Professional Documents
Culture Documents
faulkner'da zaman ve bilinç
faulkner'da zaman ve bilinç
C İstanbul Üniversitesi
Ümit Hasanusta
2501070010
İstanbul, 2011
i
ii
WILLIAM FAULKNER’iN SES VE ÖFKE ESERİNDE
ZAMAN VE BİLİNÇ KAVRAMLARI
Ümit Hasanusta
ÖZ
Bu tezde William Faulkner’in Ses ve Öfke adlı eseri bir modernist anlatı olarak
‘zaman’ ve ‘bilinç’ kavramları bakımından incelenmektedir. 20. Yüzyılda dünyada
meydana gelen değişimler, gerçeklik ve doğru kavramları üzerindeki tartışmalar ve
bu kavramların tanımlarının değişmesi diğer bütün sanatlarda olduğu gibi edebiyatta
da farklı anlatı yöntemlerinin ihtiyacını da beraberinde getirmiştir, çünkü bu yeni
gerçekliği geleneksel yöntemlerle anlatmak mümkün değildir. Bu çağda, özellikle
William James, Henri Bergson, Sigmund Freud ve Albert Einstein gibi düşünürler
‘zaman’ ve ‘bilinç’ kavramlarını sorgulamış ve bunlar için yeni tanımlar bulmuşlardır.
Birçok modernist yazar da aynı şekilde eserlerinde bu kavramları sorgulamaya,
hatta eserlerini, ‘zaman’ ve ‘bilinci’ merkeze yerleştirerek kurgulamaya
başlamışlardır. William Faulkner’in Ses ve Öfke adlı eseri de zaman ve bilinç
konusunda farklı anlatı yöntemleri üreten deneysel bir yapıt olarak modernist
romanın önemli bir noktasıdır. Bu çalışmada öncelikle modernist anlatının özellikleri
ve edebiyat geleneğine ne getirdiği, daha sonra da bir modernist anlatı olarak
Faulkner’in yapıtının zaman ve bilinç kavramlarına nasıl farklı biçimlerde baktığı
incelenecektir.
iii
CONCEPTS OF TIME AND CONSCIOUSNESS IN
WILLIAM FAULKNER’S THE SOUND AND THE FURY
Ümit Hasanusta
ABSTRACT
In this thesis, William Faulkner’s novel The Sound and The Fury is studied in
terms of the concepts ‘time’ and ‘consciousness’. In 20. Century, the changes which
took place in the world, discussions about the concepts of ‘reality’ and ‘truth’ and the
changing of the definitions of these concepts brought the need of new narrative
techniques just as all the other arts; as it was not possible to narrate that new reality
with conventional techniques. In that age, especially philosophers and scientists like
William James, Henri Bergson, Sigmund Freud and Albert Einstein questioned the
concepts ‘time’ and ‘consciousness’ and found new definition for them. Likewise,
Modern writers began to question these concepts and began to fictionalise their
works establishing ‘time’ and ‘consciousness’ in the center of their works. William
Faulkner’s The Sound and The Fury is an important point of modern novel which
creates different narrative techniques on time and consciousness. In that study,
firstly the features of modern narrative and what it brought to literary tradition, then
how Faulkner’s work as a modern narrative views the concepts of ‘time’ and
‘consciousness’ in different ways will be analyzed.
iv
ÖNSÖZ
Bu tezin yazılma sürecinin başlaması, daha doğrusu böyle bir düşüncenin
ortaya çıkması Henry James’li, Virginia Woolf’lu, Stein’lı ve belki de en çok James
Joyce’lu bir ‘Modernist Roman’ dersi dolayısıylaydı. Yukarıdaki yazarların eserlerine
modernist anlatılar olarak bakmak en başta zor bir süreçti aslında. Özellikle Henry
James o kadar çok şey söylüyordu ki, bazen hiçbirşey anlamadığını hissetmek
birçok okur için yabancı bir his olmamalıydı ilk başlarda. Bu ‘hiçbirşey anlamadığını
hissetme’ süreci bitince daha önceden okuyup da neden böyle yazdığının çok da
ayırdına varamadığım Faulkner’ın nasıl da yukarıdaki yazarlara benzediğini
farketmekten sonradır ki, bu çalışmanın düşüncesi oluştu zihnimde, ama böyle uzun
bir metni yazmaya ilk defa girişiyor olmanın da bazı zorlukları vardı; galiba en zoru
da insanın önünde duran bir sürü bilgiyi toparlayıp bir bütün oluşturma çabasıydı.
v
anlatmak için kelimelere hiç de güven duymadığım annem Leyla Hasanusta’ya, ve
de annemle anneanemden sonra beni en çok etkilemiş olan, etkileyen, sadece
edebiyata değil bütün hayata bakışımda bir sürü hareketini, sözünü, sesini aşırdığım
ve taklit ettiğim hocam Yard. Doç. Dr. Sema Bulutsuz’a.
vi
İÇİNDEKİLER
ÖZ…………………………………………………………………………..……....iii
ÖNSÖZ……………………………………………………………...………..…….v
İÇİNDEKİLER………………………………………………………………….…vii
GİRİŞ…………………………………………………..……….............................1
5. BÖLÜM:
YAZAR GÜCÜNÜ GERİ Mİ İSTİYOR?..........................................................62
5.1- Otoriter Anlatıcının Sesi, Dilsey ve Zaman…………....………...62
SONUÇ……………………….………....……………………………….….…….69
KAYNAKÇA………………………….....…………………………………...…....72
vii
GİRİŞ
William Faulkner, 25 Eylül 1897’de Amerika’nın güneyinde, Mississipi’de
doğmuştu ve 6 Temmuz 1962’ye kadar sürecek bir hayat yaşamıştı. Oldukça sessiz
ve kendine özgü bir karakter çiziyordu yaşamında, ki uzun sessizlik anları bu
kendine özgü, insanlardan uzak karakterini belli ediyordu. Edebiyat eleştirisi için
yazarın otobiyografisinin önemi tartışmalı bir mesele olsa da birçok Faulkner
biyografisi yazarı, hayatıyla eserleri arasındaki benzerliklerden bahsediyorlardı.
Fakat bir de Faulkner’in biyografisini yazanlar için ortada bir problem vardı: Faulkner
bir kurgu yazarıydı ve hayatı hakkındaki sorulara cevap verirken de bu kimliğini bir
kenara bırakmıyordu. Bu sebepten dolayı Faulkner aynı eserlerinde yaptığı gibi
hayatına dair olayları da sürekli yeniden başka şekillerde anlatırdı ve hayatıyla ilgili
yarattığı, gerçekle kurgunun sınırlarını ortadan kaldıran mitler hiç de azımsanacak
gibi değildi. Ailesinin kökenleri İskoçya’dan geliyordu aslında, sonradan Carolina’ya
taşınmışlardı. Yazarın doğduğu Mississipi’ye gelmeleri ise 1842’de William Clark
Falkner ile olmuştu. Faulkner’in büyük büyükbabası olan bu adam İç Savaş’a
katılmış, yaptığı işlerden iyi para kazanmış ve birlikte iş yaptığı biri tarafından
öldürülmüştü. Faulkner’in yaşantısında bu gelenek hem çokça etkileneceği biçimde
önemli olacaktı, hem de soy ismine bir ‘u’ harfi ekleyerek nasıl bu gelenekten
kopmak istediğini herkese gösterecekti. Murry ve Maud’un çocukları olan Faulkner,
ailesiyle birlikte 1902’de Oxford’a taşınacaktı. 1902’de kölelikten gelen zenci bir
yardımcı, Caroline Barr aileye katılacak ve belki de Dilsey karakteri onun etkisiyle
yaratılacaktı. Çocukluğundan beri tanıdığı Estelle ile evlenecekti Faulker fakat çok
da mutlu bir evlilik olmayacaktı bu. Zaten uzun sessizlikleriyle, sürekli içki içmesiyle,
söylediği yalanlarla Faulkner aslında hiç de birlikte yaşamın kolay olduğu bir
karakter gibi görünmüyordu. Askerlik yapıp geldikten sonra küçük işlerde,
sözgelimi bir postanede çalışacaktır Faulkner ve burada şiirlerini yazmaya
başlayacaktır. 1920’de şiirlerini ve bazı edebiyat eleştirilerini yayınlar; ilk romanı
Soldier’s Pay ise 1926’da yayınlanır. Bunu Mosquiotes, Sartoris ve en sonunda çok
daha deneysel özellikler sergileyen ve 1929’da yayınlanan The Sound and The Fury
(Ses ve Öfke) takip eder. 1935’te ayrıca senaryo da yazan Faulkner için Ulusal
Sanat ve Edebiyat Enstitüsü’ne seçilmek iyi bir durumdur ama bu durum onun zor
bir yazar olduğuna dair bir kanıyı da beraberinde getirerek daha az okunmasına
neden olacaktır. Daha sonra The Portable Faulkner’in basılması, yeniden daha fazla
okur anlamına da gelecektir. 1949’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Faulkner,
1
eserlerinde hem bir güneyli Amerikan yazar olarak yerel temalarla uğraşacak, hem
de bu yerel temaları modernist yöntemlerle anlatmaya çalışacaktı ve bu özelliğiyle
diğer birçok modernist yazardan da ayrılıyordu. 1
What made Faulkner's historical and social vision so different from that of
his contemporaries was the distinctive, defeated nature of Southern
history, its great chivalric and rural traditions broken apart by the
American Civil War that already Lay sixty years in the past but was
everywhere present in Southern consciousness when Faulkner began to
write of it. Faulkner always remained essentially a Southern writer; born
in 1897, he grew up in Oxford, Mississippi, and spent nearly all his life
there, apart from frequent visits to Hollyrvood to earn money by
screenwriting. It was what he made of that engrained history and the
angles he took upon it that made him a great writer. The impact of that
temible defeat that had wasted the South and fulfilled the curse that lay
upon it, leaving it to the disorders of Reconstruction and the growing
predations of industrialization and mercantilism, was one main source of
2
his writing.
