Professional Documents
Culture Documents
bilimislamevrim
bilimislamevrim
Uyarı:
Bu yazıyı okuyan kişi eğer Müslüman ise ve Kuraniyyun mezhebindense Hadislerde
Yaratılış bölümünü atlayabilir. Bu yazının İslâmî bölümünün tamamı (bazı hadis rivayetleri
hariç) Sünnî ve Şiî mezhebine göre hazırlanmıştır. (Şiî’den kastımız günümüz Türkiye’sin-
deki Geleneksel Alevîlik değil, genel olarak İran ve Irak da mensupları bulunan Caferî mez-
hebi Şiiliğidir.
Bu yazıda hiçbir dinin propagandası yapılmamaktadır. Sadece bir Müslümanın neden
evrim teorisine inanamayacağını ve bilimsel birinin neden evrim teorisine inanamayacağı is-
patlanacaktır. Müslümanlık ispatlanmaya çalışılmamıştır. İlk bölüm Müslüman inancının gö-
zünden bakılarak yazılmıştır.
Mukaddime:
Charles Darwin
Özellikle Charles Darwin’in Evrim Teorisi’nin ateşli savunucuları olan bilim adamları,
hücreyi gördüklerinden ibaret kabûl etmeye balıklama atladılar.
Çünkü Evrim Teorisi, her şeyin kendi kendine tesadüfen, bir Yaratıcı olmadan var ol-
duğunu iddia ediyordu.
Ve eğer canlıları oluşturan hücreler ne kadar basit olurlarsa, tesadüfen bir araya gelip
bir kuş, bir kelebek, bir ağaç, bir balık ve bir insan olmaları o kadar kolay olurdu, onlara göre…
Darwin’e göre hücre öyle basit bir şeydi ki, azıcık sıcak suyun içinde bile kendiliğinden
oluşuverirdi. Zaten yeryüzünde hayat da böyle başlamıştı (!) Sıcak sular kokuşmuş, hücreler
oluşmuş, sonra bu hücreler bölüne çoğala insan olmuştu… Tabii binlerce binlerce binlerce yani
milyarlarca yıl içinde ve elbette kendi kendine yani tesadüfen!
Earnst Haeckel
Darwin’in en büyük hayranlarından ateşli evrimci Earnst Haeckel, mikroskobundan
gördüğü hücreler için, “Bunlar sadece içi jöle dolu basit baloncuklar” dedi.
Eğer, sadece kendi beyin hücrelerinden bahsediyor olsaydı, ben bile bunu kabûl edebi-
lirdim!
Ama Haeckel ’in amacı, yeryüzündeki canlıların, basit bir takım hücrelerin bir araya
gelmesiyle ortaya çıkıverdiğini söylemekti.
Böylece “Madem bu kadar basitler, öyleyse tesadüfen olmuş, evrimleşmişler…” diye-
bilirdi aklınca… Ama hücre, asla içi jöle dolu bir baloncuk değildi.
Basit bir şey ise, hiç değildi!
19. yüzyılın sonlarına doğru, kimsenin canlıların hücrelerden meydana geldiğine dair
şüphesi kalmadı.
İlk zamanlar bütün canlıların aynı hücrelerden oluştuğu zannediliyordu. Ama kısa bir
süre sonra bitki hücrelerinin, hayvan ve insan hücrelerinden farklı olduğu görüldü…
Aradan çok zaman geçmedi ki, bir insanı oluşturan hücrelerin bile birbirlerinden çok
farklı oldukları ortaya çıktı…
Kan hücreleri, kas hücrelerinden, kemik hücreleri sinir hücrelerinden başkaydı…
İnsan vücudunun hikâyesi iki farklı hücrenin birleşmesiyle başlıyordu; ama zaman
içinde pek çok farklı hücre ortaya çıkıyor ve organlar bu farklı farklı hücrelerden yaratılı-
yordu…
Heackel’in, “içi jöle dolu baloncukları” çabuk söndü.
Hücrenin keşfini, hücreyi oluşturan organellerin; golgi cisimciklerinin, mitokondrilerin,
hücre çekirdeğinin keşfi takip etti… Ama asıl bombalar 1931 yılında ELEKTRON MİKROS-
KOBU ‘nun keşfedilmesiyle ardı ardına patlamaya başladı…
Hücre çok acayip bir şeydi… Ve en ateşli Evrimciler bile artık eskisi gibi bacak bacak
üstüne atıp; canlıların kendi kendine tesadüfen ortaya çıktığını söyleyemez oldular.
En azından, azıcık utanması olanlar…
Mesela ünlü Rus Evrimci Oparin, hücre konusundaki gelişmelerden bir endişeye kapıl-
mış ve “Maalesef hücre, Evrim Teorisi’nin en karanlık noktasıdır…” demek zorunda kalmıştı.
Bu şu anlama geliyordu:
“Biz Evrimciler, canlıların kendi kendine tesadüfen ortaya çıktığını söylüyoruz ama
daha canlıları oluşturan tek bir hücrenin bile tesadüfen ortaya çıktığını ispat edemiyoruz! Yani
kendimizi kandırıyoruz; daha fenası, sizi de kandırıyoruz! O yüzden bizi pek ciddiye almayın…
Çünkü söylediğimiz şeylere biz de pek inanmıyoruz. Sadece Allah’ın varlığını kabul
etmemek için, böyle şeyler söylüyoruz…”
Bilimsel Açıdan Evrim
Madem bilim adamlarının itirafıyla dahi evrim bilimsel değildir, hakikat değildir, eği-
tim-öğretim müfredatlarımızda da yeri olmamalıdır. Bilimsel verilerle de apaçık görünen, ev-
rensel bir hakikat olan “Yaratılış” ise eğitim-öğretim müfredatlarımızda çekincesiz, eksiksiz,
tavizsiz şekilde ve her yönüyle yer almalıdır.
Bilim ilerledikçe akıllarda ve kalplerde güneş gibi parlayan yaratılış hakikatinin aksine
ısrarla ve inatla gözlerini kapatıp yol yürüyenler için tutunacak bir dal olarak görülme nokta-
sında alternatifsiz olan evrim teorisi, kendisini objektif olarak niteleyen, hakikatte ise tercih
yapma zorunluluğu nedeniyle tarafsızlığı mümkün olmayan bilim adamlarının hayatlarının her
safhasına, beklentilerine, dillerine dahi hükmeder olmuştur. Bilim adamı Anthony Standen’in
ifadesiyle evrimin hegemonyası altında olan bilim, kendisinden istifade edilen ve tapınılan bir
kutsal (!) ineğe dönüşmüştür.
