Professional Documents
Culture Documents
Turk_Humanizmi-1-Suat_Sinanoglu-1998-158s
Turk_Humanizmi-1-Suat_Sinanoglu-1998-158s
hazırlanmıştır.
TURK
HÜMANİZMİ
1
Prof. Dr.
SUAT SİNANOGLU
Cumhuriye( GAZETESİNİN
OKURLARINA ARMAGANIDIR.
İÇİNDEKİLER
Önsöz . .. .
. . . .. .. . . . . . . . ... .. ..... .. ........7
. .
5
6- Bugünkü durumu yaratan nedenler.
Devrimin üç yorumu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 91
7- Üç yorumun yetersizliği . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 98
8- Devrimin dördüncü yorumu . . . . . . . . . . . . . .109
9- Yeni bir kültür bilinci edinme zorunluluğtı . . . . 1 15
durumu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 16
Notlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .133
6
ÖNSÖZ
7
ni bir toplumun siyasal, toplumsal ve ekonomik kurumlarının ve
bu toplumun maddi olarak ortaya koyduklarının, -insan düşün
cesinin birer ürünü olmaları dolayısıyla- onun düşünsel ve ah
laksal biçimleniminden kaynaklandığı gerçek ise, Türk toplu
mundan manevi evrenini olduğu gibi korumasını ve aynı zaman·
da çağdaş uygarlık düzeyine erişmesini istemek, başarısızlığa
mahkum bir politika izlemek demektir; toplumdan ilgilerine ve
eylemine, sahip olduğu yaşam felsefesinin reddettiği bir yön ver
mesini talep etmektir. Zihin yapısına ilişmeden, hiçbir toplumda
hiçbir önemli yenilik beklenemez. Atatürk bu hakikati biliyordu.
Onun için devrimin insan aklına güvenen yeni bir toplum yarat
mayı amaçladığını kesinlikle ileri sürebiliriz.
Eserin amacı, devrimi sönmekte olan heyecanların düzeyin
denfikir düzeyine aktarıp değerlendirmek ve Türk insanına eleş
tiri ruhunu ve yaratma gücünü sağlayacak yeni bir eğitim siste
minin ilkelerini saptamaktır.
Kitap, ülkemizin sorunlarının gerçek nedenlerine ineme
yen, son bir iki onyılda cereyan eden olayları değerlendirecek ve
kuramsal araştırmalara girişecek düşünsel yetenekten yoksun
bir ortamda yazıldı.
O günden bugüne birçok yıl geçti; bu yıllar içinde bir dizi
değişiklikler oldu. insan iradesinin egemen olamadığı olayların
doğal akışı ile ortaya çıkan düzen, belli iş alanlarının, belli züm
relerin, beliifikir akımlarının oluşmasına yol açtı. Ülkenin dina
mik güçleri belli çıkarlar etrafında toplandı; bu çıkarlar ülkenin
toplumsal, ekonomik ve siyasal yaşamını etkilemekten geri kal
madı. Bunun sonucu olarak bugünkü kuşak kaynağını ve kayna
ğındaki sorunları unuttu, dikkatini günün ve çıkarlarının ön pla
na ittiği sorunlara çevirdi. Atatürk devrimini yaşatması, onun ev
rensel değerini kabul ettirmesi gereken bu kuşak kitabımızda ele
alınan sorunları büsbütün bir kenara itti ve her ilgisini, her yar-
8
gısını -estetik olmayan ve ahlak dışı kalan egitimi geregince
ekonomik temellere oturttu.
Bunun sonucunda Batı 'nın etkisi ile, fikirsel gerekçesinden
yoksun, hatta böyle bir gerekçeden habersiz, kaba bir kapitalizm
anlayışı egemen oldu; bu anlayışın savunucuları -bizdeki koşul
ların ne kadar farklı olduguna bakmadan ya da aldırmadan- Ba
tı 'daki örneklere uyarak, dini iş çevrelerine destek olarak kul
lanmaktan çekinmediler. Her hareket bir karşı hareketi davet ed
er kuralına uygun olarak, kısa zamanda karşı akımlar belirdi.
1961 Anayasası 'nın yerleştirdigi daha geniş özgürlük reji
mi yeni düşüncelerin gelişip yayılmasına olanak tanıdı. 1960 yıl
larında önce aydınların, sonra kamuoyunun ilgisinin ekonomik
sorunlar üzerinde odaklanması olumlu bir olgudur; ancak ilgi
lerin yalnız bir alana çevrilmesi, Türk toplumunun gerçeklerini
tümüyle kucaklayan Atatürk düşüncesinin anlaşılmasını daha da
güçleştirmiş oldu.
Ekonomik etken öylesine bir önem kazandı ki bir yandan var
olan siyasal partiler durumlarını ve tutumlarını ona göre belir
lemek zorunda kaldılar, bir yandan da yeni partilerin kuruldu
guna tanık olundu.
Ekonomik etkenin bugünkü.toplumların yaşamında ön pla
nı işgal ettigi herkesçe bilinmektedir; işgal etmesi de, kitlelerin
kendi haklarına sahip çıktıkları bir çagda, dogaldır. Ancak eko
nomik etkenin hiçbir toplumun yaşamında tek etken oldugu ke
sinlikle ileri sürülemez. Özellikle Türk toplumu gibi evrimini ve
gelişimini gerçekleştirmek için önce düşünsel ve toplumsal ya
pısını yenilemek zorunda olan, yani ekonomik olanaklardan çok
fikir ve irade gücü ile disiplinli bir özveriye dayanmak zorunda
olan toplumlar, ekonomik sorunlarını genel durum içinde deger
lendirmedikçe onları eğitim, toplum ve kültür sorunları ile bir
likte ele almadıkça, bir çözüme varamazlar.
9
Ülkemizi 27 Mayıs 1960 müdahalesinden on bir yıl sonra
yeni bir bunalıma düşüren ve yeni bir askeri müdahaleyi kaçı
nılmaz kılan başlıca neden bu oldu.
Sonuç olarak diyebiliriz ki 27 Mayıs müdahalesi olayların
dogal akışına yeni bir yön veremedi, çünkü düşünce daha yük
sek bir bilinç düzeyine yükselemedi ve tarih perspektifinin yok
lugu bugün dahi genel durumun irdelenip degerlendirilmesine
olanak vermemektedir. Gerçekten, 1960 askeri müdahalesi kısa
bir süre için Atatürk ruhunun yeniden canlanacagı izlenimini
uyandırdıysa da, önce koalisyon hükümetlerinin, sonra iktidara
gelen Adalet Partisi 'nin tutumları, toplumumuzun kendini
1960'tan önceki gidişten kurtaramadığını kanıtladı.
12 Mart 1971 müdahalesinden sonra, 70 'li yıllarda siyasal
partilerin ve kamuoyunun Atatürk'ün bize gösterdiği doğrultu
nun tam tersi bir doğrultuya yöneldiklerine tanık olduk. Sağ ve
sol Atatürk'ün milliyetçilik anlayışını reddetmekte birleştiler;
milliyetçilik Atatürk ilkelerinden biri değilmiş gibi değişik bir mil
liyetçilik anlayışını vurgulamak amacı ile "Atatürk ilkeleri ve
Türk milliyetçiligi" deyimi yayıldı. Atatürk'ün halkçılığından
kuşku duyuldu, devrimciliğinden söz edilmez oldu; ama özellik
le laiklik ve devletçilik ilkeleri amansız saldırılarla büyük ölçü
de hırpalandı. Sonuçta şehir ile kırsal kesim arasında ve toplum
sal tabakalar arasında görülen fark derinleşti. Demokratik ku
ruluşların işlevlerini yapmalarına engel olunmakla, demokrasi
büsbütün yozlaştırıldı ve her şeyden daha korkutucu ve üzücü ol
mak üzere gençlik sağ ve sol olarak ikiye bölündü, sonra her bi
ri bir çok bölümlere ayrıldı; çok kan döküldü. 70 'li yılların ta
rihe Cumhuriyet çağının en karanlık dönemi olarak geçeceğin
den kuşku duyulamaz. Bu akıl dışı, mantık dışı, sagduyudan uzak
gidiş 12 Eylül 1980 müdahalesinde dügümlendi.
Atatürk'ün öğretisinden uzaklaşma hemen onun ölümün-
10
den sonra başladıysa da, 1938-1960 yılları arasında, ister dev
rim yolunda olsun, ister gerici yönde olsun, her tutum ve her dav
ranış Atatürk 'ün ilkelerini hesaba katmak zorunda kalmıştır. Bu
yıllarda Atatürk henüz duygular üzerinde, toplumun günlük ya
şamı üzerinde varlıgını bütün gücüyle duyurmuş, her eylem Ata
türk ilkeleri ölçüt alınarak degerlendirilmiştir. ancak 60'/ı yıl
larda Atatürk 'ün gönüllerden ve zihinlerden si/indigine tanık
olundu. Bu yıllarda "Batı teknigi, Dogu kültürü "formülüne uyu
larak, Milli Egitim Bakanlığı Tercüme Bürosu 'nun çalışması
durduruldu; liselerde vaktiyle kurulan klasik koldan artakalan
"küçük Latince" kaldırıldı; Dil ve Tarih-Cografya Fakültesi 'n
de kuru/dugu günden beri Batı dillerinin zorunlu yardımcısı olan
Latince dersleri, 1968 'de bir ögrenci eylemi bahane edilerek, seç
meli ilan edildi.
Bu eserde açıklanan kuramın yer aldıgı çerçevede başgös
teren degişiklik/er sayfa altı notlarla belirtildi. Bunlar çok degil
dir ve hepsi de Atatürk düşüncesinden gitgide daha çok uzak/a
şıldıgının birer kanıtıdır.
70 'fi yılların başında imam-Hatip okullarının sayısının yet
mişi bulması ve bu okullardan çıkanların ilkokul ögretmeni ol
maları için yapılan girişimler daha o günlerde yöneticilerin üçün
cü yorum yanlılarının etkisi altında kaldıkları izlenimini uyan
dırıyordu. Bugün imam-Hatip okullarının sayısı 350'yi aştı: Tür
kiye 'de artık iki tip okul -din okulu ile laik okul- gençlik üzerin
de egemenlik kurmak için savaşım veriyorlar.
Kesin olan şudur ki politikacı/arımız geçmiş deneyimlerden
yararlanmasını bilememişler; aydınlarımız da Atatürk 'ün dü
şüncesini inceleyip açıklayacak ve geliştirecek yerde, ülkenin
kendine özgü koşullarına uyup uymadıgına aldırmadan, dışarı
dan hazır fikir sistemleri almayı yeglemişlerdir.
Burada artık yeni bir kitabın konusunu oluşturacak yeni so-
11
runlara geçmiş oluyoruz. Bu nedenle, bu yenifikir akımlarının
Atatürk'ün ölümünden sonra ortaya çıkan duruma -bu eserde
açıklanan tez açısından- herhangi bir değişiklik getirmediğini ifa
de etmekle yetinmeliyim. Sol düşünce Atatürk düşüncesini değer
lendirmekte dikkate değer bir çaba göstermiş değildir. Sol dü
şünce de, eylem adamının ötesindefikir adamını göremedi ve dev
rimin fesi çıkarıp şapkayı giydirmekten öteye gitmeyen bir başa
rı kazandığı görüşünde -Atatürk devrimini küçümsemede- sağ dü
şünce ile birleşti.
Böylece sağcıların gözünde Mustafa Kemal'in dinden kop
masını simgeleyen şapka solcu düşünürlerin gözünde yeni bir
simgesel değer kazandı: Bunlara göre, şapka toplumun yalnız
ca üst yapısında değişiklik yapan yüzeysel bir reformun simgesi
oldu.
Sonuç olarak, son yılların çok hareketli geçtiğini, olayların
birbirini süratle izlediğini, ancak hiçbirinin düşünce düzeyinde
yankı uyandırmadığını ileri sürebiliriz. Bu kitapta ele alınan so
runların hiçbirine ne kuramsal düzeyde, ne de uygulamada ya
naşılmadı. 197J' de durum 1960'ta/cinden çok daha çetindi. Bu
gün ülkeyi çıkmazdan kurtarmak için her zamankinden daha bü
yük bir ileri görüş, çok daha büyük bir azim, çok daha büyük bir
çaba gerekmektedir. Bugünkü bunalımdan çıkabilmek için Ata
türk'ün düşüncesine başvurmak zorunluluğu vardır. Yeni Ata
türkçü kuşakları yetiştirme gereği vardır. Böyle bir uygulamaya
geçilece/c mi? Atatürk Enstitüsü, Atatürk'ün ölümünden hemen
sonra kurulmalıydı. Kurulmadı. 50'/erde yaptığımız girişim so
nuç vermedi. 1968'de Halkevleri örgütü içinde kurulmasına öna
yak olduğum Atatürk Enstitüsü'nde ancak üç yıl çalışabildik.
1971 'de anlayışsızlık ve mali olanaksızlıklar yüzünden bilimsel
kurulumuz topluca istifa etti. 12 Mart 1971 'den hemen sonra, hü
kümetin isteği ile toplanan bir komisyon Atatürk Akademisi'nin
12
tüzügiinü hazırladıgı halde, akademi hiç bir zaman kurulmadı.
Sorunlarımızın bilincine varmamız konusunda, 1950'lerde
Batılı hümanistlerin yardımcı olabilecekleri görüşünde idim. A
ma çok geçmeden Batılı hümanistler kendi toplumlarının etkin
yaşamından uzaklaştırıl<;Jılar. Teknolojik çagın kurdugu düzen,
onların kendi ülkelerindeki kurumların örgütlenmesine katkıda
bulunmalarına, toplumun evrim sürecine yön vermelerine, kamu
oyunun oluşturulmasında etkili olmalarına engel olmaktadır.
Epeydir bu görevi toplum bilimciler üstlendiler. Şimdi de tekno
loglar toplum bilimcileri bir kenara itmektedirler.
Bize öyle geliyor ki yalnız ülkemiz büyük bir bunalım için
de degildir: Batı uygarlıgının gelecegi tehlikededir. Bu açıdan
bakıldıgında bu kitapta ortaya atılan ve incelenen sorunlar, ka
leme alındıkları güne oranla, bugün çok daha büyük bir güncel
lik ve ivedilik niteligi sergilemektedir.
Bu kitabın Türkçe olarak yayımlanmasında iki kişinin bü
yük rolü oldu: Bu işi gerçekleştirmeye beni sürekli olarak teşvik
eden Türk Tarih Kurumu Genel Müdürü Sayın Ulug lgdemir ile
Türkçe metnin baskıya hazırlanmasında bana büyük yardımı do
kunan eşim Necile Sinanoglu. ikisine de teşekkür ederim.
Esere -degerli Türkolog Alessio Bombaci'nin yazdıgı uzun
makalenin başlıgından ("L'Umanesimo Turco di Suat Sinanog
lu ") esinlenerek- Türk Hümanizmi adını verdim.
Ekim 1980
SUAT SlNANOGLU
13
1. GİRİŞ: SORUN VERİLERİNİN
OLUŞUP GELİŞMESİ
14
kaynaklanmaktadır. Üstelik onlar, yeni bir biçim vermek iste
dikleri toplumun gerçekte kendine özgü bir düzeni olduğunun
farkında değildirler; bilmezler ki bu düzen çağdaş yaşamın ge
reksinimlerini karşılayacak durumda değilse de, kolayca bir
kenara itilecek cinsten de değildir; değildir, çünkü bu düzen,
köklerini derinlere salmış normlara ve bu normlardan daha çe
tin, daha aşılmaz bir engel oluşturan bir çıkarlar -kişisel ya da
ortaklaşa çıkarlar- örgüsüne dayanmaktadır.
Düş kurma dönemini düş kırıklığı dönemi izler. Gençler
genellikle bu aşamadan öteye gidemezler. Düş kırıklığı birço
ğunda eylem ve yenilik arzusunu söndürür; bu durum onları
çoğunlukla asıl çevreleri olup hiçbir zaman kopmadıkları es
ki çevrelerine uymaya zorlar. O andan itibaren Batı'da geçir
dikleri yıllar geçmişe karışır, gençlik anılan olur. Zevkli anı
lardır, ama, tıpkı orada edindikleri ve yalnızca teknik nitelik
te olan bilgileri gibi, zihin habitus'lannı zorlayacak, üzerinde
iz bırakacak güce sahip değildirler. Daha başkaları vardır, bun
lar içlerine kapanırlar ve kınlan ümitlerinin acılığını ömür bo
yunca içlerinde saklarlar. Bir bölümü, öğrenim yaptıkları ül
keye döner, orasını kendilerine yurt edinirler.
Kuşkusuz Batı'da okuyan birkaç yüz ya da birkaç bin
gencin, yetkilerini kıskançlıkla koruyan bir geleneğin yüzyıl
lardan beri yerleştirdiği bir düzeni kısa bir süre içinde değiş
tirmesi beklenemez. Ani değişiklikler beklenemez elbet; an
cak Batılı olmayan dünyanın herhangi bir ülkesinde, Batı'da
okumuş olan aydınların bir fikir akımının başına geçmeleri ·
beklenebilirdi; ülkelerinin pragmatik düzeyde karşılaştığı ve
olayların zorlaması ile, irdelemeden ve anlayamadan çözme
ye çalıştığı sorunlara bilincin ışığını tutabilirler, böylece son
radan yetersiz, elverişsiz ya da tümüyle yanlış oldukları orta-
15
ya çıkacak birtakım önlemlerin altnmasını önleyebilirlerdi.
Ama ne yazık ki bugüne kadar böyle bir girişime tanık olun
madı. Her türlü evrim ve ilerleme fikrine yabancı kalan Batı
lı olmayan toplumların durağan bir yapıya sahip olmaları, ye
ni fikirlerin etkisine açık olmamaları, hemen hemen tamamıy
la gelenekler ve geçid çıkarlarca yönetilmeleri gibi nedenler,
Batı'yı tanımış olan aydınların gösterdikleri çabanın niçin et
kisiz kaldığını açıklamaya yeterli nedenler değildir.
Başka ve çok daha önemli bir neden vardır: o da, bu ay
dınların gerçekte kendilerinden beklenen tarihsel ödevin dü
zeyinde olmamalarıdır (1 ) . Bu güçsüzlüğü yaratan nedenlerin
ayrıntılı bir incelemesi bu girişin sınırlarını aşar. En önemli
nedeni anmakla yetinerek diyebilirim ki bu neden, gençlerin
orta öğretiminin sonunda, çok kez de (kısa ya da uzun bir s
taj süresi için) yüksek öğrenimlerinden sonra yabancı ülkele
re gönderilmeleridir. En gençleri aşağı yukarı on sekiz yaşın
dadır. On sekiz yaşında ise bir insanın zihni biçimini almıştır;
bu forma mentis, gencin içinde yetiştiği toplumun forma men
tis'idir. Bundan sonra, yüksek öğretim kurumlarında ya da uz
manlaşma kurslarında kendisine öğretilenleri, bir genç kendi
yeteneklerinin ve düşünsel ilgilerinin izin verdiği biçim ve öl
çüde öğrenebilecektir. Zihin, oluşmasını tamamlamış, belli
bir biçim almıştır; artık 0, edineceği yeni bilgilere kendi biçi
mini veren bir kalıp olmuştıır.
Bu gençlerin başına, Pindaros'un başına gelen gelmek
tedir. Atina'da geçirdiği yıllar, Pindaros'a şiir ve müzik tekni
ği alanında çok şey öğretmiştir; Pindaros sanatını geliştirme
olanağını bulmuştur. Ama Pindaros Atina'ya geldiği günkü
Dor ruhlu bir saray ozanı kimliğini olduğu gibi korumuştur
(2). Pers Savaşlan'nda Atina'nın üstlendiği şanlı tarihsel ro-
16
lün büyüklüğünü hiçbir zaman anlayamamış olan ya da çok
geç anlamış olan bir Thebailidir. İyon ruhunun içine hiçbir za
man girememiştir. Çünkü Pindaros A tina'ya on sekiz yaşın
da (3), ya da herhalde, zihninin belli bir kalıba girmesinden
sonra gelmiştir (4).
Batılı olmayan öğrencilerin yabancı ülkelere çocuk yaş
ta gönderilmelerini önleyen başlıca neden, psikoloji alanına
ait olan bu gerçeğin hiçbir suretle göz önünde tutulmaması
dır. Oysa yaşadığımız çağ, psikoloji ve sosyoloji gibi bilimle
rin altın çağıdır. Öte yandan on bir yaşında bir çocuk için, ana
sından babasından ayrı, tek başına yabancı bir ülkede yaşa
manın çok zor olacağı da açıktır. Ayrıca yabancı bir ülkeye
gönderilen küçük bir çocuğun konuğu olduğu toplumun kül
türünü her bakımdan benimseyeceği, ancak bu kez de kendi
ülkesine yabancılaşacağı haklı olarak hesaba katılmalıdır; bu
nun büyük bir sakınca oluşturduğu kolay kolay reddedilemez.
Kısaca, bilgisizlik ve pratik düzeyde karşılaşılan önemli
güçlükler, Batılı olmayan toplumların Batı'ya öğrenci gönder
mekte gösterdikleri iyi niyeti büyük ölçüde boşa çıkarmakta
dır.
Batı'ya gönderilen öğrencilerin ruh durumu konusunda
diyecek bir şey daha var: arasına karışıp yıllarca yaşadıkları
yabancı toplum bu gençlerde genellikle dünyayı toz pembe
görme eğilimini ve aşın bir iyimserlik uyandırır. Bu da onla
rın yurt gerçeklerini yavaş yavaş unutmalarına neden olur. So
mut bir örnek olarak Türkiye'yi alacak olursak, öğrenimini ta
mamlayıp ülkesine dönen gencin, burada karşılaştığı gerçek
durumla özlemin idealleştirdiği ülkesinin anısında canlanan
görünümü arasındaki sert karşıtlığı bütün acılığı ile duyduğu
ve bunun vatandaşlarının Batı'yı bilmemesinden ileri geldi•
17
ğini düşünerek teselli bulduğu görülür. Onu gönderen ya da
yabancı bir ülkede öğrenim görmesine izin veren devlet oldu
ğuna göre, kendi uzmanlık alanına giren konularda dile geti
receği görüşlere kulak verileceğinden emindir.
Onun gözünde Türkiye şanlı bir tarihe sahiptir, fakat ay
nı zamanda "Doğulu" bir ülkedir; dinsel düşüncenin gelişme
sine önemli katkıları olmuştur, skolastik kültürün temsilcisi
olan değerli kişiler yetiştirmiştir; bu nedenle de dünya işleri
ne ilgi duymamıştır, betimleme sanatlarına yanaşmamıştır ve
kuramcılar, tarihçiler, düşünürler -bir kelime ile yaratıcı insan
lar- yetiştirmediği için, insan düşüncesinin gelişmesine katıl
mamıştır. Ancak -genç bu konuda hiçbir kuşku beslememek
tedir- Türk toplumu, Atatürk devrimi sonucunda, bütün bu so
runların bilincine varmıştır ve hiçbir önyargıya kapılmadan,
Batı uygarlığına kucağını açmıştır.
Ama gerçeğin böyle olmadığını genç neden sonra anla
yacaktır: bir toplumun zihin yapısını ve yaşam normlarını
oluşturan eski inançları, kökleşmiş alışkanlıkları söküp atma
nın işlerin en zoru olduğundan kimse haberli değildir.
Bu gençlerden birçoğunun karşılaştıkları sorunun terim
lerini gerçekten kavrayacak durumda olmadıkları aynca be
lirtilmelidir: pek çoğu o iki evreni karşılaştırmalı olarak ince
leyecek ve bu inceleme sonunda aralarındaki temas noktala
rını saptayıp, bu noktalardan hareketle modern Batı düşünce
sinin geleneksel zihniyete nüfuz etmesini ve bu suretle onun
değişip yenilenmesini sağlayacak yetenekte değildir. Tam ter
sine, hemen hepsi bu konulara yabancıdır. İki ayn evreni ta
nımak ve bilmek çetin iştir; o iki zihniyeti kavrayabilmek, ir
deleyecek güçte olmak gerekir; bu iki dünyada yalnızca dü
şünceler ve duygular farklı değildir: iki değer sistemi çatışma
18
halindedir. Ayrılık iki dünyanın değerler sistemindedir; iki ay
n insanlık anlayışı söz konusudur.
Böyle bir bilinçlenme bir dizi soyut kavrama nüfuz edil
mesini gerektirir: zihin yapısı, yaşam normu, değerler siste
mi, hatta kavram kavramı ve soyutlama kavramı bunlardan bir
.
kaçıdır. On sekiz yaşına kadar ziliin biçimlenmesi doğa ve ma
tematik bilimlerine dayandırılmış olan bir gençten bu kadarı
beklenemez.
