Professional Documents
Culture Documents
Tarih
Tarih
DERS
İsmet İnönü döneminde 1940’lı yıllarda dahi ordunun içerisinde iktidara karşı
hareketlenmeler mevcuttur. İşte bunu nereden öğreniyoruz, 27 Mayıs’ın içerisinde yer almış
olan, Milli Birlik Komitesi’nde yer almış olan kişilerin anılarından anlıyoruz. 1940’lı yıllarda
İsmet İnönü’ye karşı bir hoşnutsuzluk baş gösteriyor ve ciddi bir cunta oluşması da devreye
giriyor. Hatta bu noktada bir sivilin anılarından hatırlayacak olursak Ali Fuat Başgil bir yerde
şöyle yazar, derki: “1949 yılında üst düzey 4 tane subay geldi benimle görüştü dediler ki: Biz
işte böyle bir çalışma içerisindeyiz müdahale etme noktasında bazı çalışmalarımız var. Bizi
bu konuda destekleyici yazılar yazın. Ben bunları son derece ciddi gördüm ama kendilerine
böyle bir yolun iyi olmayacağını tavsiye ettim, her ne kadar eleştirilerine katılmışsam da”
demiştir. İşte mesela Alparslan Türkeş’in anılarında geçer, derki: “ Sabah Konya’da olmuş bir
olay akşama kadar ülkenin en doğu noktasındaki birliklere ulaşıyor” Yani 1940’lı yıllardaki
bu asker içerisindeki cunta örgütlenmesinden bahsediyoruz. Tabii bunun temel nedeni nedir?
O dönemde ordu çok büyük yokluklar içerisinde askerin, subayların durumu ekonomik olarak
kötü; aynı zamanda ordunun içerisinde bulunduğu askeri anlamdaki nitelikleri de iyi noktada
değildir. İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle bütün o savaştaki gelişmeler subaylar tarafından
izleniyor, ordudaki gelişmeler, dünya ordularındaki gelişmeler izleniyor. Alman ordusundaki
gelişmeler diğer devletlerin ordularındaki gelişmeler izleniyor. Bir de Türkiye’deki orduyla
karşılaştırıldığında son derece eskimiş olan silahlar, iyi olmayan koşullar bu noktada bir
hoşnutsuzluk üretiyor. Aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra
cumhuriyet, o Atatürk ideolojisi, artık cumhuriyet ideolojisinin durağanlaştığına dair bir hisse
de kapılıyor, askerler içerisinde böyle bir şey de oluşuyor. O noktada bazı hareketlenmeler
oluyor. Burada diyeceğimiz nokta şudur: 27 Mayıs öncesinde Demokrat Parti iktidara
gelmeden de ordu içerisinde siyasete müdahale eğilimleri vardır ve bunlar küçümsenecek
cinsten değildir, bunlar ciddi boyutlara da varmıştır. Şöyle bir kaygı vardır, acaba Cumhuriyet
Halk Partisi, iktidarı Demokrat Parti’ye teslim eder mi? Tabii 1950 de Demokrat Parti’nin
iktidara gelmesiyle aslında o devre dışı kalıyor. İşte o zaman başlangıçta biraz askerler
noktasında bazı adımlar atacak gibi duruyor ama o da bir noktadan sonra üst ordu kademesini
kendi etkisi altına aldıktan sonra aslında çok da fazla alt tabakayı tatmin etmiyor. Tabii bunun
uzun vadedeki sonucu ne oluyor?1940’lı yıllarda bazı nüveleri olan o cunta eğilimlerinin
özellikle 1954’ten sonra yeniden hareketlenmesine yol açıyor. Bu noktada Demokrat Parti’nin
işte Arapça ezan noktasında, Atatürkçülük noktasında hani hepimizin bildiği gibi biraz da
muhafazakâr diyebileceğimiz açılımlar noktasındaki adımları bunlara etkide bulunuyor.
1954 yılından sonraki örgütlenmeler tabii 1957 yılından sonra daha da üst boyuta varıyor. İşte
bu “9 Subay Olayı” vardır. Mesela; 9 Subay Olayı, tam da Demokrat Parti iktidarına karşı
oluşan cuntanın temelinde yer alan insanların açığa çıkabileceği bir olaydır. Ancak o noktada
Başbakan Adnan Menderes’in amiyane tabirle inanmaması diyelim onların deşifre olmasını
engellemiştir. Aslında ulaşılmıştır onlara ama cezalandırıcı bir pozisyonda durulmadığı için
27 Mayıs’a giden süreçte engelleyici olmamıştır.
27 Mayıs sonrası dönemin Türkiye Siyasetinde çok önemli sonuçları olmuştur; çünkü her ne
kadar bu dönem sonrasında aslında bugün bildiğimiz bütün siyasi akımların, siyasi olarak
pratiğe geçtiğini söyleyebileceğimiz bir dönemden bahsediyoruz. Sol olsun, Sağ olsun,
milliyetçilik olsun, İslamcılık olsun; bunların hepsinin 1960 öncesindeki izdüşümlerini
bulmak mümkündür; ancak 1960’lı yıllar bunların ete kemiğe büründüğü bir dönem olmuştur.
Örneğin milliyetçi kanata baktığımızda her ne kadar 1940’lı yıllarda milliyetçikle alakalı bazı
hareketlenmeler olsa da Türkçülük ile ilgili Osmanlı’ya kadar ulaşan gelişmeler varsa da
aslında, bunların siyasi hareket olarak şekillenmesi 1960’lı yılların ortasıdır. İşte ne olmuştur?
27 Mayıs hareketinin içerisinde yer almış olan Alparslan Türkeş, o dönemki Cumhuriyetçi
Köylü Millet Partisi’nin içerisine katılıyor. Daha sonra Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ni
dönüştürüyor yani Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin kadroları bu noktadan sonra tasfiye
oluyor. Alparslan Türkeş bu noktadan sonra Milliyetçi Hareket Partisi’nde somutlanan
milliyetçi çizginin lideri olarak devam ediyor. Aynı zamanda milliyetçi harekette siyasetteki
yerini netleştirmiş oluyor. Diğer taraftan sol harekete baktığımızda, Cumhuriyet Halk
Partisi’nin ortanın solu çizgisine gelmesi de 1960’lı yıllarda olmuştur. Ondan önce 1960
öncesinde kendisini solda konumlandırmak diye bir durum yoktur. Ama ne zamanki 1960’lı
yıllardan sonra sol hareket gelişiyor, “Yön” dergisi vardır mesela aydın kesimde özellikle
yansımasını bulan bir harekettir. Bundan başka Cumhuriyet Halk Partisi içerisinde de 1965
seçimlerinde ortanın solu sloganı kullanılmaya başlanıyor.
Diğer taraftan, İslamcı Hareket diye nitelendirebileceğimiz Erbakan Hareketi de 1969 yılında
partileşmesini, Milli Nizam Partisi’ni kuruyor. Ayrıca Adalet Partisi de Demokrat Parti’den
almış olduğu mirası devam ettiriyor. 27 Mayıs’tan sonraki 1965’e kadar geçen süreç aslında
koalisyonlar dönemi diye ifadelendirebileceğimiz bir dönemdir. 27 Mayıs’tan sonra İsmet
İnönü başkanlığında hükümetler kuruluyor. Daha sonra 1965 seçimlerinden önce Suat Hayri
Ürgüplü başkanlığında bir koalisyon hükümeti oluşturuluyor. Tabii bütün bu süreçte,
Demokrat Parti çizgisinin 1950’lerde ortaya koymuş olduğu etkinliği sınırlandırmaya yönelik
bir çerçeveden hareket edildiğini görüyoruz. Bunun en temel belgesi nedir? 1961
anayasasıdır. 1961 anayasası bir tepki anayasasıdır. O dönemki yürütmenin gücünü
frenlemeye dönük mekanizmaları kendi içerisinde barındıran bir yapıda oluşturulmuştur.
Nedir bunlar: Anayasa Mahkemesi kurulmuştur, Milli Güvenlik Kurulu, bunlar o dönemin
1950’li yıllardaki iktidarın uygulamalarına karşı gösterilen tepkinin neticesinde ortaya
konmuş olan mekanizmalardır. Tabii bu mekanizmalar oluşturulurken Demokrat Parti çizgisi
dışarıda bırakılmıştır. Anayasanın oluşumunda onlara çok fazla bir fonksiyon, rol
verilmemiştir. Bunun yaratmış olduğu sıkıntılar daha sonraki siyaset hayatında çok ortaya
çıkmıştır.
1965 seçimlerinde Adalet Partisi tek başına iktidara gelmiştir. Yani bütün o seçim
mekanizmasına rağmen aslında normal şartlarda çok zor olan bir şey gerçekleşmiş ve Adalet
Partisi tek başına iktidara gelmiştir. Tabii iktidara geldiğinde şöyle sıkıntılar yaşıyor; kendi
dışında oluşturulmuş bir anayasa mekanizmasıyla kendi iktidarını yürütmek zorunda kalıyor.
Tabii bu durumda sıkıntılar yaşıyor. Bu sıkıntıları gidermek için başlangıçta orduyla uzlaşma
temelinde bir hareket inşa ediyor. O zamanki Başbakan Süleyman Demirel, kendi savunma
bakanı vasıtasıyla ordu içerisindeki gelişmeleri takip ederek onlarla fazla karşı karşıya
gelmemeye dikkat ederek iktidarını yürütüyor.1965’ten 1969’a kadar böyle devam ediyor.
1969 seçimlerinde yeniden Adalet Partisi kazanıyor, birazcık oy kaybetse dahi yine kazanıyor.
Tabii bu oy kaybettiği ancak kazanmış olduğu 1969 seçimlerinde önemli bir rol biçiyor. Diyor
ki: “Bundan sonra artık Türkiye’de istikrarlı bir dönem başlayacak işte biz bu güne kadar
bunu denedik bu noktadan sonra daha iyi bir yönetim inşa edeceğiz daha rahat bir şekilde
yürüteceğiz” demiştir. Ancak hiç de beklediği gibi olmamıştır. En başta kendi içerisinde
tartışmalar başlamıştır. Adalet Partisi’nin içerisinde milliyetçi-mukaddesatçı dediğimiz bir
çizgi o zaman harekete geçmiştir. S. Demirel’in uygulamalarına muhalefet göstermeye
başlamıştır zaten Süleyman Demirel iktidara geldiği dönemde de Saadettin Bilgiçle bir yarışa
giriyor onu onun karşısına kazanarak geliyor. Bir noktadan sonra Süleyman Demirel’in sola
işte tavizler verdiğinden bahsediyor. Milliyetçiliği çok fazla önemsemediğini,
muhafazakârları dışladığından bahsediyorlar. Tabii bütün bunların S. Demirel’in işte solcu
diye olması noktasında değil de sonuçta o günkü güç dengeleri içerisinde kendisine bir alan
açmaya çalışıyor. Bu noktada kendi içerisinde bir çatışma oluşuyor. Bu çatışmanın açığa
çıktığı noktalardan birisi şudur. Eski Demokrat Parti’lilere siyaset hakkı verilmesi noktasıdır.
Biliyorsunuz 27 Mayıs’tan sonra Demokrat Parti’nin liderleri siyasetten men edildi bir süre
ceza evlerinde kaldılar başta Celal Bayar olmak üzere. Tabii bu noktada Cumhuriyet Halk
Partisi olsun, diğer siyasi güçler olsun Milli Güven Partisi olsun işte o dönemki Yeni Türkiye
Partisi olsun hepsi siyaset kanalının açılması noktasında anlaşmışlardır.1968 yılında bu
noktada Adalet Partisi ile bir uzlaşmaya varmışlar. Adalet Partisi de ordu içerisinden almış
olduğu duyumlarla herhangi bir tepki gelmeyeceğini düşünmüş. Daha çok tabii ordunun üst
kademesiyle görüşüyor. Bunu meclise sevk ediyorlar, mecliste geçiyor ama senato
aşamasında geri alıyor, Süleyman Demirel Başbakan olarak geri alıyor. Tabii herkes bundan
çok şaşkınlık duyuyor.
Bu süreçte perdenin arkasındaki gelişmeler de şöyledir; Ordunun içerisinde bir hareketlenme
oluşuyor. O dönemde özellikle ordunun alt tabanında Demokrat Parti’lilerin siyaset yolunun
açılmasına büyük bir tepki oluşuyor. Komutanlar da bunun geri alınması için devreye giriyor
ve bunu geri alıyorlar. Tabii bu Adalet Partisi içersindeki gelişmelerin farklı bir boyuta
çıkmasına neden olmuştur. Bundan sonra gelişen olaylar Adalet Partisi’nin parçalanmasına
yol açmıştır. Demokratik Parti diye bir parti oluşmuştur. Bu da önemli bir noktadır 12 Mart’a
geldiğimiz süreçte 1970’li yılları anlamak noktasında o siyasetteki parçalanmayı anlamamız
önemlidir; çünkü kendi içerisinde işte 69 milletvekili Demokratik Parti’yi kuruyor. Böylece
sağ kanattaki merkez partinin gücünde bir parçalanma yaşanıyor. Bu birinci bir noktadır.
1960’lı yıllarda dikkat çekeceğimiz bir nokta da soldaki gelişmelerdir. Türkiye’de ilk defa
1965 seçimlerinde sosyalist parti, Türkiye İşçi Partisi 15 milletvekiliyle meclise giriyor. O
dönem de almış olduğu oy %3. Tabii TİP’in 15 milletvekili başka herhangi bir partinin 15
milletvekilinden çok daha fazla etki yaratıyor. O dönemki sol fikirlerin kamuoyunda yaygın
bir biçimde tartışılması, mecliste gündeme gelme noktasında önemli işlevler yükleniyorlar.
İşte özellikle dış politika noktasındaki çıkışları Amerika’ya karşı, NATO’ya karşı
emperyalizm, sosyalizm gibi argümanların meclis boyutuna taşınması, o fikirlerin kamuoyu
nezdinde daha çok tartışılmasını gündeme getirmiştir. Tabii 1960’lı yıllar sadece Türkiye’de
değil dünyada da sol hareketin geliştiği yıllardır, bütün o gelişmeler Türkiye’yi de etkiliyor.
Bunun en yakın yansıması üniversitelerde görülüyor işte bir gençlik hareketi oluşuyor.
Türkiye’deki gençlik hareketini yalnızca 1968 hareketlerinin Avrupa’da gelişen özellikle
Fransa’da merkezleşen gençlik hareketlerinin bir yansımasından ibaret görmek biraz eksik
olabilir; çünkü biliyoruz ki 27 Mayıs öncesinde de Türkiye’de bir öğrenci gençlik hareketi
vardır. Bu hareketler oluşmuş, hatta bu ihtilal sürecinde darbe sürecinde de kendilerini
göstermiş hareketler mevcut olup daha sonra 1960’lı yıllarda 27 Mayıs’ın yıldönümlerinde
böyle hareketlenmeler oluyor. Yalnız 1960’lı yıllardaki o sol etki bu hareketin
politikleşmesine ivme kazandırmıştır. Şimdi 1968’e geldiğimizde işte Fransa’da üniversite
işgalleri oluyor, Avrupa’da bu hareketler oluyor. Bunların Türkiye’de yansıması da
Türkiye’deki öğrenci hareketlerinin politikleşmesi oluyor. O dönemde yayınlanmış olan bir
dergide, İstanbul’daki Atatürk Öğrenci Yurdu’nda yapılmış olan bir anketin sonucundan
bahsedilir:
Şimdi Türkiye İşçi Partisi dediğimiz hareket Türkiye’de 1965 seçimlerinde %3 oranında oy
almış bir parti ama o öğrenci yurdunda yarıdan fazla öğrencinin sempatisini kazanmış bir
parti. Sonra Cumhuriyet Halk Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi de 1965’te kendini ortanın
solunda konumlandırmış, solu politik olarak artık dillendirmeye başlayan bir partidir. Aslında
bu nokta, toplumun genelinde o aydın kesim dediğimiz kesimin yönelimi arasındaki farklılığı
tespit etmekte de önemli bir noktadır. Ama aynı zamanda bu şunu da gösteriyor, gelişmeye
açık pozisyonu da gösteriyor; çünkü dışarıdaki ya da içerideki gelişmelerden en önce
etkilenen kesim öğrenci kesimi ya da aydın kesim ağırlıklı olarak solda yer almaya
başlamıştır. Bunun bir başka boyutu ordudur. Hatta Ordunun içerisinde de ciddi bir sol etki
mevcuttur.
Bu dönemde sol hareket içinde önemli bir yeri olan,1960’tan sonra 27 Mayıs’ta çıkmış olan
Yön Dergisi vardır. Bu, başını Doğan Avcıoğlu’nun çektiği aslında o dönemki aydınların
birçoğunun içerisinde yer aldığı harekettir. Bu Yön Dergisi o dönemki artık Kemalist sol
diyebileceğimiz çizginin oluşumunda önemli bir rol oynuyor. Aynı zamanda sonraki süreçte
ordu içerisinde oluşmuş olan cuntacı eğilimlerin çok önemsediği bir çizgi oluşuyor. Daha
sonra Yön Dergisi bir süre Türk Solu adıyla çıkıyor daha sonra da Devrim adıyla çıkıyor.
Yani 12 Mart hareketi olduğunda 12 Mart Muhtırası verildiğinde Devrim dergisi de çıkıyor.