Türden türe veya basitten daha karmaşık türe geçişi iddia eden evrim, hakikat ile yani
bilimin objektif verileri ile tamamen zıt, bu nedenle ana esasları ve ön kabulleri dahi ciddi ma-
nada hatalı, ispatlanamamış ve ispatlanması imkânsız olan bir hipotezdir (Sözlük anlamıyla,
yani varsayım, faraziye manasında hipotezdir. Yoksa bilimin normlarına göre hipotez dahi de-
ğildir.). Benzetmelerden yani anoloji’den yola çıkılarak kurgulanmış, bilimselliğe yakışmaya-
cak şekilde maksatlı ve taraflı şekilde savunulup ısrarla sürdürülen bir ideoloji, yaratılış haki-
katinin parlak güneşini üflemekle söndürmeye çalışan boş heves, örtmeye çalışan hayal ürünü
bir balçık ve genç zihinleri bulandırıp dinsizleştirerek hatta evrimi adeta din edindirerek yutan
bir bataklıktır. Bu bataklıktan çıkmak, gözünü açıp hakikati görmek ve göstermek isteyenler
için birkaç delil:
1- Bilim, gözlem ve deneye dayanır. Hâlbuki evrim gözlem ve deneyin dışındadır. Ne gözlem-
lenmiştir, ne de gözlemlenebilir. Ne görülmüştür, ne de gösterilebilir. Deney ortamlarında oluş-
turulabilmiş de değildir. Dolayısıyla türden türe geçişi iddia eden evrim bilimsel değildir.
2- Evrim hakikate zıt bir faraziyedir. İspatlanmış birçok kanuna terstir ve o kanunlarla bağdaş-
maz.
a) Bu kanunlardan biri termodinamiğin ikinci yasasıdır. Bu yasa şunu söyler: “Kâinatta her
mevcut, kendi haline bırakılsa maksimum düzensizlik ve minimum enerjiye gider.” Evrim ise
bunun tam tersini, yani zaman içinde her mevcudun kendiliğinden, basitten karmaşığa ve daha
düzenli daha üstün türlere dönüşe dönüşe var olduğunu iddia eder.
Termodinamiğin ikinci yasası (entropi), doğruluğu deneysel olarak kanıtlanmış bir kanundur.
Yüzyılımızın en büyük bilim adamlarından biri olan Albert Einstein, bu kanunu “Bütün bilim-
lerin birinci kanunu” olarak tanımlamıştır. Sir Arthur Eddington ondan, “bütün evrenin en üstün
metafizik kanunu” olarak bahseder. Hatta evrimin temel dayanaklarından olan evcil hayvan
teorisi ve tüm teoriler hakkında bu kanunla tezat oluşturması halinde “En derin bir aşağılama
ile çökmeye mahkûm ve son derece umutsuz” ifadelerini kullanmaktadır. Amerikalı bilim
adamı Jeremy Rifkin “Entropi: Yeni Bir Dünya Görüşü” adlı kitabında konuyla ilgili, “Entropi
Kanunu, tarihin bundan sonraki ikinci devresinde, hükmedici düzen şeklinde kendini göstere-
cektir” demektedir. Bunun aksine evrimci bilim adamları, evrimi bilimin birinci kanunu gibi
görmekte ve göstermektedir. Öyle görmeyenleri ise dışlamakta, itibarsızlaştırmaktadır.
Bu kanunun evrimle çeliştiği ve evrimi çürüttüğü görüşüne karşı evrimcilerin şöyle bir
itirazı olmaktadır: “Bu durum (entropi) kapalı sistemler için geçerlidir güneş sistemi gibi dışa-
rıdan enerji alan açık sistemlerde ise geçersizdir”. Bu itirazı şu gerçek geçersiz kılmaktadır:
“Açık sistem dediğimiz dışarıdan enerji alan sistemlerde de kapalı sistemlerde de basit yapıdan
karmaşık yapıya geçiş tesadüfen ve evrimle açıklanamaz, çünkü şuursuz ve kontrolsüz bir enerji
yapıcı değildir, her zaman yıkıcıdır. Sanat icra edemez. Açık ve kapalı sayısız sistemlerle do-
natılmış olan kâinat sayısız sanatlarla süslenmiştir. Madem öyledir, bütün bunları yapan, kör
kuvvet, akılsız enerji değildir ve olamaz.
b) Evrimi çürüten bir diğer kanun, tüm türlerin çoğalmalarının, sayılarının kontrol altında tu-
tulması, istilalarına izin verilmemesi ve ölüme mahkûmiyetleridir. Hâlbuki bu durum, yani öl-
mek ve sınırlandırılmak, canlılar için istenen bir durum değildir ve evrimle bağdaşmaz. Onları
geliştiren güçlendiren bir durum değil, aksine zayıflatan bir durumdur. Tüm türlerde, hayatta
kalma ve çoğalma temayülü son derece kuvvetlidir. Buna rağmen sayıları hep sınırlandırılır,
denge hep korunur. Bu kanun eğer evrim sürecinde gelişmiş olsaydı, daha gelişene kadar, yani
bu kanunun olmadığı dönemlerde, bu kanunun evrimleşmesine imkân tanımayacak şekilde
denge ve düzen bozulacak, canlılık tükenecek veya bir tür veya birkaç tür kalacaktı. Hâlbuki
bu kanun canlılıkla beraber var olmalıdır ki bu kadar türler ve denge olabilsin. Madem bu kadar
canlı türü ve sayılarında bir dengelenme söz konusudur, öyleyse evrim söz konusu olamaz.
c) Evrimi çürüten bir diğer kanun, değişim yani tebeddülat kanunudur. Neden evrimi çürütür?
Çünkü tüm değişimler, türün kendi içerisinde gelişir, türden türe bir geçiş yoktur, olmamıştır.