İki yanlı bir yetersizlik söz konusudur: bir yandan ide
alist genç ayrıntılarla ilgili gözlemlerini ve tüm üzerine izle
nimlerini fikre dönüştürmekte yetersizdir; öte yandan, yetkin
ve hareketsiz bir toplum örneğine sadık kalıp evrim sürecine
girmeyi arzulayan, durağan yaşam geleneklerine sımsıkı bağ
lı kalıp Batı'nın dinamizmine özenen bir toplumun yetersiz
liği söz konusudur.
Kuşkusuz Doğu ile Batı arasında kalmış olan bu toplu
mun zihin yapısına nüfuz edebilmek ve onun -geri kalınmış
lığın belli bir noktasından hareketle, uygarlığın manevi ve
maddi en ileri aşamasına erişmek çabasında olan her toplum
gibi- kendi aydın sınıfından çok daha güçlü bir aydın sınıfına
sahip olan ülkeler için bile aşılması çok zor olan sorunlarla
karşılaştığını anl�yabilmek için, yıllarca süren bir yaşam de
neyimine ve bundan da önemli olmak üzere, modernist öğre
tim kı.uumlannın tarih-dışı akılcılığını değil, filoloji, tarih ve
felsefe düzeyinde yürütülen incelemelerle özümsenen hüma
nist değerleri temel edinen bir düşünsel biçimlenime gereksi
nim vardır.
Bugünkü durumda köy ve kasaba halkı yeniliklere kolay
açılamayıp akıl-dışı ya da empirik inançlarına ve geleneksel
ahlak anlayışına içtenlikle bağlıdır (5): buna karşılık büyük
19
kentlerin halkı derin bir ahlak bunalımı içindedir, çünkü eski
eğitimin etkisinden kurtulduğu halde yeni bir ahlak anlayışı
edinme fırsatı bulamamıştır. Toplumumuzun yeni bir düzen
muştucusunu asla beklemediğini, kendince kurduğu düzen
içinde kimsenin düşünemeyeceği kadar mutlu yaşadığını an
lamak için düş kırıklıkları ve yanılmanın verdiği üzüntülerle
dolu uzun yılların geçmesi gerekecektir. Neden sonra insan son
derece karmaşık, tümüyle karanlık ve mantık dışı bir zihniye
tin sık ve sağlam ağına düştüğünü anlayacaktır. Bu zihniyet,
her toplumsal düzenin temeli olduğu sanılan -zihin özgürlü
ğü ya da insan onuru gibi- kavramlara kesinlikle yabancıdır.
Bu toplum kendine özgü ve çok sağlam bir biçimde ör
gütlenmiştir; kendine özgü bir dünya görüşü ve bir yaşantısı
vardır: bu dünya görüşü ve bu yaşantı Atatürk'ün devrimci ça
basının sonucunda kurulan düzenden ancak bir ölçüde etki
lenmiştir; gerçekte yaşam anlayışı hala geçmişin, yazgıcı zih
niyetin egemenliği altındadır.
Gerçi, çetin savaşımları gerektiren durumlarda, T ürk top
lumu yaşamın gerçekleri ile temas sonucunda edindiği eski er
demlerini yeniden bulabilen bir toplumdur; ancak belirli bir
değerler sistemine dayalı bir yaşamdan yoksun olan ve değer
ler sistemi kavramına erişmedikçe yoksun kalmaya mahkfun
olan bir toplumdur. Her türlü dinsel önyargılardan arındırdı
ğı ve böylece ahlaksal kaygılardan da uzak old�ğunu �andığı
günlük yaşamında son derece karmaşık ve son derece sefil bir
karşılıklı çıkarlar sistemine; ahlaksal değerleri, duygulan, hat
ta aile bağlarını hiçe sayan acımasız bir do ut des' e boyun eğen
bir toplumdur.
Bundan sonra, bilerek ya da farkında olmadan, durumu
olduğu gibi kabul etmediyseniz ve oyunun kurallarına ayak uy-
20
durmadıysanız, sizin için infial ve isyan duygularının içiniz
de kaynaştığı bir dönem başlayacaktır. Şayet, olağan duru
mun dışında, Batı'da, sürdürdüğünüz öğreniminiz sırasında
Yunan ve Roma toplumlarının ahlak ilkelerini ve düşünsel bi
çimlenimini tanımak fırsatını, hümanist zihniyeti benimseme
olanağını bulduysanız, işte o zaman okulda öğrendiklerinizle
gerçek yaşam arasındaki şiddetli karşıtlık sizi bir an için ol
sun tedirgin etmekten geri kalmayacaktır. Bu durumda, insa
nın Sokrates üzerine düşüncesi ne olabilir? Ona Ankara so
kaklarında rastlasa, halii haklı olduğunu ileri sürebilir mi? İ n
san yaratılışı üzerine verdiği yargıların doğru olduğunu savu
nabilir mi? İnsanın onu -kötü bir adam olduğu için değil, tam
tersine dünyaya aşın idealci bir açıdan, bu nedenle de tümüy
le yanlış bir açıdan baktığı için- gençleri doğru yoldan ayır
makla, onları aldatmakla suçlamaya kalkışması daha olası de
ğil mi? Gerçek yaşamın kazandırdığı deneyim, Sokrates'in in
san yaratılışı üzerine görüşlerini açıklarken göz önünde yal
nızca çağının toplumunu, 5. yüzyıl Atinalılarını göz önünde
tuttuğunu düşündürmektedir. Ne var ki 5. yüzyıl Atinalıları in
sanlığın tümü değildir. Onlar kendine özgü küçücük bir top
lum idiler: kendine özgü bir zihin habitus'una sahiptiler; bu
sayede de içlerinden biri, Sokrates, genel kavramları bulgula- .
mayı başarmış ve insan yaratılışı üzerine dünyaca bilinen yar
gılarını açıklamıştır (6). Bu yargılar Batılı olmayan bir top
lumda yaşayan ve dolayısıyla 5. yüzyıl Atinalılarına özgü olan
eğitim ve kültüre büsbütün yabancı olanlar için temelsiz ve
dayanaksızdırlar. Çünkü onlar kendi ortamlarında durumun
bambaşka olduğunu -örneğin erdem yolunun dışında mutlu
luğun pekalii olanaklı olduğunu- gözleri ile görmektedirler.
Gerçekten, çevrelerinde birçok insanın -ortada hiçbir inandı-
21
rıcı neden yok iken, tam tersine kendilerine saygıyı yitirme
leri için pek çok neden varken- kaygısız ve mutlu yaşadıkla
rına, yaşamlarından memnun olduklarına tanık olmaktadırlar.
Bu durumda, insanların temel ahlak anlayışına duyduk
ları inancın sarsılması; onun yerini yılgınlık ve usanç yaratan
bir görelik duygusunun alması doğaldır.
Bu koşullar altında başvurulabilecek tek manevi destek
insanlığın büyük eğiticileridir. Onları tanımak için sürdürü
len çalışmalar bu umutsuz kuşkuculuk döneminin aşılmasını
kolaylaştırır. Sonra yeni bir bilinç, vaktiyle küçümsenilen in
san tiplerinin küçümsenmeye değil, anlayışla karşılanmaya
layık oldukları bilinci, bu uzun deneyim süresinde yeni bir dö
nem başlatır.
Davranışları ile perişatı düşünceleri ile kişilik, onur duy
gusu, hatta.kaı:akter yoksunluğu ile sizi düş kırıklığına.uğrat
mış olan birçok insanın ruhça kötü kişiler olmadıkları, tersi
ne özellikle kişisel çıkarları söz konusu olmadığı durumlar
da, dünyanın en dürüst ve ağırbaşlı insanının bile eşsiz bir in
celik örneği sayabileceği davrıµıışlarda bulunabilecekleri bu
dönemde. göze çarpmaktadır. İnsan bunu şaşkınlık ve kızgın
lıkla saptamaktadır. Sonunda düşünsel, ahlaksal ve estetik açı
dan biçimlenim bulmamış insanların -hiç olmazsa bu terim
lerin Batılı anlamında- karakter, mantık, sağduyu sahibi ola
mayacakları anlaşılabilmektedir. Bu insanlar ahlaksız değil
dir, ahlak dışıdırlar. Günlük yaşamda, ahlak duygusundan yok
sun görünmelerinin nedeni; eski ahlakın ahrete dönük asketik
bir yaşam için geçerli olup, yaşamın nimetlerinden yararlan
mayı isteyen ya da hiç ·olmazsa, yararlanmakta özgür olan
çağdaş bir toplumu yönetme konusunda kesinlikle yetersiz
kalmasıdır.
22
'Bu aşamada artık, böyle bir toplumun kendisine yeni bil
giler ve yeni deneyimler, yeni kavramlar, yepyeni bir iç evren
sunabilecek, Atatürk'ün açtığı çığırdan yürümesine yardımcı
olabilecek kimselere kendiliğinden kulak vermesi bekleneme
yeceği anlaşılmaktadır. Bir yaklaşım çabası zorunludur: bu
topluma daha önce manevi sorunların niteliği ve önemi öğre
tilmek, böylesine konulara dikkati ve ilgisi çekilmek gerekir;
bundan sonra bu sorunlar ortaya atılabilir ve toplumun bu so
runları başarıya ulaşabilecek bir yetenekle incelemesi umut
edilebilir.
Ancak toplumsal ortam o derece ilgisiz, anlayamadıkla
rı fikirler karşısında çıkarlarını ve inançlarını tehlikede gören
lerin düşmanca tepkisi o kadar şiddetlidir ki, ulusun gelece
ğinin büyük ölçüde öğretim ve kültür sorunlarının çözümlen
mesine bağlı olduğu konusunda çok derin, sarsılmaz bir inan
ca sahip olmadıkça, kişi bu davasını savunamaz ve bunda di
renemez.
Zihinlerde ve gönüllerde böylesine sarsılmaz bir inancın
yer edebilmesi için, somut gerçeklerin gözlenmesi ve incelen
mesi, tarihsel olayların yargılanması ve sorunların kuramsal
düzeyde değerlendirilmesi zorunludur.
23
nınmasına dayanan bir eğitim verilirse, ülkenin tümüyle Ba
tılılaşmasının sağlanabileceğini gördüm; buna "Türk ulusu
nun insanlığın manevi gelişmesine katılması" demek daha
doğru olurdu; gerçekten, yeni Türk toplumu klasik dünya ile
modern dünya arasındaki ilişkiler sorununu kendi açısından
ele alacak olursa -ancak böyle bir inceleme ona Batı uygarlı
ğının özünü kavrama olanağını verebilirdi-, Batılı dünyanın
körü körüne taklidinden kurtulmakla kalmaz, yeni sonuçlara
ulaşabilir, sorunları yeni açılardan görebilirdi; çünkü Türk
toplumunun yaşadığı tarihsel dönem tümüyle özgün ve ola
ğan dışı önem taşıyan bir dönemdi.
Toplumumuzun Avrupa örneklerince kurduğu kurumla
rın ruhunu esas alarak, Atatürk'ün eserini fikir düzeyinde an
lamaya çalışırken, araştırmam ilerledikçe, bu eserin önceleri
hiç tahmin etmediğim ölçüde bir önem ve değer kazandığının
farkına vardım. Gerçi Türk devrimi gelmiş geçmiş ihtilallerin
en büyüğü, en radikali olma onurunu hümanist ruha borçluy
du; çünkü ancak hümanist ölçütlerle değerlendirildiğinde bu
sonuca varılıyordu; ama Türk devrimi hümanist düşünceye
olan borcunu, ona yaptığı çok daha büyük bir hizmetle kat kat
ödemek durumundaydı.
Nitekim, Türkiye'de büyük ölçüde hümanist ruhlu yeni
bir temel eğitim uygulanacak olursa, Anadolu'da Türk hüma
nizmi adını taşımaya layık bir fikir akımının oluşması olanak
buluyordu; bu büyük fikir akımı insanlığın manevi tarihinde
yeni ve daha ileri bir aşama oluşturabilirdi; bu aşama (insan
cıl değerler sisteminin doğuşu, Batı 'ya yayılması, Ortaçağ uy
kusundan sonra yeniden bulgulanması, Latin evreninde dal bu
dak salması ve son olarak, Avrupa'nın tümünü kapsaması dö
nemlerine karşılık olan) Yunanlılık, Romalılık, İtalyan hüma-
24
nizıni, Fransız- İtalyan uyanışı ve A lman neo-hümanizmi aşa
malarına yeni bir aşama olarak katılabilirdi.
Türk hümanizmi insancıl değerler sisteminin yepyeni bir
alana -ulu bir ırmak gibi akıp giden insanlık evriminin (Ba
tı' nın başlattığı düşünsel, ahlaksal ve estetik gelişim süreci
nin) kıyılarına itilip akıntı dışında kaldıkları için, bu ilerleyi
şe doğrudan doğruya bir katkıda bulunmamış olan Batılı ol
mayan toplumlara- yayılmasını sağlayabilirdi.
Ne var ki bu sorunlar daha başka sorunlara yol açıyordu;
en önemlisi, Türki�e'de Batı'nın humanist eğitimine yer ve
rilecekse, bu savı kuramsal düzeyde doğrulamak gerekiyor
du; humanist eğitimin zorunluluğu kanıtlanmalıydı. Avrupa
lıların Klasik çağın araştırılmasını tarihsel, dinsel ya da ulu
sal nedenlere bağlamak, bazen de öz değerini ileri sürmek su
retiyle oluşturdukları gerekçeler (aslında bu değerlerin ne ol
duğunu açık ve inandırıcı biçimde dile getirmeyi hiçbir zaman
başaramamışlardır) Batılı olmayan dünya için kesinlikle ye
terli değildi.
Bu durum beni, klasik dünyanın değerini modern dünya
ile ilişkileri açısından araştırmaya vakit ayırmış olan bir dizi
humanist, edebiyatçı, filolog ve filozofun eserlerini inceleme
ye itti. Yüzeysel bir inceleme bile, Batı uygarlığının ana çiz
gilerinin bu yazarlarda bulunacağını ortaya koymaya yetmek
tedir. Bu bakımdan Batı'nın çağdaş uygarlığının özü ve ruhu
Hıristiyan dinidir savını durmadan, çoğu zaman çocukça ka
nıtlarla yineleyen yazarlar üzerinde durmaya değmeyecekti.
Gerçekten, önyargılardan sıyrılmış oimak koşulu ile, Avrupa
ve Kuzey Amerika'nın toplumsal, siyasal, eğitimsel ve kültü
rel kurumlarına bir göz atmak bile, onların temelinde Hıristi
yan düşüncesinden değil, Yunan dünyasından kaynaklanan
25
hemen hemen sınırsız bir zihin özgürlüğünün bulunduğunu
görmeye yetecektir.
Bu nedenle, çoğunluğu humanist, filolog, filozof olan ve
Batı dünyasının yaşam ve evrim kaynağını klasik çağın ince
lenmesinde, daha doğrusu Klasik çağa içtenlikle bağlanmak
ta gören bir dizi düşünür üzerinde özellikle durmak gereğini
duydum. Bu konuda Alman altın çağının büyük aydınlarının
özel bir yer işgal etmeleri doğaldır; çünkü onların düşünce
sinde daha güçlü bir sistemli çaba vardır; bunun da nedeni, on
ların modem Batı 'run evrim tarihinde İtalyanlardan, Fransız
lardan ve İngilizlerden sonra boy göstermeleri ve Klasik ça
ğa bağlanmalarını alışılagelen lenguistik, geleneksel ve tarih-..
sel gerekçelere dayandırma olanağından yo�un olmalarıdır.
Fakat Batı dünyasının Klasik çağ düşüncesini böylesine
bir sebat ve inançla incelemesinin nedenlerini kuramsal dü
zeyde doğrulamayı; hatta bu girişimlerinde Yunan ve Roma
uygarlıklarının tanınmasında başta gelen bilim olarak görü
nen filolojinin sınırlarını bile açık ve kesin biçimde saptama
yı başaramadıklarına hayretle tanık oldum. İçlerinden birço
ğu, filolojiye özgü bildikleri görevle bu bilimin uygulama ala
m arasında bir uyumsuzluk görerek, onun ilgi alanını tarih ve
felsefenin alanlarına taşacak biçimde genişletme eğiliminde
idiler. Böylece son derece önemli yeni bir sorun: Filoloji, ta
rih ve felsefe arasındaki ilişkiler sorunu ortaya çıkmış oluyor
du. Kuramsal düzeyde gösterilen bunca çabanın bir sonuca
varmadığı, çağımızın en parlak zekalarından biri olan idealist
filozofCroce'nin filolojinin değerini küçümsemesiyle, zihnin
bu üç etkinlik biçimini tarihsel yargıda toplayıp filolojiyi bel
geleri araştıran, saklayan ve sınıflandıran bilim olarak görme
siyle kanıtlanmaktadır.
26
Çağdaş uygarlığın özünü saptamak için giriştiğim araş
tırmalarda Batı düşüncesi bana yardımcı olmayınca, öbür yan
dan topluma bu özün ne olduğunu açıklamak, bununla da kal
mayıp onun mutlak bir insancıl değer taşıdığını, böylece her
insan toplumu için geçerli olduğunu göstermek durumunda ol
duğuma göre -gerçekten Batı'nın düşünsel, ahlaksal ve este
tik değerlerinin ülkemizde yerleşmesinin sağlanmasında en
önde gelen iki kuruluş olan klasik lise ömeğince kurulacak
bir ortaöğretim okulu ile humanist düşünceyi ve kültür sorun
larımızı inceleyecek bir enstitünün kurulması i9in bu doğru
lamayı yapmak zorunluluğu vardı- işte bu durumda -"Batı
dünyasının uygarlıklar topluluğu" adı ile anmayı yeğlediğim
Batı uygarlığı üzerine kendi başıma bir araştırma yapmak zo
runda kaldım; çünkü bu uygarlık ya da uygarlıklar topluluğu,
bütün öbür Uygarlıklardan farklı olarak, İÖ 9. yy'dan bu yana
-sapmalar ve duraklamalarla da olsa- düz ve sürekli bir çizgi
oluşturduğu izlenimini veriyordu. ·
27
Böylece, insan aklı otuz yüzyıl boyunca bilinçli olarak
oluşmuş olduğu gibi oluşmuş bulunduğundan ve artı� yeryü
zünde değişik bir gelişme evresi olamayacağından -çünkü in
san zekasının bulguladığı en büyük temel hakikatlann yeni
den ilk kez bulgulanamayacağı apaçıktı-, bu durumda insan
lığın manevi evrimine etkin bir biçimde katılmak isteyen her
toplumun, Batı'nın uzun süren ve karmaşık bir yapı gösteren
insancıl deneyimini geçirilen aşamalar boyunca izlemekle ve
onu somut tarihsel gerçekliği içinde incelemekle yükümlü ol
duğu ortaya çıkıyordu.
Türkiye'de bu düşüncelerin sonucunu göz önünde tutan
bir eğitim sistemi kurulabilirse, Atatürk devriminin insanlık
için sürekli bir kazanç oluşturacağı, Atatürk'ün de tarihin gö
ğünde birden görünen ve hiç iz bırakmadan kayıp giden yıl
dızlardan biri olmayacağı böylece anlaşılmış oluyordu; aynı
zamanda ülkenin geleceği inanca altına alınacak; üstelik Türk
ihtilali insanlığın fikir tarihinde yeni bir aşamayı başlatacak
tı: Türk hümanizminin Batılı olmayan toplunılara -çağdaş tek
nolojiye sahip çıkma ve Batılı kurumlan taklit etme sayesin
de- bağımsızlıklarını koruyabilmenin ötesinde, uygar evrenin
insanlık için daha iyi bir yaşam sağlama çabasına nasıl katı
lacağını öğretme durumunda olduğu, insanlığın manevi tari
hinde yeni bir atılım dönemine geçiş oluşturduğu ortadaydı.
Ama bu atılıma götüren fikir akımına evrensel hüma
nizm de denebilirdi; çünkü Batılı olmayan uluslar, Atatürk
devrimini örnek alan ve hiç olmazsa biçimsel olarak, anaya
. sal yoldan, zihin özgürlüğünü amaçlayan bir temel ihtilali ger
çekleştirdikten sonra, insancıl değerler sistemini özümseye
bilirler ve -evrensel ölçüte dönüşen- bu sistemi elde ettikten
sonra, tüm edebiyatlarını, tüm tarihlerini, tüm zihniyetlerini
28
yeniden değerlendirebilirlerdi; böylece yeryüzündeki bütün
uluslar humanist biçimlenimin ortak paydasına indirgenmiş
olurdu.
İnsancıllığı ideal edinen yeryüzündeki bütün ulusların
kendilerine özgü biçimde insanlığın ilerlemesine katkıda bu
lunabilecekleri de söylenebilirdi; çünkü her biri başka bir ta
rihsel deneyim geçirdiği ve değişik bir toplumsal varlığa sa
hip olduğu, bu yüzden de değişik sorunlarla karşılaştığı için,
bu temel sorunlara zihin yapısındaki birliğin sağladığı aynı
ruhla, ancak değişik bakış açılarından bakmaları ve doğal ola
rak, her birinin kendine özgü sonuçlar çıkarması beklenebi
lirdi. Ülkemizde, örneğin klasik evrenle modem evren arasın
daki ilişkiler sorunu konusunda beliren durum da bundan fark
lı değildi: Çağdaş dünyada klasik kültür ve klasik filolojinin
rolü konusunda bizim, Fransız, Alman, İngiliz ya da İtalyan
filologları ile aynı yargılara varamayacağımız kesinlikle an
laşılıyordu.
Batı dünyasına gelin�e, bu dünyanın kendi özü üzerine
daha esaslı bir bilgiye sahip olması, insanlığın geri kalan bö
lümünün karşısına bölgesel ayrılıklardan arınmış olarak, tek
yüzle çıkması ve oluşturduğu değerler sisteminin evrenselli
ğine güvenerek, geleceklerini kurmak için çalışan Batılı ol
mayan toplumlara önderlik etmesi gerekiyordu.
3- Tanıma kuramı
29
leceği sorununu bilinçli olarak ele alan ve -bilinçsiz olan ya
da her ne suretle olursa olsun, insan iradesinin dışında kalan
güçlerle denk bir kuvvet oluşturdukları zaman- insan toplu
luklarını uygar toplumlara dönüştüren ve onların yaşamına tam
anlamı ile tarihsel bir karakter kazandırabilen bilinçli güçle
rin birer parçacığı olmalarını sağlayacak eğitim ve öğretimin
ne olduğunu ve nasıl verilmesi gerektiğini açıklamak kalıyor
du.
Yaşamın sağladığı somut deneyim bir büyük gerçeği öğ
retir: Buna göre, insanın zihni, önced.en bu işe uygun bir bi
çimde eğitilmedi ise, dışardan formülleri, kavramları, bir ke
lime ile soyut olanı almaya -başka bir deyişle, duyulara ve ay
nı zamanda insanın aklına seslenen somut gerçeklerin dışın
da hiçbir şeyi algılamaya- elverişli değildir.
Bu deneyim bana filolojinin, genellikle gözden kaçmış
olan, paha biçilmez değerini açıklamış oldu. Batı eğitiminin
temeli, sanıldığı ve sık sık dile getirildiği gibi, estetik değil,
hiç olmazsa klasik tipteki okullarda, filolojiktir. Gerçi, öğre
timde estetik eğitimle filolojik eğitimin özdeşleştikleri kabul
edilmelidir, çünkü orta dereceli okullarda filoloji iki klasik di
lin öğretilmesi ve klasik çağın büyük edebiyat eserlerinin oku
tulması biçimini alır. Okullarda ise estetik duygunun eğitilme
sini hemen hemen yalnızca edebiyat sağlar. Ancak filolojik
eğitimden çok farklı bir şey olduğu vurgulanmalıdır. Filolo
jik eğitimin amacı gençlerin ruhunu gerçek olanla ilişkili ha
le getirmektedir; edebiyat eseri ise en somut insancıllığı kap
sar, çünkü onda ilintilik ya da özel gerçekle ideal ya da evren
sel gerçek kaynaşmış durumdadırlar.
Her çeşit dogmacılığa götüren yolu kesen öğe, işte bu so
mutça insancıl olanı tanımaktı; bundan da filolojik eğitimin
30
humanist biçimlenimin ve dolayısıyla, her tarihsel, felsefi ve
bilimsel zihin yapısının temelini oluşturduğu sonucu çıkıyor
du.
İnsan aklı somut gerçeği tanımadıkça tarihsel yargıya ya
da felsefi kavrama erişemezdi, çünkü tarihsel yargıya varmak
için olaylar arasındaki ilişkiyi saptamak, felsefi kavrama eri
şebilmek için de -duygusal ve akılcı öğelerin iç içe olduğu
somuttan ideal değeri soyutlamak gerekiyordu.
