

106 Eflaki 1976, s. 205 (ilk mısram tercümesinde, Eflaki 1986, s. 194'den
faydalanıldı).
107 Gazzili 1412/1992, c. 4, s. 78.
108 A. y. , c. 4, s. 227.
109 A. y. c. 4, 78-92.
,

265
TASAVV U F V E TI P -------

Bir kimsenin parmağında bir şey oluştuğunda, aklı ona


elin tedavi edilmesi gerektiğini söyler. Ama mütehassıs bir
tabib, bedeninin diğer tarafındaki elinden tedavi edilme­
si gerektiğini söyler ki sinirlerin nasıl yayıldığını bilmeyen
kimsenin aklı bunu almaz. Ahiret ilimleri de böyledir. Akıl,
tek başına herşeyi anlamada yetersiz kalabilir. Yine tecrü­
beyle bilinmesine rağmen, ilaçların nasıl tesir ettiği mücer­
red akılla bilinmez. 1 1 0 Her hal Ü karda bir yol gösterene uy­
mak gerekliliğini de bu konu içinde görebiliriz. Onun hatası
bile, senin doğrundan daha doğrudur. Şöyle ki bir tabibin,
ateşi olan hastayı kuvveti artsın diye yine sıcakla tedavi et­
mesini anlamaz şaşırırsın. Oysa ki o, bunun, iyi bir yol ol­
duğunu denemiştir. Bu sebeple bilir. Musa ve Hızır (a. s.)
kıssasında olduğu gibi, sabredip onun arkasından gidersen
sonunda seni şaşırtan şeylerin şeyhin anlattığı gibi olması
gerektiğini anlarsın. 1 1 1
Müşkil konuları alime sormak, hastayı tabibe götürme­
ye/göstermeye benzer. Böyle sorulara cevab da hastalıkların
çaresini bulmaktır. Ancak hastalık, çaresi olmayan çok kötü
bir illet de olabilir. Bu durumda tabib nasıl ki hastayı tedavi
etmekle iştiğal etmezse, alim de sözden hiç anlamayan bir
cahil karşısında susmayı yeğlemelidir. Çünkü cehalet hasta­
lığı dört türlüdür. Bunlardan üçünün ilacı yoktur ve sadece
birisinin çaresi vardır:
1. Soru hasedden kaynaklanan bir soru ise ilacı olma­
yan bir hastalıktan doğmuştur. Bu durumda soruya cevap
verilmez.

110 A. y. , c. 1, s. 56.
111 A. y. , c. 1, ss. 85-86.

266
S E Lİ M KALB İN FİZYOLOJ İ S İ

2.Soruya sebep, ahmaklık ise bu durumda da cevap


verilmez. Nitekim, Hz. İsa (a. s.): Ölüleri Allah'ın izniyle
dirilttim ama ahmakları ıslahta aciz kaldım" buyurmuştur.
Bu tür kişiler, iki-üç gün bir şeyler okumuş, akli ilimlerden
hiçbir şey okumamıştır. Bu haliyle ulemaya karşı çıkmaya
çalışmaktadır. Bu ahmaklıktır.

3. Soruyu soran ve yol gösterilmeyi taleb eden kişi, bü­


yüklerin sözlerini anlayacak ehliyeti yoksa yine ilaç fayda
vermeyeceğinden cevap verilmez. Hz. Peygamberin buyur­
duğu gibi, insanlara, akılları miktarınca konuşmak gerekir.

4. Yol gösterilmeyi isteyen, zeki olmanın yanısıra, öfke


ve nefsinin arzularına mağlı1b olmayan, mal ve makam sev­
gisinden ve inattan uzak olarak, doğru yolu bulmak istiyorsa,
cevap verilmeye layıktır. 11 2
Ancak, dinin emirlerini bildiği halde yapmayan ilimler
de vardır. Onların yaptığını yapmaktan son derece sakınma­
lıdır. Bunlar, tıp ilmine inancı olduğu halde, tabibin "meyve
yeme, soğuk su içme" gibi yasaklarına uymayan kişiye ben­
zer. Nasıl ki onun uygulamaması bu söylenenlerin zararlı
olmadığını veya Tıbb'ın sahih olmadığını göstermez, ilimin
bazı dini yükümlülüklerini yerine getirmemesi de bunların
dinde olmadığını göstermez.113 Bu durumda söylenecek
söz, hastalığın çok yayıldığı ve tabibin hasta olduğudur ki
bu gibi zamanlarda gerçek ilimlerin uzlette kalması doğru
değildir. 114 Nasıl tabibler bozulduğunda hastalıklar çaresiz
kalırsa, mürşidler bozulduğu zaman da insanlar çaresiz kalır.

112 A. y. 1414/1994, c. 2, ss. 116-117.


113 A. y. ts. , s. 165.
114 A. y s. 157.
. •

267
· - · TASAV V U F VE TI P ------

A. IX. Et-Tabibu'r-Rıihıini/Rô.hıini Tabib veya


Et-Tabibu'l- İlahi/İlahi Tabib
Yukarıda sözü edilen tabib kelimesinin farklı bir for­
muna, İbnü'l-Arabi ekolünde rastlamaktayız. Bu terim,
Et-Tabibu'r-Rı1hani/Rı1hani Tabib'dir. "Kalbi sıhhat üzere
olan kişilerde bu kalbin hakiki ve manevi sıhhatini ve iti­
dalini; böyle bir kalbe sahip olmayanlar için ise bu manevi
sıhhat ve itidalin nasıl elde edileceğini ve nasıl riyazet/mü­
cahede yapılacağını bilen kişi, tabibu'l-ervah/ruhların tabi­
bi115 veya tabibul-ilahi1 16 sıfatını kazanır." 117 Tabibu'l-ervah,
şeriat/dinin herkese açık olan kurallarını, tarikat ve hakikati
Allah'a ulaşmaya talih olanların nefıslerindeki hastalıkları
tedavi etmesine imkan verecek derecede bilir. İmkani ah­
kamı/sonradan yaratılmış şeylerle ilgili hükümleri, insanın
arazlarını ve gafletine sebeb olacak şeyleri kaldırmaya çalışır.
Çünkü bu hükümler, karanlık örtüleri, sağlam bağları, de­
ğersiz/süfli sıfatları, "vücudi sırra, ruhani ruha, vicdani kal­
be uymayan sapkın huyları", nefsi, hayvani mizacı, istilzam
eder/birlikte getirir. Tabibu'l-ervah, bu işleri, kulun hakika­
tiyle aslı ve başlangıcı arasında yüklü olacak, gerçek kemale
vusul yolunu bulacak, insanın hevalarının ikitiza ettirdiği/
istediği şeylerden, tabii meyllerden, değersiz arzulardan, du­
yusal aşk ve vehimlerden, emeller ve gelecekle ilgili dünyevi
isteklerinden, evham ve hevacisten/ nefis ve şeytandan gelen
dürtülerden, zanlardan, kıskançlık, hased, hırs, cimrilikten
faydasız ilimlere yönelmeye kadar her türlü kötülükten yüz
çevirecek hale gelinceye kadar yapar. Bunların arasında "fay­
dasız ilim" de zikredildi, çünkü Rasulullah (a. s.), duaların-

115 Kaşanı 1425/2004, s. 282.


116 İbnü' l-Arabi 1414/1994, c. 3, s. 427.
117 A. y. , c. 3, s. 427.

268
S E L İ M KALB İ N FİZYO LOJ İ S İ

da faydasız ilimden Allah'a sığınmıştır. Öyleyse, böyle bir


ilimin peşine düşmek de kötü bir huydur. Bunlar dışında,
dinin temel inançlarına uymayan itikadlardan ve insanın,
sıradan yaşayış şeklinden kulların haklarını edaya devam et­
meye dönmesi için uyanması arasına girecek uygunsuz mes­
lek ve sanatlardan vs. alıkoymaya çalışır. Bu kalbi illetlerin
ve nefsi manevi illetlerin tabibleri, şeyhlerin büyükleri olan
tarikat ve hakikat alimleridir. Onlar, basiretlerinin nüruzuy­
la, talih ve salikdeki bu hastalıkları görür, bunların tedavisi
için ne gerekli, hastalığın şiddet ve zayıflığı ne kadar, hangi
hal ve hangi makamda, vs. bütün bunları bilirler. Nefislerin
tabibi, Rabbani alimdir. İnsanların mertebeleriyle Esma-i
Hak arasındaki ilgiyi bilir.11 8 Kısaca söylemek gerekirse, ta­
bibu'l-ilahi, ahlakı tedavi eder, vücuttaki dört ahlat/hıltların
itidalinin sağlanması gibi nefsi gayeleri yönetir.119

A. X. İlıihi İlmü't-Teşrih/İlıihi Anatomi İlmi Terimi


İlmü't-Teşrih/Anatomi İlmi, hatırlanacağı üzere, bi­
rinci bölümde ele alınmıştı. "İlahi İlmü't-Teşrih" terimine
gelince, bu terim, İbnü'l-Arabi tarafından, Allah'ın isim ve
sıfatlarını şerheden sufilerden söz ederken kullanılmıştır.
Ama öyle görünüyor ki o, burada ilhamını, "insanın nef­
sini tanımasının önemli bir parçası olarak İlmü't-Teşrih/
Anatomi ve Tıp İlminin büyük ilimler olduğunu ama in­
sanların çoğunun bundan gafil olduklarını, nefsine ve orada
Allah'ın yaratmış olduğu harikuladeliklere bakanın, yara­
tıcısının kemalini, hiçbir şeyden aciz olmadığını, lütfunun,
rahmetinin ve inayetinin bütün varlığı kapsadığını gördü-

118 Kaşanı 1425/2004, s. 282-283.


119 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 3, s. 427.

269
------- TASAV V U F V E T I P -------

ğünü" söyleyen120 Gazzill'den almaktadır. İbnü'l-Arabi, O,


etibbanın/tabiblerin nasıl bir İlmü't-Teşrih'i/Anatomi İlmi
varsa, sı1fılerin de "İlahi İlmü't-Teşrih"i olduğunu belirtir
ve bu ilimde İbn Berracan, Gazzali ve Kuşeyri gibi büyük
sı1fılerin eserlerini zikre şayan bulur121 ki burada onların Es­
maülhüsna konusundaki eserlerine imada bulunmaktadır.122
Kolayca anlaşılacağı üzere İbnü'l-Arabi, bu konuda onlara
hayrandır ve kendisi de aynı konuda eserler veya eserlerin­
de bablar oluşturarak onların izinden gitmiştir. Eserlerinin
kendisi tarafından yapılmış bir listesi olan e/-Fihris ve e/-İca­
ze'sinde zikrettiği Şerhü'/-Esma'/Şerhü'!-Esmti'i'/-Husnti, 123
e!-Futühtit el-Mekkiyye (özellikle 4, 66, 198 ve 558. Bablar),
Anka'u Muğrib ve İnşa'ü'/-Cedavi! ve'd-Deva'ir gibi eserler
bu meyanda sayılabilir. 124 Bu, İbnü'l-Arabi'nin tek/benzersiz
olduğunu iddia ettiği bir ilim dalıdır.125
İbnü'l-'Arabi, kendi öğretisini oluştururken yukarıda
adı geçen sı1fılerin görüşlerinden büyük oranda etkilenmişe
benzemektedir. Mesela, onun bu konuyu işlerken kullan­
dığı önemli terimlerden birisi "meratibü'l-esma mine'l-a­
lemi küllih" (Allah'ın isimlerinin, bütün alemdeki merte-

120 Gazzali 1409/1988, c. 5, s. 141.


121 Bkz. İbnü'l-'Arabi 1414/1994, c. 4, s. 528 (Bab 290).
122 İbn Berracan'ın konuyla ilgili kitabının adı, Şerhu Metini Esmıiillah'tır.
Gazzali'nin kitabı el-Mal!lıadü'l-esnıi fi Şerhi Esmıiillah el-hüsnıi (Kahire,
1324/1906), ve Kuşeyri'nin iki eseri Şerhu Esmıiillah el-hüsnıi (ed. A. A.
Hulvani, Beyrut, 1986), ve et-Tahiir fi't-tezkir ıerh Esmıiillah el-hüsnıi (ed.
A. M. 'AII , Beyrut, 1420/1999) dır. Burada, Gazzali'nin eserinin Batı'da
da etkili olduğunu söyleyebiliriz. Zira mesela Raimond Lull'un (v.yaklaşık
1235-1315) onun eserinden faydalanarak aynı adla bir eser yazmış ve bu eser
Ortaçağ'da çok tesirli olmuştu. Bkz. Karlığa 1996, s. 520.
123 Bkz. Yahya 1964, c. 2, s. 461.
124 Bkz. a. y. , ss. 208-209, 421. Konuyla ilgili bazı faydalı çalışmalar için bkz.
Elmore, 1998, ss. 353-371 ve a. y. 2001, s. 1.
125 Bkz. İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 4, s. 594 (Bab 297'nin sonu).

270
S E LİM KALBİN FİZYOLOJ İ S İ

heleri) mefhumudur.126 Bu mefhum, İbn Berracan'ın sıkça


kullandığı bir mefhum olan "Mesalikü'l-Esma fı'l-Aıem
ve'l-Halika" (Allah'ın isimlerinin alem ve yarattıklarındaki
giriş yolları) mefhumundan esinlenmişe benzemektedir. İbn
Berracan, bu konuyla ilgili yorumlarını, sadece Şerhu'l-Es­
ma'sında değil, tefsir kitaplarında Allah'ın isimleriyle ilgili
ayetlere de bağlar ki Kur'an tefsiri, bunu yapmak için çok
uygundur. Çünkü hemen her ayet, Allah' ın güzel isimleri/
sıfatlarından bir veya birkaçıyla biter. O, "el-Hakk el-Mahluk
Bihi's-Semavati ve'l-Arz" mefhumunu da bu konuyu açıkla­
mak için kullanır. Çünkü ona göre, gökler, yer ve aralarındaki
her şey, "el-Hakk'ın iyanen/açık bir şekilde akledilebilir bir
formda ortaya çıkması için" yaratılmışlardır. 1 27 İbn Berradn
sıkça, Allah'ın her isminin O'nun isimlerinden birisini içine
aldığını, her ismin de o ismin varlıktaki yolunu (Meslekeh
fi'l- Vücud) içerdiğini söyler. 1 28 Böylece hepsi birlikte on-
tolojik bir birlik oluşturmaktadır. Yani O ilmi, yaratmıştır;
çünkü Aıim'dir. O, kudreti yaratmıştır; çünkü Kadir'dir, vs. 129
Ve Allah'ın bütün bu sıfatları, el-Abdü'l-Külli veya el-İnsa­
nü'l-Küllideki meslek/yolunu belirlemiş olduğu için, her şey
onda/el-abdü'l-küllide dürülmüştür. Hadise göre, Adem,
yani evrensel insan, O'nun zatının suretinde değil er-Rah­
man veya "O'nun'' suretinde yaratılmıştır.13° Bununla birlik­
te İbn Berradn, insanın sıfatlarının hiçbir şekilde Allah'ın
sıfatlarına benzemediğini, çünkü, "O'nun benzeri gibisinin

126 Bkz. , mesela, a. y., c. 1, ss. 285-290 (Biib 4).


127 İbn Berraciin ts (a), c. 1, vr. 78 (b).
128 A. y., c. 2, vr. 170b; c. 3, vr. 55a.
129 A. y., c. 2, vr. 170b-171a.
130 Bkz. a. y. , c. 1, vr. 23b.

271
------- TASAVV U F VE T I P ------

bile olmadığını"131 önemle vurgulamaktadır.132 Başka bir ve­


sileyle söz açıldığında İbn Berrad.n insan-ı küllinin her şe­
yin yaratılışına işaret ettiğini ve sırf bu sebeple Allah'ın her
şeyi yarattığını belirtmek için "er-Rahman insanı yarattı"133
buyurduğunu söylemektedir. 134 Gazzali ve İbnü'l-'Arabi, bi­
raz önce zikredilen hadisi aynı bağlamda anlamaktadırlar.
Ancak "Nefsini bilen Rabbini bilir" sözünün yorumunda
ondan ayrılırlar. Şöyle ki: Gazzali ve İbnü'l-'Arabi bu ha­
disi, insanın sıfatlarının Allah'ın sıfatlarının benzeri olduğu
şeklinde anlarlar. Tabii olarak, Gazzali ve İbnü'l-'Arabi ara­
sında da, burada girmemizin yeri olmadığı yorum farkları
mevcuttur. 135

Her üç sufı de insanın kemal.inin, alemde Allah'ın gü­


zel isimlerinin görülmesiyle ve böylece nefsin O'na boyun
eğmesiyle tahakkuk edeceğini vurgularlar. Hatta Chittick'e
göre, İbnü'l-'Arabi' nin ekolü insanın kemali veya insan-ı ka­
mil olma ekolü olarak düşünülebilir. 136 İbnü'l-'Arabi, el-İm­
kaniyye ve'l-İldhiyyenin bütün hakikatlerini biraraya getir­
miş olan137 el-Abd el-Kamil terimini de kullanır ki bu terim
de İbn Berrad.n'ın el-İnsan el-Külli veya el-Abd el-Külli te­
rimine yakındır. Aslında, İbnü'l-'Arabi'nin bu terimi, küçük
bir değişiklikle kullandığını söylemek de mümkündür. O,
el-Abd el-Cami' el-Külli terimini kullanır ve bunun "Allah"

131 Bkz. Şüra 42/1 1.


132 İbn Berracan ts (a), c. 1, vr. 79a; c. 2, vr. 62a.
133 er-Rahman, 5513
134 İbn Berracan ts (a), c. 3, vr. 266b.
135 Bkz. Gazzali 1414/1994, c. 4, ss. 20-21; İbnü' l-'Arabi 1414/1994, c. 1, ss. 300
(Bab 5); c. 4, ss. 99, 178-179 (Bab 198), 212 (Bab 212), ss. 522-523 (Bab
289), vs.
136 Chittick 1989, s. 32.
137 İbnü'l-'Arabi 1414/1994, c. 3, s. 183 (Bab 73).

272
S E LİM KALBİN FİZYOLOJ İ S İ

mefhumuna eşit olduğunu; çünkü, el-Abd el-Cami' el-Kül/i­


nin O'nun/Allah' ın sureti üzerine yaratıldığını söyler. 1 38
Modern Kuantum Fiziği, maddeyi bir enerji yumağı,
insanı da enerji alanının küçük bir özeti olarak yorumlar­
ken, 139 aslında bizim yukarıda anlattığımız "Allah'ın esma ve
sıfatları" kelimeleri yerine "enerji", "enerji yumağı" gibi ke­
limeleri koymaktan başka bir şey yapmış değildir. Bu fiziğe
göre insan, kainatın holigrafık bir kaydıdır ve tabiat da Es­
ma'ul-hüsna/Allah'ın güzel İsimleri ve Hak.k'ın Sıfatlarının
yayıldığı yerdir. 1 40 Bunu kabul edersek, konu, Albert Eins­
tein'in "enerjinin maddeye dönüşümü" konusuyla bile ilgili
olabilir. İlahi isim ve sıfatlar enerji ise, kainat ve içindekiler
de onun maddeye dönüşmüş halleridir.

A. XI. Batıni Anatomi İlmi


Tasavvuf kitaplarında, özellikle "salih ameller" konusu
işlenirken, her uzvun/organın kendisi için yaratıldığı bir
ameli olduğu ve uzvun bu ameli işlediği zaman işlevini yeri­
ne getirmiş ve mutlu olacağı vurgulanırken veya Allah'ın ya­
ratlışa yerleştirdiği harikuladeliklerden bahsedilirken bir çok
zahiri anatomi ilmiyle ilgili açıklamalara da girilir ki bundan
birinci bölümde söz etmiştik. Burada Batıni Anatomi İlmi
diye adlandırabileceğimiz kalp ve diğer organların amelleri
konusuyla ilgili verilere örnekler sunmak istiyoruz.

138 Bkz. , mesela, a. y., c. 1, ss. 299-303 (Bab 5).


139 Berkmen 201 1, ss. 102, 105.
140 A.y., s. 129.

273
------- TASAV V U F V E T I P -------

A. XI. 1. Kalp
Kur'an'd a imanın ve küfrün, sevab ve günahın kalbin
ameli olarak görüldüğü herkesin malumudur. "O gün/kıya­
met günü, Allah'a selim bir kalple Allah'a gelenler hariç, mal
ve oğullar fayda vermeyecektir" (Şuara 26/88-89), "Kim şa­
hitliğini gizler/yapmazsa, onun kalbi günahkardır" (Bakara
2/283), "Çünkü gözler kör olmaz; ama kalpteki gözler kör
olur" (Hace 22/ 46) gibi birçok ayet insanı kalbe indirgemek­
tedir. Burada belirtmek gerekir ki ayetlerde kalbin gözünden
söz edilirken, hadislerde ek olarak kalbin kulağından da söz
edilir. 141 Bu, kalbin doğruyu duyma gücü demektir.
Allah'a selim bir kalple gitmek hedefi de başta sufi­
nin hedefidir. Bu sebeple, Tasavvuf ilmi, kalp merkezli bir
ilim olarak görülmelidir. Sufilerin çok başvurdukları "Beni,
ne yeryüzüm, ne de gökyüzüm; mü'min kulumun kalbi içi­
ne aldı."142 hadisine göre kalp, yere göğe sığmayan Allah'ın
sığacağı kadar "manen" geniş bir mahaldir. İbnü'l-Ara­
bi, Fusus'unda: "Tahkikan kalb, Hakk.'ın tecellisi indinde
Hakk'a nazar ettiği vakit, onunla beraber gayra nazarı mün­
kün değildir. Ve arifin kalbi, Bayezid Bistami'nin dediği gibi,
genişlikten bir mertebedir ki; "Yüzbinlerce kere arş ve onun
muhtevası kalb-i arifin köşelerinden bir köşesinde olsa, onu
duymaz. Ve Cüneyd, bu ma'nada 'Tahkikan muhdes [sonra­
dan var edilmiş olan], Kadim[Başlangıcı olmayan Allah]'a
mukirin [yakın/bitişik] kılındığı vakit, o muhdes için bir
eser baki kalmaz" dedi. Ve "Kadim'e vasi olan kalb, o muh-
141 Darimi, Mukaddime, 8.
142 İhyıi'da da geçen hadislerdendir. Iraki, İhyıi hadislerini tahricde/kaynağını
göstermeden: "Aslını görmedim" demiştir. Le'ıilide de: "Nebi (s. a. v) den
geldiği bilinen bir isnadı yok" denmektedir. Manası ise, "mü'min kulumun
kalbi bana iman, muhabbet ve marifeti kapsar"dır. Bkz. Aclıini 1351/1932, c.
2, s. 195.

274
S E Lİ M KALB İ N F İ ZYO LOJ İ S İ

desi, mevcud olduğu halde nasıl ihsas eder?" diye sorarak, 143
yüzbinlerce kere arş ve onun muhtevasının kapsayamadığı,
içine alamadığı Kadim olan Allah'ı gören kalbin muhdes/
sonradan zuhura çıkmış varlıkları görmeyeceğini, kendisi­
ni sadece O'na tahsis edeceğini belirtirken bu genişlikten
bahsetmektedir. Tasavvuf, kalbin ma-sivadan/Allah'tan baş­
kasından temizlenmesi, hastalıklardan kurtulması, güzel ah­
lakla bezenmesi, yücelmesi, Hakk'a ve hakikate ermesi gibi
kalp etrafında dönen konularla ilgilidir. Çünkü baştaki göz
yanılır, büyüğü küçük, küçüğü büyük görebilir ama kalp ya­
nılmaz. Nitekim, Kur'an "Kalp, (gözün) gördüğünü yalan­
lamadı" (Necm 53/1 1) buyurmuştur. Burada mes'ele onun
basiretinin açılmasıdır. 144
Ali b. Sehl el-İsfehani'nin (lll/IX. asır), "Adem (a. s.)
zamanından kıyametin kopacağı zamana kadar halk, Kalbi
Kalbi Gönül ! Gönül! der dururlar. ( . . . . ) Halk, et parçasına
kalb ve yürek der. Oysa ki o delilerde, sahilerde, bebekler­
de, mağlup (ve meczuplar)da da vardır. Ama yine de bunlar
kalpsizdirler. Yani akla kalp ismini versek o kalp değildir.
Ruha kalp desek, o da kalp değildir. Şu halde kalp nedir?
Kalp adına işittiklerimiz, ibare ve sözden başka bir şey de­
ğildir"145 sözünde en güzel bir şekilde ifadesini bulduğu ve
Birinci Bölümde "ruh ve ölüm" başlığı altında ele alındığı
üzere kalp konusunda söylenen sözlerin tahlili biraz zordur.
Sufiler, kalp konusunu işlerken Hz. Peygamber'in şu
hadisine çok baş vururlar: "Haram da açıktır, helal de. Bun­
ların arasındaki ise şüpheli şeylerdir. ( . . . . . ) Dikkat edin! Be-

143 Konuk 1990, ss. 6-7 (Şuayb Faslı). Kalbin genişliğiyle ilgi! olarak ayrıca bkz.
İbnü'l-'Arabi 1414/1994, c. 2, s. 533.
144 Gazzali 1412/1992, c. 4, s. 47.
145 Hücviri 1982, s. 247.

275
------- TASAVVU F V E T I P ------

dende bir et parçası vardır ki iyi olduğu zaman bütün beden


iyi olur, bozulduğu zaman bütün beden bozulur. İşte o, kalp­
tir."146 Bu hadisin konteksi düşünüldüğünde manevi olarak
kalpten söz edildiğine hükmetmek zor değildir ancak "bir
et parçası"ndan söz edildiğine göre, hem fizyolojik hem de
manevi anlamda bir kalpten sözedildiğini düşünmek gere­
kir. Haddizatında fizyolojik kalp ile manevi kalp arasında
yakın bir ilişki vardır.
Hakim Tirrnizi'ye göre, mide dolduğu zaman, mideden
göze uzanan damarın göz kapağını uyarması sonucu göz ka­
pağının kapanması gibi, kalp de nefsin arzularının istilasına
uğrayınca, kalbin içindeki fuadın gözleri kapanır, uykuya
dalar ve Rabbinden gelecek varidlerden mahrum kalır.147
Hakim Tirrnizi'ye göre, kalbin manevi anlamda iki gözü ve
iki kulağı vardır. Burada sözü edilen aslında, kalbin içinde­
ki kalp zarı dernek olan ve ilahi tecellileri seyretme mahalli
olan "fuad"dır. Tıpkı körün eşyayı görememesi gibi fuad da
kör olunca ilahi tecellileri göremez. Fuadın göz nuru arttık­
ça, sahibi eşyanın hakikatini daha iyi anlar ve görür. Aynı
şekilde kulağı da açık olduğu sürece ilahi hakikatleri işitir.
Nitekim, ayette, "Hakkında bilgin olmayan şeyin arkasına
düşme, çünkü kulak, göz ve fuadın hepsi ondan sorurnlu­
dur"[İsra 17136 J derken, hepsini bir arada zikretrniştir.148
Fuadın bu kulağının, Hak'tan gelen keşf ve ilhamları işit­
mesine yarayan kulakları olduğunu söyleyebiliriz. Fergani de
kalbin gözü yanında "kulağı" olduğundan ve bunun insanda
"vahdet/birlik" hükümlerinin hakim olmasından sonra ol-

146 Buharı 1401/1981, İman, 39.


147 Bkz. Çift 2008, s. 200.
148 Bkz. A. y. , ss. 200-201.

276
S E L İ M KAL B İ N FİZYO LOJ İSİ

duğunu söyler. 14� Hakim Tirmizi'ye göre, kalbde fuaddan


öte bir de "lübb" denen kısım bulunmaktadır. Lübb, kalble
ilgili mertebelerin sonuncusu ve en yücesidir. Allah'ın sevdi­
ği ve has kullarında olur ki Kur'an bunları "ulu'l-elbab/akıl
sahipleri" olarak adlandırmış ve övmüştür. ıso
Diğer sufiler de kalbin bir gözü olduğundan ve bununla
manevi hakikatleri anladığından mutlaka söz ederler. Fiziki
gözümüz, başımızda bulunan ve kendisiyle etrafı gördüğü­
müz gözdür. Sufiler göre kalpteki göz, baştaki gözden daha
güçlüdür. Gözün çalışması, ışığa, mesafeye, kendisinin du­
rumuna ve cismin konumuna vs. bağlıdır. Kalpteki göz ise,
bir yol açılmışsa hiçbir engel ve konuma ihtiyaç duymaksı­
zın görür. Nitekim, ayette "Göz gördüğünü yalanlamadı. . . "
(Necm 53/1 1) buyrulur. Onun ihtiyaç duyduğu tek şey, basi­
retinin açılmasıdır. ısı
Gazzali, el-Münkız'ında velilerin bilgi konusunda en­
biyanın yolunu izlediğini anlatırken şöyle der: "Nübüvvete
inanmak, aklın ötesinde bir tavrın/merhalenin sübutunun
kesinleşmesiyle açılan, kendisiyle özel müdrikatın/idrak
edilen şeylerin idrak edildiği bir gözle olur. ısı Nasıl, kulak;
renkleri, göz; sesleri anlamaktan uzaksa, aynı şekilde akıl da

149 Fergani 1428/2007, s. 129.


150 Bkz. Çift 2008, s. 202-203.
151 Gazziili 1412/1992, c. 4. , s. 47.
152 Mehmet Bayraktar, Gazziili'nin burada sözünü ettiği gözün, 1938' lerde Sir
A. Keith ve J. Flack tarafından keşfedilen her insanın kalbinin üst vena cava
ile sağ atrium arasında bulunan, ancak mikroskopla görülebilen, ölümle sönen
"sinoatrial node" (veya keşfedenlere nisbetle Keith-Flack) olarak adlandırılan
node olabileceğini iddia etmektedir (Bkz. Bayraktar 1989, ss. 94-95). Ancak
"herkeste bulunduğuna ve ölümle söndüğüne" göre bu nodun kalp gözüyle
ilişkisi olamaz. Çünkü kalp gözü, "yaşayan herkes"te açık değildir; sadece
enbiyanın yolunu izleyerek yolun sonuna gelmiş olan ariflerde açılan bir
gözdür.

277
TASAV V U F V E T I P ------

bu gözün anladıklarını anlamaktan uzaktır."153 Gazzali, ko­


nuyu İhya'sında daha geniş olarak ele alır: Orada akıl ve duyu
organlarının kalbin zahiri ilimlerine yardım etmesine karşın,
bir de hatmi duyu organlarıyla hakkı idrak ettiğinden, kör
olduğu zaman hakkı idrak ve dinin salahını göremediğin­
den uzun uzun bahseder.154 Nitekim, Kur'an fiziki alemde
görülen şeylerin gerçek anlamını görenin kalp olduğunu
"Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki düşünecek kalpleri,
işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar ama ibret almadılar).
Çünkü gerçekte göz değil, göğüsteki göz kör olur" (Hac
22/46) diyerek belirtir. "Mü'minin ferasetinden korkun;
çünkü o Allah'ın nuru ile bakar'', 1 55 "Muhakkak ki Allah,
kalbleri hikmet nuruyla aydınlatır'', 156 "Muhakkak ki Allah,
aranıza, kendisiyle Muhammed'i hidayete eriştirdiği bir nur
koymuştur"157 gibi hadisler de basiretten bahseder mahiyette
bulunmuştur. Burada sözü edilen nur, Gazzili'nin bazı eser­
lerinde sözünü ettiği kudsi-nebevi ruhun verdiği bilgiler­
dir. Şöyle ki: Gazzili'ye göre, ilim öğrenmek, bedenle değil,
ruhla yapılan bir fiildir ve dolayısıyla ruhun fonksiyonudur.
Hatta, ona göre, ruhun tek tanımı vardır ki o da "idrak eden,
bilen latife/mücerred cisimdir. Aslında bu anlamda, kalb,
ruh, nefs ve akıl müşterek/ortaktır. 158 Ruhun bu fonksiyonu,
beş duyu organının verdiği bilgiyi alan Rı1h-i Hassas/Hissi
Ruh'dan başlar, hayali, akli, fikri ve kudsi-nebevi seviyelere,
yani gayba ulaşır. Kudsi Nebevi Ruh ise gaybi bilgi esintile­
rinin, uhrevi/ahiretle ilgili ahkamın ve yerin-göğün melekı1-

153 Gazzali ts, s. 161.


154 A. y. 1412/1992, c. 3, ss. 16-25, vs.
155 Tirmizi, Tefsiru Sure 15, 6.
156 Muvatta, İlm, 1.
157 Buh:lıi, Ahkam, 51.
158 Bkz. Gazzali 1412/1992, c. 3, s s . 4--7.

278
S E LİM KALBİ N FİZYOLOJ İ S İ

tu ile ilgili bütün maarifterin tecelli ettiği ve sadece enbiya ve


evliyada bulunan ruhtur. Bu ruh, şiir, müzik gibi sanatlarla
uğraşan sanatçılarda da bulunur. Çünkü bütün şiir yazanlar,
müzik yapanlar, vs. "ilham"dan sözederler. 1 59 Şu kadar var
ki "dine aykırı" veya "din düşmanı" sanat yapanların ilham,
daha doğrusu hevacis ve vesvese1 60 aldıkları yer, Allah veya
melekler değil, şeytanlar ve nefisleridir. Kur'an'ın da belirt­
tiği üzere şeytanın da evliyaları/dostları vardır ve o, onlara
vahyeder. 1 6 1
Sufiler, ilhamlara ve ilahi ilimlere mazhar insanlar ola­
rak, bir bakıma her istediği ilme kolayca ulaşabilenlerdir.
Muhadara, kalbin Allah katına yanına irtifaı/yükselmesi
halidir ki buraya vArabilmesinde rol oynayan henüz akıl­
dır. Bu şekilde elde edilen bilgi, "ilme'l-yakin''dir. Kalp bu
halde iken, yani Allah katına yükselmiş, alemi oradan sey­
rederken perde açılır, ilahi sırlardan bazıları görünürse buna
"mükaşefe" denir. Bilindiği gibi bu yolla elde edilen bilgiye,
"ayne'l-yakin (kalp gözüyle elde edilen kesin bilgi) denir.
Müşahede ise açılan bu perdeden Hakk'ın ve sırlarının artık
iyan- beyan bir şekilde görünür hale gelmesidir ki bu aynı
zamanda hakke'l-yakin (gerçek, hakiki kesin) bilgi demek­
tir. Perde kalktıktan sonra gayb/görünmeyen ve şehadet/
görünen alemdeki her şeyi görür hale gelen sufınin kendisi
yok olmuştur ve her şeyde, her şeyi ihata eden/saran Hakk'ı
görür hale gelmiştir. Bu haliyle, onun ulaşamayacağı bir bilgi
yoktur. Tabiidir ki ulaşacağı bilgiler, nefsini dünyevi kirler-

159 Bkz. A. y. 1414/1994, c. 4, ss. 23-27.


160 Burada Allah, melek, şeytan ve nefisten gelen bilgi ve dürtülere havatır
dendiğini, ve çıktığı kaynağa göre farklı adlar aldığını hatırlatalım: Nefsten
alınan hatırın adı hevacis; şeytandan alınan hatırın adı vesvesedir. Ancak
Allah ve melekden olursa adı ilham olur. Bkz. Kuşeyri 1413/1993, s. 83-84.
161 Bkz En'am 6/121.

279
-----
-- - - - - --- TASAVV U F V E T I P -------

den ne kadar temizlediği konusuyla ilgilidir. Yani, bu bilgi­


deki mertebesi, Allah'a yakınlıktaki mertebesiyle doğrudan
ilgilidir ve aynı seviyededir. Mes'ele şudur ki bu bilgileri ala­
cak seviyeye çıkmak sanıldığı gibi çok ibadet veya riyazet ve
mücahedeyle elde edilebilecek bir durum da değildir. Bizzat
sı1filerin deyimiyle, bu yolla varanların sayısı "az"veya "azdan
da az"dır. Buraya vArabilenler, çağrılanlar, yani aşık olanlar­
dır. Yakin, kesin ve açık bilgi türlerinin hepsi için kullanılan
bir kelimedir. Çeşidine göre ilme'l-yakin, ayne'l-yakin ve
hakke'l-yakin adlarını alırlar. Bu terimler İbnü'l-Arabi'de
İlmü'l-Akl, ilmü'l-ahval ve ilmü'l-esrar adını alırlar ve sıra­
sıyla hemen hemen aynı bilgi alanlarına tekabül ederler. 162

Burada bilme olayının kalple gerçekleşmesine rağmen


"görme" kelimesinin kullanılması aslında çok önemli bir
noktaya işaret etmek içindir ki o da gözün çalışma hızıy­
la ilgilidir. Müşahedenin de "görme"yle ifade edilmesi, bir
arifin Allah ve kainat hakkında elde ettiği bilginin ne kadar
hızlı olduğunu izah etmek için olabilir. Bir arif, sıradan bir
ilimin yıllar yılı okuyup araştırarak elde ettiği bilgiyi, ondan
daha kısa zamanda ve daha hızlı bir şekilde elde eder. Çün­
kü Kur'an'ın da buyurduğu üzere Allah'ın katında bir gün,
bizim saydıklarımızla 1000 gün ise (Hac 22/47), Allah katı­
na yükselmeyi başaran arif, bizim 1000 günde elde ettiğimiz
bilgiyi 1 (bir) günde elde edebilir. 1 63

Bu duruma, İslam tarihinden örnek verecek olursak,


Hz. Ömer'in "Rasulullah, 'insanlarla Ld ilahe i!!e!!ah deyin­
ceye dek savaşmakla emrolundum', buyurdu. Sen şimdi kal­
kıp da zekat vermiyorlar diye onlarla nasıl savaşacaksın "iti-

162 İbnü'l-'Arabi 1414/1994, c. 1, ss. 163-165.