Bu kanun, türün kendi içerisinde gerçekleşen ve genellikle bozulma, yaşlanma, yıkım ve ölüme
götüren bir kanundur. Bazen daha iyiye götürücüdür ki bunda dahi türden türe bir geçiş söz
konusu değildir. Örneğin bir bakteri daha dirençli bir bakteri halini alır. Ancak dikkat edilirse
dirençsizi de dirençlisi de bakteridir. Bakteri virüse, virüs bakteriye dönüşmemektedir. İnsan
da bazı mikroorganizmalara direnç geliştirir, yani bağışıklık kazanır. Savunma sistemi iyi
yönde değişim geçirir. Ancak bu olumlu değişim insanı farklı bir türe çevirmez. İnsan yine
insandır. Üstelik akıllı şuurlu insan dahi, kendi savunma sistemindeki bu olumlu değişikliklerde
bir pay sahibi değildir. Kendi asker hücrelerinin komutanı değildir. Kendinde olan bu değişime
sadece mazhar olmaktadır, seyircidir, aklı varsa şükredicidir. Kaldı ki bakteri ve benzeri, şuur-
suz, akılsız canlılar, direnç geliştirmekte pay sahibi olsunlar! Onlar da ancak mazhardırlar, ya-
pılmakta, yaratılmakta, değiştirilmektedirler.
Kamuflaj ile savunma sistemi gösteren hayvanlara dikkat edelim. Bunu o hayvanın ya-
pabilmesi için, önce akıl, şuur, düşünce, sonra kendini yaşadığı ortama benzetebilmek için ken-
dine bakacağı bir ayna, sonra da kendi vücudunu değiştirebilme, yani atomlarına hücrelerine
hükmedebilme gücü ve ilmi lazımdır. Bir de bu savunma sistemini geliştirene yapana kadar, o
savunmasız haliyle hayatta kalabilmesi ölmemesi lazımdır. Buna inanmak, akılla hakikatle bağ-
daşır mı?
Bu değişim kanunu ile gerçekleşen örnekler, hayret verici şekilde evrime delil olarak
gösterilmektedir. Hâlbuki bu değişimlerle bir tane bile türden türe geçiş olmamıştır. Buna ihti-
yaç da yoktur. Bir türü yapan ilim, irade, kudret sahibi kim ise, bütün türleri de yapan O’dur ve
bunu yapabileceğini ispatlamış, sanatını, yaratma gücünü ortaya koymuştur ki O, Allah’tır.
d) Ateizmin temel taşı olan ve tesadüfi varoluşun dayanağı kabul edilen evrim, aksi ispat edi-
lemeyen şu kanuna da terstir: Burhan-ı inni diye tabir edilen, eserin müessire, yani eseri yapana
delil olma kanunudur. Örneğin duman, ateşe delildir. Ateşin bizzat görülmesi şart değildir. Du-
manın görülmesi, ateşin varlığını ispat eder. Bir harf dahi kâtipsiz, bir iğne dahi ustasız olmaz,
olamaz. Bir kitap yazarsız, bir bilgisayar ustasız olabilir mi? İnsan beyni, bilgisayarı yapan en
üstün ve organik bir bilgisayardır. Teknolojisine yetişilemeyen çok üstün bir modeldir. İnsan
beyni de bilgisayar gibi sonradan meydana gelmiştir ve üzerinde inanılması güç şekilde 100
milyar civarında sinir hücresi (nöron), bunun 10-50 katı kadar glia hücresi ve sinir hücreleri
arası yaklaşık 100 trilyon sinaps, yani hücreler arası bağlantı vardır. Bilgisayarın da, beynin de,
kâinatın da hammaddesi aynı atomlardır. En basit bir bilgisayar dahi evrim sürecinde atomların
yıllarca savrulup çarpışmasıyla tesadüfen oluşamazsa, beyin nasıl oluşur? Beyni yapan; kör te-
sadüf, şuursuz evrim, akılsız-ilimsiz maddeler ve atomlar olabilir mi? Kanunlar dahi olamaz.
Çünkü kanunlar dahi kanun koyucu ve kanunu işletici olmadan işlemez, ürün vermez, işe yara-
maz. Anayasanın ve tüm kanunların, hükümet, polis, savcı, hâkim olmadan işlemeyeceği, her-
hangi bir eseri, tesiri, ürünü görünmeyeceği gibi. Kâinatta geçerli ve bilimsel olarak ispatlanmış
tüm kanunlar dahi, kanunu işlettirecek kanun koyucuya, hükmediciye muhtaçtır, mahkûmdur.
Kanunlar, bazı canlıların hastalanmasına, ölmesine ve tahrip olmalarına neden olur. Hâlbuki bu
durumu tahrip olan ölen bu canlılar fıtraten hayata meyilli olduklarından istemezler, bu kanuna
isyan etmeye uymamaya meyillidirler. Bu da ispat eder ki, kanuna boyun eğdirici bir hâkim
olmak zorundadır ki kanun işleyebilsin. Bir köy dahi muhtarsız olmaz, nizamını kaybeder, köy
kaos yerine döner. Nasıl olur da bu muhteşem kâinat hâkimsiz, idarecisiz olabilir. Burhan-ı
inni’ye göre kâinattaki tüm bu orijinal şaheserleri şuursuz evrime vermek, duvarda asılı şaheser
bir tabloyu şuursuz fırçaya, boyaya, tuvale vermekten daha büyük bir yanılgıdır ve doğrudan
sapmadır. Nihayetinde ressamlar, kâinattaki asılları, orijinalleri takliden ve can veremeden sa-
nat icra ederler. Yani bir ağacın iki boyutlu basit bir resmi bile şuursuzlara verilemezken, bir
ressam şart iken, canlı olan ve çamurlu suları içip şeker şerbeti meyveleri veren müthiş fabri-
kalar olan ağaçlar nasıl şuursuz unsurlara, akılsız ve kör evrime verilebilir?
3- Bilim adamları dünyanın ömrünün yaklaşık 4.5 milyar yıl olduğunu söylemektedir. Dünyada
tespit edilmiş 8 milyon 700 bin canlı türü vardır. Her sene yeni 10 bin canlı türü tespit edilmek-
tedir. Yaklaşık 100 milyon civarında canlı türü olduğu düşünülmektedir. İnsanda 100 trilyon
hücre vardır. Her bir hücrede binlerce milyonlarca enzim, hormon gibi maddeler iş görürler.