Böylece ortaya temel bir kuram çıkıyordu; daha önce söz
konusu edilen aşamalar boyunca yavaş yavaş oluşan bu kuram,
buraya kadar kat edilen yola öylesine parlak bir ışık tutuyor
du ki, her şey yeni bir önem ve yeni bir anlam kazanıyordu.
Türkiye'nin ve herhangi bir Batılı olmayan ülkenin kültür so
runlarının çözümünde, bundan böyle -tanıma kuramı ve ru
hun tarihsel oluşumu kavramı olması nedeniyle, ruh kuramı
diye adlandırabileceğimiz- bu kuram yön verici egemen öğe
olmalıydı.
Bu kuram filolojinin ne olduğunu da kesinlikle ortaya çı
karmaktaydı; bu açıdan bakıldığında, filoloji, tıpkı tarih ve fel
sefe gibi, bir yandan özel bir bilim dalı, bir yandan da bir ta
nıma biçimi olarak görünüyordu. Şöyle bir denklem ortaya çı
kıyordu: Filoloji ile filolojik tanıma arasındaki ilişki, tarihle
tarihsel tanıma ve felsefe ile felsefi tanıma arasındaki ilişki
lerin tıpkısıydı. Böylece filolojinin sınırlan da kesinlikle be
lirlenmiş oluyordu; kimse artık filolojiyi ne küçümseyebilir,
ne de tarih ya da felsefe ile karıştırabilirdi.
Üçüncü olarak, bu kuram ortaya yeni bir sav atıyordu: Bu
na göre, temel eğitim için filoloji, daha doğrusu klasik filolo
ji (bununla filoloji adını taşıyan özel bilim dalı değil, klasik
çağ eserlerine dayanan filolojik biçimlenim anlaşılmalıdır)
31
zorunluydu; çünkü klasik filoloji ile öbür filolojiler arasında
öz farkı vardı. Bu fark, klasik filolojinin, incelediği evrenin
en somut bir insancıllıkla dolup taşan eserlerden yana zengin
olmasından ve filoloji biliminin ve hatta filoloji kavramının
doğmasına yol açan somut bir evren olmasından kaynaklan
maktaydı.
O halde benim artık filolojik diyebileceğim, yani geniş
ufuklu, her çeşit insancıllığa açık ve insan aklına güven du
yan bir ruhu oluşturma gücü yalnız Yunan ve Latin filolojile
rine özgü olmalıydı.
Araştırmanın vardığı bu sonuçlara göre, Türkiye'de Yu
nanca ve Latincenin okutulmasının zorunlu olduğu kesin bir
dille ileri sürülebilirdi.
Temel kuram, ayrıca, mutlak gerekle Vico'nun -filolojik
certum dediği arasında beklenmedik bir karşılıklı bağ da ku
ruyordu. Gerçekten, dört tanıma kategorisinden geçerek -fi
lolojik tanıma, tarihsel tanıma, felsefi tanıma ve historio-filo
zofik tanımadan geçerek- aşama aşama insanlığın manevi de
neyiminin genel sentezine varılıyordu; bu sentez düşünmek
te olan bir ben duygusunu kuvvetle duyuruyordu; daha doğ
rusu sentez insanın kendi düşüncesinin varlığını bilincinde
duyma düzeyine ulaşıyordu.
Bununla gerçekler düzeyinde olsun, fikirler düzeyinde
olsun her durağan ve her tarihsel an ortadan kalkıyor, böylece
-atomun parçalanması ile maddenin yok olması gibi- düşün
cenin bütün önceki aşamaları yok oluyordu. Ancak nasıl insan
için atomun parçalanması değil, içinde yaşadığı somut dünya
gerekli ise, aynı biçimde onun için değerli olan -her defasında
zihnin yeni bir çabası ile elde edilen ve en yüksek hakikatin
düşünen ben olduğunu duyuran- o güçlü sezgi değil, insanlı-
32
ğın manevi evrim tarihidir. Esasen unutulmamalıdır ki -kim
ya, fizik ve matematik bilimlerinin atomun parçalanmasını
sağlamaları gibi-, bu yüksek bilince erişmeyi sağlayan da in
sanların otuz yüzyıllık tarih boyunca olgunlaşan deneyimidir.
Bu ruh kuramından eğitim sorunu ile ilgili bazı sonuçlar
çıkarılabilirdi. Çünkü bu kuram, eğitimin amacını açıklıkla or
taya koymaktaydı. Ona göre diyebiliriz ki eğitimin amacı in
sana insan ruhunun bir gerçek olduğu bilincini kazandırmak
tır; dört tanıma kategorisi (ve özellikle filolojik eğitim) saye
sinde onu bilinçli güçlerin bir parçacığı yapmaktır; onu, bi
linçsiz ya da her ne suretle olursa olsun, insan iradesinin de
netiminden kaçan güçlere elden geldiğince karşı koyma yete
neğine sahip, zihinsel, ahlaksal ve estetik yetkinliğe erişmiş
bir birey kılmaktır. O bilinçsiz ya da insan iradesinin dışında
kalan güçler her toplumda bol sayıda vardır. Bu güçler, toplu
mun manevi varlığı boş inançlardan, ilkel inanışlardan oluşu
yorsa, egemendirler; fakat -kuşaktan kuşağa çoğu zaman bi
linçsizce aktarılan- bu aynı varlık aklın ışığı ile aydınlatılmış
ise, bir kenara itilmek ve yok olmak durumundadırlar.
Şu halde eğitimin amacı, elden geldiğince bireyin ve top
lumun yazgısını insanların bilinçli iradesinin denetimine bı
rakmaktır. Eğitimin amacı böylece saptandıktan sonra, bun
dan mantıksal olarak çıkan sonuç her toplumun bütün insan
ları için bir tek eğitim biçimi olduğudur.
Gerçekten, orta dereceli öğretimde değişik tipte okulla
rın bulunmasının pratik düzeydeki zorunluluğu, gençleri de
ğişik mesleklere hazırlama gereksiniminden kaynaklanmak
tadır; ancak okul içi ve okul dışı eğitimin gütmesi gereken ide
al amaç, her insanı -aydın olsun, köylü olsun, işçi olsun- aynı
insanlık ideallerine yöneltmek olmalıdır.
33
4 Bu girişi yazmamın nedeni
-
34
II. BATILI OLMAYAN EVRENİN TARİHSEL
VE FİKİRSEL İNCELEMELERE AYKIRI
DÜŞEN NİTELİGİ
35
zeye getirirler; bu yüzden Batılı olmayan bir toplumun tarihi
ni, edebiyatını, sanatını, kuruluşlarını ve toplumsal yapısını
ne kadar incelerse incelesin, bilgin, zekası ve insanlık sorun
ları hakkındaki olgun deneyimi ile kavrayacağı ve belki de,
birçok ince ve derin gözlem halinde belirteceği ilintilik g�
çeklerin düzeyinin ötesine geçemeyecektir. Ne kadar geniş
olursa olsun, bu evrenle ilgili deneyimi ve bilgisi onu yalnız
ca toplu bir görüşe eriştirecektir; fakat o bu görüşünü fikirle
rin üstün düzeyinde açıklayıp doğrulamak durumuna geleme
yecektir. Hatta, bu toplu görüşüne dayanarak birtakım olum
lu savlar bile ileri süremeyecektir (2); tersine, Batılı olmayan
evren üzerine bilgisi ve deneyimi birtakım yadsımalar ve çe
lişmelerden öteye gidemeyip dağılacaktır.
Batılı olmayan evrenin bu aykırılık niteliğinin ikinci çe
şit nedenleri doğrudan doğruya birinci tür nedenlere bağlanır.
Çünkü Batı'nın zihinsel, ahlaksal ve estetik değerlerine dayan
makla, bu değerlere ve bu değerleri yaratan ruha yabancı olan
bir evren üzerine yargıya varmak ilk bakışta doğru değildir.
Böyle olunca da, bilginin olumsuz savlan bile temelsiz ve zi
hin karıştırıcı bir öznellik kazanmaktadır. Gazetecinin yalın
izlenimi ile tarihçinin verdiği yargının ve kuramcının erişme
ye çalıştığı kavrayışın aynı değeri taşır görünmeleri ve bir de
receye kadar da, gerçekten öyle olmaları (çünkü gerek bu iz
lenimler, gerek bu yargı ve kavramlar hep bir kaynaktan, her
çeşit tarihsel ve fikirsel öğeden yoksun görünen pragmatik ger
ç"eklerin ilintiliğinden doğmaktadır), bu öznelliği daha belir
lemektedi (3). Batılı olmayan evren üzerine ileri sürülen gö
rüşlerin birbirinden son derece ayn olması da bunun bir sonu
cudur. Bu görüşler yüzeyde kalmakta ve sağlıklı olmayan son
suz bir hayranlıktan en derin ve küçük düşürücü -bu duyguyu
36
uyandıranı da duyanı da küçük düşüren- bir küçümsemeye var
maktadır.
Fakat her ne kadar Batılı olmayan evrenin kuramcısının
henüz ortaya çıkmamış olması her şeyden önce araştırılan ko
nunun kendi niteliği ile ilgili ise de, şu da kabul edilmelidir ki
bizzat tanıyan özne, yani Batı düşüncesi, Batı'nın bu görevi
ni yerine getirecek yeterliği gösterememektedir. Bu konuda
Batı düşüncesinden başka bir tanıyan özne de söz konusu ola
maz, çünkü, ilgili kavramları yaratmış olmak nedeniyle, yal
nız o,(4) olayların ve eserlerin akılcı bir irdelenimine girişip,
Batılı olmayan evreni tarih ve fikir yönlerinden ele alan bir
incelemeyi kendine konu edebilir.
Gerçekten, Batı düşüncesi, kendi manevi sınırlarının dı
şında kalan insanlığı bilmezlikten gelmekte direndiği için,
Batılı olmayan evreni ve onun ivedi sorunlarını tanıma yönün
de çok düşük bir düzeyin ötesine geçmemiştir. Bu sorunlara
"temel sorunlar" değil de "ivedi sorunlar" diyorsak, bunun
nedeni o evrende "temel sorun", "ilke sorunu" gibi kavram
ların var olmayışında aranmalıdır.
Batılı olmayan toplumların maddi durumuna olduğu ka
dar manevi ve kültürel durumuna gösterilen ilgi bakımından
da, Batı evreni sosyalist evrene oranla çok geridedir. Bize öy
le geliyor ki -A. Tonybee'nin kullandığı terminoloji ile söy
leyelim- bu, tarihin Batı uygarlığının karşısına çıkardığı yeni
bir meydan okuyuştur; Batı uygarlığı da, yok olmak istemi
yorsa, bu meydan okuyuşa karşı koymak zorundadır. Ancak
bugün, Batılı olmayan ulusların eğitim ve kültür alanı gibi in
sanlığın geleceği için gerçekten yaşamsal bir önem taşıyan bir
alanda, Batılıların tarihin bu meydan okuyuşuna cevap verme
ye azır olduklarını gösteren belirtiler kanımızca henüz pek za-
37
yıftır. Oysa, Batı düşüncesi kendi -Avrupalı ya da Amerikalı
çevresine sıkıca kapanmaktan vazgeçerse, kuramsal etkinli
ğini Batılı olmayan evrenin sorunları üzerinde toplamaya ya
naşırsa, ta başlangıçtan beri, belirli uygarlık aşamalarında bi
rikinti su gibi yatan kitleleri -insanlığın büyük çoğunluğunu
oluşturan toplulukları- harekete geçirmeyi, büyük bir ırmak
gibi akan evrim sürecinin akıntısına onların da katılmalarını
kesinlikle sağlayabilir: aynı zamanda, kendi özü hakkında ye
ni ve çok yanlı bir bilince erişme olanağını bulur.
Gerçekten, ruhumuzdan ve zihinsel alışkanlıklarımızdan
ayn bir ruhun ve zihniyetin ifadesi olan maddi ve manevi bir
evren üzerine bir değer yargısına varmamız gerekiyorsa, ilke
lerimizi yeniden ve özenle gözden geçirmek, değerlendirme
lerimizi ve yargılarımızı yeni bir incelemeye dayandırmak,
hatta düşünsel ve ahlaksal değerler sistemimizin tümünü ye
niden gözden geçirmemiz gerekir; çünkü biz bu değerleri in
celemeden, çok kez de -üyesi olduğumuz toplumun manevi
varlığının birer parçası olmaları dolayısıyla- farkında olma
dan bilinçsizce benimsemişizdir.
Başka bir deyişle, bizim geleneksel değerlerimizle ilgisi
olmayan maddi ve manevi bir veri üzerine bir değer yargısı
verilecekse, önce insanın yaratılışı ve amaçlan nedir sorusu
na cevap vermek gerekir; çünkü ancak bu soruyu cevaplan
dırmakla yargılarımız için bütün toplumların kabul edecekle
ri ortak bir temel bulabilir, yeryüzünde var olmuş olan ve var
olan uygarlıklar arasında bir sıra kurma olanağını veren ev
rensel bir ölçüt ortaya koyabiliriz.
Bunun dışında mutlak bir ölçüt kurmanın; çeşitli uygar
lıklara bağlı çevrelerin değerlendirilmesinde bizi tek yanlı, tek
yanlı olduğu için de öznel görüşlerden korumaya yeterli bir
38
ölçüt saptamanın başka yolu yoktur. Bu durumda bile, yargı
nın nesnelliği, insanın yaratılışı ve amaçlarının ne olduğu so
rusuna verilecek cevabın nesnelliğine bağlıdır, çünkü, örne
ğin, mistik bir ruhla maddeci bir ruhun bu temel sorunu bir
birinden çok farklı bir biçimde çözecekleri açıktır.
Böyle olmakla birlikte, daha sonra görüleceği gibi, bu te
mel sorunun çözülmesi için sağlam bir nesnellik ölçütü vardır.
Şimdilik şunu belirtmekle yetinelim: Batı düşüncesi bu
temel sorunu ortaya atmak şöyle dursun, kendinden memnun
olmanın verdiği bir doygunluk ve huzur duygusu içinde tüke
nip gitmektedir. Her halde bu düşünce kendini daha derin bir
biçimde inceleyecek, bir tüm olarak ele alınan insanlığın ev
rensel düzeyi üzerinde kendi değerini doğru olarak biçecek bir
araştırmaya girişebilecek olgunluğa henüz erişmiş görünme
mektedir; tersine, çağımızın tarihsel koşullan göz önüne ge
tirilirse, Batı düşüncesinin kendisine düşen görevi üzerine ala
cak güçte olmadığı kabul edilecektir.
Kuşkusuz, Batı 'da gerçekten aydın ruhlu insanların sayı
sı az değildir; bunlar Batı evreninin karşısına çıkan ve çözüm
bekleyen kültür sorunlarının ne olduğunu görmektedirler. Üs
telik, pragmatik düzeyde ileri sürülen birçok çözüm biçimle
rinin, insanlığın nereye varacağını çok iyi gören bir sezişten
esinlendiğini de kabul etmek gereklidir. Ancak şu da var ki,
ne bu aydın kişiler, ne de gerçeklerin karşı konmaz dürtüsü
Batılı toplumların genç kuşaklarına yeni bir ideal verecek ye
terlikte değildirler; bunun nedeni ise, bu fikirlerin ve bu olay
ların bilinçli düşünce tarafından henüz değerlendirilmemiş,
kuramsal bir sistem içinde sağlam bir biçimde doğrulanma
mış olmasıdır.
Başka bir deyişle, Batı düşüncesi eriştiği hakikatlerin ev-
39
renselliğini duyurmak istiyorsa (ve gerçekten, ileride görüle
ceği gibi, böyle bir sava hakkı da vardır) -bu tür sorunların in
celenmesi ve çözülmesi söz konusu oldu mu- kuramsal çalış
malarının temeli ve amacı olarak yalnız Batılı toplumları, yüz
yıllar süren bir evrim sonunda oluşan Batılı insan ruhunu de
ğil, tüm insan soyunda beliren insan yaratılışını ele almak zo
rundadır. İşte o zaman, yalnızca 1. Ö. 5. yüzyıl Atinalılarını göz
önünde tutmakla, Sokrates'in ne kadar yanıldığı çok daha iyi
anlaşılacaktır. Kritik der Urteilskraft' ında(5) Kant estetik yar
gıların, varlığını önceden kabul ettiği tek ve ortak bir sağdu
yu sayesinde olanaklı olduğunu ileri sürmekle aynı yanılgıya
düşmüştür. Kant sağduyunun insanın evrensel yaratılışından
ileri gelmeyip, belli bir forma mentis'in pratik ifadesi olabi
leceğini, bu forma mentis ' in de toplumun, mensuplarına bi
linçli ve bilinçsiz yollardan verdiği belli bir eğitimle meyda
na gelebileceğini düşünmemiştir. Oysa gerçek durum budur;
sağduyu tek değildir; uygarlıkların sayısı kadar sağduyular
vardır. İmdi, başvurulması istenen bu tek ölçütün evrensel ve
kendiliğinden var olan bir etken olmadığı; tersine etkilediği
ve etkisinde kaldığı estetik duygu ile aynı kaynaktan gelen ve
aynı nitelikte olan bir etken olduğu sonucuna varılmalıdır.
Sağduyunun, denek taşı görevini göreceği o quid'in bir bakı
ma ürünü olduğu savunulabilir.
Sonuçta, belli bir insan topluluğunda oluşmuş olan ve or
taya çıkan bir duyguya dayandığı için, estetik yargı yalnız o
toplum içinde bir anlam, bir değer taşır, fakat bambaşka bir
eğitimin ve uygarlığın egemen olduğu bir evrende o yargının
hiçbir anlamı yoktur.
Batı düşüncesinin kendi içine inatla kapanışının örnek
lerini manevi alanların tümüne yaymak, böylece örneklerin sa-
40
yısını sonu gelmeyecek biçimde çoğaltmak olanaklıdır. Bura
da zorunlu sonucu çıkarmakla, yani bu koşullar altında Batı
evreni ile Batılı olmayan evren arasında herhangi bir diyalog
kurmaya olanak olmadığını söylemekle yetinelim. Batı düşün
cesi, yeni bir çaba göstererek, kuramsal etkinlik alan_ını, tüm
insanlığı kavrayacak biçimde genişletmedikçe, bu diyaloğu
kurmaya olanak sağlanamayacaktır.
Gerçekten, Batı düşüncesi insan soyunu bir tüm olarak
ele alırsa, kendi gerçek özünün ne olduğunu anlamakta güç
lük çekmeyecektir; çünkü onun gerçek özü, -içinde uzun bir
evrimle geliştiği, hayran olunacak, ama gene de sınırlı dünya
bölümünde beliren özü değil- insanoğlunun evrensel yaratılı
şı karşısında ortaya çıkacak olan özdür.
Bu yolu tutmakla, Batı düşüncesi, bir yandan Batılı top
lumların öncülük ettiği manevi evrimin tüm insan soyu için
geçerli olan birtakım değerlerin saptanmasına götürdüğünü,
böyle olunca da, bu değerlerin bütün insanlar tarafından be
nimsenebilir olduğunu ortaya koyabilir; bir yandan da bilinen
den -yani bizzat kendisinden- yayılan ışığın yardımı ile bilin
meyeni, Batı'nın dışında kalan bilinmeyen evreni açıklamak,
böylece sorunlarını kavramak ve ona karşı davranışını erişti
ği bu yeni anlayışa göre ayarlamak olanağını bulabilir. .
Batılı olmayan evr.eni sistemli bir biçimde incelemek is
teyen araştırıcının göstermek zorunda kalacağı çifte çaba böy
lece belirmiş oluyor. Araştırıcı her şeyden önce, Batı uygarlı
ğı karşısında (bu sözlerimizden belli bir tutumu benimsediği
miz anlaşılacaktır) bir çok ortak özellikler gösteren Batı dışı
uygarlıkların ruhuna, bugüne kadar nüfuz edildiğinden daha
derin bir biçimde nüfuz etmek zorundadır. Bundan başka, Ba
tı uygarlığının özünü araştırmak ve mutlak değerini, yani bu-
41
gün var olan ve geçmişte var olmuş olan uygarlıklara oranla
taşıdığı değeri ortaya koymak da ona düşmektedir. Çünkü biz
zat olayların somut gerçekliği, bilgini Batı uygarlıkları ile
öbür uygarlıkları -hatta, A. Toynbee'nin yaptığı gibi, Batı uy
garlıklarına bir prima inter pares değeri verilse bile- (6) aynı
düzey üzerinde incelemekten alıkoymakta; onda Batı uygar
lığının kendine özgü ve özünde bulunan bir üstünlük sayesin
de öbür uygarlıklardan ayrıldığına ilişkin bir duygu uyandır
maktadır.
Başka nedenler olmasa bile, bilim ve teknik alanlarında,
Batı uygarlığının öbür uygarlıklara oranla çok ileri bir evrim
noktasında bulunması ve bu gerçeği yadsımanın olanaksız ol
ması bütün toplumların bu üstünlüğü de facto teslim etmele
rine neden olmaktadır. Aynca, Batı uygarlığının kendisine tü
kenmez bir.yaşam gücü bağışlayan bir iç güçle hareket eder
görünmesine karşılık, öbür uygarlıkları, tam tersine, ortadan
kalkmamak için ve gururlarından özveride bulunmak suretiy
le kısmen bilinçli kısmen bilinçsiz -fakat kökeni bilinçli ira
deden çok kendini koruma içgüdüsünde aranılması gereken
bir Batılılaşma çabasına düşmüş oldukları sezisi de bu üstün
lük savını doğrulamaktadır (7).
42
kü buna önce işaret edilen iki çeşit neden -tanıma konusunun
böyle araştırmalara karşı koyan niteliği ve tanıyan öznenin ye
tersizliği- engel olmaktadır. Tersine, bilgin Batılı olmayan ev
renin başlıca aksaklıklarını günlük yaşam düzeyinde, yaşanan
gerçeklerde arayıp bulmak için çaba göstermelidir. işte o za
man, Batılı olmayan uygarlıkların, Batı uygarlığının etkisi al
tında, derin bir bunalım dönemi geçirmekte olduğunu ve bu
bunalımın nedenlerinin gene iki çeşit olduğunu görmekte ge
cikmeyecektir.
Başta bu uygarlıkların doğasına özgü nedenler gelir: bun
ların en önemlisi, bu toplumun kendi zihin yapısını, toplumun
maddi ve manevi görünümünü oluşturan dogmalara uygun bir
biçimde oluşturmasıdır. Böyle olunca bu zihin, her şeyi kendi
son derece sınırlı açısından görür, yargılar ve benimser. Bu ne
denle o toplumda özgür bir zihin evreninin, insan onuru duy
gusunun oluşması beklenemeyeceği gibi, toplumsal ve siyasal
özgürlüklerin de hiçbiri veya hemen hemen hiçbiri var olamaz.
Toplumsal, siyasal, ahlaksal ve ekonomik düzende, önce söz
konusu edilen bilinçli güçlerin bulunmayışı bu durumun bir so
nucudur; bu yokluk sonucunda da, bir yandan, insan tarafın
dan denetim altına alınmayan ve serbestçe boşanmak olanağı
nı bulan doğa güçleri, bir yandan da, keyfi davranışların ve ki
şisel çıkarların dinginsiz oyununa o1duğu kadar, olayların do
ğal akışına da hemen hemen tamamıyla terk edilmiş olan top
lumun kendisi öyle koşullar yaratırlar ki, insan azla yetinme
ye, tevekkül göstermeye ve her türlü savaşım ruhundan yok
sun olduğu için, gerçekte kendisinin bizzat yarattığı o karşı ko
nulmaz yazgıya boyun eğmeye kendiliğinden razı olur. Şu hal
de o aynı uygarlığın iç enerji kaynaklarına başvurmakla bir ev
rim yolunun açılması hiçbir zaman beklenemez.
43
Gerçekten de -herkeçe bilinen bir benzetme ile- (8) tepe
si keçiler tarafından kemirilen ağaçlara, enine büyümeyi sür
düren fakat boylan bir daha hiç uzamayacak olan bodur ağaç
lara benzeyen uygarlıklar Batılı olmayan uygarlıklardır. Bu uy
garlıklar güç doğumlarının belli anında belli bir istikrara ka
vuşmuş ve -birbirlerinden farklı olmalarını sağlayan- belli bir
düzeni oluşturmuş oldukları halde, bütün çabalarını, yeni atı
lımlara değil, status quo'nun korunmasına yöneltmişlerdir.