163 Konuyla ilgili detaylı bilgiler için bkz. Yusuf2013, s. 86 vd.

280
-- S E Lİ M KALB İN FİZYO LOJ İ S İ

razına rağmen, Hz. Ebu Bekir'in: "Rasulullah'a verdikleri


bir oğlağı bile bana vermeseler onlarla savaşacağım'' diyerek
savaşmasını, Hz. Ömer: "Vallahi bu, Allah'ın Ebu Bekir'in
sadrını/göğsünü açmasından başka bir şey değildi" şeklin­
deki değerlendirmesi1 64 de bir kalp gözüyle görmekten, basi­
ret veya ilhamdan bahseder gibidir. Burada kayda değer bir
husus şudur ki Ebu Bekir, genelde halim-selim ve yumuşak
kalpli bir zat, Hz. Ömer ise, tam tersi karakterde bilinme­
sine rağmen, bu olayda sert davranmayı gerekli gören Ebu
Bekir olmuştur. Bu, bizi aniden gelen bir ilhamı düşünmeye
sevkeder.
Günlük hayatımızda, anlayamadığımız şeyler için "akıl­
sır erdiremiyorum" deriz. İşte buradaki sırr, "kalb, ruh ve sırr"
üçlüsündeki sırrdır: Kalbin en latif halidir ki kalp gözünün
açık olmasıyla aynı anlama gelir. Aslında bunun adı "sezgisel
düşünce" olsa gerektir. Çünkü insan denen canlıyı diğer can­
lılardan ayıran özellik, bulunduğu ortama ve şartlara uyum
için doğrusal ve belli davranışlarda bulunmasına yardım
edecek şekilde davranışlarını değiştirebilir. Bunu, düşünce
yoluyla yapar. Beklenmedik durumlar karşısında da beklen­
medik çözümler üretebilir. Bu genelde "sezgisel düşünce"yle
olur. Sezgisel düşünce, zihnin bir anda açılması ve rasyonel
aklın ulaşamayacağı hakikatleri kavramasıdır. Yani bazen bir
konuyu anlamada ani ve sezgisel sıçramalar müşahede ede­
riz. Veya arkadaşımıza ve çocuklarımıza "Allah zihin açıklığı
versin'' diye dua ederiz. İşte bu gibi sözlerimiz, aslında kalp
göz ve kulağının açık olması için yapılan dualardan başka bir
şey değildir. ı65

164 Buhari, Zelcit, 1 .


165 Bkz. Berkmen 201 1, ss. 100-101.

281
---- ---- -- TASAV V U F VE T I P -------

Tasavvuf kitaplarına göre duygu ve idraklerin merkezi


olan kalp, batın alemine aittir. Diğer organlar ise zahir ale­
mine aittir. Ama hepsi birlikte çalışan uyumlu bir ekiptir
Organlardan dil kalbin tercümanıdır166 ama söylediği şey
kalpten değilse bir anlamı yoktur; dil gibi zahiri organlar
şehadet/mülk alemindendir ve mesela, kalpten olmayan, sa­
dece dille söylenen bir ta ilahe illellah insana ancak şehadet
aleminde fayda verir, açık bir kafir damgasından ve sonuçla­
rından kurtarır167; gayb aleminde/Allah indinde ona hiçbir
faydası olmaz. : Gideceği yer yine kafirler gibi cehennemdir.
Yine, mesela, "dua" anlamına gelen namazda, bütün organ­
lar kalple uyum halinde olduğu zaman, sanki bedendeki her
organ, dil olmuş da dua ediyor gibidir.168 Aynı şekilde, na­
mazda kalp huşuda olmadığı halde bedenen/zahiren huşu
içindeymiş gibi görünmek, münafık huşuudur.169 Hemen
hemen herkesin bu organları aynı işi yapar ama kalbin ameli
herkeste farklıdır. Sırrın ve kalbin ameli, organların amelin­
den daha üstündür. Batıni amellerin de tesiri zahiri amelle­
rin tesirinden daha mükemmeldir. Bu yüzden de "alimin uy­
kusu ibadettir. Cahilinse (ibadet için) uykusuz kalması bile
günahtır" denmiştir. Çünkü alimin sırrı ve ruhu uyurken de
uyanıkken de Hakk'ın galebesiyle mağlub bir haldedir. Sır
mağlı1b olunca beden de mağlı1b olur ve bu haliyle nefsin
mücahede ve zahiri hareketlerle galib durumda olan nefsten
daha üstün olur.170
"Kalp, toprak gibidir. İman da tohum . . . Ahiret için
recada/ümitli oluşta, çiftçilerin toprağa tohumu ektikten
166 Sühreverdi 1426/2005, s. 184.
167 Bkz. Gazzali 1412/1992, c. 4, s. 45.
168 Sühreverdi 1426/2005, s. 179.
169 A. y. , s. 180, 183.
170 Hücviri 1982, s. 207.

282
S E Lİ M KALB İ N F İ ZYOLOJ İ S İ

sonra ümitli oluşu gibi ümitli olmak gerekir."171 Sakınan


veya sakınmayan, anlayan yada anlamayan, vs. kalptir. İrfan
da evvel emirde kalbi olup sonra kulak vermekle ilgilidir.172
"Mü'minin kalbi Allah'ın arşıdır" şeklindeki sözün sı1fi di­
linde hadis kabul edilmesinin sebebi budur. Bütün manevi
aktivitelerin merkezi kalptir. Şeytan, bir insanı kuşatmak,
ordularıyla saldırmak istediği zaman onun kalbini kuşatır.
Bu anlamda kalb, kuşatılmaya namzet bir "şehir"dir.173
İbnü'l-Arabi'ye göre kalp, ibadetin en önemli rüknü
olan "ihlas"la diğer organlara yardımcı olur.174 Bu haliy­
le, organlar içinde en değerli olanı seçmek gerekirse, kalbi
seçmek gerekir. Diğer organların secdesinden önce o secde
ederse, hepsinin secdesi sürekli olur. Çünkü kalp secde edin­
ce bir daha başını kaldırmaz. 175 Şu kadar var ki kalbin secde­
si zor; diğerlerininki kolaydır.176 Kalb sadece temiziselim ise
secde eder177 ve secde edince diğer organlar da secde eder­
ler.178 Mesela, yandan bir kesitte beynimizin şekli bile, secde
etmiş bir insanı andırır. Kalbin secdesi konusu, evvel emirde
Sehl et-Tusteri'nin (v.283/896) çocukluğundan başlayan bir
merakla meşgul olduğu bir konuydu. O, kalbini secde eder
halde görmüş ve diyar diyar dolaşarak "Kalbimi secde eder
görüyorum. Kalp secde eder mi?" sorusuna vereceği cevapla
kendisini tatmin edecek birisini aramış, sonunda Abadan'da
Ebu Habib Abadani179 adında bir şeyh tavsiye etmişler ken-
171 Gazz:ili 1412/1992, c. 4, s. 221.
172 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 7, s. 11.
173 Gazz:ili 1409/1988, c. 6, s. 81.
174 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c . 2, s. 351.
175 A. y. , c. 2. , s. 256-259; c. 8, s. 187.
176 A. y. , c. 8, s. 222.
177 A. y. , c. 1. , s. 259; c. 3, s. 36 . .
178 A. y. , c. 2. , s. 258; c. 6, s. 19 vd.
179 Sehl'in hocaları arasında zikri için bkz. Öztürk 2009, s. 321.

283
------- TASAVV U F VE T I P -------

disine. Onu bulup bu soruyu sormuş ve o: "Tabii ki kalp sec­


de eder. Ve secde edince bir daha başını kaldırmaz" deyince
bu cevap çok hoşuna gittiği için yıllarca onun yanında kalıp
hizmetinde bulunmuştu.1 80 "Kalb"in "insan" demek olduğu,
cenaze namazında namazın kalbin hizasına doğru kılınma­
sından bile anlaşılabilir. 1 8 1
Kalp, bütün zahiri ve hatmi kuvveler olan raiyyesinden/
kendisine bağlı olanlardan mes'uldür; onları güder/yöne­
tir.1 82 İnsan kalbini "semadaki malını" Bkz. Zariyat 51122.
sevmeye yönlendirebilirse, itaat devamlı olur. Nitekim, Hz.
İsa (a. s.): Her insanın kalbi, malının olduğu yerdedir. Ma­
lınızı semada yapın, kalbiniz semada olsun" demiştir. 18 3 Or­
ganlarını kontrol etmeyen, kalbini yorar. 1 84 Bunu hem fiziki,
hem de manevi anlamda almamız mümkündür: Gün boyu
sınırsız aktivitelerde bulunup bunları kontrollü yapmayan
kimse kalbini yormuş olacağı gibi günahlar işleyerek organ­
larını kontrol etmeyen kişi de kalbini yormuş ve bitkin hale
getirmiş olur.
Sühreverdi, bu hususu açıklarken, "Peygamberimiz'in
(a. s.): 'Münafık huşı1undan sakının' buyurmuşlar, bunun ne
demek olduğunu söyleyen ashabına: 'Bedenin huşuu/sakin­
miş gibi görünmesi, kalbin nifakıdır/münafiklığıdır' cevabı­
nı vermişlerdir" dediğini belirtir. 1 85

180 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 2. , s. 256; c. 5. , 165; c. 6, s. 344-345.


181 Bkz. A. y. , c. 2. , s. 280.
182 Gazzali 1409/1988, c. 5, s. 59; İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 2, s. 364.
183 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 2, s. 383.
184 A. y. , c. 8, s. 340.
185 Sühreverdi 1426/2005, s. 180.

284
S E LİM KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

A. XI. 2. Diğer Organlar

A. XI. 2. a. Genel Bakış

Sufilere göre organlar, hatmi manada "imanın alametle­


rini taşıyıcılar" ve "amele geçirenler"dir. Göz, ayet ve alamet­
ten ibret almakla; kulak, Hakk'ın kelamını dinlemekle; mide,
Hakk'ın haram kıldığını yememekle; dil, doğru sözden baş­
kasını söylememekle ve nihayet bedenin tümü, nehyedilen
şeylerden kaçınmakla Allah'a itaat ister. 1 86 İnsan, özellik­
le göz, kulak, dil, karın, fere/cinsel organ, el, ayak gibi yedi
organını günahtan korumaya azami dikkat göstermelidir.
Bütün organların hareketleri ve hareketsizlikleri, Allah'ın
nimetlerindendir. O'nun nimetleriyle, O'na isyan etmekten
daha çirkin bir şey tasavvur edilemez.1 87 Her organını, ya­
ratıldığı fonksiyonu yerine getirmede kullanmayan, nimete
küfr etmiş sayılır.1 88 Organlarını yerli yerinde kullanan bir
alime, denizdeki balıklar bile dua eder.1 89
Tasavvuf kitaplarında organlar, bizden ayrı kimlikleri
olan varlıklarmış gibi sunulur. Öyle ki her şeyin natık/konu­
şan ve düşünen, Rabbine nazır/bakan olduğunu bilen insan,
her şeyden utandığı gibi kendi organlarından da utanır. 190
Bu utanma onların da işiteceği şekilde tevbedir ki bu onların
zekatı mesabesinde olur. 191 Zaten organlar, zekatın sarf ma­
hallerini/harcama yerlerini temsil ederler. Fere, fakrı; batn/
karın, meskeneti; kalb, amil/zekatı toplayanı; kulak, müel­
lefe-i kulubu; göz, rikak/köleliği; el, borçluyu; ayak, yolcuyu
186 Hücviri 1982, s. 423.
187 Gazzali 1409/1988, c. 5, ss. 59-69.
188 A. y. 1412/1992, c. 4, s. 141 vd.
189 A. y. 1412/1992, c. 4, s. 190.
190 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 4, s. 598; c. 5, s. 494.
191 A. y. , c. 2, s. 343.

285
TASAV V U F V E T I P ------

sembolize eder. 192 Ayrıca, abdestte yıkanan sekiz organ ve


amelleri, cennetin sekiz kapısını temsil eder. 193
Bedendeki organların, birlikte ve ayrı ayrı yaptıkları tes­
bih ve zikirleri vardır. Birlikte yaptıkları zikir, namazdır. Na­
maz, bütün organların dil kesilip de Allah'a yalvarıyormuş
gibi oldukları dua halidir. Çaresiz kalan bir fakirin, zengin
karşısında ezilip büzülmesi gibi, duasının kabulü için rükuya
gitmekte/eğilmekte ve secdeye gitmekte/yerlere yatmakta­
dır. 194 Organların ayrı ayrı zikirleri ise sahibinden habersiz
yaptıkları zikir ve tesbihtir.195 Hatta bir kafirin organları, kı­
yamet günü sahibi aleyhine şehadette bulunur.196 İbnü'l-A­
rabi, organların dünyada nefs-i natıkanın yönetiminde ve
tasarrufunda olarak onun emrine boyun eğerek ameller
işlediklerini ama öbür dünyada bundan razı olmadıklarını
gösterir şekilde şikayet edeceklerinin Kur'an'da bildirilen
hususlardan olduğunu, bunun da aslında onların bize değil
mülkün malikine, yani Hakk'a bağlı olduklarını gösterdiğini
vurgular.197 Ayrıca, onların her zaman Allah'ın tazim ve tes­
bihinde olduklarını, nefsin bildiği günah ve taatleri bilselerdi
Allah'a karşı gelmeyeceklerini, öbür dünyada dile gelip sahi­
binin günahlarından şikayet edeceklerini, çektikleri azaptan
zevk alacaklarını da ekler. 1 98 İbnü'l-Arabi burada:"Nihayet
cehenneme vardıklarında, kulakları, gözleri ve derileri, yap­
mış oldukları işler hakkında kendileri aleyhine şahitlik eder.
Onlar derilerine: Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?" dedik-

192 A. y. c. 2, s. 350.
'
193 A. y. , c. l, s. 577.
194 Sühreverdi 1426/2005, s. 129.
195 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 4, s. 598.
196 A. y. , c. 3, s. 447.
197 A. y. , c. 7, s. 277.
198 A. y. , c. 5, s. 142.

286
SELİM KALBİN FİZYOLOJ İ S İ

!erinde derileri derler ki: "Biz kendiliğimizden konuşmadık;


bizi her şeyi konuşturan Allah konuşturdu. Sizi ilk defa ya­
ratan da O'ydu ve yine yalnızca O'na döndürülüyorsunuz.
Siz günahlarınızı işlerken kulaklarınızın, gözlerinizin ve
derilerinizin aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordu­
nuz ve yaptıklarınızın çoğunu Allah'ın bilmediğini sanıyor­
dunuz"199 gibi ayetlere dayanmaktadır. Organlar aslen temiz
olduklarından ister mü'minde ister kafirde olsunlar, kıyamet
günü şehadetleri kabul olunur. Bu onların hakkıdır.200

Organların müstakil varlıklar olarak değerlendirildi­


ğini, başka noktalarda da görmek mümkündür. Nitekim,
sılf'ılere göre, organların, kendilerine inen hastalıklara sabre­
dip, masiyete düşmemeleri gerekir. Gören göz de şükretme­
yi bilmelidir. Her hal ü karda, organlar, dinde taat işlemek
için aletler mesabesindedirler; başka yerde kullanılmamaları
gerekir. 201 İnsan, daima organlarını teftiş etmeli ve onların
ne için yaratılmışsa onu yaptıklarından emin olmalıdır.202
Organlar, o kadar müstakil varlıklardır ki bizden ayrı ola­
rak nefis ve şeytanı kıyamet günü Allah'a şikayet edecek­
lerdir. 203 Ancak "organların hakları" açısından taatlerde de
aşırı gitmemek gerekir. Zekat ve sadaka gibi ibadetlerde aşırı
gitmenin göz, kulak gibi organların hakkını vermemek ol­
duğu, bunun da onları hasta edeceği ve dolayısıyla hayırlı
amellerine engel olacağı vurgulanır.204 Çünkü uzuvlar, her
ne kadar müstakil varlıklar gibiyseler de, bizim raiyyelerile­
rimizdirler, yani yönetimimiz altındaki varlıklardır. Sırf bu

199 Fussilet 41/20-22.


200 İbnü' l-Arabi 1414/1994, c. 2, s. 339, 384; c. 3, s. 339; c. 5. , s. 142 vd.
201 Gazzill 1412/1992, c. 4, s. 216.
202 A. y. , c. 5, ss. 1 1-21; a. y. 1409/1988, c. 5, ss. 59-69.
203 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 2, s. 365.
204 A. y. , c. 2, s. 358.

287
TASAVV U F V E T I P -------

sebeple, onları yerli yerinde kullanmak205 ve onlara karşı adil


davranmak gerekir.206

A. XI. 2. b. Göz, Kulak ve 11Ayakların İlmi"

İbnü'l-Arabi, el-Fütuhaita da üzerinde durduğu üzere,


duyu organları arasında göz önemli bir yer tutar. Göz Al­
lah'ı bilme ve sevmede çok önemli bir organdır. Mesela, "Al­
lah'ı görüyormuşçasına ibadet etmek" anlamına gelen ihsan,
doğrudan gözün muhabbeti elde etme ve geliştirmedeki ro­
lüyle ilgilidir. Mahbubu/sevileni, görüyormuşçasına sevmek,
onu önce duyularla hissedilebilir olan aleme indirmek, sonra
hayalinde ona güzellik üzerine güzellik giydirmek, onu ay­
rılık ve uzaklaşmanın senden alamayacağı şekilde gözünün
önünde ve daimi bir vuslat halinde tutmaktır.207 Bu hususta
arifler arasında çok farklar olduğu gibi peygamberler ara­
sında da farklar vardır. Mesela, Hz. Musa'nın aldığı, sem'i
ve basari, yani işitme ve görmesinden gelen bilgiyken, Hz.
Muhammed (a. s.) a gelen "nüzulun kalbiyyun/kalbine in­
dirilen bilgi"dir.208

Gözden daha hızlı çalışan bir duyu organı da yoktur.


Bir şeye baktığımızda, mesafe ne olursa olsun onu görürüz.
Öyle ki gözümüzle yüzbinlerce ışık yılı ötesi yıldızları göre­
biliriz. İnsan gözünü açıp gökyüzüne baktığında, göz ışınları
oradaki yıldızlara hemen ulaşır ve yıldızların görülmesi ger­
çekleşir. Yıldızların nekadar uzakta olduğunu düşünün, göz
ışığının bu süreyi ne kadar hızlı katettiğini düşünün. Ancak

205 A. y. , c. 4, s. 602.
206 A. y. , c. 8, s. 386.
207 A. y. , c. 3, s. 614.
208 A. y. , c. 5, s. 414.

288
S E LİM KALBİN FİZYOLOJ İ S İ

buna rağmen gördüğümüz, binlerce ışık yılı önce ölmüş bir


yıldız da olabilir. 209
Allah, ibadeti sayesinde kulunun duyma, görme, tutma
ve yürüme organı mesabesinde olabilir. Allah bir kulun işit­
mesi, görmesi, yürümesi gibi bir duyu organı mesabesinde
olmuşsa o kulun duymayacağı, görmeyeceği hiçbir şey ve
yürüyemeyeceği hiçbir uzaklık olamaz. 210 Zaten ilahi emrin
gayesi de budur. 21 1 Bu durumda kul, ubudiyetten gaib olur/
kulluk edemez, muhakkiklere/hakikate ermiş kişiler ara­
sına girer2 1 2 ama onun Rabbine şükrüne engel bir durum
oluşmaz; çünkü gerçek bir ittihad değildir. 213 Böyle bir kul,
günahtan uzak olur; çünkü organları Allah'ın koruması al­
tındadır. Bu kulun riyazeti sevmesi ancak Allah için olur.
2 1 4 İbnü'l-Arabi'ye göre, burada oluşan ''Ahadiyet"e, "ilm-i
ercül" (ayakların ilmi) denir. Ayaklar, ilmi, tarikat/yol il­
midir. Çünkü onlarla yürünülür. Bu ilim, Allah Taa.la'nın,
Kitaplarını ikame eden Yahudi ve Hıristiyanların yemeleri
hakkında buyurdukları "Eğer onlar, Tevrat ve İncil'i ve Rab­
lerinden nazil olan şeyi ikame etseydiler, hem Üzerlerinden,
hem de ayaklarının altından yemek yerlerdi" (Maide 5/66)
ayetinden çıkarılmış bir terimdir. Bu ilim, Hak yolunda yü­
rümekle hasıl olan ilimdir. Bu ayetteki "üzerlerinden yemek"
tabiri, İlahi ilimlerin zevkini kastederken, "ayaklarının altın­
dan" tabiri, a.lem-i tabiatın mertebelerinde yürüyerek beşeri
sıfat ve nefsi kirlerinden temizlenmek suretiyle ulaşacakları

209 Konuyla ilgili detaylı bilgiler için bkz. M. Yusuf 2013, s. 86 vd.
210 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 5, s. 345.
211 A. y. , c. 6, s. 1 15.
212 A. y. , c. 3, s. 484. Ayrıca bkz. a. y. , c. 2, s. 530; c. 3, ss. 56, 124, 170, 219-20,
340, 390, 481; c. 4, s. 16, vs.
213 A. y. , c. 3, s. 367.
214 A. y. , c. 3, s. 354; c. 8, s. 306.

289
------- TASAV V U F VE TI P ------

bilgilere işaret etmekte ve bunu "ayaklarının altından yemek"


olarak adlandırmaktadır. Çünkü yol bir sırattır ve üzerin­
de süluk/gitmek, sa'y/çalışmak ve yürümek ancak ayaklarla
olur. 215

A. XII. Manevi ölüm


Birinci bölümde anlattığımız biyolojik ölüm yanında,
sofilerin "manevi ölüm" dedikleri ve kötülüğün kaynağı olan
nefsin ölümünü kastettikleri bir ölüm çeşidini hatırlatmak
yerinde olur. Bu ölüm çeşitli renklerle anlatılır: Beyaz ölüm,
yani açlık; yeşil ölüm, yani murakka'a/yamalı elbise giymek;
siyah ölüm, yani eza ve cefaya katlanmak; ve kırmızı ölüm,
yani nefse muhalefetle onun etkisini kırmaktır. 2 ı 6 Suf'ıler,
"insanlar uykudadır; öldükleri zaman uyanırlar" veya "ölme­
den önce ölünüz" derken2 1 7 bu tür ölümleri kastederler.

A. XIII. Biyolojik Baba- Rôh.i Baba


Tasavvufun temel mes'elelerinden birisi, mürşid ve mü­
ridleri arasındaki ilişkidir. Bu ilşkiyi bir baba-evlat ilişkisine
benzeterek açıklayan Sühreverdi'nin şu sözü, müridin, şey­
hiyle manevi doğuma eriştiğini ve onun cüz'ü haline geldi­
ğini belirtmesi açısından mühimdir: Şeyh, müridlerinin ne­
fislerini kendi nefsi mertebesinde görür ve kendi nefsini na­
sıl terbiye ettiyse, onlarınkini de öyle terbiye etmeye çalışır.
Allah Taala'nın iki yol arkadaşı arasında bir ülfet hazırlamış
olmasından dolayı, mürid, şeyhin bir cüz'ü haline gelir. Ay­
nen çocuğun, topraktan/biyolojik doğumda babanın cüz'ü

215 Konuk 1989, ss. 278-279.


216 ibnü'l-Arabi 1414/1994, c. 3, s. 337.
217 Birçok sıifi kitabında hadis olarak da verilir ama hadis değil; sıifi kelamıdır.
Bkz. Aclıini 1351/1932, c.2, s. 290.

290
S E L İ M KALB İ N FİZYOLOJ İ S İ

olması gibi, bu doğum d a ruhi bir doğum olur. Bu, bir nev'i
ikinci doğumdur. Birinci doğumun, insanın mülk alemiyle
ilişkisini sağlaması gibi, bu doğum da melekıit alemiyle iliş­
kisini sağlar. Aynı şekilde, biyolojik evlatlıkta babanın mad­
di mirasına varis olunması gibi ruhi evlatlıkta da babanın
ilmine varis olunur: B abanın bütün hal ve ilmi özellikleri
çocuğuna geçer. Böylece mürşidlerin ruhi/ilahi nesli devam
etmiş olur. Biyolojik olarak bir kimse evlatları az, çok veya
hiç olmayabildiği gibi meşayihin de kendisinden ilim ve hal
alıp başkalarına da tevdi eden ruhi evladı çok olabilir, az
olan olabilir, nesli kesilmiş olan olabilir. Ama bu türlü bir
nesl, Allah Taala'nın kafirlere redden buyurmuş olduğu "[Ey
Muhammed!] Doğrusu sana buğz eden, soyu kesik olanın
ta kendisidir"218 sözündeki nesidir. Yoksa Rasulullah'ın nesli,
kıyamet gününe dek baki kalacaktır. Manevi nisbet açısından
da ilim mirası, ilm ehline ulaşacaktır. Veladet-i maneviyye,
yok olmaktan masundur. Çünkü şecerati'l-huldden/ebedilik
ağacından219 var edilmiştir ki bu ağaçtan kasıt, birçok tefsir­
de dile getirilen buğday bitkisi değil ilim ağacıdır. 220

A. xıv. Biyolojik Anne- İlahi Anne


Yukarıda zikredilen "ruhi baba" tabirinin yanında bir de
sadece İbnü'l-Arabi'de karşımıza çıkan "İlahi anne" kavra­
mı vardır. Bu tabirin diğer sufılerde bulunmayışının sebebi,
sıifilerin "hanım şeyh" mes'elesine yaklaşım tarzları olabilir.
Şöyle ki tasavvufun ilk dönemlerinde kendilerine "üstad" da
denilen hanım mürşidler olmasına ve sonraki dönemlerde

218 Kevser 108/3.


219 Burada Bakara 2/35'e telmih vardır.
220 Sühreverdi 1426/2005, ss. 54-56.

291
TASAVV U F VE TI P -------

221
de zaman zaman hanım şeyhlere rastlanmasına rağmen,
Tasavvuf'ta kadınların şeyhliği genel kabul gören bir vakıa
değildi.

Kadın ve erkek arasında şeyhlik açısından bir fark gör­


meyen İ bnü'l-Arabi'nin Fatıma Bint İ bn el-Müsenna adın­
da İşbiliye'de (Endülüs) karşılaştığı ve kendisinin önemle
belirttiği üzere ölünceye dek hizmet ettiği hanım mürşidi
vardır ve bu hanım, kendisinin İ bnü'l-Arabi'nin "İlahi an­
nesi" olduğunu söylemektedir.222 el-Fütuhat el-Mekkiyye'de
bu durum şöyle ifade edilir: "Ben İ şbiliyye'li Allah aşığı ve
arife bir kadına hizmet ettim. Adı Fatıma Bint İ bn el-Mü-
senna idi. ( . . . . . )
. . O bana şöyle derdi. "Ben senin ilahi an-
nenim (Ümmüke'l-İlahiyye) ve senin topraktan (biyolojik)
olan annenin nuruyum."223 Bu haliyle İ bnü'l-Arabi ve hanım
şeyhi, diğer sufiler arasından çok özel bir şekilde ayrılmış
görünmektedir. Çünkü aynı boyutta başka bir mürşid-mü­
rid ilişkisi bildiğimiz kadarıyla yoktur.

B. SUFİ SAGLIGI
Yaşam şekli ve haller, insan fizyolojisini derinden etki­
leyen unsurlardır. Sinir bilimlerindeki en güzel buluşlardan
birisi, yaşantıların biyolojiyi değiştirebileceğinin keşfedil­
mesidir.224 Sufilerin yaşadıkları tecrübe ve hallerinin onlarda
sebep olabileceği "Fizyolojik değişiklikler"le ilgili verilere
örnekler aşağıda sunulmuştur.

221 Bkz. Küçük 2015, ss. 426-450.


222 Konuyla ilgili detaylar için bkz. a. y. 2009; a. y. 2012.
223 Bkz. İbnü'l-Arabi 1293, c. 2, s . 459 /a. y. 1414/1995, c. 3, s. 632.
224 Sayar ve Dinç 2008, s. 109.

292
S E L İ M KALB İ N FİZYO LOJ İ S İ

B. 1. Riyazet ve Ruh Sağlığı


Tasavvufta riyazet, az yeme, az içme az uyuma ve hal­
vetle birlikte çok ibadette ve zikirde bulunmaya işaret eder.
Riyazette, her şeyin olduğu gibi yeme-içmenin de bir kuralı
vardır ve ilk kuralı, helal olan şeylerin dışında hiçbir şeyi vü­
cuda sokmamaktır. Helal olmayan gıda, kalbe kasvet/sıkıntı
verir.225 Helal gıdanın kalbe tesiri, müshilin vücuda te'siri gi­
bidir. Müshilin karnı ve vücudu temizlemesi gibi helal gıda
da kalbi dünya sevgisinden temizler. 226 Haddizatında yedi­
ğinin helal olduğuna dikkat etmek, her Müslümana farzdır.
Haram gıdayla ibadet etmek, gübre üzerine bina yapmaya
benzer. 227
Ebu Talib el-Mekki ve Gazzali'ye göre, "yemek, din­
dendir", yani dinin hakkında kurallar koyduğu hususlardan­
dır ve dini ilgilendirir. Yemek, Allah rızası için güzel ameller
yapmaya ve ilim öğrenmeye güç toplamak için olduğunda
güzeldir. Nitekim, Kur'an'da: "Ey iman edenler! Eğer siz
yalnızca Allah'a kulluk ediyorsanız, size verdiğimiz rızıkla-
rın iyi ve temizlerinden yiyin ve Allah'a şükredin"(Bakara
2/172) ve "Ey Peygamberler! Temiz şeylerden yiyiniz ve
salih ameller işleyiniz" (Mü'minun 23/5 1) buyrulmuştur.
İnsanın sevdiği şeyleri yiyip içten bir şükürle şükretmesi de
"halis şükrü" öğrenmek açısından gereklidir. 228 Ahiret niye­
tiyle ve Allah rızası için yemek, ahiret niyetiyle ve Allah için
aç kalmaya/oruca denktir. 229 Ancak bunları yaparken nefis

225 A. y. 1414/1994, c. 2, s. 6
226 Gazzill 1412/1992, c. 4, s. 333.
227 A. y. 1409/1988, c. 5, s. 66.
228 Ebu T'alib el-Meklô 1424/2003, c. 2, s. 345-346; Gazzill 1412/1992, c. 2, s.
32.
229 Ebu T'alib el-Meklô 1424/2003, c. 2, s.346.

293
------- TASAV V U F V E T I P ------

başıboş bırakmamalı, hayvanlar gibi durmadan yiyip içme­


sini önlemelidir.230 Her zerre yemek, içmek ve ilacın vücutta
te'siri gibi her zerre günah da ruhta te'sir bırakır.23 1

Rükniddin Alauddevle Simnani'ye (v.736/1336) göre,


dervişler yemek yediğinde huzur-i kalple (kalbi Allah'ın
huzurunda olarak) yemelidirler. Çünkü insan vücudundaki
amelin tohumu, yemektir. Eğer tohumu gafletle ekerse, lok­
ma helal bile olsa, onunla kalp huzuru sağlanması mümkün
değildir. 232 Aynı şekilde, bir kimsenin Hak.k'ın marifetinden
nasib alabilmesi için helal lokma yemesi ve doğru sözden
ayrılmama şiarında/alışkanlığında olması gerekir.233 Kütah­
ya Mevlevilhanesi'nin XI/XVII. asırdaki hanım şeyhlerin­
den Mesnevihan Kamile Hanım daha küçük yaşta kera-
met göstermekte ve çocuk olduğu için kendisini tutamayıp
ulu-orta her yerde bunları konuşmakta olduğundan babası
buna engel olmak için pazardan aldığı rastgele bir yiyeceği
yedirir; ondan sonra bu tür şeyler yapamaz olur. Büluğa er­
dikten sonra, eski haline dönmesini sağlayan yine babasının
himmeti olur.234

Alınan gıdanın "helal" oluşuna dikkatten sonra ikin­


ci sırada dikkat edilecek husus, az yemektir. Vücudun az
yemeye alıştırılması o kadar önemlidir ki bu diyete çocuk
yaşta başlatılmalıdır. O zaman ileride daha kolay riyazet ya­
par. Çünkü hayr da şer de alışkanlıktır. 235 İ nsanın terbiye
etmesi gereken arzularının başında "şehvetü'l-batn", yani

230 Gazzali 1412/1992, c. 2, s. 3.


231 A. y. , c. 4, s. 588.
232 Cami 1995, s. 615.
233 A. y. , s. 665.
234 Sakıb Dede 1283, c. 1, s. 255.
235 Gazzali 1412/1992, c. 3, ss. 116-120.

294
S E Lİ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ

karnın/midenin arzuları gelir. Bedenin, ruhun karşısında


fazla şımarmaması için her istediği, istediği an verilmez ve
semirtilmez.236 İnsan, ibadet etmesine ve günlük ihtiyaçla­
rını karşılamasına yetecek kadar gıda almalıdır. Fazla gıda,
kalbe kasvet veren sebeplerdendir.237 Hekimler: "Yemeyi-iç­
meyi azalt da beden arıklaşsın, can güçlensin" der.238 Akıllı
olan insan vücudun gıdasını devamlı bir şekilde azaltarak
canının/ruhunun gıdasını artırır ki meleki olan aklı kendi
cinsinden kuvvet bulsun. Zarı1ret olmadıkça yemekle mu­
kayyed olmaya ki nefis hayvanı ne kadar zaiyıf düşerse akıl
meleği de o kadar kuvvetlenir. Bu suretle devam ettikçe, me­
lekiyet galib, hayvaniyet mağlub olur. Mağlub ise yok hük­
mündedir. 239 Allah yolu sabır ile katedilir. Çünkü uykuyu,
yemeyi-içmeyi, şehvetleri, yağlı ballı yemekleri terketmekle
olur ki bunların hepsi meşakkattir ve sabır ister.240 Dahası,
fazla gıda nefsi semirtir ve azdırır. Bir çok sufı az yemeye,
aynı zamanda sıhhatli olmak için önem verir ve tavsiye eder.
Mesela, Muhasibi, takvayı "sağlığını korumak isteyen ve bu­
nun için az yiyen kral"la anlatır:

"Rabbin (a. c.) için korunman, şu kralın durumuna ben­


zer: Dünya krallarından bir kral ki her türlü arzu ve zevkini
tatmin etme imkanı var. İstediği her şeyi elde ediyor. Bir gün,
bedenini, bitkinlikler, hastalıklar ve dertler sarıyor. Eline her
geçirdiğini yerse ölecek, yemez sakınırsa yaşayacak ve has­
talıklarını yenecek. Tabiblerle dost olmuş, eczacıdan çıkmaz
olmuş, acı ilaç içme sıkıntısına katlanmış, güzel yemekler­
den uzak durmuş, az yediği için bedeni hastalığı yenmeğe
236 A. y. ' c. 3, ss. 129-158.
237 A. y. 1414/1994, c. 2. s. 6
'
238 Sultan Veled 2001, s. 167.
239 A. y. 1376, s. 142.
240 A. y. 1376, s. 138.

29S
------- TASAVV U F V E T I P ------

başlamış ve hastalığı gün be gün azalır, sıhhat durumu iyiye


gider olmuş; zira (abur cubur yemeği değil) perhizi seçmiş.
Yerse ölüme yaklaşacağı korkusu ve perhizin onu sağlık ve
sıhhatine kavuşturacağı ümidiyle, bedenine biraz sıkıntı
çektirirse, sıhhatli bir bedenle birlikte, eski güzelliklere
kavuşur, hayatı hastalıksız olduğu için güzelleşir, üzüntüsüz
bir hayata kavuşur. Ahireti isteyen takvalı mü'min de böyle­
dir: Nimetler ve lüksü terketme, yalnızlık, insanlardan uzak
olma, hüzünlerin hayatına galip olup sevinçlerin ortadan
kalkması durumunu seçer."241
"Allah bir sivri sineği örnek/mesel olarak zikretmek­
ten utanmaz . . . "(Bakara 2/26) ayetinde tok insanın hali
Kur'an'da sivri sineğin haline benzetilmiştir: Sivri sinek, aç­
ken kaçar ve uçar. Tokken olduğu yere yapışıp kalır. İnsan
da öyledir. "Şüphesiz ki insan, kendini müstağni gördüğü
zaman azgınlık/taşkınlık yapar" (Alak 96/6) ayeti, kendisini
ihtiyaçsız gören insanın halini çok güzel resmetmektedir.242
Tabiatlar, hangi ölçüde gıdalardan pay alarak beslenirse, nefs
o kadar kuvvetli hale gelir. Heva ne kadar gelişme imkanı
bulursa, kişinin haşinlik ve saldırganlığı organlarda o ka­
dar fazla yayılır.243 İnsan, az yemekle gökyüzü sakinlerine/
meleklere benzer. Çünkü günahların çoğu, "karnın şehveti"
olan çok yemeyle ilgilidir.244 Sehl et-Tusteri: "Allah Taala
dünyayı yaratınca günahı ve cehaleti tokluğun içine, ilmi ve
hikmeti de açlığın içine koydu" derken245 tokluğa karşı nasıl
bir dikkat gerektiği üzerinde durmaktadır. Ama tabiidir ki

241 Muhasibi ts. , s. 253.


242 Kuşeyri 1420/2000, c. 1, s. 30.
243 Hücviri 1982, s. 468.
244 Gazzali 1409/1988, c. 6, s. 70.
245 Kuşeyri 1413/1993, s. 141.

296
-- S E L İ M KALB İ N FİZYOLOJ İ S İ -- --

insanın tabiatının hoşlandığı şeylere karşı durması/sabret­


mesi kolay değildir. 246

Çok yemek, yağlı ve kolesterolü yüksek gıdalar tüket­


mek tıbbi açıdan birçok problemlere sebep olur: Bazı bün­
yeler yediğini hazmetmeden uyuyamadığı için çok yemek
uykusuzluğa sebep olur. Kandaki yüksek kolesterol da kalp
çarpıntısına ve vücudun rahatsızlığına sebep olarak uyku­
suzluğa sebep olur. Ayrıca damarların daralmasına sebep
olarak kan dolaşımı bozukluklarına ve hatta tıkanmalarına,
bu damarların bulunduğu bölgelerde iğnelenme, karınca­
lanma ve uyuşmaya sebep olabilir. Bu şikayetleri olan kim­
senin kolesterol hariç bütün kalp-damar, dahili ve nörolojik
test sonuçları normalse, bu durum akla gelmelidir. Hatta
bazı klişilerde damarlar normalin 20-30 derece üzerindeki
yükselişleri bile tölare etmeyerek bu rahatsızlıkları hissse­
debilir.

Çok yememek, bir sonraki başlıkta ele alacağımız tehec­


cüd/gece ibadeti için uyanma açısından da önemlidir. Çün­
kü yukarıda söylediğimiz gibi çok yemek, uykusuzluğa ve
rahatsızlığa sebep olduğu gibi sindirim sisteminin çalışması
açısından da bazı sıkıntıları birlikte getirir: Abdestli kalabil­
mek ve sık sık lavaboya gitmemek için de az yemek gerekir.
Çok yemek o kadar mezmum/kötüdür ki Sehl b. Abdullah:
"Yemekle dolu olan bir midedense, şarapla dolu bir mideyi
tercih ederim. Çünkü mide şarapla dolu olunca akıl istirahat
eder, arzu ateşi söner. Böyle olanın elinden ve dilinden halk
emin olur. Fakat mide yemekle dolu olunca, helal bile olsa,
insanda fuzuli şeylere karşı bir arzu meydana getirir, arzuları
güçlendirir, nefsin arzularının peşine düşmesi için imkanı

246 Gazzali 1412/1992, c. 4, s 104.

297
------- TASAVV U F VE TI P -------

olur" der. 247 Nefs, ihtiyacı miktarının üzerinde yediği zaman


bu fuzıili işlerin peşine düşeceği için, mesela, helva gibi fazla
enerjili şeyleri yememelidir. Bu haliyle helva sılfınin değil,
avamın/vasat insanın gıdasıdır. 248 Ama bir dervişin halvet­
te az yenmesi sebebiyle barsakların hareketinin yavaşladığı
düşünülerek, konstipation (kabızlık) önleyici olarak hayvani
olmayan yağlı yiyecekler alması tavsiye edillir.249

Bir dervişin, hocasının yediği şeylerden yemesi bile


halini değiştirebilir.250 Bir şeyh de müridlerinin yediği bir
çorbayı, sadece "koklayarak" dahi doyabilir. Nitekim, Hal­
veti şeyhi Yahya Şirvani, müridlerine işkembe çorbası yedi­
rirken kendisi, koklamakla yetinmiş ve: "Lokman Hekim,
yıllarca bir hokka macun kokusuyla gıdalalandı; ben bunun
gibi mükellefve yağlı bir lokma ile yemeden gıdalansam çok
mu?" demişti. 251 Bu konuda söyleneceklerin özü belki de
İbnü'l-Arabi'nin şu öğütleridir: "Bıtna/çok yemekten kaçın;
çünkü bıtnat, fıtnayı/anlayışı giderir. Yaşamak için ye, yemek
için yaşama!"252

Hatta Mevlevilik ve Bektaşilik gibi tarikatlerde mutfak


ve yemek kültürü o kadar önemli hale gelmiştir ki mutfak,
mühtedi dervişlerin tarikate girişlerinde yolun başını betim­
ler. Her iki tarikatte de "Aşçı Dede" olmak "terbiye şeyhi"

247 Hücviri 1982, ss. 495-496.


248 A. y. ' s. 490.
249 Bkz. Çift 2008, s. 239.
250 Bkz. Cami 1995, s. 623. Burada anlatıldığına göre, Hafız Bahauddin
Eberdehi/Ömer, Tus'da Hıfz yaparken, hafızlık hocasının yediklerinden
yediği için hali değişmişti. Bunu gören vasisi Mevlana Takiyüddin Ali
Mayeni, onu hıfzı süresinde Eberdeh'e gitmesini söylemişti.
251 Cami 1995, s. 702.
252 İbnü'l-Arabi 141411994, c. 8, s. 260. Ebu T"'alib el-Mckki, benzer bir sözün
Galen tarafından söylendiğini aktarır: "Ben yaşamak için yiyorum. Başkalan
ise yemek için yaşıyorlar. Ebu T"'alib el-Mekki 1424/2003, c. 2, s. 367.