Her bir enzim saniyede 40 kez kimyasal reaksiyona girer. Bütün bunlar türün özelliklerini be-
lirleyen sonuçlar ortaya çıkarır. Bütün türlerde, her türün tüm fertlerinde ve her ferdin tüm hüc-
relerinde bu reaksiyonlar, sistemler, mekanizmalar gelişmiştir ve işlevseldir. Özetle çarpıp böl-
düğümüz zaman, evrim süreci çok hızlı olmak zorundadır. Her güne, her saate hatta her daki-
kaya binlerce milyonlarca yeni sistem yeni mekanizma geliştirmek zorundadır ki bu kâinat bu
haliyle var olabilsin. Hâlbuki böyle bir durum görünmemektedir. Binlerce yıldır insan yine in-
san, maymun yine maymundur. Bu kadar faydalı ve gerekli sistemlerin, mekanizmaların, biyo-
lojik makinelerin, reaksiyonların, bu kadar canlı çeşitliliğinin, evrimleşme sonucu meydana
gelmesine dünyanın ömrü yetmez. Bir süreç içerisinde oluşumu da kaldıramaz, daha oluşama-
dan yok olur. Birçok sistem, organik makine ve mekanizmalar, bir anda, her şeyiyle, bütünüyle
olmak zorundadır. Örneğin en basit sayılabilecek proteinlerden Sitokrom-C’nin tesadüfle or-
taya çıkma olasılığı için gereken zaman, yaşı 15 milyar yıl olan evrenimizin yaşının bile çok
üzerindedir. Yani tamamen tesadüflerle dahi evrenin yaşı bir proteinin ortaya çıkışına izin ver-
memektedir. Basit yapılı her bir hücrede, sayısı 3000’i bulan proteinlerin hücrenin binasında
temel taşlar olduğu düşünülürse olasılık kelimesi dahi anlamını yitirmektedir. Evrim, gerçekle-
rin yanında son derece hantal ve muhal kalmaktadır. Özetle, bu evrenin evrimleşmeyle uğraşa-
cak vakti yoktur.
4- Dünyada çok açık şekilde varlığı bilinen ve hissedilen bir gerçek vardır ki o da duygulardır,
maneviyattır. Evrim ise materyalist zemine oturmuş bir inançtır. Duyguları, maneviyatı, ma-
nevi olayları açıklayamaz. Sevgisiz varlıklar, nasıl seven varlıklara dönüşmüştür? Bu ve ben-
zeri sorulara makul bir cevap veremez. Madde, sınırlı ve geçicidir. İnsanların yaşama ve mut-
luluk arzuları ise sınırsızdır. Evrim düşüncesiyle, siyahi insanlar henüz evrimini tamamlayama-
mış bir alt sınıf olarak görülmektedir. Dolayısıyla evrim, ırkçılığın, güçlü olanın güçsüzü ez-
diği, yok ettiği bir sömürge düzeninin, yani zulmün ve adaletsizliğin temelini teşkil edecek po-
tansiyelde bir dünya görüşüdür ki bu da insanın mahiyetindeki vicdan, adalet, merhamet haki-
katleriyle yani fıtrat ile çelişir.
5- Evrim gerçek olsa idi, milyarlarca, hatta canlılardan daha fazla sayıda ara formlar olması
gerekirdi. Hâlbuki bir tane bile, ara form olduğu ispatlanmış bir varlık söz konusu değildir. Yarı
bitki yarı hayvan, yarı hayvan yarı insan bir ara form yoktur ve olmamıştır. Ara form olduğu
iddia edilen fosillerin hiçbiri türden türe geçişe delil değildir. Her biri kendine özgü bazı yönleri
benzer bazı yönleri farklı yaratılmış birer türdür. Ara formun söz konusu olmadığının bir delili
de, evrimcilerin kendilerini dahi aldatarak suni ara formlar oluşturma çabalarıdır. Bunun bir
örneği “Nebraska adamı”dır. William Bryan adlı bilim adamının itirazlarına rağmen bu sahte
ara form hayal ürünü çizimlerle süslenerek sunulmuştur. Ancak bir diğer bilim insanı Harold
Cook, Nebraska adamının maskesini düşürmüştür. (Ara form bulma umuduyla gerçekleştirilen
vahşice olaylardan biri için bakınız: Ota Benga)
6- Bir göz (Darwin’in dahi itirafıyla), bir hücre, yapısı itibariyle, tüm parça ve organellerinin
aynı anda beraber var olmasıyla birlikte beraber bir fonksiyon görebilir, göz göz olur, hücre de
hücre. Yoksa yok olur kaybolur gider. Bu ise evrimin zaman içinde gelişme ve parça parça
oluşma hipotezini çürüten bilimsel bir gerçektir. Milyonlarca yıl içinde tesadüflerin elinde, bir
göz dokusu oluşana kadar, bir hücre oluşup gelişene kadar çoktan yok olup gitmeye mahkûm-
dur. Bu konu Amerikan Fizikçi Lipson’a şu yorumu yaptırmıştır: “Türlerin Kökeni‘ni ilk oku-
duğumda Darwin’in genelde sunulan tablonun aksine, kendisinden pek de emin olmadığını fark
etmiştim. Örneğin “Teorinin Zorlukları” başlıklı bölüm, çok belirgin bir güvensizlik yansıt-
maktadır. Bir fizikçi olarak, gözün nasıl ortaya çıkmış olabileceği yönündeki yorumları karşı-
sında şaşkınlığa düştüm.” . Darwin zamanında hücre, bilinmeyen bir kara kutu idi. Darwinden
beri ısrarla tüm teknolojik bilimsel gelişmelere rağmen, hücrenin kendine hayran bırakan özel-
liklere sahip, adeta bir fabrika, bir mikro şehir gibi işleyişine rağmen, evrim düşüncesi ısrarla
inatla sürdürülmeye çalışılmış bunun için her yola başvurulmuş ve gerçekler görmezden gelin-
miş, gerçekleri gören bilim adamları ise itibarsızlaştırılmıştır.
7- Mendelin ispat ettiği ve gözlemlediği deney ve ilkelerine göre yaşam süreci içerisinde kaza-
nılmış olan özellikler genlere ve nesillere aktarılamaz. Örneğin komando eğitimleri ile kasları
gelişmiş güçlenmiş bir baba bu özelliklerini çocuğuna aktaramaz. O çocuk kaslı ve güçlü doğ-
maz. Bir kazada kolu kopan bir annenin çocuğu kolsuz doğmaz. Yaşam süresince kazanılan
fiziki değişimler genlere ve nesillere aktarılmaz.