Aralarındaki ortak karakteri oluşturan da aslında budur. Da
ha aşağı sınıflara mensup soydaşlarını sömürmek fırsatını ve
ren bir düzenden yararlandıkları için, toplumun güçlü sınıfla
rı status quo 'nun başlıca koruyucusudur. Böyle bir çevrede dü
şünce dokunulmaz dogmalar biçiminde kristalleşir. Aşamadı
ğı sınırlar içinde zorla tutulan ruh da, yaratıcılık gücünü kay
betmediği için, toplumun fikirsel fetihlerini işleye işleye sü
se boğar, karmakarışık arabesklerle donatır, fakat yeni fetih
lere atılmaya cüret edemez; böyle bir etkinlik sonucunda ru
hun son derece inceldiği ve o kristalleşmiş düşünceye en ku
sursuz biçimini, en olgun ifadesini vermeyi başardığı görülür.
Birbirini izleyen kuşaklar sanki on bölü üç cinsinden bir
aritınetik probleminin sonucun hep daha doğru, daha yetkin bir
hale getirme çabasındadırlar; daha başlangıçta elde edilen üç
virgül üç'e daha bir çok üçler eklemekten sanki usanmamakta
dırlar; fakat bu insanlar sonucu 1 0/3 biçiminde gösterip prob
lemi kesin olarak çözmek, dolayısıyla yeni problemlere geçmek,
bakışlarını yeni ufuklara çevirmek gücünden yoksundurlar.
Hep daha ileri bir incelik ve yetkinlik düzeyine çıkmak
için gösterilen bu sürekli ve kısır çabanın sonu gelmeyecek
gibi görünür; fakat en sonunda bezginlik ve yorgunluk belir
tileri gösteren ruh, şişip bünyesinde kanserli hücrelerin türe-
44
mesine yol açar; bol sayıda üreyen bu hücreler barındıkları vü
cudu tümüyle kaplar ve onu öldürecek hale gelirler. Ruhun ağır
bir çarpıklığa uğradığını gösteren kesin belirtiler artık ortada
dır. Bu durumda -kadın-erkek eşitliği davasını umursamayıp,
kendisini erkeğe tutsak eden geleneğe dört elle sanlan kadı
nın örneğinde olduğu gibi- insanların kendi köleliklerini can
la başla savunduktan görülür. Ya da sevdiğinin sağlığa kavuş
masını kurşun dökmekle sağlamaya çabalayan bir insanın ser
gilediği görünüme dehşetle tanık olunur ve -gerektiğinde, ke
diyi kusturucu otları yemeye iten içgüdü gibi- içgüdülerin bi
le bu biçimde işleyen bir insan muhakemesinden çok üstün ol
duğu kanısına varılır.
İradesiz, durgun, tembel ve kaygısız bir toplumun sergi
lediği dış görünüş bu hastalığın tablosunu tamamlar. Böyle bir
toplumun iç yaşamı (buna manevi yaşam diyebilmek güçtür)
bir kaç dogmaya mekanik bir biçimde saygı göstermekten ile
ri gitmez; hatta bunlara dogma demek bile doğru olmaz, çün
kü o toplum dogmanın da, özgür düşüncenin de ne olduğu bi
lincine erişmiş değildir; bunlar daha çok geçmiş kuşakların bir
mirasıdır: toplum onları bilmeden benimser ve zihin alışkan
lıkları haline getirir. Bunun sonucu, hiçbir gücün koparıp at
maya yetmeyeceği bir kısır döngüdür; bu kısır döngü, pratik
alanda, olsun, kuramsal alanda olsun, insanı " iğrenç bir hay
van olmasa, domuza domuz demezlerdi" (9) biçiminde mu
hakeme etmeye götürür. Bu çeşit bir muhakemeye dayanan
yargıları ise mantık yolu ile çürütmek olanaksızdır.
Manevi yaşamın var olmayışının pratik yaşamda karşılı
ğı, en aza indirilmiş, en aza indirildiği için de kitleleri sonsuz
bir sefalet içinde yaşamaya, doğa güçlerine ve egemen olan
ların iradesine boyun eğmeye zorlayan bir etkinliktir (10).
45
Sonuç olarak bu ülkelerde insanın yaşamı gerçekten -
oralarda büyük R ile yazılan ve böyle yazılmasında isabet ol
duğu yadsınamayan- Raslantının elindedir. Böylece, doğa, fe
laketler, hastalıklar, yoksulluk ve hatta kendinden daha güçlü
olan soydaşları karşısında çaresiz kalan insan, bu keder veri
ci ve düşman çevrenin baskısı ile alınyazısına razı olarak ru
hunun derinliklerine çekilmeye, kendi içine kapanmaya zor
lanmış olur.
Görünüşe göre, gerçek bir manevi yaşama sahip olma
yan, tarih görüşü ve fikir yaşamı bulunmayan böylesine top
lumlarda gözlem ruhu bile dağılıp gitmektedir ( 1 1 ), çünkü ki
şi, etkisine karşı koymadan katlandığı dış evrene karşı hiçbir
ilgi duymaz olur. Dünyanın zevklerinden vazgeçilip, bunlar,
istense bile, artık elde edilir olmaktan çıktı mı, insanlara yal
nızca bir bitki yaşamı kalır; böyle bir durumda tek manevi ışık,
öbür dünya düşüncesi ve bu düşüncenin verdiği umuttur.
Tek değilse de, başlıca kaygısı meditatio mortis (ahret dü
şüncesi) olan böylesine toplumlarda, ilk bakışta, günlük ya
şam gereksinmelerinin en aza indirilmiş olacağı sanılabilirse
de, tersine, bu çevrelerde doğal yaşam gereksinmelerinin son
derece kaba ve zorba bir biçimde belirdiğine ve küçük birey
sel çıkarların vahşice düşmanlıklara yol açtığına tanık olunur;
bu savaşım bütün şiddeti ile patlak vermiyor, toplum yaşamı
nın yüzeyindeki kaygısız uyuşukluğu bozmuyorsa, nedenini
kişilerin seçtiği silahta, asıl amaçlarını gizlemeyi ve iki yüz
lülükle davranmayı yeğ tutmalarında aramalıdır. Böylece sa
vaşım olabildiğince gürültüsüz ve patırtısız, ama gene de
amansızca yürütülmektedir.
Tanrının ya da insanların açık buyruğu ile, insancıl ve top
lumsal idealler beslenmesine izin verilmeyen yerlerde, insan-
46
lann, daha yüksek çıkarların var olduğundan habersiz olduk
ları için, davranışlarını ve yargılarını yalnızca kendi bireysel
ve günlük çıkarlarına göre ayarladıkları gözlenmektedir. Bu
nun sonucunda böyle bir çevrede kişinin bireysel ve günlük
küçük çıkan yaşam normu düzeyine yükselmekte; güzel ve
iyi olana karşı saygı duygusunun, ahlakça yükselme isteğinin
ve her çeşit yaşam felsefesinin yerini almaktadır.
Gerçekten, Batılı olmayan evrendeki toplum yaşamı, in
sanca ideallerle yönlendirilmediği, insan-ötesi ideallerce de
dikkate alınmadığı için, doğal oluşuna terk edilmiş olarak, is
tikrarını ve dengesini kişilerin küçük çıkarlarının çatışmasın
da bulur; bu çıkarlar genellikle bitkisel ve duygusal yaşamın
en kaba gereksinmelerini doyurmaya yöneliktir.
Toplum içindeki, hatta aile içindeki ilişkilerin tümüne -
yerine göre, bazen üstü kapalı, bazen açık biçimde beliren, fa
kat daima acımasız olan- bir do ut des zihniyeti egemendir.
Bu do ut des hiçbir ahlaksal değere saygı göstermeyen, hatta
Tanrı ile olan ilişkilere bile el atan bir hoyratlıkla uygulanmak
tadır.
Batılı olmayan toplumları doğal bir ölüme itmiş ya da it
mekte olan bu yapısal nedenlerin yanında daha başka neden
ler de vardır. Bunlar, Batılı olmayan evrenin bunalımını daha
da ağırlaştırıp yoğun hale getiren ve Batı uygarlığı ile ilişki
kurulmuş olmasından kaynaklanan dış nedenlerdir.
Batılı olmayan toplumların kendilerini koruma içgüdü
sünü harekete getiren etken Batı 'nın siyasal, ekonomik ve kül
türel alanlarda yaptığı baskı ve gösterdiği yayılma eğilimidir.
Geleceklerini saptayıcı bilinçli bir görüşle değil, daha çok
(önce de dendiği gibi) kendilerini koruma içgüdüsü ile hare
ket eden ve davranışlarına ona göre yön veren bu toplumlar,
47
Batılılaşmak için çabalarken, sınırlı düşüncelerinin karşıları
na diktiği aşılmaz engelleri yıkacak ve yeni bir yaşamın doğ
masına fırsat verecek olan şu, tanınması gerçekten güç ve Ba
tı uygarlığına özgün gücün ne olduğunu araştıracak yerde,
kendilerini ölüme mahk:Um eden tümörü koparıp atacak bis
turiyi elde etmek ve böylece, yüzyıllardan beri içinde yaşa
dıkları hareketsiz ortamda bitkisel yaşamlarını eskisi gibi sür
dürmek amacını güdüyorlar. Onun için bu toplumlarda Batı
uygarlığının ruhuna, onun kültürüne, kurumlarına, hatta, bir
ölçüde, tekniğine bile bilinçli bir yaklaşma çabasının sarf edil
diği göze çarpmıyor.
Bu ülkelerin, bilinçle ortaya konmuş olmayıp, iki karşıt
gücün -Batı'ya uymak zorunluluğu ile her yenilik denemesi
ne karşı koyan passiv direncin- çatışmasından doğal olarak
oluşan ve gitgide ağır basan sorunu; Batı'dan yalnızca mutla
ka alınması gerekeni alabilmek, bunu yaparken de denetimi
elden kaçabilecek bir Batılılaşma hareketine kapılmamak so
runudur. Batılılaşma sorununu bu açıdan gören ve bu yoldan
çözmeye çalışan düşünürlerin en özgünü Gandhi 'dir. Sorunu
enine boyuna incelemiş ve geniş bir ilgi toplamış olmasına rağ
men, Hintli düşünür, gerçeklerin gücünü gereğince ölçemedi
ği için tam anlamı ile olumsuz bir sonuca varmaktan kurtula
mamıştır: Gandhi ekonomi alanında Batılılaşmaya engel ol
mayı tasarlamış, bununla Hindistan'ın geleneksel uygarlığını
kurtaracağını ummuştur. Kendisi öldükten sonra, arkadaşla
rının tuttuğu bambaşka yol, onun düşündüğü çözümün ne den
li ütopik olduğunu yeteri kadar kanıtlamıştır (12).
Olanak bulsalar, Batılı olmayan toplumlar yalnızca silah
lı kuvvetlerini Batılı biçimde yeniden örgütlendirmeyi yeter
li görecek, onunla yetineceklerdir ( 13 ); ama yalnız silahlı kuv-
48
vetlerin modern biçimde donatımı ile yetinilmek istense bile,
gene de tekniğe gerek vardır; teknik ise, verilerini pratik alan
da uyguladığı bilimden ayrılamaz. Modern donatım isteyen ül
ke, kapılarını tekniğe ve bilime de açmak zorundadır. Ancak
teknikle bilimin bir ülkede tutunup yer edebilmesi için daha
bir çok koşulların gerçekleşmesi zorunludur sağlam temelle
re oturtulmuş bir ekonomi, sanayileşme, yeni bir yönetici ör
güt, yeni kurumlar, yeni bir yaşam ritmi başta gelen gereksi
nimlerdir.
Bu da yetmez: Bilim ancak uygun bir biçimde eğitim
görmüş zihinlerde gelişir; bilim zihniyeti ise ödün vermeye
cek bir akılcılık ister, özlü bir hümanist temele dayanır. İşte
bu gerçek, bu konuda bunca eser yazılmış olmasına rağmen
(14 ), Batı 'da bile gerektiği kadar yer etmiş değildir; Batılı ol
mayan evren ise, bilimle hümanist zihniyet arasındaki ilişki
şöyle dursun, teknikle bilimin arasındaki bağlantıyı bile güç
kavrar görünmektedir. Nitekim, pragmatik gerçekler alanın
da yapılan gözlemler, Batılı olmayan düşünürlerde -aslında hiç
de yersiz olmayan- bir kuşkuyu, Batı'dan her ithal edilen şe
yin Batılı olmayan yeni kuşakların zihinsel ve ahlaksal biçim
lenimine dolaylı ve etkisi ileride görülecek bir darbe olduğu
kuşkusunu uyandırmaktadır (1 5).
Bütün bunlar Batılı olmayan evrenin iç bunalımını daha
da ağırlaştırmaktadır. Batı'dan ithal edilen özgürlükçü kuru
luşlar, aslında sallantıda olan eski ahlaksal düzenin son artık
larını yere sermiştir; buna karşılık, bu toplumlar henüz yeni
bir ahlak düzenine gereksinme duyacak zamanı bulamamış
lardır. Bütün alanlara büyük bir karmaşa egemendir. Bilinçli
düşüncenin bir ürünü değil, yalnızca bir ithal malı olan siyasal
özgürlük bu ülkelerde dizgin tanımayan bir demagojiye yol aç-
49
maktadır; ya da yalnızca adı var, kendi yok bir kavramdır. Son
derece ilkel, kapalı bir ekonomiden ulusal, hatta uluslararası
çapta bir ekonomiye birdenbire geçilmesi, ekonomik yaşam
da büyük bir dengesizlik yaratmıştır. Toplum yaşamı, yeni ve
modem olanla eski ve geleneksel olan arasında süregiden ça
tışmanın etkisi ile alt üst olmuş durumdadır. Tarihsel kökle
rinden koparılarak, başka iklimlere götürülüp dikilen Batılı ku
ruluşlar sayesinde kurulan özgürlük düzeni, sosyalist rejimin
yerleşmesinden önceki Çin'de olduğu gibi, birçok ülkelerde
korkunç bir ahlak bunalımına yol açmıştır.
Batı 'nın siyasal, toplumsal ve ekonomik kavramları, do
ğup geliştikleri tarihsel çevre içinde değerlendirilmedikleri,
dolayısıyla -ideal değerlerini soyutlama olanağını verecek
olan- felsefe yönünden incelenmedikleri için, çok kaba bir bi
çimde anlaşılmakta ve uygulanmakta, bu yüzden de büyük
sapıtmalara neden olmaktadır. Bunun en güzel örneği ulusçu
luk kavramının Japonya'da, İkinci Dünya Savaşı'ndan önce,
taşkın ve amansız bir militarizm biçiminde ortaya çıkmış ol
masıdır ( 1 6).
Fakat gelenekçilikle yenicilik arasındaki karşıtlığın özel
likle eğitim ve kültür alanlarında belirgin ve giderilmez oldu
ğu gözlenmektedir; çünkü yaşamın somut gerçekliği ve olay
ların doğal akışı, toplumun manevi yaşamından çok maddi ya
şamını daha çabuk ve daha derinlere inecek biçimde etkiler;
gelenekçi güçler ise kültür alanında daha canlı ve daha inatçı
bir direnme olanağına sahiptirler.
Gerçekten, düşmanın askeri ve siyasal baskısından korun
mak için, onun silahlarına karşı aynı ölçüde etkili silahlarla
çıkmak gerektiği meydanda ise de, Sokratik kavramlarla in
san hakları bildirgesini esinleyen anlayış arasındaki ilişkiyi,
50
ya da Sophokles' in tragedyalarının incelenmesi ile -çağdaş bi
limin son zaferi olan- atomun parçalanması arasındaki ilişki
yi kavramanın çok daha güç olduğu kesindir; çünkü Batılı ol
mayan evren hiç bilmemekte, Batı evreni ise, bildiği halde, pra
tikte tümüyle unutur görünmektedir ki, insanlık tarihinde ma
nevi özgürlük düzenini ilk kuranlar klasik çağın büyük kişi
leridir; işte bütün ilerlemelerin başlıca kaynağını oluşturan
dignitas hominis -insan onuru- kavramı ile, bu ulu kavramla,
insan aklına duyulan sarsılmaz güven de bu manevi özgürlük
ten ileri gelmektedirler.
Batılılaşma zorunluluğu ile geleneklere -her çeşit eleşti
ri yeteneğinden yoksun olmanın uyandırdığı- körü körüne
bağlılık duygusu arasındaki karşıtlık, eğitim ve kültü,r alanın
da daha şiddetle ortaya ç"ıkıyorsa, bunun başka bir nedeni bu
iki karşıt gücün burada birbirini bilmezlikten gelememesidir,
birbirinin yanında yer alamamasıdır; çünkü okul, radyo-tele
vizyon, tiyatro ve buna benzer toplumsal kurumların program
larının saptanmasında, toplumun eğitim ve kültür sorunları,
hatta bizzat manevi evreni, sürekli olarak, somutluk kazan
maktadır. Bu nedenle eski ile yeni evren arasındaki gizli sa
vaşım, kuramsal incelemelere hiç yeteneği olmayan en kaba
kişilerin bile gözünden kaçmamaktadır.
Böyle olmakla beraber, Batılı olmayan evren bir formül
le ("eski gelenekçi zihniyet ve yeni Batı tekniği" formülü ile)
bu iki karşıt güç arasında bir mondus vivendi, ödünlü bir uyuş
ma çaresi bulmuştur. Bu mondus vivendi, her iki tarafın ken
di savları lehinde yeni tutamaklar arayıp bulmasını gereksiz
kılmakla, bugünkü bunalımın sürüp gitmesine neden olmak
tadır ( 1 7). Uygarlıkla kültürü iki ayn şey gibi gören Alman
kökenli bir kurama dayanan bu formülün hiçbir anlamı olma-
51
<lığı kesindi. Ne var ki bu, o formülün yaygın bir onay görme
sini önleyememekte ve çürütülmesini çetin bir sorun haline ge
tirmektedir. Oysa, insan düşüncesinin ve toplum etkinliğinin
ürünleri arasında tekniğin ayrı ve bağlantısız bir ürün olma
dığı, tam tersine insan sorunlarına ve art arda ortaya çıkıp top
lumdan çözüm bekleyen zorunluluklara sımsıkı bir biçimde
bağlı olduğu kanıtlanmak suretiyle, bu formülün temelsizliği
kolayca ortaya konabilir. Bu durumda böylesine anlamsız bir
ikiliğin uzun süremeyeceği ve şu iki seçenekten birinin ger
çekleşmesinin zorunlu olacağı anlaşılmalıydı: Ya toplumun
gelenekçi tutumunun ağır basacağı ve tekniği ve teknikle bir
likte kabul edilmek zorunda kalınan kuruluşları kendisine
benzetc+eği, kendine uyduracağı; ya da -çok daha zayıf bir
olasılıkla- tekniğin zamanla toplumun ruhunu uyuşukluktan
kurtaracağı ve biraz olsun daha bilinçli bir Batılılaşma döne
mine geçilmesini sağlayacağı sonucuna varılması gerekirdi.
Fakat bir formülü, hakikati ifade ediyor diye değil de, ken
di işine geliyor diye benimseyen bir zihniyetin böyle bir mu
hakemeyi benimsemesi beklenemez. Bu formül Batılı olma
yan toplumların işine geliyor, çünkü hazır bir formüldür ve Ba
tı kökenlidir -yani sağlamlığı kuşku götürmez ve çürütülmesi
güç bir formüldür-; aynı zamanda bu formül, yaratıldığı sanı
lan, gerçekte ise yalnızca kabul edilip katlanılan bir durumu
fikir düzeyinde kusursuz bir biçimde doğrular görünmektedir.
Bundan çıkarılacak sonuç şudur: Eleştiri yeteneğinden
yoksun ve belli dokunulmaz dogmaların esiri olan zihniyetle
rini atmak olanağını bulmadıkça, Batılı olmayan toplumların
bugün içinde bulundukları bunalımdan kurtulmaları olası de
ğildir. Şu halde bugünkü bunalımın sona ermesi daha l::ı aşka,
çok karmaşık nitelikte bir sorunun, Batılı olmayan toplumla-
52
rın bugüne kadar hiç dikkate almadıkları bir temel sorunun çö
zümlenmesine bağlıdır.
İ nsan, yaratılışı itibarıyla soyut düşünceden çok somut
gerçeğin etkisine açık olduğundan, Batılı olmayan toplumla
rın yalın, yalın olduğu kadar temel bir sorunun ve bu soruna
bağlı bütün öbür sorunların çözümlenmesine zorunlu bir ön
koşul oluşturan bir hakikati kavramaları belli bir süre isteye
cektir. Hakikat şudur: İnsanın oluşturduğu ve örgütlediği top
lumsal evren, onun iç evreninin dış görüntüsünden başka bir
şey değildir; bu nedenle çağdaş uygarlığın, insanı kötü raslan
tıların darbelerinden, hastalıklarından, doğanın kaba güçle
rinden, ilişki kurmak zorunda olduğu soydaşlarının keyfi dav
ranışlarından korumakta gösterdiği büyük başarının nimetle
rine bir gün kavuşmak istiyorlarsa, Batılı olmayan insanlar, bu
uygarlığı yaratan insanlardaki zihinsel ve ahlaksal biçimleni
mi olduğu gibi benimsemek zorundadırlar.
Türk toplumunun bugün karşılaştığı kültürel sorun ayrın
tılı bir biçimde incelenirse, ileri sürülen savın doğruluğu or
taya çıkacaktır. Gerçekten Türk toplumu, Batılı olmayan top
lumlar arasında, Atatürk' e borçlu olduğu, dikkate değer bir ev
rim düzeyine erişmiştir; çünkü Atatürk devrimi ona düşünce
lerin özgürce ifade edilmesi için gerekli olan temel özgürlük
leri sağlamış ve böylece, yalnızca yeti halinde bile olsa, bu ül
kede zihin özgürlüğünü kurmayı başarmıştır.
53
111. TÜRKİYE'NİN KÜLTÜR SORUNU
54
Bu sorunun çözümü yolunda bugün varılan sonuçlar ne
olursa olsun, Romalılarla Osmanlılar arasında bir benzerliğin
var olduğu meydandadır: Romalılar, Yunanistan'ın fethine gi
riştikleri zaman, gerek Etrüsk uygarlığının aracılığı ile, gerek
İtalya'daki Yunan yerleşmeleri ile aralarında kurulan ilişkiler
yolu ile, Yunan kültürünün ana öğelerini esasen benimsemiş
bulunuyorlardı. Aynı biçimde, Osmanlılar da İstanbul'u fet
hederken Bizans' ın zihin yapısına çok benzeyen, demir çem
ber içine alınmış dar bir zihin yapısının içine girmeye önce
den hazırlıklı idiler. Çünkü onlar çok önceden çeşitli vesile
lerle Bizanslılarla ve daha geniş ve derin bir biçimde, -binler
ce yıldan beri yakın ve Ortadoğu'yu egemenliği altında tutan
ve ilk olarak Herodotos tarafından kesinlikle teşhis edilip Yu
nan ruhunun karşısına çıkarılan (3) Doğu ruhu ile karşılaşmış
ve bunlardan etkilenmişlerdi.
Bizans' ın zaptından sonra, Osmanlılar Bizans kuruluşla
rını bir ölçüde benimsemiş olsalar da, kendi kuruluşlarını Bi
zans 'ta buldukları benzerve daha gelişmiş kuruluşlar ömeğin
ce yeniden örgütlemiş olsalar da olmasalar da, şu bir olgudur
ki, Yunanistan' ın Roma üzerine yaptığı etkiden farklı olarak,
Bizans' ın kendini fethedenler üzerindeki etkisi olumsuz ve yı
kıcı olmuştur. Yunan ve Roma uygarlıklarının mirasçısı olma
sına rağmen, Bizans Osmanlılara eski pagan kültürünün hiç bir
temel öğesini verememiş, hatta Anadolu 'nun güneyindeki Hel
lenizm çağı devletlerinin Araplara aktardıkları kültür öğeleri
nin en küçük bir parçasını bile aktaramamıştır. Sonuç olarak,
Bizans' ın doğulu ruhu, doğmakta olan Osmanlı kültürünü De
netim altına almış ve İ slam uygarlığının klasik çağında Arap
ları Renaissance'ın eşiğine kadar götürmüş olan fikir ve kül
tür hareketlerinin Osmanlıların becerisi ile yeniden canlanma-
55
sı ve ileri atılımlar yapması olanağını ortadan kaldırmıştır. Şu
rası kesindir ki Selçuklu ruhu, Osmanlı ruhuna oranla, çok da
ha az Bizanslı, çok daha az Sasanidir; Selçuklular, bugün ge
nellikle anlaşılan anlamı ile, Osmanlılardan çok daha az Do
ğuludurlar. Osmanlı sanatı ile karşılaştırıldığı zaman, Selçuk
sanatı bunu en kesin bir biçimde kanıtlamaktadır.
Osmanlı uygarlığının, hemen Bizans'ın fethi ile değilse
de, fethinden pek az zaman sonra duraklamasının ve uzun
yüzyıllar sürecek olan bir gerileme dönemine girmesinin baş
lıca nedeni budur. İslam skolastiği ile yeni bir güç ve dinamik
lik kazanan birkaç bin yıllık Doğu ruhu, Osmanlı toplumunun
henüz pek genç ve yaşam dolu vücudunu yıpratan bir zehir et
kisi yapmıştır.