1
Faulkner’in biyografisiyle ilgili bilgiler iki kaynaktan derlenmiştir: 1) Theresa M. Towner, The
Cambridge Introduction to William Faulkner, Cambridge, Cambridge University Press, 2008, p.1-9.
2)Frederick R. Karl, William Faulkner: American Writer, New York, Weindenfeld&Nicolson, 1989.
2
Richard Ruland, Malcolm Bradbury: From Puritanism to Postmodernism, New York, Penguin Books,
1992, s.308-309.
3
A.A Mendilow, Time and The Novel, New York, Humanities Press, 1965, s.23
2
“It is then not to be wondered at that novelists, not only of today but of all
periods, should busy themselves with the various aspects of time, when
most of the conventions and techniques of fiction are so closely bound up
with them. At some time or other, every good writer must clarify his
opinions on such central issues of his craft as suspense, tempo,
continuity; he must determine his attitude to plotting and structure in
general, and these involve careful thinking and causality, sequence,
4
selection and points of view.”
4
A.g.e. , s.17.
3
“Nonobjective (or, loosely,’abstract’) painting presented patterns of lines
and colors on a canvas with no ostensible ‘subject.’ Free verse
abandoned traditional versification methods including meret, rhyme, and
stanza forms; it often also violated standart syntax. In narrative, the
stream of consciousness purported to represent the thoughts of an
individual character without any intervention of a narrator figure. And in
theater playwrights broke down the ‘fourth wall’ that seperates the stages
from the audience and allowed their characters to discuss their own
5
status as characters in the play.”
5
Pericles Lewis: The Cambridge Introduction to Modernism, Cambridge, Cambridge University
Press, 2007, s.3
4
zamana atlayarak her türlü determinist ve dilbilgisel kısıtlamanın dışında
özgürce dolaşma olanağı sağlar bilinçakımı.” 6
Yazarın dört ayrı günde geçen dört ayrı anlatı olarak kurguladığı Ses ve
Öfke’nin incelenmesinde yine her karakterin anlatısı için ayrı bir bölüm düşünmek
uygun olabilirdi. Bu şekilde her bir karakterin ve metnin zamanı nasıl algıladığı,
bilincinin diğerlerinden ne yönlerden ayrıldığı ve dış gerçekliği nasıl tecrübe ettiği
açıkça görülebilirdi. Ayrıca her bireyin tecrübesinde kendine ait dil de önemliydi ve
bu yolla dilin yapısının da herkes için nasıl ayrıldığını göstermek mümkün olabilirdi.
6
Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, 3. bs. İstanbul, İletişim Yayıncılık, 2001,
s.43.
5
“It is that the idiot’s tale so perfectly orders the perceptions, associations,
and thematic relationships, makes them so inescapable, that we forget
our normal stock sympathies and participations in the fictional world and
7
move in a different step.”
7
Joseph W. Reed, Faulkner’s Narrative, Binghamton, Yale University Press, 1970, s.79.
6
multiple levels of association, and the complex and often fragmented
structure of his thoughts.” 8
“Jason’s observations come down squarely in the present, and he’s never
confused about what is the past and what is the present. He’s telling us-
and his observations have less of the power of confidential confessional;
we seem to be listening to a side of the story rather than participating in
the consciousness.” 9
Çalışmanın son bölümü ise kitabın en son anlatısı olan ve özellikle Dilsey’i
odağına almasına rağmen otoriter bir üçüncü şahıs anlatıcı tarafından anlatılan
bölümle ilgili olacaktır. Burada artık bireylerin zihinlerinden geçenler değil, dışarıdan
8
Brown, May Cameron: “The Language of Chaos: Quentin Compson in The Sound and The Fury”,
American Literature, Vol.51, No: 4 (Jan. ,1980), pp. 544-553, p.545.
9
A.g.e. , s.76.
7
görünen gerçekler daha çok belirgindir ve okur şimdiye kadar kitabın hiçbir
bölümünde görmediği kadar dış gerçekliğin tasviriyle karşılaşacaktır. Burada, ayrıca
Dilsey’in zamanı sonsuzluğa ulaşan bir bütünlük olarak görmesi ve diğer
karakterlerin aksine zamanla savaşmaya çalışmıyor olması önemli olacaktır. Bu
özellikler kitaba farklı bir zamansal bakış kazandıracaktır.
8
1. BÖLÜM
9
romanın zaman kurgusu olarak da kendinden önce gelen diğer edebiyat türlerinden
ayrılmasını gerekli kılacaktı. Daha önceki hiçbir türde, anlatının zaman boyutunun
gerçek hayata uygunluğu hiç bu kadar önemsenmemişti, ya da gerçeklik algısı
romanın ortaya çıktığı zamanki gibi değildi:
10
Ian Watt, Romanın Yükselişi: Defoe, Richardson ve Fielding Üzerine İncelemeler, Çev. Ferit Burak
Aydar, İstanbul, Metis Yayınları, 2007. s.25
11
Stephen Kern, The Culture of Time and Space, London, Harvard University Press, 2003, s.11
12
Ian Watt, 26
10
örneklerini Daniel Defoe, Samuel Richardson ve Henry Fielding gibi yazarlara ait
eserler oluşturmaktadır. Laurence Sterne’nin Tristram Shandy’si ise romanın bu ilk
örnekleriyle on dokuzuncu yüzyılın realist romanı arasında duran ama özellikle
zaman kurgusuyla bu iki geleneğe de uymayan bir yapıttır. Kendisinden iki yüzyıl
sonra gelecek modernist yazarları müjdelercesine, Sterne, zaman kurgusunu
anlatısının tam da merkezine koyarak ve bu kurgunun bütün olanaklarından
faydalanarak, gayet bilinçli bir tavırla modernist romana öncülük ediyordu Jale
Parla’ya göre. 13 Karakterin doğumundan önce başlayıp ölümünden sonrasına
taşıdığı anlatısıyla, zaman ve anlatı üzerine oldukça deneysel bir biçimde uğraşıyor
ve belki anlatıda ya da romandaki zamansal gerçekliğin bir parodisini yapıyordu
Sterne:
13
Jale Parla, Don Kişot’tan Bugüne Roman, s.246
14
A.g.e. 336.
15
Michel Butor, Roman Üstüne Denemeler, Çev. Mehmet Rifat/ Sema Rifat, Düzlem Yay. , İstanbul,
1991, s.20-21.
11
tanımlamasına göre yol boyunca gidilirken etrafa tutulan bir aynadır, gerçekliği tamı
tamına yansıtabilecek bir araçtır. 16
16
Jesse Matz, The Modern Novel: A Short Introduction, Oxford, Blackwell Publishing, 2004, s.33
17
Ecevit, A.g.e. ,s.23
12
human affairs can be told, and that such knowledge and truth can be
shared collectively.” 18
18
David Lodge, Consciousness & The Novel: Connected Essays, Cambridge, Harvard University Press,
2002. P.50
13
other words a crisis in both the content and the form of artistic
representation” 19
“Rather than claim simply that there is a latent truth underlying all
appearances, he (Nietzche) questioned the very existence of truth and
suggested that no ‘reality’ out there precedes all our perceptions of it.
Nietzche’s view of the constructed nature of truth came to be labeled
‘perspectivism’, calling attention to the fact that reality looks different
when seen from different perspectives, and indeed questioning whether
there was any absolute perspective from which reality could ve viewed
20
objectively.”
19
Pericles Lewis, The Cambridge Introduction to Modernism, Cambridge, Cambridge University
Press, 2007, s.2.