Epigenetik başlığı altında yapılan izahlar, verilen örnekler ise evrimi izah ve ispat et-
mez. Epigenetik kısaca ve özetle; çevre koşullarının, genleri değil genlerin işleyişini değiştire-
rek fenotipin değişmesine neden olmalarına verilen isimdir. Fenotipe yansıyan değişimlere mo-
difikasyon denir. Modifikasyonlar kalıtsal değildir. Çünkü meydana gelen değişiklikler sadece
vücut hücrelerinden ibarettir. Bu nedenlerle modifikasyonlar evrime delil değildir. Fenotipik
değişimler genetik yapıya yansımaz, nesillere aktarılmaz. Sadece üreme hücrelerinde meydana
gelen mutasyonlar nesillere aktarılır ki onların da çoğu doğum olmadan düşükle sonuçlanır.
Doğanlar ise üreyemeyecek kadar hastadır, üreme fonksiyonları bozuktur ve bu hallerini yine
nesillere aktaramaz. Burada da bir hikmet bir denge bir tasarım görünmektedir. Hiçbir tasarla-
yıcı olmadan olamayacağına göre, bütün bu tasarımları dengeleri hikmetleri var eden bir ilim
sahibi vardır ki O zat bizimle irtibata geçmiş, bize kendini tanıtmış, bütün isimlerini de Allah
ismini de öğretmiştir. O yüzden diyoruz ki bütün bu mükemmel işleri yapan yaratan Yüce Al-
lah’tır.
Epigenetik, türden türe geçişe değil, yine türün kendi içinde değişimlere sebep olur. Ör-
nek: Folik asit yedirilen gebe fareler ile yedirilmeyen farelerin farklı renkte fare doğurmaları
bir evrim değildir. Tür değişmemiştir. Farklı mekanizmalarla renk değişmiştir. Fare yine fare-
dir. Fare, bir tavşana dönüşmemiştir. Maalesef bu hadise dahi evrime delil gibi gösterilmeye
çalışılmaktadır.
8- Evrim bir kanun olsa idi tüm varlıklar bu kanundan kaçamaz ve bu kanuna tabi olur idi.
Hâlbuki yeryüzünde halen maymunlar mevcuttur. Bu maymunların, haşa insana dönüşenlerden
ne farkı vardır, bunların neyi eksiktir ki insana dönüşememişlerdir. Bunun gibi nice örnekler
mevcuttur. Tüm bu canlılar binlerce yıldır halen türlerini korumakta, yeryüzünde yaşamaya ve
çoğalmaya devam etmektedirler. Mendelin araştırmaları sonucu genetik programda bir sağlam-
lık ve kendini koruma özelliği söz konusudur. Eğer bu koruma mekanizması olmasa idi tür
özellikleri korunamazdı kolayca yıkıma uğrardı. Her tür kendine has özelliklerini devam ettiren
genetik şifrelerini korumaktadır. Elbette ki bu korumayı her şeyden habersiz olan türlerin fert-
leri yapmamaktadır. Bir yerde plan, program, yazılım varsa onu planlayan programlayan da
vardır. DNA’nın, genetik kodların ve bu hayrete düşüren yazılımın planlayıcısı programlayıcısı
da o programı adeta bir çeşit organik anti virüs programlarıyla sağlamlaştıran ve korumaya alan
da Allah’tır. Eğer bu sağlamlaştırma kararlı kılma ve koruma olmasa idi, anne karnında pank-
reas hücresi olarak gelişen ve hormon üreten hücreler zaman içerisinde kolayca farklı ve işlev-
siz hücrelere dönüşebilecekti. Allah’ın yarattığı sanat eserlerindeki fenotipik ve genotipik genel
kararlılık ve istikrar, evrime zıt bir hakikattir. Hem bu kadar tür çeşitliliğiyle birlikte değerlen-
dirildiğinde evrimin imkânsızlığını açıkça ortaya koyar. Bu genetik kararlılık, türden türe ge-
çişi, türlerin karışmasını, ebeveyn başka bir tür, yavru başka bir tür olmasını engelleyici bir
mekanizmadır. Bu, genetik yapıda bir sağlamlık, türe has özellikleri koruma şeklinde kendini
gösterir. Bu mekanizma sayesinde farklı türler birbiriyle çiftleşmezler. Evrime delil bulmak
gayesiyle suni ve kasıtlı olarak çiftleştirilenler ise gebe kalamaz. Faraza böyle bir gebelik oluşsa
dahi düşük ile sonuçlanır. Çünkü günümüzde de düşük ile sonuçlanan tüm gebeliklerin çoğunda
genetik veya kromozom aykırılıkları tespit edilmiştir. Bu son derece hikmetli ve gereklidir.
Yoksa anne ya da baba bir hayvan, faraza başka bir tür hayvan olarak doğmuş ya da dönüşmüş
olan yavrusuna uygun beslenme ve korumayı nasıl sağlayacak, onu nasıl yetiştirecektir? Örne-
ğin, arslan anne babanın başka türden bir yavrusu olsa ve o yavruya arslana has avlanma, ko-
runma, beslenme özelliklerini öğretse, o yavru nasıl hayatta kalabilecektir? Arslanlıktan başka
bir şey bilmeyen o anne baba da o yavruya başka bir şey öğretemez. Misaller uzar gider…
Allah’tan ki böyle durumların olamayacağı şekilde tedbirler alan kâinatın bir Müdebbiri vardır.
9- İnsanın atası olarak sunulan maymunun insana benzer yönleri olduğu kadar, konuşma açı-
sından bülbülün, sosyalleşme açısından karıncaların maymundan daha fazla insana benzer özel-
likleri tespit edilmiştir. Bu durumda insanın atası hangi hayvandır? Maymun mu, bülbül mü,
yoksa karınca mı? Benzerlikler, birbirine dönüşmenin birbirinin atası olmanın delili değildir ve
olamaz. Üstelik halen yok olmamış olan maymunlar, bülbüller, karıncaların varlığı da bu dü-
şünceyi, evrimin temel tezlerini çürütmektedir.
10- Hem karada hem denizdeki canlı çeşitliliği de evrime ciddi bir darbe vurmaktadır. Bu kadar
çeşitlilik evrimle açıklanamaz, izahı mümkün değildir. Dünyada tespit edilebilmiş 8 milyon 700
bin canlı türü vardır. Bilim insanları son araştırmalarda aslında doğal hayattaki canlı türlerinin
100 milyonu bulabileceğini tahmin etmektedir. 6000 çeşit elma olduğu tespit edilmiştir. Hangi
gereklilik hangi zorunluluk üzerine ve hangi evrim mekanizmalarıyla bu kadar çeşitlilik mey-
dana gelmiştir? Bu sorunun makul ve ispatlanabilir bir cevabı yoktur.