Hükümdarın aslında cömert ve babaerkil yaşayışın gere
ği olarak, demokrat ve özgürlükçü ruhu, İslam evreninin dün
yasal ve ruhsal önderi olmanın verdiği güçle, kullan üzerinde
ölüm-dirim hakkına sahip, mutlak bir efendinin zorba gururu
na dönüşmüştür. Din bilginleri hükümeti desteklemiş, hükü
met de din bilginlerine dayanmıştır. Din bilimi tanınan tek bi
lim olduğu için, ulema toplumun biricik bilgin sınıfını oluştur
maktaydı. Bu sınıf toplum yaşamını Kuran adına, daha doğru
su Kuran' ı kendi yorumlayışına göre, yüzyıllarca denetim al
tında tutmuştur. Ulemanın yorumu felsefe anlayışına aykırı, Or
todoks, kelimelerin anlamına bağlı, yalnızca seziden esinlenen
bir din anlayışına uygun düşen; dogma haline gelmiş birtakım
inançların dışına çıkamayan, belki filolojiden ve tarihsel bil
gilerden yararlanan, ancak asla filolojik ve tarihsel bir yorum
olma amacını gütmeyen bir yorumdu. Böyle bir yorumla top
lumu yönetmişler, daha doğrusu mutlak bir hareketsizliğe mah
kUm etmişlerdir. Çiftçilikle hayvancılık hariç, her türlü dünya-
56
sal etkinlik yasaklanmış, toplumun heyecan ve hayal kaynak
ları kurutulmak pahasına betimleme sanatlarına izin verilme
mişti ve tıpkı Avrupa Ortaçağı'nda olduğu gibi, mimarlıktan
da sadece ad gloriam dı:ı y<ı rarlanma yolu tutulmuştu.
Çıkarını kurulu düzenin korunmasında gören her iktidar
gibi, bu egemen sınıfta her çeşit yeniliğin baş düşmanı kesil
miş ve birçok olumsuz davranışları arasında, matbaanın Müs
lümanlarca kullanılmasına 1 729 yılına kadar engel olmuş ve
böylece kültür �lanında 289 yıllık bir gecikmeye neden olmuş
tur.
Genellikle tarihçiler bu yılı, imparatorluk kurumlarının
yenilenmesi uğrunda girişilen hareketin başlangıcı olarak ka
bul ederler: l 729'u izleyen yıllarda birçok girişimlerde bulu
nulmuşsa da, hepsi kanlı bir biçimde bastırılmıştır. Bununla
beraber, Osmanlı kuruluşlarını yenileme isteği, devletin var
lığı söz konusu olduğu her dönemde eylemci bir güç olması
nı bilmiştir. Başlangıçta, uyruklarının dile getiremedikleri is
tekleri karşılamayı arzulayan aydın bir hükümdarın ödünün
den çok, koşulların kabul ettirdiği birtakım yenilikler söz ko
nusu olmuştur. Gerçekten Osmanlı toplumu Batı 'nın, ne an
lamını ne de amaçlarını kavramasına olanak bulunmayan ma
nevi ve maddi evrimine karşı hiçbir hayranlık ya da yakınlık
duymuyordu. O yalnızca maddi yaşamını tehdit eden tehlike
lere tepki gösteriyordu: yenilenme ve ilerleme zorunluluğu
üzerinde açık ve bilinçli bir görüş oluşmuş değildi; toplum
kendini koruma işgüdüsü ile, bir de, her zaman yenmeye ve
iradesini kabul ettirmeye alışık olmanın verdiği gururun dür
tüsü ile hareket ediyordu.
Nitekim Sadrazam İbrahim Paşa'nın ve onu bu tehlikeli
işte destekleyen padişahın ( l 730'da İbrahim Paşa'nın öldürül-
57
mes�, padişahı� da tahttan indirilmesi ile sonuçlanan) girişim
lerine başlıca· neden, Rusya'nın Deli Petro zamanında izledi
ği tehditçi siyasettir. III. Mustafa'nın ( 1 757- 1 773) aynı yolda
yaptığı girişimlerin daha az ilintilik ve daha bilinçli olduğu
na inanılamaz. III. Mustafa Batı 'nın üstünlüğünü kabul etmek
le beraber, bu yadsınamaz üstünlüğün nereden geldiğini ve ne
olduğunu anlamaktan çok uzaktı: O kadar uzaktı ki Resmi Ah
met Efendi'yi, hayranı olduğu II. Frederich'ten iki müneccim
başı istemekle görevlendirmiştir: Frederich'in giriştiği savaş
lardaki başarılarını müneccimlerinin yeteneklerine bağlıyor,
tasarladığı savaşları ilan etmek veya etmemek konusunda ve
elde edeceği sonuçlar üzerinde onlara danışmak istiyordu. On
an iki yıl sonra, Kınm'ın elden gitmesini izleyen dönemde Ha
lil Paşa'nın giriştiği yenilik hareketlerinin de daha bilinçli ne
denlere dayandığı savunulamaz.
III. Selim'in büyük cüretle giriştiği daha köklü yenilik ha
reketi, varlığı açıkça tehdit edilen imparatorluğu korumak
amacını güdüyordu. Kolayca tahmin edileceği gibi, bu hare
ketten en başta subay sınıfı yararlanmıştır; çünkü -ne dona
tım, ne talim ve eğitim, ne de örgütlenme bakımından Batılı
ordularla başa çıkamayacak duruma düşmüş olan- Osmanlı
ordusunu modernleştirmek için duyulan zorlayıcı gereksinim,
padişahı subayların Fransızca öğrenmelerine izin vermeye it
miştir. Öbür okullarda yasak edilmiş olan resim dersinin as
keri okula sokulması aynı zorunluluktan ileri gelmiştir. Öte
yandan, Avrupa devletlerinin başkentlerinde ilk kez kurulan
elçilikler, sınırsız bir gururun ve her bilimin Kuran'da bulun�
duğuna ilişkin inancın o güne kadar bilmezlikten geldiği Ba
tı evrenine açılma yolunda atılmış ilk önemli adımı oluştur
muştur.(4)
58
O dönemde Osmanlı toplumunun ruh ve kültür durumu
üzerine fikir edinmek için, III. Selim' in öldürüldüğünü ve so
runların özüne inip onlara bir çözüm bulma gücünden yoksun
olmakla beraber, gene de dinsel inançlara belirli bir ölçüde ay
kırı düşen yeniliklerinin ortadan kaldırıldığını anımsamak ye
terlidir. Fakat gerçeklerin ağırlığı o kadar büyük, kendini ko
ruma içgüdüsü her duygudan o kadar daha güçlüdür ki, çıkar
cı kör tutuculuğa rağmen, il. Mahmut ( 1 808- 1 839) bir kez da
ha devleti modernleştirmek işine girişmekten kendini alama
mış ve ilk olarak, her yenilik hareketinin karşısına dikilen baş
lıca engeli yok etmek amacı ile, Yeniçerilerin kılıçtan geçiril
mesini emretmiştir; sonra, öğretimin Fransız dili ile yapıldı
ğı bir tıp okulu ve Fransızların Saint-Cyr okulunu örnek tutan
bir askeri okul kurmuştur.
Böylece, 1 856 yılında, oğlu Abdülmecid ( 1 839- 1 86 1 ) ta
rafından ilan edilen Tanzimat dönemine varılır. Avrupa'nın et
kisi artık her alanda duyulur hale gelmiştir. İmparatorluğun Av
rupa vilayetlerine yayılmakta gecikmeyen ulusculuk akımının
ve Batı ülkelerinde anayasalı bir düzen kurmak için girişilen
savaşımın yankıları Osmanlı başkentinde büyük olmuştur; İs
tanbul 'da da parlamentolu bir düzen kurma yanlısı güçlü bir
akım belirmiştir. Ancak, padişahın rızası ile ilan edilen anaya
sal düzen, özgürlük için çok kaypak bir güvence idi; Birinci
Meşrutiyet'in ilan edilmesi ile kaldırıl�ası bir olmuştur. İkin
ci Meşrutiyet saray tarafından değil, saray dışında oluşan ve
gittikçe güçlenen -asker ve sivil- aydınlarca ilan edilmiştir.
Birkaç yıl sonra Birinci Dünya Savaşı'nın patlak verme
si ve Alman İmparatorluğu ile Avusturya - Macaristan İmpa
ratorluğu'nun yenilgisi ile sonuçlanması, yaşlanmış Osmanlı
De.vleti 'nin esasen sallantıda olan askeri, siyasal ve ekonomik .
59
düzeninin ve çökmeye yüz tutmuş kuruluşlarının yok olması
nı daha da çabuklaştırmıştır. İlk anda,-önce padişahların, da
ha sonra Avrupa eğilimli küçük bir aydın zümresinin giriştiği
yenilik hareketinin Osmanlı Devleti'nin yıkıntıları arasında
göçüp gideceği sanılmıştır.
Batılı devletler Osmanlı ordularının fethettikleri toprak
ları aralarında paylaşmakla yetinmeyip, Anadolu'ya da el atın
ca, tek tek direnme odakları oluşmuştur. Ünlü bir general,
Mustafa Kemal, 1 9 Mayıs 1 9 1 9 'da Samsun'a ayak basarak
Türk ulusunun temsilcilerini kongreye çağırmış ve direnişi ör
gütlemiştir. Bu andan itibaren, ilk dönemi Kurtuluş Savaşı 'nın
gümbürtüsü içinde geçen Türk ihtilalinin tarihini izleyebilmek,
ruhunu kavramak, bu ihtilalle geçmiş dönemlerde girişilen
yenilik hareketleri arasındaki öz farkını anlayabilmek için,
büyük olayın protagonistini, baş kahramanının kişiliğini her
yönü ile tanımak gerekir (5).
Atatürk daha işin başında son amacm ne olduğunu kesin
likle saptamıştı (6); bu yüzden Türk ihtilali, güçlü bir zihnin
tasarlayıp gerçekleştirdiği bir başarılar dizisidir. İhtilal man
tıklı ve uyumlu bir gelişim gösterir (7).
Atatürk, seyrek görülen bir siyasal öngörü ile, aleyhte
olan koşullardan yararlanmasını bilmiştir; hatta denebilir ki
Türk ulusuna indirilen her darbe onun amaca doğru yeni bir
adım atmasına vesile olmuştur. Batılıların savlarına sahip çı
karak, onlara kendi silahları ile karşı koymuş, Wilson'un il
kelerini en elverişsiz koşullarda eşi olmayan bir ustalıkla kul
lanarak ulusal bilincin uyanmasını sağlamıştır; bu uyanış yal
nız İstanbul'da küçük bir aydın zümreye özgü kalmamış, ül
ke çapında olmuştur (8). lzmir'in işgali ona, Harbiye Nazın 'na
gönderdiği bir telgrafta, halkın heyecanının ve bu heyecanın
60
n�den olduğu gösterilerin kontrol edilmesi çok zor bir güç kay
nağı olduğunu ima etmek için vesile olmuştur (9). Ulusal ira
deye dayanan bir hükümetin kurulması yolunda ilk adım böy
lece atılmış oluyordu. Nitekim, aynı yılın ağustos ayı başın
da, Erzurum Kongresi'nin çalışmalarını bitirmesi üzerine ya
yınlanan bildirgede "kuvayı milliyeyi amil ve iradei milliye
yi hakim kılmanın esas olduğu" ilan ediliyordu ( 1 O). Çok geç
meden, Damat Ferit Paşa hükümetinin işlediği hatalar, ona bu
halk heyecanını, İstanbul'daki kabineyi yıkacak güçte bir ka
muoyuna dönüştürme fırsatını vermiştir ( 1 1 ) . Bununla da ye
tinmeyerek, İtilaf Devletlerine etkili birer önlem gibi görünen
İstanbul 'un işgali ve Osmanlı parlamentosunun dağıtılması
olaylarını yeni bir fırsat bilmiş ve bundan, padişahın artık ha
reket özgürlüğünü yitirdiğinin kanıtlandığı savı ile, Meclis'i
Ankara'da toplamak ve "Büyük Millet Meclisi Hükümeti"ni
kurmak için yararlanmıştır ( 1 2).
Büyük ihtilal böyle başlamıştır. Bu ihtilal, büyük bir as
kerin ve çok büyük bir devlet adamının, fakat hepsinden çok
Türkiye'de -hatta bütün Batılı olmayan evrende- Batı'nın ku
rumlarını ve kültürünü en iyi anlamış olan ve onlan herkes
ten iyi değerlendirmesini bilen geniş kültürlü bir fikir adamı
nın eseridir.
Yenilikçi padişahların tersine, Atatürk hanedan çıkarla
rına bağlı değildi, gücünü Tanrısal iradeden almıyordu; bu ne
denle de, yenilikçi padişahlar gibi, Osmanlı toplumunun ma
nevi zincirlerden kurtarılmasına en büyük engeli bizzat ken
disi oluşturmuyordu. Atatürk, Batılı olmayan bir toplumun ta
rihinde ilk defa olarak halka başvurmuştur; bağımsızlığın el
de edilmesinde ve demokratik bir devletin yaratılmasında
halkla birlikte çalışmıştır.
61
Yaşamı ve eseri üzerine çok yazılmıştır, ama hiçbir tarih
çi söylevlerinde beliren kişiliğine uygun bir manevi portresi
ni çizmemiştir. Oysa, söylevlerini okurken Atatürk'ün göz ö
nünde beliren manevi kişiliğinin bir yana bırakılmaması ge
rekir; çünkü 1 9 1 9 'dan ölüm tarihi olan 1 93 8 yılına kadar ge
çen olayların en derin nedenlerini akla uygun ve doyurucu bi
çimde açıklayabilmek için onun kişiliğinin tuttuğu ışığa ge
reksinim büyüktür.
Söylevlerinde, kahraman ve şövalye ruhlu bir insan ola
rak belirir; ulusu için savaşım veren bir şövalyedir; bazen,
utangaçlığa çok benzeyen alçak gönüllülüğü kendisinden söz
etmesine engel olur ( 1 3); dünyayı gerçekçi gözle görür ( 1 4),
fakat gerçeği, gerçeklerin en yalınını, kendi ideal amaçlarına
yöneltmesini bilir; olaylara egemen olmak ister ve olur ( 1 5).
Türk ulusundan söz ettiği iaman, sözlerinde insanlık duygu
larının titreştiği hissedilir: Türklerin çok daha mutlu bir gele
ceğe layık oldukları fikrinin onu baskı altında tuttuğu, bu fi
kirle yanıp tutuştuğu bellidir. Fakat o bütün insanlara ( 1 6), bü
tün uluslara saygı duyar ( 1 7); insanların acılarına saygılıdır
(1 8). Bizzat kendisi çektiği acılarla yücelmiştir ( 1 9). Karak
teri Yunan tragedyalarındaki kahramanların karakterine ben
zer: Tıpkı Sophokles'in kahramanları gibi, şiddetle arzular ve
duygulan bilinçli birer fikre dönüşünce, yalnız bu fikirlerin
mantıksal gücü ile savaşıma atılır. Gözler, yargılar, değerlen
dirir: Hak ve hukukun, sağduyunun, mantığın, onur duygusu
nun bir şeyin yapılmasını gerektirdiğine inandı mı, hukukun,
mantığın, adalet duygusunun, onur duygusunun yengisi için
çalışır.
Sık sık doğal hukuktan (20), meşruluk ilkesinden (2 1 ),
insanlık halinin sınırlılığından söz eder (22). Hakkın gücüne
62
inanır; inancı sarsılmaz bir inançtır; insan bazen Demosthe
nes' i okuduğu sanına kapılır (23). Bazen Perikles'e benzer
(24). Üslubu ölçülüdür, fakat canlandırdığı bazı hayallerin
görkemi Aiskhylos'u anımsatır (25). Çok güçlü bir konuşma
cıdır. Kendini sözlerinin hızına kaptırdığı hiç görülmez; duy
guları üzerinde kurduğu egemenlik tamdır; tumturaklı sözler
den kaçınır. İnfial edip coştuğuna çok az raslanır; o durum
larda bile kendi üzerindeki egemenliği elden kaçırmaz (26).
Meclis'te söylediği bir söylevin bir bölümü vardır (27): o sa
tırları okurken, sözlerindeki şiddet; infialinin taştığı anlarda
bile berraklığını koruyan muhakemesi; sorunları en gizli nok
talarına varıncaya kadar deşen keskin irdeleme gücü ve özel
likle karşısındakine hiçbir kaçamak bırakmayan o art arda ka
nıt sıralama yeteneği karşısında insan büyülenmiş gibi olur.
Büyük Nutuk'un sonunda, olağanüstü bir yasa ile ülkenin
mutlak efendisi olmaya yeltendiği yolunda ileri sürülen suç
lamalara karşı kendini savunurken; onu konuşturan duygunun,
kökü derinlerde olan bir onur duygusu olduğu hissedilir (28).
Bazen ülkesinin geleceği söz konusu olduğu zaman, heyecan
lı hayallerinde bir an için, bir cümle süresince, lirik bir eda par
layıp söner (29).
Fakat bunlardan çok, insanı, düşüncesinin derinliği ve
berraklığı etkiler (30). insan hayret içinde kalır; nasıl bir eği
timden geçtiğini merak eder olur. Ama bugüne kadar bu ko
nuda doyurucu bir inceleme yapılmış değildir. Ancak şu ka
darı kesindir ki toplumda çağın en parlak kişilerinin harp oku
lu ile tıp okulunda yetişmiş olmaları bir raslantı değildir; çün
kü Osmanlı toplumunda yalnız bu iki kurum, öbür eğitim ku
rumları arasında, Batı'yı örnek tutmuş bulunuyordu (3 1). Bu
nedenle bu iki okul dinin dogmatik zihniyetinin bir ölçüde de
63
olsa dışında kalabilmiştir; öte yandan askerlik sanatı olsun, tıp
sanatı olsun, her ikisi gerçeklere dayanan sağlam bir muhake
me gücüne gereksinim gösteriyordu. Ayrıca, bu okullarda
Fransızca okutuluyordu; bu da en yetenekli ve meraklı öğren
cilere Fransız düşüncesi ve Fransız kültürü ile ilişki kurma ola
nağını veriyordu. Bu öğrencilerden biri Atatürk'tür. Onun bir
özelliği de, bir bakışta geniş ufukları kavrayabilmesidir; ele
aldığı her konuyu enine boyuna tanımak ister, çünkü bütün ta
nınmadıkça onun herhangi bir bölümü üzerinde sağlıklı bir
yargıya varılamayacağına inanır. Arzusu, tüm toplumun, iyi
bir askerin savaş sanatına nüfuz etmekiçin gereksindiği olum
lu ve akılcı ruhla yönetildiğini görmektir (32).
Her şeyin kaynağına inmek aklının vaz geçmediği bir ge
reksinimdir (33); öyle anlaşılıyor ki bu özelliği onu Batılı ol
mayan evrende hiçbir kişinin erişemediği bir fikir özgürlüğü
ne kavuşturmuştur. Onun fikir özgürlüğü mutlak ve egemen
dir: bu yüzden Doğu ile Batı'nın arasını bulmak gibi boş ça
balarla vaktini harcamamış, ihtilal yolunda cüret ve bilinçle
yürümek olanağını bulmuştur (34). Gözlemlerinin, yargıları
nın ve uygulayıcı eylemlerinin temeli Batı düşüncesidir; fi
kirleri ve davranışları bu düşüncenin çevresi içinde anlam ve
değer kazanır. Olayları yorumlarken, tasarlanan planları doğ
rular ve kabul ettirirken, ölçü olarak Batı'nın değerlerinin alır
(35). Batılı olmayan evrende gelmiş geçmiş aydın kişiler ara
sında en aydın ruhlu olanı odur.
Meşrutiyetçi fikirlerin etki alanına giren çevresi, askeri
okuldaki öğrenimi, Fransız ihtilali üzerine edindiği bilgiler, ta
nığı olduğu büyük sarsıcı olaylar ve özellikle muharebe mey
danlarında yakından tanımak fırsatını bulduğu ulusunun düş
tüğü durumdan duyduğu elemle kendisini bağımsızlığını yi-
64
tirmiş bir toplum çocuğu olarak görmekten duyduğu eziklik
(36), yaralanan onuru, ona, Batılı olmayan toplumların ruhu
nu doğuştan tutsak eden zincirleri koparıp atma gücünü ver
miştir (3 7). Dehası ona en büyük hakikatlere ermenin yolunu
göstermiştir: sezi halinde bir tarih bilinci düşüncelerini aydın
latır (38). Tarihe karışan yüzyıllara başvurduğu zaman, aradı
ğı bir örnek, mutlak bir hakikat değildir. Amacı, bir geleneği,
bir göreneği tarihsel gelişimi içinde inceleyip hakkında yar
gıya varmak ve şu ya da bu geleneğin, şu ya da bu göreneğin
belli bir çağın toplumsal koşullan ile ilintili olduğunu, hepsi
nin insanların eseri olduğunu, bu nedenle yeni gereksinimler
le uyumlu hale getirilebileceklerini, daha doğrusu getirilme
leri gerektiğini kanıtlamaktır (39). Gerektiğinde bir kelime
nin etimolojisini ele alır (40); toplumsal ve siyasal kurumla
rın tarihini açıklamak için yüzyılların gerisinde klasik çağa eri
şir (4 1 ) Yaşamı sever ve Türk ulusunun da yaşamı sevmesini
.
65
sinde, çok üstünde ayn bir yer sağlamaktadır: söylevlerinin in
celenmesinden edinilen kanı budur.
Eseri insanın karşısında anıtsal bir gerçek olarak durdu
ğu için, Atatürk'ün fikir yönü gözden kaçmaktadır. Fikirleri
ni gerçekleştirmeyi başarmış olması adeta bir kusur gibi yü
züne vurulmak istenmektedir: oysa fikirler, gerçekleşmekle,
ideal düzeydeki anlamlarını ve değerlerini yitirmezler.
Dendiği gibi, onu eyleme iten, düşüncesidir. Düşüncesi
o kadar güçlü ve özgün bir düşüncedir ki, nedeni ve parçası
olduğu eylemleri, yepyeni bir ışık altında görür, onlara yeni
boyutlar kazandım. Gerçekten de yetenek sahibi herhangi bir
Türk generali direnme hareketinin başına geçip günün birin
de Sakarya kıyılarında yurdu istila eden düşmanla müharebe
ye tutuşabilir ve onu yenebilirdi. Ancak, "kahraman Türk ne
ferinin Anadolu muharebelerinin manasını anlaması, yeni bir
metkUre ile muharebe etmesi" yalnız Atatürk tarafından sağ
lanabilirdi. Muharebeyi izleyen günlerde, uyanan bu yeni bi
linci, ülkeyi coşturan bu yeni ideali gözleyen bizzat kendisi
dir (43 ). Atatürk yalnız geleneksel düşüncenin sınırlarını par
çalayıp kolayca aşan bir devrimci değildir; o aynı zamanda
olaylara olduğu kadar kendi düşünce dünyasına bilincinin ışı
ğını tutan bir düşünürdür. Devrimi sürdürerek, ilkeleri uyarın
ca saltanatı ve daha sonra hilafeti ortadan kaldırıp cumhuri
yeti ilan ettiği, birtakım cüretli atılımlarla ülkenin genel gö
rünümünü değiştirdiği yıllar boyunca, Sakarya Muharebesi ye
ni bir anlam ve önem kazandı (44). Sakarya Muharebesi Do
ğu'nun Batı uygarlığını Batı'ya karşı savunduğu muharebe
olarak tarihe geçmeye hak kazandı.
Öte yandan eylemini, Kurtuluş Savaşı ve cumhuriyet dö
nemleri olmak üzere, iki döneme ayırmak adet olmuştur. Kur-
66
tuluş Savaşı 'nda asker olarak parlak zekasını ortaya koyduğu,
cumhuriyetin ilanından sonra ise devlet adamı ve reformcu
olarak sivrildiği ileri sürülür. Bu sav, eserini çok yanlış ya da
maksatlı açıdan görenlerin savıdır. Çünkü yazılı ve sözlü be
yanları hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir kesinlikle tam ter
sini kanıtlamaktadır. Devrimin özünü oluşturan esaslar 1 9 1 9-
1 923 yıllan arasında hem uygulamaya temel olmuş, hem de
birer ilke olarak dile getirilmiştir. Bu da göstermektedir ki
cumhuriyet döneminde başarılan işler ne kadar önemli bir ve
çarpıcı olursa olsun, gene de bu öncüllerin doğal ve zorunlu
birer sonucudurlar.