Bütün bu tabloya baktığımızda gelişen bir sol hareket var, bu hareketin etkisi altına almış
olduğu bir öğrenci gençlik hareketi var, gençlik hareketi var. Aynı zamanda ordu içerisinde
yansımasını bulan bir hareket mevcut. Diğer taraftan milliyetçi hareket oluşmaya başlıyor,
milliyetçi hareket işte ülkücü hareket oluşmaya başlıyor. Ülkücü hareket de artık fiili sahada
görülmeye başlıyor. Komando kampları denilen siyasetin içinde fiili bir güç olarak da
yansıdığını anlayabileceğimiz oluşumlarla ilgili gelişmeler kamuoyuna yansıyor. Diğer
taraftan işte İslami kesim diyebileceğimiz N. Erbakan’ın çıkışı var. Bir taraftan da
Cumhuriyet Halk Partisi’nin ortanın solu politikasını benimsemesi var. Bir tarafta da
parçalanmış olan Adalet Partisi var.
Ordudaki Hareketlenme
Bu dönemde ordunun içerisinde de şöyle tepkiler oluşmaya başlıyor; işte biz 27 Mayıs’ta
bunu başardık, yaptık; ama bir bakıyorlar 1965’te Adalet Partisi yine iktidara geliyor. Aslında
hiç öngörmedikleri bir şey ve aslında Süleyman Demirel Adalet Partisi içerisinde ordunun
daha iyi bakabileceği bir isim çünkü onun karşısında yer alan kişiler biraz daha muhafazakâr
diyebiliriz. O dönem AP’de, ordunun egemen Atatürkçülük anlayışıyla çatışma potansiyeli
daha çok taşıyabilecek isimler vardır Süleyman Demirel ise öyle değildir. İşte batılı eğitim
almış, bürokrat olarak çalışmış hatta kendi partisi içerisinde mason diye nitelendirilmiş bir
kişi. Tabi kendisi bunu sonra reddedecektir.
İşçi Hareketleri
1960’lı 1970’li yılları değerlendirirken Türkiye Tarihi’nde işçi hareketlerinde önemli bir olay
olan 15-16 Haziran 1970 hareketine değinmekte fayda var; çünkü 15-16 Haziran 1970 işçi
hareketleri sonraki dönemde de Türkiye’de benzerine rastladığımız olaylar değildir. İki gün
boyunca Kocaeli-İstanbul havzasında on binlerce kişinin katıldığı gösteriler oluyor. 27
Mayıs’tan sonra ilk defa Kocaeli-İstanbul taraflarında sıkıyönetim ilan edilmek zorunda
kalınıyor. Burada ölen işçiler oluyor askerlerden ölenler oluyor. Tabi bunu şu açıdan
önemsemek lazım, artık 1960’lı yıllarda bir işçi hareketi Türkiye’de var, ciddi bir işçi hareketi
var. O zamana kadar Türk-iş Sendikası vardı ama 1950’de kurulmuştu ve aslında çok da
etkinliği yoktu. 1960’lı yıllarda DİSK’in kurulması, Türkiye’de farklı bir evreyi işaret eder.
DİSK hiçbir zaman Türk-İş’in ulaştığı üye sayısına ulaşmamıştır.1970’e baktığımızda belki
Türk-İş’in üye sayısı onun on katıdır ama etkinlik olarak çok büyük etkinlik göstermiştir.
Özellikle özel sektörde örgütlenmesi itibariyle onu harekete geçirebilme kabiliyeti de yüksek
bir örgütlenme görüyoruz, işte DİSK nedir aslında o dönemin sol hareketin bir yansımasıdır.
Aynı zamanda DİSK’i oluşturanlar Türkiye İşçi Partisi’nin mensuplarıdır. Bu 15-16 Haziran
işçi eylemlerinin oluşumunda da DİSK merkezi roldedir. O dönemde sendikalarla ilgili
çıkarılan bir yasa DİSK’in faaliyetlerini sınırlandırmaya dönük olduğu için onlar harekete
geçiyor ama tabi sonra Türk-İş’e bağlı üyelerin de katılmasıyla geniş bir hareketlenme oluyor.
Bir tarafta sertleşen işçi hareketi, diğer tarafta öğrenci hareketi, Türkiye’deki toplumsal
hareketin gerginleşmesi noktasında roller oynuyor.
Bu noktada işaret edilmesi gereken bir nokta sol hareketteki parçalanmadır. Türkiye İşçi
Partisi 1965’te meclise girdi ve sol hareketin ana omurgasını oluşturdu ama 1969
seçimlerinde yeni bir durum oluştu Türkiye İşçi Partisi oyu düşmemesine rağmen seçim
sistemi değiştiği için sadece iki milletvekili parlamentoya girdi. Ama öncesinde sol hareket
içerisinde sosyalizmin nasıl kurulacağına dair farklı projeler tartışılmaya başlandı. Bir kısmı
TİP’tekiler, parlamenter yolla seçimlere katılarak biz bu iktidara geleceğiz diyerek, böyle bir
siyaset tercih ettiler. Ama özellikle gençlik kesiminde -merkezinde öğrenci gençliği yer
alıyor- farklı eğilimler baş gösterdi. O zaman da Küba Devrimi vardı, Vietnam vardı, Çin
vardı, bütün o etkiler Türkiye’ye gelmiş; artık silahlı bir örgütlenme boyutuna gidiyorlar.
TİP’i yetersiz görüyorlar, TİP’in içerisinden kavgalı diyebileceğimiz bir süreçle ayrılıyorlar,
farklı örgütlenmelere giriyorlar. Bunların oluşturmuş olduğu hareketler, ortamın, yeni
dönemin ruhunu anlamak için aslında bunlara bakmakta fayda vardır; çünkü artık 1965’teki
TİP’in oluşturmuş olduğu hava çok fazla yok. Artık yeni bir şey var yetersiz görülüyor biz
silahlı mücadele yoluyla iktidara varacağız diyorlar. Bu perspektif ortaya konulduktan sonra
tabi öğrenci hareketindeki sertleşme daha da artmıştır artık slogan şudur, “eğitimin
özerkleştirilmesi bilimsel eğitimin ötesinde devrim” sloganları yükseliyor. Üniversiteler işgal
ediliyor ve Türkiye’de fabrikalar işgal edilmeye başlanıyor ve buralarda çatışmalı süreçler
yaşanıyor.
1970’lere geldiğimizde artık ordunun içerisinde örgütlenme bir noktayı aşmıştır. “Artık ne
olacak bu memleketin hali? ” sorusu yerini “ne zaman müdahale edeceğiz? ” sorusuna
bırakmıştır. Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında olsun, ordu üst kademesinin kuvvet
komutanlarının katıldığı toplantılarda olsun bu tartışılmaktadır ve ordunun içerisinde ciddi bir
şekilde sol eğilim vardır. Muhsin Batur’un başında bulunduğu hava kuvvetlerinde generallerin
katıldığı bir toplantıda şöyle bir değerlendirme yapılır: “Türkiye’de sağ tehlikesi vardır.” O
dönem, tabi ülkücü hareketin de oluştuğu, komando kamplarının gündeme geldiği bir
dönemdir. Orada sağ hareketin şöyle tehlikesinden bahsedilir, “Türkiye’de sağı toplum
kolaylıkla kabul edebilir onun için asıl tehlike budur.” Solun ise toplumla buluşabilme
ihtimali bu kadar yüksek değildir bakışı vardır. Bu nedenle sol eğilim ciddi bir şekilde
hissediliyor orduda bu hava kuvvetlerinde biraz daha fazla yaygındır ve kara kuvvetlerinde de
yaygın olup deniz kuvvetlerinde de azımsanmayacak bir düzeydedir. Bunlar kendi içerisinde
örgütlenme faaliyetlerine giriyor.
Örgütlenme sadece ordu içerisindeki subaylardan ibaret değildir, sivil cuntalar da
bulunmaktadır. 27 Mayıs’ı yapan bazı kişiler, Milli Birlik Komitesi üyeleri daha sonra
siyasetin içerisinde devam etmişlerdir. Bunlar da kendilerine bağlı bazı cuntalar
oluşturmuşlardır. Bu cuntalar bazen birlikte, bazen birbirlerine karşı gelerek harekete
geçiyorlar ve bazıları tabi deşifre oluyor. Deşifre olanlar bir noktada bazen hareketin
sallantıya girmesine de neden oluyor ama 1971 yılına girdiğimizde artık Türkiye’de herkes bir
ihtilal bekliyor, Amerika da bir ihtilal bekliyor. 1970’li yılların sonunda Amerika’ya giden
raporlarda şöyle yazar derki: “Türkiye’de ordunun müdahale edeceği yani büyük ihtimalle bu
ordu müdahale edecektir ama bu doğrudan bütünüyle ordunun hâkimiyeti eline alacağı bir
müdahale mi olacaktır? Yoksa ordunun perde gerisinde kalarak yaptırım uygulayarak ya da
böyle bir tertipler göstererek devreye gireceği bir müdahale mi olacaktır?” noktasında
raporlar gitmektedir. 1971 yılına bu ortamdan geliyoruz.
12 Mart tartışılırken, 12 Mart’ın dış boyutu da dikkatle hep gündeme getirilen bir noktadadır.
Yani 12 Mart’ta dış devletlerin müdahalesi nedir? Dış devletlerin müdahalesiyle de özellikle
Amerika işaret edilmektedir. Bu noktada gerek Adalet Partisi kanadından gerekse sol kanattan
Amerika’yı işaret eden değerlendirmeler mevcuttur. İsmail Cem’in değerlendirmesi vardır
derki: “Artık 12 Mart’a Amerika’nın devrede olduğu apaçık ortadadır” Tabi bazı argümanlar
getirerek bunu demektedir. Tabi bu noktada şuna dikkat etmek lazım, 1960’lı yıllarda
Türkiye’nin dış politikasındaki kırılmalara dikkat çekmek gerekiyor. Ne olmuştur 1960’lı
yıllarda? Örneğin bir “Johnson Mektubu” vardır. ABD başkanı Johnson’ın, Başbakanken
İsmet İnönü’ye gönderdiği bir mektup vardır. Mektubun gönderilme sebebi şudur. 1963
yılında Kıbrıs’ta olaylar yaşanmaktadır, Türklerle oradaki Rum yönetimi arasında. Tabi
Türkiye buna garantör devlet olarak müdahale edebileceğine dair konuşmalar yapıyor bunu
bir de gündemine alıyor. Amerika buna müdahale ediyor. Johnson mektubunda derki; “Siz
Kıbrıs’a müdahaleniz sırasında bizim size verdiğimiz silahları kullanamazsınız” ve şunu
gündeme getirir, “SSCB’nin size müdahale etmesi durumunda Amerika size yardım
etmeyecektir.” Şimdi bu Türkiye politikası için çok önemli bir noktadadır. İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra Türkiye, bütün dış politikasını NATO’ya katılmak üzere kurmuştur. Bir
tarafta Sovyet tehdidi vardır, Sovyet tehdidine karşı NATO şemsiyesi altında kendimize
güvence arıyoruz. Bütün dış politika 1950’li yıllarda böyledir. 27 Mayıs olduğunda biz
NATO’ya bağlıyız diye açıklama yapar. Tabi böyle bir mektubun gelmesi Türkiye’de önemli
bir tepki yaratıyor. Hatta İsmet İnönü o dönemki konuşmasında derki, “Yeni bir dünya
kurulur, Türkiye de o dünya da yerini alacaktır.” Yalnız bu mektubun kamuoyuna yansıması
1966’dır, mektubun geldiği tarih 1964, kamuoyuna yansıması 1966’dır. Mektubun şöyle bir
fonksiyonu olmuştur. O dönem sol kesimin dillendirmiş olduğu emperyalizm gibi
argümanlara bir somutluk kazandırmış, temel kazandırmıştır.
Genel Ortadoğu denkleminde Türkiye’nin işte biraz daha Ortadoğu ülkelerini dikkate alan ve
SSCB ile biraz daha yakın ilişkiye yönelmesi aynı zamanda haşhaş meselesi bağlamında Türk
dış politikasının Amerika ile bir tezatlık içerisine girdiği noktasında bir değerlendirme
yapılmaktadır. Diğer taraftan sol kesimin Amerika’nın rolü konusunda ise Amerika’ya biçtiği
rol konusunda ise tabi şöyle değerlendirme yapılıyor; “Amerika sola karşıdır, solu engellemek
için bir askeri müdahaleyi devreye koymuştur” türüyle yaklaşmaktadır ama şunu
özetleyebiliriz, gerek solda gerek sağda Amerika 12 Mart’ta bir faktör olarak
değerlendirmelere konu edilmiştir.
1971 yılına girdiğimizde askerlerin siyasetle ilişkisi o kadar gündemdedir ki, örneğin 12
Mart’tan günler öncesinde 4 Mart’ta önce Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç bütün üst
rütbeli subayları toplar, Ankara’da konuşur. Ordunun politikaya girmemesini, bir ihtilal
yapılmamasını ister, bunları gündeme getirir, konuşur. Tabi şunu değerlendirmekte fayda
vardır; ordunun üst kademesindeki görüş farklılığını dikkate almak gerekiyor. O zamanki
Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, ihtilale mesafeli yaklaşan bir kişi, karşıt bir kişi
diyebiliriz. Onun kaygısı şudur, Türkiye’de olacak askeri bir darbe sol eğilimli olacaktır ki bu
zaten söylenmektedir, Tağmaç, herhangi bir darbe olmaz, bu mutlaka ideolojik bir sol darbe
olacaktır değerlendirmesi içerisindedir. Yalnız 12 Mart 1971’e gelindiğinde aslında bu
muhtırayı verirken şartların dayatmış olduğu bir noktadadır, artık o derecedir ki 9 Mart
1971’de muhtıradan sadece üç gün önce bir toplantı yapılır. Bu toplantıya katılanlar Kara
Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’dur ve birçok
asker, subay, general… Bunların gündemindeki konu şudur “Ne zaman müdahale edeceğiz?”
Yani Faruk Gürler’in düğmeye basmasını bekliyorlar ve müdahale edecekler. O günkü
toplantıda Faruk Gürler’in biraz geri durması nedeniyle bu devre dışı kalmıştır. Tarihimizde 9
Mart Hareketi dediğimiz olay budur. O hareketin içerisindeki esas kadro aslında Memduh
Tağmaç’ın ya da daha öncesinde Türkiye siyasetinde tartışılan o sol darbe diyebileceğimiz
hareketin esası oradadır. Eğer orada öyle bir şey çıkmış olsaydı tam da beklenen hareket o
olacaktı. 9 Mart 1971 tarihindeki toplantı böylece 9 Mart’çıların hedeflediği bir müdahaleyle
sonuçlanmadıktan sonra artık yeni bir aşamada üst komuta kademesinin inisiyatifi ele aldığını
görüyoruz. Bu da 12 Mart 1971 tarihinde muhtıranın yayınlanmasıdır.
24.DERS
12 Mart Muhtırası
Burada TİP'in rolü nedir? TİP diğer bütün sol örgütlerden farklı olarak böyle bir harekete
mesafeli duruyor buna bir destek açıklamasında bulunmuyor. Bir an önce seçime gidilmesine
yönelik bir tavır alıyor. İşte o dönemki Güven Partisi zaten başından itibaren muhtırayı
destekleyen bir tutum içerisindedir. MHP’de muhtırayı verenlerin içinde Memduh Tağmaç'ın
olması aslında bir rahatlatma sağlıyor bunun beklenen sol ihtilal olmadığına dair bir rahatlama
sağlıyor.
Nihat Erim Hükümetleri
Bir süre sora 20 Mart'a doğru tarafsız bir kişinin başkanlığında bir hükümet kurulması
isteniyor muhtıracıların isteği budur; ama tarafsız kişi denildiği zaman otomatikman
insanların aklına o zamanki Kontenjan Grubu geliyor. Kontenjan Grubu nedir? 27 Mayıs'tan
sonra cumhurbaşkanının kendi kontenjanından atamış olduğu parlamenterlerden
bahsediyoruz. CHP Kocaeli milletvekili Nihat Erim patisinden istifa ettiriliyor ve hükümeti
kurma görevi veriliyor. Tabi Nihat Erim'in görevlendirilmesi en çok CHP içerisinde tartışma
yaratıyor. Genel sekreter Bülent Ecevit, İsmet İnönü'nün daha sonra askerin yapmış olduğu
şeye destek olmak yani normal siyasi düzene geçmek anlamında destek olmak noktasındaki
açıklamalarla tepki gösteriyor. Nihat Erim'in görevlendirilmesi sonucunda şöyle bir açıklama
yapıyor diyor ki "Partiler üstü olduğunu iddia eden muhtıra idaresi bırakın partiler üstü
olmayı hizipler üstü bile olamamıştır" neden böyle diyor? CHP'nin içerisinde ortanın solu
hareketi lideri olarak Bülent Ecevit görülüyor. Bülent Ecevit 1960'lı yılların ortasından
itibaren o mücadelede kazanıyor ve genel sekreter oluyor Nihat Erim ise Ecevit'in karşıt
grubunda yer alıyor. B.Ecevit profilini şöyle değerlendirmek lazım, aslında askerin içerisinde
de beğenilen muteber kabul edilen bir kişi değildir ve sakıncalı sol sınıfından bir kişi olarak
görülmektedir. Hatta MİT müsteşarı Fuat Doğu İsmet İnönü'ye gider ve B.Ecevit'in sakıncalı
sol güruha mensup olduğuna dair konuşmalar yapar, buna karşın önlem almasını ister. İsmet
İnönü o zaman F. Doğu'yu tersler. Bu, 12 Mart Muhtırasından evvel cereyan etmiş bir
hadisedir.