20
A.e. , s.22
14
‘Doğru’ kavramına karşı beslenen bu şüphe, modernizmin her alanında ve
her aşamasında kendini gösterecekti. Birinci Dünya Savaşı ve bu savaşın
sonuçlarının Batı medeniyetinin mutlak doğrularından kaynaklandığı inancı, savaş
dönemi ve sonrası edebiyatının ortasına gerçekliğe dair sürekli bir şüphe
duygusunun yerleşmesine etki etmiş gibi görünmektedir. Fakat sebep ne olursa
olsun; savaş, yerleşik geleneklerin insan üzerindeki kötü etkisi veya olumlu bilimsel,
sosyal gelişmeler olabilir bu, kesin olan şudur ki artık bütün sanatsal ürünlerde,
elbette ki edebiyatta ve romanda tek bir mutlak gerçeğe dair inançsızlıkla anlamın
veya gerçeğin çoğaltılmasına yönelik bir çaba aşikar olacaktır:
21
A.g.e. , s.33
15
layers of symbolic intention, but usually with some implicit ideal of
mimesis underlying all the literary experiments.” 22
İnsan bilincinin bir nehrin akışına benzetildiği ilk kaynak William James’e
aitti: Principles of Psychology. James, eski tanımlamaların aksine, bilincin
birbirinden farklı, ardı sıra dizilmiş parçalardan oluşmadığını iddia ediyordu ve
bilince dair kendi tanımını anlatırken kullandığı metaforlar ‘bilinç akışı’ (stream of
22
A.g.e, s.4
23
Virginia Woolf, Mrs. Dalloway, İstanbul, İletişim Yayınları
16
consciousness) ya da ‘düşünce akışı’ydı (stream of thought). 24 Ona göre, tıpkı bir
nehir gibi akıcıydı bilinç ve içinde bütün imgelerin içinde birbirine karıştığı, birbirini
etkilediği ve artık parça parçalıktan ve durağanlıktan uzak sürekli bir akış halindeydi.
Zihnin içine giren her şey, zaman farkı olmaksızın kendinden önce orada
bulunanlarla bağlı hale geliyor, bu şekilde sürekli gelişen bir yapı oluyordu.
24
Jesse Matz, The Modern Novel: A Short Introduction, Oxford, Blackwell Publishing, 2004. P.17
25
William James, Principles of Psychology, New York, Dover Publications, 1950
26
Ayşe Erbora, Focalization: The Rendering of Consciousness in Henry James’ Late Novels, İstanbul,
Türk Kütüphaneciler Derneği Yayınevi,1997, s.8
17
plan sağlayacaktı Williams’ın bilince dair söyledikleri. Galiba etkilediği ilk yazarlar da
kardeşi Henry James ve laboratuarında çalışan, ‘otomatik yazma’ deneyleri yapan
Gertrude Stein’dir. Bu iki Amerikalı yazar, Amerikan roman geleneğinde ve
Amerika’ya modernist deneyselciliğin gelmesine oldukça etkili olacaklardır. Henry
James hem bilinçle fazlaca uğraştığı için, hem de romanın bir sanatsal yapıt
olduğuna dair iddiası ve bunu kanıtlama çabaları için yalnız Amerikan geleneğinde
değil, roman geleneğinin bütününde öncü bir yazardır. Karakterlerin zihinlerine
girerek, gerçeği güvenilmez anlatıcıların sınırlı bakış açılarından göstermeye
çalışarak ve zamanı durdurarak, genişleterek kurguladığı romanlarıyla Joyce’a,
Woolf’a, Faulkner’a ve diğer modernist yazarlara öncülük etmiştir James ve
romanda bilinç akışının temellerinin atılmasında oldukça etkili olmuştur. Ondan
sonra günden güne karakterlerin iç gerçekliği romancılar için dış gerçeklikten ve olay
örgülerinden çok daha önemli olacaktır:
“What James himself did toward this end was enrich the ‘consciousness’
of the novel. Never before had a novelist ventured so far into the heads of
characters, and never had a novelist so much to report about the
complexity, subtlety, and limitlessness of what he found there. Less artful
fiction would spend much less time with charactes’ thoughts and feelings,
and far more on plot.” 27
27
Jesse Matz, The Modern Novel: A Short Introduction, Oxford, Blackwell Publishing, 2004, p.16
18
“ By the 1890s, naturalism was under threat in Europe, prosecuted in the
courts and press for its "foulness" and gradually displaced by more
aestheticized, avant-garde ideals of decadence, impressionism,
intuitionalism-an art less concerned with the objective recordirg of a so-
called "scientific" reality than with subjective apprehension, the first arts
of "Modernism." But in America naturalism had a special appeal as a way
of interpreting material change and systematically recording the
processes that were altering the nation. For fwo decades, versions and
variants of naturalism dominated until European Modernism began to be
28
felt in America and provide powerful opposition.”
28
Richard Ruland, Malcolm Bradbury, From Puritanism to Postmodernism, New York, Penguin
Books, 1992, s.225-226.
19
edilemeyeceğine dair inancıyla yaptığı deneyler, Picasso’nun resmine benzer bir
yazı çıkarıyordur ortaya ve bu şekilde okurun dile ‘yeni bir göz’le bakmasını
sağlayacaktır, tam da modernizmin amaçlarıyla örtüşen bir biçimde.
“In Melanchta Gertrude Stein presents the life of a poor negress, not in
the negress’ own words but in her own manner. This is an advance on
the later James, where the expression is always the inexorable certainty
of James’ own personal sytle. The manner is that of a simple, naive
person, suggesting extreme youth or at least deep inexperience. The
story is told as if it were a direct quotation from Melanctha’s mind, in an
indirect interior monologue. There is the breathlessness and monotony of
29
Jonah Lehrer, Proust Bir Sinirbilimciydi, Çev. Ferit Burak Aydar, İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi
Yayınevi, 2009, s. 163.
30
A.e. , s.170
20
the child’s very personal rendition, the habit of never-varying, sing-song
repetition.” 31
31
Melvin Freidman, Stream of Consciousness: A Study in Literary Method, London, Oxford
University Press, 1955, s. 53
32
Franz Kafka, Alıntılayan: Stephen Kern, The Culture of Time and Space, s.17
21
“In a subsequent popularization of his theory he contrasted the old
mechanics, which used only one clock, with his theory which requires that
we imagine ‘as many clocks as we like.’ The general theory of relativity
had the effect, figuratively, of placing a clock in every gravitational field in
the universe, each moving at a rate determined by both the intensity of
the gravitational field at that point and the relative motion of the object
observed. Einstein, who could not afford to have a clock on the wall of his
room, when he was working in the patient office in Berne, had filled the
33
universe with clocks each telling a different correct time.”
“There are… two possible conceptions of time, the one free from all alloy,
the other surreptitiously bringing in the idea of space. Pure duration
(dureé) is the form which the succession of our conscious states
assumes when our ego lets itself live, when it refrains from seperating its
33
A.g.e. s.19
22
present state from its former states… it need not be entirely absorbed in
the passing sensation or idea; for then, on the contrary, it would no longer
endure. Nor need it forget its former states, it does not set them alongsde
another, but forms both the past and the present states into an organic
whole, as happens when we recall the notes of a tune, melting, so to
speak, into one another.” 34
“He immediately distinguishes between ‘spatial’ time and ‘pure’ time. The
first category is the the result of confusion by those who insist on
discussing time in spatial terms; by thinking of it as being extended, by
judging of it quantitatively, by possessing it with magnitude. The second
is the ‘real’ time, variously labeled ‘psychological time’ or ‘duration’, which
tends to retain the attributes proper to itself: succesion instead of
simultaneity, intensity instead of magnitude, moments melting into one
36
another rather than being placed side by side.”
34
Henri Bergson, Time and Free Will, s.100, Alıntılayan: Mary Ann Gillies, Henri Bergson and British
Modernism, London, McGill-Queen’s University Press, 1996, s.11.
35
A.g.e. , s.26
36
A.g.e. , s.85.
23
özneldir ve kişiden kişiye bu denli farklılık gösterir. Bergson hafızayı istençli ve
istenç dışı olarak ikiye ayırmış ve birincisinin istendiğinde hatırlanabilecek öğeleri
barındırdığını, istenç dışı hafızanın ise geçmişe dair bütün algıları barındırdığı halde
buradaki öğelerin bilinçli olarak hatırlanamayacaklarını, istenç dışı bir yolla, belki
bazı uyarıcıların tetiklemesiyle geri gelebileceklerini belirtmiştir. 37
Bergson’un istenç
dışı hafıza kavramı, Proust’un geçmişin hatırlanmasına dair bulgularıyla oldukça
benzerlik göstermektedir. Ayrıca geçmişin insan zihninde sürekli kaldığı ve şimdiki
zamanda etkili olduğu düşüncesi William James ve Bergson’da birbirine yakın
ifadelerle tanımlanır. Fakat James için geçmişteki algının zamansal uzaklığı ya da
yakınlığı şimdiye etkisi bakımından farklılık göstermektedir, fakat Bergson ‘uzak’ ya
da ‘yakın’ gibi ifadelerin uzamsal ifadeler olduğundan böyle bir farklılığın mümkün
olmadığını düşünmektedir. 38
37
Voluntary ve involuntary memory. Bu kavramların Türkçe çevirileri Jale Parla’dan alınmıştır. Jale
Parla, Don Kişot’tan Bugüne Roman, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000.
38
A.g.e. , s.44
24
2.BÖLÜM
Anlatı şimdiki zamanda devam ederken, okur hem Benjy’nin dış dünyada
olan biteni anlatmasını, hem diğer insanların konuşmalarını ve Benjy’ye
söylediklerini okuyacaktır romanın bu ilk bölümü boyunca. Anlatı zamanı içinde
Benjy’nin yanında en fazla bulunan kişi Luster’dir ve en çok onun sesini duyarız
Benjy ile konuşurken. Başkalarının söylediği cümleler veya diyaoglar Benjy’nin
39
William Faulkner, Ses ve Öfke, Çev. Rasih Gürhan, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2009, s.7. (Bundan
böyle metnin çeviriler bu kaynaktan alınacaktır.)