11- Evrimcilerin bel bağlamış olduğu mutasyonlar, tahrip edici ya da etkisizdir. Bir canlıyı daha
üstün bir canlıya çeviren bir mutasyon gösterilememiştir. Ancak bozan, hasta eden veya etkisiz
mutasyonlar gösterilebilmiştir. Gen mutasyonları, üreme hücrelerinde meydana gelirse ancak
gelecek kuşaklara aktarılır. Orak hücreli anemi, fenilketonüri, albinizm gibi kalıtsal hastalıklar
gen mutasyonu sonucu ortaya çıkar. Ancak dikkat edilirse bunlar insanı hasta eder. Süper insan
haline getirmez. Farklı bir tür haline hiç getirmez.
Bir başka değişiklik de, kromozom sayısının tam katları veya yarı katları kadar artması
şeklinde olabilir. 40 kromozomlu bir bitkinin üremesi esnasında çiçek tozu ve yumurta hücre-
lerinin teşkili esnasında kromozom sayısının yarıya inmesi gerekir. Çünkü erkek ferdi temsil
eden polen ile yumurta hücresi birleşince kromozom sayısı 40 olarak sabit kalacaktır. Hücre-
deki kromozomların yarıya inmesi esnasında müdahale edilerek bu yarıya inmeye mani oluna-
bilir. Bu yarıya inme, yumurta hücresinde yapılabileceği gibi sperm hücresinde de veya her
ikisinde de yapılabilir. Bu durumda kromozom sayısı 40 yerine, 60 veya 80 olan fertler mey-
dana gelir. Bu şekildeki kromozom artışı fertleri öldürmez. Bunların nesilleri de devam eder.
İşte bu tip kromozom değişikliğine faydalı mutasyon adı verilir. Özellikle bitki ve hayvan ısla-
hında bu metottan faydalanılmaktadır. Mesela, kromozom sayısı iki katına veya dört katına
çıkmış mısırlar, normal fertlere göre daha büyük koçanlı ve daha iri daneli olmaktadır. Aynı
şekilde süt ve et verimini arttırmak için hayvanlar âleminde de benzer uygulamalar vardır. Bu-
nun haricindeki mutasyonlar, ister genlerde olsun, isterse kromozom yapısında veya sayısında
olsun zararlı ve genelde öldürücüdürler.
Sonuç olarak, mutasyonların faydalı olanları, kromozom sayısının katları şeklinde artış
gösterenlerdir. Bitki ve hayvan ıslahında iri yapılı meylerin elde edilmesinde, et ve süt verimi-
nin arttırılmasında bu metot kullanılmaktadır. Ancak, bunlardan yeni ve farklı bir canlı mey-
dana gelmesi mümkün değildir. Mısırın kromozom sayısını iki kat arttırınca iri daneli ve büyük
koçanlı mısır elde edilmekte, mısır yine mısır olarak kalmakta, mısırdan fasulye meydana gel-
memektedir.
Bu konudaki şu itiraf çok manidardır: “Ayrıntıya girdiğimizde, tek bir türün bile değiş-
tiğini kanıtlayamayız. Varsayılan değişikliklerin faydalı olduğunu da kanıtlayamayız ki teorinin
temeli buna dayanmaktadır.”
12- Evrimciler ispattan ziyade bir kabulle hareket etmektedirler. Örneğin “ilk canlı tesadüfen
oluştu” derler. Bunun ise bir ispatı yoktur ve olamaz. Cansızdan canlı oluşumunu izah edeme-
yince de neredeyse canlı ve canlılık kavramını inkâra kadar meyletmiş durumdadırlar. Sofestai
felsefecilerinin, Yaratıcıyı inkâr etmek adına kendi varlıklarını inkâr etmeleri gibi. Hâlbuki mu-
teber bilim adamlarından Pasteur ’un dediği gibi “Hayat ancak hayattan gelir”. Kendisinde ha-
yat olmayan başkasına hayat, kendisinde şuur-bilinç-ilim olmayan başkasına şuur-bilinç ve
akıl, kendisinde görme olmayan başkasına göz ve görme veremez…
13- Milyonlarca yıl önce evrim sürecinde tesadüfen hayat oluştu ise, akıllı şuurlu teknolojik
imkânları olan insanlar haydi buyursunlar, bir araya gelip akıllarını, bilgilerini birleştirip tüm
gerekli elementleri maddeleri kullanarak laboratuvar ortamında bir canlı varlık üretsinler. Te-
sadüfen olanın, şuurlu şekilde olması daha kolay ve makul değil midir? Neden üretemiyorlar?
Bu kadar bilim adamının üretemediğinin milyarlar katını; şuursuz, kör, sağır tesadüfler nasıl
üretir ve hangi akılla buna inanılır ve bir de şiddetle savunulur? Şayet zihinlere, hayallere “Za-
manla belki üretilebilir” düşüncesi gelecek olursa deriz ki: “Milyonlarca yıl önce haşa tesadüfen
oluşan bir neticenin milyarda birini, binlerce akıllı ve şuurlu insan yüzlerce yıl çalıştıktan sonra
farz-ı muhal meydana getirebilmiş olsa, bundan şu sonuç çıkmaz mı: “Bizim bu kadar zekâ,
bilgi ve imkânlarla, yüzyıllarca uğraşıp ancak yapabildiğimizin milyarlar katı muhteşem neti-
celer, sanatlı ve gayeli canlılar, milyonlarca yıl önce nasıl olur da kör, sağır, şuursuz, ilimsiz
tesadüfün ve o tesadüfe bilim kisvesini zorla giydirerek taktığımız bir isim olan evrimin eseri
olabilir?” denilmesi gerekmez mi?