Nihat Erim'in Başbakan olarak göreve gelmesi CHP'nin içerisinde büyük bir tartışma
başlatıyor. Bülent Ecevit, 12 Mart Muhtırası'nın ortanın solu hareketine karşı yapıldığını
savunarak genel sekreterlikten istifa ediyor. Bu hükümete destek olunmaması gerektiğini
söylüyor, partili bakan verilmemesini sağlıyor o zaman parti yönetiminde MYK' da aslında
kendi egemenliği de var ve en büyük tartışmayı CHP içerisinde oluşturuyor. Bunun
sonucunda yine de Nihat Erim görevlendirildikten sonra partilerden bir hükümet kuruyor. Bu
hükümette AP ve CHP’den üyeler var. Tabi İsmet İnönü desteklediği için üye veriyor, Güven
Partisi'nden var, Milli Birlik Grubu'ndan da bir kişi katılıyor bu hükümet oluşturuluyor. Erim
hükümetinin alamet-i farikası diyebileceğimiz nokta şudur; beyin takımı; çünkü tamamı parti
üyelerinden oluşmuyor aynı zamanda parti dışından getirilen üyeler de vardır. Kimdir bunlar
mesela Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Atilla Karaosmanoğlu vardır o dönemde çok
popüler olan.
Bunlar reform hedefiyle ortaya çıkıyorlar. Muhtıranın istediği reformu biz yapacağız 1960'lı
yıllar boyunca gündeme getirilen anayasanın gereği olan reformu yapacağız, nihayet,
arkamızda da ordunun desteği var havasıyla geliyorlar. Ama sonuç itibariyle hükümetin
kurulduğu an da dahi hükümet içerisinde bir uyum mevcut değil. Bir tarafta reformcu
diyebileceğimiz beyin takımı diye nitelendirilen daha çok teknokratlardan, parlamento
dışından gelen üyeler var. Diğer taraftan AP, MGP var. Bu tartışma daha başta oluşuyor.
MGP'den gelen Ferit Melen'e reformist kanat diyebileceğimiz Atilla Karaosmanoğlu karşı
çıkıyor, onunla reform yapılmaz diyor. Netice itibariyle böyle bir hükümet oluşuyor. Bir
tarafta beyin takımı reformist kanat, bir tarafta AP ve bir tarafta Güven Partisi'nin de
içerisinde olduğu hükümet oluşuyor.
Hükümet güvenoyu almak için programını okuduğu esnada aralarındaki uyuşmazlık ortaya
çıkıyor. Nihat Erim biraz daha fazla siyasi dengeleri gözetir bir pozisyonda hareket etmek
istiyor. AP' ye ve Demirel’e biraz daha yakın davranarak hareket etmek istiyor, kendine göre
bir mengene politikası izlemek istiyor, “biz bunu yavaş yavaş kimseyi ürkütmeden mengeneyi
sıkıştırarak hedefimize varacağız” diyor. Tabi bu beyin takımını rahatsız ediyor. O zaman
mecliste yapmış olduğu konuşmada program konuşmalarında S. Demirel bana bir defa
geldiğinde ben yirmi defa gideceğim yeter ki iyi bir noktaya gelelim mealinde bir konuşma
yapmasına hükümetin bir kanadı çok karşı çıkıyor. Bütün bu ülkedeki sorunların kaynağı
olarak gördüğümüz ve muhtıranın hedefindeki kişiyi diriltiyorsunuz ona itibar
kazandırıyorsunuz diyerek hemen istifa etmek istiyorlar. İstifa son anda Nihat Erim'in
müdahalesiyle ki şöyle bir müdahale "siz bana istediğiniz konuşmayı yazın ben onun aynısını
senatodaki görüşmeler sırasında okuyacağım" diyor. Onlar da gerçekten öyle yapıyor. Bir
hafta öce Demirel'e çok dostça konuşan Erim, bir hafta sonra bakıyorlar ki çok sert bir
söylemle çıkıyor. O zaman kamuoyunda şu konuşuluyor deniyor ki "İlk konuşma sırasında
AP'nin hükümete güvenoyu verip vermeyeceği belli değildi ama o süre zarfında güvenoyu
vereceğine dair karar çıktığından Erim rahatlık içerisinde konuşuyor.” Hâlbuki perde
arkasında farklı bir şey olup hükümetin içerisindeki farklı bir kanadın müdahalesi vardır.
Anayasa Tartışmaları
1960'lı yılların 1970'li yıllara devrettiği önemli bir konu anayasa mevzusudur. Anayasa o
zaman yürütmenin gücünü sınırlandıran mekanizmalarıyla iktidarın değiştirmek istediği bir
belgedir. S. Demirel Başbakanlığı döneminde hep bunu savunmuştur, anayasa değişikliğini
AP savunmuştur, DP de savunmuştur, MGP de savunmuştur. Yalnız Nihat Erim iktidara
geldiğinde anayasanın değiştirilmesine gerek olmadığını söylüyordu, bu anayasayla bu ülke
idare edilir diyordu. Ama bu da çok uzun ömürlü bir söylem olmuyor yani daha bir ay
geçmeden farklı bir pozisyona geliyor. Çünkü onların şöyle bir bakışı var, “biz yeni bir iktidar
olarak geldik reform yapmak istiyoruz, sorunlarımızın kaynağını kökten halletmek istiyoruz.”
Ama bir de bakıyorlar ki hareketler halen devam ediyor.
O dönemde sol içerisinde iki tane örgütlenme vardır; biri Deniz Gezmiş'in başını çektiği
Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu, ikincisi Mahir Çayan'ın başını çektiği Türkiye Halk Kurtuluş
Cephesi. Bu iki örgütlenme bazı adam kaçırma banka soygunlarına girişiyor. Bu tarz
hareketler tabi ortamın rahatlamadığını gördüklerinde bunun daha köklü bir üstüne gidişle
çözülebileceğini düşünüyorlar. Bunun sonucu şu oluyor; hükümetin önceliği değişiyor
güvenlik eksenli bir politikaya kayıyor. Tabi bu hükümet içerisinde yeni bir tartışma kaynağı
oluşturuyor; çünkü reformcu diye nitelendirdiğimiz kanat böyle bir şeye gerek olmadığını
anayasa değişikliğine gerek olmadığını savunuyor ama güvenlik politikaları devreye girdikçe
anayasa değişikliği de gündeme geliyor.
Anayasa değişikliğini Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, AP, Demokratik Parti istiyor.
Bu durumda Erim'in de bu noktaya gelmesi aslında hükümetteki reformcu kanadın
isteklerinin biraz daha geri plana alınması anlamına geliyor. Tabi güvenlik politikasına geri
dönülmesi aynı zamanda hükümetin muhtıra sonrasında sol kesimde oluşturulmuş olan
desteğin de zayıflamasına neden oluyor. Çünkü sol kesimde o dönemdeki Devrim Dergisi'nde
Doğan Avcıoğlu yazıyordu "Türk Ordusu teşhisi koydu tedavisini de bulacak" diyordu. Ama
ortaya çıkan tedavi aslında hiç te bekledikleri gibi değil. Anayasayı değiştirmek istiyorlar
hükümet buna kanalize olmuş durumda.
Anayasa değişikliği konusunda güvenlik politikalarının devreye girmesiyle reformlar biraz
daha geri plana itiliyor. Tabi burada 1971 Mayıs ayı içerisinde önemli bir olay oluyor, İsrail
başkonsolosu kaçırılıyor. Nisan ayı içerisinde sıkıyönetime gidiliyor işte sıkıyönetim
neticesine ortalığın biraz durulduğuna dair hükümetten açıklamalar geliyor; ama mayıs ayında
başkonsolosun kaçırılması o dönemde gündeme deyim yerindeyse bomba gibi düşüyor,
kaçıranlar Mahir Çayan liderliğindeki THKP-C. Tabi bunu kaçıranlar istemlerde
bulunuyorlar, cezaevlerindeki arkadaşlarının bırakılmasını istiyorlar, aynı zamanda
bildirilerinin televizyonda yayınlanmasını istiyorlar. 3 gün içerisinde isteklerinin yerine
getirilmesini istiyorlar. Getirilmezse konsolusu öldüreceklerini söylüyorlar. Bu noktada
hükümet açıklama yapıyor diyor ki "Biz kesinlikle böyle bir pazarlık kabul etmiyoruz eğer bu
konsolosun başına bir şey geldiği zaman olaydan yakından uzaktan kim ilgili olursa olsun
çıkaracağımız yasayla idam cezası vereceğiz kesinlikle bu noktada pazarlığa
yanaşmayacağız".
Bu, Türkiye'de büyük bir gözaltı furyası başlatıyor yani o döneme kadar biraz solda tanınan
kişiler kim olursa olsun yüzlerce kişi gözaltına alınıyor. Erim’in bu noktada bir açıklaması
vardır "Balyoz gibi kafalarına ineceğiz" diyor. Tabi bu açıklamada aynı zamanda şunları da
söylüyor "Çıkaracağımız yasaları geriye dönük uygulayacağız" bu açıklama da var. Bu furya
öyle bir boyuta varıyor ki örnek verelim; Nihat Erim'in arkadaşı, Bülent Nuri Esen aynı
zamanda 12 Mart Muhtırası'nın hukuki olduğunu savunan yakın arkadaşı o dahi gözaltına
alınıyor. Sol kesimle uzaktan yakından ilişkisi olan herkes gözaltına alınıyor. Bütün bir aydın
kesimin bu pozisyona itilmesi hükümetin destek noktalarından birisini daha kaybetmesine
neden oluyor. Neticede konsolos öldürüldü; çünkü o dönemki THKP-C liderleri diyor ki "Biz
dediğimizi yerine getirmezsek bizi ciddiye almazlar". Hükümet de onların taleplerine cevap
vermediği zaman onlar da öldürüyor.
Yalnız beyin takımı dediğimiz 11 kişinin Birinci Erim Hükümeti'nden istifa etmesi aslında 12
Mart için kritik bir noktadır; çünkü 12 Mart Muhtırası'na bakıldığında temel argümanı şudur
reform yapacağız, siyasetçilerin yapmadığı reformu biz yapacağız, hâlbuki hükümetin
içerisindeki reformcu kanat istifa ediyor ve biz yapamadık diyor. Bu noktada Erim de istifa
ediyor yeni bir hükümet kuruluyor. Yeni kurulan bu hükümet biraz daha parlamento ağırlığına
dayanan bir hükümet, zaten Nihat Erim de bu hükümeti kurarken parlamento dengesini
gözeteceğini söylüyor ve gerçekten de bunu dikkate alarak AP içerisinden seçtiklerinin
Demirel ile çatışma içerisinde olmasını istemiyor ve onları seçiyor. Bu noktada Erim
Hükümeti çok uzun yaşayamıyor; çünkü artık İsmet İnönü muhalefeti devreye giriyor.
Özellikle sıkıyönetim uygulamaları muhalefete kaynaklık ediyor. Bir de o dönemki
sıkıyönetim savcılarının bazı iddianamelerle CHP ile ilgili değerlendirmeleri var. Türkiye
Öğretmenler Sendikası'na (TÖS) ilişkin iddianamede CHP'nin olumsuz bir noktada
değerlendirildiğini görüyoruz. Daha sonra Dev-Genç iddianamesinde öyle şeyler vardır.
Bunlara bakıldığında İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, İsmet İnönü'nün cumhurbaşkanlığından
sonra suçlama ifadeleriyle dolu iddianameler hazırlanıyor. Bu noktada İsmet İnönü bunların
görevden alınmasını istiyor, ordu komutanları buna yanaşmıyor, Tağmaç yanaşmıyor ve
sıkıyönetim komutanları buna karşı çıkıyor. Netice itibari ile hükümet ile CHP arasındaki
destek noktalarında bir kırılma yaşanıyor. Zaten CHP'nin içerisinde bir Bülent Ecevit faktörü
var ki o öteden beri buna karşıdır. İsmet İnönü'nün de karşı çıkması aslında Nihat Erim'in hiç
istemediği bir pozisyon. Nihat Erim ile ilgili değerlendirmeler yapılıyor işte İnönü'yü çok
önemser yani o iktidarı süresince her ne kadar İnönü'nün her dediğini yapmasa da şöyledir:
İnönü benim karşımdaysa bu hükümet olmaz. Neden olmaz? Zaten AP'ye kırılgan bir destek
noktası var. Nihat Erim istifa etmek istiyor ve neticede ediyor ve istifa ederken bunun istifa
etmesini istemiyorlar, gerek cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, gerek, Genelkurmay Başkanı bu
istifadan geri durmasını istiyorlar, iyi bir noktada olduklarını söylüyor; ama o istifada kararlı
bir şekilde davranıyor.
İstifa sürecini hızlandırmada idamları da dikkate almak gerekiyor; çünkü Deniz Gezmiş ve
arkadaşları için meclisten idam kararı çıkıyor. Daha sonra CHP bunu mahkemeye götürüyor,
ama neticede kesinleşiyor. Nihat Erim'in anılarında da geçer der ki: “Bazı Adalet Partililer
benim iktidarım döneminde bu idamların gerçekleşmesini isteyen bir tutum içerisindeydi”
Böyle bir izlenime kapılıyor. "Tabi bundan sonra muhtemelen beni düşürecekler" türü bir
izlenimi var. Biraz da bundan kaçınmak için daha öncesinden istifa ediyor. İdamlar da
istifasından sonra 1972 Mayıs’ında gerçekleşiyor.
Toplu olarak bakıldığında Nihat Erim Hükümetleri aslında 12 Mart döneminin esas
karakteristiğini taşıyan hükümetlerdir ama aynı zamanda 12 Mart döneminin başarısızlığının
da bir sonucudur. Neden çünkü 12 Mart'ın başlangıçta ortaya koymuş olduğu hedefler vardır
ama hiçbir hedefine ulaşmamıştır; şu hedefine ulaşmıştır, güvenlik noktasında adımlar
atmıştır; ama o reform hedefine daha önceki iktidarların yapmadığı 27 Mayıs Anayasası'nın
gereklerini yerine getirme noktasında hiçbirine ulaşmamıştır. Bu noktada Nihat Erim
Hükümeti aslında birinci hükümetin istifasıyla esasında miadını doldurmuş ta denebilir ve
hedeflemiş olduğu reform adımlarının hiçbirini gerçekleştirememiştir. Kimisinin meclis
sürecinde biraz daha üzerine eğilmiştir ama hiçbirini sonuçlandıramamıştır.
Melen Hükümeti
Nihat Erim'in istifasından sonra hükümet kurma görevi Suat Hayri Ürgüplü'ye veriliyor -
senatör- ve Ürgüplü hükümeti kuruyor. Ardından cumhurbaşkanına sunuyor ama daha göreve
başlamadan görevden alınıyor. Şimdi burada tartışılan nokta şu, muhtemelen hükümetin
birleşimi noktasında askerlerden bir rahatsızlık oluştu onun için o devre dışı bırakılıyor.
Hükümeti kurma görevi Ferit Melen'e veriliyor. Ferit Melen MGP'den bir kişi Erim
Hükümetleri'nde de savunma bakanlığında bulunmuştu.
Ferit Melen'in şahsiyeti 12 Mart'ı anlama açısından mihenk taşlarından birisidir. Melen, 12
Mart'tan sonraki hükümet oluşumlarında görev verilmek istendiğinde reformcu kanat buna
karşı çıkıyor. "Bu kadar reformlarla ilgisi olmayan tutucu bir kişinin olduğu hükümette biz
olmayız". O durumda MGP'yi de kırmamak için Erim icracı olmayan bir bakanlığa milli
savunma bakanlığına geçiriyor kendisini; ama bakıyoruz ki Erim'den sonra başbakanlık
mevkiine gelmiş. Reformculukla alakası yoktur diyerek dışlanan bir kişinin başbakanlığında
yeni bir hükümet kuruluyor. Ferit Melen Hükümeti de anayasadaki özgürlükleri daha da
sınırlandırma noktasında bazı adımlar atıyor; işte Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin
kurulması gibi özgürlüklerin kamu düzenini bozma noktasında suiistimal edilmemesi
argümanıyla adımlar atılıyor.
Ferit Melen Hükümeti içerisinde AP olsun, CHP olsun bu partilerden milletvekilleri var ama
özellikle "5 Yıllık Plan" mevzusundaki tartışmalar sırasında CHP buradaki bakanlarını çekme
kararı alıyor. CHP'nin bakanlarını çekme kararı bir sonuç doğurmuyor çünkü hükümetteki
bakanlar CHP'den istifa ederek hükümette durmaya devam ediyorlar. Melen Hükümeti
cumhurbaşkanlığı seçimine kadar devam ediyor. O dönemki cumhurbaşkanı Cevdet
Sunay’dır.
Cumhurbaşkanlığı Seçimi
1973 seçimleri önemli gelişmelere neden oluyor. En önemli gelişme, Türkiye'deki siyasi
dengede pek öngörülmeyen bir şey gerçekleşiyor ve CHP %33 oy oranıyla genel seçimlerde
birinci parti çıkıyor. AP ikinci sırada kalıyor. Seçimlerden önce yapılan tahminlerde CHP'ye
şans tanıyan pek kimse yok, bir şekilde oy arttıracağı söyleniyor ama birincilik her zaman
AP'ye veriliyor. Tabi böyle bir neticenin doğması aslında siyasi dengeler açısından da yeni bir
duruma işaret ediyor; çünkü AP'nin çıkması ve hükümeti kurması kolaydı zaten genel olarak
sağ tandanslı bir meclis aritmetiği mevcuttu.
1973 seçimlerinin diğer bir tarafı şudur; Demokratik Parti ve Milli Selamet Partisi'nin %
10'un üzerinde oy alması, bu da önemli bir şeydir; çünkü bütün bunlar 1960'lara gidersek
Adalet partisi 1950'lere gidersek Demokrat Pati çizgisinin parçalandığını ve ciddi bir güç
olarak meclise girdiğini ortaya koyar. Onun dışında MHP daha az sayı ve oranda meclise
giriyor, Türkiye Birlik Partisi 1 tane milletvekili sokuyor.