25
zihninden direk söylendikleri halleriyle aktarılmaktadır, hiçbir şekilde bunlara
müdahalesi söz konusu değildir ya da hiçbir değişikliğe uğratmıyor gibi
görünmektedir Benjy’nin zihni cümleleri ve diyalogları. Yalnızca ‘dedi’, ‘söyledi’ gibi
aktarma ifadeleri eklenmektedir cümlelere: “Hadi’, dedi Luster. ‘Artık baktık,
Gelmiyorlar işte. Dereye dönelim de o kerata zenciler bulamadan biz bulalım
çeyreği.” 40 Benjy, konuşma yetisinden yoksundur ve dış dünyada yanında olduğu
insanlar onunla hiç konuşamamaktadırlar, duydukları tek şey Benjy’nin sürekli olarak
bağırmasıdır ve insanlar da sürekli ondan bunu kesmesini istemektedirler. Yani,
dışarıdan bakıldığında zeka özürlü, sürekli inleyip rahatsız edici sesler çıkaran,
kocaman bir adamdır Benjy. Böyle bir karakterin zihninin içine girmek ve gerçeği
nasıl tecrübe ettiğini görebilmek de büyük ihtimalle yalnızca modernist romandan
sonraki edebiyat okurunun yakalayabileceği bir şanstır.
40
A.e., s.7
41
A.e., s.18.
26
Benjy ile Luster hala insanların golf oynadığı alana yakın bir yerlerde
gezinirken ve anlatı şimdiki zamanda devam ederken çiti aşıp bahçe tarafına
geçmeye çalışmaları, büyük ihtimalle çağdaş okurun bile bir an duraksayıp
şaşırmasına neden olacak bir noktaya götürür anlatıyı:
“Dur bir dakika’, dedi Luster. ‘Takıldın yine çiviye. Geçemezsin bir türlü şu
çiviye takılmadan.” 42
“Caddy beni kurtardı ve sürünerek geçtik oradan. Maury Dayı kimse sizi
görmesin demişti, biz de sürüne sürüne geçeriz oradan daha iyi, dedi
Caddy. Eğil, Benjy. Bak işte böyle, görüyor musun. Eğildik ve geçtik
bahçeden, çiçekler daladılar bizi ve hışırdadılar biz yürüdükçe. Toprak
katıydı. Parmaklığa tırmandık, domuzlar homurdanıyor ve kokuyorlardı.
Bügün canları pek sıkkın, içlerinden biri kesildi de, dedi Caddy. Toprak
katıydı, basılmış ve düşüm düğüm.” 43
42
A.e. , s.8.
43
A.e. , s.8
27
kısım başlamıştır. Bundan sonra, Benjy’nin bilinci sürekli şimdiki zaman ve
birbirinden farklı birçok geçmiş zaman arasında gidip gelecektir. Bazen büyükanne
Damuddy’nin öldüğü günün akşamı olacaktır bu, bazen Caddy’nin evlendiği gün,
bazen de ismi Maury iken Benjy olarak değiştirdikleri zaman olacaktır. Farklı farklı
zamanlar ve şimdi arasında Benjy’nin bilinci gidip gelirken, kafası karışık ve bu
parçalardan bir bütünlük oluşturmaya çalışan okurun çabası boşa gidebilir bu
durumda, en azından kitabın diğer bölümlerindeki diğer kardeşlerin anlatılarına
gelene kadar sabretmesi gerekebilir. Benjy’nin zihninden kronolojisi ihlal edilmiş bir
sürü zaman, bir sürü ses gelip geçecek ve okur Benjy’nin zihninde bütün seslerin bir
arada olduğu bir ‘karnavalda’ hissedebilecektir. Ama bu zamanlar neden ve nasıl
böylesine karışabilmektedir Benjy’nin bilincinde, nasıl işlemektedir bilinci, ve zamanı
nasıl algılar?
In the 1950s, Perrin Lowrey asserted that "Ben cannot conceive of time.
For him time does not exist"; twenty years later,Cleanth Brooks summed
up the view that Benjy's experience is "barely human"precisely because
he "cannot distinguish between"past, present, and future." Benjy's lack of
a concept of time, Lowrey and others argued, leaves him incapable of
recognizing cause and effect; unable to organize his experi-ences
28
temporally or logically, Benjy must rely on the recurring images or
sensations he can identify.” 44
44
Stacy Burton, “Benjy, Narrativity, and the Coherence of Compson History”, Cardozo Studies in
Law and Literature, Vol. 7. No:2 (Autumn-Winter, 1995) pp. 207-228, s.209.
45
Mary Ann Gillies, Henri Bergson and British Modernism, London, McGill-Queen’s University Press,
1996, s.13.
46
Freud’un ‘serbest çağrışım’ yöntemi için bkz. Sigmund Freud, “Free Association”, The Stream of
Consciouss Technique in the Modern Novel, ed. Erwin R. Steinberg, London, National University
Publications, 1979, pp.46-48.
29
T.P’nin annesiyle onu Quentin ve babasının mezarına götürmek için arabayı
sürdüğü bir günü hatırlatır. Aynı şekilde geçmiş zamanda bir olayı hatırlarken, yine
çağrışımla başka bir geçmiş olaya yönelebilmektedir zihni Benjy’nin. Bayan
Patterson’a Maury Dayı’nın mektubunu götürdüğü iki ayrı olay, aynı zamanda
gerçekleşmemiş olmalarına rağmen ard arda hatırlar Benjy bunları, Patterson’lara
mektup götürdüğünü anımsaması, bu karakterleri içeren diğer bir olayı
çağrıştırmaktadır zihninde:
47
A.g.e. , s.16.
30
zamana döndüğü konuşmalar, Luster’in Benjy’den bağırmamasını istediği
konuşmalarla başlar bu yüzden birçok defa:
Benjy’nin Caddy ile ilişkisi diğer hiçbir insanla olmadığı kadar yakındır.
Çünkü Caddy gerçekten onunla iletişim kurmuş ve bir dil vadetmiştir Benjy’ye.
Kendisi için Caddy’nin yeri bu kadar büyükken, onun eksikliği de çok büyüktür bu
yüzden Benjy için. Ama Stacy Burton’a göre Benjy geçmiş zamanları hatırlarken
onları tam anlamıyla yaşadığını hissettiğinden Caddy’nin yokluğunu yalnızca
tamamiyle şimdiki zamana bağlı olduğu anlarda hissetmektedir ve bu yüzden sürekli
48
A.g.e. , s.20.
49
Morris Beja, Epiphany in the Modern Novel, Seattle, University of Washington State, 1971, p. 184-
185.
31
bağırmaktadır bu zamanlarda. Geçmişte Caddy’nin olduğu zamanları hafızasında
yeniden yaratırken ise böyle bir eksiklik hissetmez Benjy Burton’a göre.
50
A.g.e. , s.122.
32
attempt to give meaning or significance to events.' Ross,for instance,
reads Benjy's monologue as a parody of objective reporting and Benjy
himself as "a parody of an ideal narrator, a mere functionary of the text"
who "records speech verbatim, like a tape recorder, whether or not he
understands its meaning, never distorting a conversation to make it fit his
linguistic abilities." 51
Ama Benjy’nin zihni kamera gibi her şeyi kaydeder ve sonra da gösterir mi
sahiden? Aslında değil. Çünkü Benjy’nin anlatısına bakıldığında bir gün içinde hep
birkaç zamanın içinde gidip geldiği görülmektedir. Rastgele değildir zihninden
geçenler, bir seçim vardır anlatısında. Olaylar hayatında önemli zamanlara aittir hep;
çoğunlukla kendisi hakkında konuşmaların olduğu ve Caddy ile ilgili zamanlardır.
Yorum yapma becerisinden ve zamanı algılamadan yoksundur belki Benjy ama
yaşadığı olaylar arasında seçim yapabilmekte ve onun için önemli olan olay ve
durumları yeniden yaratmaktadır zihninde:
51
Stacy Burton, “Benjy, Narrativity, and the Coherence of Compson History”, Cardozo Studies in
Law and Literature, Vol. 7. No:2 (Autumn-Winter, 1995) pp. 207-228, p. 210
52
A. e. , p. 216.
33
“T.P hala gülüyordu. Yere çöktü ve güldü. ’Vaaayy’, dedi. ‘Benjy ile
düğüne gidiyorduk. Sasprilla içmeye,’ dedi T.P.” 53
53
A.g.e. , s.22.
54
A.g.e. , s.211
34
Dış dünyayı algılarken Benjy’nin diğer insanlardan ne kadar farklı olduğunu
anlatının bazı bölümlerinde kendisinin dahil olduğu olaylarda, mesela Caddy’nin
düğününde Sasprilla içerken ya da birisi ona yemek yedirirken bunu nasıl tecrübe
anlattığı olaylar da okur için farklı bir okuma deneyimi sunar. Normal bir bireyin çok
farklı deneyimleyeceği ve önemsenmeyecek küçüklükte görünen bir olay
yabancılaştırıcı bir etkiye sahip olabilir onun anlatımında. Hatta bazen Benjy’nin
uzuvları ya da sesi sanki başka birine aitmiş gibi anlatılmaktadır. Sasprilla içerken
hissettikleri başına gelen şeyleri anlamlandıramayan bir hayvanın bunu tecrübe edişi
gibidir sanki.