298
S E L İ M KALB İ N FİZYOLOJ İ S İ

olmak demektir. Özellikle Mevlevilikte mutfak, 1001 gün­


lük çilenin çıkarıldığı yerdir. Mevlana'nın "Hamdım, piştim,
yandım" sözü, seyr ü süluku/Allah'a yükselişi, mutfak terim­
leriyle ifade etmesi açısından dikkat çekicidir. 253 Bektaşilikte
bir derece daha ileri bir boyutta, lokma/yemek ayin-i cem'in
bir parçası haline getirilmiştir: Dede, bir taraftan sohbet
ederken, bir taraftan da "lokmalarınızı yiyor musunuz?" diye
sorar ve bununla aslında "benim dediklerimi anlıyor idrak ve
kabul ediyor musunuz?" demek ister. 254
Abdullah Bosnevi (v. 1054/1644) de Lübbü'l-Lübb fi
Beyô.ni'l-ekli ve'ş-Şürb adlı risalesinde "Yiyiniz içiniz ama is­
raf etmeyiniz" (A'raf 7/31) ayetini, hem yemeden aşırı dere­
cede kaçınanlar açısından hem de ihtiyaçlarının üzerinde yi­
yip içenler açısından dört açıdan açıklamıştır ki bunları "ye­
mek, içmek ama israf etmemek", yani "gereği kadar yemek''
olarak özetleyebiliriz. Bu açıklamalarında zahidlerin aşırı
riyazet arzusuyla yemeyi tamamen terketmelerini Kur'an
ve sünnete uygun bulmayarak, beden ve ruh dengesini boz­
dukları gerekçesiyle eleştirmektedir. Bosnevi'nin işaret ettiği
şekilde yemeden aşırı derecede sakınanların olup olmadığı­
nı tasavvuf kitaplarında aradığımızda, bazı sı1f'ılerin her gün
tedricen azaltarak sonunda 7, 10, 15, 20, 40, hatta 80 günde
bir yemek yemeğe indirgemesiyle karşılaşabilirsiniz (ki buna
tasavvuf terminolojisinde "faka" denir). Bu gibi bir yeme
adeti sünnete/insan yaradılışına uygun değildir ve beden­
ruh dengesini bozmaktır. Mesela, İbrahim b. Edhem ve Ebu
Nasr es-Serrac Ramazan ayı boyunca hiç birşey yemezken,

253 Mevlevilikte mutfak ve yemek kültürüyle (somat/simat erkanıyla) ilgili olarak


bkz. Gölpınarlı 1983, s. 415-419.
254 Bektaşilikte mutfak ve yemek kültürüyle ilgili olarak bkz. Hacıbeyzade
Ahmet Muhtar 2014, hepsi.

299
------ TASAV V U F VE TIP ------

Abdullah b. Hafif, arka arkaya 40 erbain/çile çıkarırdı (ki bu


dönem sufınin hiç denecek derecede az yediği, çok ibadet ve
zikirde bulunduğu bir dönemdir). Sehl et-Tusteri, 40 günde
bir yiyen sufılerdendi. Hatta yediği zaman zayıflar, yemediği
zaman kuvvetlenirdi. 255 Abdullah b. Baseğri gibi bazı sufıler,
80 gün hiçbir şey yemeden durmuşlardır. 256 Hatta 6 yıl bo­
yunca hiç yemeyip sonra da ancak şeyhinin: "Hz. Peygam­
ber'in ümmeti ve benim müridimsen ye artık!" demesinden
sonra bir-iki lokma alan Muhammed Dehistani, Kabe'de
yemeden-içmeden dört yıl kalan Ebu Ak1cil Mağribi257, ye­
meği sadece koklayarak doyan Yahya Şirvani258 gibi sufıler
bile vardır. Burada asıl olanın, orta yolu izleyen sufıler oldu­
ğunu belirtmek gerekir. Ama bu az yeme-içme, muhtemelen
onların ellerinde olarak yaptıkları bir şey değil, aşırı ğalebe
halinde olmalarından ve kendilerini şehadet aleminden çok
misal aleminde hissetmelerinden dolayı, kendilerini fiziki
dünyaya adapte edememelerindendir. Nitekim, 20 veya 25
günde bir birşeyler yiyen Seri es-Sakati, müridlerine günde
iki kez azar azar yemeyi tavsiye etmektedir. Her hal ü kar­
da çok yemek, nefsiyle mücahede edene kesinlikle yasaktır.
Çünkü nefsin gıdayla güçlenen bir yapısı vardır. 259 Kısaca,
hiç yememek kulluğa aykırı olduğu gibi, ineklerin akşama
kadar yayılması gibi durmadan yiyip içmek (ki buna, sığırla­
rın devamlı ot yemesine benzemesinden dolayı cu'ul-bakarl
sığır hastalığı denir) da haramdır. Günümüzde, bir tanrıça
tarafından kutsandığına inandığı zamandan sonra, yakla-

255 Kuşeyı-i 1413/1993, s. 142.


256 Detaylar için bkz. Hücviri 1982 ss. 464-468; Sühreverdi 1426/2005, s. 133.
257 Cami 1995, ss. 619-620, 206. Bu isim başka kaynaklarda Ebu İk.al Mağribi
şeklinde okunmuştur.
258 A. y. , s. 702.
259 Hücviri 1982, s. 468.

300
S E Lİ M KALB İ N F İ ZYO LOJ İ S İ

şık 70 yıldır hiç bir şey yemeden ve içmeden, sadece zaman


zaman ağzını suyla çalkalayarak yaşayabilen, meditasyonla
doyabilen Hintli bir yoginin varlığının tespit edildiği ve kıt­
lık gibi bir durumda çok işe yarayabilir düşüncesiyle bu kişi
üzerinde bilimadamlarının yaptığı araştırmaların, olayı bi­
limsel olarak açıklamada yetersiz kaldığı260 göz önüne alınır­
sa, insan vücudunun, daha doğrusu beyninin vücut üzerinde
çok etkili olduğu ve vücudun normal ihtiyacı olan kaloriden
daha düşük kaloriyle yetinebilen İ slam mistiklerinin duru­
munun, daha sıradan bir olay olarak kabul etmek gerektiği
anlaşılır.

Bosnevi, ikinci olarak, bu ümmetten ubudiyet maka­


mına ermiş kulların düşebilecekleri hatalardan söz eder. Bu
makama ermiş bazı kullar, ubudiyetin kemalinin gerektirdi­
ği şekilde hem rubı1biyet hazretinde teslim ve boyun eğerek
hem de şühı1d ve şehadet hazretlerinde (görünen alemde)
dururlar. Allah, onların dört unsurdan (hava, su, ateş ve top­
raktan) mürekkeb kul tabiatlarının devamı için onlara yeme
ve içmeyi emreder. Yani Rububiyet makamında dursalar da
bunlar "kul"durlar ve Fir'avn gibi Rablık iddiasında bulun­
mayıp kulluklarını ortaya çıkarmak için yemeleri gerekir.
Çünkü hem kevni işlerden hiçbirini, hem de bu unsı1ri ya­
ratılışın gereklerinden hiç birini başka türlü ızhar etmeleri
mümkün değildir. Bu yeme emri, Rası1l'ün dilinden dini ve
dünyevi zaruret olarak ifade edilmiştir. Rububiyet maka­
mındakiler, yemeye ancak ilahi emirle yönelirler ve ubu­
diyet zevkine yemeyi tercih etmezler. Burada, kulun içinde
bulunduğu zamanda böyle olmasa da böyle olması için emir
ve yönlendirme de vardır.

260 Bkz. Radikal, 9 Nisan 2010 ve 10 Mayıs 2010.

301
------- TASAVV U F VE T I P -------

Üçüncü olarak, bu ümmet içinde bazı kişiler/sufıler,

beşeri sıfatlardan ve tabiatını ilgilendiren işlerden tenezzüh


ettikleri zaman, Zati vahdette/Hakk'ın Zatının birliğinde
yok olurlar/kaybolur giderler. Allah'ın nurları/subuhat-ı
vechi onlarda son raddeye gelir, kevni safaya ererler ki bu
bir imkani na't/mümkün varlıkların özelliği değil; Zorunlu
Varlığın/Hakk'ın özelliğidir. Bunların tam tersine, şuurları
da kalmaz ve kendilerini bilemezler. Bundan dolayı, Hak
Taala, cela/k.endi Zatında tecelli ve isticlaltaayyünatta tecelli
emrinin devamı için yeme-içmeyi emreder.

Dördüncü olarak, daha önce bitkilerle tedavi bölümün­


de kısaca açıkladığımız devir ve seyrde varlığın aldığı suret­
ler ve insani sıiretle elde edilecek ilahi marifet, "insana sul­
bünü doğrultacak bir-iki lokma yeter" hadisinden hareketle,
yemenin gerekli olduğunu ama sulbünü doğrultacak miktar
üzerinin " . . . ama israf etmeyiniz" ayeti gereği israf ve itlaf,
dolayısıyla da haramlığı üzerinde durulmuştur.

Kısacası, insani yaratılışla ilahi marifetin oluşması için


yemek gereklidir ama meşru miktar kadar olmalıdır ki bu
da, başka bir şey için değil, farz-ı ayınları yerine getirmek
için lazım olan miktar olan "sulbü doğrultacak kadar" mik­
tardır.261 Devir, kelime olarak dönmek, dönüp dolaşmak
anlamına gelir. Tasavvufta devri şöyle özetleyebiliriz: İnsan
maddesi itibariyle başlangıçta babasının sulbünde/belinde
bulunan meninin anasının rahimine yerleşip gelişmesiyle
oluşan bir "alaka/kan pıhtısı"dır. Baba ve anada bu meni ve
alakanın oluşması evvel emirde gıdalarla olur. Mineraller/
madenler, bitkiler, hayvanlar bu gıdaların birer parçasıdırlar.
Bütün canlı ve cansız varlıklar, "Anasır-ı Erbaa" adı verilen

261 Bosnevi 1033[1623], vr. 81b-82a.

302
S E L İ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

hava, su, ateş ve toprak ile göklerin birleşmesinden meyda­


na gelir. Gökler ve onların cirimleri olan yıldızlar, "Vücud-i
Mutlak" olan her şeyden Münezzeh/Uzak olan Allah'ın
Zati iktizasından/gereklerinden, Zatından ilim olarak tecel­
li eder. Bu tecelli ancak zata aittir. Yani, Allah'ın zatındaki
ilim ve zati iktiza, gökleri ve yıldızları meydana getirmiş­
tir. Bunların dönmesi, dört unsuru var eder. Göklerle dört
unsurun birleşmesi de cansızları, bitkileri ve canlıları izhar
eder. Bunlar baba ve anadaki "nutfetin emşac/karışık bir
nutfe" (İ nsan 76/2) olan karışımı yoğururlar. Bu demektir ki
insan bu aleme insan olarak gelmeden önce, cansız ve can­
lılar aleminde müfredat/zerre-zerre halde bulunmaktaydı ve
kendisini beklemekte olan bir ruh vardı. Bu aleme insan ola­
rak gelmeden önce Allah'ın bilgisinde, göklerde ve ''Anasır-ı
Erbaa"da vardı. Allah'ın bilgisinden insan haline gelinceye
kadar kuvvetler ve madde aleminde bir devir yapar ki bu, or­
talama olarak elli bin yıl olarak kabul edilir. "İ nsan (henüz)
zikre değecek bir şey değilken (yaratılmamışken) uzunca bir
zaman geçti" (İ nsan 76/1) ayetindeki "uzun zamanı, başka
bir ayete, yani: "Melekler ve ruh O'na, süresi ellibin yıl olan
bir günde yükselir (Me:iric 70/4)" ayetine dayanarak elli bin
yıl olarak yorumlanır. Sufiler, "insan haline gelmeden önce
göklerdeydim, yerlerdeydim, yel olup estim, su olup ak­
tım . . . " gibi sözlerle bunu anlatırlar ki bu türlü söz ve şiirlere
"devriye" denir. Yeryüzüne insan olarak gelen varlığın, tekrar
Allah'a çıkmak ve O'nun marifetini kazanmak için yapması
gereken iyi bir kul olma, riyazet ve mücahededir. Bu şekilde
"asl"ına dönmeye çalışır. Bu da onun seyridir. Mevlana, "Mi­
neraldim nebat oldum, nebat idim hayvan oldum. Hayvan­
ken insanlığa yükseldim. İ nsan olarak öldüğüm zaman daha

303
------ TASAVV U F VE TIP -------

aşağı düşeceğim diye neden korkayım ki!"262 derken, insanın


beşeri sıfatlardan geçip O'nda yok olduğu zaman veya iyi
bir kul olarak öldüğü zaman, O'nun marifetine kavuşacağını
ima eder ve bu tür bir devr ve seyri anlatır.

Devr ayrıca manevi alemden maddi aleme gelen ruh­


ların ilk ve asli vatanlarına geri gitmelerini açıklayan bir
terimdir. İ nsan, hırs ve hevayla dolu olan bu aleme düşünce,
aklı şaşmış, nefsi hasta olmuş ve Hakk'ı unutmuştur. Ni­
tekim, nebattayken mineraldeki halini, hayvandayken ne­
battaki halini hatırlamaz. İ nsan, içinde olduğu bu gaflet ve
uykudan uyandığı zaman, Hakk'a dönüşü başlamış demek­
tir. Bu dönüşü tamamlayan gerçek muvahhid olur. Maddi
aleme inen ruhların izledikleri yola "gavs-ı nüzuli", dönüş­
te izledikleri yola "gavs-ı unld" denir.263 "Gavs-ı nüzuli"
ve "gavs-ı urıld"ye Devre-i Ferşiyye ve Devre-i Arşiyye de
tesmiye olunur. Mebde' ve meaddan bahseden bu harekete
kısaca "devir" denir.264 Elest Bezmi'ndeki Hakk ile olan bir­
liğe dönme arzusunu ifade eden bu terim, " Ve O'na döne­
ceksiniz/dönerler"265 nev'inden ayetlerin mazmunu/içeriği
ile de uyuşmaktadır. 266 Bektaşi ve Aleviler de birisi öldüğü
zaman, "Hak, erenler devrini asan eyleye" derken, böyle bir
telmihte bulunurlar. Devr ve seyr konusunu anlatırken en
çok sakınılması gereken şey, tenasühle karıştırmamaktır. Te­
nasüh, "Samsara"dan267 kurtulamamış ruhun, alemde ameli-

262 Mevlana 1993, vr. 148a (Numaralı Mesnevilerde: 111/3901-3906).


263 Bkz. Gölpınarlı 1990, c. 4, s. 636.
264 Cebecioğlu 1997, s. 222.
265 Bkz. Bakara 2/28, 245, 281; Yunus 10/52; Hud 11/34; Aı-i İmran 3/83, vb.
266 Bkz. Gölpınarlı 1990, c. 4, s. 636.
267 Samsara, öldükten sonra ruhun hangi bedene gireceğini belirleyen karmasına
göre, yani yaptığı iyilik ve kötülüklerin toplamına göre, içine girdiği devir ve
seyr hareketine (yani tenasüh sürecinin devamına) denir: Ayni 1992, s. 26.

304
------ - S E L İ M KALB İ N FİZYOLOJ İ S İ

n e göre, daha düşük veya daha yüksek varlıklara giriş süre­


cidir. Bosnevi, bu devrin tahakkuku açısından, yani insanın
"duyu organlarıyla algılanabilir insani suretlerde zuhurları"
ve böylece marifet elde edebilmek için müsait form alması
açısından yemenin önemli olduğunu ama sadece ve sade­
ce bu gaye için ve sadece sulhu doğultacak kadar yemenin
gerektiğini farklı cümlelerle tekrar ederek anlatmaktadır. 268
Burada, insanın "duyu organlarıyla algılanabilir insani su­
retlerde zuhurları" ifadesi, insanın, duyularla algılanamayan
formlarının, marifet elde etmek için uygun formlar olma­
dıklarını göstermesi açısından mühimdir.269

Yukarıda sunduğumuz bilgiler, kendisine çok soyut


gelip hala: "Peki ama ne kadar yemeliyim? Ne kadar az?"
şeklinde şüphesi olanlar için Gazzali'nin Sırru'l-Alemenyn
risalesinde söylediklerinden bir cevap çıkarmak mümkün­
dür: Gazzali burada, nefis tezkiyesi için girilen bir halvet­
te az yemeden söz ederken, iyice acıkmadan yememeyi ve
normalde yediğinin 2/3'ini yemesini tavsiye eder ve bunun
orta büyüklükteki lokmalarla 36 lokma olduğunu söyler. 270
Görüldüğü üzere, bir halvette dahi yenen miktar "cimri" bir
tutumla ayarlanmış değildir. Haddizatında "fazla" demek,
"insanın ihtiyacı olan enerjiden fazlası" demektir ve bu da
yaş, cinsiyet, yaşam şekli ve yapılan işe göre değişebilen bir
mikyasa işaret eder.

B. il. Uyku ve Teheccüd/Gece Namazı


İ nsanın asli ihtiyaçları arasında olan uyku, gün ve ge­

ceyi değerlendirme şekliyle alakalı olduğu için tasavvuf açı-

268 Bosnevi 1033 (1623], vr. 82a.


269 A. y. , vr. 80-83.
270 Gazzali 1409/1988, c. 6, ss. 74-75.

305
------- TASAVV U F V E T I P ------

sından da çok mühim bir mes'eledir. Her şeyden önce uyku,


misal veya gayb alemine gitme ve gaybı görmedir. Bu haliyle
uyku, nübüvvetin bir özelliğinin vasıtası olarak bile adlan­
dırılabilir.271 Nitekim, Hz. Peygamber'in (a. s.) peygamberli­
ğinin ilk altı ayı "sadık rüyalar" şeklinde idi, yani uykuda idi.
Allah peygamberine bile "Biraz uyu!" (Müzzemmil 73/2)
buyurmuştur. Hatta Ashab-ı Kehf gibi Allah'ın 300 yıldan
fazla uyumasını irade ettiği kulları olmuştur. 272

Bazı sufiler uyku ile uykusuzluk arasında büyük bir fark


görmez, hatta uykunun "şehadet aleminden uzaklaştıran ve
önüne geçilemeyecek ilahi bir emriolgu" olduğunu vurgular­
lardı. Mesela, Cüneyd el-Bağdadi'ye göre, uyumamamız bi­
zim fiilimiz, uyumamız ise Hakk'ın fiilidir. Yani uyumama­
ması insanın kendi iradesiyle olur ve sahvı/şuurluluk halini
andırır, uyuması Hakk'ın iradesiyle olur ve sekri/kendinde
olmamayı andırır. Hak'dan gelen hal, insanın kendi iradesiy­
le olan halden daha kuvvetli ve mükemmeldir. Uyku, muhib/
sevilen ve aşık olanlar üzerine Hakk'ın bir lütfu, dostlarına
bir ihsanıdır. Uykusuzluk, Allah'ın vasfıdır. Kulların vasfı ise
uykuya ihtiyacı olup uyumaktır. 273 Cüneyd'e uyarak, uykuyu
uykusuzluktan üstün gören bazı sufiler, uykuyu Allah'ı, pey­
gamberleri, veli kulları görme imkanı olarak da değerlen­
dirmiş ve sevmişlerdir. Mesela, Şah Şüca Kirmani, kırk yıl
uyumamış, ama bir gün nasılsa uyuduğunda Hakk Taala'yı
rüyasında görmüş ve O'na şöyle hitap etmişti: "Ya ilahi! Ben
seni geceyi uykusuz geçirerek arardım ama rüyamda gördüm
seni." Hak ona: "Ey Şah! İ şte o uykusuz geçirdiğin geceler
sayesinde aradığını elde ettin. Şayet o yıllar boyunca uyu-

271 A. y. ts, s. 149.


272 Hücviri 1982, s. 502.
273 Hücviri 1982, s. 500.

306
S E L İ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

saydın, şimdi beni göremezdin" buyurmuştu. Şah, b u gece­


sinden sonra her gece uyumaya başlamıştı.274

Sa'deddin Kaşgari (v.860/1455) gibi bazı sılf"ıler de hep


uyuklama hali gibi bir halde dolaşırlardı. Aslında bu onun
galebe ve istila, veya kendinden geçme ve gaybet/Allah'ın
huzurunda olma halinin bir işaretiydi. Kaşgari öyle bir hal­
deydi ki etrafındakiler onu gaybet halinde (etrafında olup
biteni göremez ve hissedemez halde) sanırlardı. Sohbet­
lerine katılanlardan birisi camide tam önünde oturmuştu.
Kaşgari, adeti üzere kendinden geçti. Önünde oturan zat,
onun uykusunun geldiğini zannetti. Ve uyandığını düşün­
düğü anda ona: "Ne olur bir müddet istirahat buyursanız"
dediler. Kaşgari tebessüm ederek: "Sen, uykudan özge işimiz
olduğuna itikat etmez misin?" buyurdular. Ona göre, uyku
ile uyumama hali eşittir. Şöyle derdi:

Bazı dervişler, uyku ile uyanıklık arasında sadece bir


hafiflikten başka fark görmezler. Onların manevi
meşgılliyeti uykuda olsun, uyanıklıkda olsun bir tarz
üzeredir. Belki uyku halinde bazı engeller ortadan
kalktığında halleri daha saf ve daha kuvvetli olur.

Bu sözleri aktaran Molla Cami: "Öyle zannediyorum


ki bu sözle, kendi haline işaret etmiştir" demektedir. . 275 Ka­
bul etmek gerekir ki insan uykuyla diğer işlerine olduğu ka­
dar ibadete yeniden güç bulur. Ayrıca uyuyup rüya görmek
yoluyla, erbab-ı kulılba/kalpleri açık olanlara sırlar açılır ve
böylece ruhları güçlenir.276 Çünkü uyku, Kur'anın da bu-

274 A. y. , ss. 241, 501.


275 Cami 1995, s. 555.
276 Gazzali 1412/1992, c. 1, s. 530.

307
· -- -- TASAVV U F V E TI P -------

yurduğu gibi biraz ölümdür277 ve bedenden kurtulan ruhun


misal alemine çıkmasıdır.
Şibli (v.354/965) ve Ali b. Sehl gibi bazı sılfiler, uykuyu,
"gaflet" hali olarak görüp iyi saymamışlar278, uykusuzluğu
yeğlemiş ve hatta uyumamak için kendilerini zorlamışlar­
dır. Mesela, Şibli sılfiliğinin başlangıç yıllarında uykusuzlu­
ğa alışmak için gözlerine tuz sürecek kadar ileri giderdi.2 79
Tarikatler döneminde de dervişlerin uyumamak için ken­
dilerini zorladıklarını, iyice uykuları gelmişse adına mütteka
veya muin denen tepesine alın koyma yeri olan bir bastona
alınlarını koyarak uyuduklarını biliyoruz. 280
Bu tür tutumlar, İslam açısından doğru olmasa gerektir.
Çünkü Allah' ın "geceyi dinlenme yeri" yaptığına dair ayetler
yukarıda geçmişti. Ayrıca peygamberimiz de insanın "tev­
be mi ediyor, yoksa nefsine sövüyor mu olduğunu bilmiyor"
veya "ne okuduğunu bilmiyor" olacağı kadar uykusu gelmesi
durumunda uyumayı emretmiştir.28 1 Rasulullah (a. s.), bü­
tün gündüzleri oruç tutmak, bütün geceyi namazla geçirmek
ve hiç evlenmemek isteyen sahabesiden bir guruba: ''Allah'a
yemin olsun ki ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve ya -
saklarından en fazla sakınanızım ama oruç da tutarım, yerim
de. Namaz da kılarım, uyurum da. Kadınlarla da evlenirim
(bu benim sünnetimdir). Kim benim sünnetimden yüz çevi-

277 "Allah ruhları ölüm anında, ölmeyenlerinkini de uyuduklarında alır. Ölümüne


hükmettiklerini tutarken, diğerlerini belli bir süre için geri gönderir. Şüphesiz
bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır." Zümer 39/42. Ayrıca bkz.
En'am 6/60.
278 Hücviri 1982, s. 500.
279 Bkz. Kuşeyri 1413/1993, s. 420
280 Bkz. Gölpınarlı 1977, s. 243.
281 Buhari, Vudu', 53; Müslim, Misafirin, 222; Ebu Davud, Tatavvu, 18; Tirmizi,
Mevakit, 146; İbn Mace, İkame, 184; Muvatta, Salatu'l-leyl, 3; vb.

308
S E L İ M KAL B İ N F İ ZYO LOJ İ S İ

rirse, benden değildir" buyurmuştur.282 Aynı şekilde yaşaya­


caklarını söyleyen Abdullah İbn Amr İ bni'l-As ve Osman
b. Maz'un' a da, ailelerinin, bedenlerinin ve gözlerinin üze­
rinde hakkı olduğunu hatırlatmıştı.2 83 Hatta O, uyumanın
ve uykudan uyanmanın Allah'ın nefsi/ruhu alıp salıverme­
si durumu olarak kabul edip, uyanmak için fazladan gay­
ret sarfetmeme durumunu dahi kabul etmiştir. Şöyle ki bir
gece Peygamber Efendimiz, kızı Fatıma'nın evinde kalır.
Kızı Fatıma ve damadı Ali'nin gece namaza kalkmadıkla­
rını görür. Uyandıklarında onlara: "(Gece) namaz kılmıyor
musunuz?" diye sorar. Onlar: "Nefislerimiz/Ruhlarımız Al­
lah'ın elindedir. Bizi kaldırmak isterse, kaldırır" derler. Hz.
Peygamber (a. s.) ne diyeceğini bilmez bir halde dizlerine
vurarak dönüp giderken: "Fakat insan, tartışmaya her şeyden
daha çok düşkündür" (Kehf 1 8/54) ayetini okuyordu. 284

Tasavvuf açısından da durum farklı değildir. Mesela,


Hücviri, uykusuzlukta tekellüf/zorlama olmaması gerek­
tiğini, uyku ağır bastığında uyumak, gelmediği zaman da
ilim, ibadet ve zikirle meşgul olmak gerektiğini, Hz. Pey­
gamber'in (a. s.) uykusunun da böyle olduğunu belirtir.2 85
Ö nemli olan, yarın/ahirette karşılaşacağı durumları dü­

şündüğü için insanın gözünü uykunun tutmamasıdır. Her


türlü düşünceye rağmen, uyku geliyorsa, vücud buna karşı
koyamaz. Samediyet/hiçbir şeye muhtaç olmama hali ve
tamamen uykusuzluk hali Allah'a mahsustur. Kuşeyri de
Şibli'nin yaptığını "suf'ıliğinin başlangıcında yaptığı aşırılık"
olarak nitelemiştir. 286 İ bnü'l-Arabi'nin müridlere tavsiyeleri
282 Buhari, Nikah, 1.
283 Bkz. Buhari, Savın, 55 ve 57; Darimi, Sünen, Nikah, 3.
284 Buhari, Teheccüd, 5.
285 Hücviri 1982, s. 501-502.
286 Bkz. Kuşeyri 1413/1993, s. 420

309
------- TASAVV U F VE T I P ------

arasında " Vitri kılmadan yatma; çünkü uyku sırasında ruh


kabzolunur/alınır ve uyku bir nevi ölümdür; belki de uyur
uyanamazsın''2 87 şeklindeki bir tavsiyesi ise gece kalkmayı ele
geçrilmiş bir fırsat olarak kabul etmemiz gerektiğine işaret
ederken yukarıda söylenenleri çok güzel bir şekilde birleştir­
miş görünmektedir.

Ancak, her ne olursa olsun, bütün gece boyunca uyu­


mak, bir nevi ölüm halini yaşamaktır ve onun için kalkıp
geceyi "ihya etmek" yani diriltmek için gayret sarfetmek ge­
rekir. Ramazanda sahura kalkmak bile belki de bizleri "gece
kalkmaya alıştırmak'' içindir. Gece kalkma şeklinin en güze­
li, Hz. Peygamber'in oruç şeklini de tavsiye ettiği Hz. Da­
vud'un gece kalkışıdır: O, Gecenin yarısı uyur, onun da bir
kısmında namaz kılar, sonra geri kalan 1/6'inde yine uyur­
du. 2 88 Tabiidir ki gece kalkmada insanlar, günlük iş ve uğ­
raşı durumlarına göre, yani abid, Allah'da müstağrak, :ilim,
talebe, yönetici, iş sahibi oluşlarına göre farklı farklıdırlar. 2 89
Mesela, ünlü Tasavvuf teorisyeni Kuşeyri'nin de şeyhi olan
Ebu Ali ed-Dekkak'ın tüccar bir müridi gece namazına
kalkmış ve önce sırtında bir hararet hissetmiş, sonra bu
şiddetli bir ağrı ve hummaya dönüşmüştü. Müridinin du­
rumunu öğrenen Ebu Ali ed-Dek.kak, onu ziyaret etmiş ve:
"Gece kalkmak senin neyine! Allah'ın senden tek beklediği
şey, bu pis dünyayı kendinden uzak tutmandır" diye azarla­
mıştı.290 Aslında Sağlık açısından baktığımızda durum Ebu
Ali ed-Dek.kak'ın bu müridinde olduğu gibi uykuya ihtiyaç­
tan kaynaklanmayıp da çok uzun süre hareketsiz kalmaya

287 İbnü'l-Arabi 141411994, c. 8, s. 308.


288 Bkz. Buhari, Teheccüd, 7.
289 Gazzili 1412/1992, c. l, ss. 537-542, 553.
290 Cami 1995, s. 438.

310
S E L İ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

sebep olacak şekilde tembelce bir uykuysa, gece kalkmamak


zararlıdır. Çünkü bu durumda gece hiç kalkmak, uzun süre
yatmakla oluşacak kanın akışkanlığını kaybetmesi ve ağır­
laması sonucu felce bile sebeb olabilir. Nitekim, Gazzali:
"Gece kalk ki hesabın kolay olsun, bedenin sıhhatli olsun,
hastalıkların az olsun . . . . " diye öğüt vermektedir. 291

Gece ibadete kalkmanın adı, "tehecccüd"dür. "Tehec­


cüd" kelimesinin kökü olan "hücud" kelimesinin manasının
uyumak mı uyumamak mı olduğu konusunda ihtilaflardır.
Gazzali, gece yarısı
uyumak anlamını tercih ederken292, Razi,
hem uyumak hem de uyumamak anlamlarını vermenin doğ­
ru olduğunu söyler ve şöyle izah eder: Bu dünyada uykuyu
bırakıp ölümden sonra rahat uykuyu istemek olduğundan
böyle adlandırılmıştır.293 Ya da kişi biraz yatar, sonra biraz
kalkar; bunun için her iki durumu ifade etmek için de kul­
lanılabilir. 294 Peygamberimiz, "bir koyun sağma süresi kadar
olsun" gece kalkmayı tavsiye ettiği için İ bnü'l-Arabi de mü­
ridlerine bu tavsiyede bulunur.295

Teheccüdün en güzel vakitlerinden birisi, seher vaktidir.


Kur'an'da, seher vakti tebve ederıler, hassaten övülmüştür.296
Çünkü bu vakitte, gece melekleriyle gündüz melekleri nöbet
değiştirir ve Allah'ın katına giderıler, kulu nasıl bıraktıkları­
nı, inerıler de nasıl bulduklarını söylerler.297 Gece "gayb" de-

291 Gazzali 1409/1988, c. 6, s. 85.


292 A. y. 1412/1992, c. 1, s. 533.
293 Bkz. Razi 1990, c. 15, s . 21.
294 Bkz. İbnü'l-Arabi 1414/1994, c . 2, s . 126
295 Bkz. A. y. , c. 8, s. 399, 411.
296 Bkz. Ziriyat 51/18.
297 Gazzali 1412/1992, c. 1, ss. 535-536.

311
------- -- TASAVV U F VE TI P -------

mektir. Örtüdür, setrdir. Kıyamet günü ilk çağrılacak olanlar,


uyumayanlardır.298

Teheccüdün en önemli adabı, alınan gıdayı ve suyu


azaltmak, beli doğrultmaya yetecek kadar gıdayla yetinmek­
tir. 299 Ancak bu şekilde rahat bir ibadet yapılacaktır. İ kin­
ci sırada, uyumadan önce bir süre zikirle meşgul olmak ve
abdestli yatmak gelir. 300 Ayrıca insan, uykusu iyice galebe
çalıncaya dek, yatağına girmemelidir. Uyku, avareliktir ve
unutkanlık yapar. İ nsan uykuya gireceği zaman, ölüme gi­
dercesine hazır olmalıdır. 301 Haddizatında muhibb/sevenin
en önemli özelliklerinden birisi, uykusuzluktur. Çünkü ma­
dem ki Mahbub/sevilen Allah, Ayete'l-Kürsi'de de belirtil­
diği üzere, "kendisini uyuklama ve uykunun tutmama" özel­
liğiyle nitelenmiştir. Muhibbin/sevenin de O'nunla uykusuz
kalması gerekir.302 Bu sebeple, aşkında sadık olan uyumaz.
Nitekim, Allah Taala, Davud'a: "Beni sevdiğini söylediği
halde, gece her tarafı karanlık kapladığında, beni ve sevgi­
mi bırakıp da uyuyan yalan söylemiştir" diye vahyetmişti. 303
Leyla da kendisini beklediğini söyleyen Mecnfın'u uyurken
bulduğunda: "Beni sevdiğini söylüyor ama uyuyorsun" diye
not yazıp avucuna sıkıştırıp gitmiş de Mecnun uyandığında
gelen sevgilisini kaçırdığı için bin kere pişman olmuş, ma­
zeret babından şunları karalamış: "Seni uyanıkken görmem
pek müşkil oldu da uyudum, rüyamda görebilmek için."304

298 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. l, ss. 408-410, 689, 743.


299 Bkz. Hücviri 1982, s. 495; Gazzali 1409/1988, c. 5, s. 98.
300 Gazzali 1412/1992, c. 4, s. 277; a. y. 1409/1988, c. 5, s. 97.
301 A. y. 1412/1992, c. 4, s. 277; Hücviri 1982, s. 502-503.
302 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 3, s. 638.
303 Hücviri 1982, s. 500.
304 Gazzali 1409/1988, c. 6, s. 68.

312
S E L İ M KALB İ N FİZYO LOJ İ S İ

Sufilere göre her şeyde olduğu gibi uykuda d a orta


yolu seçmelidir. Yani çok uyumak kadar, hiç uyumamak da
zararlıdır. Hadd-i zatında, uyku da bir vird/vakti belli bir
ibadettir. İ nsan, abdestli ve Allah'ı zikrederek uyumak gibi
edeblerine uygun yapıldığı zaman o da ibadetten sayılır. 305

B. 111. Zikir Esnasında Çığlık.Atma ve


Yüksek Tansiyon
Zikir sırasında çığlık atmanın, ağlamanın veya tuhaf
sesler çıkarmanın fizyolojisi tasavvuf kitaplarında şöyle res­
medilir: Kur'an-ı Kerim de Allah'tan korkanların Kur'an
ayetlerini işitme sebebiyle önce ciltlerinin ürpereceğini, son­
ra cilt ve kalblerinin Allah'ın zikrine ısınıp yumuşayacağını
belirtmiştir: .,,ıı ı-+1_,ı; J i""' ,_,ı,,.. J,.L; � r-f'iJ J� .:r-.il.ll , _,ı,,.. .ı..:... �
.1ıı _ş; 306 Bu, zikrin te'sirinin önce beyne sonra kalbe ulaşması

anlamına alınabilir. 307 Şöyle ki: Zikir esnasında, zikir kalbe
işleyince tesiri vücüda yayılır. Bundan önce cilt haberdar olur
ve cilt, diken diken olur. Tesiri daha büyük olursa, olgunun
önemi konusunda aklı uyarmak isteyen kan, dimağa/beyine
kadar yükselir. Burada olayın heyacanının verdiği sıcaklık/
tansiyon, kalbdeki yakin hissinin soğukluğuyla karşılaşınca
nem/ağlama meydana gelir. Tesir daha kuvvetli olursa, ruha
kadar ulaşır, ruh dalgalanır ve bunun neticesinde sıkışma ve
beli sıkılıyor gibi olma hali meydana gelir. Böylece, feryad ve
sayha atma hali kendini gösterir. Bu hal, ehl-i halden bazı
kişilerde olur. Aynı şeyleri nefsinin arzusu olarak/yapmacık
olarak yapıp anlatan kişiler de olur.308 Hakim Tirmizi, hal-

305 A. y. 1414/1994, c. 1, s. 529-530.


306 Zümer 39/23.
307 Sühreverdi 1426/2005, s. 105.
308 A.y., s. 104-105.

313
------- TASAV V U F V E TIP -------

vet sırasında "Allah" zikri yapanların, meleki ve şeytani bir


takım hayaller görebleceklerini ama bunlara takılmamaları
gerektiğini söyler. 309 Bu durumda, halvet dışında da bu tür
hayaller görüp sayha atanlar olabilir. Zikir/sema sırasında
tansiyonu aşırı yükselen sufılere örnek olarak Ebu Yakub b.
Zizi'yi verebiliriz. Onun sema sırasında tansiyonu o kadar
yükselmişti ki boynundan kan fışkırmıştı.310

Sufıler, zikr halinde bitkin düşüp fıkr/tefekkür halinde


dinleniyor olmanın sebebi olarak da ruhun zikrin semeresi­
ni küçük görünüp sıkıntısına katlanmak istememesi, fikrin
yaptığı açılımın ise ruhu büyülemesi sebebiyle, elemini his­
setmemesi olarak açıklarlar. 31 1

B. iV. Muhabbetin Fizyolojisi


Muhibblerin/Allah'ı sevenlerin gerçek özelliklerinden
birisi, ruh ve bedenlerindeki kuruma ve zayıflamadır. Be­
denlerindeki zayıflama, yağ ve nem içeren iştah kabartan ve
bedeni besleyen yiyecekleri yeme-içme gibi lezzetleri ter­
ketmesinden dolayıdır. Yiyeceklerin içerdiği nemin beyne
çıkıp duyuları ağırlaştırdığı ve böylece uykunun kendilerini
sardığını, beyinlerine yükselen buharın onların organlarını
ve Habib'leri olan Allah'ın yapmalarını yasakladığı fuzG.li
şeyleri yapmaya sevkettiğini, böylece Allah'ın huzurunda
durup namaz kılmaktan, O'nunla halvette/haşhaşa kalmak­
tan mahrum ettiğini gören muhibbler, zaruret miktarı hariç,
yemek ve içmekten kendilerini tutarlar. Böylece, bedenle­
rinin rutG.beti/nemi azalır, güzel nimetler yok olur ve du­
dakları solar, bedenleri sarkar, uykuları gider, seher/uykusuz-

309 Bkz. Çift 2008, s.


310 Cami 1995, s. 270.
311 Bkz. Kelabazi 1993, s. 122.

314
S E Lİ M KAL B İ N F İ ZYOLOJ İ S İ

luklan güçlenir ve O'nun huzurunda durup namaz kılma,


münacatta bulunma arzularına kavuşurlar. Bu bedenlerinin
solmasıdır. Ruhlarının solmasına gelince, bu da maarif ve
malı1mlardan zevk almalarıdır; çünkü onlar, aynı cinsten
olanların birbiriyle ünsiyeti nevinden olmak üzere mele-i
a'lay'a/soyut akıllar ve külli nefisler (meleklere) nisbet edi­
lirler. Ama onlar orada bir hata eseri olarak "iyilik ve takva
üzere yardımlaşınız" (Maide 5/2) ayetinin muhatabı olduk­
larını düşünürler ama durum böyle değildir. Çünkü bu emir,
"kötülük ve günah üzere yardımlaşmayınız" (Maide 5/2)
ayetinin muhatabları olan günahkarlaradır. Bunu anladık­
ları zaman "Allah'tan yardım isteyiniz ve sabrediniz" (A'raf
7/128), yani "nefislerinizi Allah'la tutunuz" ayetine yönelir­
ler. Ama böylece kendi cinslerinden ayrıldıkları için, ruhları
solar ve zayıflar. Çünkü bundan sonra kendi cinsleriyle de­
ğil, aralarında cins olarak benzerlik ve alaka olmayan, yani
"Misli gibisi olmayan" (Şura 42/11) Allah'la beraberdirler.312

B. V. Sekrin Fizyolojisi
Sekr, sı1finin kendisini ve çevresini hissedemez halde
olmasıdır. Gazzali, bir hali yaşamakla o halin nasıl bir şey
olduğundan sözetmenin farklı şeyler olduğunu izah ederken
şöyle bir örnek verir: "Mesela, sekrin tarifiyle 'sekran' (sekr
halini yaşayan) arasında fark vardır. Sekr, mideden fikr ma­
denlerine ulaşan buharların beyni istilası/çepe çevre sarma­
sıdır. Sekranın bu tariften haberi bile yoktur. Tasavvuf'zevk/
tadına' ile bilinir. Nitekim, herhangi bir hali, ancak yaşayan
bilir. Mesela, bir tabibin hasta olduğu durumu düşünün: Bu
durumda tabib, sağlığın tarifini, sebeplerini ve ilaçlarını bilir

312 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 3, s. 617.