Bu durum şöyle bir sıkıntı yaratıyor, her ne kadar Ecevit birinci parti olarak girmiş olsa da
hükümeti nasıl kuracak? Tabi hükümeti kurma noktasında zaten Adalet Patisi ve Demokratik
Parti bunu baştan reddediyor bir tek MSP kalıyor onunla da görüşmeler yapıyorlar ama
anlaşılamıyor. Daha sonra Hükümeti kurma görevi ikinci parti olarak AP genel başkanı
Demirel'e veriliyor o da girişimlerde bulunuyor ama başaramıyor. Başaramamasının nedeni
Demokratik Parti. DP şart olarak Demirel'in olmadığı bir hükümet istiyor. Hükümete girmeyi
kabul ediyor, AP'li bir hükümete evet diyor ama Demirel dışındaki bir kişinin başkanlığını
şart koşuyor. Bu girişim de sonuçsuz kalıyor ve hükümet kurulamıyor. Bu süre zarfında
1973'lerin sonuna doğru yerel seçimler yapılıyor. CHP genel başkanı Ecevit'in şöyle bir
beklentisi var; yerel seçimlerde bu havayla CHP daha da yükselecek ve bunun yarattığı
etkiyle farklı siyasi denklemler gündeme gelebilir diyor. Ama yerel seçimlerde sıralamayı
kritik bir biçimde değiştirmemiş aynı dengeler devam etmiştir. Bundan sonra Ecevit, Erbakan
ile anlaşıyor. Ecevit'in başkanlığında MSP-CHP koalisyon hükümeti kuruluyor. Tabi bu şu
açıdan önemli, bir tarafta Atatürk'ün partisi laiklik konusunda biraz daha ön planda olan bir
parti CHP sol bir parti, diğer tarafta sağ Erbakan'ın partisi. Yalnız MSP öteden beri bir kısım
sol kesimde, klasik sağ partilerden farklı değerlendirilen bir parti. Emperyalizm konusunda
olsun, kapitalizm konusunda olsun daha eleştirel görünen AP'den daha olumlu pozisyonda.
Aynı zamanda MSP fiilen AP'yi bölen bir parti. Bu nedenle seçimlerden önce çok fazla karşı
karşıya gelinen bir parti değildir ve MSP-CHP tartışması yoktur. Diğer yandan komünizme
karşı 141. 142. maddeler ya da 163. Madde gibi şeriata karşı olan maddelerin kaldırılması
noktasında gerek MSP gerek CHP belli bazı noktalarda uzlaşabiliyor. MSP’nin iktidara
gelmesi bu sebeple sol içerisinde çok fazla tartışma yaratmıyor. Zaten başka çareleri de yok;
çünkü Demokratik Parti de dışarıda kalıyor.
Kıbrıs, Doğu Akdeniz’de yer almakta ve Sicilya ile Sardunya adalarından sonra Akdeniz’in en
büyük üçüncü adası durumundadır. Sahip olduğu bu coğrafi konumla birlikte Kıbrıs,
Anadolu’ya, Ortadoğu’ya, Kuzey Afrika’ya ve Süveyş Kanalı’na yakınlığı sebebiyle önemli
bir jeopolitik değer taşımaktadır. Bunun yanında Ortadoğu ve Kafkaslar üzerinden gelen
enerji nakil hatları üzerinde olması, çevresindeki zengin petrol yatakları ve Akdeniz ticaretini
kontrol edebilecek bir noktada bulunması Kıbrıs’ın jeopolitik önemini daha da arttırmaktadır.
Kıbrıs adası, bugün sahip olduğu jeopolitik öneme tarihin eski çağlarından itibaren de sahip
olmuştur. Bu sebeple dünya hâkimiyeti iddiasında olan birçok imparatorluk, öncelikle
Kıbrıs’a hâkim olmak istemiştir. İlk yerleşimlerin M.Ö. 10.000 yılında başladığı bilinen
Kıbrıs’a ilk yerleşimciler Anadolu, Suriye, Filistin ve Lübnan’dan gelerek mahalli idareler
oluşturmuşlardır. Kıbrıs’a çeşitli devletlerin hâkim olduğu görülmektedir. Bu devletler
arasında yer alan Mısır, Pers ve Büyük İskender İmparatorlukları, yukarıda belirtilen dünya
hâkimiyeti iddiasındaki devletlerdir.
Kıbrıs’a sahip olan ve dünya hâkimiyeti iddiasında olan, bunu da kısmen başaran devletlerden
biri de Roma İmparatorluğudur. Roma İmparatorluğu, M.Ö. 58 yılında Kıbrıs’ı ele
geçirmiştir. Roma İmparatorluğunun Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra ise dini açıdan da
önemli bir konuma sahip olur. Çünkü Kıbrıs, Roma İmparatorluğunun Hıristiyanlığı ilk kabul
eden eyaletlerinden biri olmuş ve akabinde Kıbrıs Ortodoks Kilisesi kurulmuştur. M.S. 395
yılında Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılmasından sonra ise Doğu Roma yani Bizans’ın
payına düşmüştür.
3. Haçlı Seferi sırasında Kudüs’ü ele geçirmeyi amaçlayan Haçlı ordusunun başında bulunan
Kral Richard (Aslan Yürekli Richard), donanma yolu üzerinde bulunan Kıbrıs’ı da ele geçirir.
Böyle bir gerekçeyle Kıbrıs’ı ele geçiren Richard, adada kalıcı olmayı düşünmez. Kıbrıs’ı
önce tapınak şövalyelerine satar. Tapınak şövalyelerinin yönetiminden memnun olmayan halk
isyan edince adayı eski Kudüs kralı olan Guy de Lusignan’a satar. Lusignan hanedanı adayı
300 yıl boyunca yönetir ve defalarca el değiştiren adayı en çok benimseyen yönetimlerden
birini oluşturur.
1500’lü yılların ortalarına gelindiğinde, Osmanlı Devletinin çevrisini tamamen ele geçirdiği
bu adada merkezi bir hâkimiyet bulunmamaktadır. Ada denizci toplumlar olan Venedikli ve
Cenevizli tüccarlar tarafından bir üs olarak kullanılmaktadır. Bilindiği üzere Kıbrıs,
Kanuni’nin oğlu olan ve ondan sonra Osmanlı tahtına geçen II. Selim döneminde 1571 yılında
fethedilmişti.
Osmanlı İdaresinde Kıbrıs
Tarihe baktığımızda adanın bütün etrafındaki topraklar Akdeniz’in kuzeyi güneyi doğusu
itibariyle Osmanlı toprağı hale gelmiş fakat ortada bir ada ve korsanlık yapılan bir ada. Hala
Osmanlı eline geçmemiş vaziyette tabi korsanlar rahat durmuyorlar, Osmanlı ticaret
gemilerini hatta hacıların gemilerine saldırılar yapıyorlar. Bu güvenlik sorunu haline geliyor
ve Osmanlı devleti burayı fethediyor. Müstahkem kaleleri olan özellikle Girne kalesi, Magosa
kalesi çok kıymetli kaleler. En son Magosa kalesi fethedilmiş. Bundan sonra Anadolu’dan
adaya iskan politikası gereği Türkler yerleştiriliyor. Adada Rum ahali var. Biz tabi adayı,
Venedikliler var onlarla savaşarak alıyoruz. Muhatabımız Osmanlı zamanında Venedik.
Burada Venediklilerin Katolik olması adadakilerin Ortodoks olması gibi bir mezhep çatışması
da var. Osmanlıların adaya gelmesi yine bu İstanbulda olduğu gibi Ortodokslar açısından
rahatlatıcı çünkü Osmanlının herkesin mezhebini yaşaması konusunda herhangi bir sorunu
yok. Rahat bırakıyorlar aynı durum Kıbrıs’ta da yaşanmış. Yeni iskânlar var Türkler
geliyorlar. Türkler ve Rumlar kendi bölgelerinde, uzun yıllar herkes kendi işinde gücünde
yaşıyorlar. Hatta şeriye sicilleri incelendiğinde ortaya çıktı ki Kıbrıs’ta hem kilise hem şeriye
mahkemesi var. Kıbrıslı Rumların da Müslüman mahkemesine gelip davalarını orada
gördürdükleri ilginç bir durum. Hem Osmanlı adaletine olan güven hem de toplumlar
arasındaki ilişkiler bakımından anlamlı bir şey. Adada bu zamana kadar ciddi bir sorun yok.
Ama 1878 yılında Osmanlı-Rus savaşı kaybedilmiş ve Osmanlı devleti Ayestefonos
antlaşmasını imzalamak zorunda kalmış ve uluslararası arenada yalnız kalmış bulunuyor.
Maalesef Rusya karşısına Osmanlı devleti ne İngiltere ne Fransa tarafından desteklenmedi.
Dolayısıyla kendisine uluslararası alanda bir destek ararken İngiltere devreye girerek Osmanlı
devletine Rusya karşısında destek verebileceğini ve Ayestefanos antlaşmasını
düzeltebileceklerini çünkü Berlin’de bir konferans söz konusu ve orada Osmanlı devletini
destekleyebileceği vaadinde bulunuyor. Osmanlı devletinden de buna karşılık Kıbrıs adasını
istiyor. Böylelikle Kıbrıs adası 1878 yılında İngiltere’ye kiralanıyor. Mülk Osmanlının
kullanım hakkı İngiltere’ye veriliyor. Şartı ne; Osmanlı hukuku burada devam edecek, Ruslar
doğu Anadolu’yu terk ettiklerinde İngilizler de burayı terk edecekler. Böyle bir paralellik
kurulmuş ikisi arasında. Ayestefanosla Berlin’in mukayesesi çok mu önemliydi evet
önemliydi çünkü Ayestefanos Osmanlı devletini ikiye bölmüştü. Osmanlının Rumeli’de
toprakları vardı fakat Bulgaristan araya girerek Osmanlının iki toprağı arasında irtibat
kaybolmuştu. Berlin antlaşması bu irtibatı yeniden sağladı. Berlin antlaşmasının avantajları
vardı. Burada İngilizler çok destek verdi mi orası tartışmalı. Çünkü Osmanlı devleti İngiltere
ile Rusya’nın gizli anlaşma yaptıklarını da öğrenmişti bu arada. Uluslararası ilişkiler böyle
çok düz gitmiyordu. İngiltere Osmanlı ile bir anlaşma yaparken Ruslar ile de bir başka
anlaşma yapıyordu. Fakat netice itibariye Osmanlı devleti burayı İngiltere’ye kiralamasa dahi
İngilizler burayı işgal edecekti. Osmanlı devleti burayı güle oynaya terk etmedi. Bunu
belirtmek lazım.
İngiliz Egemenliği
Bütün bunlara rağmen ada tarihinde İngilizlerin adaya gelmesiyle beraber Müslümanlar için
yeni bir dönem başladı. 1878’den 1960’a kadar süren İngiliz idaresi adadaki Türklerin iktisadi
olarak ticari olarak güç kaybettikleri bir dönemdir. Ve özellikle Osmanlı İslam vakıfları
bakımından da bunların maalesef bir şekilde Rumlara doğru devredildiğini söylemek
gerekiyor. Vakıflar konusunda da kayıp söz konusudur. Bu tabiki Müslümanların eğitim
kültür hayatını olumsuz etkilemiştir. Şimdi 1878’den sonra bir başka kırılma noktası 1914’de
biz İngiltere ile karşı karşıya geldiğimizde birinci dünya savaşında karşı taraflar olarak savaşa
girdiğimizden dolayı İngilizler adayı ilhak ettikleri ilan ettiler. Yani eskiden burası Osmanlı
toprağı olarak kabul ediliyordu. Tabi Osmanlı devleti bunu protesto etti bu uluslararası
hukuka anlaşmalara aykırı bir durumdu. Ama savaş içerisinde buna tekrar geri dönülemedi bu
savaş sonrasına bırakılan bir konuydu. Ardından Kıbrıs tarihi bakımından önemli bir dönüm
noktası Lozan antlaşmasıdır. Lozan antlaşmasında biz İngiltere’nin 1914’de vermiş olduğu
ilhak kararını tanıdık ve Türkiye ile Kıbrıs arasında herhangi bir siyasi bağlantı kurulmadı.
Yalnızca oradaki soydaşlarımızla bir ilişkimiz söz konusu oldu ve göçmek isteyenlerin
Türkiye’ye göçme talepleri belirli bir süre için tanındı. 1923’den 1955’e kadar Türkiye’nin
Kıbrıs diye bir sorunu yoktur. Kıbrısla ilgili uluslararası durumu biz tanıdık yani İngilizlerin
orada kalmasını statüko olarak kabul ettik ve devamını istedik.
Her ne kadar Lozan Anlaşmasıyla Kıbrıs’taki İngiliz sömürge idaresi tanınmışsa da Anavatan
ile yavru vatan arasındaki bağlar hiçbir zaman kopmamıştır. Bunun en güzel örneklerini
Türkiye’de yaşanan devrimler sürecinde görmek mümkündür. Kıbrıs Türkleri, anavatanda
yaşanan devrimleri yakından takip etmiş hatta üzerlerinde hiçbir baskı ya da yasal zorunluluk
olmamasına rağmen devrimleri tatbik etmeye çalışmışlardır. Mesela soyadı kanunu ilan
edildiğinde Kıbrıslı Türkler de soyadı edinmeye başlamışlar, laikle ilgili uygulamaları
gerçekleştirmişlerdir. Harf İnkılâbı olduğunda Kıbrıs’taki Türk gazeteleri Latin harfleriyle
yayın yapmaya başlamışlardır.
1930’da adada Rumların isyan hareketini görüyoruz bu Türklere de zarar vermiş bir hareket.
Daha sonra Kıbrıs’taki Türk cemaatinin Türkiye ile birleşme taleplerini olduğunu görüyoruz.
Fakat adadaki Rum ahalinin de bir an önce Yunanistan ile birleşme hayali içerisinde olduğunu
görüyoruz. Bunun için çeşitli hareketler işte isyana varan hareketler içerisinde olduklarını
görüyoruz. 1930’dan sonra Türk cemaati arasında bir siyasi örgütlenme hareketleri var. Fakat
1947 yılında bu on iki adanın İtalyanlardan Yunanistan’a geçmesi hadisesi hem Yunanistan
da hem adadaki Rumlar’da Kıbrıs konusunda Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması konusunda
duyguları fevkalade yukarı çektiğini görüyoruz. Yunan meclisi bu olay üzerinde 1947’de
toplanarak Kıbrıs’ın da Yunanistan’a katılması gerektiğine dair bir karar aldığını görüyoruz.
Yani on iki adanın Yunanistan’a katılması yunan milliyetçiliğini fevkalade kamçılamış ve
şimdi sıra Kıbrıs’tadır diye bir yaklaşımı getirmiştir. Böylece adadaki Yunanistan
örgütlenmesi ortaya çıkıyor.
Türkiye Kıbrıs ilgili gelişmelerle ilgilidir ve ilgilenmelidir. Ve eğer İngiltere Kıbrıs’ı terk
edecek ise eski sahibi olarak Türkiye’ye iadesini ileri sürmüştür. Bu ilk defa telaffuz edilen
bir şeydir. Türkiye DP zamanında bunu talep etmiştir. Daha sonra zaten Kıbrıs’taki Türkler de
adanın Yunanistan’a değil Türkiye’ye iade edilmesini savunmaktadırlar. Ada hiçbir zaman
Yunanistan’ın olmamıştır. Gerekçelere baktığımızda, Ada İngiltere tarafından Yunanistan’dan
değil Osmanlı’dan alınmıştır. Dolayısıyla ada Yunanistan’a çok uzaktır Türkiye’ye çok
yakındır. Tek dezavantaj Rum nüfusunun fazla olmasıdır. Bu müzakereler devam ederken
1958’de DP dışişleri bakanı Fatin rüştü zorlu Yunanistan’la bu meseleyi ikili görüşmelerle
yapmanın gerekli olduğunu söylüyor ve bunu karşı tarafa yunan dış işleri bakanına kabul
ettiriyor. New York’ta, Paris’te müzakereler yapıldıkça özellikle NATO çerçevesinde en
nihayetinde 1958-59 anlaşmaları diye bildiğimiz Zürih anlaşmaları ile Türkiye ile Yunanistan
Kıbrıs konusunda bir anlaşmaya varıyorlar. Bu arada ikinci anlaşma ise Londra’da yapılan
anlaşma 1959 Londra anlaşması burada da Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs Türk kesimi, Kıbrıs
Rum kesimi ve İngiltere beş tarafın yer aldığı bir anlaşma yapılıyor ve Kıbrıs cumhuriyeti
kuruluyor.
Kıbrıs cumhuriyetinin özelliği iki toplumlu bir cumhuriyet olması. Oranları var temsil oranı
var hepsinin nüfusuna göre bir oran belirlenmiş demokratik bir cumhuriyet seçimler yapılıyor
belediye seçimleri var vs. Bu anlaşma çerçevesinde de yine bir garanti anlaşması var Türkiye
Yunanistan ve İngiltere bu anlaşmanın yani Kıbrıs’ta bu anlaşma ile kurulan Kıbrıs
cumhuriyetinin garantör devletleri. Bu yaşayacak ve bu sistem bozulmayacak diye. 15 ağustos
1960’ta Kıbrıs cumhuriyeti ilan edildi ve İngiltere adadan çekilmiştir. Bu sırada hem
İngiltere’nin hem Türkiye’nin hem de Yunanistan’ın sadece barış gücü diyebileceğimiz
güvenliği sağlamak üzere taburları var. Türkiye’nin 650, Yunanistan’ın 950 civarında askeri
bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı Rumlardandır Makarios cumhurbaşkanı olmuştur yardımcısı
Türklerden olmuştur, Dr. Fazıl küçük. Ancak Kıbrıslı Rumlar bu durumdan memnun
değillerdir. Türklerin yönetici olarak etkin bir şekilde cumhuriyetin bir parçası olması
Rumları çok mutlu etmemiştir. Onlar kendi kontrollerinde ve gerektiğinden ve en yakın
zamanda da Yunanistan ile birleşecekleri bir yapı istiyorlardı. Bundan dolayı hem garanti
anlaşmasına hem cumhuriyete hem de cumhuriyetin Türklere tanımış olduğu haklara itirazları
vardı.