55
A.g.e. , s.23
35
“’Bu gece ben yedireyim ona,” dedi Caddy. ‘ Versh yedirdiği zaman
ağlıyor.’
‘Tepsiyi al’, dedi Dilsey. ‘Git de Benjy’ye yemeğini yedir.’
‘Caddy’nin yedirmesini istemez misin’, dedi Caddy.
Bu pislik terlik ille de masanın üstünde mi duracak, dedi Quentin.
Yemeğini neden mutfakta yedirmiyorsunuz ona. Domuzlarla birlikte yesek
daha iyi olacak.
Eğer bizim yemek yiyişimizi beğenmiyorsan sofraya gelme, dedi Jason.
Roskus’tan dumanlar çıkıyor. Sobanın önünde oturuyordu. Fırının kapağı
açık…”
36
bittiğini sürekli anlatılarının merkezine koyan modernist edebiyatın ve modernizmin
simgesel bir figürü gibi görünür.
37
3.BÖLÜM
QUENTIN COMPSON: YİTİK ZAMANIN PEŞİNDE
3.1- Kırık Saatler, Kaybedilmiş Zamanlar
Ses ve Öfke’nin ikinci bölümünü yine bir birinci tekil şahıs anlatısı
oluşturmaktadır ve bu sefer yine Compson kardeşlerden birinin sınırlı bakış açısıyla
bakmaktayızdır olan bitene. Quentin’in içinde bulunduğu şimdiki zaman Benjy ve
Luster’in golf oynayanları seyrettiği günün on sekiz yıl öncesinde geçmektedir ve
tarih tam olarak 2 Haziran 1910’dur. Bir zeka özürlüden sonra, bu sefer genç bir
Harvard’lının bilincinin gerçeği tecrübe edişini görecek olan okur, farklı bilinç
aşamaları ve zaman algıları ile karşılaşacak ve yine hiç de sıradan olmayan bir
okuma tecrübesiyle karşı karşıya gelecektir.
56
Faulkner, Ses ve Öfke, s.68.
38
Quentin’in, babasının saatler hakkında söylediklerini düşünecektir, sonra saati
dinleyecektir ve bütün bu cümlelerde, Quentin’in saatlere ve zamana dair algısının
ne kadar saplantılı olduğu anlaşılmaktadır. Zamanla birlikte, Quentin’in yaşamı
tecrübe edişini etkileyen ve onun için yine saplantı derecesinde olan diğer bir etken
de bir ‘kız kardeşi’nin olmasıdır. Aslında zamanla ilişkisinin bu derece tuhaflığı da
kız kardeşi Caddy ile ilişkisinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır, elbette okur bunu
anlatı ilerledikçe farkedecektir. Ama bunun işaretleri yine ilk sayfadan okura
hissettirilmektedir:
57
A.g.e. , s.68
39
saat, camı kırılmıştır yalnızca ve saati kırmaya çalışmak yine sadece kendine zarar
verir:
“Şifonyere gittim ve saati aldım, hala yüzü dönük saatin camını şifonyerin
köşesine vurdum ve cam parçalarını elimle topladım ve kül tablasına
koydum ve akreple yelkovanı bükerek çıkarttım, tablaya koydum. Saat tik
tak ediyor. Yüzünü yukarı çevirdim, boş saat kadranı arkasında küçük
çarkları ile tik tak ediyor, bundan başka ne yapabilir.(…) Saati bıraktım ve
Shreve’in odasına geçtim, tentürdiyotu aldım ve boyadım kesilen yeri.
Geri kalan cam parçalarını da saatin kenarından havluyla çıkarttım.” 58
58
A.g.e. , s.72
40
Benjy’nin anlatısında olduğu gibi oldukça belirgin bir çağrışıma bağlı olarak
gelişmemiştir burada. Quentin pencereden bakarken bulutlu bir havayı düşünmüştür
ve bu Caddy’nin düğününü çağrıştırmış gibi görünmektedir, ama bu Benjy’de olduğu
gibi çok da belirgin bir çağrışım değildir. Ayrıca, yine Benjy’nin daha uzun ve
oldukça detaylı parçalar halinde hatırladığı geçmişten farklı olarak, Quentin’in
zihnine çok daha parçalanmış bir halde geri gelmektedir geçmiş, hem de bir seferde
birden fazla zamana ait hatırayla birlikte:
59
A.g.e. , s.69
60
‘Anlatı zamanı’ ve ‘anlatılan zaman’ (‘narrative time’ ve ‘narrated time) ifadeleri Günther Müller’in
ortaya attığı terimler olarak Jale Parla tarafından “Don Kişot’tan Bugüne Roman’da” anılmaktadır.
Anlatı zamanı, hikayenin şimdiki zamanının geçtiği süre; anlatılan zaman ise geriye dönüşler ve ileri
gidişlerle hikayenin yayıldığı bütün bir zamanı kapsamaktadır. Bkz. Jale Parla, “Don Kişottan Bugüne
Roman”, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000.
41
sürenin anlatıldığı gibi, Quentin’in zihninin aktarıldığı bu bölümde de yirmi yıl gibi bir
süre ‘anlatılan zaman’ı oluşturacaktır. Anlatı zamanı yalnızca Quentin’in uyanması,
Shreve ile konuşması, hazırlanıp odadan çıkması, şehrin içinde bütün gün gezinerek
yaptığı yolculukta nehrin etrafında dolaşıp durması ve balıkçılarla konuşması, küçük
bir kızla yaşadığı olay, Bayan Bland ve arkadaşlarıyla yaptığı piknik, Gerald’la kavga
etmesi ve yine akşam odasına geri dönmesi gibi basit ve aslında pek de önemli
olmayan bir olay örgüsünden oluşurken bilinç akışının imkanlarından faydalanarak,
Faulkner, Quentin’in zihninden geçen düşünce akışlarıyla çocukluğundan beri onun
için önemli olan birçok zamanı ve hatırayı anlatının içine sığdırabilmiş, bir gün bile
sürmeyen anlatı zamanında çok daha uzun bir süreyi hikaye etmiştir.
Faulkner can make of a man a being without future, ‘sum of his climatic
experiences’, ‘sum of his misfortunes’, ‘sum of what have you’. At every
instant we draw a line, since the present is nothing but disordered rumor,
62
a future already past.
61
Jean Paul Sartre, “Time in Faulkner: The Sound and The Fury”, William Faulkner: Three Decades of
Criticism, Ed. Frederick J. Hoffman, Olga W. Vickery, Michigan, Michigan University Press, 1960,
pp.225-232.
62
A.e. , s. 227.
42
Quentin için, Geçmişin bu kadar önemli olması, çoğu zaman zihninin
geçmişi yeniden üretmesine neden olur. Belki de hatırlamak, bulabildiği tek tesellidir.
Bu şekilde geçmişi geri getirebilmektedir Quentin. Aslında geçmişin hatırlanması, iki
zamanın birleşmesi hiçbir zaman Proust’taki gibi mutluluk verici bir an yaratmaz
Quentin’de, hep acı verici bir hatırlamadır, bir kafa karışıklığıdır:
“To Quentin there is no such transcendence of time within time; for him,
the encounter of present and past, instead of achieving a happy fusion,
can only result in painful confusion.” 63
63
Andre Bleikasten, The Most Splendid Failure: Faulkner’s The Sound and The Fury, London, Indiana
University Press, 1976, p. 131.
64
Morris Beja, Epiphany in the Modern Novel, Seattle, University of Washington Press, 1971, p.188.
43
Aynı kardeşi Benjy’de olduğu gibi, standart zaman ölçümlerine uymayan
Quentin’in bilinci de geçmiş ve şimdi arasında yaptığı yolculuklardaki öznelliğiyle
Bergson’un bahsettiği gerçek zaman tecrübesini yansıtmaktadır. Saat tamircisinin
söylediği kesinlikle doğrudur; dükkandaki hiçbir saat doğruyu söylememektedir.
Herbiri farklı bir zamanı söyleyen saatler Einstein’in izafiyet kuramını hatırlatırken
yine öznel ve nesnel zaman arasındaki fark açığa çıkar. Yine saatlerin sürekli
ilerlemesine rağmen, Quentin geçmişte takılı kalmış vaziyettedir. Şimdiye uyum
sağlayamaz biçimde sürekli geçmişin istilasıyla karşı karşıyadır bilinç, ve geçmiş
zamanla bu derece meşgul olan bir karakter olarak şehrin sokaklarında aynı bir
uyurgezer gibi dolaşır Quentin. 65 Etrafında olan bitenle çok da ilgili değilmiş gibi
görünür hep, ilgileniyorsa bile kendisinde takıntı halini almış zaman, kadınlar, kız
kardeş veya zencilerle ilişkilendirebildiği sürece çok önemli olur dış gerçeklik onun
için.
“Eğer bunun ötesinde bir cehennem olsaydı: temiz alev ikimiz ölüden de
beter. O zaman yalnız beni bulacaksınız o zaman yalnız ben sonra ikimiz
parlak alevin ötesindeki ayıpla korkunun ortasında. (…) Yalnız seninle
ben sonra parlak alevle çevrili ayıpla korkunun ortasında” 66
65
A.g.e. , s.129.