14- Evrimcilerin cevabını veremedikleri birkaç soru da; “İlk hücre nasıl ortaya çıktı? Ya da ilk
proteinler ve bu proteinleri kodlayan DNA-RNA ikilisi nasıl ortaya çıktı?” sorularıdır. Protein-
ler olmadan DNA olamaz, ancak DNA olmadan da proteinler olamaz. İsviçreli ünlü matematik
bilgini Charles Eugenie Guye, bir proteinin tesadüfen ortaya çıkma olasılığının 1×10160 ‘da 1
olduğunu ortaya koymuştur. Yani böyle bir olasılık yok demektir. Çünkü 1050 ‘de 1 ve sonrası
ihtimaller matematikte imkânsız kabul edilir. Yani tesadüfi varoluş imkânsızdır. Evrim ise te-
sadüflerin elinde bir süreç ve seçilim (doğal/yapay) üzerine kurulu bir varsayımdır. Evrim ilk-
leri açıklayamaz. Hele ki bu ilkler olmazsa olmaz ve son derece hikmetli faydalı ise hiç açıkla-
yamaz. Bir proteinin birkaç saniyelik ömrü vardır. Bir hücrede yer alan 3000’den fazla farklı
proteinin ve DNA’yı oluşturan binlerce proteinin aynı anda var olması ve sürekli yenilenmesi
gereklidir ki bu yapılar oluşabilsin ve işlevlerini yapabilsin. Evrim bu gerçeklerin neresine sı-
ğışabilir. Evet, her şey de her şeyin ilkleri de kudreti, ilmi, hikmeti sonsuz bir yaratıcı tarafın-
dan, Allah tarafından var edilmiştir, düzenlenmiştir ve yönetilmektedir. Buna bilimsel bir delil
de bilim insanları Laurent, Schrimpf ve arkadaşlarının çalışmaları ve makalelerindeki ifadele-
ridir: “Doğanın (!), haberci moleküllerini geri dönüştürmede son derece etkili olduğunu gös-
terdik: Ortalama olarak, RNA başına yaklaşık 5.000 protein molekülü üretiliyor ve bakteri Esc-
herichia Coli’de bir miktar daha az üretiliyor. Bu verimlilik bizim için inanılmaz. Ancak hücre
içi protein üretimi çok ince şekilde ayarlanmakta ve hassas ihtiyaçlara bağlı olarak konsant-
rasyonları düzenlenmektedir. Son zamanlarda, diğer araştırmacılar da, bu muazzam düzen-
leme potansiyelini başka çalışma ve gözlemlerle doğrulamışlardır. Doğa ise akılsız, şuursuz,
kör, sağırdır ve birbirine hem mahkûm hem hâkim sayısız unsurlardan, aciz sel gibi akan mad-
delerden müteşekkil ve üzerinde yapılanlara sadece mazhar olan, sonradan olma bir sanat ese-
ridir. Bu sanat eseri (Doğa), kendisi yapılandır yapamaz, yaratılandır yaratamaz Resim gibi,
yazı gibi, inşa edilen bina gibi, kalem ya da fırça gibidir. Asla bir ressam, bir yazar, bir mimar
ve usta değildir, olamaz (25). Bilim, Allah’ın sanatlarını anlamak ve anladıkça hayran olmak,
Onu tanımak içindir, O’nu inkâr için, nankörlük için, küfür ve küfran için değildir. Onu inkâr
edeceğim diye bu kadar uğraşmak ve bir de O’na delil olan O’nun yarattığı muhteşem eserleri,
haşa O’nun yokluğuna delil göstermeye çalışmak hem bilimi hem insanlığı utandıracak, hem
boş hem çok zararlı bir çabadır.
15- Balina nostrilinin (Burun/nefes deliği) kafadaki yerinin değiştiği ve bunun evrime açık delil
olduğundan bahsedilir. Hâlbuki ilk resmedilen canlı, arada resmedilen canlılar ve son resmedi-
len canlı birbirinden farklı türlerdir. Mesela biri balina biri köpekbalığı biri yunus iskeletidir ve
farklı böcek türleri gibi, farklı kuş türleri gibi farklı deniz memelisi türleridir. Bunların zaten
özellikleri birbirinden farklıdır. Yaratan tarafından farklı özelliklerde ve şekillerde ve vazife-
lerle yaratılmışlardır. Bu resimlerin arka arkaya konulması ve bir takım zaman dilimlerinde
yaşadıkları iddiaları, evrime delil olmaz. Birbirlerine dönüştüklerine delil olmaz. Halen köpek-
balığı da balina da yunus da mevcuttur, başka bir forma geçiş yaparak nesli tükenmiş değildir.
Burun deliği önde olan hayvan da yaşayabilmiş ve vakti gelince ölmüştür, diğerleri de. Eğer
bunlar farklı hayvanlar değil aynı türler olsaydı, zaten türün kendi içindeki değişimleri vardır,
olabilir, ancak bu da kastedilen mana itibariyle bir evrim değil, modifikasyondur. Kendi kendi-
neliğe, tesadüfe, tutarsız mesnetsiz hakikatsiz evrim mekanizmalarına nasıl bağlanabilir? Bu
değişimler balinayı balinalıktan, yunusu yunusluktan çıkaracak boyutta da değildir. Böyle bir
değişim olduğu takdirde bu bir hastalıktır ve yıkımdır. Bunlar sağ kalamaz, nesillere aktarıla-
maz, ölür. Sendromlu doğan veya sonradan bazı hastalıklara yakalanan insanlar gibi.
16- “İnsanın su içinde fazla kalması sonucu parmak uçlarının buruşması evrime delildir, evri-
min sonucudur” gibi asılsız iddialar hakikatle bağdaşmaz. Çünkü parmakların suda buruşması
ozmos kanunu ile bağlantılıdır. Bu kanuna göre daha sulu bir madde, daha yoğun katı bir mad-
denin içine girdiğinde su geçirir. Derinin içine geçen su deriyi şişirir. Bunun sonucunda deri
büzülür ve yüzeyini genişletir. Sudan çıktıktan bir süre sonra elimiz tekrar eski haline dönmek-
tedir. Çünkü derimizin altına giren su bir süre sonra buharlaşmaktadır. Bu buruşma sadece el-
lerimizin ve ayaklarımızın bir kısmında meydana gelmektedir. Diğer bölgelerimizde bu buruş-
manın meydana gelmemesinin sebebi kıllarımızın dibinde bulunan yağ bezeleridir. Bununla
birlikte bu buruşma olayı, türün kendi içerisinde olan bir değişim olayıdır. Buruşma ile farklı
bir türe geçiş olmaz. Üstelik bu kadar hızlı bir evrim ve evrim mekanizması var olsaydı, şimdiye
kadar çoktan insanoğlu tamamen farklı bir türe dönüşmüş olurdu. Birkaç dakikada elleri buru-
şarak farklılaşan bir canlı, binlerce yılda binlerce kez farklı türe dönüşmesi gerekirdi, hâlbuki
binlerce yıldır insan aynı insandır.