315
------- -- - TASAV V U F VE T I P -------

ama sağlığını kaybetmiştir. Sıhhatten sözetmesi, onu sıh­


hatli yapmaz."3 1 3

B. VI. Cem' ve Fark/Tefrikıi'nın Fizyolojisi


Cem', pratik bir tarifle, her şeyde Hakk'tan başkasını
görememe hali, aslında Hakk' ın, kulun işitmesi, görme­
si, tutması ve yürümesi olduğu zamandır. İbnü'l-Arabi bu
konuda şöyle demektedir: "Hakk'ın zahir olup kulunun
işitmesi, görmesi, vs. olması, "ilmü'z-zevk" diye adlandırılır.
Hakkın, kulunun organları haline gelmesi için kulun Hak
için bütün bedeniyle yanması gerekir. Böylece o, kendisi de­
ğil, Hak olur. Ben bunu tattım; ben olmadım. O, oldum. Bu
halde, altı saat veya buna yakın bir süre kaldım ve dilsiz bir
şekilde O'nu zikrettim. Sonra Allah, dilimi yeniden bitirdi
ve sonra huzurda hem O'nunla beraber, hem O'nunla değil
bir şekilde zikrettim."3 1 4

İnsana gelen tecelliler, cem' halinde değil de "tefrika/


Hakk ve yaratılmışlar arasını ayırabilme durumunda olma"
halinde olursa, o anda kalpte hakim olan hal ile karışır, ona
hakim olan kesret/çokluk hükmüyle boyanır ve sonra di­
ğer nefsani sıfatlar ve bedeni kuvveler irtibatın sirayeti, bu
mezkur sıfatların insandan sadır olan/çıkan fiiller ve eser­
ler, hatta evlad, amel ve ibadetlere sirayeti gibidir. Burada
"tefrika" dan kasıt, "batının tabiat olayları ve dünyevi ilgiler
şüphesinden boş olma hali"dir.315

Konevi'nin de bu konuda ilginç bir açıklaması vardır.


Ona göre, cem sırasında etki sadece zahire aitse, ez-Zahir

313 Gazzali ts, ss. 140-141.


314 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 6, s. 10.
315 Konevi 1389/1979, s. 138.

316
S E L İ M KAL B İ N F İ ZYO LOJ İ S İ

ismi ve benzeri isimlerin mertebesidir. Batına aitse ve bunun


hükmü ruhani daireyi kuşatırsa, bayılma gerçekleşir. Çünkü
ruh hali bedene yansır (fizyolojik bazı te'sirleri olur). Zahir
ve batın (beden ve ruh) arasındaki irtibat gücü sebebiyle be­
den ve suret, cevherleşir/nuranileşir ve bedenle ruh arasın­
daki uyumluluk artar. Bu durumda ruh bedeni yönetmekten
imtina eder ve bayılma meydana gelir.116

B. VII. Havf/Korku, Kabz ve Bastın Fizyolojisi


Havf/Korku, kanın, derinin zahirinden/yüzeyinden
batınına/içerisine doğru çekilmesidir ki bu durumda deride­
ki kırmızılık kaybolur, sararma görülür.317 Marifetin kemali,
havfın celili/ateşlenmesi neticesini getirir. Çünkü "Allah'tan
ancak ilimler korkar" (Fatır 35/28). Ve bu durum kalbin
yanmasını beraberinde getirir. Daha sonra yanma bedene,
organlara ve niteliklere yayılır. Bedende zayıflama, sararma
ve bayılma, çığlık atma olursa acı bütün vücuda yayılmış
demektir. Durum, ölüme kadar gidebilir ki bunlar, aslında
dinen istenmeyen etkilerdir. Çünkü Allah'a yakınlık beden
ve akıl sağlığını gerekli kılar; beden ve akla bir şey olacak
olsa, tedavisi gereklidir. Korku, farklı bir şekilde etki edip et­
kisinin beyine çıkıp aklın gitmesi veya güçlenmesine sebep
olabilir. Ümitsizlik de doğurabilir. İnsan korktuğu şeyle do­
lar. Organlar da kendilerini kötülükten çeker.31 8 Bu durum,
kötülükten kaçınmaya yardımcı olacak mutedil bir korku­
nun göstergesidir.
Gazzali, Yahya el-Bukka adlı bir sufınin yanında, "Ka­
firlerin, ateşin üzerinde durdurulduğu zamanı görseydin . . . "
316 Bkz. Konevi 1374/1416, ss. 129-130; a. y. 2004a, s. 189.
317 Gazzali 1412/1992, c. 4, s. 402.
318 A. y. , c. 4, ss. 241-244.

317
------- TASAV V U F V E TIP -------

(En'am 6/30) ayeti okunduğu bir zamanda, ayetin tesiriy­


le dört ay boyunca hasta yattığını belirtmekte,319 Süfyan
es-Sevri'nin de korkudan ciğerinin parçalandığını yazdıktan
sonra doktorun "Haniflerde böyle bir şey görmedim" yoru­
munu ekler. 320

Hareket ettirici kuvvet (el-kuvvetü'l-muharrike) , ya


harekete ha.istir/sebeptir ya da doğrudan hareketi yapan
güçtür. Baislikten kasıt, geri şekilme veya şevkle ileri atıl­
ma hareketine sebeb olmak demektir. İstediği veya korktu­
ğu bir iş/şey gördüğü zaman, hareket ettirici güç doğrudan
harekete geçer ve kalpten çıkan adaleler ve damarlara yayılır.
Bu ya başlangıçtan basta (açılmaya) ya da kendine doğru
kabza (çekilmeye) sebep olur. Sevindiği zaman, damarlar
genişler, kan damarlara doğru yayılır ve ferah/sevinç ortaya
çıkar. Üzüldüğü zamansa, damarlar çekilir ve ruh-i hayvani
kalbe döner, gam ve hüzün dolar.321 Nefs hüzünlenince ışığı
söner.322

B. VIII. PanikAtak ve Tevekkül


Gazzali'ye göre, insanın yersiz korkuları/panik atak,
tevekkülünün eksikliğinden meydana gelir. Mesela, ölüyle
yalnız kalmaktan korkmak, bu tür bir korkudur. Ölü, etra­
fımızdaki diğer cansızlar gibi hiçbir şey yapamayacak bir
cansızdır. Onun cansızlığı yakini bir bilgidir. Buna rağmen
korku varsa, bu tevekkül eksikliğindendir. Ama bu korku,
hastalık haline gelir ve mesela kapıların kilitli ve sağlam ol­
masına rağmen, evde yalnız kalamama haline gelebilir. Öy-

319 A. y. , c. 4, s. 285.
320 A. y. , c. 4, s. 288.
321 A. y. 1414/1994, c. l, s. 70.
322 A. y. 1412/1992, c. 2, s. 455.

318
S E Lİ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

leyse, tevekkülde ön plana çıkan, hem kalp kuvveti, hem de


yakin kuvvetidir.323

B. IX. Genel Olarak Halerin Fizyolojisi


Tasavvuf kitaplarında sıifinin içine düştüğü hallerin sa­
dece ruha değil, bedene olan etkilerinden de sözedilir. Me­
sela, melek, bir hüküm veya ilimle bir peygamber veya hal
sahiplerine geldiğinde, tevdi etmiş olduğu nurlar sebebiy­
le mizac alevlenir ve hararet güçlenir. Böylece, bu nurların
kemmiyyeti daha da artar, şahsın yüzü değişir, bedenin nem­
leri buhar olarak vücut yüzeyine çıkar, nem mesammı/deri­
deki gözenekleri kapsar ve içerisine hava girmez. Hararetin/
tansiyonun artışı sebebiyle terleme olur. Bu, birbirinden çok
farklı, hatta zıt iki ruhun, sıcak ve soğuk havanın karşılaşma­
sından dolayı tabiatler arasındaki birbirini sıkıştırmanın so­
nucudur. Melek ayrılınca, Peygamber veya ha.J. sahiplerinin
mizacı, eski haline döner. Vücıiddan eskisinden daha soğuk
bir ter boşandıktan sonra, tansiyon düşer. 324
Ruha gelen fütıih/ilahi bilgiler, manevi olsa da soğuk
su içenin duyduğu zevke benzer bir zevk verir ve bu fıziken
hissedilir. Bu zevk/tad, beyninden tad alma gibidir ve zevk
alır, organ ve mafsallarında gevşeme, organlarda halsizlik ve
takatinin kesildiğini hisseder. Bu durum, bir saat, bir gün bir
gece gibi değişik sürelerde devam edebilir. 325
Hal sahibine gelen varidin/kalbe gelen düşüncenin
nurunun güçlü olması halinde, akıl onu idrakten aciz olur,
bunun sonucu harekettir. 326 Ruh, ilahi aleme muttali ola-
323 A. y. , c. 4, s. 401.
324 İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 5, ss. 72-73.
325 A. y. , c. 4, s. 246.
326 Sühreverdi 1426/2005, s. 383.

319
TASAVV U F VE T I P ------

bilir/görebilir. Çünkü ruhla kalb arasında bir ağ ve imtizad


kaynaşma mevcuttur. Mesela, Hz. Musa, kalbine inen vari­
datın ve kalbe gelen düşüncelerin gücünden dolayı kendi­
sine sahip olamaz sallanırdı. Bu, içe dolan coşkunun dışına
yansımasıdır. Ruhun coşkusu, kalp çarpıntısı ve sağa-sola
sarkaç gibi sallanmayla olur. Yahudiler, onu böyle sallanır­
ken görmüşler, onun takliden sallanmaya başlamışlardı ama
onların sallanması kendilerine gelen varidden dolay değil,
kendi iradeleriyle olan bir hareket olarak, Hz. Musa'nın ha­
liyle ilgisi olmayan yapmacık bir sallanmadır ve hoş karşı­
lanmamıştır. 127

B. X. Sufiler ve Hastalıkları
Canlı olan her şey, bazı hastalıklara düçar olur: Bu ha­
yatın kanunudur. Veli/sı1fi de Allah'ın "günahtan korumuş
olduğu kişi" olmak için çalışabilir ama "bedeni hastalıklar­
dan korunmuş olmak" için çalışamaz. Aslında sı1filer hiç
hasta olmamayı kulun kulluğunda büyük bir eksiklik olarak
görürler, iyiliğe yormazlardı. Çünkü birinci bölümde de ele
alındığı üzere, dert ve hastalıkların insanı Rabbine yaklaş­
tıran bir tarafı vardır. Mesela, Fir'avn'ın Rabblik iddiasında
bulunmasıyla hiç hasta olmaması arasında bile bir ilişki ku­
rulmuşa benzemektedir. 328

Ama yine de görüyoruz ki sı1filer, Allah'a çok yakın ve


kendisine kainatta tasarruf yetkisi verilmiş kullarının da
"hasta olmama" özelliğini yakalayacaklarını, bunun da Al­
lah'ın bir sıfatıyla nitelenmek demek olduğunu düşünmüş­
lerdir. Mesela, sı1filere göre, "ebdal" adı verilen ricalulgayb

327 A. y. , s. 180.
328 Hücviri 1982, s. 341.

320
S E L İ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ

velilerinden 21 kişi vardır ki hiç hasta olmadıkları için evde


oturmazlar. 329

Tasavvuf kitaplarında sı1filerden bahsedilirken, bazen


onların hastalıklarından da söz edilir. İ şte tesbit edebildiği­
miz bazı hastalıklar:

ı. İldhi Anoraksiya

Ebu Osman Mağribi (v.373/983), 20 yıl tek bir insanın


bile sesini işitmeyeceği bir şekilde bir uzlet hayatı yaşamıştı.
Çektiği meşakkat ve içinde bulunduğu riyazetten dolayı vü­
cut şekli değişmiş, şekli insan sureti olmaktan çıkmış, gözle­
ri çuvaldız deliği kadar kalmış buldular. Bu haline şaşırıp da
nasıl böyle yaşayabildiğini soranlara, bunun sebebinin sekr/
kendini ve etrafını farkedememe hali olduğunu, ancak bu­
nun kendisine ümitsizlik ve aczden başka bir şey vermedi­
ğini söylemişti. 330

Muhammed Dehistani, yemek yiyememe/anoraksiya


hastalığına tutulan sı1f'ılerdendi ama bu sıradan bir anorak­
siya değil, ilahi olanı idi. Şöyle ki: "Yememek Hakk'ın sıfatı­
dır. Bende tecelli etti" diye övünmeye başlamış, hatta "Tanrı­
lık iddiası"yla 6 yıl yemek yememiş, bundan vazgeçmesi için
yapılan ikaz, hatta atılan dayaklara hiç aldırmamış, pek çok
hastalık çekmiş, ancak Hak'dan gayrısından ilaç istememiş­
ti. Bu, onun içinde bulunduğu tecell-i Samediyet'ten (hiçbir
şeye muhtaç olmama)dan dolayı idi. Bu makama eren sı1fi,
yeme ihtiyacı duymaz. 331 Bu derde düçar olmuş sı1filerden
bir diğeri de Abdullah İstahri idi. İ ştahı açılsın için kendisi-

329 Cami 1995, s. 90.


330 Hücviri 1982, s. 297.
331 Cami 1995, s. 619-620.

321
------- TASAVV U F VE T I P -------

ni zorladığı halde yiyemiyordu. Sonunda "Bu kapıyı bağla­


mışlar" diye inanmaya başlamıştı. 332

2. Uyku Problemleri

Hiç uyumayan veya uyumak istemeyen sıifiler vardı


ama bu onların kendi arzularıyla seçtikleri bir yol olduğu
için "hastalıklar" kategorisinde ele almıyoruz. Ancak bazı
sıifiler, farklı uyku problemlerine düçardı. Mesela, Sa'deddin
Kaşgari, öyle bir haldeydi ki etrafındakiler onu gaybet ha­
linde (etrafında olup biteni göremez ve hissedemez halde)
sanırlardı. Oysa o, bir nev'i uyuklama halindeydi. Ona göre,
uyku ile uyumama hali eşittir. Hatta, uykuda bazı perdeler
kalktığından kalp daha saf ve kuvvetli olur. 333

3. Basur ve Romatizma
Sehl et-Tusteri (v. 283/895), romatizma ve basurdan
muzdaribti. Hatta velayete bunlarla, yani bu hastalıklara
dayandığı için erdiği söylenirdi. 334 B asurundan dolayı her
namaz vaktinde yeni abdest almak zorundaydı ama tedavi
olmak istemiyordu; çünkü tedavi için, doktorun avret yerine
bakmasına izin vermesi gerekti. 335

4. Kötürüm/Felç olma
Yine Sehl et-Tusteri, hayatının sonlarına doğru kö­
türüm bile olmuştu ve bu kötürüm haldeyken bile namaz
vakitleri geldiğinde iyileşir, ayağa kalkıp namaz kılar, son­
ra yine kötürüm haline dönerdi.336 Cüneyd el-Bağdadi (v.
297/909), Ebu Bekr eş-Şibli (v.334/946) gibi sıifilerle gö-

332 A. y. , s. 387.
333 Cimi 1995, s. 555.
334 A. y. , s. 196.
335 Serrac 1380/1960, s. 272.
336 Hücviri 1982, s. 439.

322
S E L İ M KALBİN FİZYOLOJ İ S İ

rüşmüş olan Ebu Hüseyin Seyrevani es-Sağir (llI/IX. asır)


de benzer bir durumdaydı: Seyrevani es-Sağir, 124 yıl yaşa­
mış bir sı1fıydi. Ömrünün sonuna doğru kötürüm olmuştu.
Ama bu öyle bir felçti ki namaz ve sema için kalkmasına izin
veriyordu. 337
Ruzbihan Bakli (v.606/1209) de ömrünün sonuna doğ­
ru felç olmuştu. Müridleri Mısır'dan getirdikleri bilsan yağı
ile onu tedavi etmek istiyor ama o kabul etmeyerek "götürün
onu kapıdaki köpeğin ayağına sürün. Hastalık Allah' ın bağ­
larından bir bağdır ki Ruzbihan'ın ayağına vurmuştur (onu
açmak istemem)", demişti. 338
Tarikat ehlinin el kitabı olan Avarifi/1-maarifın yaza­
rı Şihabuddin Sühreverdi (v.632/1234) de hayatının sonu­
na doğru kötürüm olmuş ve gözlerini de kaybetmişti ama
müridlerinin yardımıyla Cuma hutbesine çıkmaya devam
etmişti. 339
5. Körlük
Abdullah el-Herevi (v.481/1088), hayatının sonu­
na doğru gözlerini kaybetmiş olduğundan tasavvufu 100
makam, her makamı da üç derece halinde ele aldığı meşhur
SadMeydan adlı eserini müridlerine yazdırmıştır.340 Yukarı­
da belirtildiği üzere, Sühreverdi de hayatının sonuna doğru
gözlerini de kaybetmişti. Muvaffakuddin Kuvaşi'nin de öm­
rünün sonuna doğru gözleri görmez olmuştu.341 Ebu'l-Ha­
sen Şazili'nin (v.656/1258) öğrenimi sırasında sağlığını

337 Cami 1995, s. 415


338 A.y., s. 401.
339 Yılmaz 2010, s. 40.
340 Bkz. Tek 2008, s. 15.
341 Cami 1995, s. 599.

323
------- TASAV V U F VE T I P ------

umursamadan gözlerine çok yüklendiği için gözlerinin kör


olduğu rivayet edilir. 342 Daha sonraki dönem sılf'ılerinden
Hz. Şdrih ünvanlı İ smail Rusuhi Ankaravi (v. 1041/1 63 1), 341
bir ara kör olmuş, Mevlevi dergahı şeyhi Bostan Çelebi'nin
dua ve himmetile gözleri açılmıştı.344 O, bu haline şükür için
Fütuhdt-ı ayniyye (Göze ait İlahi açılımlar) adı altında bir
kitap yazmıştı.

6. ObsessifKompulsifBozukluklar
Bu tip rahatsızlıklar, genelde abdestle ilgilidir. Vesve­
seden dolayı veya abdestli olarak ölmek için çok fazla ab­
dest alan veya gusl yapan sılf'ıler vardı. İ kinci durum, yani
abdestli olarak ölmek için durmadan abdest almak aslında
hastalık değildir ama normalin ötesinde olduğu için bura­
da zikrediyoruz. Mesela, İ brahim Havvas, mebtıln/karın
ağrısı ve ishale yakalanmışken Rey Camii'ndeydi. Abdestli
olarak ölme şansını yükseltmek için 24 saatte 60 gusl al­
mış ve nihayet guslederken ölmüştü. 345 Süfyan es-Sevri
(v. 1 61/777) de ölüm döşeğinde yatarken, bir namaz için 60
defa abdest almış ve: "Bütün burılar emr-i Hak geldiği za­
man temiz olmam içindir" demişti. 346 Ebu Ali Ruzbari ise
taharette vesveseye kapıldığı için çok abdest/gusulle müb­
tela olmuş bir sılfiydi. Bir seher vakti, suyun içindeyken, bu
hastalıktan kurtarması için Allah'a dua etmiş ve afiyet iste-

342 Özel 2010, ss. 387-390.


343 Bu ünv:inı almasına sebep, İbn Farız, İbnü'l-Arabi, Mevlana gibi zirve
mutasavvıfların eserlerini en güzel şekilde şerhedenin o olduğunun kabul
edilmesiydi. Bkz. Yetik 1991, ss. 211-213.
344 Işık 2015, s. 63.
345 Hücviri 1982, s. 427.
346 A. y. ' s. 428.

324
S E Lİ M KALB İ N FİZYOLOJ İ S İ

miş, hatiften/gaybdan: "Afiyet ilimledir. Şer'i ilimlere riayet


etmektir" nidasını işitmişti. 347

7. Şuô.rsuzluk Hali
Tasavvuftaki mahv, sekr, fena, cem', cem'ü'l-cem' gibi
hallerinin az veya çok fiziksel ortamdan ruhen kopuş ve me­
tafizik aleme yükseliş olduğunu kabul edersek, bu hali bütün
sufilerin yaşadığını söylememiz mümkün olur. Ancak, bunu
çok ileri boyutta yaşayan sufıler vardır ve bunların başın­
da Beyazid el-Bistami, Ebu Said el-Harraz (v. 277/890) ve
Ebu Bekr eş-Şibli gelir. Mesela Şibli'nin genelde veleh/yarı
kendinden geçmiş halde yaşadığı ve ancak namaz saatleriçin
uyandığı sıkça hikaye edilir.348 Harraz'ın ekolü, fena üzerine
kuruludur, hatta fena ve beka halinden ilk bahseden, "ken­
dimi bulunca O'nu/Allah'ı; O'nu bulunca kendimi unutu­
yorum" diyen Harraz'dır. Buna çok yakın bir şekilde Baye­
zid Bistami'nin de: 20 yıldır kendimi bulduğumda Allah'ı
kaybediyorum; Allah'ı bulduğumda kendimi kaybediyorum"
dediği meşhurdur.

8. Böbrek Rahatsızlıkları
Semnı1n b. Hamza el-Muhibb (v.298/91 1 ) , idrarını
yapamama hastalığına yakalanmıştı ve dayanamıyacağı bir
duruma düşmüştü. 349

9. Kanamalar
Şeyh Ebu'l-Abbas, kan aldırdıktan sonra kanaması ol­
muş. müridi Ebu Said Ebu'l-Hayr (v. 440/1049), kolunu yı-

347 A. y. , s. 428.
348 Bkz. mesela, İbnü'l-Arabi 1414/1994, c. 2, s. 190.
349 Cami 1995, s. 234.

325
------- TASAVV U F VE TIP ------

kayıp damarını bağlayarak kanamayı durdurmuştu.350 Ebu


Yakub b. Zizi'nin sema sırasında tansiyonu o kadar yüksel­
mişti ki boynundan kan fışkırmıştı. 351

B. XI. Sufiler ve Hastalıklarındaki Halleri


1 . Davud et-Tai (v. 1 65/78 1 ) , bir gün bir ilaç içmiş: "Git
evinin havlusunda dinlen ki ilacın tesiri olsun" telkinlerine
karşı: "Kıyamet günü, Allah'ın, 'heva ve hevesin için birkaı;
adım attın' sorusunu nasıl cevaplarım?!" diyerek gitmekten
kaçınmıştı. 352

2. Rabiatü'l-Adeviyye (v. 1 85/ 801) hastalandığında, se­


bep soranlara: "O'na Onun için ibadet etmeyi bir an için
unutup Cennete baktım, bu sepeple Allah beni terbiye edi­
yor" demişti. 353

3. Süfyan es-Sevri (v. 1 6 1/778) hastalanmış ve kan örne­


ği, tabibe sunulmuş. Tabib: "Bu adamın karaciğerini korku
parçalamış. Hanefıyye'de böyle birisinin olduğunu bilmiyor­
dum" demişti .354

4. Bişr el-Hafi (v.227/841), hastalandığında yanına ge­


tirilen tabibe, hemen hastalığını anlatmıştı. Etrafındakiler:
"Bu yaptığının, derdi Allah'tan başkasına şikayet olmasın­
dan korkmuyor musun?" şeklindeki sorularına: "Hayır, bila­
kis, Kadir olanın kudretinden söz ediyorum" diyerek konuya
farklı bir açıdan yaklaştığını hatırlatmıştı. 355

350 A. y. , s. 447.
351 A. y. , s. 270.
352 Hücviri 1982, s. 498.
353 Kuşeyri 1413/1993, s. 258.
354 Gazzali 1412/1992, c. 4, s. 288; Kuşeyri 1413/1993, s. 131.
355 Serrıi.c 1380/1960, s. 272.

326
S E L İ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ

5. Seri es-Sakati (v.251/865) ölüm hastalığı sırasında


yatması hariç, 70 yıl boyunca onun yattığını gören olmamış­
tır.356 Seri es-Sakati, Tarsus'ta hastalanmış ve ehl-i dil/sıifi
olmayan bir grup kendisini ziyarete gelmişti. Grup içindeki
hafızlar o kadar oturmuşlar ki Seri artık onların varlığından
sıkılmaya başlamış. Neyse ki sonunda: "Bize dua et" demiş­
ler. Seri: ''Allahım! Bize hasta ziyaretinin nasıl yapılması ge­
rektiğini öğret!" diye dua ederek 357 onlara hasta ziyaretinin
edebini öğretmek istemişti.

6. Ebu Bekr eş-Şibli (v.3341946) hastalanmış. Tabib, per­


hiz önermiş. Şibli: "Neyden perhiz edeyim? Nasibim olan­
dan mı, olmayandan mı?" diyerek, 358 kısmetini aşamayaca­
ğını belirtmiş, tevekkül ve teslimiyetini ön plana çıkarmıştı.

7. Cafer b. Nusayr el-Huldi (III/IX. asır) şöyle anlatmak­


tadır: "Cüneyd'in yanına gitmiştim. Onu, humma hastalığı­
na yakalanmış buldum . . . "359 Onun, nakleden kaynakta adı
.

belirtilmeyen şiddetli bir hastalığa yakalandığı ve bu hasta­


lığı sırasında Zünnı1n'un yaptığı bir dua olan "Ya Vehhab/
Karşılıksız veren! Bize şükredeceğimiz şeyleri ver!" duasını
yaptığı, bunun hastalarının gıdası olduğunu söylediği nak­
ledilmiştir. 360

8. Zünnim el-Mısri (v. 245/859), hastalandığında as­


habı/mürid ve dostları onu ziyaret ettiler. Ve güzel sözler
meyanında, "O'nurı/Allah'ın darbına/vurmasına (yani verdi­
ği hastalığa) dayanmayan, sevgisinde sadık değildir" dediler.

356 Cami 1995, s. 178.


357 A.y., 179.
358 Hücviri 1982, s. 325.
359 A. y. , s . 261, 539.
360 Serric 1380/1960, s. 272.

327
------- TASAVV U F VE T I P ------

Zünnı1n daha ileri giderek: "O'nun vurmasından zevk alma­


yan, sevgisinde sadık değildir" demişti. 361

9. Semnün b. Hamza (el-Muhibb) (v.298/91 1), idrarını


yapamama hastalığına yakalanmıştı. Kendisine "Kezzab/ya­
lancı" adını vermişti. Mektep, mektep dolaşıp, "Bu yalancı
amcanız için dua edin!" ricasında bulunurdu. "Neden kendi­
sine yalancı dediğini" soranlara: "Ben Allah'a, 'Beni istediğin
şeyle ibtila et/dene!, dayanırım, sızlanmam' dedim. Ama Al­
lah, beni bu hastalığa mübtela kıldı ve ben dayanamıyorum"
derdi.362

10. Mümşad ed-Dineveri, hastalığında kendisini ziyaret


edenlerin sorduğu: "Kendini nasıl buluyorsun?" sorusuna:
"Bilmiyorum. Siz en iyisi hastalığıma sorun, o beni nasıl bu­
luyor?". "Peki kalbini nasıl buluyorsun?" sorusuna da : "Ben
kalbimi 30 yıldır kaybetmiş durumdayım" diye cevap ver­
mişti. 363

11. Kürdi es-Süfi, vücudundan düşen kurtları bile alıp


yerlerine koyar,364 böylece Allah'ın verdiği derde razı oldu­
ğunu belirtmeye çalışırdı.

12. Ebu Talib Hazrec, nasıl olduğu tarif edilmeyen bir iç


hastalığına yakalanmıştı. 365

13. Ebu Hayr Akta ın ' ayağı cüzzam olmuştu ve kesil­


mesi gerekiyordu ama o bir türlü izin vermiyordu. Tabibler,
ancak namaz kılarken kesebilmişlerdi. 366

361 A. y. , s. 271.
362 Gazzali 1412/1992, c. 4, s. 208-209. Ayrıca bkz. Cami 1995, s. 233-234.
363 Serrac 1380/1960, s. 271.
364 A. y. , s. 271.
365 Cami 1995, s. 394.
366 Hücviri 1982, s. 441.

328
S E LİM KALBİN FİZYOLOJ İ S İ

14. Ebu Garib İsfehdni (IV/Xasır), Tarsus'ta ölmeyi is­


temişti. Oradayken hasta olduğunda, ayağı dizine kadar ya­
rılmış kan ve irin akıyordu. "Nasılsın?" diye soranlara: "İ şte
gördüğün gibi ama henüz 'Bana zarar dokundu'367 demedim"
diyordu. 368

367 Bu cümle, Hz. Eyyüb'ün Rabbine hastalığından yakınması anında kullandığı


cümleydi. Bkz. Enbiya 21/83.
368 Cami 1995, s. 244.

329
TASAVVUF VE TIP İLMİNİN
ORTAK PAYDALARI

Zeynep Arzu Yegin


Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi (Ankara)
İç Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

Giriş
Antik çağda insan anatomisi ve fizyolojisi üzerinde ça­
lışan Hippokrates, bu muazzam düzen ve işleyiş karşısında
oldukça samimi bir itirafta bulunmak durumunda kalmıştır:
"Bana göre bu, kuşkusuz oldukça becerikli bir sanatçının eseri­
dir. "1
İnsan, Hakk'ın yeryüzündeki elçisi, isim ve sıfatlarının
tecelligahıdır. Tıp ilmi, geçmişten bugüne, insandaki fizyo­
lojik örgüyü anlamaya ve çözümlemeye çalışmıştır. Kendi­
sini tanımaya başlayan insan, Varlığın hakikatinin karşısın­
da acziyetini ve hiçliğini idrak etmiş; bilmediğinin farkına
vardıkça, bilinmeyene duyduğu merakla birlikte Yaratıcı'ya
olan hayranlığı da artmıştır. Günümüzde kanıta dayalı tıp,
bilimsellik çatısı altında, yaşamın devamı için biteviye uğ­
raş vermektedir, hala açıklığa kavuşmamış sırlarla birlikte.
İnancın hakimiyetinin giderek buharlaştığı, bunun yerine
düşünce ve bilimin ivme kazandığı postmodern çağın insa­
nı hala Yaratıcı'sına, O'nun evrensel adaletine ve rahmetine
ölesiye muhtaçtır.

331
------- TASAV V U F VE T I P -------

İbn Sina tıp ilmini şöyle tanımlamıştır:

" Tıp, insan vücudunun sağlık ve hastalık durumunu, sağ­


lıklı durumunu koruma ve idamesini, sağlığın kaybedilmesi du­
rumunda tekrar nasıl kazanılacağı konusunu ele alan bilimdir.
Tıp, pratik ve teorik olmak üzere ikiye ayrılır. Teorik kısım, tıb­
bın yönteminin bilimi, pratik kısım ise onun nasıl tatbik edi­
leceğinin bilimidir. Teorik tıp, düşünceye yarar sağlayan öğreti
kısmıdır. Tıbbın ikinci kısmı olan pratik tıp ise tıbbi öğretinin
teknik tatbikat kısmıdır. Tıbbın konusu, sağlık ve hastalık ha­
lindeki insan vücuduyla ilgilidir. Maddi sebepler, sağlık ve has­
talığın üzerinde temellendiği özler ve enetjilerdir. Bunlar foil
organlar ve onların hayati güçleridir ve onlardan ayrılmış, uzak
olan hıltlar (kan, balgam, kara safra ve sarı safra} ve onlardan
uzak olan elementlerdir. Hıltlar ve elementler insan vücudunun
temelini teşkil eder. "2

Anatomi ve Fizyoloji
İ nsan, bütün varlıkların en şereflisi ve kainatın özüdür.

Allah Teala insanı en güzel surette (ahsen-i takvim) tasvir


edip, ruhundan üfleyerek, cemaliyle süsleyip nurlandırmıştır.
Eşyada zuhur eden hakikatin kavranabilmesi için iki ciha­
nı ve içindekileri vücuda getirmiştir. İnsanın yaratılışındaki
gaye, kendi nefsini bilmesi (marifet-i nefs) ve oradan da Al­
lah bilgisine (Marifetullah) ulaşmasıdır. 3

Tıp ve özellikle anatomi ilminin manevi önemi Mari­


fetname'de şu şekilde açıklanmıştır:
"Anatomi ilmi, kuvvetli vepek zevkli bir ilimdir ki; haki­
kat ehli alimlerin ulaştıkları hikmetin neticesi, araştırmacı tıp

332
S E L İ M KA L B İ N FİZYO LOJ İ S İ

uzmanlarının sermayesi, yakın ehli suftlerin canlarının gıdası,


din ve dünya işlerinin meydana gelmesinin vesilesidir. Mevlti'yı
tanımaya yardımcı ve yol göstericidir. Çünkü anatomi ilmi­
ni bilmeyenler tıbbın ve hikmetin zorluklarından habersiz ve
kendi nefsini tanımaktan gafil olup Hakk'ın bilgisine kavuşup
Hakk'ı tanımaktan acizdir. Ancak Allah'ı tanımak için bu ilmi
öğrenen bundan aldığı kuvvetle nefsini tanımaya ve oradan da
Hakk'ı tanımaya nail olur. Şu halde, anatomi ilmi, insanın ken­
di nefsini tanımasının anahtarıdır. İnsanın kendi nefsini tanı­
ması ise Rabb'ini tanımasının anahtarıdır. "1
Konu "Nefsini bilen/tanıyan Rabb'ini bilir/tanır" Ha­
dis-i Şerifinden yola çıkılarak ele alındığında; insan ancak
taşıdığı aşkın ve tanrısal özü tanımak suretiyle Hakk' ın yo­
lunda ilerleyebilmekte ve O'nu hakkıyla tanıyabilme lütfuna
mazhar olabilmektedir.