66
A.g.e. ,s.103.
44
tamamen sıyrılmış ve sonsuzluğa ulaşmıştır Quentin. Bu mitik zaman kurtuluş
anlamına gelmektedir artık, çünkü dünyada geçerli olan zamanın varlığı artık devam
etmiyordur.
67
A.g.e. , s.103.
45
3.2- Bilinç ve Bilinç Dışı, Bilincin Dili
“Bir saat vardı, yukarıda güneşin içinde, nasıl bir saat olduğunu
düşündüm, bir şey yapmak istemediğiniz zaman, nasıl olup da
vücudunuzun sizin onu yapmaya zorladığını, bir çeşit farkında
olmamazlık. Boynumun arkasındaki kasları duyuyorum ve bir süre sonra
bütün başka sesler öte yanda kalıyor, yalnız saatim cebimde. Arkamı
dönüp caddeye bakıyorum, vitrine. Adam vitrinin arkasında masada
oturmuş çalışıyor. Saçları dökülüyordu artık. Gözünde gözlük vardı-
yüzünde vidalanmış metal bir boru. Girdim içeri.” 68
68
A.g.e. , s.74.
46
böyle bir anı hatırlayıp anlatırken ‘kıpır kıpır, oturduğum yerde’ demesi kontrolsüz
biçimde geçmişten başka seslerin zihnine geri gelmesini sağlar:
69
A.g.e. , s.79.
47
isteyebileceğini anlamadım, sabahın saat onundan önce bana bir mektup
göndermekle. Gerald’ın resmi ben de aralarındaydım Dalton Ames Ah
amyant Quentin vurdu arkadakilerin. İçinde kızlar bulunan bir şey.
Kadınlar sesi her zaman anlamsız seslerin üstünde kötülüğü özleyen
hiçbir kadına güvenilemeyeceğine inanan, ama bazı erkeklerin kendilerini
koruyamayacak kadar masum olduklarına inanan. Basit kızlar. (…)
Gerald’ın kadınlarından Quentin Herbert’i vurdu sesini vurdu Caddy’nin
odasındaki döşemenin arasından züppece bir beğenme ile sözetmesi.”
70
70
A.g.e. , s.93.
48
anlayabilmektedir Gerald’la kavga etmiş olduğunu, bunu neden yaptığını ise elbette
bilmiyordur:
“’Bana bak’, dedi. ‘Ne diye yumruk atmaya kalktın? O ne dedi sana?’
‘Bilmiyorum. Niçin yaptığımı bilmiyorum.’
‘Benim bildiğim tek şey, birden atıldın ve dedin ki, ‘Senin kız kardeşin var
mıydı? Hiç kızkardeşin oldu mu senin?’ ve o Hayır dediği zaman saldırdın
üstüne. Dikkat ettim sen uzun uzun bakıp durdun ona, kimsenin sözüne
kulak asmıyor gibiydin, sonunda üstüne yürüyüp kızkardeşlerin var mıydı
senin diye sordun.’” 71
71
A.g.e. , s.146.
72
A.g.e. , s.91.
49
Proust’un bu söyledikleri, aslında güvenilir bir anlatıcı iddiasına daima
şüpheyle yaklaşan modernist romanın bu düşüncesini de onaylamaktadır. Geçmişi
hatırlamak alsında bir çeşit yeniden yaratma ve uydurmaysa eğer, olayları hiç
çarpıtmadan ve tamamen güvenilir biçimde yansıtacak bir anlatıcın varlığı da
mümkün değildir.
73
Virginia Woolf’tan alıntılayan: David Lodge, Consciousness and the Novel, s. 51
50
gerekiyordu dille. Cümlelerin arasına başka cümleler girmeliydi, bütüncül değil
parçalanmış bir dil yapısı kullanılmalıydı, sözcükler ve cümleler bilinen kalıplarla
dizilmemeliydi yeni anlatılarda. Bir kaos dili olmalıydı artık romanın dili; şiirle
romanın birleştiği bir alan. Tam da Franco Moretti’nin tanımladığı gibi:
“Words assume a spatial form on the printed page: they are terms clearly
conceived as being external to one another and are not states of
consciousness but their symbols, or speaking more exactly, the
conventional signs which express them. By the mere fact that we
associate one word with another and set them side by side rather than
allow them to permeate one another, we fail to translate, when using
74
Franco Moretti, Modern Epik: Geothe’den Garcia Marquez’e Dünya Sistemi, Çev. Nurçin İleri,
Mehmet Murat Şahin, İstanbul, 2005, s.155.
75
William James, Principles of Psychology, New York, Dover Publications, 1950, s. 151.
51
them, the exact nature of our experience. There is no common measure,
in the Bergsonian sense, between mind and language. His constant
insistance on inexpressibility will now be made appearent in his distrust of
words.” 76
“What she is pointing to here is the fact that the re-telling of an event or
incident gets its meaning from the variations it introduces on the original
telling: the kind of variations dependent on narrator, focus, extent of
amplification, place in the narrative continuum, etc. Even when an event
is re-told by exactly the same narrator using the same words and the
same focalization, 'difference is introduced through the very fact of
repetition, the accumulation of significance it entails, and the change
effected by the different context in which it is placed. We never go into
77
the same river twice, and no pure repetition exists'.”
76
Freidman, Melvin: Stream of Consciousness: A Study in Literary Method, London, Oxford
University Press, 1955, s.86
77
Peter Messent: New Readings of the American Novel: Narrative Theory and its Application,
Edinburg, Edinburg University Press, 1990, p.71.
52
tümünün etkisini, kullandığı birçok deneysel yöntemle Faulkner’in göstermeye
çalıştığı bir bölüm oluşturmaktadır romanda. Bütün bu özellikleriyle modernist roman
için belki Benjy’den daha tanıdık, ama tecrübesindeki güneye ait tarih ve geleneğin
etkisiyle yine özel bir karakterdir Quentin.
53
4.BÖLÜM
“Bir kız bir kere azmaya görsün, derim ben. Eğer kızının okuldan çıktıktan
sonra sokaklarda oynaması senin tek üzüntünse yine talihin varmış
derim. Tam şu dakikada mutfakta olması gerekiyor diyorum, oysa ki o
yukarıda odasında yüzüne boya sürüyor ve tencereleri et ve ekmekle
dolmadıkça ayakta duramayan altı zencinin ona kahvaltı hazırlamasını
bekliyor.” 78
78
Faulkner, Ses ve Öfke, s. 158.
54
Jason’un anlatısıyla birlikte okurda uyanması gereken, rahatlamaya benzer
bir duygu olmalıdır. Artık Benjy’nin ya da Quentin’inki gibi boşluklarla dolu ve
bunların doldurulmasında kendine çok iş düştüğü bir metin yoktur önünde. Gayet
düz ve mantıklı biçimde ilerlemektedir metin ve anlaşılmaz hiçbirşey
görünmemektedir: “the Jason monologue provides the reader with the privilege of
overall vision that has been withheld from him till now.” 79 Fakat okur hiç de böyle bir
hisle karşılaşmaz aslında, ve belki de modernist okurların hepsinin kaderi budur. Bir
kere Benjy gibi ya da Quentin gibi oldukça sınırlı bakış açılarından çıkan karmaşık
metinlerle karşılaştıktan sonra, herşeyi dümdüz anlatıyor gibi görünen diğer
anlatıcılara karşı güvenini yitirmiştir okur. Hiçbirşey eskisi gibi olamayacaktır artık ve
hep bir eleştiri noktası bulunacaktır Jason gibi anlatıcılarda. Çünkü aslında Jason’un
bakış açısında ve metninde görülen bu açıklık, onun olaylara çok daha doğru bir
görüşle baktığı anlamına gelmiyordur. Wolfgang Iser de, artık böyle bir anlatıcının
sahip olduğu açıklığın okur tarafından altında bir şey aramadan asla kabul
edilemeyeceğini belirtmektedir:
79
Wolfgang Iser, The Implied Reader: Patterns of Communication in Prose Fiction from Bunyan to
Beckett, London, John Hopkins University Press, 1974, p.148.
80
A.e. , s. 149.
55
bakıldığında ve kendi bakış açısından insanları nasıl gördüğü düşünüldüğünde
Jason’un annesi de dahil hiç kimse için sevgi ya da başka bir yakınlık hissi
beslemediği görülmektedir. Sevgisizlik dışında, bir de kötülük etmeyi arzuluyor
gibidir Jason. Kötülükten bir haz alır sanki. Galiba en çok tiyatro biletlerini Luster’e
vermeyip yaktığı anda belli etmektedir kendini bu durum.
81
Cleanth Brooks, William Faulkner: The Yoknapatawpha Country, New Haven and London, Yale
University Press, 1963, s.337.
56
“Jason can no more free himself from his obsession with Caddy than
Quentin and Benjy. Jason's ties with his real mother who is incapable of
giving love put him in opposition to Caddy who is the only one who could
have loved him. Thus, Jason grew up without love. As a result he can
only hate; he is jealous of Quentin even in death, in a sense jealous of
Benjy who cannot even understand love. His jealousy and hatred are
vented simultaneously upon Quentin, Candace's daughter. Jason's
meaningless chase after his niece is, perhaps, really a quest for love
which can only be expressed in hatred. But since he does not really
believe in love and has never known it; the search for love always
becomes what Jason has replaced love with, a search for money. These
motifs are inextricably combined when Quentin steals his money, and
82
Jason's hatred is vindicated.”