Türkiye’de 27 Mayıs darbesi gerçekleşince 1960’da Makarios yayınladığı deklarasyonla bu
anlaşmaların tanınmayacağını ilan etti. Fakat Türkiye bu anlaşmalara sadık kaldığını
bildirdiğinden dolayı bu devam etti yani Türkiye Kıbrıs’taki durumu kabul etti ve cumhuriyet
ilan edildi. Bu arada 1963 Aralığına kadar bu rejimin Kıbrıs cumhuriyetinin yaşadığını 63
Aralığından itibaren sistemin kilitlendiğini söylememiz mümkün. Bir anayasa sorunu
çıkmıştır. Anayasa mahkemesi Türklerin lehine karar vermiştir ve bu anayasa mahkeme
kararlarını cumhurbaşkanı tanımadığını ilan etmiştir ve ardından olaylar başlamıştır.
Kıbrıs’ta EOKA tasfiye olmamış idi. Yer altına inmişti şimdi yeniden yer üstüne çıkarak Türk
mahallelerine Lefkoşa’da başlayan ve sonra bütün adaya yayılan Türk köylerine yönelik imha
hareketi başlatıldı. 63 kanlı noeli olarak bildiğimiz sivil vatandaşların evleri basılarak
katliamlar gerçekleştirildi. Türkiye garantör devlet olarak bunlara tepki gösterdi 1964 yılında
adaya çıkma kararı aldı.
1964 Ağustos’una kadar süren katliamları durdurmak amacıyla Türkiye adaya askeri
müdahale kararı alır. Öncelikle hava harekâtı olarak gerçekleşen bu müdahalede 8 Ağustos
günü Eskişehir’den dört Türk uçağı keşif amaçlı olarak havalanır. Fakat uçaklardan biri geri
dönemez. Bu uçak Yzb. Cengiz Topel’in uçağıdır. Topel’in uçağı, adada bulunması yasal
olmayan bir Yunan gemisi tarafından isabet alır ve Lefkoşa yakınlarında düşer. Bu uçaktan
sağ olarak atlamayı başaran Topel, Rumlar tarafından esir alınır. Fakat 12 Ağustos günü
Topel’in şehit olduğu bilgisine ulaşılır. Topel, Rumlar tarafından esir alındıktan sonra, savaş
hukukuna ve uluslararası anlaşmalara aykırı olarak işkence görerek öldürülmüştür.
ABD’nin devreye girmesi ile ünlü Johnson mektubu ile çıkartma durduruldu. Uzlaşma yolu
ile adada çözüm arayışına girildi fakat bu arada 1964’de bu çatışmaları önlemesi için BM’den
barış gücü gönderilmesi istendi. BM barış gücü gönderirken muhatap olarak kimi alacaktır bu
hassas bir konu. BM başkanı Kıbrıs cumhuriyeti cumhurbaşkanına bir yazı yazdı. Elbette
Kıbrıs o tarihte Kıbrıs cumhurbaşkanı Makarios olarak gözüküyordu fakat 1963’de bu bizim
açımızdan bitmiş bir cumhuriyetti. Çünkü anlaşmalara göre iki taraflı bir cumhuriyet olacaktı.
Türkler bu cumhuriyetten dışlandıkları, kovuldukları için 1963 Aralığından itibaren
dolayısıyla cumhuriyet kalmamıştı. 1964’de BM, Kıbrıs cumhuriyeti diye yazı yazdığında
muhatap olarak onu aldığında Türkiye Kıbrıs cumhuriyet lafzına muhalefet şerhi koydu. Fakat
fazla direnmedi. O tarihten itibaren adadaki Rum yönetimi meşru yönetim haline geldi.
Türkler adada gayrimeşru yönetim olarak anılmaya devam etti. Yani beraber kurduğumuz
cumhuriyeti Rumlar bizim elimizden aldılar ve kendi zimmetlerine geçirmiş oldular ve bizim
orada sorun çıkaran bir grup olma dışında bir özelliğimiz kalmadı. Burada diplomatik bir hata
vardı onu tespit etmemiz lazım. Ondan sonra 1964’de barış gücü geldi olaylar yatıştırılmaya
çalışıldı.
1967’de yeni bir kriz söz konusudur. Türkiye yeni bir müdahale kararı aldı fakat
gerçekleştirilemedi. Bu arada adadan anlaşma yoluyla on iki bin civarında Yunanistan askeri
çıkarılmıştır. Gizli olarak adaya getirilen bu askerlerin çıkartma yapmamak kaydıyla
ABD’den isteğimiz bu askerlerin adadan çıkarılmasıydı. 67’de böyle bir diplomatik başarımız
söz konusudur.
1967 yılında Yunanistan da albaylar cuntası yönetimi ele geçirmişti. Bu, ABD yanlısı bir
cuntadır. Albaylar cuntası ile Kıbrıs’taki Makarios arasında bir anlaşmazlık oldu ve albaylar
Makarios’u devirmek için Albay Sampson’u gönderdiler ve bu sırada adada Temmuz 1974’te
çatışmalar meydana geldi. Makarios kaçtı fakat çatışmalar Türk bölgelerine de sirayet etti
Türkiye bu durumu kabullenmedi. Türklerin can güvenliği tehlikeye girmişti ve Türkiye
hemen müdahale kararı aldı. İngiltere ile görüşmeler yapıldı ve 20 Temmuz 1974’de adaya
barış harekâtı yapılarak Türklerin can güvenliği sağlanmaya çalışıldı.
Kıbrıs’ta Rum ve Türk toplumu arasında yaşanan kanlı çatışmalar, ancak 1974 Barış
Harekâtı’yla son bulmuştur. Harekât sırasında 35 subay, 41 astsubay, 421 er/erbaş 1 sivil
olmak üzere TSK toplam 498 şehit vermiştir. Kıbrıs Türk halkından ise 500’ü kayıp olmak
üzere 1350 şehit verilmiştir.
Bu, 2 günlük bir müdahaledir. BM barış teklifi hemen kabul edilmiştir. Cenevre’de
müzakereler yapılmıştır; fakat bu müzakerelerde Rum tarafının zaman kazanmaya çalıştığı,
anlaşmaya yanaşmadığı görülmüştür ve hemen ikinci harekât ağustosta gerçekleştirilmiş. O da
iki günlük bir harekâttır, neticesinde bugünkü sınırlara ulaşılmıştır. Kıbrıs, Güney ve kuzey
olarak ayrılmıştır. Türkler kuzeyde kalmış ve yapılan daha sonraki anlaşmalarla Rauf
Denktaş’ın, Makarios daha sonra Kipriano ile yaptığı anlaşmalarla nüfus mübadelesi
yapılmıştır ve iki toplumlu bir cumhuriyet kurulması konusunda bir takım anlaşmalara
varılmıştır. Fakat bu tekrar tahakkuk etmemiştir. 1975 yılında Kıbrıs Türk federe devleti
kurulmuştur, belki güneyle yeniden birlikte bir şeyler yapabiliriz diye ve bu 1983’e kadar
gerçekleşmemiştir. 1983 yılında Kuzey Kıbrıs Türk cumhuriyeti ilan edilerek o günden
bugüne müstakil bir devlet olarak varlığına devam etmektedir.1983’te Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığına Rauf Denktaş seçilmiştir. Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyetinin ilanını Türkiye tanımış fakat Türkiye dışında başka devletlerin tanımaması
için gerek BM gerek ABD’nin baskı yaptığını biliyoruz. Türkiye o günden bugüne Rum
kesimi ile bir uzlaşı zemini bulmaya çalışmaktadır ancak henüz barış antlaşması yoktur.
KKTC’nin ilanından sonra da barış görüşmeleri devam etmiştir. 1990’lı yıllarda yapılan
görüşmelerden de kalıcı bir sonuç elde edilememiştir. 2004 yılında ise BM Genel Sekreteri
Annan tarafından hazırlanan ve kendi ismiyle anılan plan referanduma sunulmuştur. Annan
Planı, iki toplumlu federatif yapıya sahip bir Kıbrıs Cumhuriyeti’ni ön görüyordu. Devlet
başkanı on ayda bir Türk ve Rum tarafı arasında değişecekti. Bakanlıkların üçte birinin
Türklerden seçilmesi tasarlanmıştı. Türk tarafınca % 65 oyla kabul edilen anlaşmanın Rum
kesimince %76 oranında kabul edilmemesiyle adadaki çözümsüzlük bugüne kadar taşınmıştır.
Bugün itibariyle de adada kalıcı bir barış gerçekleşmesi ümidiyle görüşmeler devam
etmektedir.
26. DERS
12 Mart Muhtırası 1971’de verildi. O zaman Adalet Partisi tek başına iktidardaydı. Ancak AP
1969 seçimlerinde o günkü seçim sisteminde büyük bir ekseriyetle seçimi kazanmış olmasına
rağmen S.Demirel’in parti içi hiziplerden genel başkan olarak birini tercih etmesiyle AP’nin
kuruluşunda yer alan ve etkili olan ve özellikle milliyetçi birine Sadettin Bilgiç ve arkadaşları,
önce 70 kişilik muhtıra verdiler sonra 40 küsur kişi olarak istifa ettiler. Buna rağmen AP’nin
meclis ekseriyeti hükümeti tek başına götürmeyi yetiyordu ama bu kopuş AP’nin iktidarını
sarstı. Bu sırada tabi bütün dünyadaki Marksist rüzgâr Türkiye’de de etkisini göstermişti
öğrenci hareketleri adıyla üniversitelerde başlayan, ilkin boykot sonra işgal bilahare kavgaya
dönüşen hareketler sebebiyle hükümet te bunlara karşı aciz kaldığı için muhtıra verildi.
Ancak bundan önce Marksist hareket bir taraftan halk hareketi ama Türkiye’de o zamana
kadar Marksistler ve Osmanlı’nın son döneminden itibaren halk hareketi – işçi hareketi haline
gelememiştir. İşte bu dönemde Marksistler bir strateji değişikliği yaptılar; Türkiye’nin
sıkıntılı meselelerini sahiplendiler bunlar nedir “Kürt Meselesi”, “halklara özgürlük” o
zamana ait bir şeydir, ana dilleriyle eğitim yapması o zaman ortaya çıkmıştır. TİP aslında
Marksist parti olmasına rağmen anayasa mahkemesi tarafından kapatılma gerekçesi
bölücülüktür. İkincisi Alevilik, Marksistler hem Alevi vatandaşlarımızın hem de Kürt
vatandaşlarımızın meselelerine sahip çıkıyormuş gibi kitle halinde desteklerini almaya
çalıştılar. Bu tabi Marksistlerin daha geniş bir toplum zemini bulmasını sağladı. Ve zaten
PKK’nın Marksist bir gelenekten gelmesinin başlangıcıdır. Uzun süredir Alevilerin sol
tarafından kullanılması da o tarihten çıkmadır. Oraya kadar bu cümleler daha çok Türkiye’nin
sağa telakki edilen siyasetçileriyle olmuşlardır yani DP, AP ama o noktada öyle bir kırılma
oldu. Bu arada bir bunlarla halk hareketi olur mu? Diyenler vardı ama birde daha entelektüel
Marksistler “Milli Demokratik Devrim” gibi kavramlar ortaya atarak bunlar da askerlerle
beraber bir ihtilal yapma, böylelikle idareye el koyma gayretindeydiler. Bu gayretler silahlı
kuvvetlerde ciddi taraftar bulmuştur mesela Deniz Harp Okulu’nda, Hava Harp Okulu’nda
öğrenciler arasında Marksist anlayış bir hayli yaygınlaşmıştır. Mesela 1968 yılında Deniz
Harp Okulu mezuniyet dergisi çıkardı “Göksenin” isminde o dönemde en Marksist
dergilerden birisidir. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş‘in hepsinin buralarda yeri var. Tabi ama
Doğan Avcıoğlu, Mihri Belli gibilerin münasebeti daha üst kademededir. Nitekim o dönemin
kuvvet komutanlarını da içine dahil eden bir darbe söz konusuydu 9 Martta bu darbe, özellikle
cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, devrin MİT müsteşarı Fuat Doğu ve Genelkurmay Başkanı
Memduh Tağmaç tarafından çok usturuplu bir şekilde bertaraf edilmiş ama bertaraf edilme
sırasında toplum içinde meydana gelen tansiyonu da düşürmek için 12 Mart Muhtırası verildi.
Burada enteresandır muhtıra parlamento ve hükümet diye başladığı halde hükümetin
istifasıyla iktifa edilmiştir, parlamento açık kalmıştır. O dönemde parlamentonun açık kalması
şunu sağladı; başlangıçta biraz daha CHP’li birinin başkanlığında sosyal-demokratların
ağırlıkta olduğu bir hükümet kurulmuş olmasına rağmen sonra o parlamento açık olduğu için
arkadan ikinci, üçüncü hükümetler kuruldu ve en sonunda da daha milliyetçi hüviyete sahip
hükümetler kuruldu, parlamento kapatılmış olsaydı bu tip bir operasyona imkân yoktu.
Ecevit Hükümeti
İlk defa 12 Mart’ta bir hayli özellikle sol hareketler konusunda ciddi mahkemeler kuruldu ve
birçok insan cezalandırıldı ama 1973 seçimlerinde daha önceden CHP’nin kurultayında 12
Mart’ta CHP genel sekreteri Ecevit’ti. Nihat Erim başbakan yapılınca bu muhtıra bana karşı
yapılmıştır diyerek CHP’den başka bir isim başbakan yapılınca istifa etti CHP genel sekreteri.
Bir dergi çıkardı o zaman biraz o dergide devam etti ama parti içinde bir hazırlığı oldu. Kamil
Kırıkoğlu diye bir genel sekreter vardı yerini istismar ederek Ecevit lehine partiyi hazırladı ve
ilk genel kurulda 1973 gelmeden Ecevit, İnönü’yü genel başkanlıktan düşürdü. Ecevit te o
dönemde Marksistlerin geniş halk kitlelerine yönelme istikametindeki Kürtçülük ve
Alevicilik’i bir manada o da destekledi böylelikle CHP ilk defa rayından o sırada çıkmıştır
çünkü 1973 seçimlerinde CHP’nin ananevi seçmeni yani o Rumeli ve Anadolu Kuvayı Miliye
derneklerinin meydana getirdiği CHP artık tasfiyeye başlamıştı. Zaten Turhan Feyzioğlu ve
arkadaşları önce, Kemal Satır ve arkadaşları arkadan ayrılmak suretiyle bu damar ayrıldı ve
CHP artık farklı bir parti oldu. 1973’te oyların ekserisini alarak koalisyon hükümetini o kurdu
o zaman MSP‘de 48 milletvekiliyle meclise girmişti. Ortak koalisyon yaptılar tabi herkes
şaşırdı. Bu koalisyonun yaptığı en önemli şeylerden birisi 12 Mart’ta çeşitli olaylar sebebiyle
gözaltına alınanların affedilmesiydi.1974’te onlar ceza evinden çıktıktan sonra tekrar olaylar
devam etti. Aynı şekilde MSP içerisinde bu af meselesi dolayısıyla rahatsızlık duyanlar vardı
ama 1974’te çok önemli bir olay oldu Türkiye Kıbrıs’a çıktı.
Kıbrıs’a çıkınca aslında bir anda Ecevit’in tüm yanlışları mecliste itibarını kaybetti. Kıbrıs
senelerdir milletin bir derdi, yarasıdır ve Kıbrıs’a harekâtı o hükümet yapmış. Aslında Kıbrıs
Harekâtı doğru bir karar ama iki safhalıdır birinci safhada çıkıldı, ilk çıkıldığında dar bir
alanda kaldı Girne ile Lefkoşa arasında vadide bir yerde 20.000 asker sokmuşsunuz ama o
20.000 askerin orada güvenliğini sağlamanın zor olduğu fark edilince askerlerin de tasdikiyle
Türkiye ikinci bir harekât yaptı ve alanını genişletti. Kıbrıs’ta beynelmilel alanda bizi
sıkıntıya sokan bu ikinci harekâttır. Bu ikinci harekât son derece meşruydu zaten Kıbrıs
Meşru Hükümeti düşürülmüştü. Kıbrıs Meşru Hükümeti düşürüldüğü için ona karşı teminatçı
devletlerden birisi olarak Türkiye’nin adaya müdahale etmesi hakkıydı ama biz sadece
Türklerin teminatçısı değildik Kıbrıs Devleti’nin teminatçısıydık. Dolayısıyla Türkeş ise bu
dönemde adanın bütününün işgalini savunuyordu zaten siz Kıbrıs Devleti’nin
teminatçısıysanız adanın bütününü teminat altına almanız lazım. Türkeş’in fikri neydi adanın
bütününü işgal edelim sonra barışla geri çekilelim. Tabi başlangıçta o gerekçeyle adanın
tamamını işgal etmiş olsaydık zaten pek fazla kimse itiraz edememişti ama ikincisinde artık
sizin teminatçı devletlerden biri olmanızdan farklı olarak müstevli bir devlet hüviyetine
büründünüz derler ve yıllardır işte söylenegelir. Ama tabi halk arasında böyle enteresan bir
sivrilme olunca Ecevit’e karşı, Ecevit bunu oya tabi etme hevesine düştü ve erken seçim
kararı aldı. 1975 yılında erken seçim kararı alınca tabi yine birinci parti olarak meclise geldi
ama tek başına iktidar olamadı. Ecevit’in MSP ile koalisyonu Kıbrıs Harekâtı haricinde kötü
bir tecrübeydi birçok politikalar sağ camialar bakımından milliyetçi partiler bakımından zaten
doğru bulunmuyordu. Bu yüzden de milliyetçi kamuoyunda Ecevit’in iktidara getirilmemesi,
dolayısıyla onun karşısında olan partilerden bir koalisyon yapması düşüncesi hâkim oldu.