"İnsan, sonsuz karşısında hiç, hiçe kıyasla sonsuz, hiçle son­


suz arasında bir köprüdür. "
(Pascal)

Fizyoloji bilimi, canlıların yaşamsal işlevlerini inceler,


yaşamın kaynağı ve gelişim aşamalarından sorumlu fiziksel
ve kimyasal etkenleri tanımlar ve araştırır. Doğada, en basit
mikroorganizmadan karmaşık insan fizyolojisine kadar her
canlı türü, kendine özgü işlevsel özelliklere sahiptir. Yaşa­
mın idamesine yönelik davranışlarımız çoğunlukla içgü­
düsel duyuların yönlendirmesi sonucu gerçekleşmektedir.
Çağlar boyunca bu özgün nitelikleri sayesinde insanoğlu

333
TASAV V U F VE T I P -------

değişken koşullara adapte olabilmiş ve varlığını sürdürmeyi


başArabilmiştir. İnsan vücudundaki bu hassas denge karma-
şık bir sistem tarafından kontrol edilmektedir. Bu fizyolojik
dengenin idamesi için, her işlevsel birim, üzerine düşen gö­
revi yapmakla yükümlüdür. Bu muhteşem düzen, bir veya
daha fazla sistemin yeteneğini kaybetmesine kadar devam
eder. Dengenin bozulması, hastalıklara; sistemdeki geri dö­
nüşümsüz bozukluklar ise ölüme neden olur.4
İnsan, dünyevi ve uhrevi vazifelerini layıkıyla yerine
getirebilmek için sıhhatli olmalıdır. Modern tıp bilimi tüm
hastalıkların tedavi edilmesi gerekliliği ilkesini savunur.
Hippokrates döneminden bu yana, çeşitli hastalıkların teda­
visinde bitkisel karışımlar, perhiz, düzenli fiziksel hareketler
ve cerrahi yöntemler kullanılmıştır. ı,s Yeni ilaçlar ve tedavi
yöntemleri sayesinde eskiden ölümcül olarak bilinen birçok
hastalığın çaresi bulunmuştur.
İbn Sina ve İbrahim Hakkı'ya göre, insan üç hayati or­
gana sahiptir. Bunlar kalp, beyin ve karaciğerdir. Kalp yaşa­
mın merkezi, beyin his ve hareket merkezi, karaciğer beslen­
me merkezidir.2•3

Hıltlar Teorisi
Hıltlar teorisine göre, doğanın esas unsurları olarak
bilinen anasır-ı veya erkan-ı erba'a (ateş, toprak, su, hava),
insan ve diğer canlıların temel öğelerini oluşturmaktadır.
Bunlar en basit cevherlerdir ve alt birimlere ayrılmaları
mümkün değildir. Bileşik (mürekkeb) olan cisimler bu dört
esas unsurun karışımıyla meydana gelir. Bunlardan ikisi ağır,
ikisi hafif olarak tanımlanmıştır; ateş ve hava hafif, toprak
ve su ağır unsurlardır. Gökler bu dört unsuru ihtiva ettiği

334
S E L İ M KA L B İ N FİZYO LOJ İ S İ

gibi, beden de dört karışımı (ahlat-ı erba'a) ihtiva eder. Ah­


lat-ı erba'a; kan, balgam, sarı safra ve kara safra (sevda)'dır.
Sarı safra 'ateş'i; kan 'hava'yı; balgam 'su'yu ve sevda 'toprak'ı
temsil eder. 2·3
Hılt olarak tanımlanan bu temel karışımlar (kan, bal­
gam, sarı safra, kara safra) besinlerin sindirimini sağlayan
ana sıvı cevheri oluşturur. Kan; sıcak, nemli, kırmızı renk­
li, tatlı ve kokusuz olarak tanımlanır. Balgam, sürtünmeye
maruz kalmış eklemleri ve organları nemlendirici özelliğe
sahiptir. Sarı safra, karaciğerde yapıldıktan sonra iki kısma
ayrılır. Bunlardan biri kan dolaşımına geçer, diğeri ise saf­
ra kesesine gider. Kara safra, vücutta belli bir ısı sonucunda
oluşan telve/tortudur. Karaciğerdeki aşırı sıcaklık, dalak za­
fiyeti ya da yetersizliği, aşırı soğuk, uzun süreli durgunluk ve
hareketsizlik durumlarında fazla üretilir.2•3

İnsanda Ruh ve Nefs'in Mahiyeti


Günümüzde 'ruh' tanımı, beynin duygu, düşünce ve
davranışlarla ilgili işlevlerini kapsar. Ruh, insan varlığının
maddi olmayan tarafı ve özü olarak bilinir. Tasavvufta in­
san bedeni; küçük alem (alem-i asgar), insan ruhu ise; büyük
alemdir (alem-i ekber). Akıl, insani ruhtur ve hayvani ruhun
binicisidir. Hayvani ruh ise şehvani nefstir ve bedenin bini­
cisidir. Akıl ve kalb, melekılt ve sema alemine mensuptur,
nurlu ve yücedir. Beden ve nefs ise yer alemine mensup ol­
duğu için karanlıktadır.3•6 Muhasibi'ye göre nefs, kötülüğü
buyuran, günaha çağıran ve sürükleyen bir cevherdir. 7
Ruhun yedi boyutu tanımlanmıştır: Madeni, nebati,
hayvani, insani, nefsani, sırlı ve sırların sırrı (sırr-ül esrar).
Bunların her biri yedi bilinç düzeyine sahiptir. Ruhların

335
------- TASAVV U F VE T I P ------

denge ve uyum içinde çalışması önem taşımaktadır. Madeni


ruh iskelet sisteminde, nebati ruh karaciğerde, hayvani ruh
kalp ve dolaşım sisteminde, insani ruh manevi kalpte, nef­
sani ruh beyin ve sinir sisteminde, sırlı ruh iç kalpte ve sırla­
rın sırrı ise özde yerleşiktir.8
İbrahim Hakkı'nın kaleminde insani ruh ve hayvani
nefs şöyle vücuda gelmiştir:
"İnsanın ruhu olan nefs-i natıka, öyle bir cevherdir ki, ken­
di zatında her maddeden azad iken içine girdiği bedenine aşık
olmakla, onun işlerini görmek için hayvani nefsin yerleşim yeri
olan yüreğin ortasında bulunan en karanlık noktada (nokta-i
sevda-i süveyda) hayvani nefs ile yakın olmuş ve onunla boyun
boyuna sarılmıştır. Onun vasıtasıyla bütün bedende yetki sahibi
olarak yerleşme imkanı bulmuştur. Hayvani nefs ile birarada
yakın bulunduğundan bu yüce ruhun ismi 'gönül' olmuştur. Şe­
refli ruhun bir yanını hayvani nefsin maddiliği karartmıştır.
Onun için Hakk'ın Cemal'inin aynası, Celal'inin nazargahı
olmuştur. Bu derece itibar, izzet ve şeref bulmuştur. Fakat bu
ayna hayvani sıfatlarla birlikte anılmış, enaniyet kılıfında ör­
tülü kalmıştır. Onun için bu ruh, kendini bilmez ve Mevlayı
bulmaz olmuştur. Kendi aleminden yüz çevirmiştir. Hayvani
nefsin hükmü altına girmiştir. Ondan fark edilemez olmuştur.
İnsani nefse verilen gölge akıl odur ki, hazret-i Vdcibü'I Vü­
cud'un nurundan varlık bulmuştur. Bu soyut akıl (akl-ı kül/},
izafi ruh ve ildhi aşk adını almıştır. Şu halde, iradi ölümle bu
neftten geçen (fena) o ruh ile diri olmuş ve alemde olan her şeyi
kendi vücudunda bulmuştur. Gönülyüzünden enaniyet perdesi
kalkıp nefsini ve Rabb'ini bilmiştir. Ruhu, dolunay gibi (bedr-i
kamil) batmayan güneşin karşısına gelmiştir. Gönlü nur, huzur
ve sürur ile dolmuştur. Bu şekiller dünyasından, ten ve candan

336
S E Lİ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

geçip kalb ti/emine göçerek, asıl vatanına dönmüştür. Nereden


gelip nereye gittiğini bilip, muradını alarak ölmeden önce ölüp
ebedi hayatı bulup düşmandan kurtularak Dost'uyla başbaşa
kalmıştır."3
İnsan bedeninin bir duvar olduğu farzedilirse, bu du­
varın bir tarafı gayb alemi, diğer tarafı şehadet alemidir.
Duvarın gayb alemine bakan yüzündeki ayna 'gönül'dür ve
insan ruhunu temsil eder. Aynanın arkası karanlıktadır, ga­
zap ve şehvet gibi bedensel arzularla komşudur ve hayvani
ruhu temsil eder. Duvarın şehadet alemi tarafına açılan beş
penceresi bulunmaktadır, ki bu pencereler beş duyumuzu
simgeler. Gazap ve şehvete mağlup, nefsani arzularına köle
olmuş gönül kendi nefsinin cahilidir. Mevla'sından gafildir.
Kendini duvar ve kandil sanması boş bir hayaldir. O ancak
beş pencere vasıtasıyla gördüğü zahiri dünyaya meyletmiş­
tir. Nitekim, gaflette olan bu gönül, Hakk'ın zikrinden yüz
çevirip nefsin vesveseleri ile haşhaşa kalmıştır. Hak ile bir
olma nimetinden mahrum olup ayrılık azabına duçar ol­
muştur. Hakk'ın huzurundan uzak olup masivaya dalmıştır.
Ömrünü boşa harcayıp kendini yüksek derecelerden aşağı­
lara salmıştır. Ancak nefsin arzularına karşı koyarak dünya
nimetlerinden kendi alemine kaçan, Mevla'nın marifet ve
muhabbetine talih olan gönül, enaniyet perdesini yırtar. Va­
cibü'l-Vücıld güneşinin karşısında ayn-ı kamer olur. Kendi
aleminde bu devlete nail olan gönül artık duvar, lamba ve
aynadan geçmiştir, artık bir dolunaydır. 3
Hayvani nefse hizmet eden 12 duygu tanımlanmıştır.
Bunlar; gazap, şehvet, görme, işitme, tat alma, koklama,
dokunma, ortak duyu (hiss-i müşterek), hayal, şüphe (ve­
him), fikir ve hıfz (hafıza)'dır. Dış duygular (havass-ı ham-

337
------- TASAV V U F V E T I P ------

se-i zahire); işitme, görme, koklama, tat alına ve dokunma


kuvvetleridir. Hayvani nefsin beş iç duygusu (havass-ı ham­
se-i hatme) ise; hiss-i müşterek, hayal gücü, düşünme gücü
(mütefekkire), kuruntu ve vesvese (vahime) ve hafıza olarak
belirtilmiştir.3 Duyuların anlama ve kavrama boyutundaki
önemi, insanın fikri dünyasının gelişmesinde ve idamesinde
temel teşkil etmesinden kaynaklanmaktadır. Dücane Cün­
dioğlu, dış duyuların Kur'an-ı Kerim'i anlama ve yorumla­
madaki önemine şöyle değinmiştir:
'1nsanoğlu, ancak görme (müşahade), işitme (haber) ve
anlama (muhakeme) suretiyle bilgi edinebi/diğinden, Kur'a n-ı
Kerim'de insanın faal tutması gereken kabiliyetler sadedinde
göz, kulak ve ka/b zikredilmiş, ilahi hakikatler karşısında men­
'
fi tavır alanlar; sahip oldukları bu kabiliyetleri kullanmayan,
hatta bu kabiliyet/ere sahip bile olmayan kimselere benzetilmiş­
tir. İşte, ilahi hakikatlerin peygamber/ere bildirilmesi de insa­
noğlunun sahip olduğu bu üç kabiliyet üzere vuku bulmuştur.
Bu her üç uzuv da Kur'an'da genellikle birarada zikredilmekte
ve ilmin elde edilebilmesinin bu kabiliyetlerin faal halde tutul­
masıyla mümkün olabileceği vurgulanmaktadır. "'
İbn Sina Kitabu'ş Şifa'sında nebati nefsin üç eylemi ol­
duğunu belirtmiştir: gaziye (beslenme gücüyle beslenme),
münmiye (büyüme gücüyle büyüme ve yetişme) ve müli­
de (doğurma gücüyle kendisinden doğum meydana gelen
tohum veya benzerini verme). Hayvani nefste arzu ve öfke
gücü bulunurken, insani nefste yapma ve idrak/bilme gücü
mevcuttur. İdrak iki türlüdür: nazari ve ameli idrak. Ameli
güç yaşadığımız dünya yani fiziksel alem ile, nazari güç ise
metafizikle ilintilidir.10

338
S E L İ M KALB İ N FİZYOLOJ İ S İ

Akıl

"İnsanın aklı bedenden ayrı olarak gelişmez, beden sağlam­


sa zihin de iyi işler. "
(JJ Rousseau)
Canlılar içerisinde sadece insana bahşedilmiş olan akıl,
kavram oluşturma ve hükmetme becerisi olarak tanımlanır.
Geleneksel psikoloji, evrenin maddi olduğunu, bunun dışın­
da bir anlam ya da amacının olmadığını varsayar. İnsanın
fiziksel beden ve sinir sisteminden gelişen bir akıldan ibaret
olduğunu savunur.8
Tasavvuf ilminde akıl, Yaratıcı'sının kulu, güzel ahlakın
sultanı kabul edilir. Akıl hak ile batılı, doğru ile yanlışı ayı-
ran, gönlü parlatan bir nurdur. Tasavvufi öğretide akıl ve aşk
birbirine aykırı iki mefhumdur. Aşık, akil olamayacağı gibi,
akil de aşık olamaz. Aşık olan aklı dinlemez. Aşkın güneşi
kalbe doğunca, akıl, bir gölge gibi kaybolur gider. 3•6
Tasavvufta aklın üç mertebesi vardır: Akl-ı maaş (akl-ı
cüz); ancak görülen alemi (alem-i şehadet) kavrayabilir.
Akl-ı maad; irfanla terbiye edilmiş akıldır ki, alem-i şeha­
detin ötesini görebilir. Akl-ı kül/; peygamberlerin ve velilerin
aklıdır. Bunlar; şehadet, misal, ruhlar alemi ve ayn-ı sabiteyi
aşmış, Vahdet'e ulaşmışlardır. Mutlak Hakikat'e varmak için
akıl ve aşk iki ayrı yoldur. Birincisi, medresenin yani ulema­
nın, ikincisi ise tarikatin ve mutasavvıfların yoludur. 6
Bir başka sınıflamada ise akıl üç aşamaya ayrılır: Akl-ı
matbu; çocukluktan itibaren konuşmanın öğrenilmesiyle ge­
lişir. Akl-ı mesmu; ergenlik çağında ortaya çıkar. Aklın nuru­
nun sağlamlaşmasıyla kişi dini ve ahlaki öğretiler doğrultu-

339
------- TASAVV U F VE T I P ------

sunda makul ve mantıklı düşünmeye ve davranmaya başlar.


Tecrübe, yani akl-ı selim; aklın üçüncü aşamasıdır. Aklın en
yararlı ve en üst aşaması olarak kabul edilir.8

Gazali, aklın dört manada kullanıldığını söyler:6


1.Duyular dünyasının ötesindeki bilgileri elde etmeye
yarayan ve insanı diğer hayvarılardan ayıran vasıf.
2. Temyiz kudretine sahip bir çocuğun şahsında, kendi­
liğinden meydana gelen zaruri bilgiler.
3. Tecrübe ve tahsil yoluyla kazanılan bilgi.
4.Hadise ve varlıkların ölüm ötesi hayatla ilgili gerçek
neticelerini arılayan güç.

Akıl, İ slam dünyasında Farabi ve İ bn Sina felsefesinin,


temelde de Muallim-i Evvel olarak bilinen Aristoteles fel­
sefesinin özünü oluşturur. Aristoteles'e göre akıl ikiye ayrı­
lır: Pasif (münfail) akıl, yaratılışta insanda mevcuttur, yazısız
fakat yazılmaya elverişli boş bir levha gibidir. Aktif (faal)
akıl, ilahi, ezeli ve ebedidir, maddi değildir. Farabi ve İ bn
Sina metafiziğine göre, Allah , madde olmadığı gibi madde­
ye muhtaç da değildir. O, Akıl'dır, Akl-ı A'ladır. O kendini
kendiliğinden aklettiği için Akıl'dır, bu durumda O'nun zatı
idrak edilmiş olduğundan aynı zamanda Ma'kul'dür de. Ni­
tekim antik Yunan felsefesinden günümüze değin akla dair
yapılan tanımların ortak yanı; aklın hudutsuz, derecesiz,
şartsız olanı, yani Mutlak'ı kavrama melekesi olmasıdır.7

340
S E L İ M KALB İ N FİZYO LOJ İ S İ

Tasavvuf ilminde Vahiy'in, ilhamın, keşfin ve gaybi


ilimlerin menşei Hakikat-i Muhammediye'dir. Şeyh-i Ek­
ber Hazretleri, Fahreddin Razi'ye yazdığı bir mektupta, akıl
ve nazar yoluyla Allah'ın bilinemeyeceğinin altını çizerek,
kendisini keşif ve ilham yoluna davet etmiştir. Keza, tasav­
vufta akıl, kalbe dayanan dini his, heyecan, vecd ve irfanı
temsil eder. 6
Akıl dış dünyayı algılamak için duyulara gereksinim
duyar. Duyusal alemin akıl yoluyla idrakini İbn Sina Kita­
bu'ş Şifada şöyle açıklamaktadır: "Duyu duyulur/arın suretle­
rini alır ve onları hayal gücüne teslim eder. Bu suretler böylece
bizim nazari aklımızın etkisine konu olurlar. Akıl arazlara
(ilişenlere} yönelir ve onları çekip çıkarır. Adeta bu bileşenleri
soyar ve bir tarafa atar. Böylece insan fertlerinin ortak olduğu
vefarklılaşmadığı anlama ulaşarak onu ele geçirir ve tasavvur
eder. Duyu nefte ak/edilir olmayan karışık şeyler götürür ve akıl
onları ak/edilir hale getirir."11

Kalb
İnsan bedeni, cihanın özü olduğu gibi, insan kalbi de
bedenin özüdür. Kalb, sadece bir et parçası değildir, özün­
de ilahidir, Allah'ı bilme ve sevme makamıdır. İrfan ehlinin
kalbi Allah'ın feyz ve kereminin yeşerip geliştiği bir bahçe
olarak tahayyül edilmiştir.3•6
Anatomik olarak kalp, göğüs içerisinde, sol memenin
altında, karaciğer cinsinden ve onun renginde, kozalak şek­
linde kıymetli ve hassas bir uzuv olarak tanımlanmıştır. Or-

341
TASAV V U F VE T I P ------ ---

tasında göz bebeği misali, süveyda denilen siyah bir nokta


vardır. Ruhun ve bütün kuvvetlerin kaynağıdır. Hayvani ru­
hun ve insani nefsin meskenidir. Rabbani ilhamın iniş yeri
ve Hakk'ın nazargahıdır. Bütün azalara hayat, hareket, idrak
ve gıda vererek terbiye eder. O, bedenin sultanı ve yönetici­
sidir, bütün kuvvet ve azalar onun hizmetçileridir.3
Kalb, marifet mekanıdır. Sufi geleneğinin amacı; duyan,
hisseden, yumuşak ve şefkat dolu bir kalb geliştirmek ve kal­
bin kavrayışını artırmaktır. Bu kavrayış, aklın soyut zekasın­
dan daha derin ve daha sağlam bir temele dayalıdır. Kişinin
kalb gözü açıldığında eşyanın sahte dış görünüşünün ile­
risini görebileceği, kalb kulağı açıldığında sözlerin ardında
gizlenen hakikati duyabileceği bildirilmiştir. 8
Fiziki kalb, insan bedeninin en merkezi yerine yerleşik
iken, manevi kalb ise alt benlik ile ruh arasına yerleşmiş­
tir. Fiziki kalb bedeni, manevi kalb kişiliği düzenler. Fiziki
kalb; taze, oksijenli kanı, bedendeki her bir organ ve her bir
hücreye göndermek suretiyle bedeni besler. Vücuttaki kirli
kanı toplar. Aynı şekilde manevi kalb, hikmet ve nur yayarak
ruhu beslerken kişiliği de olumsuz ve istenmeyen özellikler­
den arındırır. Fiziki kalb yaralandığında, ölüme kadar varan
rahatsızlıklara neden olur. Eğer manevi kalb nefsin ya da alt
benliğin olumsuz özellikleriyle kararırsa manevi hastalıklar
oluşur. Kalb, tamamen nefsin egemenliğine girerse, manevi
yaşam sona erer. 8
Şeyh-i Ekber'de kalb; gerçek bilgiyi, kapsamlı sezgiyi,
Hakk'ın ve ilahi gizemlerin marifetini barındıran organdır.
Kalbin en yüce müşahadesi Hakk'ın suretinin müşahadesi­
dir, nitekim kalb Hakk'ın kendini bilmesine, kendini kendi
tezahürlerinin suretlerinde izhar etmesine aracı olan organ-

342
S E L İ M KALB İ N FİZYOLOJ İ S İ

dır. Perdesiz halinde arifin kalbi İlahi Varlığın mikrokozmik


suretinin yansıdığı bir ayna gibidir. 12

Sindirim Sistemi
İ brahim Hakkı sindirim işlevini dört safhaya ayırmış
ve her birini 'hazım' olarak tanımlamıştır. Buna göre; birin­
ci hazım midede, ikinci hazım karaciğerde, üçüncü hazım
damarlarda ve dördüncü hazım da hedef organlarda meyda­
na gelmektedir. Ö ncelikle, midedeki çekme kuvveti gıdaları
mideye çeker. Tutma kuvveti, muhafaza eder ve hazmetme
kuvveti gıdaları pişirir. Ayrıştırma kuvveti pişmiş gıdaların
katısını sıvısından ayırır. Fazlalıkları dışarı atma kuvveti katı
ve koyu kısmı bağırsaklara gönderir. Midede kalan sıvı kı­
sım ise karaciğere gider ve kan rengine boyanır. Sindirilen
gıdanın üzerinde beliren ve sevda denilen siyah köpüğü, öd
kesesi kendine çekip değiştirir. Balgamı ise akciğer kendine
çekip nefes yoluna gönderir. Bunlardan temizlenen kan, ka­
raciğer içinde su ile karışık olup kıvamını henüz bulamadığı
için, böbrek suyu kendine çekerek değiştirir. Böbrekte kalan
su idrar halinde mesane yoluna gider. Sonra ciğerde kalıp
kıvama gelen saf kan, damarlar vasıtasıyla bütün organla­
ra ulaşır. 3 Sindirim sisteminin işleyişi, sindirim organları ve
salgıları ile ilgili kadim tıbbi bilgiler günümüz modern bili­
miyle bazı alanlarda benzerlik göstermektedir.

Dolaşım Sistemi
Kalb ve damar sistemine dair yorumlar temelinde; atar­
damarlar (şiryan, arter), kalbden çıkan, uzunlukları sinirlere,

343
------ - - -- -- TASAV V U F VE T I P -------

cevherleri ise bağlara benzetilen, uzun ve içi boş damarlardır.


Yayılıp genişleme ve daralma yetenekleri vardır. Bu arterler
"can damarları" olarak bilinir. Duman buharının (karbondi­
oksit) kalbden çıkışını sağlayarak ruhu bedenin organlarına
eriştirdik.leri düşünülür. İ ç yüzeyleri koruma amaçlı sert ya­
ratılmıştır. Çünkü bu tabaka, ruh cevherinin kuvvetli dar­
belerine maruz kalmaktadır. Atardamarların çıkış yeri yü­
reğin sol boşluğudur. Sağ boşluğun, karaciğere yakın olması
hasebiyle, gıdayı çekmek ve hazmetmek.le meşgul olduğu
düşünülmüştür. Karaciğerden çıkan venlerin (verid, toplar­
damar) cismi atardamarlara benzer, ancak hareketsizdirler.
Toplardamarlar kanı karaciğerden vücuda dağıtırlar. Toplar­
damarların sahip olduğu ince duvar yapısı kanın akciğerlere
gönderilmesini kolaylaştırır.3
Dücane Cündioğlu 'can' ve 'kan' damarları tanımla­
malarının ilk kez İ brahim Hakkı tarafından kullanıldığını
vurgularken; Hippokrates'tan itibaren arterlerin içinde hava,
venlerin içinde besin olduğuna inanıldığını, dolayısıyla
isimlendirmenin bu bilgiye istinaden yapıldığını belirtmiş­
tir. Nitekim nabzın hissedildiği damarlara can damarları,
yeşil görünen damarlara ise kan damarları adı verilmiştir.13
Karaciğerde ikili bir damar ağı görev yapmaktadır. 'Bab'
(kapı) damarı mideden karaciğere besin taşımaktadır. 'Ec­
vef' damarı ise karaciğerden diğer organlara besin taşıma
görevini üstlenmiştir.3'Bab' damarı güncel tıp literatüründe
'partal' ven olarak adlandırılmaktadır. Partal ven, karaciğer
kanlanmasının yaklaşık %75'inden sorumludur.4•14
Güncel anatomi bilgimize göre, kalbde arteriyel ve ve­
nöz olmak üzere iki farklı nitelikte kan bulunur. Arteriyel
kan oksijenden zengin iken, venöz kanda karbondioksit

344
S E L İ M K A L B İ N FİZYO LOJ İ S İ

oranı yüksektir. Kanı kalbden alıp vücuda dağıtan sistem ar­


teriyel sistemdir. Buna karşılık, venöz sistem kanı vücuttan
kalbe geri getiren sistemdir. Büyük dolaşımın aksine, kalb ve
akciğerler arasındaki küçük dolaşım sisteminde temiz kanı
venler, kirli kanı ise arterler taşır. Büyük dolaşım kalbin sol
ventrikülünden başlayıp sağ atriumda sonlanırken, küçük
dolaşım sağ ventrikülden başlar ve sol atriumda sonlanır.14
Kanın hammaddesini oluşturan alyuvarların en önemli
görevi, akciğerlerden dokulara oksijen taşınmasıdır. Alyu­
var içindeki hemoglobin molekülü oksijen taşıyıcısı, aynı
zamanda önemli bir asit-baz tamponudur. Erişkinlerde al­
yuvarlar kemik iliğinde üretilirler. Dokulara taşınan oksijen
miktarında azalmaya neden olan her durumda alyuvar üre­
tim hızı artar. Bir kişide kanama ya da başka bir nedenle
kansızlık oluşursa kemik iliği alyuvar yapımını artırır. Ha­
vadaki oksijen miktarının azaldığı yüksek rakımlarda doku­
lara taşınan oksijen miktarı yetersizdir, bu nedenle alyuvar
üretimi artar. Kalp yetmezliği ve akciğer hastalıklarında
doku oksijenlenmesinde azalma olur ve bu durum alyuvar
yapımında artışa neden olur. Kanın yoğunluğu alyuvarların
konsantrasyonuna bağlıdır. Ağır kansızlıkta kan yoğunluğu
azalır. Kan yoğunluğunun azalması, çevresel damarlarda kan
akımına karşı oluşan direnci düşürür, kalb debisini yükseltir.
Sonuçta kalbin iş yükü artar. Böylelikle kanın birim hacmin­
de az miktarda oksijen taşınsa bile, kanın akış hızı o kadar
artar ki, dokulara hemen hemen normal miktarda oksijen
taşınabilir."' Ancak aşırı kan kaybına bağlı hipovolemik şok
gelişmesi durumunda solukluk, düşük kan basıncı ve zayıf
nabız atımı saptanabilir. Polistemi olarak tanımlanan alyu­
var yoğunluğunun arttığı durumlarda ise kanın kalbe dönüş

345
------- TASAV V U F VE T I P -------

hızı azalır. Bu da kan hacminde artma ile sonuçlanır. Bu ne­


denle, bu kişilerde baş ağrısı, sıcak basması, el ve ayaklarda
yanma hissi ve kan basıncında yükselme görülebilir. Gü­
nümüzde polistemiye neden olan hastalıkların tedavisinde,
eski çağlardan beri kullanılan ve bir çeşit kan alma yöntemi
olan hacamat yani fılebotomi yöntemi halen yaygın olarak
uygulanmaktadır .ı,ıs
.

Kas - İskelet Sistemi


"İnsan türünün dengeli bir biçimde dik olması ve iki ayak
üzerinde yürümesi onu doğrultmak ve üstün kılmak içindir. "
(Erzurumlu İbrahim Hakkı)
Kas ve iskelet sistemi, tüm sistemler içerisinde üzerinde
en çok çalışılan ve ayrıntılı bilgiye sahip olunan sistemdir.
Eski kaynaklara göre, insanın bedeninde yüzlerce kemik, si­
nir ve isteğe bağlı hareket yaratılmıştır. Herbirinin niteliği
ve işlevi farklıdır. Katı ve sert bir yapıya sahip olan kemikler
bedenin esasını oluşturur ve organların hareketini sağlar. 3
İ nsan vücudunda 206 adet kemik bulunur. Kafatası kemik­
leri 29 adet olup; 8 kafa, 14 yüz, 6 işitme ve 1 dil kemiğinden
oluşur. Omurgada toplam 33 omur (vertebra) bulunur. Bun­
ların 7'si boyun, 12'si göğüs, S'i bel, S'i kalça ve 4'ü kuyruk
kemiğidir.16 Benzer sayısal veriler kadim eserlerde de zikre­
dilmiştir.2•3
Marifetndme'de kıkırdağın kemikten daha yumuşak, fa­
kat diğer organlardan daha sert yaratıldığı belirtilmektedir.
Kıkırdağın vazifesi yumuşak bir organa kemiğin bağlanma­
sını sağlamaktır. Böylece kıkırdak, yumuşak cisim ile sert
cisim arasında kalarak, vurma ve düşme zamanlarında yu-

346
---- -----
S E L İ M KALB İ N F İ Z YO LOJ İ S İ

muşak cismin katı cisimden zarar görmesini önler. Kafatası


kemiklerinin beyni tehlikelerden korumak için örtü vazifesi
gördüğü, omurganın ise bedenin temel direği olduğu vurgu­
lanmıştır. Bütün uzuvlar omurganın üzerine kurulmuştur ve
ona dayanmaktadır. Geminin bütün parçalarının gemiyi or­
talayan direk üzerine yerleştirilmesi gibi, beden organları da
omurga kemiği üzerine yerleştirilmiştir. Omurga kemikleri
aynı zamanda omuriliği de muhafaza eder. Göğüs omurları
ise kaburga kemiklerine bitişik olup 'can organlarını için­
de toplayıp muhafaza eden kemikler' olarak tanımlanmıştır.
Kaburga kemiklerinin vazifesi kuşatmış oldukları solunum
organlarını ve sindirim organlarının üst kısımlarını koru­
maktır. Kaburgaların tek bir kemik şeklinde olmayıp ayrı
ayrı kemikler şeklinde yaratılmasının hikmetinin organlara
bası yapmamak, bir kemiğe gelen zararın tamamına ulaşma­
sını engellemek, midenin genişlemesine imkan tanımak ve
solunum işlevini rahatlatmak olduğu belirtilmiştir. 3
İ brahim Hakkı Hazretleri, eserinde, sinir, tendon ve
kasların yapısı ve işlevlerine de değinmiştir. Sinirler beyin
ya da omurilikten çıkar. Tendonlar kas uçlarından köken alır
ve yapısal olarak sinirlerle benzerlik gösterir. Hareketli olan
cisimlere bitişiktirler, bu nedenle kasın çekilmesiyle birlikte
tendonlar da çekilerek azaların hareketini sağlar. Bağ doku­
su kemiklere bağlanan ve yapısal olarak sinirlere benzeyen
cisimlerdir. Görevleri azaları birbirine bağlamaktır. 1

347
------- TASAVV U F VE T I P -------

Mizaçlar
Her şeyi yaratıp suret veren Cenab-ı Hak, alemdeki her
nesneyi münasip ve uyumlu, yerli yerinde, güzel ve dengeli
bir biçimde yaratmıştır. Bütün alemdeki azaların mutedilini
insan bedenine bağışlayıp her bir uzvuna en layık, en iyi ve
en münasip olan mizacı vermiştir.3
İbn Sina'ya göre mizaç, unsurların zıt özelliklerinin kar­
şılıklı etkileşmesinden ortaya çıkan bir keyfiyettir. Mutlak
mizaç iki türlüdür. Dengeli mizaçta, mizacın zıt nitelikleri
nicelik yönünden tam olarak eşit olup denge bu niteliklerin
mutlak ortalamasıdır. Mizacın nitelikleri eşit olmadığında
ve bu nedenle denge bir tarafa meylettiğinde mizaç denge­
sini kaybeder. Bu bağlamda, yaşamın farklı evrelerine özgü
mizaç değişiklikleri görülebilir. 2•3

Uyku Adabı
Uyku günlük işlevlerin gerçekleştirilmesini sağlayan
fizyolojik bir gereksinimdir. Yeterli uyku alınmaması unut­
kanlık, sinirlilik, dikkat dağınıklığı gibi sorunlara neden ola-
bilir. Uyku vücudun dinlenmesini sağlar ve beyin işlevlerini
kolaylaştırır. Hafızanın yeniden yapılandırılması ve psiko­
lojik yenilenme için gereklidir. Aşırı uyku ise bazı bedensel
ve psikolojik rahatsızlıkların sebebi, aynı zamanda sonucu
olabilir. Günlük uyku gereksinimi konusunda farklı görüş­
ler bulunmakla birlikte bireysel farklılıklar gözlenmektedir.
Tasavvufi anlayışta aşırı uyku hoş karşılanmamaktadır. Ge­
leneksel psikolojide, insanın en yüksek bilinç düzeyi, uya­
nıklık hali olarak kabul edilir. Halbuki sı1fi psikolojisinde
insan çoğunlukla gafıl bir haldedir, kendisi ve etrafındaki
dünyanın idrakinde değildir. Ancak Allah'ı zikrederek ma-

348
S E Lİ M KA L B İ N F İ Z Y O LOJ İ S İ

nevi dönüşümünü gerçekleştirirse uykudan uyanarak hakiki


uyanıklık haline erişebilir. 8

İbrahim Hakkı Hazretlerine göre, ideal uyku, süresi ve


zamanı dengeli olandır. Uyku, dört saatten az olmamalı, ke­
sintisiz ve derin olmalıdır. Uyumadan hemen önce yemek
yenmemelidir. Çok uykunun tembelliğe neden olacağı be­
lirtilmiştir.3

Gavs-ı Azam Hazretleri, uykuyu uyanıklığa tercih eden


kimseyi eleştirerek, uykunun gaflete neden olduğunu vurgu­
lar. Hevasına uyarak çok yemek yiyen ve çok uyuyan kim­
senin pişmanlığının da uzun süreceğini ve hayırlı işlerden
mahrum kalacağını söyler.17 Hazreti Mevlana Mesnevi'sin­
de, "Azıcık olsun, uykuyu, yemeyi içmeyi bırak da Hakk'la bulu­
şacağın zaman için bir armağan hazırla. Ey Hakk fışık'ı, geceleri
az uyuyanlardan, seher vakitleri günahlarının bağışlanmasını
isteyenlerden ol" buyurmuştur.18 Yirminci yüzyıl mutasavvıf­
larından Ken'an Riffil Hazretleri, ömrünü uyanıklıkla geçi­
ren kimsenin uykusunun da ibadet sayılacağını söylemiştir.19

Yeme İçme Adabı


"Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf
edenleri sevmez. "
(A'raj 7131)
Güdülenme bir hedefe yönelmiş herhangi bir davranışı
tanımlar. Genellikle döngüseldir. Bir güdü, hedefe ulaşmak
için gerekli olan davranışı uyandırır ve eylemin gerçekleş­
mesinin akabinde güdü doyuma ulaşır.20 Açlık ve susuzluk
hissi fizyolojik dürtülerdir; birincil veya öğrenilmemiş gü­
düler olarak isimlendirilirler. Beyin tabanında hipotalamus

349
·- --- TASAVV U F VE TI P -------

bölgesinde bulunan beslenme ve doyma merkezleri açlık ve


yemek yeme işlevlerini düzenler. Bu merkezler, kan dolaşı­
mındaki hormon seviyelerinden ve hücrelerarası sinyaller­
den etkilenerek vücuda çeşitli uyarılar gönderir. Beslenme
merkezi uyarıldığında acıkma ve yemek yeme duyuları hare­
kete geçer. Doyma merkezinin uyarılması ise yeme isteğini
durdurur. Lateral hipotalamusun uyarılması, kişinin sürekli
yemek yemesine neden olur. Buna hiperfaji denir. Ö te yan­
dan hipotalamusun ventromedial çekirdeklerinin uyarılması
tokluk hissi yaratır, bunun sonucunda afaji oluşur. Susuzluk
hissi de hipotalamus tarafından kontrol edilir. Kanın sıvı
komponentinin azalması durumunda susuzluk hissi olu­
şur. Açlık ve susuzluk güdüleri birincil olarak iç fizyolojik
etkenler tarafından kontrol edilir. Normal kilolu kişilerde
besin alımı hemen hemen tümüyle iç uyaranlar tarafından
yönlendirilirken, obezlerde dış uyaranlara verilen aşırı tepki
önlenemez bir yemek yeme dürtüsüne neden olur.4•20 Sindi­
rim yolağı gerildiği zaman özellikle mide ve on iki parmak
bağırsağından gönderilen baskılayıcı sinyaller, beslenme
merkezini geçici olarak inaktive eder ve yeme isteğini azaltır.
Obezlerde yapılan çalışmalar, yeme dürtüsünde psikojenik
faktörlerin önemli rolü olduğunu göstermektedir. Obeziteye
neden olan psikojenik faktörlerin en önemlilerinden biri de
toplumsal yeme alışkanlıklarıdır. Depresyon ve stres gibi du­
rumların da yeme dürtüsünü artırdığı bilinmektedir. Bunla­
rın dışında hipotalamik anormallikler, genetik ve hormona!
faktörler de önem taşımaktadır.4
Uzun süre yemek yemeyen bir kişinin midesinde, aç­
lık kontraksiyonları denen yoğun ritmik kasılmalar görü­
lür. Mide kazınması şeklinde tanımlanan bu duyular, bazen

350
S E L İ M KALB İ N FİZYOLOJ İ S İ

'açlık krampları' adı verilen ağrılara dönüşür. Acıkan insan,


gergin ve huzursuz olur. Acıkma hissinin midedeki tonik
kontraksiyonlardan kaynaklandığını savunan görüşler mev­
cuttur. Ne ki midesi alınmış kişilerde de psişik açlık duyu­
sunun devam ettiği görülmüştür. Besine karşı duyulan istek,
her durumda, insanı uygun miktarda besin aramaya yönlen­
dirmektedir. 4

Günümüzde mutedil ve dengeli beslenme en sağlıklı


yaklaşım olarak kabul görmektedir. Alınan besinler vücu­
dun metabolik gereksinimlerini karşılamalı, ancak aşırı be­
sin tüketiminden kaçınılmalıdır. Değişik oranlarda protein,
karbonhidrat ve yağ içeren besinler tüketilerek, dengeli bes­
lenmenin idamesi sağlanmalıdır. 4

Beslenmenin düzenlenmesi, vücuttaki besin depoları­


nın normal seviyede tutulmasıyla mümkün olabilir. Uzun
süre aç kalan bir hayvanın karşısına, sınırsız besin konursa,
normal beslenen hayvana göre çok daha fazla besin tüket­
tiği görülür. Aksine, haftalarca yemeğe zorlanan bir hay­
van, kendi isteğine bırakılınca, daha az yediği gözlemlenir.
Hipotalamustaki beslenme merkezi, vücudun beslenme
durumuna göre besin alımını düzenlemektedir. Vücuttaki
glukoz, yağ ve aminoasit düzeyi arttığında beslenme azalır.
Vücuttaki besin depoları, normalin altına indiği zaman, hi­
potalamustaki beslenme merkezinin aktivitesi artar ve açlık
belirtileri ortaya çıkar. Bir hayvan, soğuğa maruz kaldığın­
da aşırı yemek yeme, sıcağa maruz kaldığında ise az yemek
yeme eğilimi gösterebilir. Günün farklı saatlerindeki açlık
tokluk duyusu, beslenme alışkanlığı ile ilintilidir. Örneğin,
normalde günde üç öğün yemeğe alışmış bir insan, bir öğü-

351
------- TASAV V U F VE T I P ------

nü atladığında, besin depoları yeterli olmasına karşın açlık


hissi duyabilir.4

Günümüzde psikolojik rahatsızlıkların, depresyon ve


stresin, mide rahatsızlıklarına, özellikle de ülsere neden ol­
duğu bilinmektedir. Kolesterolden zengin beslenme kalp
hastalıklarına ve damar tıkanıklıklarına zemin hazırlamak­
tadır. Obezite; kalp hastalıkları, diabet, hipertansiyon, ve­
nöz yetmezlik, solunum sistemi hastalıkları, kanser ve ek­
lem rahatsızlıkları gibi birçok hastalığın sebepleri arasında
sayılmaktadır.21 Sonuç olarak, dengeli beslenme, fizyolojik
homeostazın devamı için gereklidir. Dengeli beslenmenin
ön koşulu ise besin alımında ifrat ve tefritten sakınmaktır.