“Jason Compson, who has never left the South, and who has acted
ashead of the family since his father's death, establishes his authority
through reiterated paranoid assertions of the difference between himself
and a series of rapidly conceived sexual or racial antagonists.“ 83
82
Douglas Messerli: “The Problem of Time in The Sound and the Fury’: A Critical Reassessment and
Reinterpretation”, The Southern Literary Journal, Vol. 6, No. 2 (1974), pp. 19-41, s.39.
83
David Trotter, “The Modern Novel”, The Cambridge Companion to Modernism, Ed. Michael
Levenson, Cambridge, Cambridge University Press, 1999, s.87
57
Jason’un zaman algısı Quentin’in tam tersinde durur. Quentin için en
önemli hatta tek önemli zaman geçmişti. Yaşamını tümden etkisi altına almış
durumdaydı geçmiş ve bilincinde hem isteyerek hem de istemediği durumlarda bile
sürekli yeniden üretiliyordu. Fakat Jason için geçmişin kesinlikle böyle bir kıymeti
yoktur. Artık ona bir fayda sağlayamayacak bir zaman ifadesidir geçmiş ve bunun
için önemsizdir. Quentin’inki gibi sürekli ve birdenbire yeniden ve yeniden zihinde
yaşanan geçmiş zamanlar da Jason’un anlatısında rastlanmayan öğelerdir.
Anlatının bazı bölümlerinde şimdiki zamandan çıkıp geçmiş anlatılmaya başlanır
Jason’da da. Fakat bunlar mantıksal bir ilerleyiş içerisinde meydana gelir ve
geçmişin geri gelmesi sanki birinin onu anlatıyor olduğu izlenimi verir. Dil de buna
uygun olarak çoğunlukla oldukça düzenli bir yapıya sahiptir. Mesela, Quentin’in
babası tarafından eve getirilmesi ve bu konuda ailedekilerin konuşmalarından sonra
babasının cenazesinin olduğu gün aklına gelir Jason’un:
“Toprak atma sırası gelince eldivenleri yok etti. Birinci adamın yanına
yaklaştı, oradakiler başlarının üzerinde şemsiye tutuyorlar, oraya buraya
basarak ayaklarına yapışan çamurları atmaya çalışıyorlar ve küreklere
yapışıyorlar, sonra bakıyorlar, kürekler toprağa düşünce tok bir ses
çıkarıyor, ve arabanın çevresini dönerek geriye çekildiğim zaman bir
mezar taşının arkasında görüyorum onu, şişeden bir yudum daha
alıyor.” 84
Cenazede gördüğü bu kişi Caddy’dir ve şimdiki zamana bir kere gönderme yaptıktan
sonra, aynı zamanın devamını hatırlamaya uzun süre devam edecektir Jason. Bu
hatırlama, devamında da yine oldukça kontrollü ve bilinçli biçimde ilerleyecek ve
Caddy’yle kızını ona göstermesi için para karşılığında anlaşmasını, bir anlığına
gösterip kaçtığından dolayı Caddy’nin onun ofisine gitmesini anlatacak ve sonra
şimdiki zamana dönecektir. Son derece bilinçli bir halde geçmişin hatırlanması ve
anlatılmasıyla oluşan bir süreçtir bu. Geçmişe dönüşler, Jason’da yalnızca bu
şekilde olmakla birlikte, metin boyunca çok da karşısına çıkmaz okurun.
84
A.g.e. , s.176-177.
58
Jason’un Quentin’den bir diğer farkı yine biraz geçmişle ilgilidir fakat bu
sefer gelenekler de işin içine girer. Quentin’in dünyaya bakışını etkileyen önemli bir
faktör güney geleneğidir; o soylu, aristokrat gelenek çerçevesinden bakar herşeye
ve algılarını tümden etkiler bu. Kadınlara bakışı da, zencilere bakışı da bu geleneğin
söylediği biçimdedir. Jason’da ise geleneğin hiçbir önemi yoktur, bunlar yalnızca
zaman kaybettirebilir ona ve herşeyden yalnızca para kazanmaya bakar Jason.
Annesini kandırıp Caddy’nin çeklerini kendine alır, Quentin’i de kandırmış olur bu
şekilde. Benjy’nin insanlara gösterilip bundan para kazanmayı bile
düşünebilmektedir Jason, aile onuru gibi kavramlar değil, çok daha işlevsel olan
para kazanma yolları önemlidir onun hayatında.
“Whereas Quentin was trapped by the past, Jason was enchanted by the
future. He always had one eye cocked for ‘the main chance’. Quentin was
obsessed by the chivalric tradition inherited from his father, but Jason
considered himself the epitome of practicality in that he was always on
the lookout for a ‘good deal’. He was concerned about ‘blood’ and ‘family’
only if there was some obvious benefit to be derived from them. He saw
no intrinsic value in one’s heritage as such. He had, of course what he
85
called ‘position’ in Jefferson, and this had to be maintained.”
59
görür okur, ama aslında hiçbir zaman da yetişemez zamana istediği gibi, hep
birşeyleri kaçırır, hisseler o Quentin’in peşindeyken düşer mesela, ve en değerli
gördüğü şeyi, parasını kaybetmesine neden olur.
“As for the remaining Compson brother, if the lack of future entails a lack
of freedom for Both Benjy, who is little more than an animal, and for
Quentin, who can not look at the future, Jason at least, with his rejection
of the past and his constant gaze into the future, ought, one might
suppose, to have complete freedom. But Jason, by insisting of seeing
time only with regard to something to be done, is incapable of any real
living.” 87
Paraya onca önem vermesine rağmen, onu elde etmek için harcadığı o kadar
zaman boşa gider en sonunda. Quentin’le kırmızı boyunbağlı tiyatrocuyu kovalayıp
zamanı yakalamaya çalışmak da nafile olacaktır. Compson ailesinin hiçbir ferdi
başarılı olamaz hayatta, ve bütün kitap parçalanmış anlatılarından oluşan bütün bir
86
Morris Beja, Epiphany in the Modern Novel, s.188
87
A.g.e. , s. 330.
60
yıkılış imgesi yaratır. Güneyin gelenekleri çökmüştür, hiçbirşey artık eskisi gibi
değildir ve zamanın değişimi hep daha kötüsünü getirmektedir güney ve Compson
ailesi için. Tarlalar satılmış ve yerine golf sahaları yapılmıştır, zencilerle efendi-köle
ilişkileri bozulmuştur, Caddy’nin yerinde artık sadece bir golf arabasının ismi vardır,
anne artık yalnızca ölümü ümit edebilmektedir zamandan ve roman boyunca
zamanın yalnızca kendini tekrar ettiğini görür okur. Bu karakterlerin isimlerinden de
bellidir. Jason da babasının ismindedir, Caddy’nin kızının ismi de Quentin olmuştur
ve bu şekilde durgun bir yıkılmışlık imgesi oluşturur roman, karakterler zamanı
yenmeye çalışsa da, ailenin yanından kaçıp başka yerlere gitseler de yakalar gibidir
bu durum onları. Roskus’un bahsettiği ‘uğursuzluk’ belki de böyle birşeydir, ve
zamanın yine sürekli kendini tekrar etmesiyle birlikte, evden kaçan Quentin’i de
mutlaka bir gün içine alacakmış gibi hissettirir okura.
61
5. Bölüm
YAZAR GÜCÜNÜ GERİ Mİ İSTİYOR?
5.1- Otoriter Anlatıcının Sesi, Dilsey ve Zaman
William Faulkner, Ses ve Öfke’nin tam da son bölümüne gelmişken, anlatıyı
her şeyi bilen bir alatıcıya teslim eder ve galiba köşesine çekilip okur tarafında ne
olup bittiğini izlemeye koyulur. Modernist roman öncesinde bütün söylediklerini
okurlarına inandıran her şeyi bilen, güçlü anlatıcılar şimdi ne yapabileceklerdir
acaba; özellikle üç tane arka arkaya gelmiş güvenilmez, her dedikleri ve
yaptıklarından sınırlı bakış açıları ve öznellikleri belli olan anlatıcılardan sonra?
“Gün ağardı, soluk ve ayaz bir gün. Kuzeydoğudan gelen gri bir ışık
duvarı nemin içinde eriyeceği yerde, küçücük ve zehirli zerrelere
bölünmüş gibi oldu, toza benzeyen; Dilsey kulübesinin kapısını açıp
dışarı çıktığı zaman vücuduna yanlamasına vurdu bu tozlar, iğneledi onu,
yeterince kalınlaştırılmamış ince bir yağ niteliğindeki bir nesne gibi çöktü
gri ışık, bir nem gibi değil.” 88
88
Faulkner, Ses ve Öfke, s. 231.
62
roman boyunca anlatılmadığı şekilde göstermektedir. Benjy’nin ya da Jason’un
fiziksel görünüşlerinin nasıl olduğunu daha yeni öğrenebilmektedir okur burada:
89
A.g.e. ,s.239.