Burada o zamanki Tercüman, Ortadoğu gazeteleri ve Aydınlar Ocağı gibi partiler dışındaki
kuruluşlar bu işte ciddi manada çaba gösterdiler.
Partiler kimler diye baktığımızda, Adalet Partisi var tek başına rey yetmiyor zaten, Milli
Selamet Partisi var. MSP ise Ecevit ile koalisyon yaptığı için ikinci seçimde Kıbrıs
Harekâtına karar veren partilerden biri olmasına rağmen %50 rey kaybetti yani %50
milletvekili kaybetti. 48 milletvekilinden yirmi küsur milletvekiline düştü. MHP’de o
dönemde millet için özellikle üniversite olaylarındaki tavrı dolayısıyla 1969’da tek
milletvekili çıkarmıştı 1973’te bu sayıyı 3’e çıkardı. Burada bir de Güven Partisi vardı
CHP’den ayrılan. Bir de tabi AP’den kopan kırk küsur milletvekili olan Demokratik Parti var.
Tabi Demokratik Partililer S. Demirel ile beraber olmamak hususunda yeminliler çünkü
ondan kopmuşlar. Özellikle o zaman elimizde AP, MSP, MHP ve bir de Güven Partisi var,
bunların bir araya gelmesiyle bir hükümet kurulsun isteniyor. İşin enteresan tarafı bu dört
partinin reyi de mecliste güvenoyu almaya yetmiyor. O zaman 450 milletvekili var mecliste
225 lazım. Gayretlerin çoğu Demokratik Partililerin üzerinde olmuştur “Tamam koalisyona
katılmayın ama güvenoyu verin, hükümet kurulsun.” Böyle bir gayret sonucunda tabi sağ bir
koalisyon düşünüldüğü için adına da Milliyetçi Cephe denildi. Milliyetçi Cephe lafını
partililer mi verdi basın mı verdi orası biraz muallakta. Ama bu ismi kim verdiyse versin bu
isim partililer tarafından benimsendi. Buradaki cephe meselesi de memleketin
cepheleşmesinden çok bir platform vs. buna benzer kavramı karşılamak için kullanılmıştır.
Ancak Milliyetçi Cephe Hükümeti gündemini kısa zamanda Türkiye’nin bütün önemli
meselelerini halletmek üzere çok ciddi programlar yaptı. Ama tabi 4 kanatlı bir hükümet
orada ne kadar uyum içinde olursa olsun zaman zaman tabi koalisyon ortaklarının
menfaatlerini ön plana çıkaran anlayış var bunu en çok bu işte Erbakan’ın zaman zaman
yanlış çıkışları oluyordu doğrusunu söylemek lazım gelirse diğer partilerin kendini öne
çıkarma hususunda çok fazla şeyi yoktu. Burada tabi en önemlisi iktisadi vs. problemler vardı,
enflasyonun durdurulması lazımdı. Kıbrıs Harekâtı sebebiyle Türkiye çeşitli ambargolara
maruz kalıyordu. Bu ambargoların meydana getirdiği birtakım önemli sıkıntılar vardır. Yani
çünkü siz bütün askeri silah araç-gereç ve diğer birçok ihtiyacınızı dışarıdan temin
ediyorsunuz NATO ülkelerinden temin ediyorsunuz. NATO müttefikleri de başta ABD olmak
üzere ambargo uygulayınca yedek parçanız bile olmuyor. Bunun bir faydası şu oldu Türkiye
milli harp sanayisine yöneldi. O zamana kadar cumhuriyetin ilk yıllarında başlanan fakat
Türkiye NATO’ya girdikten sonra imkânlarını daha çok kalkınmasında kullanmak üzere
ihmal edilen harp sanayisi tekrar gündeme geldi. Tabi Türkiye önce çıkarma gemisi yapmak,
başka şey yapmak gibi gayretlerle bir yere geldi ve şimdi nereye geldiğine bakıyoruz. Türkiye
konvansiyonel silahı artık çok üretiyor hatta dışarı satıyor. Deniz Kuvvetleri’nde %95 yerlilik
oranına teknoloji dahil ulaşmış durumda Hava Kuvvetleri’nde de birçok şey başarıldı ve işte
böyle bir başlangıcı oldu. En önemlisi bizim tekrar mili harp sanayimizi kurmak ve
geliştirmek zorunda olduğumuzu gördük.
Ekonomik bakımdan ise Türkiye kalkınma durumda olan bir ülke olduğu için bize çok sıkıntı
verdi fakat bunun yanında en büyük atılımı eğitimde yaptık çünkü mektepler esas itibariyle o
Marksist hareketlerin faaliyet alanıydı ve nereye kadar ortaöğretim kurumlarına kadar bu
kavgalar inmişti. Dolayısıyla bunların zabt-u rabt altına alınması ve Marksizm’in yeşermesine
sebep diye zannedilen eğitimin müfredatının ekle alınması lazımdı ve gerçekten o dönemde
gerek öğretmen yetiştiren kurumlarda yapılan iyileştirmelerde gerekse müfredatta yapılan
değişikliklerle çok mühim adımlar atılmıştır ve bu manada daha ileri adımlar mesela artık
bugün yaygınlaşmış olan Klasik Türk Müziği korosu, Türk Musikisi Devlet Konservatuarı
gibi o alandaki mekteplerin müfredatlarında kendi tarih, kültür ve medeniyetimize ait
unsurların daha ön plana çıkarılması gibi hususlar o dönemde zuhur etmiştir. O dönemin
eğitim hamlesini ciddi manada incelemek lazım. Bu aslında normal seçim döneminin sonuna
kadar devam etti. Yani birinci MC dediğimiz dönem herhangi bir dış müdahaleyle bitmedi.
Seçime gidildi seçimden sonra bu dönem bitti. Seçimden sonra ikinci MC dönemi daha
doğrusu Ecevit’in Alevi ve Kürtleri kendi partisine çekmek suretiyle o seçimde reyler
arttırıldı ancak CHP’nin reylerinin artmasının önemli sebeplerinden biri de bazı seçim
sahtekârlıklarıdır. O zaman tırnağa boya sürmek yok seçmen kartıyla hüviyet bile
göstermeden siz oy kullanıyorsunuz. Şimdiki kimlik numaraları filan bu dönemlerde başlayan
problemleri çözmek için ortaya konmuştur. İkincisi birçok yerlerde mezarlıktakiler adına dahi
seçmen kâğıtları çıkartılmış. Şimdi seçmen kâğıdıyla rey vermek ne demek seçmen kâğıtları
muhtarlıklara gelir ve buradan dağılır. Muhtarlıktan siz alacaksınız özellikle şehir
merkezlerinde bu çok az dağılır ondan sonra muhtarlar bunu kendi sempati duyduğu partiye
verirdi seçmen kartlarını o parti de kadın erkek olmasına bağlı olarak kullanılırdı. Ayrıca
mükerrer oylar kullanıldı mesela İstanbul’da iki-üç ayrı semtte seçmen yazılıp rey
kullanabiliyordu. Onun için bu seçim sahtekârlıkları çok fazla oldu ve sonunda CHP birinci
parti geldi. AP reyini artırmakla beraber ikinci parti oldu. MHP reyini ve vekil sayısını arttırdı
16 vekil çıkardı. MSP ise CHP ile koalisyonun getirdiği ve Milliyetçi Cephe’deki hizipçilik
telakki edilebilecek tavrı sebebiyle vekil sayısı yarıya düştü. Güven Partisi de artık gücünü
kaybetti. Hatta Demokratik Parti de çok rey alamadı. Ecevit tabi birinci parti olması hasebiyle
bir azınlık hükümeti kurdu Fahri Korutürk cumhurbaşkanıydı onay verdi fakat güvenoyu
alamayınca bu sefer birinci MC‘de yer alan partiler tekrar kendi koalisyonlarını kurdular ve
ikinci MC dönemi başladı. İkinci MC döneminde de birinci MC döneminde başlayan kültürel
hamleler devam ettirildi. Bu manada mesela Ayasofya Camii’nin ibadete açılmasının öncüsü
olan Ayasofya Mescidi ibadete açıldı. O hamlenin devamı eğer hükümet devam etseydi
Ayasofya’nın açılmasıydı.
Mısır’ın Osmanlı’ya ilhakından sonra mukaddes emanetler gelince “hırka-i saadet” daha
doğrusu mukaddes emanetler kendi mekânına konuluncaya kadar bütün bir dönem Kur’an-ı
Kerim okunmuştur sonra bu adet halini alıp orada 40 hafız sürekli nöbetle kutsal kitaptan
ayetler okuyordu. Cumhuriyet döneminde kesilmişti bu adet tekrar başlatıldı birtakım geçmiş
tarihle barışan hareketler oldu. Zaten birinci MC döneminde hanedanın erkek üyelerinin de
Türkiye’ye girişine izin veren kanun çıktı.Bundan başka, 1930’larda başlayan tarih tezi ve
saireyle başlayan anlayış değişmişti.
Belli bir süre geçince AP’den o zamanki kullanılan tabirle “kumar borcu olmayan on adam”
arandı. AP’den 11 milletvekili istifa etti. Meşhur “Güneş Otel Olayı” diye basına yansıdı.
Güneş Otel’de bir araya gelmişler ve öyle kararlaştırmışlar tabi bu 11 kişi istifa edince MC
Hükümeti’nin devam imkânı kalmadı. Ecevit 10 adam eksikliğini tamamladı ve bir de tabi
Demokratik Parti’den Faruk Sükan vardı. Faruk Sükan da kabineye alındı. Faruk Sükan AP
Hükümeti’nde İçişleri Bakanı’ydı adı “zehir hafiye” olarak çıkmıştı. CHP’lilerin aleyhinde en
çok laf ettikleri kişi o idi. Sonra beraber oldular ve hükümet kuruldu güvenoyu aldı ama artık
hem sokak hareketleri çok artmış ve enflasyon ve bu hükümet esas itibariyle huzur
sağlayamadı.
Bu arada cumhurbaşkanlığı seçimleri söz konusudur. Meclis başkanı İhsan Sabri Çağlayangil
ve CHP’den Muhsin Batur aday gösteriliyor ve sonra ardı ardına bir sürü oylama yapılıyor
sonradan anayasada birtakım değişiklikler yapıldı. O zamanki anayasa birinci turda ikinci
turda, on beşinci turda da aynı ekseriyeti istiyor, aynı ekseriyeti isteyince meclis bir kilitlendi
boyuna nafile turlar başladı filan. Bir tarafta bunun getirdiği siyasi bir boşluk cumhurbaşkanı
yok memlekette bir tarafta anarşi filan işte bütün bunlar, hele ki son zamanlarında o hale
gelmişti ki Türkiye’de artık herkes askerin olaya müdahale etmesi gerektiğini söylemeye
başlamıştı. Niye çünkü artık her gün cenaze kaldırıyorsun ama şöyle bakmıyorlar memlekette
zaten sıkıyönetim var her şeyden mesul olan asker hükümete el koysa sıkıyönetimden daha
fazla bir şey olmayacak. S. Demirel doğrusu sıkıyönetim komutanlarına hukuki bakımdan
neye ihtiyacınız varsa söyleyin kanunu çıkarayım dedi. Mesela asker o kadar yetkiliydi ki
hükümet Ankara’ya emniyet müdürü istedi fakat tayin edemedi. Sıkıyönetim komutanı ben
istemem diyor, mektep müdürünü görevden alıyor filan o kadar yetkili yani. Ama buna
rağmen bu kadar yetkiye rağmen anarşi devam ediyor. O kadar devam ediyor ki artık 12
Eylül’e doğru olan günlerde mektep talebeleri uluorta pankart açar filan. Demirel’in
ifadesinden anlıyoruz ki olgunlaşmasını bekleme fiiliymiş. 12 Eylül’de darbeyle hükümet de
parlamento da bitti, ondan sonra da yeni bir dönem başladı.
27. DERS
24 Ocak Kararları
12 Eylül öncesi alınan 24 Ocak kararları, 1980’li yılların ekonomik hayatına damga
vurmuştur.1974 yılındaki Kıbrıs Çıkarması, Türkiye’ye karşı uygulanan ambargolar ve
tırmanan anarşi ile siyasi ve sosyal bir boyut kazanan bunalım, dışta ve içte ortaya çıkan
olumsuz gelişmeler 1979 yılı geldiğinde ekonomik büyüme hızını sıfırlamıştı. Bunlarla
beraber siyasi yönden de tıkanıklık baş göstermeye başlamıştı. İşte 1980 yılına böyle bir
ortamda yeni bir azınlık hükümeti ile girilmek zorunda kalınmıştır. 1980 yılına girildiğinde
Başbakan Süleyman Demirel, Turgut Özal’ı Başbakanlık Müsteşarı yaparak, kötü giden
ekonomiyi düzeltmek için Türk siyasal ve ekonomi tarihine 24 Ocak Kararları diye geçen bir
dizi önlemi almıştır.
IMF kökenli olarak uygulana gelen “24 Ocak 1980 Kararları” zaman içinde siyasal iktidarlar
tarafından dış dayatmaların ötesinde bilinçli olarak uygulanan ekonomik bir model haline
dönüşmüştür. Genel hatlarıyla uygulanmak istenen programın, alınan kararların en belirgin
özelliği, ekonominin liberalleştirilmesidir. Bu doğrultuda iktisat politikası araçları ile
müdahale en aza indirgenecek veya dolaylı müdahale yapılacak, ekonomik kararlar piyasa
çerçevesinde alınacaktır. Fiyat mekanizmasının işleyiş kurallarının piyasada serbest bir
şekilde çalışması ile en iyi kaynak dağılımı sağlanacaktır.
24 Ocak 1980 ekonomik istikrar kararları ve daha sonra alınan önlemler, yapısal değişikler
içermesi bakımından önceki istikrar programlarından farklıdır. Bu kararlar ile dış rekabete
açık ekonomi modeli kurulmuş, karşılaştırmalı üstünlükler gözden geçirilmiş, ihracat artmış,
ihracatta sanayi mallarının payı yükselmiş, yabancı sermaye, işçi dövizleri ve turizm gelirleri
artmış, artan ithalat talebine bağlı olarak ticaret açığı büyümüş, kapasite kullanım oranlarında
dikkat çekici artışlar sağlanmış, reel faiz politikası çerçevesinde mevduatlar yükselmiş, tekstil,
inşaat ve hafif sanayi, ihracatın lokomotif sektörleri olmuştur. Ayrıca Altın ve döviz
üzerindeki kontrollerin kaldırılmasıyla, para piyasasının bütün araçları ekonomi içindeki
yerini almış, borsa gelişme sürecine girmiştir.
Türkiye, ideolojik nedenlerle yaşanan anarşi ve terör olayları yüzünden 1970’li yılları oldukça
sancılı geçirmişti. CHP’nin tek başına iktidarı kıl payı kaçırdığı 1974 seçimlerinden sonra
denenen koalisyonlar ve en önemlisi 1974 Kıbrıs Müdahalesi, ülkeyi içte ve dışta büyük
sorunlarla baş başa bırakmıştı. Özellikle bu dönemde kurulan koalisyon hükümetleri ve
bunların temel sorunlar üzerine gidememeleri sonucu iç istikrarsızlık, sağcı-solcu çatışması,
milletvekillerine, savcı ve hâkimlere yönelik saldırılar, Çorum, Maraş ve Konya olaylarının
peş peşe patlak vermesi, 1980 yılı ortasında Başbakan Süleyman Demirel’i bir kez daha zor
durumda bırakmıştı. Yaptıkları uyarıların cevabını alamayan askerlerde huzursuzluk gittikçe
artıyordu. On yıllık aradan sonra ülkede yine darbe gündeme oturmuştu.
Bu atmosfer içinde 12 Eylül 1980 sabahı ordu, emir ve komuta zinciri içerisinde yönetime el
koydu. Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilip sokağa çıkma yasağı kondu. Genelkurmay
Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava
Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral
Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’dan oluşan Milli
Güvenlik Konseyi (MGK) idareyi ele aldı.
Konsey Başkanı Kenan Evren, aynı zamanda Devlet Başkanı olmuştu. Konsey kararıyla tüm
siyasi partiler kapatılmış, liderleri gözaltına alınmışlar ve siyasetten uzaklaştırılmışlardı.
Siyasilerle birlikte binlerce kişi de gözaltına alındı. Sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanan
sanıklardan bazıları idama varan cezalar aldılar. Bu dönemde 1961 Anayasası askıya alındı ve
TBMM kapatıldı. Bunun yerine bir Danışma Meclisi oluşturuldu. Milli Güvenlik Konseyi ve
Danışma Meclisinden oluşan Kurucu Meclis yeni bir anayasa hazırlığına başladı.
12 Eylül askeri darbesinden sonra yasama ve yürütme yetkilerini kullanmak üzere Milli
Güvenlik Konseyi oluşturulmuştur. Bu konseyde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan
Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı
Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma
Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun yer almıştır. Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı
seçilmesinden sonra 6 Kasım 1983 genel seçimlerin ardından TBMM Başkanlık Divanı
oluşturulmuş ve Milli Güvenlik Konseyi sona ermiştir. Anayasa'nın Geçici 2. Maddesi
gereğince Milli Güvenlik Konseyi üyeleri ise 6 yıl süreyle Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyesi
sıfatını almışlardır.