Tasavvuf ilminde "az yemek" nefs terbiyesinin ana mer­


halelerinden biridir. Marifetname'de gece ve gündüz olmak
üzere, günde iki öğün yemenin vücuda sıhhat ve ruha hafif­
lik getireceğini söylenmiştir. Lokmalar küçük olmalı ve çok
çiğnenmelidir. Yemek süresi uzatılmamalıdır. Çok yemenin
hastalıklara sebep olabileceği vurgulanarak, tokluktan koru­
nan kimsenin ömrü boyunca afiyet bulacağı belirtilir. Sağlı­
ğını korumak isteyen kişi midesini tok tutmamalı, yediğinde
ancak açlığını giderecek kadar yemelidir. Edebe uygun olan,
ancak acıktıktan sonra yemek ve doymadan sofradan kalk­
maktır. İslami öğretide az yemenin en alt derecesi; karnın
üçte birini yemek, üçte birini içmek ve üçte birini nefes alıp
vermek için ayırmaktır. Orta derecesi yeme ve içme ile kar­
nın ancak yarısını doldurmaktır. En üst derecesi ise kişinin
yemesinin tıpkı bir hastanın yemesi gibi, uykusunun da bo­
ğulmak üzere olan kişinin uykusu gibi olmasıdır.3•18 Nite­
kim, yemekle dolmuş bir mideye hikmetin yerleşmeyeceği
söylenmiştir.22 Mürid, yemeği açlığını gidermek için yemeli;

352
S E L İ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

nefsin hazzını değil, hakkını vermelidir. Yemek yerken kol­


ları sıvamak, sol ayak üzerine oturmak, besmele çekmek,
küçük lokmalar şeklinde yemek, lokmayı iyice çiğnemek ve
kabı sıyırmak sufı: adetlerindendir.23 Mesnevi'de açlık, Al­
lah'ın sevgili ve has kullarının gıdası olarak tanımlanmıştır. ıs
Hazreti Mevlana'ya göre riyazet; nefsin hırs ve hevasını
kırabilmek için salikin yemek arzusuna muhalefet etmesi ve
ihtiyaç miktarı hariç fazla yemekten kaçınmasıdır. Süluk sü­
recinde silik, varlık ötesi bir boyut ile iletişime geçeceği için
bedenini de bu iletişime hazırlamak zorundadır. Tenin ihti­
yaçlarının riyazet ile azaltılarak asgari düzeye indirilmesinin
başlıca nedeni, süluk sürecinin başlangıcında yenilen maddi
gıdaların manevi gıdaya engel olmasından kaynaklanmak­
tadır. Hazreti Mevlana'ya göre, bedenin ihtiyaçları, onun
asıl benliğinin ihtiyacını örtüp gizlediği için ruhani feyze
engel olmaktadır. Riyazet, canın gıdasını artırmak için tenin
gıdasını azaltma eylemidir. Haddinden fazla yemenin, hem
fiziksel açıdan insan bedenine zarar verdiği, hem de tokluk
ile manevi hislerin işlerliğinin azaldığı belirtilmiştir. Silik,
yeme, içme, uyuma gibi beden istekleriyle birlikte manevi
gelişimine zarar verecek düşüncelere karşı da perhiz yapma­
lıdır. Bu tür bir düşünce perhizinin, salikin konsantrasyo­
nunu kuvvetlendirerek onu hedefine daha hızlı ulaştıracağı
söylenir.24
Oruç, dünyanın bütün dinleri ve manevi geleneklerinde
önemli yer tutar. Sufılere göre orucun üç mertebesi vardır:
Sıradan insanların orucu yalnızca yeme, içme ve cinsel iliş­
kiden kaçınmadan ibaret iken, dervişlerin orucu irade, bilinç
ve disiplin düzeyinde rikkat gerektirir. Velilerin orucu ise

353
--- TASAV V U F V E T I P ------

dünyevi düşünceleri tamamiyle terketme ve sürekli Allah ile


birlikte olma halidir.8

Duygulanım
Günlük hayatın büyük bölümü çeşitli duygular ve he­
yecanlar barındırır. Duygu ve heyecanlar davranışsa! olarak
genel uyarılmışlık hallerini içerir. Bu esnada, otonom sinir
sisteminden, özellikle sempatik kısımdan gelen uyarılar so­
nucunda, vücutta bazı fizyolojik değişiklikler meydana gelir.
Genel uyarılmışlık halleri, sempatik sistemin aktivasyonu­
na bağlı olarak, kalp atım hızı, kan basıncı, solunum sıklığı,
deri iletimi ve göz bebeği genişliğinde değişikliklere neden
olur. Sempatik sistem uyarıldığında, göz bebekleri büyür ve
tükrük bezlerindeki salgılama işlevi durur. Kalp atım hızın­
da artma, mide ve barsak damarlarında daralma meydana
gelir. Kan basıncı artar, derinin elektriksel direnci azalır,
böbreküstü bezlerinden adrenalin veya epinefrin olarak
adlandırılan hormon salgılanır. Sempatik sistem fizyolojik
uyarılmışlık halini oluşturur. Sempatik sistemin asıl görevi,
ani ve beklenmedik uyaranlara yanıt verebilmek için gerekli
olan enerjinin sağlanmasıdır. Bu enerjinin dışavurumu, yüz
ifadesi ya da sesle kendini gösterebilir.20•21 Zikir meclislerin­
de gözlenen benzer dışavurumlar ilahi aşkın kişide yarattığı
heyecanın ve fizyolojik uyarılmışlığın bir tezahürü olarak
kabul edilebilir.

İnsanda Fiziksel ve Manevi Gelişim Süreci


Hazreti Mevlana, insanın fiziksel ve manevi gelişimi
arasında bir uyum ve paralellik olduğuna dikkat çekmek­
tedir. Bu kıyası açıklarken ana rahmi ve dünya metaforunu

JS4
S E Lİ M KAL B İ N FİZYO LOJ İ S İ

kullanır. Fetüs ana rahminde iken göbek kordonu aracılı­


ğıyla beslenerek gelişimini tamamlar. Doğum vakti geldi­
ğinde, dışarıdaki dünyayı bilmediği için vatanını terk etmek
istemez. Sancılı ve sıkıntılı bir süreçten sonra dünyaya gelir
insan. Belli bir uyum sürecinden sonra dünyaya alışır. Tasav­
vufi düşüncede dünya, gerçek alemin sadece sınırlı bir sureti
olması hasebiyle, sonsuz aleme nisbetle daracık ana rahmi
mesabesindedir. İnsanın kendi sonsuz mahiyetini tanımak
ve varlığını bu daracık alemden sonsuzluk alemine taşımak
için yaptığı tüm uygulamalar sülukun kapsamındadır. İ n­
sanın süluk sürecindeki yolculuğu da 'viladet-i sani' (ikinci
doğum) denilen doğumla başlamaktadır. Silik, bu doğumda,
sufı ıstılahında kalb çocuğu (veled-i kalbi) denilen can po­
tansiyelinin nüvesini kendi derununda vücuda getirerek ger­
çek "ben"ini keşfe başlamıştır. İnsan gelişiminde öncelikle
bedenin ihtiyaçları farkedilirken, mana cihetinin ihtiyaçları
kendilerini daha sonra hissettirir. İ nsanın sıiret varlığının
gereksinimlerinde, somut/fiziksel olandan soyut olana doğ­
ru bir ilerleyiş görülür. Fiziksel ihtiyaçlardaki değişim, Hz.

Mevlana'ya göre benlik dönüşümünün gerekliliğini bildiren


birer habercidir. Yaşla birlikte kudret ve güzelliklerin yavaş
yavaş yitirilişi insana varlığının geçici olduğunu göstermek­
tedir. Bu yitiriliş, bir başka kaynaktan yansıyan nurun, yavaş
yavaş kendi aslına döndüğünün habercisidir. Neticede, insa­
nın doğumdan itibaren yaşadığı fiziksel değişimler ona bu
alemde bir yolcu olduğunu hatırlatmakta ve cismani varlığı­
nın geçiciliğini göstermektedir.24
------- TASAV V U F VE TIP -------

Ölüm
Ölüm, hayati işlevlerin geri dönüşümsüz olarak kaybe­
dilmesidir. Ölüm belirtileri; pallor motris (ölüm solukluğu),
algor motris (ölüm soğukluğu), rigor motris (ölüm katılığı),
livor motris (kanın vücudun alt bölümlerinde toplanması)
ve dekompozisyondur (vücudun çözünmesi ve basit yapı­
taşlarına ayrılması). Ö lüm öncesi can çekişme dönemi, tıp
terminolojisinde "agoni" olarak bilinir. Bu süre, birkaç daki­
kadan birkaç güne kadar uzayabilir. Ö lümün gerçekleşmesi
için, solunum ve dolaşım geri dönüşümsüz olarak durmalı­
dır. Benzer şekilde, beyin ve beyin sapı fonksiyonları da geri
dönüşümsüz şekilde kaybedilmelidir. Bitkisel hayat olarak
tanımlanan durumda ise beyin korteksi işlev görmez, buna
karşın beyin sapı normaldir. Bu durumda kişi görmez, duy­
maz, ancak dolaşım, solunum ve buna benzer şekilde istem­
siz olarak çalışan diğer iç organların işlevleri otomatik ola­
rak devam eder. Beyin ölümü ise tüm beyin fonksiyonlarının
geri dönüşümsüz olarak kaybını tanımlamak için kullanılır.
Muhasibi, ölümü bir yurttan diğerine göçüş olarak ta­
nımlamaktadır. Ona göre ölmek, idde-i mevta, yani ölü ola­
rak bekleme sürecinin başlaması demektir. İnsanın akıbetini
ölümle izah etmektedir. Ölüm, ruhun çekilmesi ve bedeni
terketmesidir. İ nsan her şeyiyle, yaratılıştan ölüme ve ölüm­
den sonraki haline kadar Yaratıcı'ya aittir ve O'nun hüküm­
ranlığı altındadır.7
Tasavvuf ilminde, ölümün iki sınıflaması yapılmıştır. İl­
kinde, ölümün iki türü tanımlanmıştır: İstek dışı olan ölüm,
ki bu mevt-i tabii yani doğal ölüm olarak bilinir. Mevt-i ira­
di ise isteğimize ve tercihimize bağlı olan ölümdür.25

356
S E L İ M KALB İ N FİZYOLOJ İ S İ

Diğer bir sınıflamada ise ölüm dört gruba ayrılmıştır.


Kırmızı ölüm (mevt-i ahmer); şehvetin, hırs ve ihtirasların
ölümüdür. Beyaz ölüm (mevt-i ebyez); iştahın ölümüdür.
Yeşil ölüm (mevt-i ahder); kıyafetin ölümüdür. Sadece be­
deni değil, kalbi örten giysileri de çıkarmak arılamına gelir.
Makamdan, mevkiden, rütbe ve ünvarılardan soyunup Hak
karşısında çıplak kalmaktır. Siyah ölüm (mevt-i esved) ise;
halkın arasına girmek, halkın içinde yaşamak, halkın ıstıra­
bını yüklenmek olarak bilinir.18•25
Kadim tıbbi bilgiler, sfifi adabının temelini oluşturan
ruh ve beden terbiyesinin önemli ilham kaynaklarından­
dır. Bu arılamda, tasavvuf ve tıp, bir bütünün farklı cüzleri
gibi işlev görerek birçok konuda birbirini tamamlamakta ve
aydınlatmaktadır. Sufi kendini aşk ile yoğururken, hekim
elinde aklın meşalesini taşımaktadır. Ne ki, her ikisi de ilahi
nurun birer tezahürü olup, Varlığın akıl ve kalb üzerindeki
tecellisinden ibarettir. . .

"Öyle görünüyor ki, bizler henüz aydın/atılmasını iste­


diğimiz birçok soruda gerçeği bulmak imkanına sahip değiliz.
Bununla beraber biz bugün ulaşabildiğimizi ortaya koymaktan
kaçınamayız. Ama gelecekte ortaya çıkacak yeni koşullar bugün
bize nasip olmayan çözum/ere ulaşmayı sağlayabilir."
(İbn Rüşd}

357
KAYNAKIAR

1. Esin Sungur. Tıbbın Babası Hippokrates. İ ndeks İ n­


teraktifYayıncılık, İstanbul, 2001 .
2. Hüseyin Gazi Topdemir. İ bn Sina, Doğu'nun Sön­
meyen Yıldızı. Say Yayınları, İ stanbul, 2013.
3. Erzurumlu İ brahim Hakkı. Marifetname. Erkam Ya­
yınları, İ stanbul, 201 1 .
4. Arthur C. Guyton,John E. Hail. Tıbbi Fizyoloji. No­
bel Yayınevi, İ stanbul, 2014.
5. Ö mer Nasuhi Bilmen. Yüksek İslam Ahlakı. Timaş
Yayınları, İ stanbul, 2007.
6. Cemil Meriç. Işık Doğudan Gelir. İletişim Yayınları,
İ stanbul, 2014.
7. Haris el-Muhasibi. Er-Riaye, Nefs Muhasebesinin
Temelleri. İnsan Yayınları, İstanbul, 2009.
8. Robert Frager. Kalp, Nefs ve Ruh. Gelenek Yayınları,
İ stanbul, 2005.
9. Dücane Cündioğlu. Söz'ün Özü, Kelam-ı İlahi'nin
Tabiatına Dair. Kapı Yayınları, İ stanbul, 201 1 .
10. İ bn Sina. Kitabu'ş Şifa, II. Analitikler, Burhan. Litera
Yayıncılık, İ stanbul 2006.
11. İ bn Sina. Danişname-i Alai. Türkiye Yazma Eserler
Kurumu Başkanlığı Yayınları, İstanbul, 2013.
12. Henry Corbin. Bir'le Bir Olmak. Pinhan Yayınları,
İ stanbul, 2013.
13. Dücane Cündioğlu. Mimarlık ve Felsefe. Kapı Yayın­
ları, İ stanbul, 2012.
14. Ahmet Çimen. Anatomi. Uludağ Üniversitesi Yayı­
nevi, Bursa, 1994.

359
------- TASAVV U F V E T I P

15. Ronald Hoffmann, Edward Benz, Leslie Silberstein,


Helen Heslop,Jeffrey Weitz,John Anastasi. Hemato­
logy Basic Principles and Practice. Elsevier, Canada,
2012.
16. Kaplan Arıncı, Alaittin Elhan. Anatomi, Hareket
Sistemi (Kemikler, Eklemler, Kaslar). Ankara Üni­
versitesi Yayınevi, Ankara, 1993.
17. Abdülkadir Geylani. Füruhu'l Gayb. Gelenek Yayın­
ları, İ stanbul, 2007.
18. Mevlana Celaleddin-i Rumi. Mesnevi. Ötüken Ya­
yınları, İ stanbul, 2010.
19. Ken'an Rifai. Sohbetler. Kubbealtı Yayınları, İ stanbul,
201 1 .
20. Clifford T. Morgan. Psikolojiye Giriş. Meteksan Ltd.
Şti., Ankara, 1991.
21. Lee Goldman, J. Claude Bennett. Cecil Textbook of
Medicine. W.B. Saunders Company, USA, 2000.
22. İ bn Arabi. Bir Sufinin Portresi, Şeyh-i Ekber'in Ka­
leminden Zunnı1n-i Mısri. Gelenek Yayınları, İ stan­
bul, 2005.
23. Abdülkahir Sühreverdi. Dervişliğin Adabı. Gelenek
Yayınları, İstanbul, 2010.
24. Osman Nuri Küçük. Mevlana'ya göre Manevi Geli­
şim. İ nsan Yayınları, İstanbul, 2010.
25. Dücane Cündioğlu. Ölümün Dört Rengi. Kapı Ya­
yınları, İ stanbul, 2013.
26. Fuat Sezgin. İ slam'da Bilim ve Teknik / Tıp, Kimya
ve Mineraller, Cilt IV. Türkiye Bilimler Akademisi
Yayınları, Ankara, 2007.

360
SONUÇ VE DEGERLENDİRME

Sahasında bir ilk sayılabilecek bu mütevazı çalışma,


bize göstermiştir ki İslam tarihinde, birçok sılfı-tabib veya
tabib-sılfı mevcuttur. Tabib-sufıler veya sufı-tabibler bizim
verdiğimiz örneklerle sınırlı değildir. Bu zatların kitapları
ilmi ve tıbbi birçok veriyle doludur. Tabib-sufı veya sufı-ta­
biblerin en belirgin özellikleri, Tıbb-ı Nebevi'ye olan bağ­
lılıklarıdır. Tasavvuf kitaplarında anatomi, sağlık, hastalık,
hıfzussıhha/sağlığı koruma, tabib, canlılık ve ölüm gibi
konulara değinilmiş, hijyen ve beslenmenin, uykunun, ölçü­
lü yemenin, vs. sağlığı korumdaki yerinden sık sık bahse­
dilmiştir� Mesela Gazzali ve ibnü'l-Arabi, bedenin ihtiyacı
olandan fazla veya az yemesinin, hastalıktan başka bir şey
olmadığını ve dolayısıyla "gereği/ihtiyacı kadar" enerji alma­
sı, yani Allah'ın herşey için koyduğu mizana (ölçüye) uyması
gerektiğini söylerler. Tasavvuf kitaplarında, "hıltlar teorisine
göre tedavi"den, "rukye/Kur'an okuma, müzik ve güzel ses­
lerle tedavi"ye, "bitkilerle tedavi"den "hastalığı yüklenme"ye
kadar birçok tedavi yönteminden bahsedildiğini söyleyebi­
liriz.
Ancak Tasavvuf literatüründe fazla üstünde durulma­
yan spor gibi bazı sağlık konuları da vardır. Aslında "Okçu­
lar Tekkesi", "Güreşçiler Tekkesi" gibi müntesipleri/bağlıları
sporcular olan tekkeler vardı; ancak bunlar, cüzzamlılar tek-

361
- --- TASAVV U F VE T I P ----- -----

keleri gibi, tarikat tekkeleri değil, okuçu veya pehlivanlardan


oluşan ocaklardı. Tasavvuf kitaplarında, sadece gece yemek
yemişse, "yemekten sonra biraz yürümek"ten bahsedilir.
Ama kendisine "eve git de ilaç al" denen bir sufinin, Allah'a
"O'nun katında makbul" bir gaye için yürüdüğünü isbat ede­
meyeceği" için eve girmeye bile çekinmesi dikkat çekicidir.
Ancak sufılerin hayatlarını incelediğimiz zaman, Kuşeyri,
Sa'deddin Cebavi/Cibavi gibi binicilik sporuyla uğraşanla­
rın olduğunu görürüz.
Tasavvuf literatüründe verilen tıbbi bilgiler o kadar
çoktur ki bunların hepsinin biraraya getirilmesi tabiatıyla
mümkün değildir. Elinizdeki çalışmada özellikle Gazzali,
İbnü'l-Arabi ve Molla Cami gibi önde gelen isimlerin ki­
taplarını taranmış ve bu kitaplarda verilen tıbbi bilgilerin,
Tıbb-ı Nebevi ile uygunluk içerinde olduğu sonucuna va­
rılmıştır.
Tasavvuf kitaplarında insan aleme benzetilerek "nüs­
ha-i muhtasar" ve "alem-i asğar/küçük alem" olarak nitele­
nir. Alemdeki bütün fonksiyonların, insanda da var olduğu
üzerinde durulur. Mesela, kainattaki devr ve seyrelen, yani
toprağın bitki oluşu, bitkinin hayvan ve insanlarca yenmesi
ve bu canlıların sonra tekrar toprak olması anlatılırken, yiye­
ceklerin midede nasıl hazmedildiğine ve bundan kanın na­
sıl oluştuğuna dikkat çekilir: Yiyeceklerin mideye geldikleri
zaman, karaciğer tarafından nasıl halledildikleri, safranın,
sevdanın, balgamın görevleri ve yiyecekleri kana nasıl karış­
tırdıkları detaylarıyla anlatılır. Yemek hususunda dikkat edi­
lecek en önemli edeb, az yemenin gerekliliğidir. Çok yemek,
hem sağlığı bozar, hem de yiyecekteki buharın beyni istila­
sından dolayı fazla uykuyu beraberinde getirir. Bunların her

362
S E L İ M KALBİ N FİZYOLOJ İ S İ

ikisi de farz ve nafile ibadetleri engelleyecek boyuta vArabi­


lir. Bu sebeple, sıhhatli insanın perhiz yapması, hastanın da
perhizi bırakması zararlıdır. Sufilere göre, Hz. Peygamberi­
miz (a.s.)ın buyurdukları üzere, derdi indiren Allah, devasını
da indirmiştir. Bu sebeple, tedavi olmak gerekir. Ancak, has­
ta olmadan ilaç kullanmak da doğru değildir. Hatta, hasta
iken dahi, acı ve elem dayanılabilecek, tahammül edilebilcek
boyutta ise, yine ilaç kullanmamak gerekir. Çünkü vücuda
dışardan alınan herşeyin bir yan etkisi vardır.
Sufiler, İlmü't-Teşrih'e, yani Anatomi'ye ayrı bir önem
atfederler. Bu ilmi, onların kelimeleriyle tarif edersek, "be­
denlerin yapılışını bildiren" ilimdir. Organların teşrihini bil­
mek, zaruri bir ilim doğurur. İmam Şafıi'nin sözünü ettiği
"ilmü'l-ebdan, sümme ilmü'l-edyan" (önce bedenlerin ilmi,
sonra dinlerin ilmi) bu ilimdir. İ brahim Hakkı, bu sözü,
Anatomi ilminin önemini belirtmeye yeterli bulmakta ve bu
ilmi, tabiblerin sermayesi olduğu kadar, yakin ehlinin, din
ve dünya işleriyle Allah'ı bilmenin vasıta ve yardımcısı ol­
duğunu söylemekte ve diğer ilimler gibi bu ilimle ilgilenme
gayesinin de ''Allah'ı tanımak" olduğunu vurgulamaktadır.
Burada belirtmek gerekir ki tasavvuf kitaplarındaki bu
bilgilerin büyük bir kısmı, modern Tıp İlmiyle uyuşmayabi­
lir ama özellikle beslenmeyle ilgili bilgiler, modern bilimin
eninde sonunda onaylayacağı türden bilgilerdir. Haddiza­
tında, her geçen gün yeni bulgulara ulaşıldığına göre, bili­
mi nakzeden yine bilimdir ve bu gayet tabii bir durumdur.
Burada önemli olan, suf'ılerin bu tür bilgilerle ilgilenmeyi
gerekli görmeleri ve atlamamalarıdır.
Tıp İlmi, doğrudan verilerin yanında, içerdiği "tabib",
"ilaç" gibi kelimeler dolayısıyla, manevi bozuklukları kalbin

363
----- TASAV V U F VE T I P -------

hastalıkları olarak gören süfılerin, metaforlarında sıkça baş­


vurdukları bir ilim olmuştur. Çalışmamızda başvurduğumuz
birkaç temel eser, bunu açıkça ortaya koyacak niteliktedir.
Bunun dışında Gazzali, Davüd el-Kayseri, İ brahim Hakkı
gibi zirve şahsiyetlere ait bazı tasavvuf kitapları, sekr, kabz,
vecd gibi tasavvufi hallerin fizyolojik tanımını verecek, sper­
msiz döllenmeden bahsedecek kadar tıbbi bilgilerle doludur.
Sufiler, Allah'a vuslatı anlatırken zahiri ilimleri rahatça kul­
lanmışlar ve bu ilimlerin ıstılahlarıyla da meramlarını anlat­
mayı başarmışlardır. Tıp ilmi, belki de en çok başvurdukları
ilim olmuştur. Bunun sebebi, belki de süfilerin Tıbb'ı "za­
hirin Tıbb'ı/Fizyolojik Tıbb", Tasavvufu da "batının/ruhun''
tıbbı olarak görmeleri olmuştur. Bu babdan olmak üzere,
tasavvuf literatüründe, emrazi'n-nüfüs/nefıs hastalıkları, et­
tıbbu'r-rı1hani, et-tabibu'r-rı1hani/rı1hani tabib, şifa ve deva
gibi terimler çok sık başvurulan terimler olarak karşımıza
çıkar.
" İlahi İlmü't-Teşrih" kullanılan diğer önemli bir terim­
dir. Bu terim, Gazzali ve İ bnü'l-Arabi tarafından, Allah'ın
isim ve sıfatlarını şerheden süfilerden söz ederken kullanıl­
mıştır. Gazzali, etibbanın/tabiblerin nasıl bir Teşrih İlmi/
Anatomisi varsa, süfilerin de " İlahi İ lmü't-Teşrih"i olduğunu
söyler. Bu tevhid anlayışında, insan, Allah'ın isim ve sıfatla­
rının açılımıdır/teşrihdir ve bu, hem İ bn Berracan'ın ve hem
de İ bnü'l-'Arabi'nin te'lifatında merkezi bir noktadır.
Tasavvufun en mühim konularından birisi olan mür­
şid ve müridleri arasındaki ilişki de bazı tasavvuf kitapla­
rında tıbbi sayılabilecek terimlerle anlatılmıştır. Bu ilişkiyi,
bir baba-evlat ilişkisine benzeterek açıklayan Sühreverdi
müridin, şeyhiyle manevi doğuma eriştiğini ve onun cüz'ü

364
S E Lİ M KALB İ N FİZYOLOJ İ S İ

haline geldiğini belirtir ve bunu "rılhi doğum" olarak niteler.


Buna benzer şekilde bir de sadece İbnü'l-Arabi'de karşımıza
çıkan "İlahi anne" kavramı vardır ki bu onun Fatıma bint
İ bn el-Müsenna adında İ şbiliye'de (Endülüs) karşılaştığı ve
ölünceye dek hizmet ettiği hanım mürşidinin: "Ben senin
ilahi annenim (Ümmüke'l-İlahiyye) ve senin topraktan (ta­
bii, biyolojik) olan annenin nuruyum" sözünde kullanılmıştır.
Tasavvuf kitaplarındaki Tıbbi bilgilerle ilgil olarak
elinizdeki çalışmada sunulan verilen, buz dağının sadece
görünen kısmıdır ve konunun daha derinlemesine araştırıl­
masına ihtiyaç olduğunu gösterir mahiyettedir. Bu tür çalış­
malar, günümüzde gittikçe artan sayıda tasavvuf meraklısı
tabiblerin, Tıp Tarihi literatürlerine katkıda bulunacağı gibi
tasavvufu daha kolay anlamasına yardımcı olabilir.

365
BİBLİYOGRAFYA

Abdül Halim, B. A. K. , : "The Nature ve Concept of Light in


Islam: lnsights from Ghazzali'ın Mishkat el-Anwar ve
Scientifıc Theories Pertaining to Light", B. Ahmad {ed.):
Islamic Science ve the Contemporary World: Islamic Science
in Contemporary Education, Kuala Lumpur 1402/1982, ss.
41-63.
Aclı1ni, İ. , Keifu'l-hafo-, 2 c. , Beyrut 1351/1932.
Aksu H. , "Hurı1fı:lik", DİA, c. 18 {İstanbul 1998).
Ali-Shah, Omar, Sufism as Iherapy, USA-France 1995.
Alper, Ömer M. , "İbn Sina", DİA, c. 20 {İstanbul 1999).
Amiri, Ebu'l-Hasan, Muhammed b. Yusuf, Kitabu'l-emed ale'l-e­
bed, trc. -ed. Yakup Kara, İstanbul 2013.
Ankaravi, İ. R. , Osmanlı Tasavvuf Düşüncesi. Mekasıd-ı aliyye fi
şerhi't-Taiyye, İstanbul 2008.
Araz, N. , Anadolu Evliyaları, İstanbul 1984.
Ata, A. A. , "Mekayisu'l-icazi'l-Kur'an", Sadreddin Konevi, İ'ca­
zü'l-beyan fi te'vili ümmi'l-Kur'an, Ed. A. A. Ata, Kahire
1389/1979 içinde, ss. 68-92.
Ateş, S. , İşari Tefsir Okulu. Ankara 1974.
Aydın, C. , ''Abdurrahman es-Sufi", DİA, c. 1 {İstanbul 1 988).
Aydınlı, Y. , "İbn Bacce", DİA, c. 21 (İstanbul 1 999).
Ayni, M. A. , TasavvufTarihi, sad. H. R. Yananlı, İstanbul 1992.
___, Şeyh-i Ekber'i Niçin Severim?, İstanbul 1995.
Azamat, N. , "Kilisli Abdullah Sermest", DİA , c. 26 (Ankara
2002).
Bayraktar, M. , Tasavvufve Modern Bilim, İstanbul 1989.
___, "Davı1d el-Kayseri", DİA, c. 9 (İstanbul 1994).
Baytop, T. , ''Akrabazin", DİA, c. 2 (İstanbul 1989).
Belhi, Ebu Zeyd, Mesalihu'l-ebdan ve'l-enfos, İstanbul 2012.
Berkmen, H. , Kuantum Bilgeliği ve Tasavvuf, İstanbul 2011 .

367
TASAVV U F V E TIP

Biltekin, H. "Şeyhi", DİA, c. 30 (İstanbul 2010).


Bosnevi, Abdullah, Lübbü'l-Lübb fi beyani'l-ekli ve'ş-şürb, Arapça
Elyazması, Süleymaniye Kütüphanesi, Carullah, no. 2129,
tarih: Muharrem 1033 [1623], Müellif nüshası, vr. 80-83.
Bozhüyük, M. E. , "Hurı1f", DİA , c. 10 (İstanbul 1998).
Böwering, G. , "Sahl al-Tustari", EP c. 8 (1995).
Buhari, Sahih, 6 c. İstanbul 1401/1981.
Bursalı, M. T. , Osmanlı Müellifleri, 4 c. , İstanbul 1333.
Cami, A. , Nefehatü'l-Üns. Evliya Menkibeleri, Trc. ve şerh: Lamii
Çelebi, haz. S. Uludağ ve M. Kara, İstanbul 1995.
Can, Ş. (haz.), Divan-ı Kebir'den Seçmeler, İstanbul 2000.
Çağrıcı, M. , "Gazzali", DİA, c. 12 (İstanbul 1996) .
__ , "İbrahim Hakkı Erzurumi", DİA, c. 21 (İstanbul 2000).
Cebecioğlu, Ethem, TasavvufTerimleri ve Deyimleri Sözlüğü, An-
kara 1997.
Çelebioğlu, A. , ''Ahmed Bican", DİA, c. 2 (İstanbul 1989).
Çişti, M. , SU.fi Tıbb'ı, Trc. H. Tekümit, İstanbul 2001.
Darimi, Sünen, İstanbul 1401/1981.
Düzen, İ. "Aziz Nesefi", DİA, c. 4 (İstanbul 1991).
Ebu Davud, Sünen, 5 c. , İstanbul 1401/1981.
Ebu T'alib el-Mekki, Kütu'l-kulub, ed. S. N. Mek:irim, Beyrut
1424/2003.
Eflaki, A. A. , el-Arifi, Menakibü'l-arifin, haz. Tahsin Yazıcı, 2c. ,
Ankara 1976 (c.l) ve 1980 (c. 2).
--- , Ariflerin Menkıbeleri (Tr. Tahsin Yazıcı), 2c, Geliştiril­
miş Yeni Basım, İstanbul 1986 (c. 1) ve 1 987 (c. 2).
Elmore, G. T. , Islamic Sainthood in the Fullness ofTime: Ibnu'l-:A­
rabi's book ofthe Fabulous Gryphon, Leiden 1998.
__ , "FourTexts oflbnü'l-'.Arabi on the Creative Self-Manifes­
tation of the Divine Names",]ournal ofthe Muhyiddin ibn
:Arabi Society 29 (2001), ss. 1-44.
Erdemir, A. D. , ''Ahlat-ı Erbaa", DİA , c. 2 (İstanbul 1989).
Ertuğrul, İ. F. , Vahdet-i Vücud ve İbn Arabi, İstanbul 1991.

368
S E Lİ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ

Fahd, T. , "Hurıif", EF, c . 3 (1986).


Farabi, Kitabu'l-Huruf, trc. Ömer Türker, İstanbul 2008.
Fergani, Saidüddin, Münteha'l-medarik, 2 c. , Beyrut 1428/2007.
Fierro, M. , "Religious Dissension in Andalus: Ways of Exclusion
ve lnclusion", el-Qantara 22, 2 (2001), ss. 463-487.
Fığlalı, E. R. , Çağıumızda İtikadi İs/dm Mezhepleri, İzmir 1 983.
Gazzali, 369 E. H. , Kimya-yı Saadet, trc. Sehabi Hüsameddin, sad.
M. F. Gürtunca, İstanbul 1397.
___, "el-Münkızu mine'd-Dal:il'', A. Mahmud, el-Münkiz
ma'a ebhasfi't- Tasavvuf ve Dirasetin 'ani'l-İmami'l-Gaz­
zali, Kahire ts. , içinde ss. 81-166.
__, Feza'ihu'l- Batıniyye, ed. 1. Goldziher, Leiden, 1916.

__ , İhyau ulumi'd-din, ed. S. İbrahim, 5 c. , Kahire 1412/1992.


___ , Mecmu 'ıitü Resaili'l-İmam Gazzali, 7 c, Beyrut c. 1-4
(1414/1994). c. 5-7 (1409/1988).
___, Tehdfotü'l-felasife, trc. M. Kaya ve H. Sarıoğlu, İstanbul
2005.
Gölpınarlı, A. , Tasavvuf'tan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İs-
tanbul 1977.
--� Mesnevi Tercemesi ve Şerhi, 6 c. İlaveli 3. Baskı, İstanbul 1990.
,

Gözütok, Ş., Sufi Pedagojisi, İstanbul, 2012.


Gril, Denis, Les 11/uminations de la Mecque, Paris 1988.
Gündüz, F. "Okmeydanı", DİA, c. 33 (İstanbul 2007).
Günel, F. , "Cilyani", DİA, c. 8 (İstanbul 1993).
Hacıbeyzade Ahmet Muhtar, Aşevi. Ameli, Nazari Aşçılık, Sofracı-
/ık, ed. N. Ö. Akın, İstanbul 2014.
Haim, S, PersiaEnglish Dictionary, Tahran 1986.
Hakim, S. , el-Mu'cemü's-sufi, Beyrut 1981.
Hamidullah, M., "Dineveri, Ebu Hanife", DİA, c.9 (İstanbul
1994).
Hançerlioğlu, O. , Felsefe Sözlüğü, İstanbul 1979

369 Kullanılan birçok eserde "Gazali" olarak yazılmasına rağmen, D.İ/fya tabi
olunarak "Gazzali" şeklinde imla edilmiştir.

369
----- TASAVV U F V E T I P -------

Harman, Ö. F. , "Lokman", DİA, c. 27 (Ankara 2003).


1-likmet, A. A. , Cami. Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1994.
Hirtenstein, Stephen & Hülya Küçük, "Physical sustenance in Sufi Li-
terature: a case-study ofa treatise by -Abd Allah al-Büsnawi (d.
1054/1644) Lubb al-lubbfi bayan al-ak! wa 1-shurb",journal ofthe
Muhyiddin ibn 'Arabi Society, no. 58 (2015), 67-101.
Hücviri, A. , Keşfu'l-Mahcub, (Hakikat Bilgisi), haz. S. Uludağ, İs­
tanbul 1982.
Işık, Zekeriya, Şeyhler ve Şahlar, Konya 2015.
İbn Berracan, Tefsirü İbn Berracdn, 3 c. Elyazması, Yusufağa Kü­
tüphanesi (Konya), no. 4744-4746, y. y. ts (asi/müellif nüs­
hasıyla mukabele edilmiş nüsha).
___ , Kitabü Şerhi Esmdillah (Şerhu Me ani esmdillah el-hüsnd)
Elyazması. Yusufağa Kütüphanesi (Konya), no. 5084, y. y.,
ts.
___, Şerhu Esmdillah el-hüsnd, 2 c. Ed. A. F. el-Mizyadi. Beyrut
2010.
İbn Ehi Useybia, Uyunu'l-enbdfi tabakıiti'l-etibbd, ed. Nizar Rıza,
Beyrut ts.
İbn Haldun, Mukaddime, Beyrut ts.
İbn Mace, Sünen, 5 c. , İstanbul 1401/1981.
İbnü'l-Arabi, el-Fütuhdtü'l-Mekkiyye, takdim: M. Mataracı, Bey­
rut 1414/1994.
İbrahim Hakkı, Marifetndme, 4 c. , sad. T. Ulusoy, İstanbul 1974.
İsa, Ahmed, Mu'cemu'l-etibbd (Zeylü İbn Ehi Useybia), Beyrut
1402/1982.
İzgi, C., "Kazvini, Zekeriya b. Muhammed", DİA, c. 25 (Ankara
2002).
Kandemir, M. Y. , "Bal", DİA, c. 4 (İstanbul 1 991).
Kara, M. , Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul 1 990.
Karahan, A. , "Fuzı1li", DİA c. 13 (İstanbul 1996) .
Karlığa, H. B. , "Gazzali", DİA, c. 13 (İstanbul 1996) .
Katib Çelebi, Keffii'z-zünun, c. 1 , Ed. Ş. Yaltkaya, İstanbul
1360/1941.


S E L İ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

Kaya, M. , "Cabir b. Hayyan", DİA, c. 2 (İstanbul 1992).


___ , "Farabi", DİA , c. 12 (İstanbul 1995).
___ , "Kasidetü'l-Bürde", DİA , c. 24 (İstanbul 2001).
el-Kayseri, Davud, Matla'u husus el-hikemfi me'dni Füsus el-hikem,
c. 2. , Daru'l-İ'tisam 1423.
___ , er-Resai!, haz. Mehmet Bayraktar, Kayseri 1997.

Keklik, N., İbnü'l-Arabi'nin Eserleri ve Kaynakları için Misdak ola­


rak el-Futuhat el-Mekliyye, Ankara 1990.
Kelabazi, Ebu Bekr, et-Taarruf, Beyrut 1993.
Keleş, M. R. , Kutbuddin eş-Şirazi (1236-1311) 'nin Hayatı, Eserle­
ri ve Ortacağ İs/amKültüründeki Yeri, Basılmamış YL Tezi,
Marmara Üniv. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul
2008.
Keleş, Reyhan, Divan Şiirinde Lafti Ayet ve Hadis İktibasları, Ba­
sılmamış Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilim­
ler Enstitüsü, Erzurum 2013.
Konevi, Sadreddin, Kitabu'l-Fukuk, trc. ve tashih: M. Hacevi,
[Tahran] 1371/1413.
__, Miftahu ğaybi'l-cem ve tafsiluh, ed. M. Hacevi, Tahran

1374/1416.
__ İ'cazü'l-beyanfi te'vili ümmi'l-Kur'an, Ed. A. A. Ata, Kahire
1389/1979.
__, Fatiha Suresi Tefsiri, trc. E. Demirli, İstanbul 2002.

__ , TasavvufMetafiziği, Miftahu ğaybi'l-cem ve tafsiluh, trc. E.


Demirli, İstanbul 2004a
__ , Marifet Yolcusuna Klavuz. Tebsıratü'l-mübtedi ve tezkire­
tü'l-müntehi, trc. E. Demirli, İstanbul 2004b.
Konuk, A. A. , Fusmu'l-hikem Tercüme ve Şerhi, c. 2. , haz. M. Tah­
ralı - S. Eraydın, İstanbul 1989.
__, Fususu'l-hikem Tercüme ve Şerhi, c. 3. , haz. M. Tahralı -S.

Eraydın, İstanbul 1990.


__, Mesnevi-i Şerif Şerhi, c. 1 ve 2 (haz. S. Eraydın -M. Tahra­

lı), İstanbul 2004.