63
aynıdır ve bir sonsuzluk anlayışı içinde buluşurlar. Zamanın algılanışında kurabildiği
bu bütünlük onun zamanı bozmamasını ya da çarpıtmamasını sağlar, bu yüzden de
zamanla kurulan en sağlıklı ilişki gibi görünmektedir Dilsey’inki.
“Dilsey is the only major character who does not distort time. Unlike the
Compsons, she does not ignore or overemphasize either the past or the
present, but accepts both of them for what they are. More than ever, this
is so after the sermon by the preacher from St. Louis…” 90
90
Morris Beja, Epiphany in the Modern Novel, s. 192
91
A.g.e. , s.256.
64
yönleriyle algılayan Dilsey’in bölümünde görülmesi ise önemlidir. Bu yönüyle Dilsey,
Compson’lara ne olduğunu anlayabilen tek karakter olmuştur:
“Dilsey . . . realizes what has happened to the Compsons, and she sees
them in their proper historical perspective. In her mind there is an
interaction of all the faculties; sensation and emotion and reason work
together, and this interaction allows her to understand time in its several
senses. The opposition between temporal and eternal fades away . . . “ 92
Dilsey’le birlikte kitabın son bölümünde fazlaca yer kaplayan diğer bir
karakter, bir önceki bölümün de anlatıcısı olan Jason’dur. Kendine ait bölümde
olduğu gibi burada da Jason’la ilgili bahsetmeden geçilemeyecek şey yine en çok
değer verdiği şey olan parasını kaybetmesi ve şimdiki zamanla geleceğin en çok
yakalamaya çalıştığı zamanlar olmasına rağmen bir türlü zamanın hızına
yetişememesidir. Buradaki anlatı zamanı, Shegog’un vaazının dinlendiği süre içinde
neredeyse durmuş gibi görünen, sonsuzluğu anımsatan bir yavaşlıkta ilerlerken;
92
Messerli, Douglas: “The Problem of Time in The Sound and the Fury’: A Critical Reassessment and
Reinterpretation”, The Southern Literary Journal, Vol. 6, No. 2 (1974), pp. 19-41, p.25.
93
A.g.e. , s.258.
65
Jason anlatıya girdiğinde zamanın ve anlatının alışı birdenbire hızlanır. Quentin’in
kırmızı boyunbağlı adamla kaçmasından sonra zaman o kadar hızlı akar ki metinde,
Jason hiçbir şekilde yetişemez zamana, sürekli geç kalır ve kaçırır bütün elde etmek
istediklerini. Bütün uğraşlarından, kovalamalarından sonra ona kalan tek şey büyük
bir başarısızlık ve baş ağrısıdır.
66
yalnızca. Bu durum romanı erkeksi bir metin yapar mı, anlatıyı eksik bırakır mı ya da
Faulkner bunu kasıtlı mı olarak yapmıştır bilinmez ama Ses ve Öfke’nin birçok
okuru, büyük ihtimalle neden bir kadının, özellikle de Caddy’nin bilincine bir göz
atamadığımızı merak etmiş olmalıdır kitabın sonuna geldiğinde.
95
Marijke Rijsberman, "Interior Viewpoints and Psychological Realism in Some Faulkner Novels”,
Alıntılayan: Burton, Stacy: “Benjy, Narrativity, and the Coherence of Compson History”, Cardozo
Studies in Law and Literature, Vol. 7. No:2 (Autumn-Winter, 1995) pp. 207-228, p.222.
67
başka bilgilerin eklenmesi okur için çok anlamlı görünmüyor ve romanın
algılanışında önemli bir etkide bulunmuyor gibi. Ayrıca, eğer bu ‘Ek’ kısmı ile
romanın metni devam ediyor ise bu bölümün getirdiği yalnızca yeni bir güvenilmez
anlatıcı sesi olacaktır. Son bölümün anlatıcısının diğerlerinden nasıl ki diğerlerinden
üstünlüğü yoksa, Faulkner’in metne eklediği ve oldukça otoriter bir tonda yazılmış bu
son kısmın da hiyerarşik bir üstünlüğü yoktur artık modernist romanda. Bütün sesler
yalnızca başka bir bakış açısı anlamına gelmektedir gerçeğin aktarılmasında.
68
SONUÇ
69
hem diğer bütün yazarlar için geçerli olan bu modernist çağa ait gerçeklikle, hem de
İç Savaş sonrası yaşanan değişimlerin getirdiği, aristokrasinin çöktüğü, zencilerle
ilişkilerin farklılaştığı, ırk, şiddet gibi meselelerin hep ön planda olduğu bir güney
gerçekliğiyle de uğraşmaktaydı eserlerinde. Ses ve Öfke de, hem modernizmin
deneysel yönlerini birçok yönden kapsayan, hem de güneyli Compson ailesinin
güneyin gelenekleri ve mitleriyle birlikte çöküşünün bir temsilini oluşturduğu bir
roman olarak Faulkner’in en önemli yapıtlarından biri olarak roman geleneğinde yer
edinmiştir.
Peki modernist anlatılara özgü böyle bir yapı neler kazandırmıştır romana
ve daha önceki anlatı gelenekleriyle arasında ne gibi farklar yaratmıştır? Öncelikle
ilk üç metnin Compson kardeşlerden Benjy, Quentin ve Luster’in bilinç akışlarından
yaratılması romanı on sekiz ve on dokuzuncu yüzyıl roman geleneklerinin gerçeklik
anlayışından koparıp modern roman geleneğinin gerçekliğiyle aynı safa
koymaktadır. Bu gerçekliğe göre dış dünyanın tanımlanmasından çok bireylerin iç
dünyaları ve dış gerçekliği nasıl tecrübe ettikleri önemlidir. Bireyin bir günde
zihninden geçenler, onunla ilgili gerçekliği uzun bir anlatı zamanına yayan olay
örgülerinden ve detaylı tasvirlerden çok daha iyi anlatabilir gerçeği. Burada söz
konusu olan gerçeklik daha günlük ve daha sıradan bir gerçekliktir, ki bu
modernizmin tanımıyla çok daha iyi örtüşmektedir.
70
Bununla birlikte bu anlatılar modernizmin zaman tanımıyla standart
zaman arasındaki çelişkiyi de belirgin kılmaktadır. Standart zaman tanımlarının
aksine, romandaki bireylerin hiçbiri zamanı böylesine nesnel ya da standart biçimde
yaşamamaktadır. Her birey kendi öznel zaman anlayışına sahiptir ve zamanı
diğerlerinden oldukça ayrı biçimde tecrübe etmektedir. Zamanın ve aslında bütün
yaşamın tecrübe edilişinde bireylerin bilinçlerinin sahip olduğu bütün bir geçmiş,
onların bugününü etkilemektedir. Zamanı dün-bugün-yarın diye sınırlarla ayırmak
nasıl doğru bir açıklama olmuyorsa, bilinci de birbirinden ayrı duran düşünce
parçaları olarak düşünmek doğruyu yansıtmıyordur. Bu yüzden Faulkner’in
yapıtında hem zamanın hem de bilincin birbirinin içine sızan, ayrılmaz bir bütünlük
ve akış oluşturan yapıları roman boyunca bütün karakterlerin anlatılarında kendini
belli etmektedir.
71
KAYNAKÇA
Bleikasten, Andre: The Most Splendid Failure: Faulkner’s The Soundand The
Fury, London, Indiana University Press, 1976.
Brown, May Cameron: “The Language of Chaos: Quentin Compson in The Sound
and The Fury”, American Literature, Vol.51, No: 4 (Jan. ,1980), pp. 544-553
Gillies, Mary Ann: Henri Bergson and British Modernism, London, McGill-
Queen’s University Press, 1996.
72
Groden, Michael: “Criricism in New Composition: Ulyyses and The Sound and the
Fury”, Twentieth Century Literature, Vol. 21, No: 3 (Oct. 1975), pp.265-277.
La Capra, Dominick: History, Politics and the Novel, New York, Cornell University
Press, 1989.
73
Matz, Jesse: The Modern Novel: A Short Introduction, Oxford, Blackwell
Publishing, 2004.
Messent, Peter: New Readings of the American Novel: Narrative Theory and its
Application, Edinburg, Edinburg University Press, 1990.
McGann, Mary E. : “The Waste Land and The Sound and the Fury: To Apprehend
Human Process Moving in Time”, The Southern Literary Journal, Vol.9, No:1
(Fall, 1976), pp. 13-21
Mendilow, A.A: Time and The Novel, New York, Humanities Press, 1965.
Messerli, Douglas: “The Problem of Time in The Sound and the Fury’: A Critical
Reassessment and Reinterpretation”, The Southern Literary Journal, Vol. 6, No.
2 (1974), pp. 19-41.
Parla, Jale: Don Kişot’tan Bugüne Roman, 5. bs. , İstanbul, İletişim Yayıncılık,
2000.
Sartre, Jean Paul: “Time in Faulkner: The Sound and The Fury”, William Faulkner:
Three Decades of Criticism, Ed. Frederick J. Hoffman, Olga W. Vickery, Michigan,
Michigan University Press,1960, pp.225-232.
74
Steward, George R. , Backus, Joseph M. : “Each in its Ordered Place: Structure
and Narrative in Benjy’s Section of The Sound and the Fury”, American Literature,
Vol. 29, No:4 (Jan. ,1958), pp.440-456.
75