Türün kendi içindeki değişimleri, türden türe geçişe delil olmaz. Başka canlılarda benzer
değişimlerin olması da türler arası geçişe delil olmaz. Bilakis her canlıda aynı mührün, aynı
imzanın bulunduğuna, yani ustalarının yaratıcılarının aynı ve bir olduğuna delildir. Ellerin bu-
ruşmasını evrime delil göstermeye çalışan makalelerin tipik ortak özelliklerine ve ifadelerine
dikkat edilirse tahminler, yorumlar, zorlamalar ve şahsi çıkarım ve benzetmeler açıkça görül-
mektedir. Hâlbuki “olabilir’li ifadeler, bir delili göstermez ve ispat değildir. Bilakis, yönlen-
dirme ve yakıştırmayı ortaya koyar. İlaveten bu yazarların ve dergilerin, evrimci, evrimi mutlak
gerçek kabul etmiş, taraflı yazarlar ve dergiler olduğu görülmektedir.
Bu bölümde, 16 madde halinde özetlenen hakikatler ve evrimcilere verilecek cevaplar
bu kadarından ibaret değildir, rahatlıkla artırılabilir. Her bir iddiaya, delil diye getirilen her bir
hayal mahsulüne ve yakıştırmaya rahatlıkla cevap verilebilir. Ancak evrimcilerin iddialarına
tek tek cevap vermek de, bunlara cevap bulmaya çalışmak da yersizdir. Genel ve temel sorun
anlaşılırsa gerçek görünür. O temel sorun ise akılla, mantıkla, bilimle, ilimle, hakikatlerle bağ-
daşmayan ideolojik yaklaşımlar ve hayal ürünü yakıştırmalardır. Yaratılışa, tek yaratıcı olan
Allah’ın varlığına ve evrim düşüncesinin yanlışlığına sayısız deliller vardır. Tek bir delil dahi
bir meselenin ispatında kâfidir. Yeter ki yeterince tarafsız şekilde yaklaşım sergilensin.
Son söz; bir bilim adamı olan John C. Lennox’un dediği gibi “Protein fabrikalarının
karmaşıklığı ve hassaslığı ile en gelişmiş insan teknolojisi karşılaştırılsa, insan teknolojisi ol-
dukça kaba kalır.” Madem bu, hem bilimsel hem evrensel bir hakikattir. Tesadüfe verilmesi
imkânsız olan insan teknolojisinden hadsiz defa üstün olan kâinattaki teknoloji ve işleyiş asla
tesadüfe verilemez. Madem eser var, müessir (eseri yapan) var. Madem sanat var, Sani (sa-
natkâr) var. Madem kâinat var, bizler varız, öyleyse her şeyin yaratıcısı, bir olan Allah var.
Hülâsa ve Bitiş
Evrim, ne bilimle uyuşur, ne de herhangi bir din ile. Dikkat ederseniz “herhangi bir din”
dedim. Ateizm’i ve Agnostisizm’i gerçek bir din saymadığımı belirtmek isterim. Azıcık bir
vicdanı olan bir Deist bile bu kadar şeyin bir tesadüf sonucu var olamayacağını anlayabilir.
Evrimcilerin Evrim’e inanmayanlara söylediği “Evrim bilimseldir, bilime dayanır. Sen bilimin
savunduğu şeyi inkâr edemezsin.” savunmalarını da çürüttük. Evrim her ne kadar dünyada kat-
liamlara ve zalimliklere sebep olduysa da gün gelecek, insanlar ne kadar yanlış, saçma ve man-
tıksızca bir yolda olduklarını anlayacaklar. Anlamadan ölenler ise, öbür tarafta çok farklı ama
çok da geç bir şekilde anlayacaklar. Dünya’yla aynı ölüm tarihini paylaşacak kadar yaşayacak
olan ve anlamayanlar ise göğün yarıldığı, yıldızların saçıldığı, denizlerin açıldığı, kabirlerin
alt üst edildiği zaman hiçbir şeyin tesadüf olmadığını anlayacaklar…
Bu yazıyı yazmamın asıl sebebi, ateist olan bir arkadaşım ve ortaokul fen bilimleri dersi
öğretmenimizdir. Yani bu yazıyı onlar okuyorsa, bu kadar sayfa sizin yüzünüzden yazıldı! Bun-
lara rağmen inanmıyorsanız, yukarıda söylediğimiz gibi, bu skeptisizm değil inkârcılıktır. Ge-
risi sizi ilgilendiren bir durum. İşin tuhaf ve beni hayretler içerisinde bırakan kısmı ise bahsinde
bulunduğum fen bilimleri öğretmenimiz kendince Müslümandı! Kitapta din ile ilgili kanıtlar
vermemin, bir Müslümanın neden Darwinizm ‘e inanamayacağını anlatmamın asıl sebebi de
odur.
Bir gün benim de aklımı çelip evrime inandırmayı başaran biri olur mu, bilmiyorum.
Ama bunu yapmak için epey bir uğraş verecek demektir. Zaten kendimden bu kadar emin ol-
masam klavyenin başına geçip bu satırları yazmaz, öncesinde daha derin bir araştırmaya girer-
dim. Gerçi, yazıyı yazarken de çok araştırma yaptım ama bunlar öğrenme değil, delillerin çe-
şitliliğini artırma amaçlıydı.
Aslında daha buraya yazacak çok şeyim var, fakat sözcük sayısı 9000’i, sayfa sayısı da
20’yi geçmiş bulunmakta. Bu bir makale, roman değil. Eğer ileride bu konu hakkında bir kitap
yazacak olursam buraya bir atıfta bulunacak ve bu konu hakkındaki diğer görüşlerimi yazmaya
orada devam edeceğim. Doğrusu, bu kısacık makaleyi bile kimse okumazken o kitabı kim okur
hiç bilmiyorum. Ümidim, Türlerin Kökeni gibi saçma bir kitabı okuyan insanlar; böyle, naçi-
zane, kısa ama öz bu bilgilerin yazıldığı yerleri de okurlar.
Sevgi olmadan saygılarımla.