371
--- TASAV V U F VE TIP -------

__ , Mesnevi-i Şerif Şerhi, c. 5. haz. Selçuk Eraydın vd. , İstanbul


2005.
__ , Mesnevi-i ŞerifŞerhi, c. 10 ve c. 1 1 (haz. M. Demirci vd.),
İstanbul 2008.
Köprülü, M. F. ve M. Uzun, "Akşemseddin", DİA, c. 2 (İstanbul
1989).
Kuşeyri, A. , er-Risale, ed. Abdülhalim Mahmud ve Mahmud b.
eş-Şerif, Kahire 1409/1989.
___ , er-Risale, Ed. M. Zurayk ve A. A. Baltacı, Beyrut
1413/1993.
___ , Letaifill-işardt, 3 c, Beyrut 1420/2000.
Kutluer, İ. "İbn Seb'in", DİA, c. 20 (İstanbul 1999).
Küçük, Hülya, "Batı'da "Sufizm" Mes'elesine Toplu Bir Bakış",
Tasavvuf, 13 (2004), 231-263.
__ , Sultan Veled ve Madrif'i, Konya 2005.
___ , "A Brief History ofWestern Sufısm", Asian]ournal ofSo­
cial Science, No. 36 (2008), 292-320.
__ , "Anne Nur el-Ensariyye'den Aıime-i Hicaz Fah­
ru'n-Nisa'ya: Muhyiddin İbn Arabi'nin Çevresindeki Ka­
dınlar", Tasavvuf (İbnü'l-'Arabi Özel Sayısı il), 23 (2009),
ss. 193-219.
__ , Küpten Sızan Sırlar. İntihdndme-i Sultan Veled, İstanbul,
2010.
___ , Tasavvufa Giriş, İstanbul 201 1: Ensar Neşriyat/DEM.
__ , "From His mother Nur al-Ansariyya to His shaykh
Fatima bt. lbn al-Muthanna: lmportant Female Figures
around Muhyi 1-Din b. Al-'Arabi (d. 638/1240)", Arabka
no. 59 (2012), 685-708.
__ , "lbn Barrajan's Life ans Works", Part-1 of : "Light Upon
Light in Andalusian Sufısm: Abü 1-Hakam lbn Bar­
rajan (d. 536/1 141) and Muhyi 1-Din lbn al-'Arabi (d.
638/1240) as the Evolver of His Hermeneutism", Zeitsch­
rıft Der Deutschen Morgenlandischen Gesellschaft (ZDMG),
2013 No. 163/1, ss. 87-1 16.

372
S E L İ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ

___ "lbn Barrajan's Views and Legacy'', Part-2 of : "Light


Upon Light in Andalusian Sufism: Abu 1-Hakam lbn
Barrajan (d. 536/1 141) and Muhyi 1-Din lbn al-'Arabi (d.
638/1240) as the Evolver of His Hermeneutism", Zeitsch­
rıft Der Deutschen Morgenlandischen Gesellschaft (ZDMG),
2013, No. 163/2, ss. 383-410.
___ , Ana Hatlarıyla TasavvıifTarihine Giriş, İstanbul 2015:
Ensar Neşriyat.
Mahmud-i Mesnevihan, Seviıkıb-ı Mendkıb, Topkapı Müzesi,
1479.
Merrakuşi, İbn Abdilmelik, Zeyl ve't-tekmile li-kitdbey el-Mevsuf
ve's-Sıle, c. 6, Ed. İ. Abbas. Beyrut 1973.
Mevlana, C. R. , Mesnevi, Tıpkı basım [Konya Asar-ı Atika Mü­
zeleri Müdiriyeti, 1345/1927], Ankara 1993.
___, Mecdlis-i Seb'a (Yedi Meclis), haz. A. Gölpınarlı, İstanbul,
1994.
___, Divdn-ı Kebir, Tıpkı basım, Ankara 2012.
Molla Fenari, Muhammed Hamza, Misbdhu'l-üns, ed. M. Hacevi,
Tahran 1374.
Muhammed Emin Dede, "Reğaibu'l-menakıb", S. Konevi, Mari­
fet Yolcusuna Klavuz. Tebsıratü'l-mübtedi ve tezkiretü'l-mün­
tehi, trc. E. Demirli, İstanbul 2004b arkasında, ss. 1 17-160.
Muhasibi, H. , er-Riaye li hukukillah, ed. Abdülhalim Mahmud,
Kahire ts.
___, Risiıletü'l-müsterşidin, ed. A. Ebu Gudde, Beyrut
1416/1995.
___, er-Riaye. Nefis Muhasebesinin Temelleri, haz. /trc. Ş. Filiz
ve H. Küçük, İstanbul 2004.
Muslu, R. , Osmanlı Toplumunda Tasavvuf {18. Asır}, İstanbul
2004.
Müslim, Sahih, 6 c. , İstanbul 1401/1981.
Nesai, Sünen, 5 c. , İstanbul 1401/1981.
Nevevi, Muhyiddin, Ezkar min kelami Seyyidi'l-ebrdr, Beyrut
1427/2006.
Okumuş, N. , "Ömer Şifai Efendi", DİA, c. 34 (İstanbul 2007)

373
---- TASAVV U F VE T I P ------ ----

Osman Şevki Beşburuk Asırlık Türk Tebabet Tarihi, İstanbul


1341/1925.
Öngören, R. , "Merkez Efendi", DİA, c. 29 (Ankara 2004).
Özcan, A. , "İdris-i Bitlisi'', DİA, c. 21 (İstanbul 2000).
Özcan, N. , "Ali Şirugani", DİA, c. 2 (İstanbul 1989).
Özçelik, S. , "Nidai", DİA, c. 33 (İstanbul 2007).
Özel, A. M:, "Şazeliyye", DİA, c. 38 (İstanbul 2010).
Özköse, K. , Muhammed Sensusi, İstanbul 2000.
Öztürk, M., "Sehl et-Tusteri", DİA, XXXVI (İstanbul 2009).
Palalı, M. Z. , "Cüzzam", DİA, c. 8 (İstanbul 1993).
Pekolcay, A. N. ve A. Uçman, "Eşrefoğlu Rumi", DİA, c. 11 (İs­
tanbul 1995).
Radikal Gazetesi, 9 Nisan 2010 ve 10 Mayıs 2010.
Razi, F. , Tefsir-i Kebir. Mefatihu'l-Gayb. c. 19-20. Trc. S. Yıldırım
vd. , Ankara 1995.
Sakıb Mustafa Dede, Sefine-i Nefise-i Mevleviydn, Mısır 1283.
Salt, A. ve C. Çobanlı, Dharma Ansiklopedi, İstanbul 2001.
Sarı, N. , "Attar'', DİA, c. 4 (İstanbul 1991).
Sarıkaya, M. Y. , "Halk Dilinde Bir Dua Mecmuası: Bilal Nuri
Münacatı", İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
(2012), 27, s. 113-146.
Sayar, K. , "Geçmişin Bilgeliği Bugünün Psikoteraı;ıileriyle Bulu­
şabilir mi?", K. Sayar (ed.), Sufi Psikolojisi, Istanbul 2000,
içinde, ss. 1 1 -40.
___ & Mehmet Dinç, Psikolojiye Giriş, İstanbul 2008.
Serrac, E. N. , el-Luma' fi't-Tasavvuf, Kahire 1380/1960.
Spiegelman, J. M. ve diğerleri (haz). jung Psikolojisi ve Tasavvuf,
trc. K. Yazıcı- R. Kutlu, İstanbul 1997.
Sultan Veled, İbtidd-ndme, trc. A. Gölpınarlı, Konya, 2001.
Sühreverdi, Ş. , Avdrifill-madrif, ed. M. A. el-Halidi, Beyrut
1426/2005.
Şafii, Muvatta, İstanbul 1401/1981.
Şahin, M. N. , "Bahaeddin Veled", DİA, c. 4 (İstanbul 1991).

374
S E LİM KALBİN FİZYOLOJ İ S İ

Şems-i Tebrizi, Makalat, Elyazması, Mevlana Müzesi Arşivi, no.


2145, y. y. , ts, 191 vr.
___, Makalat, Tr. M. N. Gençosmanoğlu, İstanbul 2006.

Şerbetçi, Azmi, "Kutbüddin-i Şirazi" , DİA, c. 26 (Ankara 2002).


Taberani, el-Mucemü'l-kebir, ed. H. İ. A. es-Selen, Musul
1404/1983.
Tahirü'l-Mevlevi, Edebiyat Lügatı, Haz. K. E. Kürkçüoğlu, İstan­
bul 1973.
Tanrıkorur, B. , "Türk Kültürü ve Mimarlık Tarihinde Mevleviha­
nelerin Yeri ve Önemi", J. Mevlana Milli Kongresi- Tebliğ­
ler, Konya 1989.
Tek, A. , "Giriş'', Abdullah el- Ensari el-Herevi, Tasavvufta Yüz
Basamak. Menazilu's-Sairin, trc. A. Tek, Bursa, 2008 içinde,
ss. 9-68.
Terzioğlu, Arslan, "Bimaristan'', DİA, c. 6 (İstanbul 1992).
Tirmizi, Sünen, 5 c. İstanbul 1401/1981.
Turabi, A. H. , Gevrekzade Hafız Hasan Efendi ve Musiki Risalesi,
İstanbul 2005.
Türer, O. , Ana Hatlarıyla TasavvufTarihi, İstanbul 1995.
Uslu, Recep, Selçuklu Topraklarında Müzik. (Hoca Ahmed Yesevi'den Hz.
Mevldnd'ya, Konya 2011.

Uzluk, F:N. , Gene/ Tıp Tarihi, c. 1, Ankara 1 958.


Uzun, M. , "Ebced", DİA, c. 10 (İstanbul 1994).
Ülken, H. Z. , İs/dm Düşüncesi, İstanbul 1995.
Vagleri, L. V. , "-Abdallah b. el-'Abbas", EP c. 1 (1986).
Yahya, O. , Histoire et classification de l'oeuvre d'Ibn Arabi. Etude
critique. 2 c. Damas 1964.
Yavuz, Y. Ş. , "Fahreddin er-Razi", DİA, c. 12 (İstanbul 1995).
Yetik, E., "Ankaravi, İsmail Rusuhi", DİA, c. 3 (İstanbul 1991).
Yıldırım, N. , "Miskinler Tekkesi", DİA , c. 30 (İstanbul 2005).
Yılmaz, A. , "Müstakimzade Süleyman Sadeddin'', DİA , c. 32 (İs-
tanbul 2006).
Yılmaz, N. , Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, İstanbul 2001 .

375
----- TASAV V U F VE T I P ------

Yılmaz, Ö. , Alman Mistisizmi, Ankara 2014.


Yusuf, M. H, İbnü'l- Arabi, Zaman ve Kozmoloji, trc. Kadir Filiz,
İstanbul 2013.
Yüce, A. , Razi'nin Tefsirinde Tasavvuf, İzmir 1996.
Yücer, H. M. , Osmanlı Toplumunda Tasavvuf {19. Asır}, İstanbul
2004.
___ , "Sadeddin CebM'', DİA, c. 35 (İstanbul 2008).
Wilcox, L. , Sufizm ve Psikoloji, İstanbul 2001.
Zakiri, M. F. , "İstidradun mahrut (Risaletünfi beyani'l-hace ile't­
tıbb ve'-letibba ve vasayahum)", K. eş-Şirazi, Fi beyani'l-ha­
ce ile't-tıbb ve'letibba ve vasayahum, ed. M. F. ez-Zakiri,
1421/2001, ss. 43-59.

Web Sitesleri:
www heartmath. org/about-us/home/hearts-intuitive-intelligen­
.

ce. html (19. 12. 2014'te ulaşıldı).


www hekimsinan. gen. tr/kurumsal/hakkımızda (30 Ekim 2015'te
.

ulaşıldı).

376
EKLER
EK: I

Abdullah Bosnevi'nin (v.1054/1644) Lübbü'l-Lübb


fi Bey:ini'l-Ekli ve'ş-Şürb Adlı Eseri
Süleymaniye, Carullah, 2129, vr. 80-83, Arapça Elyaz­
ması, Müellif nüshası.370
Hamd, ubudiyetini tahakkuk ettirebilelim diye bizi 'ama
ve ğayb hazretinden ve ademiyet/yokluk boğazından vücud
fezasına, kesb ve say aralığına çıkaran, bize; ulvi, semavi ve
süfli arzilyeryüzüne ait suretlerini, bağış ve hibe hazinelerini
mizaç/arımız ve hazlarımız hasebince gıdaların tahakkuk mer­
tebelerini ve içme özelliğini bağışlayan, sonra bize; ibadette ve
Cenab-ı Rabb'e vusulde sulbü/beli doğrultacak kadar yeme-iç­
meyi emreden ve sonra bizi; yeme-içmede israftan ve payın en
şereflisine ve yakınlığın kemaline erdirecek şekilde başkasının
payını kullanmaktan nehyeden Allah'adır.
Salat ve selam, kurb ve tatlı içecek (kevser) sahibine, harbde
bütünfırka ve hizblerle mansurlyardım edilmiş, düşmana kor­
ku ve ödleklik salan, kıdeminfecri ve ezeli sabahın feziısı ken­
disiyle yarılmış, vücud ve ademe doğmuş olan371, şarka ve ğarba,
Ehadiyetin sınırlarının nesimi kendisiyle teneffes etmiş, Same-
3 70 Bosnevi, her kavme kendi dilinde kitap indiğinden hareketle Fusus Şerhini
Osmanlı Türkçesiyle yazmışsa da, bu risalesi dahil birçok risalelerini, ilmi
geleneği takib ederek Arapça yazmıştır. Bu risalenin sonunda, ferağ tarihi
olarak Muharrem 1033 [1623] verilmektedir. Abdullah Bosnevi'nin veflit
tarihi 1054/1644 olduğuna göre, bu risaleyi vefatından 21 yıl önce te'lif
etmiştir. Bosnevi ve bu risalesi üzerinde İngilizce bir çalışma için bkz. Stephen
Hirtenstein & Hülya Küçük, "Physical sustenance in Sufi Literature: a case-
'
study of a treatise by Abd Allah al-Büsnawi (d. 1054/1644) Lubb al-lubb
fi bayan al-ak! wa 1-shurb",journal efthe Muhyiddin ibn :Arabi Society, no. 58
(2015), 67-101.
371 Burada Hakikat-i Muhammediye'den bahsedilmektedir.

379
TASAVVU F VE TI P

diyet ravzasının sabası kendisiyle seslenmiş, nübüvvet hazreti­


ne ruh nezafeti ve kalb tefovütüyle ulaşmak isteyenlerden darlık
ve üzüntünün kendisinden nefy edilmiş olduğu Peygamber (s. a.
v)e, sonra da onun al ve ashabınadır.372

Biz burada, "Yiyiniz içiniz ama israf etmeyiniz" [A'raf


7/31] ayetinin sırlarını izzeti yüce olan Allah Taala'nın yar­
dımıyla dört açıdan ele açmaya çalışacağız.

//80b//Birinci Vecih: Hususen ilk asır, umumen son­


raki asırlardaki ümmet, bu dünyevi yaratılışın, insaniyetin
kemaline yaratılış mahalli olduğunu, ilahi sureti tahakkuk
ve rütbe-i kemaliyete ulaşma, yani, sadece ve sadece insani
yaratılışın izharına, terbiye ve ıslahına dönük bir nüve; in­
sanda ibadet, marifet ve rububiyet kapısına yönelmek, ilahi
hazrete yapışmak olduğunu bildiği ve tanıdığı için, Cenab-ı
Hakk'ı, süfli dünyevi umura, tabii taalluka/alakalara tercih
etti ve bu unsuri yaratılıştan gerektirdiklerine ve cismani ta­
allukata yüz çevirdiler.
Cenab-ı Uluhiyyete külli bir azimetle, bu yaratılışın
gerektirdiklerine ve işlerine yüz çevirdiler. Dünyanın özel­
liklerine karşı zahid oldular. Allah'a yakınlığı, ruhaniyyeti
cismaniyyete galib getirdiler. Yeme ve içmeden kaçınarak,
bu yaratılışın gerekli ihtiyaçlarından uzak oldular. Böylece,
Allah'ın ruhani ve cismani yaratılıştan birinin diğerine ga­
lib gelmemesi için "yiyiniz içiniz" şeklindeki emrini işlevsiz
hale getirdiler, bu emir karşılıksız kaldı.

372 Lübbü'l-lübb, VT. 80b.

380
S E L İ M KALB İ N FİZYOLOJ İ S İ

//81a//Çünkü bu ruhaniyet ve cismaniyetten meyda­


na gelen unsuri insaniyet yaratılışı, kemal rütbesine ulaşmak
için saklanmış bütün işler ve ruhaniyet ve cismaniyete tevdi
edilmiş sıfatlara ihtiyaç duyar, bu iki yapı arasında itidali is­
ter. Allah, zahid kullarının bu itidalsizliklerini bildiği için,
onlara, yapmaları için yaratıldıkları şeyde ihtiyaç miktarı ye­
melerini emretti ve "yiyiniz içiniz ve israf etmeyiniz", yani
Allah'ın sizi rızıklandırdıklarından helal ü hoş olarak, kemal
rütbesine ermek, cud/cömertlik ve celal hazretine ittisali/bi­
tişik olmayı gerektiren sırf ubudiyeti tahakkuk ettirmek için
gereken miktar kadar yiyiniz ve içiniz. Çünkü gıdalanmadan
kaçınmada ifrat ve zaruri işlerden uzaklaşmada mübalağa,
dinde fesada/bozulmaya sebep olur. (Hakk'ı) şühudun ve
irfanın kemale ermesi için yaratılmış olan insan neslinin ke­
silmesini doğurur.
İkinci Vecih: Bu kamil, fazıl ve sırf ubudiyetle nite­
lenmiş olan bu ümmet, kendileriyle ilgili olsun, alemle ilgili
olsun, kendilerine tasarruf düşen her hususta tasarruf edin­
ce, Allah'ın onlara emriyle ubudiyeti gerçekleştirirler, ubu­
diyetin kemalinin gerektirdiği şekilde rububiyet hazretinde
teslimiyet ve boyun eğerek dururlar. Aynı şekilde , şühı1d ve
şehadet hazretlerinde (şehadet aleminde) de dururlar. An­
cak ve ancak bu yaratılışın gerektirdiklerini ızhar ettikleri/
sergiledikleri zaman Rablerinin kendilerine emrettiğini ız­
har etmiş olurlar. Çünkü onlar kuldurlar. Allah onların bu
yönünü bildiği için, yani Allah "dört unsurdan mürekkeb
tabiat -ki Rabbani marifet ve ilahi ibadet bununla olur -
gıdalanmayı taleb eder ve ancak gıdalanmayla ayakta kalır"
olduğunu bildiği için, onlara yeme-içmeyi emretti. Çünkü
hem kevni işlerden hiçbirini, hem de bu unsuri yaratılışın

381
------- TASAV V U F V E T I P -------

gerektirdiklerinden hiç birini başka türlü ızhar etmele­


ri mümkün değildir. Bu yeme emri Rasul'ün dilinden dini
ve dünyevi zaruret olarak ifade edilmiştir. Ona ancak ilahi
emirle yönelirler ve ubudiyet zevkine onu tercih etmezler.
Burada, kulun halen böyle olmasa da böyle olması için emir
ve yönlendirme de vardır.
Üçüncü Vecih: Bu ümmet, beşeri sıfatlardan ve tabia­
tını ilgilendiren işlerden uzaklaştıkları zaman, zati vahdette
yok oldular. Allah'ın nurları/subuhat-ı vechi, onlarda son
raddeye geldi. Kevni safa.ya erdiler ki bu imkani (varlığıyla
yokluğu eşit olan insana ait) bir özellik değildir. Tam tersi,
şuurları da kalmadı, kendilerini bilmediler. Bundan dolayı,
Hak Taala, cela ve istida emrinin bekası için, yeme-içmeyi
emretti. Yani onlara Allah, şöyle der gibidir: Siz mak'ad-i
sıdk/doğruluk meclisi373 ve cem/Hak.'la alemi bir görme ve
ratk/henüz zuhur etmemiş olan hazret-i Vahidiyye'desiniz.
Bu halinizle de beşeri vasıflardan, unsuri yaratılışın gerek­
tirdiği halki işlerinizde, son raddeye ermiş olanlardasınız.
Ancak, bu cem haline meşhed/görme mekanı ve yüce ba­
kış mahallinden, beşeri sıfatla muttasıf olacağınız hazrete
inmeniz gerekir. Çünkü marifeti gerçekleştirecek bazı hissi
durumlar, ancak bu hazrette gerçekleşebilir.
//81b//Bundan dolayı, Allah, onlara yeme-içmeyi em­
retti ve "yiyiniz içiniz", yani: Ruhaniyet ve cismaniyet ara­
sında itidali taleb ediniz, buyurdu.
Dördüncü Vecih: Ulvi ruhani hazerattan, vücudi tesel­
süle göre, nebati ve kendisiyle insani suret arasında başka bir
vasıta bulunmayan hayvani surete inen insani ruhlar, ewel
emirde, bu nebati ve hayvani suretlerde taşınır oldukların-
373 Burada Kamer Süresi 54/SS'e telmih vardır.

382
S E L İ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

dan, Allah, yeme-içme emriyle, kem:ili insani suret ve Rab­


bani marifeti hazırlamayı irade etmiştir. Çünkü bu, insanın
bu suretlerden alması ve kullanmasıyla (konmuş yol ve meşru
mizan üzere) gerçekleşir. Bunlar, insani surete bürünmeye/
çıkmaya başka yol bulamazlar. Bunun için Allah, kullarına
bazı nebati ve hayvani gıdaları yiyip içmelerini/tüketmele­
rini emretmiştir. Bu insani yaratılış, şer'an ve adeten, ruhları
oluşturur. Bu ruhlar, insanın bedenindeki ve beşeri suretler­
deki nebati ve hayvani suretlerini beklemektedirler. Beşeri
suretler de Rabbani marifet için yaratılmışlardır (böylece o
gıdalar aslında Rabbani marifeti beklemektedirler). Bu ne­
bati cisimler ve hayvani suretler, istidaddan inayete ve insa­
nın gıdası olma derecesine ulaşmışlardır. İnsan, onları ye­
mese yok olacaklardır. İnsani ruh olmak için onları bekleyen
ruh da sıkılma üzüntüsü ve bu cisimlerle sınırlanma zulmeti
içerisinde kıvranmakta, kemali, insani sı1rete bürünme ma­
halline kavuşma iştiyakı içinde olduklarını gördüğünden,
insanlara "yiyiniz içiniz" buyurmuştur. Öyleyse, yeme ve iç­
memiz, bu cisimlerin ruhun üflenmesinin ve orada beşeri
zuhurunun ta kendisidir. Yine, bu cisim ve suretlerin, gıda
olmak şeklinde insana intikali vasıtasıyla, nebati cisim ve
hayvani suret zulmetinden kurtuluşunun ta kendisidir. On­
ların, insan suretine tahvilidir. Nebati hayvani sı1retlerin yok
olup insani suretin ve mertebenin zuhurudur ki nebati ve
hayvani ruhlar bunu bekleyip durmaktadır. (Yani, yiyip iç­
memiz, onların yüksek vücud mertebesine çıkması, kısacası
ıslahı için yememiz manasına gelir).
Allah, "Vela tüsrifü: Ama israf etmeyin" buyurarak, bu
yeme-içmenin miktarına da dikkat çekmiştir. Bu da kulla­
rın, farz ibadetleri ve diğer farzları eda etmelerine yarayacak

383
------- TASAVV U F VE T I P -------

şekilde, "sulblerini/bellerini doğrultacak" kadardır. Bundan


fazlası israftır. Genel emirden sonra açıklama/tasrih böy­
le olmuştur. Allah Taala, israfla emretmez, ihtiyaç kadarını
veya yeme-içme için ihtiyaç fazlası kısmına yönelmedeki
ruhsat/izin tevehhümünü def'ederek, yeme-içmenin sınır­
landırılmasını emreder.
Burada israfın izahı şöyle yapılabilir: İnsan, gıdadan ih­
tiyacı kadarını kullanır ve fazla kısmı //82a//ihtiyaç içinde­
kine verirse, bu, ihtiyaç içindekilere gıda olur ve farzları eda
için sulbünü doğrultur. Sonra, zübdesi ondan nutfe suretin­
de ayrıldığı zaman, Allah bu nutfeyi, oradaki insani suretin
açılmasından dolayı heytila/gibi yapar, yarılıp çıkmada aynı
onun gibi insan sureti oluşur.
Bil ki bu alemin sureti, her ikisine de has olan müdebbir
ruhlarla birlikte ulvi semavi suretler ve süfli arzi stiretlerden­
dir ve bir açıdan Allah'ın hazineleri, bir açıdan insani yara­
tılışın zuhur mahalli, bir açıdan nebati yaratılışın mahalli,
bir açıdan de beşerin göğsüne nazil olan nebati yaratılışın
mertebeleri ve menzilleridir. Bunlar, diğer bir açıdan, insani
ervah ve ecsamı arasında hazırlanmış sebepler, tamamlayıcı
rabıtalardır. Yine başka bir açıdan, bu insani yaratılış için
ilahi emanet taşıyıcılarıdır. Diğer bir açıdan, genel olarak
Rahmani vücudun tecellisi için zuhur ettikleri söylenebilir.
Büyük bir yaratılış üzere olan insan sureti, bütün ulvi ve süfli
suretlerin en şereflisi, en kamili ve en dmi'/toplayıcı olanı­
dır. Çünkü bütün suretleri ihata eder/içine alır. Zuhuru da
onların hassalarıyladır. Hak Taalanın onu ızharı, bu gıdalar­
da gizli bazı suretleri zuhura çıkarmasından başka bir şey
değildir. Beşeri suret, sırasıyla, madene, nebata ve hayvana
iner ki bu sonuncu zikrettiğimiz, insani surete en yakın ola-

384
S E L İ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

nıdır. B u üç suret, diğer ulvi ve süfli suretlerin bir neticesi


gibidir; çünkü onlarla insani suretler arasında vasıtadır. Al­
lah bunları, beşeri suretler için revabıtlbağlayıcılar ve vası­
talar yapmıştır. Bu beşeri suretler, semavi hakikatlere tevdi
edilmiş ve süfli arzi/yeryüzüne ait şahıslarda depolanmıştır.
Onların duyu organlarıyla algılanabilir insani suretlerde
zuhurlarından dolayı, Allah, şöyle buyurmuştur: "Hani Lok­
man: ' Ey oğulcuğum, şüphesiz yapılan iş bir hardal tanesi
kadar bir şey olsa, ve ister bir kayanın içinde, ister göklerde
veya yerin içinde olsa, Allah onu çıkarır getirir'demişti."374
Allah, bazı ruhları, insani suretlere ve insanın gıda olarak
aldığı hayvani suretlere indirmiş ve insana, meşru miktarı
ve ayarlanmış mizan/ölçü miktarı alma/yeme duyusu ver­
miştir. Bu da muhtelif mizaclara, mertebelerin farklılığına
göre, sulbünü doğrultacak kadardır. Öyle sulbler vardır ki
az yemek ve içmekle doğrulur. Çok yeme ile doğrulabilecek
olanlar da vardır. Bu gıda, nebat veya hayvan mertebesinde
bulunur ve insan tarafından gıda olarak alınarak insan mer­
tebesine yükselir.
Allah, bu gıdaları, önce kan, meni ve nutfeye, sonra da
başka bir surete, yani insan suretine çevirir. insan, beşeri his­
si surette başka bir insanı, "sulbünü doğrultacak kadar" de­
mek olan az bir gıdayla izhar edebiliyorsa, fazlası, israf olur.
Çünkü zaid/fazla kısım //82b//bir şey doğurmadan/netice
vermeden yok olup gidecektir. Bu sebeple, fazla olacak kısmı
yemek, vera sahibi insanlara haram kılınmıştır. Çünkü alı­
nan fazla kısmın beşeri surete ve kemal derecesine ulaşması
imkansızdır. Fazlası " . . . ama israf etmeyin" le israf sayılmış,
yani haram kılınmıştır.

374 Lokman Sllresi 31/16.

385
------- TASAV V U F VE T I P -------

Öyleyse, ilahi ölçü, sulbü doğrultacak kadardır. Sulbü


ayakta tutacak ve taşıyacak miktar gıda, sulbde kevni meşru
hali tayin eder; hamil iken mahmul olur (taşıyan iken taşınan
olur). Hatta her halinde hamil ve mahmı11 olur. Bunun için
Allah Taala: "Öyleyse insan, neden yaratıldığına bir baksın,
bel ile kaburga kemiği arasından fışkıran bir sudan . "375. .

buyurur. Gıdanın insani sulbü doğrultmasındaki haber ve


işarete bak! Muhakkak ki gıda, sanki talimat almışçasına
sulbe doğru yönelir ve sulbü doğrultur ve korur. Sulh, ken­
disini ayakta tutacak kadar gıdayı nebati ve hayvani suretten
insani meni suretine naklederek, kendisini ikame ve ıslah
eder. Bunun, kesinlikle aynı/bir suretten insani suretler için
heyı1li gibi olması gerekir. İnsani vasfın açılıp ortaya çıkması
için bu gereklidir. Ve bu miktardan fazlası kesinlikle israf ve
itlaf/telef etmedir. Anla!
Beyan ve İzah:
Ulvi semavi olsun, süfli arzi olsun, ruhların suretleri
olan bütün vücudi suretler eşittir. Ruhlar da (ilahi) isimlerin
mezahiri/zuhur yerleridir. İnsani ve hayvani suretlerin hepsi,
gıdaların saklı olduğu yerler ve ruhların zuhur/ortaya çıkış
yerleridir. Ruhlar, oradan çıkarak şehadet alemindeki zuhu­
runa yönelir. Yani, zulmet aleminden nura yönelir. Allah,
ruhların kevni mertebelerini ve duyularla algılanabilir suret­
lerini bir açıdan menziller gibi, bir açıdan mertebeler gibi,
bir açıdan de vasıtalar gibi yapmıştır. Onlarla ruh, insani
surette ortaya çıkıncaya dek menziller kateder, kendisi için
tevdi edilmiş emanetleri alır. (İnsan şekline ulaşıp da) şekli
kemal ve istidad hasıl olunca, şekillenmenin kemaline ula­
şınca ve Hakim ve Alim olan Allah'ın tertib ettiği şekilde,

375 Tarık Suresi 86/5-6.

386
S E L İ M KA L B İ N FİZYOLOJ İ S İ

insani veya hayvani surette kemali bekleyen ruhların zuhı1r


vakti gelince, Allah Taala, sulbü doğrultmaya yetecek kadar
demek olan "ihtiyaç miktarı" yeme ve içmeyi emreder. Böy­
lece, ilahi ölçü üzere yememiz ve içmemiz, bu gıdai suretlere
şekil verilmesi anlamına gelir. O gıdalarda saklı insani suret­
lerin açılması/ortaya çıkması için bu gereklidir. Ve bu, insan
sureti için heyı1la/suretlerin teşekkül maddesi gibidir. İnsan
midesinin, orada hasıl olan gıda üzerinde, hüküm ve terbi­
ye/ıslah rolü vardır. Aynı şekilde, gıdanın da mide üzerinde
hükmü/rolü vardır.
//83a//Hak Taalanın, sulbü doğrultacak kadar yeme
ve içmeyi emretmesiyle ilgili anlattıklarımıza göre, gıda ve
mideden herbiri hem hakim, hem de mahkumdur. Şari/Hz.
Peygamber, sulbü doğrultarak diğer azalara ve kalbe geçecek
bir gıdalanmayı nassla emretmiştir. Sulh doğrulunca, diğer
azalar da doğrulur. Sulh, bu gıdanın ve onu bekleyen ruhun
asıl hedefi ve maksadıdır. Çünkü diğer azalarımızın aksine
nassda/hadis metninde "sulh" adı geçmiştir. Sulbü doğrul­
tacak miktar, sulbün (mide tarafından daha fazla hüküm ve
terbiyesiyle) ondan çıkacak miktardır. İhtiyacın fazlasında
bu gıdayı israf ve itlaf vardır. Bu yol, kesilmek istenmiştir.
Zaten, yiyen ve içene nisbetle yeme ve içmeyi emretmek,
farz-ı aynları eda için gerekli miktarda yeme-içmedir. Bu
gıdayı bekleyen ruha nisbetleyse bu gıdanın, ilahi üflemeyle
orada ortaya çıkacak olan insani ruha ulaşıncaya kadar ona
yardım içindir.
Gıda insanın midesine indiği zaman, mide ona hakim
olur ve yerine göre bir mizactan başka bir mizaca çevirir.
Ve bu, gıdanın mizacıdır. Bedenin tümü bundan gıdalanır;
gıda bütün bedene geçer ve zübdesi sulha yükselir, oluşur ve

387
TASAVV U F VE T I P

meni denen su şeklinde taayyün eder. Sonra vika'/cinsel bir­


leşmeyle nutfe şeklinde çıkar. Sonra kadının rahimine iner.
Orada, rahmeti yaratılış katmanlarına göre farklı bir terbi­
yeye/değişime tabi olur ve cisim tekamül eder ki bu artık
[Kur'anın deyimiyle] insani yaratılış olan "neş'eten uhra/
başka bir yaratılış"376 tır. Görüyoruz ki Allah, bizi yeme-iç­
meyle emretmiş ve bize "sizden bekar olanları, köleleriniz­
den ve cariyelerinizden durumu uygun olanları evlendirin''377
ve "kadınlardan helal olanları ikişer, üçer ve dörder olmak
üzere nikahlayın"378 gibi ayetlerde nikahı emretmiştir.
Nebi a. s. : "İnsana sulbünü doğrultacak kadar bir-i­
ki lokma yeter" buyurarak, bize az yemeyi emretmişken,
Kur'an'ın çok nikahı emretmesine dikkat buyurunuz. Nebi
a. s. 'ın "Bana dünyadan üç şey sevdirildi: Kadın, güzel koku
ve [üçüncüsü olan] namaz ise gözümün nuru kılındı."379
Ebu Davud ve İbn Hanbel'de Enes'den merfüan rivayet
edilen başka bir rivayette de Nebi a. s. : "Bana kadın sevdi­
rildi. Yeme-içme ve onlardan sabrederim/kendimi tutarım"
buyurmuştur. Böylece, yeme-içmenin miktarından kastın,
yiyene nisbetle sulbünü doğrultacak kadar miktar ve taay­
yün edip dünyaya gelecek çocuğa nisbetle ortaya çıkacak
ruhun taayyünü olduğunu bildirmiştir. Kadınları sevmeye
terğibden/teşvikten murad da "vika'nın/cinsel birleşmenin"
çokluğudur. Bu da Nebi'nin çocuk sahibi olmak ve neslin
devamına olan sevgisidir. Bu sevginin, ilahi sevgiyle oluştu­
ğu da vurgulanmıştır. Bunun, insana hasıl olan marifetle il­
gisi vardır. Çünkü Allah, Kudsi bir hadiste: "Gizli bir hazine

376 Necm Suresi 53/47.


3 77 Nur Suresi 24/32.
378 Nisa Suresi 4/3.
379 Nesil, İşretü'n-Nisa', 1.

388
S E L İ M KALB İ N FİZYO LOJ İ S İ

idim. Bilinmeyi sevdim ve mahlukları yarattım" buyurmuş­


tur. Nikaha terğibin çocuk ve neslin devamı için olduğu sa­
bit olunca, yeme-içme emrinin de bunun için olduğu ortaya
çıkmış olur. Çünkü bunlar yeme-içme olmadan yapılamaz.
//83h//İnsani yaratılışla ilahi marifetin oluşması için bunlar
gereklidir ama meşru miktar kadar ki bu da, başka bir şey
için değil, farz-ı ayınları yerine getirmek için lazım olan
miktar olan "sulbü doğrultacak kadar" miktardır. Anla!
Bil ki Allah'ın alemi kendisi için yarattığı ilahi mari­
fet, ancak, ulvi nuri ruhların, süfli zulmani beşeri suretlerle
ittihadından ve bu suretler içinde mebdei olan Vahidiyet ve
Ehadiyet hazretine yükselmesiyle ortaya çıkar. Hak Taala
"Yiyiniz içiniz . . . " emriyle, ruhların insani bedenlerle birleş­
me sebeplerine ve orada tahakkuk etmelerine işaret buyu­
rurken, " . . . Ama israf etmeyiniz" emriyle de bedenlerin, bu
unsuri yaratılışların ve beşeri sıfatların gerektirdiklerinden
ve bu mazhariyetin ikamesi için gereken gıdadan uzaklaştı­
rarak onları Ahadiyet hazretine yöneltmeğe işaret etmiştir.
(Evet) bu cami'a /Hakk'ın bütün isim ve sıfatlarını toplayan
insani suret mutlaka gereklidir. Onu bu tabii ahkamlardan
uzaklaştırıp zati rabıtayla Kudsi hazerat ve insani duvarlar/
çeperlere ilhakı/ulaştırılması da mutlaka gereklidir. Allah:
"Güzel sözler, ancak O'na yükselir. Salih ameli de güzel söz­
ler yükseltir"380 buyurmuştur. Ve muvaffakiyete ulaşma ancak
O'nunla olur.
Muharrem 1033 [1623]'de tahrir olundu.

380 F:itır Suresi 35/10.

389
EK-il
Davud el-Kayseri'nin (v.751/1351) Talıkikü Mıii'-1-
Hayat ve Keşfü Esri.ri'z-Zulumat Adlı Eseri181

Bismillahirrahmanirrahim
Yüce ve büyük olan Allah'tan başka güç ve kuvvet yoktur.
Hamd, Zatı'yla Gani/hiç birşeye muhtaç olmayan,
Ehad!fek, Vahid/Bir, Ferd, bütün isim ve sıfatlarla mevsılf,
bütün mertebe ve hazeratlarda zahire tecelli eden, karan­
lıklar pınarında/kaynağında hayat suyuyla ariflerin kalble­
rini ihya eden; seven ruhları iradi ölümle hayatın kaynağına
döndüren, özel nebilerini te'yid ve mucizelerle gönderen, ev­
liyasını muhtelif şevk ve dualarla hidayete erdiren Allah'adır.
Allah, efendimiz Muhammed'e, ailesi ve derecelerin
en yükseğine vasıl, en kuvvetli delil ve beyyinatla belgeler­
le yardım edilmiş kesret pınarında vahdet yolunda yürüyen,
makamların en yükseğine ve cennetlerin en nezihine ermiş
olan ashabına-Allah'ın rızası orıların üzerine olsun-, salatla­
rın en faziletlisini, duaların en kamilini ihsan etsin.

381 Davud el-Kayseri, er-Resail, haz. Mehmet Bayraktar, Kayseri, 1997, ss. 181-
192'den tercümedir. Tercüme sırasında, okuyucuyu çok ilgilendirmeyecek
olarak düşündüğümüz, yazarın eserini tetkikine sunduğu kişiler için yazdığı
aşırı övgü dolu bazı paragraflar ve anlamı hususunda tereddüd edilen bir-iki
Farsça şiir çıkarılmıştır.
Burada hemen belirtmek gerekir ki bu risalenin Mehmet Bayraktar,
"Kayserili Davud (Dıivudu'l-Kayseri), Ankara, 1988 içinde ve Ledünni
İlim ve Hakiki Sevgi, (tere. M. Bayrakdar, İstanbul, 2009) adıyla ayrı bir
tercümesi daha vardır. Ancak bu çalışmaları görmedik ve kendi yorumumuzu
etkilememesi için görmeye de çalışmadık. İsteyenler karşılaştırmak için oraya
da bakabilirler.)
Buhari, Tefsiru Sure 39/3 ve 78/1; Müslim, Fiten 14; İbn Mace, Zühd, 32.