Gerçekten, Wilson ilkelerine başvurmak ve böylece im
paratorluğun ve saltanatın temelini oluşturan Osmanlılık ilke
sine ilk ciddi darbeyi indirmek suretiyle Türk ulusçuluğu esas
larına dayanan programı kaleme alması, Samsun' a ayak bas
masını izleyen günlere raslar. Gene o günlerde ulusal egemen
lik ilkesinin ilanını hazırlayan beyanlarda bulunur. Milli Mi
sak ve anayasa, savaşa girişilirken kaleme alınmıştır: bunu be
lirten bizzat kendisidir (45). Aynca, ekonomik temelleri sağ
lam bir devlet yaratılmasını (46), akılcı ve ulusçu bir eğitim ku
rulmasını, cumhuriyetin ilanından önce talep etmiştir ( 47). Ni
hayet, savaş süresince çok büyük ihtilalin gerçekleştiğini idrak
eden gene kendisidir (48). Atatürk 'ün çok yönlü kişiliğini da
ha iyi anlamak için bir özelliği göz önünde tutulmalıdır: Ata
türk Türk ulusunun ortak bir duygusunu, din duygusunu sö
mürmekten -bunun tükenmez bir manevi güç kaynağı olaca
ğını bildiği halde- kesinlikle ve sistemli olarak kaçınmıştır.
Hiçbir zaman müttefiklere ve Yunanlılara kutsal savaş ilan et
memiştir (49). Ulusçuluk ilkesini bayrak edinmiş ve yığınla
nn anlayışsızlığını yenmek zorunda kalacağını ( 50) şiddetli bir
67
direnme ile karşılaşacağını bildiği halde, ulusta bu yeni bilin
ci uyandırmaya çalışmıştır. Bu yüzden Anadolu'da yer yer
ayaklanmalar olmuştur; onun bu, temel ilkeler konusunda ödün
vermeme karan, Ankara hükümetinin direnişi örgütleme ça
basını çok güçleştirmişse de, toplumu ileride başlatılacak olan
yenilik hareketlerine hazırlama bakımından yararlı olmuştur.
Bu kadar aydınlık ve berrak bfr zekaya sahip olan bir in
sanın kendi eserinin anlam ve değerini kavrayamayacağı düşü
nülemez. Hukuk okulunun açılması münasebeti ile Ankara'da
söylediği söylevde (5 1 ) devrimin geçirdiği aşamaları ana hat
ları ile dile getirir: Atatürk'ün gözünde başarılan ihtilal o den
li önemli ve geçmiş ihtilallerin hepsinden nitelik bakımından o
kadar farklıdır ki ona bir başka adı vermek gerekir (52); ger
çekten de, bu ihtilal sayesinde Türk toplumu tümüyle dünyaya
dönük -yani akılcı ve laik- yepyeni bir zihin yapısı edinmiştir.
Atatürk'ün kişiliğini ve eserini incelemiş olan tarihçile
ri yanıltan çeşitli etkenlerin var olduğu kabul edilmelidir. Mus
solini 'nin ve Hitler' in çağdaşı olması, birtakım karşılaştırma
lara ve benzetmelere yol açmıştır: günün geçerli yöntemi olan
pragmatik ve pozitivist yöntem bu yoldaki çalışmalara hız ka
zandırmıştır. Ancak pragmatik ve pozitivist yöntem her şeyin
yüzeyinde kalan, derine işlemeyen bir yöntemdir: böyle oldu
ğu için de, geçerli bir yöntem olabilmesi ya da hiç olmazsa,
büyük yanılgılara yol açmaması için, bizzat olayların akla ve
mantığa uygun olmaları ve gene akla uygun ve mantıklı ko
şullardan kaynaklanmaları gerekir. Ne var ki bu yöntem Batı
evreninden, yani içinde doğduğu evrenden farklı bir evrenin
sorunlarını incelemek için kullanıldığı zaman tümüyle yeter
siz olduğunu ortaya koymakta gecikmemektedir.
Pragmatik yöntem Atatürk'ün, tıpkı Mussolini ve Hitler
68
gibi, ülkede tek partili bir düzen kurmuş olduğunu saptamak
la yetinir. Gözlemleri bu olay üzerinde odaklanır; değişik ül
kelerde aynı sonucu doğuran çok değişik ve özel koşulların
bulunabileceğini hesaba katmaz ve böyle bir araştırma ile ken
dini görevli saymaz: olayların nedenlerini incelemeye yanaş
maz. Güdülen amaçların ne olduğu ile de ilgilenmez. Oysa
Atatürk ile Avrupalı diktatörler arasındaki büyük fark, güdü
len değişik amaçlardadır. Mussolini ile Hitler Fransız ihtila
linin ilkelerine cephe alırlar ve demokrasinin kokuşmuş bir yö
netim biçimi olduğu savı ile aslında diktatörlüğün övgüsü olan
yeni bir devlet kuramı oluşturmaya uğraşırlarken, "diktatör" ·
Atatürk kent kent dolaşıyor, cumhuriyet rejimjnin yararlı yan
larını anlatmaya çalışıyordu: "Cumhuriyet idaresi faziletli ve
namuskiir insanlar yetiştirir; sultanlık korkuya, tehdide müs
tenit olduğu için korkak, zelil, sefil, rezil insanlar yetiştirir"
diyordu (53). Takriri Sükun yasasının yürürlükte olmasından
yararlandıysa "yalnız ve ancak bir noktai nazardan istifade et
miştir... O noktai nazar şudur: Türk milletini, medeni cihan
da, layık olduğu mevkiye ıs'at etmek ve Türk Cumhuriyeti'ni
sarsılmaz temeller üzerinde, her gün, daha ziyade takviye et
mek için" yararlanmıştır. Bu ise, ancak biı: koşulla, "istibdat
fikrini öldürmek" koşulu ile olanaklıydı (54).
De facto diktatörce olmakla beraber, kurulan rejim de
mokrasi ilkelerine inancını ilan eden ve toplumu demokratik
ideale göre eğitmeyi amaç edinen bir rejimdi (55). Nesnele
rin gözle görülür somutluğundan başka gerçek tanımayanlar
için bu oldukça karışık bir durum gibi gözükebilir; ancak, is
ter çapraşık diye ·nitelensfn, ister öngörüşlü olarak kabul edil
sin, bu davranış Türk toplumuna 1 945'te çok partili rejime geç
me ve ülkeyi herhangi bir bunalıma sürüklemeksizin, 1 950 se-
69
çimlerinde bir çeyrek yüzyıl süre ile ulusun yazgısını elinde
tutmuş olan Cumhuriyet Halk Partisi 'ni iktidardan uzaklaştır
ma olanağı vermiştir.
Eserinin yanlış anlaşılmasına yol açan ikinci bir etken,
1 9 1 7 'de Rusya'da patlak veren komünist ihtilalidir. Atatürk'ün
siyasal ve toplumsal kurumların laikleştirilmesi için gösterdi
ği çaba, kötü niyet ya da bilgisizlik yüzünden, Marksizmin öğ
retisel ateizmi ile sık sık karıştırılmıştır (56).
İşte bu çeşit yanılgıların önlenmesi ve Atatürk üzerine bu
gün hala özlemi duyulan ciddi bir eserin yazılabilmesi için, o
·nun Meclis'te ve Meclis dışında söylediği söylevleri ve özel
likle 1 927 yılında okuduğu büyük Nutuk'unu okumak ve iyi
anlamak gerekir. Bu o kadar kolay bir iş değildir; çünkü Ata
türk'ün düşüncesini ve eserinin taşıdığı anlam ve değeri ger
çekten anlayabilmek için iki ayn evreni kapsayan geniş bir bil
giye gerek vardır: Batı'nın hümanist değerlerini olduğu kadar,
kuramsal eserlerden çok günlük hayatın gerçekliğinde beliren
İslamlığın ruhunu tanımak zorunluluğu vardır. Oysa, Batılı bil
ginler genellikle devrimin, kendi evrenlerine hiç de yabancı
olmayan amaçlarını çok iyi anlamakla beraber, devrimin fi
kirsel ve manevi alanlarda harcamak zorunda kaldığı çabayı
ölçecek, devrimin taşıdığı evrensel nitelikteki değeri kavraya
cak güce sahip değildirler; bunun nedeni, bir yandan Batılı ol
mayan dünyayı tanımamaları, bir yandan da kullandıkları prag
matik yöntemdir. Doğulu bilginlere gelince, bunlar Batı'yı
çok yüzeysel bir biçimde tanımaktadırlar ve Atatürk'ün çağ
daş uygarlık düzeyine ulaşma yolunda harcadığı çabanın bü
yüklüğünü değerince anlamakla berab�r, devrimin gerçek
amaçlarının ne olduğunu saptamak ve dolayısıyla devrimi fi
kir düzeyinde değerlendirmek gücünden yoksundurlar,
70
Ruhuna erişilmesi ne kadar zor olursa olsun, Nutuk Ata
türk'ün kişiliğini ortaya koymak isteyen için en önemli kay
naktır. Böyle olduğu halde, bugüne kadar hiçbir ciddi incele
meye konu edilmemiş olması dikkat çekicidir.
Onu gerçekten anlayanlar için, Nutuk edebi ve tarihsel de
ğeri ilk bakışta göze çarpan önemli bir eserdir. Bizim kanımı
za göre, Nutuk biçim ve içerik bakımından Türk nesrinin en
büyük eseridir.
Tarih eseri olarak, değeri her ölçünün üstündedir: tarih
eserinden olayların gerçeğe uygun bir anlatımı ve mantığa uy
gun bir yorumu anlaşılıyorsa, 1 9 1 9- 1 927 yılları arasında yer
alan olayların bu anlatımından ve bu yorumundan daha ku
sursuz bir şey düşünülemez; çünkü yazar o olayları tasarlayıp
gerçekleştiren insandır. Böylece Thukydides 'in dilediği ide
al durum oluşmuş olmaktadır (57). Atatürk'ün söylevi, tıpkı
Thukydides'in tarihi gibi, bir tarih ve sanat eseridir ve nasıl
Thukydides'in eserinde devlet adamlarına atfedilen söylevler
çıplak olarak fikir yönünden aydınlatıyorsa, Atatürk'ün Nu
tuk'unda da gönderilip alınan telgrafların metinleri okuyucu
yu Kurtuluş Savaşı 'nın manevi ortamına sokuyor (58); bunun
la da kalmayıp, geçen olayların en derin nedenlerini ortaya ko
yuyor. Nutuk'a geçirilen bu metinler, birer gerçek belgedir;
bu nitelikleri ile Thukydides' in tarihine serpiştirdiği söylev
lerden daha büyük bir değer taşırlar. Bundan daha önemli ol
mak üzere, o metinler bize asıl savaşımın muharebe meydan
larında değil, telgraf makinelerinin başında sürdürüldüğünü
göstermektedir.
Değinilmesi gereken önemli bir konu daha var: Atatürk
devriminin fikirsel değerini hiçe indirmekte çıkarı olanlar, o
nun eserinin geçmiş çağlarda girişilen reform hareketlerinin
71
yalnızca bir devamı olduğu görüşünü ileri sürerler; kişisel bir
yargıya varma gücünden yoksunluğu bilimsel nesnelliğe sıkı
bir-bağlılık biçiminde anlayanlar da bu sava katılırlar. Devri
min önceki dönemlerin olaylarını izlediği, önceki dönemin ta
rihine bağlandığı kuşkusuz yadsınamaz. Ancak Atatürk'ün
düşüncesi ile Osmanlı yenilikçilerinin düşüncesi arasındaki
farkın öz farkı olduğu da ancak körü körüne yan tutanlarca red
dedilebilir. Bu fark bir derece farkı değil (59), bir nitelik ve
ruh farkıdır.
Özellikle ticaretle ilgili birçok maddenin şeriat esasları
nı açıkça çiğnediğini bildiğimiz Mecelle'nin hazırlanması ile
-İsviçre vatandaşlık yasasının hemen hemen eksiksiz bir çe
virisi olan- Türk vatandaşlık yasasının 4 Nisan l 926 tarihin
de Türkiye'de yürürlüğe konması ve böylece yeni bir hukuk
düzeninin kurulması arasındaki fark ne ise, bu iki düşünce ara
sındaki öz farkı odur (60). Aynı zamanda Peygamber' in tem
silcisi olması dolayısıyla, uyruklarının dünyasal ve ruhsal
efendisi durumunda olan bir hükümdarın, kurulmasına razı
olup izin verdiği bir parlamentolu rejimle, ulusal egemenlik
ilkesine dayanan cumhuriyetçi ile laik bir rejim arasındaki
fark ne ise, o iki düşünce arasındaki fark da öyle bir ruh far
kıdır. Nihayet, Sokrates'le davranışların bir örneğini Platon'un
Phaidros 'unda gördüğümüz sofistleri karşı karşıya getiren ba
kış açısındaki farklılık ne ise, bu da öyle bir farklılıktır (6 1).
Sokrates, halkın çabucak kanıp inanma mizacı ile alay e
den; Oreithyia adlı genç kızın Bora tarafından kaçırıldığına
inanmayıp, rüzgarın, kızı, kayaların üstünde arkadaşı Pharma
keia -ile oynarken itip aşağıya yuvarlamış olacağını düşünen
sofistlerin görüşüne uymayı reddeder. Eski mythoslann bu
biçimde, akılcı bir zihniyetle, yorumlanmasında onun için çe-
72
kici bir yan yoktur; yararını da görmemektedir. Onun tutumu
başkadır: Bu halk öyküsündeki şiir havasını beğenir, ancak bu
masalı mantığın ölçülerine vurarak incelemeyi reddeder.
Mythosun yeri mythos alanıdır; bu alanı felsefe araştırmaları
alanından ayn tutar. Oreithyia ile Bora efsanesi onun gözün
de halkın ince ruhunu dile getiren güzel bir masaldır, o kadar.
Sofistler ise akılcı yorumlan ile efsanenin şiir havasını boz
makta, buna karşılık gerçeği bulgulama yolunda tek adım ata
mamaktadırlar. Sokrates'in sofistleri eleştirmesinin nedeni
budur.
Aslına bakılırsa, Sokrates geleneklere sofistlerden daha
saygılıdır. Ancak yığınlar bunu kavramakta güçlük çekerler;
onların kanılarında mantığın yeri pek yoktur. Halk yığınları
ciddi bir zihin çabası gösterme gücünden yoksun olduğu için
daima ödünlü uyuşma yoluna sapanlarla beraberdir. Sofistle
rin davranışı böyle bir ödünlü uyuşmadan -eski değer yargı
lan ile yeni görüşleri birlikte koruma olanağını veren bir ödün
lü uyuşmadan- öteye varmaz. Sofistler mythosu bir yana it
miyorlar; kayaların üzerinde oynarken birdenbire yok olan
Oreithyia'nın anısına bir bakıma bağlıdırlar. Bambaşka bir bi
çimde yorumlamakla beraber onlar efsanenin verilerini kabul
ediyorlar. Hiçbir şeyi yıkmıyorlar, ortadan kaldırmıyorlar; es
ki bir öyküyü çağdaş anlayışa, günün görüşlerine ve duygu
larına uydurmakla, yani modernleştirmekle yetiniyorlar. Oy
sa Sokrates yıkıyor, yok ediyor. Tanıma kaynağı olarak
mythoslar, tanıma kaynağı olarak ataların aktardığı bilgiler o
nun için geçersiz şeylerdir. Hakikatin kaynağı, devletin ma
nevi ve toplumsal düzenine temel oluşturan ilkelerin kaynağı
onun için artık gelenekler değil, akıldır. Bu durumda sofist
ler yenilikçidir, ama Sokrates ihtilalcidir. Onun Atina mahke-
73
mesi tarafından ölüme mahkfun edilmesinin gerçek nedeni bu
ihtilalciliğidir.
29 Ekim 1 923 'te Cumhuriyetin ilanını izleyen dönem,
coşkulu bir etkinlik ve yaratma dönemidir. Atatürk'ün bura
da çizilen manevi portresi göz önünde tutulursa, büyük dev
rimi meydana getiren -laik devletin kurulması, Arapça ve Fars
ça'nın okullardan kaldırılması, öğretimde çağdaş bilimlere
ağırlık verilmesi, ülke kapılarının Batı tekniğine açılması, din
esasına dayanan yasanın yerine İsviçre vatandaşlık yasasının
ve İtayan Ceza Yasası'nın konması, Arap harflerinin kaldırı
lıp Latin harflerinin kabul edilmesi, Avrupalı örneklerine uy
gun birçok toplumsal ve kültürel kurumlarla birçok eğitim ve
sanat kurumlarının kurulması, giyim kuşamda Batı'ya uyul
ması( 62) gibi- büyük atılımların, bu kadar kısa bir zamana na
sıl sığdırılmış olduğu daha iyi anlaşılır. Birbirini süratle izle-
. yen bu aşamaların son amacı ülkeyi, önceden ve özenle hazır
lanan bir plan gereğince, özü ve görünümü ile baştan başa de
ğiştirmektir.
Radikal yenilenmeden Atatürk'ün anladığı, toplumun tü
müyle de olsa sadece maddi yaşamınİn değişmesi değil, onun
kültürel ve manevi yaşamının da özlü bir değişmeye uğrama
sıydı. Yeni değerlerin kabul edilmesini yeterli bulmuyordu; is
tediği, bu değerlerin kişilerin zihnine işlemesi, onların zihin
habitus'u haline gelmesiydi (63).
Pratikte imparatorluğun bütün ticaretini Müslüman olma
yan azınlıkların tekeline bırakan ve böylece -dinin koyduğu
ticaret yapma yasağının da yardımı ile- Türk ulusunu etkin ya
şamdan uzak tutup onu tam bir hareketsizliğe zorlayan kapi
tülasyonların kaldınlınası, Türk toplumunun bundan sonraki
atılımını olumlu yönde etkilemiştir.
74
2- Durgunluk dönemi ve devrimin ideolojik cephesin
deki çelimsizlik
75
İkinci olarak, çok partili rejime geçilmekle, -evrim dere
cesi birbirinden çok farklı birer zihin yapısına sahip toplum
sal sınıflardan oluşan- ulusun, elde ettiği oy hakkı sayesinde,
bir anda, hiçbir hükümetin göz ardı edemeyeceği büyük bir
siyasal güç olarak ortaya çıktığını hesaba katmak gerekir.
Üçüncü olarak, dinle ilgili olan ve laik devletin kurduğu
yeni toplumsal ve siyasal düzenle halkın inançları arasında baş
gösteren çatışmadan doğan birçok dinsel nitelikteki sorunla
rın gerçekte çözümlenmediği, hatta ele bile alınmamış oldu
ğu kabul edilmelidir.
Bundan başka savaşın neden olduğu genel kargaşalık, ül
kenin ekonomik ve mali alanda karşılaştığı büyük güçlükler,
silah bırakışımını izleyen yıllarda Avrupa'da canlanan yeni
birtakım dinci eğilimler, 1 950'ler Türkiyesi'nin kültürel ko
şullarının incelenmesinde göz önünde tutulması gereken et
kenlerdir.
Fakat bu durgunluk ve eleştiri döneminde işin en çok gö
ze çarpan-yanı, devrimin ideolojik cephesinin derme çatma bir
yapıya sahip olmasıdır.
Atatürk'ün uygulamasında üç aşama saptanabilir. Birin
ci aşama Türkiye'nin askeri, siyasal ve toplumsal aşamasıdır.
İkincisi, ekonomik aşamadır; İzmir'de toplanan ekonomi
kongresini bu aşamayı muştulayan ilk belirti olarak görebili
riz (64). Üçüncü aşama ise başarılan işlerin ideolojik bir sis
tem içine oturtulması aşamasıdır. Ancak bu aşamada yalnız
ca iki bilim kurumunun, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Ku
rumu'nun kurulduğuna tanık olunmaktadır. Atatürk'ün erken
ölümü, eserini fikir düzeyinde değerlendirme isteğinin gerçek
leşmesine engel olmuştur (65).
Güçlü bir zekanın tasarladığı devrim, Fransız ihtilalinin
76
tersine, fikir düzeyinde hiçbir köklü hazırlığa dayanmıyordu:
devrim, yalnızca Atatürk'ün olağanüstü kişiliği ile gördüğü
büyük saygınlık sayesinde, bir de Türk ulusunu bir önder et
rafında toplanmaya iten ve Atatürk tarafından zaman zaman
büyük ustalıkla değerlendirilen olaylar sayesinde gerçekleş
me olanağını bulmuştur. Bu önder, kölelikten kurtarmak iste-
...
77
lar düzeyinin ötesine geçilmesine olanak vermemektedir. Öbür
yandan duyguların, kendilerini doğuran nedenlerin unutulup
gitmesi ile ve genellikle, aradan bir süre geçtikten sonra, do
ğal olarak zayıflayıp söndükleri göz önünde tutulursa, bu dur
gunluk ya da yeniden gözden geçirme dönemi diye adlandı
rabileceğimiz dönemin devrimin aleyhine dönüşmesi beklen
medik bir sonuç değildi.
78
çin son derece yüzeysel kalmaya mahkfun olduğu üzerinde du
ruldu.
Cumhuriyet Türkiyesi üzerine ileri sürülen değişik kanı
lar kısaca üç kategoride toplanabilir. Bir yanda, ana çizgileri
ile de olsa, Osmanlı lmparatorluğu'nun tarihini bilen, Birin
ci Dünya Savaşı'nın sonunda Anadolu halkının giriştiği Kur
tuluş Savaşı üzerinde bilgi sahibi olan bilgin ve aydınlar var
dır: Bunlar yargılarını bugünkü Türkiye ile yanın yüzyıl ön
ceki Türkiye arasındaki karşılaştırmaya dayandırırlar; bu ka
rşılaştırmayı yargılarına ölçüt olarak alırlar. Böyle bir karşı
laştırmadan doğan izlenim hayranlığa varır. Yabancı gözlem
cilerin bu yargısının ekonomik, teknik, toplumsal ve siyasal
alanlarda elde edilen başarılar ve sağlanan gelişmelerle doğ
rulandığı genel bir görüştür. Gerçekten, aradaki bütün aşama
lar atlanılarak, kara sahandan traktöre; dinsel öğretimden,
ağırlığı modern bilimlere veren ve insanın muhakeme yete
neklerini geliştirmeyi amaçlayan laik bir öğretime; çarşaftan
bikiniye; tek kişinin mutlak egemenliğinden, kadınlara erkek
lerle hak eşitliği tanıyan(68) ve milletvekili adaylarının önem
li bir yüzdesinin partilerin yerel örgütlerince gösterilmesini is
teyen en ileri bir demokrasiye geçmeyi başarmış olan bir top
luma hayran olmamak olanak dışıdır. Hele, özellikle büyük
kentlerde günlük yaşamın Avrupalı görünümü ve Avrupalı ör
neklerine göre kurulan modem kurumlar bu görüşü destekle
yen sağlam tutamaklardır.
Bu aydınlara bakılırsa, Türk toplumu geleceğe güvenle
bakabilecek genç, gücü taşkın, dinamik bir toplumdur.
Buna karşılık, ikinci kategoriye sokabileceğimiz bilgin ve
aydınlar, tıpkı öbürleri gibi, devrimin başardığı maddi eserle
ri incelemekle yetinmekte, ancak dünyayı başka bir açıdan,
79
kendi Batılı uygarlıklarının yükseğinden görmektedirler. On
lar bugünkü Türkiye 'yi Batı evreninin en ileri ülkeleri ile kar
şılaştırmakta; bu ülkede bilim ve teknik alanlarında gözledik
leri sayısız eksiklikleri, toplumsal ve siyasal yaşamdaki aksak
lıkları, çelişkileri aleyhine değerlendirmekte, geriliğinin birer
örneği saymaktadırlar. Avrupa'daki örneklerine göre kurulmuş
olan kurumlarda biçimin ruhtan çok ilerde olduğunu saptadık
ları ic;in de, Türkiye'yi bütün gerilikleri ile sıradan bir Orta
doğu ülkesi olarak görmektedirler.
Birbirine tümüyle karşıt iki görüşü benimseyen ve gerek
hayranlık duymakta, gerek devrimin başarılarını küçümse
mekte aynı ölçüde aşın gider görünen bu iki kategoriye giren
aydın ve bilginlerin yanında üçüncü bir kategori daha vardır;
bunu oluşturanların sayısı çok değildir ve Türk toplumunun
çözmek zorunda kaldığı sorunların özünü kavrayamamakla
birlikte, ülkenin manevi yanı ile ilgilidirler. Bu kategorinin in
sanları ülkenin manevi durumunu tümüyle olumsuz bir ışık
altında görmekte birleşirler. Onların gözünde, Türkiye'de "Av
rupalılaşmış" çok küçük bir azınlığın karşısında, geri kalmış,
dogmaların esiri, zihnini çalıştırmakta tembel, ilkel kanıların
ve kuruntulu inançların kölesi olan büyük halk yığınları blf
lunmaktadır. Fikir düzeyinde oluşturulan sağlam kanılardan
yoksun bulunan bu "Avrupalılaşmış" azınlığın toplumsal ve
siyasal yaşamda bir dizi reforma ve modern tekniğin benim
senmesine razı olmasının tek nedeni -onlara göre- Batılıların
eriştiği refaha kavuşma, kavuşmakla da ileri uluslar toplulu
ğuna katılabilme umududur.