1982 Anayasası
Kurucu Meclis’in görevi, ülkeyi yeni düzenine taşıyacak anayasal ve yasal çatıyı kurmak,
Anayasa’yı ve temel yasaları yapmak, TBMM’nin oluşturulmasına kadar yasama yetkisini
kullanmaktı. Danışma Meclisi, 160 üyeden oluşacaktı. Bunun 120’si, her ilin valisinin
önereceği adaylar arasından MGK tarafından seçilecekti. 40 üyenin ise doğrudan doğruya
MGK’ca seçilmesi öngörülmüştü. Böylece oluşan Danışma Meclisi, en yaşlı üye Sadi Irmak
başkanlığında ilk toplantısını 23 Ekim 1981 günü yaparak çalışmalarına başladı.601 Danışma
Meclisi Genel Kurulu 15 kişiden oluşan bir Anayasa Komisyonu seçti, komisyon başkanlığına
da Prof. Orhan Aldıkaçtı getirildi.
Anayasa komisyonu kendi arasında görev bölümü yaptıktan sonra, çeşitli kurum ve
kuruluşlardan (üniversitelerde, yüksek mahkemeler, sendikalar, meslek kuruluşları, vb.)
anayasa konusundaki görüşlerini istedi. Bu raporlar, Komisyonun anayasa taslağını
oluşturmasına yardımcı oldu ve bu taslağın Danışma Meclisi’ne verildiği tarihte de
kitaplaştırıldı. Hazırlanan Anayasa taslağı açıklandıktan sonra, çok ağır eleştirilerle karşılandı.
Tepki önce basından, sonra da Danışma Meclisi genel kurulundan geldi. Bu arada MGK,
anayasa tartışmalarına yeni bir düzen getirmek için “anayasa üzerine görüş ve önerilerin
anayasa taslağının geliştirilmesi maksadı içinde yapılacağı, anayasanın halkoylamasında,
halkın vereceği oyun nasıl olması gerektiği konusunda etki yapacak herhangi bir telkinde
bulunulmayacağı” maddesinin de bulunduğu bir karar almıştı.
23 Ekim 1982 günü Danışma Meclisi, tartışmaların ve oylamaların ardından anayasa taslağını
kabul ettikten sonra, MGK, anayasa taslağı üzerinde kendine bağlı komisyonları çalıştırmış ve
metin üzerinde önemli değişikler yapıldıktan sonra anayasanın halk oylamasına sunuş
aşamasına gelinmişti. Anayasayı milletin oyuna sunma işlemlerini düzenleyen kanunda
Anayasanın açıklanması ve tanıtılmasının serbest ancak eleştirilmesinin yasak olduğu ve oy
kullanmayanların beş yıl süreyle seçme ve seçilme hakkından yoksun bırakılacağı hükümleri
yer alıyordu.
Ayrıca, Anayasa oylaması ile Cumhurbaşkanlığı seçimi de birleştirilmişti. 7 Kasım 1982 günü
yapılan halk oylamasında yüzde 91.37 “evet” oyu ile Anayasa kabul edildi ve MGK Başkanı
Kenan Evren de Cumhurbaşkanı sıfatını kazandı.
1982 Anayasası, devletin üstünlüğüne öncelik tanıyan ve bireyin haklarını kısıtlayan bir
anlayışın ürünü olmuştur. Ayrıca devlet tarafından, 1980 öncesinde oldukça güçlü olan sol
akımların yeniden gelişmesini önlemek üzere çeşitli tedbirler alınmak istenirken bu kez sağ
düşüncenin gelişmesinin ve Atatürk Devrimlerine karşı, çağdaşlaşmaya muhalif eğilimlerin
güçlenmesinin önü açılmıştı.603 Anayasanın geçici 15. Maddesi ile de cunta döneminde
yapılmış uygulamaların ve çıkarılmış bulunan yasaların Anayasa'ya uygunluğu bakımından
herhangi bir denetimi yasaklamaktadır. Söz konusu yasa maddesi şöyledir:
12 Eylül 1980 tarihinden ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nin Başkanlık Divanı oluşturuluncaya kadar geçecek süre içinde yasama ve yürütme
yetkilerini Türk milleti adına kullanan 2356 sayılı Kanunla Kurulu Milli Güvenlik
Konseyi'nin ve bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin 2485 sayılı Kurucu
Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve
tasarruflarından dolayı haklarında cezai, mali ve hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve
bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz
Çok Partili Sisteme Yeniden Dönüş ve ANAP İktidarı
Katılımın % 92.27 olduğu seçimde ANAP yüzde 45.15 oy alarak 211 milletvekilliği
kazanmış, seçime katılan diğer partilerden Halkçı Parti yüzde 30.46 oyla 117 milletvekilliği,
12 Eylül darbesini gerçekleştirenlerin desteklediği MDP ise yüzde 23.27 oy alarak 71
milletvekilliğini kazanmıştır. 1983 seçimlerinden sonra ANAP lideri Turgut Özal ile birlikte
artık yeni bir dönem başlayacaktır. Özal, partisinin ne sağ ne sol bir parti olduğunu, 1980
darbesi öncesindeki siyasal eğilimlerin hepsini birden temsil ettiğini öne sürüyordu.
Sebebiyle iyice içine kapanıp kedine güvenini yitirmiş olan Türkiye halkı bu politikayla
başlayan ihracat hamlesiyle bir an da kendine geldi ve cesaretlendi. Bunun yanında yabancı
dil bilmek bir tarafa doğru dürüst tahsili olmayan iş adamları bile dünyanın dört bir tarafını
çantayla dolaşarak mal alıp sattılar. Böylelikle Türkiye’de bir özgüven yaşanmaya başladı.
Yani insanımız artık yurt dışına çıkıyor, iş alıyor, rekabet ediyor hale geldi ki, bu
uygulamanın en önemli neticesi budur. Ama bir taraftan da piyasa ekonomisi, liberal ekonomi
vs. kapitalist sistemi herhangi bir sınır tanımayan anlayışla yaşamaya başladık. Gerçi Özal
bunu uygularken ısrarla vurguladığı şey orta direkti ama bunların bu işte ne ölçüde pay sahibi
olduğunu iyice araştırmak lazım ancak bunun lafta kalmasına engel olacak, bütün şehirlerde
sanayi bölgeleri teşekkül ettirmek üzereydiler aslında bu orta direğin kuvvetlenmesi için
birtakım çalışmalar yapıldı.
1980’li yıllarda ortaya çıkan terör hareketi uzun yıllar Türkiye'yi meşgul etmiştir. Bu terör
hareketinin adı PKK’dır. 1984 yılının 15 Ağustos gecesi PKK adlı terör örgütü ilk ses getiren
eylemini Eruh ve Şemdinli ilçelerini basarak yaptı ve Türkiye gündemini uzun yıllar meşgul
edecek bir sorun böylece başlamış oldu.
PKK ismi, Kürtçe Kürdistan İşçi Partisi anlamına gelen sözcüklerin baş harfleriyle yapılmış
olan bir kısaltmadır. PKK Terör Örgütü, Türkiye’nin güneydoğusu, Irak’ın kuzeyi, Suriye’nin
kuzeydoğusu ve İran’ın kuzeybatısını kapsayan bölgede bir Kürt Devleti kurma amacıyla
ortaya çıkmıştır. Bu amaçla örgüt, Türkiye’de çok sayıda intihar eylemi ve katliamlar yapmış,
PKK’nın silahlı eylemleri sırasında çok sayıda sivil, asker ve polis şehit olmuştur.
PKK, Avrupa Birliği, ABD, BM, NATO gibi pek çok ülke ve uluslararası kuruluş tarafından
terör örgütü olarak kabul edilmiştir. Örgüt, 1974 yılında Abdullah Öcalan tarafından
kurulmuştur. 1999 yılında Kenya’da ele geçirilen Öcalan, 16 Şubat 1999’da Türkiye'ye
getirilmiştir. 29 Haziran 1999’da Türk Ceza Kanunu’nun 125'inci maddesinde müeyyidesi
tespit edilen "devletin birliğini bozmaya veya devletin hakimiyeti altında bulunan topraklarda
bir kısmının devlet iradesinden ayırmaya kalkışmak" suçundan yargılanmıştır. Öcalan bu
davada “PKK terör örgütünü kendisinin kurduğunu, örgütü sevk ve idare ettiğini, yakalandığı
ana kadar örgütün kendisinin liderliği ve komutası altında faliyetlerini sürdürdüğünü” itiraf
etmiştir.
29 Haziran 1999’da Abdullah Öcalan, oybirliği ile idama mahkûm edilmiştir. Mahkemenin
gerekçeli kararında Öcalan'ın, eylemlerinin şiddeti, yoğunluğu ve sürekliliği ile içinde bebek,
çocuk, ihtiyar ve kadınların da bulunduğu binlerce insanın öldürülmüş olması ve ülke
genelinde ciddi tehlike oluşturması nedeniyle Türk Ceza Kanunu'nun 59. maddesinde
düzenlenen cezai sorumluluğu kaldıran veya azaltan nedenlerden yararlandırılmamasına karar
verilmiştir. İlk ifadesinde, yakalandıktan sonra kötü muameleye maruz kalmadığını söyleyen
ve PKK'nın ölümüne neden olduğu insanlardan özür dileyen Öcalan, ifadesinde PKK'nın 140
ayrı ülkeden destek gördüğünü ve eğer idam edilirse pek çok kan döküleceğini, canı
bağışlanırsa çatışmaları bitirmeye çalışacağını söylemiştir. İdam cezası Avrupa Birliği uyum
yasaları gereğince ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çevrilmiş ve mahkumiyet kararı AB
İnsan Hakları Mahkemesi’nce de onaylanmış olan Öcalan, halen İmralı Cezaevi’nde
bulunmaktadır.
Türk siyasetinin 1986’daki ana konularından biri de eski siyasiler üstündeki yasağın
kaldırılmasıydı. Demirel, liberal sağda popülerliğini artırarak, ANAP’ın seçmen desteğini
yıpratıyordu. Kamuoyunun baskısı karşısında Özal, rakiplerinin siyasi haklarının iadesi için
referandum kararı verdi. 6 Eylül 1987 günü, 1982 Anayasanın 1980 öncesinin siyasetçilerine
getirdiği yasak, Türkiye’de yapılan üçüncü halkoylamasında yüzde 50.16 “evet” oyuyla
kaldırılmıştır. Böylece, 12 Eylül 1980 öncesinin parti liderleri olan Süleyman Demirel, Bülent
Ecevit, Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş yeniden siyasal yaşama dönmüşlerdir.
1983’den itibaren dört yıllık dönemde ANAP’a olan ilgi azalmış, kayırmacılığa rağmen,
ANAP’ın oyları yüzde 45’ten yüzde 22’ye düşmüştü. Turgut Özal, demokratik sürecin
ilerletilmesiyle ilgili hiçbir şey yapmıyordu ve askeri yönetimden devralınan antidemokratik
yasaların değiştirilmesi için girişimdi bulunmuyordu. Sendikalar Kanunu, Yüksek Öğretim
Kanunu, Seçim ve Siyasi Partiler, Basın, Ceza Karunları ile TRT Kanunu değişmedi. Dahası,
“Özal Hanedanı” adıyla anılan yolsuzluk grubu, Turgut Özal’ın şöhretine zarar veriyordu
Turgut Özal
Halil Turgut Özal, 3 Ekim 1927’de Malatya’da doğmuştur. İlkokulu Bilecik’te, ortaokulu
Mardin’de, liseyi ise Konya’da başlayıp Kayseri’de bitirdi. Yüksek öğrenimini 1950 yılında
İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği Bölümü’nde tamamlayarak ihtisas eğitimi
için Amerika'da Texas Tech Üniversitesi’ne gitti. Türkiye’ye döndükten sonra EİEİ Genel
Müdür Yardımcısı oldu ve Türkiye'de elektrifikasyon üzerine projelerde çalıştı. 1958 yılında
Planlama Komisyonu'nda sekreterya görevini yaptıktan sonra 1959 yılında yedek subay oldu.
Askerlikten sonra Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) kuruluşunda görev aldı ve 1965
seçimlerinden sonra Süleyman Demirel'in danışmanı olarak görev yaptı. 1967 yılında DPT
Müsteşarı oldu. 1971'den 1973'e kadar Dünya Bankası Sanayi Dairesi'nde danışman olarak
çalışan Özal, yurda döndükten sonra başta Sabancı Holding olmak üzere şirkette yönetici
olarak çalıştı. 1977 seçimlerinde Milli Selamet Partisi’nden İzmir milletvekili adayı oldu,
ancak seçimi kazamadı. 43. Hükümet döneminde Başbakanlık Müsteşarlığı ile DPT Müsteşar
vekilliği görevleri yaptı. 45. ve 46. Hükümet döneminde Başbakan oldu. Turgut Özal,
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin hem DPT Müsteşarlığı hem de Başbakanlık Müsteşarlığı
yapmış tek başbakanı ve cumhurbaşkanıdır.
17 Nisan 1993’ta hayata gözlerini kapayan Özal'ın cenazesine Türkiye'nin dört bir yanından
yüzbinlerce kişi akın etmiş, televizyonlardan canlı yayımlanmış; ülkede bayraklar yarıya
indirilmiştir. "Öldükten sonra beni İstanbul’a defnedin, kıyamete kadar Fatih Sultan
Mehmet’in manevi ruhaniyeti altında bulunmak istiyorum" şeklindeki vasiyetine uyularak
kendisi tarafından yaptırılan eski başbakan Adnan Menderes’in anıtmezarının bulunduğu
Topkapı’da Vatan Caddesi’nde adına hazırlanan anıtmezara defnedildi.
2 Ağustos 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgali, Türkiye’nin durumunu değiştirdi. Siyasi kriz o an
için unutuldu. Türkiye, uluslararası krizin ortasında, özellikle bir yıl önce yıkılan Berlin
Duvarı’nın ardından diğer ülkeler karşısındaki konumunu tekrar belirledi. Sovyet tehdidinin
ortadan kalkmasıyla stratejik önemini kaybeden Ankara, Körfez Krizi ve Orta Asya’daki Türk
Cumhuriyetleri’nin bağımsızlığa kavuşmasıyla yeniden önem kazandı. Körfez Krizi, 16 Ocak
1991’de savaşın patlamasına sebep oldu. Iraklı Kürt mülteci akını, PKK sorununu ve
ekonomik durumu daha da ağırlaştırmıştı. Sonuç olarak, ANAP’ın konumu Demirel’in Doğru
Yol Partisi tarafından da zayıflatıldı
20 Ekim 1991 günü yapılan milletvekili genel seçimlerinde 8 yıllık ANAP iktidarı son
bulmuş, ancak seçime katılan partilerden hiçbiri Meclis’te çoğunluk elde edememiştir.
Bundan sonra koalisyonlar dönemi başlayacaktır ve bu seçimle, 1980 öncesinin siyasi
liderlerinin tümü TBMM’de yeniden yer alacaklardır.
28. DERS
KOALİSYONLAR DÖNEMİ TÜRKİYE (1991-2002)
• DSP 10.8 7
• RP 16.9 62
DSP’n7n % 10.8 oyla 7 m7lletvek7l7 çıkarmasına karşın, DYP’n7n % 27 oyla 178 m7lletvek7l7
çıkarmasının temel7nde, barajlı seç7m s7stem7 yatmaktadır. Ulusal baraj ve seç7m çevres7 barajı,
yönet7mde 7st7krar adına bu tabloyu çıkarmıştır. S7stem7n tems7lde adalet açısından tenk7t
ed7leb7l7r b7r yanı da 7ller bazında tahs7s ed7len m7lletvek7l7 sayılarının seçmenlere oranıdır.
Sözgel7m7 Hakkar7’de 28.969 kayıtlı seçmene b7r m7lletvek7ll7ğ7 düşerken, İstanbul 7l7 (2)
numaralı seç7m çevres7nde 106.611 kayıtlı seçmene b7r m7lletvek7l7 düşmekted7r. 1987
seç7mler7nde % 93.28 olan katılım oranı % 83.92’ye düşmüştür. Bu durum, s7yasete duyulan
güvens7zl7ğ7n ve 7lg7s7zl7ğ7n bel7rt7s7 olarak görüleb7l7r. Aynı zamanda 1970’l7 yılların 7k7nc7
yarısından 7t7baren Avrupa’da tartışmaya açılan tems7l7 demokras7 kr7z7n7n 7puçları olarak da
değerlend7r7leb7l7r.
HEP - DEP – HADEP
HEP, 7 Haz7ran 1990’da kurulmuştur. 20 Ek7m 1991 m7lletvek7l7 seç7m7nde SHP l7steler7nden
19 adayını TBMM’ye taşımıştır. HEP’7n aykırı söylemler7, Leyla Zana’nın yem7n tören7nde
Kürtçe slogan atmasıyla başlamıştır. Bundan sonra SHP’den peyderpey ayrılmışlardır. HEP-
DEP-HADEP ç7zg7s7n7n belk7 de en ılımlı genel başkanı olan Fehm7 Işıklar b7le “Kürt halkının
ulusal haklarından, BM’ye başvurmaktan” söz etm7şt7r. HEP Genel Başkan Vek7l7
15.12.1991’de gerçekleşt7r7len kongrede “Kürt, Türk, Laz, Çerkez sıcak Türk7ye halkı” der ve
bunun ardından ulusların kend7 kader7n7 tay7n hakkından söz eder. Bu part7ler7n genel
başkanlarından b7r7 olan Fer7dun Yazar 7se, “PKK, 12 Eylül sonrası Türk7ye’de demokrat7k
yöntemler7n tıkandığını ve tek yöntem7n s7lahlı mücadele olarak kaldığı gerekçes7yle ortaya
çıkmıştır.” der. HEP kapatıldıktan sonra DEP (Demokras7 Part7s7), DEP kapatıldıktan sonra da
HADEP (Halkın Demokras7 Part7s7) kurulmuştur.