390
S E L İ M KA L B İ N F İ Z Y O LOJ İ S İ

Şimdi, Rabbinin rahmetini ve lütfunu uman bu zayıf


kul, Davud b. Mahmud b. Muhammed el-Kayseri -- Allah
onu ve ebeveynini büyük bir mağfiretle affetsin -- der ki:
Ulemanın Hz. Hızır a. s. hakkında "nebi midir, veli mi­
dir? Bugün hariçte (zihnin haricinde) mevcut mudur, de­
ğil midir? gibi ihtilaflarını görünce ki ulemanın çoğunluğu,
Hızır'ın unsuri bedeniyle hariçte daima mevcut olduğunu,
çünkü zuhUrat pınarında/kaynağında hayat suyundan içtiği­
ni söylerken az bir kesimi onun nebi olduğunu, bugün mü­
şahhas olarak hariçte mevcut olmadığını savunurlar. Mukal­
lidler/araştırmaya dayalı bilgisi olmayan taklitçiler, haber ve
rivayetlerde zikredilen karanlıkların hissedilebilir karanlıklar
cinsinden olduğunu, bu suyun içilebilir cisim olması hase­
biyle unsuri su cinsinden olduğunu, sadece onun bu özelli­
ğe sahip olduğunu savunurlar. Bu konu, Mevla'l-Muazzam,
fetva ve takva, rüşd ve hidayet ilminde en bilgili kişisi Mu­
hammed es-Sayrafi el-Cili'nin --Allah bereketini devamlı
kılsın ve din ve dünyada onu talep edenlere versin-- önünde
cereyan etti.
Bu toplantıda, konuyla ilgili dağarcığımda olan ve bu­
radaki ibarelerle işaret edilen sırları zikrettim. Ama bu işa­
retlerin tamamının tahkikine imkanım olmadı. Kelamımı
tamanlamak, benim için elinizdeki bu takriri gerekli kıldı.
Belki bu konuda bilgi talep edenlere ve doğruyu arayanlara
faydası tamam olur. Muhammed Sayrafi, bana bu (kitabı­
ma), ğöğüslerdeki (şüphelere) şifa veren şeyleri yazmama,
remizlerle kapalı olanlardan her şeyi açıklamama ve kendi­
sine sunmama --ki bu aslında ona nisbede su-i edeptir -­

müsaade etti ve böylece mahlukatı yaratan, yerinde ve doğru


olanı ilham eden Hak'tan yardım dileyerek işe koyuldum.

391
--- TASAVV U F VE T I P -------

Asıl maksudfıma başlamadan önce, tahkikini beyan


eden temel bazı konular hakkında bilgi veren "mukaddimat"ı
zikrettim. İlk mukaddime; nübüvvet ve velayet konusunda,
ikincisi; hayat suyu, üçüncüsü; karanlıkların hakikatinin
araştırması, dördüncüsü; buna süluk keyfiyeti hakkındadır.
Bu manaların hepsini bilen, mezkur/kitabın konusu olan
Hızır'ın makamını yakinen bilir, sırları kendisine açılır, in­
dinde nurları ortaya çıkar, hakiki hayattan bir nasibi olur ve
sermedi/sürekli dehirlerde baki kalır.
Bu risaleyi, Tahkikü Mai'-1-Hayat ve Keşfo Esrari'z-Zu­
lumat (Hayat Suyunun Hakikatinin
Araştırılması ve Karanlıkların Sırlarının Keifı) olarak
adlandırdım ki ismi müsemmasına uygun ve ilim onun
manasına muvafık olsun. Yazması tamam olup da sözlerim
sona erince, Sadru'l-a'zam, Mevla'l-Muazzam Mahmud b.
el-Mevla'l-a'zam Abdülaziz 'e takdim ettim. Allah, onun
kabrini nurlandırsın, arkasındaki manaları kat kat artırsın,
güzelliklerini söylemekle bana olan haklarının bir kısmını
eda etmeme, önceki yardımlarını güzel bir şükürle ödeme­
me yardımcı olsun. Allah, onlara bizden en güzel karşılığı
ulaştırsın, onlardan ve bizden yevmü'l-lika/Allah'la karşılaş­
ma günü razı olsun. Çünkü o araştırma ve tahkik meclisinde
hazır idi ve hangi kelam, söze ve tasdike daha haklı diye
bakıyordu. Allah'tan başka güç ve kuvvet yoktur. O yardım
edendir. Sadece ona güvenilip dayanılır.
Birinci Mukaddime:
Velayet ve Nübüvvet Hakkındadır
Bil ki nübüvvet kelimesi, "nebe"' kökünden alınmadır
ve bu kelime, "haber" veya "imtina" olmak üzere iki farklı

392
S E L İ M KALBİN F İ ZYOLOJ İ S İ

manaya gelmektedir. "Nebi" kelimesinde, bu iki anlam da


mevcuttur: Nebi, Rahmani haberler ve Rahmani özellikler­
den haber verdiği gibi, şeytanın insanın kalbine attığı kötü
duygular ve vesveseden de kaçındırır.
Nebi kelimesi, ıstılahta, vahyedilen Şer'i hükümler ve
ilahi emrin zahiriyle ilgili gaybi manalardan ibarettir. Nebi,
İ lahi Zat'tan, Zati sıfatlardan, Şer'i hükümlerden haber
verir. Allah ona, halkı, kendileri için ezelde takdir edilmiş
olana irşad etmesini emreder. Bu durumda, nebi, ulu'l-azm
peygamberler gibi şeriat/din sahibi olur veya kendisinden
önceki Musa'nın şeriatine uyan Beni İ srail'in enbiyası gibi
şeriat sahibi olmaz. Nübüvvet, Allah'ın ezeli ilmindeki
ayn-ı sabitini alması için, kendi te'yidiyle müeyyded/destek­
lenmiş ve tevfıkiyle yardım edilmiş olan kuluna bir şey tahsis
etmesidir.
"Velayet" kelimesi ise, "yakınlık" manasına gelen "veli"
kelimesinden alınmadır. Istılahta, kendisiyle Hakk'a yakın
olunan şey, İ lahi ahlakla ahlaklanmadır. Velayet, iki kısma
ayrılır:
(1) Amme/genel Velayet
(2) Hassa/özel Velayet
Birinci türü, inanan ve güzel amel işleyen herkesi içine
alır. Mesela, Allah'ın şu sözünde bu tür bir velayetten söz
edilmektedir: "Allah iman ederılerin velisidir. . . . . . "382
İ kinci tür velayet ise, Allah'ta fenaya erip O'nunla beka
bulanlara mahsustur. Ö yleyse veli, beşeri sıfatlardan fani ve
ilahi sıfatlarla muttasıf olarak baki olmuş kimsedir.

382 Bakara Süresi 2/257.

393
----- TASAVV U F VE T I P -------

Nübüvvet, Allah'ın Zahir isminden, velayet ise, Batın


ismindendir. Velayet, nübüvvetin batını, nübüvvet de vela­
yetin zahiridir. Bu sebeple, her nebi velidir ama bunun aksi
doğru değildir (her veli nebi değildir). Nebi, batınla alakalı
velayeti açısından istidadının (yani Allah'ın ilminde ona ait
bilgileri içeren ayn-ı sabitinin) gerekli kıldığı şeyi kabul edici
olur. Zahirle alakalı nübüvveti açısındansa, ümmetine tebliğ
edici olur. Nebi, kendi içinde değerlendirildiğinde, velayet
yönü nübüvvet yönünden üstün olsa da, veliyle karşılaştı­
rıldığında, nebiliği olmayan veliden daha üstündür. Çünkü
velayet yönü, Hakk'a doğru, nübüvvet yönüyse halka dönük­
tür. Nebi ve veliden her ikisi de vasıtalı veya vasıtasız olarak
ilahi mertebelerden gaybi manalar almakla, bunları mü'min­
lere haber vermektedirler. Şu kadar var ki nebi, tebliğ için
görevlendirilmiş ve haber vermekle emredilmiştir; emrettiği
veya nehyettiği her şeyde bunu yapmaya mahkumdur. Ni­
tekim, Allah, şöyle buyurur: "Ey Peygamber! Sana indiri­
leni tebliğ et!"383, "Senin görevin sadece tebliğ etmektir",
"Sen ancak uyarıcısın"384 (vb . . . ). Veli ise böyle değildir. İşte
burada, nebi, veliden ayrılır. Zahir açısından velinin nebiye
uyması gerekir. Nebisinin Allah'tan aldığı ne ise onu alan
büyük velilerden olsun veya olmasın, farketmez. Evliyadan
öylesi vardır ki kıyamete değin, ziyadesiz ve noksansız ola­
rak zamanlardan hiçbir zamanın kendisinden hali kalması
mümkün değildir. Kutb, iki imam, dört evtad, yedi iklimi
yöneten yedi büdela ve sayıları 360'a varan diğerleri gibi . . .
eş-Şeyh (İbnü'l-Arabi) r. a. el-Fütuhtit'ında bunları tafsilen
beyan etmiştir. Biz burada maksadımız miktarınca önemli
383 Maide Suresi 5/67.
384 Ayet, metinde verilen (Ma aleyke illa'l-belağ. İn ente illa nezir) haliyle,
Kur'an-ı Kerim'de geçmemektedir. Öyle görünüyor ki R.a'd Sıiresi 13/40 ve
Fatır Suresi 35/23 den parçalar, bazı kelimeler de eklenerek birleştirilmiştir.

394
S E L İ M K A L B İ N FİZYO LOJ İ S İ

olan kadarını zikredip, tamamını söyleyerek sözü uzatmak­


tan kaçınmak için gerisini bıraktık. Melik ve Allam/Çok
daha İyi Bilen Allah'tır.
İkinci Mukaddime: Hayat Suyu Hakkında
Bil ki su, hissedilebilen/somut ve son derece akıcı bir
cevhere verilen isimdir. Su ile (mecazen) ilim kastedilir ve
ilim için kullanılır. İbn Abbas (r. a. )ın, Allah'ın şu sözünü tef­
sir ederken: "Biz gökten belli bir ölçüde su indirdik de . . . . "385
Burada sudan kastın ilim olduğunu söylemesi gibi . . . Ehlul­
lah dilinde de sudan "en-Nefesü'r-Rahmani" diye isimlendi­
rilen külli heyula (bütün mevcudatın suretlerinin bulunduğu
yer) kastedilir. Çünkü harfi.erin mahreçlerine/çıkış yerlerine
uğrarken, insani harf ve kelimelerin suretlerinin insani nefes
şeklinde oluşması gibi İlahi harf ve kelimeler de Rahmani
nefes şeklinde oluşur. Allah Taala: "Ve arşı su üzerinde idi"386
buyurur. Arş, mülk demektir/mülkü sembolize eder. Şüphe­
siz ki alem-i mülk, hatta alem-i melekı1t suretlerinin hepsi
bütün suretleri kabul edici olan heyı1.lani cevher üzere hasıl
olmuşlardır. Desek ki "Arş; yedi göğün, ateş küresinin ve su­
yun üzerinde olan havanın üzerindeki Kürsi'nin üzerindeki
Atlas feleğidir" bu zikrettiklerimize ters düşmez. Çünkü su­
yun sureti de bu heyı1.lani cevher üzeredir ve bütün canlılarda
akmasıyla onlarda hayat akıcı olur. Çünkü bu cevher, hakiki
hayatın aslı olan Rahmani hazret/mertebeden, hakiki hayat
iktisab etmiştir. Nitekim, nefes de nefes alandan manevi ve
suveri bir takım şeyler alır. Bu sebeple, Rasulullah (s. a. v)
sahabe ve tabiundan ona biat edenler, diğer evliya ve salih
kişiler - Allah onların hepsinden razı olsun-, dua ettikten

385 Mü'minun Suresi 23/18.


386 Hud Süresi 1 117.

395
- -------- TASAV V U F V E T I P

sonra (nefeslerini) hasta kişilere üflerlerdi. Bu, bizim "Arşı


su üzerindeydi" ayetindeki sudan kastın ne olduğuyla ilgili
sözümüzü te'yid edici mahiyettedir. Bu sözümüzün te'yid
eden başka bir delil de "ve'l-bahri'l-mescur/kabaran denize
. . . yemin olsun ki"387 ayetinde olduğu gibi, "deniz"in, "su"yu
ifade için kullanılmasıdır. Burada mescur, "dolusu" anlamına
gelir. Çünkü hiçbir sıiretten boş kalmasının mümkün olma­
ması açısından heyıila, bütün eşyaların sıiretleriyle doludur.
Bu durumda, hakiki hayat suyu, Alim ve Habir (olan
Allah) hazretinden/mertebesinden taşan ledunni ilimdir. Ve
bu su, beşeri bulanıklıklardan arınmış, d.mi'a/toplayıcı, zul­
mani ve nurani perdeleri açılmış kudsi nefislere akmaktadır.
Sanma ki bu seyyal cevher veya cevherlerden bir cevher ha­
yattan halidir. Çünkü hariçte varlığı olan her şeyin bir nev'i
hayatı vardır. Bunu Şerhu'l-Fusus'un mukaddimelerinde de
zikretmiştik. Bu babda gaye/kural, varlığın hayvani itidal
bulduğu zaman zuhıir etmesi, bulamadığı zaman kapalı
kalması/açığa çıkmamasıdır. Kapalı kalması, mutlak olarak
yokluğu anlamına gelmez.
Bu sebeple, Allah, "Yedi gökle yer ve bunların içinde
bulunan (melekler, cinler, insan)lar O'nu tesbih ve (tenzih)
eder (ler). İ stisnasız her şey O'na hamd ile tesbih eder. Fa­
kat siz onların tesbihini anlamazsınız"388buyurur. Burada
muhataplar, Hak ve Hakk'ın sırlarından, varlık ve bir kıs­
mının bir kısmından ayrılmış alemlerinde zahir olan nurla­
rından perdeli olanlardır. Hakiki hayatın kendileri için hasıl
olduğu ve batınlarının nurlandığı mükaşefe halindeki kişiler,
bütün mevcudatı canlı ve tesbih eder vaziyette görürler. Ni-

387 Tür Süresi 52/6.


388 İsra Suresi 1 7/44.

396
S E L İ M KALB İ N Fİ ZYO LOJ İ S İ

tekim, sahabeden İbn Mes'ud, şöyle demiştir: "Biz yemek


yerken, yemeğin tesbihini işitirdik."389 Tesbih eden, canlıdan
başkası olamaz. Şeyhim (r. a.) şöyle demiştir: "Kimin batını
diriyse, kainattaki bütün ölüleri/cansızları canlı görür."
Bu mananın hakikatini, hayatın hissi/duyusal ve cismi
mertebeleri olduğunu bilenler bilebilir. Bunların en yükseği,
Ahadiyyet'de Zat'ın aynı, Esmai mertebenin bizzat kendisi
olan Vahdaniyyet'de ise Zat'ın gayrısı olan zati hayattır. Şüp­
he yok ki akli cevherin hayatı, hissi/duyusal hayat cinsinden
bir hayat değildir. Hayat mertebelerinin en altta olanı, hissi
hayattır. Öyleyse, en yüksek mertebedeki varlık, "hayat" adı­
na, en alt mertebedekilerden daha layıktır. En yüksektekine
yakınlık derecesine göre bu liyakat derecesi değişir.
Temiz bir ruh ve münevver bir kalbin hayatı, ancak
yakini bir ilim ve hakiki bir şühı1dla/kalbi görmekle müm­
kündür. Bu sebeple kafirler, hissi bir hayatla "hayy/diri" ol­
malarına rağmen, "ölüler" olarak kabul edilirler. Nitekim,
Allah Taala: "Sen duayı ölülere duyuramazsın, sağırlara da
duyuramazsın''390, "Sen kabirlerde olanlara/ölülere duyu­
ramazsın"391, Yine onlar hakkında: "Sağırdırlar, dilsizdirler,
kördürler; onlar akıl etmezler/anlamazlar"392 buyurur. Bu
hissi kuvvetler/duyular onlarda bulunmasına rağmen, on­
lardan duyma, görme ve konuşma nefyedilmiştir; çünkü
cehalet, şirk ve hakkın inkarına engel olmayan duyuların bir
değeri yoktur.

389 Buhari, Menikıb, 25. ; Deylemi, Mukaddime, 5; vb .


390 Nemi Suresi 27/80.
391 Fatır Suresi 35/22.
392 Bakara Suresi 2/171.

397
---- TASAVV U F V E T I P -------

Muteber, hakiki, baki bir hayat, ancak arifler ve kamiller


için hasıl olan ruhi bir hayattır. Bu, melekuti ve ceberı1ti ha­
yat cinsinden bir hayattır; fani dünyevi bir hayat değildir. Bu
sebeple, İlyas (a. s.)'ın, 16 sene yemeden, içmeden ve uyuma­
dan yaşadığı söylenir. Bu, melekleşmiş, melekler arasına ka­
rışmış birisinin yaşaması gibi bir yaşamdı. Bununla birlikte,
unsuri bedenin, bu dünyadaki yaratılışta şahsın ebediyen
ölmemesi demek olabilecek daimi olması mümkün değildir.
Çünkü bu dünyevi yaratılışta, hakiki bir itidal yoktur. Ancak
uhrevi neş'etteki varlığından dolayı ebedi ve daimi olur. İsa
(a. s.)'ın semada diri oluşu/yaşaması da uhrevi bederıledir.
Bu sebeple, İsa (a. s.): ''Ama beni içlerinden aldığında, ar­
tık Üzerlerinde gözetleyici sen oldun. Sen, her şeye hakkıyla
şahitsin"393 demişti. Ancak bu konunun hakikatinin araştı­
rılmasının yeri burası değildir. Doğruyu bulmak isteyenler
için bu kadar işaret kafidir. Allah, Hayy/Diri ve Baki, O'nun
dışındaki her şey ölü ve fanidir.
Üçüncü Mukaddime:
Zulumatın/Karanlıkların Hakikatinin Araştırılması
Bil ki nur ve zulmet, birbirine zıttır. Şöyle ki: Nur/Işık,
kendisiyle zahir/görünen ve başkasını da zahir edendir. Zul­
met/karanlık, bunun tersidir: kendisiyle hafı/gizli ve başka­
sını da hafı yapandır. Hakiki nur ve nurların kaynağı İlahi
Zat'tır ve O, ilmi ve ayni /zati varlıkların kendisiyle ortaya
çıktığı ilmi nur ve kevni varlığın çıkış mahallidir. Nitekim,
Allah, şöyle buyurur: "Allah göklerin ve yerin nurudur. . . . "394
İmkaniyet/mümkün oluş ve Rahmanın nurundan perdelen­
mesi açısından, kendisine "ğayr" ve "siva/başka" isimlerinin

393 Mii.ide Suresi 5/117.


394 Nur Suresi 24/35.

398
S E L İ M KAL B İ N FİZYOLOJ İ S İ

verildiği her şey, zatından ayrılmayan bir zulmet içindedir.


Bununla mutlak nurdan ayrılır. İşte bu, imkaniliğin (yani
var veya yok olmasının eşit olması) zulmetidir. Nitekim, Ra­
sulullah (a. s.), şu sözüyle bu nura işaret etmiştir: "Allah,
mahlukatı karanlıkta yarattı ve Üzerlerine nurundan serpti.
Kime bu nurdan dokunduysa o, hidayete erdi. Dokunmayan
kimse de dalalet ve sapkınlık içinde oldu." 395 O'nun nur­
luluğu zati'dir ve o nurla perdelidir. Nitekim, Allah Taala,
şöyle buyurur: "Duvarda bir hücre, içinde bir kandil, kandil
de bir cam fanus içinde. Sanki fanus, inci gibi parlayan bir
yıldız. Mübarek bir ağaçtan, ne doğuya ne de batıya ait olan
zeytin ağacından tutuşturulur. . . . " 396 Bu, kendisinin ğayrı
olan mevcudattaki nurun mertebelerine işarettir. Çünkü
(ayette geçen) lambanın (kendine özgü) bir nurluluğu var­
dır, fanusun (kendine özgü) bir nurluluğu vardır ve (Al­
lah) onun nurunu ışık saçan nurani bir yıldıza benzetmiştir.
Sonra Allah Taala, şöyle devam eder: "Bu ağacın yağı, ateş
dokunmasa bile nerdeyse aydınlatacak (kadar berrak)tır."
Onun içindeki nurluluk için de: "Nur üstüne nfü" buyurur.
Fer'/dal, aslına delil ve rehber olduğundan: "Allah dilediği
kimseyi nuruna iletir"397 buyurur.
İmkaniyet yönleri azaldıkça (yani zorunlu varlık olan
Allah'a yaklaştıkça), zulmeti de azalır. Bu durumda nuru ço­
ğalır. Nuri akılların birinci safı ve ceberut ehlinden mühey­
min meleklerinin nurları gibi. Zulmetin azalıp nurun art­
ması sonra daha yakınına, sonra daha yakınına . . . şeklinde
olur. Mücerred nefs-i natıkaların, nefs-i muntabı' ve onlara:
tabi olanlar gibi herşeyin imkaniyet yönleri arttıkça nfüa-

395 Tirmizi, İman, 18, H. 2642 (Hasen); Ahmed b. Hanbel, c. 2. , s. 176.


396 Nur Suresi 24/35.
397 Nur Suresi 24/35.

399
----� TASAVV U F V E TI P

niyet yönleri azalır. Karanlıkları artan cisimler gibi. . . Bu


sebeple Rasulullah (a. s.) şöyle buyurmuştur: Allah'ın nur
ve zulmetten 70. 000 perdesi vardır. Onları açsa, gözünün
ulaştığı her şeyi yakardı."398
(Görüldüğü üzere hadis), perdeleri nurani ve zulmani
kısımlarına ayırmıştır. Mübdiine yakınlığı sebebiyle id­
rak edilememesinden dolayı, ulvi ruhani zulmetler azalmış
olunca, buna "nurani perde" denir. Zulmani oluş, cisimlere
has kılınmıştır. (Ancak) nurların olduğu gibi, zulmetlerin de
mertebeleri vardır. Güneşin mukabili olan yeryüzünün şua­
larla nasıl aydınlandığını, sonra onu nasıl aksettirdiğini, bir
aksettiği yerden diğerine aksederken gücünün ve şiddetinin
azaldığını, sonunda hissedilemez hale geldiğini ve güneşin
cisminde bulunan nılraniyete mukabil kuvvetli zulmetin
oluştuğunu görmez misin? 399
Nurlar; akli, ruhani, manevi ve cismani oldukları gibi
zulmetler de akli, ruhani, manevi ve cismani olabilir. Birin­
ciye/akli zulmete örnek, ilahi nurla aydınlanmış akıl nuruna
mukabil, vehimle şüpheye düşmüş akıl zulmetidir. İkinci­
ye/ruhani zulmete örnek, beşeri ilintilerden ari/uzak kudsi
ruhların nuruna mukabil, müşrikler ve kafirlerin ruhları gibi
aydınlanmaya kabiliyeti olmayan bulanık zulmet şeklindeki
fa.sık ruhların zulmetidir. Üçüncüye/manevi zulmete örnek
de; tevhid, iman ve salih amel nuruna karşılık, şirk, küfr ve
masiyet/günah zulmetidir. Dördüncü/cismani zulmetin ör­
neği ise; güneş, ay ve diğer yıldızlar gibi ışık veren cisimlere
mukabil, eşyayı/şeyleri örten topraktır. Zulmetin en yüksek

398 Kısmen benzer bir hadis için Bkz. Müslim, İman, 293-294; İbn Mace,
Mukaddime, 13 (H. 196).H. Küçük .
399 Bu konuyu en detaylı ve güzel şeklilde işleyen eser el-Gazzili'nin Mişkıitu'l­
envti1'ıdır.

400
S E L İ M KA L B İ N FİZYO LOJ İ S İ --- -------

mertebesi, saflığını kaybetmiş akıllar, müşrik ve kafirlerin


ruhlarıdır. Bundan sonra manevi zulmetler, bundan sonra
da cismani zulmetler gelir. Bu sebeple, Rasulullah (s. a. s),
dünya ateşinin niteliği konusunda şöyle der: "70 defa yıkan­
dı, sonra dünyaya gönderildi". Burada, ruhani uhrevi ateşin,
dünyadaki ateşle kıyaslanamayacak boyutta daha tesirli ve
daha yakıcı olduğuna işaret vardır. Ruhani zulmetler de böy­
ledir.
Bu cismani zulmetlerden daha kuvvetli bir perde, daha
büyük ve şiddetli bir gizlilik içerisindedir. Hissedilebilen
karanlık, yeryüzünün gölgesidir ki bu koni şeklinde bir zul­
mettir (gittikçe artar). Kökü yeryüzünde, tepesi ise Ay Fe­
leğinden daha yüksektedir. Ve yeryüzünün zulmani yarısına
yakın olmaya devam eder. Çünkü güneşin nuru, ona ulaş­
maz. Ayrıca, bunun diğer yarısı, daha doğrusu nurani ya­
rısından fazlası da güneşe karşıdır. Ancak her iki yarıdaki
nur ve zulmet devam edici değildir. Çünkü Atlas Feleğinin
günlük hareketi vardır. Atlas Feleği, yeryüzüyle çevrilmiş
olan Güneş Feleğini hareket ettirendir. (Yukarıda) "veya
yarısından daha fazlası" dedik, çünkü cisimler ve uzaklıklar
ilminde açıklanmıştır ki güneş yuvarlağı, dünya yuvarlağının
164 küsür katıdır. İş böyle olunca, dünya yuvarlağının yarı­
sından fazlası güneşe karşı olmuş olur ve onunla aydınlanır;
yeryüzünden bir parça olmaz. Işığın ona ulaşmaması, bazı
yerlerde genel bir durum olur ki bu, sadece uzun bir günü
olan şimali kutbun alt kısmıdır. Burası dönme açısından gü­
neşin mihveridir: Ve günü altı ay olur. Gecesi de altı aydır.
Çünkü eğikliğin sonuna ulaşıncaya kadar üç ay güneş yük­
selmeye devam eder. Sonraki üç ayda, güneş batıncaya dek
düşüşe geçer. Sonra diğer bir üç ay daha diğerine mukabil

401
------ TASAV V U F V E T I P -------

külli uzaklığa ulaşıncaya dek düşüşe devam eder. Sonra ufu­


ğa ulaşıncaya dek geri gider. Bu mevzide canlı bulmak çok
nadir rastlanan bir durumdur. Çünkü gündüzleri çok sıcak,
geceleri çok soğuktur. Yer yüzünün güney kutbuna mukabil
olan kısım, suya batmıştır; orada zulmet müşahede edilmez.
Kuzey kutbunun altında olanın da zulmeti devam etmez.
Denizin bazı batı mevzilerinde, çoğunlukla kendisinden
azar azar suyun aktığı çok buhar olur ve güneşin nurluluğu
oraya aktarılır. Ama bu manayı bilmeyenin tasavvur ettiği
gibi sırf zulmet olmaz. Allah doğruyu daha iyi bilendir.
Dördüncü Mukaddime:
Oraya (Nurların kaynağına) Sülukun Keyfiyeti
Oraya giren karanlıkların, hissedilebilen karanlık cin­
sinden bir karanlık olmadığı açığa çıkınca, burada "karanlık­
lar"dan kastın, ruhani manevi karanlık olduğu da iyan beyan
ortaya çıkmış olur. Bu kevni mevcudatın karanlığıdır ki batı­
nı ve hakikati, Nefes-i Rahmani'ye varır. Nefes-i Rahmani,
hayat suyudur. İçen bir daha susamaz, bir daha hiç suzuzluk
hissetmez, iki cihanda canlı ve mutlu olur. Bu herkese ve­
rilmiştir ama ondan perdeli olan bundan gafildir. Nitekim,
muhakkik şeyh Evhadüddin Kirmani [v. 635/1238] bir Far­
sça şiirinde şöyle der:
Ey gönül! Anlamların başı olan söz seninledir.
(. . . . . . . . .)
Tadarak ve bularak ona varmak, ancak fenayla olur.
Çünkü fena, "gayriyyet" vasıtasıyla vasıflanmayı ve "kevni"
isimle isimlendirilmeyi gerektiren taklid ve tayini ortadan
kaldıran (bir durumdur). Bu, ilm-i sülukda beyan edilmiş
olan, külli menazil ve makamları katetmekle olur. Öyleyse,

402
S E L İ M KALB İ N FİZYO LOJ İ S İ

bu konuda düşünürken her şeyi içine alacak şekilde kısaca


şöyle diyelim: Silik, ya mühtedi/yolun başındaki ya muta­
vassıt/yolun ortasındaki ya da müntehi/yolun sonundakidir.
Mühtedi; nefsin menzillerinde, mutavassıt; kalbin menzille­
rinde, müntehi ise; ruhun menzillerinde süluk eder. Silikin
bu makamları katetme ve zatından perdeleri kaldırmada bu
üç mertebenin tafsilinden başka birşeye ihtiyacı yoktur. Bu
üç şey, bütün sülüklerin asıllarıdır.
Mühtedinin süluku, evvela intibah ve yakazayla olur.
Sonra günahlarından tevbe, sonra taatleri yerine getirerek
inabe etmesi, sonra veca, sora zühd, takva vb. diğer makam­
lar gelir. Kalpte; irade, tevekkül, rıza, teslim, tefviz, haşyet,
huzu' hasıl olduğu zaman, nefs makamından fenaya erme­
nin zirvesine ulaşmış demektir. Bu, fena fı'l-ef'il (fiillerde
fenaya erme)dir. Bunun akabinde, ilahi sıfatların şimşekleri
çakar, kalp onunla aydınlanır ve muayene, müşahede, mari­
fet, yakin gibi haller hasıl olur. Bununla fena fı'l-ef'il ta­
mamına ermiş olur. Çünkü o zaman, nefs toprağında gizli
olan nefsani sıfatların damarları, tamamen kesilmiştir. Son­
ra Mübdi'ini isteyen nefs-i Kudsi, hakiki maşukun nurla­
rından biraz taddığında ve Zat'ın cemalinin nurları ortaya
çıkıp da onda şevk, iştiyak, vecd, sekr, zevk, aşk, sevilenin
sıfatlarında sevenin sıfatlarının eriyip yok olmasını gerekti­
ren muhabbet hasıl olursa, kalbi fena ortaya çıkar ki bu, fena
fı's-sıfat/sıfatlarda fenaya ermedir. Sonra vecd; ğayriyyet ve
isneyniyet/ikilik yok edici kahırla Zat tecelli edince ve külli
bir fenayla fenaya erip de Hakk'ın Ehadiyetü'z-Zat/Hakk'ın
Zatı'nın Birliği ile zuhur eder. Bundan sonra seven, sevile­
nin "aynı/zatı"nda ölür ve ruhani fena hasıl olur ki bunun
adı "fena fi'z-Zat/Zat'da, yani Allah'da fena"dır. Sonra fenayı

403
--- TASAVV U F VE TIP -------

görmekten de fenaya erip de asıllıkla gayriyyetin eseri kesi­


lince, ilahi Zat tecelli ederek şöyle nida eder: "Bugün mülk
kimindir? (Ve kendisi şöyle cevap verir:) Kahhar ve Vahid
olan Allah'ındır"400 İşte o zaman, silikin kıyamet-i kübrası/
büyük kıyameti kopar. Sonra ikinci kez onu, baki ve hak­
kini bir varlıkla var eder, sonra haşr ü neşr eder ve sonra
da iki cihandan geriye kalan dönem için bir kere daha ba's
eder/diriltir. Artık ona ölüm gelmez, istediği bütün şeyleri
kaçırmaktan da emin olur. Bütün ruhani, misali ve cismani
alemlerde zuhur edebilir. Aynı anda muhtelif bütün mekan
ve mahallerde zuhur edebilir. İşte bu makamları bildiğin za­
man şek ve şüphe manileri kaldırılır.
Maksud (Bu risalenin asıl mevzusu): Hızır'ın Halleri
Deriz ki: Hızır (a. s.), Zat'ın isim ve sıfatları semasına
göre "yer" olarak adlandırılabilecek olan ekvanın/kevlerin,
zulumat alemine süluk etmiş kudsi nefs sahibidir. "İlm-i
ledünni" demek olan hayat suyunu elde etmiştir. Nitekim,
Allah Taala: "Ona, katımızdan bir ilim verdik"401 buyur­
muştur. Bu, İlahi Zat'tan ve İlahi Zat'a delalet eden gaybi
manalardan haber vermesi açısındandır. Bu haber verme,
İlahi emirle olur. Nitekim, ayette, "Bunu kendiliğimden
yapmadım"402 buyrulmuştur. O/Hızır, Allah'ın emriyle nebi­
dir ama bu, şer'/dini bir nebilik değildir. Ancak şer'i nübüv­
vetin olmaması, nübüvvetin büsbütün olmamasını gerektir­
mez. Nitekim, has/özel bir şeyin olmamasından anım/genel
bir şeyin olmaması gerekmez. Hızır'ın peygamberliği, zahiri
ahkamda şeriat sahibi bir peygambere tabi olması açısından
Musa (a. s)'ın şeriatı altında olan diğer Beni İsrail peygam-
400 Gafır/l\1ü'min Suresi 40/10.
401 Kehf Suresi 18/65.
402 Kehf Suresi 18/82.

404
S E L İ M KA L B İ N FİZYO LOJ İ S İ -------------

berleri gibidir. Zahirde şeriat sahibi bir peygambere tabi' ise


de, batında bu şeriat sahibi peygamberin Allah'tan aldığını
aynen alan bir peygamberdir.
"Daima var olması"mes'elesine gelince: Bu, Hakiki
Varlığın aynına ulaşmış; cismiyeti, m1ri-melekuti veya uh­
revi-unsuri cisimle değişmiş; beşeri pisliklerden arınmış; son
derece latif oluşundan dolayı ahiret yurdunun gerektirdiği
cisim yapısına eşit bir cismiyete sahip oluşundandır. Sahih
hadisler böyle der, Kelam-ı mecid/Kur'an da buna delalet
eder. Onun bedeni, ölüm ve fena kabul etmez. Zuhur ve
hafa/zuhur etmemede tam bir kuvvetle muttasıf bularak;
ruhani, misali, hissi/fiziksel her alemde aynı anda, her tür­
lü sı'.iret ve şekilde zuhı'.ir edebilir. Boğulanı ve helak olmak
üzere olanı kurtarma, eksikleri tamamlama, talihleri İrşad,
sapkınları manevi ve hissi/fiziksel yollara hidayet gibi Al­
lah'ın zuhurunun irade ettiği hiçbir şeye nüfüz edilemez.
Onun varlığı, idrara çıkma, barsaklannı boşaltma, sü­
müğünü silme gibi beşeri noksanlıklar, birbirine zıt cüz'le­
riyle cüz'lerin dağılmasına ve sürekli olarak bedenin harab
olmasına çağıran unsuri-dünyevi bedene dayanmaz. Bazı
salih insanların, onu bazen görmeleri, onu unsuri bedenle
görmeleri anlamına değildir. Melekler ve kamiller, hissi/
fiziksel ve misali surette bütün alemlerde görülebilirler.
Cebrail'in Dihyetü'l-Kelbi suretinde görünmesi ve diğer
sı'.iretlerde Hz. Meryem'e temessül etmesi/insan şeklinde
görünmesi gibi . . . Nitekim, Allah: "Ona beşer süretinde te­
messül etti/göründü"403 buyurmaktadır. Hızır, bu sıfata haiz
olması dolayısıyla, misali ve hissi suretlerde görülebilir. Arif
de onu müşahede eder ve onu müşahede ettiğini bildiği gibi,

403 Meryem Suresi 19/17.

405
------- TASAVV U F VE T I P ----�----

bu şühudun hangi mertebede olduğunu da bilir. Arif olma­


yan ise onun evvelden sahip olduğu unsuri bedeniyle var ol­
duğunu zanneder. Hatta onu misali surette müşahede eden
bazı silihler, onun 500 senede bir dişlerinin dökülüp yeni­
den çıktığı şeklinde bir zanna dahi sahip olmuşlar, müşahe­
delerinden bazılarında bu takarrur ettikten sonra tebeyyün
etmişti. (Bunu söyliyen) bilsin ki bu, başka bir şahsa hastır,
hatta bu süluku izleyen, kamillerin pınarına her vasıl olan,
celal ve kemal sahibi Hakk'ın kendisine tecelli ettiği herkes,
zulumat kaynağında hayat suyunu içendir ve o, Hızıri bir
şekilde devamlı canlı/diri, ebedi, mevcı1ttur. ( . . . . . . . . . . . . . . )
. .

Yine (ölmüş) karıncayı üfleyerek hayata döndüren Ebu Ye­


zid'le ilgili rivayetler gibi . . . Bu mana, Hakk'ın şehadetiyle
desteklenmiştir: "Ona, indimizden bir ilim öğrettik".404 Bu
sebeple, ona, bu sıfatta gayr-ı müntesibdir. Evhadüddin K.ir­
mani şöyle demiştir:
Güneş, ay ve bedr bizim manalarımızdır.
( . . . . . . . . . . .)
Hem Hızır ve hem su, bizim mülkümüzdür.
Ona dediğimiz şeyin hakikatini anlama ve bu mana­
nın onun indinde anlaşılır olması, batın ve zahir denizinin
aktığı yere (ayette buyrulan "mecme'al-bahreyn/iki denizin
birleştiği yer"e) tamamen ulaşmış kimseye mahsustur ki bu
zahir ve batını cem'etmiş/kendisinde birarada bulunduran
tevhidu'z-zattır. (Balığın denizde kaybolup gitmesi onun),
kalbini parçalayıp Rabbinin denizinde hızla gitmesi anla­
mınadır. (Çocuğu öldürüp ebeveyni sağ bırakması), hayatını
devam ettirmek için nefs-i emm:ire çocuğunu öldürüp ruh

404 Kehf Sı1resi 18/65.

406
S E L İ M KA L B İ N Fİ ZYO LOJ İ S İ

ve kalbi sağ bırakmasıdır. (Gemiyi delmesi), riyazet ve mü­


cahede içinde beden gemisinde delmesidir. (Yaptığı duvar),
ilimler ve gizli maarif hazinesinin çevrelediği tevhid duva­
rını, ruh ve kalbi yetiştirmesi ve bunların sözleriyle imkan
vadisinde tamamlaması ve Rahman mertebesinden bunların
perdelenmesi ve uzaklığıdır. Çünkü insan nüsha-i sağirinde/
küçük örneğinde ilim, zevk ve irfan olunca, büyük nüshada
da irfan ve zevk olur ki iki taraf birbirine intibak edebilsin.
"İskender, taleb etti ama elde edemedi. O, süluk edip de
isti'dadının hakiki vusule ermesine müsaade etmediği kimse
gibidir", denemez. Çünkü her taleb eden bulamaz. Her bu­
lan da mevcudunu bilmez. Mevcudunu her bilen de mikta­
rını/haddini bilmez. Allah, haddini bilip de tavrını aşmayan
kula merhamet etsin.
Allah, bizi hayat suyunu içenlerden, zulmetten nura
çıkarılmış olanlardan, kemal makamını elde edenlerden, ne­
fislerinden fani olanlardan ve böylece Kebir ve Müteal olan
(Allah)'la kalanlardan eylesin.
Bu, beyan etmek istediklerimin sonudur. Hamd, alem­
lerin Rabbi olan Allah'adır. Salavatı, yarattıklarının en ha­
yırlısı ve Hakk'ın mazharı olan Muhammed (s. a. s), ailesi­
ne, temiz ve tabir ashabının hepsine olsun, onlara mebzulca
selam etsin.
Risale burada tamam oldu.

407

You might also like