Türk toplumunun dış görünüşü göz önünde tutulur ve bu
üç kategorinin görüşleri bir bir incelenirse, birbirinden çok
farklı olmakla beraber, aynı gerçeğin değişik yanlarını vurgu-
80
lar görünen bu yargıların her birinin bir doğruluk payı oldu
ğunu teslim etmek gerekir. Çünkü ülke, Atatürk'ün 1 933 yı
lında söylediği bir söylevde belirtitği gibi, sürekli ve hızlı bir
değişim süreci içindedir: "Geçen on sene gelecek devirler için
bir başlangıçtan başka bir şey değildir. Bununla beraber, eski
edvirlerin tarihi karşısında, cumhuriyetin bu on senesi, eşi gö
rülmeyen bir diriliş ve göz kamaştırıcı bir ileri atılış abidesi
dir." ( 69)
Genellikle Türkiye'nin dış görünümüne ve günlük yaşa
mın gerçeklerine dayanan bu yargıların, Batılı bilginlerin bu
gün Türk toplumunun karşılaştığı manevi sorunların bilinci
ne varmaktan bir hayli �ak olduklarını açıkça ortaya koydu
ğunu kabul etmek gerekir. Oysa, aslında Avrupalıların beş-al
tı yüzyıl önce aştıkları bir bunalımın benzerini geçirmekte
olan Türk toplumunun çözmek durumunda olduğu yaşamsal
sorunların niteliğini anlamakta bu bilginlerin güçlük çekme
mesi gerekir. Ne çare ki, Avrupalılar Batı'nın uzun ve derin
lere inen kültürel deneyimi ile Türkiye 'nin bugünkü kültür so
runları arasında herhangi bir bağlantı ya da benzerlik kurabil
me yeteneğinden yoksun görünüyorlar (70).
81
len aydın çevrelerden yoksundu; çünkü dünya işlerinden eli
ni ayağını çekmişti, yaşamla ilgili amaçlan, çıkarları yoktu;
etkin, dinamik yaşamın ne olduğunu bilmiyordu; ilerleme kav
ramına ve tarih bilincine yabancı olduğu için de günün birin
de yepyeni bir yaşama kavuşma umudu beslenemezdi. Din eği
timi değişmez ve tartışılmaz kurallara bağlılığı sağlamaktan
başka amaç gütmüyordu; bu kurallar birçok ilkel inançlarla
birlikte aile ve toplum yaşamına yön veriyor ve böylece ulu
sun zihin habitus'unun biçimlenmesinde etkili oluyordu. Bu
da toplumun geleneklerine körü körüne, inanılmaz bir biçim
de bağlanmasına; ruh hastalarına, meczuplara özgü bir dav
ranışla, en somut gerçeklerin, üzerinde düşünülmeden, tartı
şılmadan, usa vurmaya girişilmeden reddedilmesine neden
oluyordu (7 1).
Atatürk'ün gerçekleştirdiği devrirnl� çok kısa bir zaman
da, dünyanın en ileri toplumlarının malı olan ilkeler ülkeye so
kulmuş ve bu ilkeler uyarınca birçok kurumlar kurulmuştur.
Bu andan itibaren devrimin yaşam verici soluğu her alan� ken
dini duyurmuştur; böylece, yüzyıllardan beri maddi ve mane
vi açılardan tam bir hareketsizlik içinde olan toplum yola düş
müş, uzun bir yolculuğa çıkmıştır. Cumhuriyet yönetimi, te
okratik rejimlerde istenmeyen, gerek de duyulmayan bir aydın
sınıfına gereksiniyordu. Hukuksal, toplumsal, ekonomik ve si
yasal incelemelere büyük bir coşku ile girişilmiş, bireylere ta
nınan özgürlükler sayesinde birdenbire açılan yepyeni sayısız
fikir, sanat, bilim, eğitim alanlarının çekiciliği en uyanık, dog
malardan fazla etkilenmemiş zekaları harekete getirmiştir.
Eskisine oranla toplum yaşamı yoğun denebilecek bir et
kinlik kazanmıştır; yeni bir dizi sorumluluklar yüklenmek zo
runda olduğunu anlamıştır. Eskiden köylü tarlasında yalnız-
82
ca kendi besinini sağlamak kaygısında iken, bugün ülke ça
pında, zaman zaman uluslararası çapta bir tarımsal kalkınma
nın yapıcı bir öğesi olduğu bilincine erişmiştir; bu yüzden
kendi küçük tarlasının ve köyünün çok ötelerine uzanan so
runlara merak sarmış durumdadır.
Türk toplumu yeni yeni gereksinimler duymaktadır: su
istemekte, elektrik istemekte, daha elverişli konutlar, zaman
yitimini önleyecek makineler, taşıtlar talep etmekte, daha iyi
yollar arzulamakta, yaşamın yeni ritmine uymak çabası ile kat
landığı maddi ve zihinsel yorgunluğunu giderecek dinlence
olanaklarının sağlanmasını istemektedir.
Onda yeni yeni arzular, hevesler uyanmaktadır; tiyatro
lara, sinemalara, konser salonlarına istek duymaktadır; çün
kü bu çeşit toplum ve sanat etkinliklerinin insanı eğlendirip
eğitmekle kalmadığını, oria yaşama zevkini aşıladığını, erte
si gün işbaşı ettiğinde yorgunluğunun üstesinden gelecek ye
ni bir enerji verdiğini anlamıştır.
Bu toplum yaşamın güzel olduğunu, yaşamaya değdiği
ni bulgularnıştır. Atatürk'ün en güzel arzularından biri Türk
ulusunun yaşamı sevdiğini ve ondan zevk aldığını görmekti.
Bununla beraber, bütün bu yeni etkinlikler ve bu etkin
liklerin uyandırdığı yeni gereksinimler, 'hevesler ve istekler
günlük yaşamın bilinçsiz akışı içinde doğal bir gelişme orta
mı bulduğu halde, bu yaşama dalmış olan insanlar, eylemle
rinin, duygularının, düşüncelerinin muhasebesine koyulduk
ları zaman, onları ahlak açısından açıklayamaz duruma düş
mekten kurtulamamaktadırlar. Çünkü bağlı oldukları ahlak,
öbür dünya kaygısını ön planda tutan bir evrende oluşmuş
olan yüzyılların ahlakıdır.
Bir bakıma Türk toplumunun her bireyi, vaktiyle Boccac-
83
cio'nun karşılaştığı durumla karşılaşmaktadır. Hümanizmin
büyük öncüsü, Napoli ve Floransa 'da geçen gençlik yılların
da, içinde kaynaşan yaşama tutkusunu kendisine tek kılavuz
seçmişti. Decameron adlı eseri yaşama bağlılığının ifadesidir;
biz ilk kez bu eserde Ortaçağ'ın öbür dünyaya dönük zihniye
tinin taşkın bir coşku ile ve kesinlikle reddedildiğine, yeni bir
yaşaıp anlayışının muştulandığına tanık oluyoruz. Yazarın ya
şama içgüdüsü eski ahlak kadar ulu, ancak ondan çok daha sa
de, çok daha insanca ve doğal bir ahliika götüren yolu tutmuş
tu. Fakat, kırkına doğru, ölümün düşünülmeye başladığı yaş
ta, şiddetli bir manevi bunalıma düşmekten kurtulamamıştır.
Saygı ve sevgi duygulan ile bağlı olduğu dostu Petrarca işe
karışmasaydı, Boccaccio insanlığın en büyük kişileri arasın
da anılmasını sağlayan eserini yakacaktı. Çünkü Boccaccio
geçmiş yılların muhasebesini yapmaya, yaşamının anlamını
ortaya koymaya, değerini ölçmeye giriştiği zaman, elbette ken
di ahliik anlayışının ölçütlerine başvuracaktı. Onun ahlak an
layışı ise, toplumun dinsel ahlak anlayışıydı. Ortaçağ düşün
cesinin ölçütlerine göre de Boccaccio kendini ve eserini mah
kUm etmekten kurtulamazdı. O da bunu yapmıştır (72).
Boccaccio'nun, bugünkü Türk insanından farklı olarak,
bambaşka bir ahlakın -akılcı ve insancıl temellere dayanan Yu
nan-Roma ahlakının- büyük temsilcilerini çok daha yakından
tanıma olanağını bulmuş olduğu düşünülürse, bu olayın üzerin
de ciddiyetle durulması gereken bir anlam kazandığı anlaşılır.
Gerçek şudur ki, bu konuda Boccaccio'ya oranla çok daha el
verişsiz koşullarda olan Türk toplumu dinsel ahlakın dışında,
yalnızca akılcı ve insancıl değerlere dayanan, zihin özgürlüğü
ve dignitas hominis (insan onuru) kavramlarından esinlenen
başka bir ahlakın varlığından bugün bile habersizdir.
84
Boccaccio, henüz sistem halinde belirmemekle beraber,
derin: ve somut bir yaşam sevgisi biçiminde meydana çıkan
kendi dünya görüşü ile yalnızca medi�atio mortis 'ten esinle
nen Hıristiyan dogmaları arasındaki çatışmadan kaynaklanan
bunalıma düştüğü zaman, kilisenin yerleşmiş ahlak kuralları
na uymak zorunluluğunu duymuştu. Buna karşılık Türk top
lumunda böyle bir bunalımın ne sanatta ne de fikir dünyasın
da yansıdığına tanık olmuyorsak, bunun nedenini toplumda
gerçek bir fikir yaşamının henüz oluşmamış olmasında ara
mak gerekir.
Gerçekten bu toplum bugüne kadar ne yeni bir dünya gö
rüşünün eşiğine varabilmiş, ne de eski dogmatik düşünüşünü
bilinçli bir sistem haline getirip koruma olanağını bulmuştur.
Hele eski ahlakı yeni zorunlul.uklarla uzlaştırma yolunu hiç
bulamamıştır. Öyle ki, ancak alışkanlıklar, örf ve adetler ve
gelenekler yolu ile -yani bilinçsiz bir biçimde- kuşaktan ku
şağa aktarılan eski ahlak ilkelerine bağlı kaldığı halde, daha
doğrusu bağlı kalmaya çalıştığı halde, bugünkü yaşamın gün
lük olaylarından ve bu olaylar karşısında edindiği izlenimler
den bir dizi sonuç çıkarmaktan kendini alamamaktadır. Bu
gün bu günlük yaŞam eskisine oranla çok daha canlı ve dina
mik olduğu için, uyandırdığı izlenimler ve telkin ettiği fikir
ler yepyeni bir nitelik taşımakta ve devrimin, ilan ettiği ilke
ler yolu ile Türkiye'de yerleştirmek istediği yaşam anlayışı
nın kapsamı içine girmektedir.
Bunun sonucu, toplumun çağın gerisinde kalmış olan zi
hin yapısı ile yaşadığı gerçek yaşam arasında uyuşmaz bir çe
lişkidir. Bilinçli bir biçimde kavranılmadığı kesin olmakla be
raber, bu çelişki gene de üzüntü ve şaşkınlık kaynağıdır.
Sonuç olarak, skolastik zihniyetin eski değerler sistemi
85
ile pragmatik ve duygusal gerçeklerin yüzeysel ve öznel yo
rumu arasında ödünlü bir uyuşmanın kurulduğu göze çarp
maktadır; işte bu ödüplü uyuşma, modem Türk toplumutı.un
altmış yıldan beri dayandığı güvenilmez ve kaypak temeli
oluşturmaktadır.
86
yılarlar; insanı insan olarak yüceltenin acılar ve savaşım ol
duğu düşüncesine yabancı oldukları için, yeryüzünde zevki ni
metlerin en büyüğü sayarlar; ona erişemeyince, yaşama karşı
ilgileri azalır, kendi içlerine kapanırlar; yeryüzünde amaçsız,
amaçsız olduğu için de umutsuz yaşarlar. Böyle bir ruh duru
mu içinde, çevrenin kendilerine bilinçsiz yollardan, sanki el
altından, telkin ettiği mistik düşüncenin tevekkül evreninde iç
dinginliğine kavuşurlar.
Devrimin öğretim ve eğitim alanlarında yaptığı atılımlar
la eski zihniyetin yeni kuşaklara bilinçli yollardan aktarılma
sı önlendikten sonra, bu zihniyetin -örf ve adetler, kuruntulu
inançlar, günlük dilde yer etmiş deyimler gibi- bilinçsiz yol
lardan geçerek yeni kuşaklan nasıl etkisi altına aldığını ince
lemek çok ilgi çekici olmalıdır.
Eski zihniyetin etkisi yalnızca yığınlar üzerinde olsaydı,
devrim ilkelerinin ve bu ilkelerden esinlenilerek kurulan ku
rumların günün birinde gelenekçi duyguların dağ gibi yükse
len dalgalan altında yok olup gitme tehlikesi o kadar büyük ol
mazdı. Ancak eski zihin yapısının yalnız okumamış halk yı
ğınlarına değil, aydınlara da egemen olduğu itiraf edilmelidir.
Aslında aydınla halk adamı arasında zihinsel ve ahlaksal bi
çimlenme bakımından öze deyen bir fark olduğu savunula
maz; bunun nedeni, bugün Türkiye'de modernist eğitimin öğ
retim alanını tekeli altına almış olmasıdır. Aydınla halk adamı
arasındaki fark gerçekten meslek bilgilerinden öteye gitme
mektedir: biri yasaların maddelerini biliyorsa, öbürü sürü güt
mesini biliyor (73). Bu durumu sezenler yok değildir. Eskiler
Divan şairlerinin ünlü dizelerini dillerinden düşürmezlerken,
genç · kuşakların o dizeleri ağza almadıklarından yakınanlara
zaman zaman rastlanmaktadır. Dile getiriliş biçimi basit olmak-
87
la beraber, gözlem özünde doğrudur. Gerçekten bugün Türki
ye 'de bir ulusun kültür bilinci diye bilinen şeyin var olduğu ile
ri sürülemez. Oysa sağlam bir ulusçu bilince, güçlü bir din bi
lincine ve hatta meslek bilincine sahip olan bir toplumun kül
tür bilincinden yoksun olması aklın alacağı şey değildir.
Gençlerin divan edebiyatı şairlerinden dizeler okumama
ları, onların o evrenle -kendilerine özgür insan ve özgür va
tandaş olma yolunda herhangi bir yardımda bulunamayan o
manevi evrenle- bağlantıyı kesmiş olduklarını gösterir. Bu,
devrimin en büyük başarılarından biridir. Çünkü her edebiyat
meydana geldiği çağın ve ortamın görüşlerini ve duyguları�ı
dile getirir. Okullarda çok yüzeysel bir biçimde okutulan di
van edebiyatının yeni kuşakların bilincinde yaşamaması, yer
yüzündeki yaşamın geçici ve boş olduğu inancına dayanan
dünya görüşünün (divan şairleri ol�un sanatları ile bu dünya
görüşünü yansıtırlar) cumhuriyet kuşaklarına, hiç olmazsa bi
linç yolundan, aktarılmadığının kanıtıdır.
Ancak divan edebiyatı şairlerinin yerine baŞka şairler ve fi
kir adamları geçmediğine göre, bugün yeni kuşakların her türlü
manevi destekten yoksun oldukları sonucunu çıkarmak gerekir.
Oysa manevi enerji kaynağının bulunmayışı, toplumun
maddi ve manevi alanlarda gelişmesine tek başına engel ol
maya yeterli bir nedendir. Peri Hypsous'u yazan adını bilme
diğimiz büyük düşünür yaşadığı ve (bunu anımsamakta yarar
vardır) insancıl ve akılcı değerler sisteminin geçerli olduğu
çağda, geçmişte insanlığa onur kazandırmış olan büyük adam
lar çapında kimselerin yetişmeyeceğini o günkü toplumun ma
nevi dayanağı olmayışına, yeni bir biiinçten ve yeni idealler
den yoksun oluşuna bağlamakla, güçlü bir gözlem yeteneği
ne sahip olduğunu kanıtlamaktadır (74).
88
Kültür bilincinden yoksun bir toplumun yüzyıllar boyun
ca kazanılan deneyimlerden ders alamayacağı, bu deneyimle
ri değerlendirip dile getiren büyük insanların önderliğinden ya
rarlanamayacağı meydandadır. Böyle bir toplumun insanları,
yaşamlarının en güç bir anında, ya da önemli bir karar verme
ye hazırlandıkları sırada o büyük kişilere başvurmak, onların
yardımından yararlanmak olanağından yoksundurlar. O ulu ki
şiler ki, bizzat örnek olmakla, özdeyişlerinin inandırıcı gücü
ile, insanlık duygularını dile getiren dizelerinin ve besteleri
nin uyumu ile, yahut ta gerçeğe ışık tutan fikirleri ile, yaşa
mın sıkıntıları ve acılan ile karşılaştığı zaman, cesaretlendir
mek, teselli etmek, öğüt vermek için, insanın kalbinde ve ak
lında sevecenlikle beliriverirler. Aydının eğitimi doğa bilim
leri ve matemiğe dayandırıldığı ve her ne olursa olsun, mes
lek bilgilernin ötesine pek geçmediği için, bir toplumda zihin
ve ahlak açısından aydınla sade halk adamı birbirinden fark
lı değildirler; her ikisinin tek manevi dayanağı babadan oğu
la, çoğu zaman bilinç dışı yollardan, aktarılan geleneklerdir.
Gelenekler ise tarih boyunca ülkede gelişmiş olan ya da etki
sini dışardan duyurmuş olan uygarlıkların uzak bir yankısın
dan başka bir şey değildir.
Türk toplumunda, aydın olsun olmasın, her bireyin baş
vurduğu tek manevi kaynağı oluşturan gelenekler, Anadolu 'da
ve Anadolu dışında gelmiş geçmiş çeşitli uygarlıkların ürü
nüdür; ancak onlara egemen olan ruh İslam uygarlığının ru
hudur. Türk ulusunun zihin habitus'unu meydana getiren bu
uygarlıktır. Toplumda geleneklerin sürdürdüğü bu zihniyet,
devrimin savunduğu ilkelerin ve kurduğu kurumların aracılı
ğı ile yerleştirmek istediği ve çoğu zaman -yeni kurumların
var oluş_una aldanılarak- yerleştiği sanılan dünya görüşüne ve
zihin yapısına taban tabana karşıttır.
89
Bazen bir kelime insanı hiç beklenmedik bir ruh duru
muna, içinde kök salmış olduğunu hiç bilmediği bir ahlak dü
zenine, bir manevi evrene sürüklemeye yetebilmektedir. Bu ke
limelerden biri, dinsel anlamı akla gelmeden sık sık kullanı
lan inşallah'tır. Konuşma dilinde bir öneriyi, bir çağrıyı kabul
etme anlamında kullanılıyorsa da; vazgeçme, isteksizlik, ih
mal, sözünden dönme durumlarında kelimenin asıl anlamına
başvurulmakta, söz verilmediği, işin Tanrı 'ya bırakıldığı ile
ri sürülmekte, böylece suçlu kendisini aklamaktadır.
Aynı biçimde, güç bir durumda, olaylan değerlendirip
kendi başımıza karar verme zorunluluğu karşısında kaldığı
mız zaman -benzer koşullarda başkalarının ağzından çokça
duyduğumuz için- dilimizin ucuna gelen bir deyim: Yarın Al
lah kerim, bilmeden duygularımıza bambaşka bir yön verir,
irademizi zayıflatır, davamız uğrunda savaşım verme azmimi
zi kırarak bizi tevekküle boyun eğmeye zorlar.
Sonuçta, tarihsel ve düşünsel temellerinden yoksun, ah
lak dışı bir akılcılığın egemen olduğu okullarda yetişen tek
nikerin, mühendisin, avukatın, yöneticinin, hekimin, aydının
-bugünkü eğitimin boş yere yıkmaya uğraştığı- eski yazgıcı
yaşam görüşünün pençesine yeniden düştüklerine tanık olun
maktadır. Bu yüzden, devrimin benimsediği ilkelere ve kur
duğu çağdaş kurumlara rağmen, hareket noktasında yerinde
sayan Türk toplumunun manevi evreninde göze çarpan bir ge
lişme gözlenememektedir.
. Bu durumda Kuran'ı tek kelimesinin anlaşılmasına ge
rek duyulmadan ezberletmek amacından başka amaç gütme
yen Kuran kurslarının yan resmi etkinliği ile, Milli Eğitim Ba
kanlığı 'nca meslek adamı yetiştirme amacı ile kurulmuşlar
ken din okulu niteliği�i açığa vurmakta gecikmeyen İmam-
90
Hatip okullarının gösterdiği gelişme karşısında devrim adına
kaygılanmamak olanaksızdır. Çünkü çağdaş olma savında bu
lunan bir toplumda varlığı hiç bir suretle açıklanamayacak
olan Kuran kursları ile birkaç modern bilim dalına yer veril
mekle dogmatik ruhu yok edilemeyen İmam-Hatip okulları
nın etkinliği, eski düşüncenin genç kuşaklara yeniden bilinç
li ve sistemli biçimde aktarıldığının çürütülmez kanıtıdır.
91
için toplumun belli bir zihin ve ahlak biçimlenimine sahip ol
ması gerekir. Ancak, topluma bu istenilen zihin biçimlenme
sini verecek eğitim sistemini kabul ettirebilmek için, toplumun
laiklik kavramına değilse de, gerçekten özgür bir düşünce dü
zeyine erişmiş olması gerekir.
Görüldüğü gibi, ortada bir kısır döngü vardır. İslam evre
nini hareketsizliğe mahkfım eden manevi zincirlerin kopması
isteniyorsa, bu kısır döngünün parçalanması zorunludur. Or
tadoğu evreninde laiklik bilincinin oluşturulması sorununun bu
bölge toplumlarının geleceği için ne kadar büyük yaşamsal bir
önem taşıdığının anlaşılması için, örneğin bir katolik din ada
mının, belli dogmalara bağlılığı bir yana bırakılırsa, sahip ol
duğu dünya görüşünün ve davranışlarının Batılı olmayan halk
yığınlarının ve Batılı olmayan aydınların çoğunun dünya gö
rüşü ve davranışlarına oranla, çok daha humanist bir zihin ya
pısının ürünü olduğu göz önünde tutulmalıdır.
Devrimin en önemli ilkelerinden biri, din sorunları ile din
duygularının siyasal etkinlik alanının dışında tutulmasını buyu
rur; bu buyruğa genellikle uyulmaktadır (*). Ancak anayasada
yer aldığı halde, laiklik ilkesi -yalnızca bir ilke olarak kaldık
ça- ne halk yığınlarında ne de, hatta aydın çevrelerde laiklik bi
lincini uyandıramaz. Laiklik ilkesinin ilan edilmesi olsa olsa bu
bilincin uyanması ve yayılması yolunda çaba gösterceklere ge
rekli özgürlüğü sağlar; bu çabanın en çok öğretim ve eğitim ala
nında gösterilmesine gerek olduğu kuşkusuzdur.
Bugünkü durumda laik bilincin ne toplumsal ilişkiler, ne
fikir, ne de -Türk akılcılığının kalesi olan- bilim alanında eğe
menlik kuramadığı kesinlikle belirtilmelidir. Hele laik bilin-
92
cin bireyin yaşamına yön veren kararlarına ve davranışlarına
egemen olduğunu savun!Jlak büsbütün olanak dışıdır.
Atatürk devriminin çeşitli yorumları ve bu yorumlara uy
gun olarak ülkede beliren çeşitli akımlar gözden geçirilirse,
toplumda laiklik bilincinin yokluğunun, ülkenin kültür yaşa
mını ve dolayısıyla yazgısını ne denli olumsuz biçimde etki
lediği yeterince ortaya çıkar. Yalnız bu akımların hiçbir zaman
ideolojik bir sistem oluşturmadıkları -bulundukları fikir dü
zeyi anımsanırsa, oluşturamayacakları açık olduğu- belirtilme
lidir; ancak böyle olmakla beraber, bu akımların toplumun ma
nevi yaşamını ve genel gidişini derin bir biçimde etkilediği de
bir gerçektir.
Bu akımları ana çizgileri ile belirtmek yetecektir; çünkü
-aslında derince bir irdelemeye dayanamadıkları için- ayrın
tılı bir inceleme konusu edilmelerine gerek olmadığı gibi, -
duygu ve öznel kanı düzeyinin ötesine geçemeyen- temsilci
leri ve bu konuda yapılan -içerik bakımından son derece yok
sul- yayınlar üzerinde durmayı gerektirecek bir neden de yok
tur. Birer ideoloji oluşturma olanaksızlığı karşısında, bütün bu
akımlar eylemciliğe dönüşme eğilimini göstermektedirler.
