Gözümüzü dünyaya ilk açtığımız andan itibaren hayat denen
senaryosu belirsiz tiyatroya birileri oyuncu olarak giriyor. Annemiz ve babamız gibi kişiler çoğunlukla sahnede bir şekilde bulunurken sınıf arkadaşlarımız gibi kişiler ise güran misali kısa rollerini oynayıp sahneyi terk ediyorlar. Başrol, yani hayatın sahibi olan biz, etrafımızdakilerle hep bir temas hâlindeyiz. Bu, oyuncu listesinde fi birçok kişinin olduğu izlenimini verse de bize o oyuncu listesinde tek bir kişi vardır: kendimiz. Gün gibi ortadadır sahnedeki sahte kalabalığa bakarak görmezden geldiğimiz yalnızlığımız. Ondan kaçabiliriz ancak saklanamayız. Stańczyk tablosundaki soytarıyı da bulmuş olmalı bu yalnızlık ki balodakiler şen şakrakken kendisinin yüzünden yüzleşmenin verdiği acıyı okumak işten bile değil.
Hayat birçok yerde bize fısıldar aslında tek başımıza olduğumuzu.
Ortaokuldaki arkadaş grubum beni dışladığında hissettim ilk defa hayatın nefesini kulağımda. Bel bağladığım, dost bellediğim arkadaşlarım benden uzaklaşmayı tercih ettiler. Bugün baktığımda onun bir fısıltı olduğunun farkında olsam da o yaşta kulaklarımı parçalarcasına atılan bir çığlık gibiydi bu. Sanki kafamın içi boş bir konferans salonuydu, yalnızlık yankılanıyordu. Boş bir parkın hüznünü yaşıyordum iliklerime kadar. Teyzemin yaptığı, o çok sevdiğim karnıyarık artık tat vermiyordu. Nereye otursam âdeta transa geçiyordum. Gökyüzüne baktığımda gördüğüm yıldızların hâlinden anlar olmuştum. Çocukken yaşadıklarım yıllar sonra o kadar ağır gelmese de yaş aldıkça deneyimler de ağırlaşıyor. 19 yaşında bir delikanlı olarak annem tarafından evden kovulduğum gün yalnızlıkla karşılıklı oturduk. Kendisini daha iyi tanıdım. O günden sonra bir karabasan gibi çıkıverir oldu. Tanıştıkça daha rahat davrandı. Artık girerken kapıyı dahi çalmıyordu. Hayatımın ipleri onun elinde gibi hissediyordum. Kafasına estikçe uğruyor, travmalarım kabuk bağladıkça kazıyarak yeniden kanatıyordu. Ondan uzak durmak için türlü alışkanlıklar edindim. Dövüşmeyi öğrendim mesela. Kum torbası yerine yalnızlığı hayal ederek vuruyordum. Onu pataklayarak yormalıydım ki hayatımdan defedebileyim. Ama na leydi. Ben onu ittiğimi sanarken aksine daha da çok kendime çekiyordum.
Bundan beslendiğini anladığımda çarenin inatlaşma olmadığını
anladım ve başka yollar aradım. Birden şu soru aklıma geldi: madem bu yalnızlık denen meret ömürlük yol arkadaşım, arayı iyi tutmam gerekmez mi? Bu sorunun ardından bir aydınlanma yaşadım diyebilirim. Issız bir adada de ne bulduğunu sanan biri gibi çözümü bulduğumu hissetmiştim. “Hayatta olması gerekenler yoktur, sadece olanlar vardır.” mottosunu benimsemeye başladım ve olanları kabul etmeye çalıştım, yalnızlık gibi. Barıştık sayılır. Eskiden yalnızlık denen fi fi derde derman arardım, dermanım derdim oluverdi birden. O kadar da kötü değilmiş sahi. Bazen yalnız olduğum için sevindiğim bile oluyor. Yaşam yolunda yalnız olduğumu içselleştirdikçe kendime yaslanmaya başladım ve kendime yaslandıkça daha dik yürür oldum. Dertler üst üste binip çığ gibi üzerime yığıldığı zamanlarda kendi içime dönüyorum ve deşarj oluyorum çünkü artık dışarıdan bir şeyler beklemiyorum. Gücü kendimde topluyorum.
Şöyle bir geriye dönüp baktığımda yalnızlık ile aramda çalkantılı
bir ilişki olmuş. Kabul etmeliyim ki küçüklükten başlayan hayatın yalnızlık fısıltısı beni çok yordu. Ancak onunla yüzleşmek, onu dost gibi kabul etmek derin bir iç çektirdikten sonra üzerimdeki yorgunluğu aldı sayılır. Yalnızlık hayatın özü, bundan kaçış yok. Didişmek yerine onunla barışmak içime güç kazandırdı. Artık küçük şeyleri kendime sorun etmiyor, bunları hayatın bir parçası olarak kabul ediyorum sadece. İhtiyacım olanın insanların şefkati değil kendi iç sesimi olabildiğince yüksek sesle duymaya çalışmak olduğunu idrak ettim. Bu şekilde çözülemeyecek hiçbir sorun olamayacağını düşünüyorum.