Anayasa Mahkemes7 “PKK adlı terör örgütüne yardım ve destek sağladığı ve bölücülük
yaptığı” gerekçes7yle 14 Temmuz 1993’te HEP’7, 16 Haz7ran 1994’te DEP’7, 13 Mart 2003’te
HADEP’7 kapatmıştır
• CHP 10.7 49
• DSP 14.6 76
• RP 21.4 158
• MHP 8.2 -
• HADEP 4.2
1987’den 1995’e kayıtlı seçmen 26.3 m7lyondan 34.1 m7lyona çıkmış, seç7me g7tmeyen ya da
geçers7z oy kullanan seçmen sayısı % 151.4’lük artışla 2.3 m7lyondan 6 m7lyona yükselm7şt7r.
Merkez sağ oyları % 17.5, merkez sol oyları % 10.6 er7m7şt7r. Merkez part7ler7n daha sağında
ve solunda yer alan part7ler7n oyları % 245.8 artmıştır.
Alan araştırmalarında RP’ye oy veren seçmenlerin % 50’ye yakını dini kaygılarla, merkez sol
seçmenin ise laiklik endişesiyle tercihte bulundukları görülmüştür. Kültürel öğeler, parti
tercihlerinin belirlenmesinde en etkin faktör olmuştur. Soğuk Savaş sonrasının etnik ve dini
hassasiyetleri Türk seçmenini de etkilemiştir. RP’nin yükselişinde kutuplaşmanın yanı sıra
yıllardır devam eden iktisadi meselelerin çözülememesi ve örgüt motivasyonunun da etkisi
vardır. Kutuplaşan Türkiye’nin merkezinde yer alan aktörler, RP’li iktidar alternatifini hoş
görmezler. Üstelik merkez sağın iki lideri de Erbakan’la koalisyon kurmayacaklarını seçim
süresince deklare etmişlerdir. Hem Yılmaz hem de Çiller, RP’yi önleyecek adres olarak kendi
liderliklerini takdim etmişlerdir. Siyasi tarihe ANAYOL adıyla geçen koalisyon hükümeti RP
endişesiyle kurulur.
ANAP – DYP Koal;syon Hükümet; (03.03.1996 – 28.06.1996)
ANAP ve DYP’n7n Mecl7s’te toplam 267 m7lletvek7l7 vardır. Bu rakam, anayasanın öngördüğü
salt çoğunluk 7ç7n yeterl7 değ7ld7r. Güven oylamasında 76 m7lletvek7l7ne sah7p olan DSP ve
ANAP l7steler7nden 7 m7lletvek7l7yle Mecl7s’e g7ren BBP çek7mser kalınca ve 4 m7lletvek7l7 de
oylamaya katılmayınca, hukuken sıkıntılı b7r durum olsa da, hükümet güvenoyu almıştır. Mesut
Yılmaz 7k7nc7 kez başbakan olmuştur. Ç7ller kab7nede görev almamıştır. Hükümet programında,
sayısal dengeler açısından sallantıda olan b7r kab7ne 7ç7n duygusal b7r yaklaşımla, yoğun b7r
kamuoyu desteğ7ne sah7p olunduğu vurgulanır. Atatürk 7lkeler7ne bağlı kalınacağı sık sık
tekrarlanır.
Bu durum, koalisyona destek veren kesimlerin beklentisine de uygundur. İktisadi
özelleştirmelerin yapılacağı, Sosyal Güvenlik Kurumları’nın zaman içerisinde tasfiye edileceği,
yerel yönetimlerin reforma tabi tutulacağı hatta İstanbul için özel bir yasa hazırlanacağı
belirtilir. Bu hedefler de koalisyona destek veren finans çevrelerinin beklentisine uygundur;
fakat birbiriyle hiçbir münakaşası siyasi olmayan iki parti için oldukça zor vizyonlardır.
Nitekim Tedaş ihalesinde Çiller’in yolsuzluk yaptığı iddiasıyla RP’nin hazırladığı soruşturma
önergesine ilk desteği ANAP verecektir. Ardından Tofaş ihalesi ile ilgili iddialar gündeme
getirilir. Çiller Yüce Divan’a gidecek ve Yılmaz koalisyonun daimi başbakanı olacaktı.
Yılmaz’ın beklentisi budur. Anayasa Mahkemesi kabinenin güvenoyunu iptal eder. Çiller zaten
koalisyondan çekilme kararı almıştır. Siyasetin kriminal bir alana indirgenmesi, siyaset dışı
aktörlerin nüfuzunu artıracağı zeminleri tahkim edecektir
REFAH PARTİSİ
Anayasa Mahkemesi, 16.1.1998’de RP’yi “Laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı olduğu”
iddiasıyla kapatırken, laikliği, “Bu ifade ile anlatılmak istenen sadece devlet işlerinde din ve
dünya işleriyle ilgili otoritelerin birbirinden ayrılması değil, aynı zamanda sosyal hayatın
eğitim, aile, ekonomi, hukuk, görgü kuralları, kıyafet vb. gibi cephelerinin din kurallarından
ayrılarak, zaman ve yaşam zorunluluklarına, gereklerine göre saptanmasıdır.” şeklinde tarif
etmiştir. Erbakan liderliğindeki tüm hareketler, bu tarifin içine sığmayan toplum kesimlerinin
sözcüsü olmak iddiasıyla ortaya çıkmıştır.
Yine bu kesimlerin temsilciliğini üstlenen merkez sağ partilerin büyük sermaye ile
eklemleşmesi neticesinde hak kaybına uğrayan taşradaki küçük sermaye gruplarının savunusu,
onu, kulvarındaki partilerden ayırmıştır. 90’lı yılların getirdiği kültürel mahiyetli kutuplaşmalar
da RP’nin iktidara yürüyüşünü perçinlemiştir. Erbakan’ın “köle düzeni, siyonizm,
emperyalizmin işbirlikçileri” gibi sol öğeler de içeren Adil Düzen söylemi seçmenden destek
bulmuştur. Siyasi kutuplaşmanın verdiği coşkuyla dile getirilen bazı aşırı söylemleri ise
toplumun büyük kesimini rahatsız etmiş ve Anayasa Mahkemesi’nin tarifini paylaşan kesimleri
de teyakkuza geçirmiştir.
Nitekim sürecin kapatmayla neticeleneceği öngörüldüğünden, 17 Aralık 1997’de Fazilet Partisi
aynı geleneğin kadrolarınca kurulmuştur. Ancak, benzer tartışmalar devam etmiş ve
nihayetinde Anayasa Mahkemesi, 22 Haziran 2001’de, aynı gerekçelerle bu partiyi de
kapatmıştır.
RP – DYP Koalisyon Hükümeti (28.06.1996 – 30.06.1997)
Türkiye’de halkın binlerce yıldır kültürel kodlarında yaşattığı İslami hassasiyetlerle resmi
çevrelerin din olgusuna yüklediği anlam arasında zamanla bir mesafe olagelmiştir RP, bu
ayrımdan doğan tenkitleri üzerine çekecek bir söylem kullanmıştır. Tarafı olduğu gerilimin,
birinci parti çıkmasında etkisi olduğu açıktır. RP açısından tenkit edilebilir olan ise siyasetin
merkezine yerleşmesine rağmen cemaat dilinden vazgeçememiş olmasıdır.
Ne siyaset aktörleri ne de toplumun kendisi “adil düzen” tasavvurunun kalıbına girecek
özellikteydi. RP’nin kendi üslubunu farklı kesimleri kuşatacak şekilde esnetemeden kabineyi
devralması büyük bir dezavantaj olmuştur. İktidarı almak noktasında da oldukça pragmatik
davranmıştır
Hükümet programı klasik hedefler ortaya koyar. Katılımcı yeni bir anayasa, Atatürk ilkelerine
bağlılık, milli ve manevi değerlerin önemine vurgu, üniter milli devletin muhafaza edileceği
hususları özenle belirtilmiştir. Burada özellikle DYP açısından dikkat çekilmek istenen nokta,
programın sosyal güvenlik sistemine ilişkin kısmıdır. Daha üç ay önce Emekli Sandığı, SSK ve
Bağ Kur’un tasfiyesinden söz edilirken, tek çatı altında tadilata uğratılacağı hedefi konmuştur.
Merkez sağ bu haliyle iktisadi meseleler bir yana etnik ve dini kimlik etrafında şekillenen
hareketlerle nasıl baş edebilirdi? Doksanlı yılların, merkez partilerini eritmesi tesadüf
olmamıştır.
RP – DYP koalisyonu sivil ve askeri bürokrasinin baskıya varan tepkilerini göğüsleyememiştir.
Memlekette bir irticai tehdit olduğuna dair medyanın işlediği malzemeler hep RP ile ilişkili
olmuştur: 4 – 6 Ekim 1996 Libya gezisi, Sultanbeyli’de Atatürk Anıtı meselesi, Kayseri il
teşkilatında üniformalı RP’lilerin basına verdiği görüntü, Ocak 1997’de tarikat liderlerine
başbakanlıkta verilen iftar, Kudüs Gecesi’ndeki görüntüler…
Türkiye, yukarıda bahsi geçen manzaraları yaşarken Başbakan’ın imzasıyla MGK Genel
Sekreterliği bünyesinde Kriz Yönetim Merkezi kurulmuştur. Bu noktadan sonra kararların
tavsiye niteliğinde olmasının bir önemi yoktur. Nitekim bildiride “Açıklanan bu esasların
aksine davranışların, toplumumuzda huzur ve güveni bozarak yeni gerginlikler ve yaptırımlara
neden olacağı değerlendirilmiştir.” denilmektedir. Bekaroğlu’nun ifadesiyle bu cümle bildiriyi
muhtıra haline getirmiştir. Batı Çalışma Grubu’nun kurulması, silahsız kuvvetlere silahlı
kuvvetlerin verdiği brifingler de 28 Şubat Süreci’nin kalıcılığına dair emareler olarak
yorumlanmıştır.
Nihayetinde hükümet, 18 maddelik kararların yürürlüğü sürecinde artan baskılar karşısında,
deklare edilmeyen protokol gereğince, “havada ikmal” yaparken düşmüştür. Bu süreci baştan
sona bir toplum mühendisliği olarak görmek mümkündür. Hükümetin sürece omuz veren
hataları ise yeni nesil siyasetçilere ders verecek düzeydedir.
ANAP – DSP - DTP Koalisyon Hükümeti (30.06.1997 – 11.01.1999)
28 Şubat kararlarını uygulayacak bir hükümet lazımdır. Merkezdeki blok, RP ile ortaklık
kurmuş DYP’nin bu işi yapamayacağı kanaatine ulaşmıştır. O güne kadarki çizgisinde çevrenin
sözcülüğünü üstlenmiş olan Demirel, sürece son noktayı koymuştur. Hükümeti kurmayı
bekleyen ve bunun için gerekli desteğe sahip olduğunu söyleyen Çiller’e yetki vermemiştir.
Takdir hakkını Yılmaz’dan yana kullanmıştır. Yılmaz, 28 Şubat Süreci’nde DYP’den kopan 45
milletvekiline sahip DTP ile 76 vekili Meclis’e sokmuş bulunan DSP’yi yanına alarak
kendisinin 3., Cumhuriyet’in 55., koalisyonların 14. hükümetini kurmuştur.
Ne var ki, üç partinin güvenoyu alacak yeterliliği yoktur. Sorun, CHP’nin dışarıdan desteği ile
çözülecektir. Deniz Baykal, hükümete neden girmiyorsunuz sorusuna “Laik demokratik
cumhuriyetin tüm yumurtalarını tek bir sepete koyamayız. Yoksa Refahyol yeniden alternatif
olur. Biz dışarıda kalalım ve muhtemel bir başarısızlık durumunda alternatif olalım.” diyecektir.
Liderinin 28 Şubat Süreci’nde izlediği siyaset ve bahsi geçen kararı 18 Nisan 1999 seçiminde
Meclis dışında kalmasını engelleyememiştir.
Hükümet programının en can alıcı ifadesi “Sekiz yıllık zorunlu ve kesintisiz ilköğretim (temel
eğitim) uygulamaya konulacaktır.” cümlesidir.28 Şubat kararlarının uygulanmasını isteyen
çevrelerin arzularına uygun olarak atılan bu adımın devamı da gelmiştir. Özellikle üniversite
sınavlarında meslek liselerinin önüne konulan katsayı engeli, İmam Hatip Liseleri’nin
cazibesini ortadan kaldırmıştır.
Ordu bünyesinden çeşitli disiplin suçlarından -ki kamuoyunda bunlar irtica ile
ilişkilendirilmiştir- 1997 yılında 297, 1998’de 272 subay ve astsubay tasfiye edilmiştir. Daha
önce ve daha sonraki hiçbir dönemde rakamlar bu seviyeyi bulmamıştır.
Hükümetin Meclis’te yeterli çoğunluğa sahip olmaması, ortaklar arasındaki anlaşmazlıklar,
sonu gelmeyen yolsuzluk iddiaları koalisyonun sonunu getirmiştir. Ülke, DSP azınlık
hükümetinin yönetimi altında seçimlere gitmiştir. Sadece bu durum bile temsil krizinin
boyutlarını göstermeye kâfidir. Burada paradoksal olan durum, temsil gücü zayıflayan
hükümetin terör meselesinde gösterdiği başarıdır. PKK terör örgütü tarihinin hiçbir döneminde
bu kadar zayıflatılamamıştır. Başbakan Ecevit ve güvenlik bürokrasinin gösterdiği bu başarının
altı çizilmelidir .
• FP 15.4 111
• ANAP 13.2 86
• DYP 12.0 85
• CHP 8.7 -
• HADEP 4.8 -
Seç7m sonuçlarına göre % 18.3’lük oy Mecl7s dışında kalmıştır. Cumhur7yet7n köklü part7s7
CHP de Mecl7s dışındadır. RP’n7n devamı olan kadroların kurduğu FP (Faz7let Part7s7) % 15.4
oy alab7lm7şt7r. Seçmen, kutuplaşmanın 7k7 ucuna da mesafel7 durmuştur. Mecl7s’tek7 sandalye
dağılımına göre MHP’n7n hükümette olmayacağı b7r alternat7f neredeyse 7mkânsız g7b7d7r. FP,
zaten RP’n7n devamı olarak görülmekted7r.
ANAP – DYP birlikteliğinin sancıları unutulmuş değildir. 15 Şubat’ta Öcalan’ın
yakalanmasının getirdiği milliyetçi bir atmosfer de kamuoyunda DSP – MHP birlikteliğine dair
beklentileri yükseltmiştir. Realite bu iken DSP Genel Başkan Yardımcısı Rahşan Ecevit,
MHP’nin tarihi kimliği ile ilgili oldukça aşağılayıcı ifadeler içeren bir demeç vermiştir.
Buna rağmen DSP – MHP – ANAP’tan oluşan ve Anasol – M Hükümeti olarak koalisyonlar
tarihine geçen Cumhuriyet’in 57., koalisyonların 15., Ecevit’in 5. hükümeti kurulmuştur
(28.05.1999 – 18.11.2002). Hükümet programı, milletin kutuplaşma istemediği anlayışına
binaen hedefler koymuştur. Uyum yasalarının çıkartılacağı vurgulanmıştır. 8 yıllık kesintisiz
eğitime devam edilecektir.
57. Hükümet, sağ - sol kutuplaşmasının anlamını yitirdiğinin göstergesi olmuştur. Koalisyonu
oluşturan partilerin ideolojik zeminde tartışmaya girdiği görülmemiştir. Hükümetin askeri
bürokrasiyle de bir çelişkisi olmamıştır. 28 Şubat süreci devam etmektedir. Öcalan’ın idamı
noktasında MHP’nin koyduğu tepki de aşılmıştır.
Koalisyonu çözen süreç, 2001’de patlak veren finansal kriz ve ardından yaşanan politik
arayışların neticesinde yaşanmıştır. 1 Temmuz 2002’ye kadar 128 milletvekili ile birinci parti
konumunu sürdüren DSP’den 58 milletvekili ayrılarak YTP’ye geçmiştir. Temsil gücü
zayıflayan hükümet için farklı senaryoların konuşulduğu bir ortamda Devlet Bahçeli’nin 7
Temmuz’da yaptığı çağrı üzerine 3 Kasım’da erken seçime gidilmiştir.
Türk modernleşmes7n7n bürokrat7k karakter7 s7yas7 hayatın vazgeç7lmez unsuru olarak görülen
part7 farklılaşmalarını da etk7lem7şt7r. Cumhur7yet Dönem7’n7n kurucu part7s7 CHP ve
bürokratların oluşturduğu blok 7le çok part7l7 hayata geç7şle b7rl7kte s7yaset sahnes7nde görünür
olan m7ll7yetç7 – muhafazakâr part7ler 1990’lı yılların da temel s7yasal aktörler7 olmuşlardır.
Dönem7 farklı kılan husus, Soğuk Savaş’ın b7tmes7d7r.
Merkez çevre d7kotom7s7nde sağ – sol kutuplaşması olarak temayüz eden s7yas7 rekabet
anlamını kaybetm7şt7r. Etn7k ve d7n7 hassas7yetler7n merkezle bütünleşmes7 meseles7 s7yas7
rekabet7n ana gündem7n7 oluşturmuştur. Bu noktada, merkez part7ler7n 7ç çel7şk7ler7n7
aşamamaları, DYP – SHP / CHP koal7syonları 7le başlayan uzlaşma umutlarını gölgelem7şt7r.
D7n7 beklent7ler7 üzer7ne çeken RP’n7n merkeze yerleşme çabaları da kutuplaşmayı
der7nleşt7rm7şt7r.
Bloğun s7v7l ve asker7 paydaşları, la7kl7ğ7n tehl7kede olduğu düşünces7yle, sürece müdahale
etm7şler ve s7yaset, part7 mücadeleler7n7n alanı olmaktan uzaklaşmıştır. M7ll7yetç7 muhafazakâr
duyarlılığın s7yasal aktörler7n7n de olan b7ten7 seyretmes7, toplumsal merkezde yen7 b7r aktöre
davet7ye olmuştur. 3 Kasım 2002 seç7mler7 bu arayışın 7fades7 olacaktır