Söz konusu edilen ödünlü uzlaşma durumunun doğma
sına neden olan yorum başta gelmektedir; bu yorum devrimin
resmi diyebileceğimiz, daha doğrusu devletin kabul eder gö
ründüğü yorumdur. Buna göre, Atatürk devrimi ülkenin top
lumsal ve siyasal bünyesinde derin, büyük bir değişiklik ey
lemidir; amacı, ülkenin Avrupa uygarlığına ayak uydurması
nı sağlamaktır. Ancak, bizzat bu görüşün temsilcileri uygar
lık, kültür, etik değerler, ideoloj i gibi kavramlara gerçekten nü
fuz edemedikleri için, devrimin bu birinci yorumu açık değil
dir ve Avrupa uygarlığından ne anlaşıldığı ortaya konulama-
93
maktadır. Bu uygarlığın manevi cephesinin Hıristiyanlık, mad
di cephesinin ise bilim ve teknik olduğu kabul edildiğine gö
re (hiçbir tarihsel veriye dayanmayan bu yanlış kanıyı yayan
ların başında Batılı aydınlar ve bilginler gelmektedir), -saç
malığı oranında büyük bir kolaylıkla benimsenen bu sava uy
gun olarak- (75) Müslüman bir topluluğun Batı uygarlığının
manevi cephesini reddedip, maddi cephesini benimsemesin
den daha doğal bir davranış düşünülemez.
Türk ya da Batılı, böyle düşünenler Avrupa'yı Avrupa ya
pan toplumsal ve ahlaksal değerlerin insancıl ve akılcı ilkele
re dayandığını ve bu ilkelerin kaynağının Yunan- Roma evre
ninde aranması gerektiğini bilmemekte ya da unutmaktadır
lar. Doğu kaynaklı Hıristiyan dinini güçlü ve olumlu etkisi al
tına alan işte bu değerler sistemidir. Bu gerçeği göz önünde
tutanlar, klasik çağın büyük insanlarının naturaliter christiani
(doğuştan Hıristiyan) değil, tam tersine büyük kilise düşünür
lerinin historice gentiles (tarihsel açıdan pagan) olduklarını ka
bul etmek zorundadırlar (76).
Atatürk devrimini bu biçimde yorumlayanlar, İsviçre va
tandaşlık yasasının şeriatın yerine konmasını, artık kimsenin
tartışma konusu edemeyeceği, karşı çıkamayacağı, kuramsal
hiç bir doğrulamaya gereksinim göstermeyen bir olup bitti san
maktadırlar (77). Bunlar, yeni kuşakların -teknik bilgilerden
aldıkları güçle- eski skolastik zihniyeti alt edeceğine inan
maktadırlar.
Bu birinci yorum, genellikle ve bu arada Gibb tarafından
yapılan sınıflandırmaya göre (78), secularists kesiminin Batı
evrenine karşı takındıkları olumlu tutuma uygun düşmekte
dir.
Öte yandan, sözcülerine, Gibb'in sınıflandırmasına gö-
94
re, modernists diyebileceğimiz (79) ikinci bir yorum, Ata
türk'ün eylemini bir ihtilal olarak değil de, yalnızca bir ıslahat
hareketi, maddi alanın dışına taşmaması gereken büyük bir ye
nilik ve kalkınma hareketi olarak görmek isteyen ve bunda di
renen yorumdur. Böyle düşünenlere göre, 1 9 1 9 yılında başla
yan devrim, geleneksel İslam uygarlığının saptadığı sınırlar
içinde tutulması gereken yenilikçi bir harekettir; amacı da, top
lumun maddi koşullarını daha elverişli duruma getirmektir.
Bunlar da devrimciler arasında yer alırlar: Atatürk'e duyduk
ları sevgi ve hayranlığın nedeni, onu bilim ve tekniğin sağlam
desteğini sağlamakla İslam evrenini yok olmaktan kurtarmış
olan bir dahi olarak görmeleridir. Doğal olarak devrimin ba
zı yanlarını eleştirmekte, özellikle laiklik ilkesine karşı çık
maktadırlar. Ancak, laikliğe ceplie almakla, modern vatandaş
lık yasasını kaldırıp eski İslam hukukuna dönülmesi gerekti
ğini savunup savunmadıklarinı kendileri de kesin olarak bil
memektedirler (80).
Yeni kuşaklara verilen ve ağırlık merkezi teknik bilgiler
den oluşan öğretimin yetersizliğini haklı olarak gözledikleri
için okullarda din esaslarına dayanan bir ahlak öğretimine y
er verilmesini istemektedirler. Yalnızca teknik bilgilere önem
veren bir eğitimin eksiklikleri fazlasıyla belirgin olduğu için,
çok partili rejime geçildiği tarihten beri resmi çevreler de dev
rimin bu ikinci yorumunu yeğler görünmektedir (*).
Bunun en açık kanıtları, o yıllarda din tlerslerinin önce
yalnızca ilkokullara, daha sonra orta dereceli okullara da so
kulması, Ankara Üniversitesi'nde bir İlahiyat Fakültesi'nin ku
rulması, imam ve hatip yetiştirmek üzere orta dereceli okul-
95
ların açılması, arkadan yüksek ilahiyat enstitülerinin kurulma
sına gidilmesidir.
Bu yorumun yanlıları eski zihniyetle günlük yaşamın ger
çekleri arasındaki çelişkiyi böylesine zorlamalı bir bağdaştır
ma ile çözümlemek arzusundadırlar.
Üçüncü yorumu benimseyenler, Atatürk'ü, orduları sevk
ve idare etmekte usta, rakiplerini ortadan kaldırmakta daha da
usta bir general olarak görürler. Onların gözünde Atatürk kut
sala hiç saygısı olmayan, son derece hırslı, Kurtuluş Sava
şı 'nın kendisine sağladığı saygınlıktan iktidarı ele geçirmek
için yararlanmış bir insandır. Bu yoruma göre, Atatürk'ün ba
şardığı ihtilal eski Osmanlı toplumunun dayanağını oluşturan
İslamlık ilkesini ortadan kaldırmayı amaçlayan bir eylemdir.
Üçüncü akımı benimseyenler geleneksel zihin yapısı ile dev
rimin bu zihniyete uymayan ilkeleri arasındaki çatışmanın çö
zümünü devrimin reddinde görmektedirler. Ülkede uyanan, fa
kat skolastik zihniyetin ortaya koyduğu eski değerler sistemi
içinde doğrulanmalarına olanak bulunmayan yeni yaşam ge
reksinimlerini ve yeni hevesleri bile ret ederek, hareket nok
tasına dönmek azmindedirler. Karmakarışık duygularını dü
şünce haline getirip ifade edemeyen bu insanların bir içgüdü
dürtüsü ile kendi içlerine kapanışını doğru yorumlamak güç
tür; ancak öyle anlaşılıyor ki onlar Batı 'nın bilimini ve tekni
ğini bile elde etmek istemiyorlar; onlar ancak Batı bilim ve
tekniğinin hazır ürünlerini kabule yanaşıyorlar.
Davranışları Gibb' in conservatives (8 1 ) dediği kimsele
rin davranışına uyuyor. Ancak, yanlısı oldukları düzen bugün
artık Türkiye'de var olmadığı için öbür İslam ülkelerinde co
servative -tutucu- olanlar burada birer "gerici" kimliği kaza-
96
nıyorlar. Çünkü devrimin kurduğu düzeni tanımayarak, eski
ye, geriye dönmek kararındadırlar. Bu nedenle bu akımın bir
adı da devrim düşmanlığıdır.
Bu üç yorumdan hiçbirinin Atatürk' ün kişiliği, düşünce
leri ve eseri üzerinde, ana çizgileri ile de olsa, yapılmış yön
temli bir incelemenin ürünü olmadığını söylemeye gerek yok
tur. Gerçek birer yorumdan çok, devrimin başardığı eser kar-
- şısında toplumun gösterdiği çeşitli tepkiler söz konusudur.
Üçüncü akımın ülkeyi nereye götürmek istediği, Türk
toplumunun geleceği için ne kadar büyük bir tehlike oluştur
duğu apaçık ortada olduğu halde, öbür iki akımın kendi ama
cına erişmekteki yetersizliği gözden kaçmaktadır; kendileri
ne devrimin savunucusu diyenlerin ülkeyi nasıl yavaş yavaş
geriye ittiklerini, devrim düşmanlarının arzuladığı noktaya
döndürdüklerini görebilen yoktur.
Gerçekten, yüzyıllardır .kökleştirdiği zihniyetle, devrim
kurumları sayesinde yaratılan yeni yaşam koşulları arasında
ki savaşımda, eski dogmatik değerler sisteminin karşısına yal
nızca teknik bilgiler kondukça, skolastik eğitimden geçmiş in
sanın -ya da, son zamanlarda, İmam-Hatip okulu mezununun
karşısına teknik bilgileri sağlam, ancak manevi ve düşünsel
yaşamı olmayan, yani ahlak yönünden oluşmamış meıılek ada
mı çıkarıldıkça, devrim ruhunun geleneklerin gücünü alt et
mesi beklenemez. Ortada duran apaçık bir gerçek olmakla be
raber, bu durum ne Türkiye'de ne de Batı'da gereğince anla
şılıp değerlendirilememektedir.
Öte yandan uzunca bir süreden beri ikinci yorumun bi
rinci yorumun yerine geçmiş olması ve toplum yaşamında
gün geçtikçe etkisini arttırması, hatta üçüncü yorumun baskı-
97
sını gitgide daha çok duyuran bir güç kazanması, ülkenin ye
ni yönelişinin önemli birer belirtisidir. (*)
Eski zihniyetin toplumu hangi ilkel koşullar altında ya
şamaya mahkfun ettiğinin, maddi ve düşsel yoksulluğunun ne
düzeye vardığının ve genel durumunun ne kadar onur kıncı
olduğunun bilinmemesi bir yandan; bir yandan da okulda edi
nilen bilgilerin toplumun manevi sorunlarını çözümlemede ye
tersiz kalması, yeni kuşakların bir süreden beri eski ahlak an
layışına yeniden değer vermeye eğilim göstermelerine neden
olmaktadır.
7- Üç yorumun yetersizliği
98
den ve. tekniğinden yararlanmasını arzu edenler başa geçsin
bu iki yorumdan hangisi ağır basarsa bassın, durumun değiş
meyeceği ve Atatürk'ün kişiliği ile eserinin, gecenin karanlı
ğını bir an için aydınlattıktan sonra akıp giden bir yıldız gibi,
tarihte hiçbir iz bırakmayacağı meydandadır.
Bu bakımdan -devrimin etkisi dışında kalan ve özgün bir
yan göstermeden, öbür İslam ülkelerinde gözlenen akımları
yakından izledikleri anlaşılan- bu iki akımın fikir tarihinde bir
yeri olmayacağı sonucu çıkarılmalıdır. Bu durumda, yetersiz
liğine rağmen, birinci akımı yeğlemekten; Türk toplumunun
devrim yolunda yürümeyi sürdüreceği ve günün birinde insan
lığın manevi evrimine katılarak kendine düşeni yapacağı umu
dunu, bu yorumu benimseyenlerin düşüncesine bağlamaktan
başka çare kalmadığı izlenimi uyandırmaktadır.
Gerçekten, onlar hiç olmazsa toplumun eski zihniyetini,
eski toplumsal ve siyasal düzenini ve eski ahlak anlayışını
reddetmek gerektiği savındadırlar. Ne var ki onlar, kendileri
ni başarıya götürecek yolu seçmekte yanılgıya düşüyorlar. Bu
gün Avrupa'da klasik eğitim yanlıları ile modemist eğitim
yanlıları arasında başlayan (ve bu sonuncuların kesin yengisi
ile sonuçlanan) çetin savaşım da onların bu konudaki yanlış
görüşüne güç kazandırmakta, bu görüşün yaygın hale gelme
sine yardımcı olmaktadır. Onlara göre, doğa ve matematik bi
limlerine dayanan bir eğitim, Arap ve Fars dilleri ile Kuran'a
dayanan eğitimin yerini başarı ile tutabilecektir.
Aldıkları Batı eğitimi, yüzeysel olmakla beraber, onların
-büyüklüğünü kavramaktan çok sezdikleri- Atatürk' e duygu
sal yoldan bağlanmalarını sağlamaya yetmektedir. Devrim
eserlerinin muhasebesine girişilmiş olduğu bir dönemde, on
ların davranışında hiçbir endişe belirtisi görülmüyorsa, bunun
99
nedeni Türk devriminin özünü hiçbir zaman gerçekten anla
mamış olmalarında ve -skolastik ruhla hümanist ruhun arasın
daki şiddetli ve uyuşmaz çatışmaya sahne olan- fikir düzeyi
ne hiçbir zaman yükselmemiş olmalarında aramak gerekir.
Dinginlik içinde oldukları söylenemezse de, çevrelerinde oiup
biten olaylan değerlendiremeyenlerin saf iyimserliğine sahip
tirler. Yayıcısı oldukları fikirler, devrim ilkelerinin ve kurum
larının dokunulmazlığını -ülkenin geleceği üzerine bilinçli bir
kanıya sahip oldukları için değil de gerçeği sezdikleri için da
hi olsa- savunmaya hazır olanların zihnini karıştırdığı ve yan
lış yollara götürdüğü için daha da zararlıdırlar.
Batı eğilimli bu aydınların savlarını kanıtlamak için baş
vurdukları tutamaklar, Avrupa düşüncesinden almadır. Bun
lar Batı' nın tarih ve kültür deneyiminden çıkarıldıkları için Ba
tı ' nın gerçekleri ile tam bir uyum içindedirler. Böyle olduğu
için de o tutamakların oluşmasını sağlayan tarihsel sürece yüz
yıllar boyunca yabancı kalmış olan bir çevreye uygulanmak
istendikleri zaman, birtakım gerçeklerin çarpıldığına ve ger
çeklik niteliğini yitirdiğine insanları inandırmak olanaksız de
ğilse de, çok zor olmaktadır.
Aynca günün özel koşullan altında, Batıcıların düşünce
lerinin her türlü savaşımdan kaçınan, zamanın ve ilintilik olay
ların meydana getirdiği her çeşit duruma teslimiyetle katlan
maya hazır olan Doğu ruhuna tümüyle uygun düştüğü de be
lirtilmelidir. Bu da, devrime en candan bağlı olanların bile as
lında Doğu ruhundan kurtulamadıklarının çürütülmez kanıtı
dır.
Bu aydınların kanısına göre:
1 ) Yoğun yaratıcılık ve güçlü etkinlik dönemlerini bir
durgunluk ve gerçekleştirilenlerin üzerine eğilip değerlendir-
100
me döneminin izlemesi olağan ve doğaldır; çünkü onlarca, her
ihtilalden sonra, denizlerin gel git hareketindeki git dönemi
gibi bir dönem gözlenmektedir (82);
2) Devrim yıllarında aşın gidilmiş olması olağan ve do
ğaldır;
3) Bu aşırılıkların gözden geçirilmesinde ve gerektiğin
de, ayıklanmasında özellikle gerici güçlerin etkili olması ola
ğan ve doğaldır;
4) Belli bir zamanın geçmesine izin verildiğinde, birçok
güçlüklerin kendiliğinden çözüm yoluna girmesi olağan ve do
ğaldır; çünkü ruhların yeni çağa uymaları ve ülkenin modern
leşmesi zaman istemektedir; ancak bu sağlandı mı, eskiye
dönme hevesleri ve geçmiş zamana duyulan boş özlem yok
olmaya mahkumdurlar;
5) Devrimci güçlerle gelenekçi guçler arasındaki savaşı
mın sürmesi karşısında, akla uygun bir orta yolun izlenmesi
olağan ve doğaldır.
İnsanda, olayların ölümcül akışına karşı koyma azmini
söndürmeye elverişli olan böylesine fikir yürütmelerden ken
dilerine göre çıkardıkları sonuç da çok ilginçtir; madem ki i
ki ucu temsil eden bu akımların hiçbirinin başarı sağlaması
söz konusu değildir ve madem ki bir orta yol tutma zorunlu
luğu vardır, o halde daha şimdiden bu yolu izlemekten daha
akıllıca bir davranış olamaz. Bu orta yolu izlemenin büyük bir
yaran da, insana kimsenin tepkisini uyandırmadan yaşamak,
üstelik ölçülü gibi görünen bu davranışla bilgelik aşamasına
erişmek, olanağını sağlamasıdır.
Çıkarılmak istenen sonucun ne kadar yanlış olduğu mey
dandadir; nitekim iki uçtan biri adına harekete geçen güçler -
bu durumda devrimci güçler- savaşımdan vazgeçecek olursa ve
101
gelecekte toplumun tutacağı hesaplanan orta yoklan yürümeyi
daha akıllıca bulacak olursa, bu iki karşıt gücün, devrimci güç
le gerici gücün, ortalamasının elde edilemeyeceği açıktır.
Bu ortalamanın yerine, söz konusu orta yolla gerici güç
lerin izlediği yol arasında kalan yeni bir orta yol elde edilece
ği; hiç hesapta olmayan bu yolun, devrimcilerin öngördükle
ri orta yola oranla, gericilerin amaçladıkları yöne çok daha ya
kın bir yönde olacağı besbellidir. Tartışılması bile gereksiz
olan bu yanlış sonuç bir yana, böyle düşünenlerce, kendi edil
gin davranışlarını mazur göstermek için başvurulan -ve ger
çekte devrim yanlılarının tarihin kendilerine yüklediği göre
vi yerine getirecek çapta olmadıklarını kanıtlamakla kalan- bu
tür tutamak ve fikir yürütmelerin yalnızca Batı evreni içinde
-yani zihin ve ahlak biçimlemeleri belli bir değerler sistemi
ne dayanan toplumlar için- geçerli olduğu aynca belirtilmeli
dir. Bu öyle bir değerler sistemidir ki toplumun manevi, top
lumsal ve siyasal düzeninin temeli olmakla kalmayıp, her ev
rimi, her değişimi, her ihtilal hareketini de yeti halinde kendi
içinde taşır. Bunun için ihtilalcilerle gelenekçilerin ihtilal, kar
şı ihtilal, fikir düzeyi ve olaylar düzeyi anlayışları �irbirinden
farklı değildir; olmadığı için de bu iki karşıt güç arasında bir
diyalog kurma olanağı her zaman vardır.
Fakat, Batılı olmayan bir topluma aktanldıklan zaman,
bu aynı tutamaklann, toplumla hiçbir ortak yanı olmayan bir
evrenden ödünç alınmış birtakım görüşler olduğu ve ilişkisiz
durum ve olaylara kabaca uydurulmak istendiği görülür. Baş
ka türlü olması da beklenemez, çünkü Doğu evreni öyle bir
evrendir ki orada başarılan ihtilal ilk erek olarak yeni bir dü
zen kurmayı saptayacağı yerde, her şeyden önce topluma ih
tilalin ne olduğunu anlama ve onu değerlendirme olanağını ve
recek değerler sistemini benimsetmek zorundadır.
1 02
Ödünç alınan bu tutamaklarla ilgili olarak şu noktaların
belirtilmesi yararlı olacaktır:
1 ) Atatürk devrimi kendine özgü bir karakter taşır; bir te
mel ihtilaldir, çünkü amacı bir ulusun belli bir düzenden baş
ka bir düzene geçmesi ya da bir toplumsal sınıfın başka bir
toplumsal sınıfa haklarını tanıtması değil, bir toplumun tümüy
le bir uygarlıktan başka bir uygarlığa akt�rılmasıdır. Bu ihti
lal toplumun siyasal ya da toplumsal kurumlarını yıkıp yeni
lerini kurmakla yetinmeyip, toplumun düşünsel değerlerini
ele aldığı için ideal ihtilal (fikir ve zihin ihtilali) de diyebili
riz. O halde Atatürk devrimi, geçmişin ve bugünün bütün ih
tilallerinden öz bakımından farklı, kendine özgü bir ihtilaldir.
Çünkü Atatürk devrimi ülkede yeni bir düşünsel, ahlaksal ve
estetik değerler sistemini yerleştirmeyi amaçlamıştır. Bu sis
tem benimsenmedikçe, bizzat ihtilalin özünü anlamak, hatta
böyle bir sorunu ortaya atınak, eleştirisini yapmak olanağı ol
madığı gibi "durumu gözden geçirme dönemi" diye adlandı
rılan bu dönemde gericilik akımının derinliğini ve etkisini de
ğerlendirme olanağı da yoktur.
Atatürk ihtilalinin bu özelliğinden zorunlu olarak şöyle
bir sonuç çıkmaktadır; Muhasebe dönemi; devrimin ortaya
koyduğu eserlerin bir bölümünün kaldırılması ile -yani (çok
uzak bir olasılık olmakla beraber) sözü edilen orta yolda ka
rar kılınması ile- kapanacak olursa -bunun Türk devrimini an
lama ve amacını kavrama olanağını veren ilke ve değerlerin
yıkıntıya uğraması demek olacağı için- Türktoplumunun ye
ni baştan hareket noktasına dönmesi ve devrimin ortaya koy
duğu eserlerle birlikte yok olması önlenemeyecektir.
2) Atatürk devriminin belirtmeye değer başka bir özelli
ği her türlü aşırılıktan sakınmış olmasıdır. Baş savunucusu ol-
1 03
duğu dil ve tarih kuramları bile, bilimsel sonuçlara varmayı
erek edinmekten çok, Türklerde yeni bir ulusçuluk bilinci
uyandırmak amacı ile ortaya atılmıştır. Bu iki alanda göze
çarpan ciddiye alınmayacak davranışlar ve yayınların başlıca
nedeni ülkenin o dönemde gerçek bir dil ve tarih eğitimi gör
müş uzmanlardan yoksun oluşudur. Atatürk'ün askeri ve si
yasal -toplumsal- ekonomik aşamalardan sonra üçüncü aşa
maya, yeni ve tümÜyle Türk olacak bir sistemi kurma olana
ğını vereceğini sezdiği ideolojik aşamaya geçme arzusunun et
ken olduğundan kuşku duyulamaz.
Devrimin her türlü aşırılıktan uzak kalmayı başarmış ol
masının nedenini, Atatürk'ün dürüst ve dengeli kişiliğinde, bir
de onun Türk ulusunun dile getirilmemiş büyük emellerini
hayran olunacak bir biçimde bulgulamış ve değerlendirmiş ol
masında aramak gerekir. Toplumun en somut gereksinmele
rinden kaynaklanan bu emeller, yüı:firlükte olan dinsel kural
lara rağmen, daha doğrusu onlara ters düştükleri fark edilme
den, gönüllerde yer etmiş ve devrimin başarılmasında Ata
türk'ün dayandığı temeli oluşturmuştur. Atatürk'ün gerçekleş
tirdiği dönüşüm atılımlarının ulusça olumlu karşılanması an
cak bu saklı emellerin varlığı ile açıklanabilir. Esasen Ata
türk 'ün örf ve adetlerle halkın zevkleri konusunda aşın şiddet
gösterilmesini hiçbir zaman doğru bulmamış olduğu da belir
tilmelidir. Atatürk hukuk ve kurumlar alanında yapılan atılım
ların çok daha önemli olan manevi alanda yenilenmeye yol
açacağını ummuştur. Bu ilkeye uyarak, kadınların giyimi ile
tek sesli müzik konularında büyük bir duyarlıkla hareket et
miştir: Bu iki alanda değişimin daha sonra, doğal bir evrim
sonucunda gerçekleşeceğini ümit ettiği kuşkusuzdur.
Din konusunda alınan ve -kötü niyet, çıkar ya da bilgisiz-
1 04
lik yüzünden- birçokları tarafından aşın şiddette görülen ön
lemlere gelince, bunların hiçbir zaman -ne yasa yapıcısının ni
yetinde ne de uygulamada- dine karşı yöneltilmiş olmadıkla
rını kesinlikle belirtmek gerekir. Gerçekten Türkiye'de ibadet
özgürlüğüne saygıda hiçbir suretle kusur edilmemiş, halk yı
ğınları ibadetlerini serbestçe yapmışlardır. Bu önlemlerin tek
amacı şeriat düzenine dönüşü engellemekti. Güdülen amaç ku
rumların, toplumsal ve siyasal yaşamın özgürlük düzenine ka
vuşması ve sanat, fikir, söz ve vicdan özgürlüklerinin kurul
masıydı. Sorun, özgürlüğe kavuşmak sorunu olduğu zaman bir
orta yol söz konusu olamaz; özgürlük ya vardır, ya da hiç yok
tur. Dün d� bugün de sorun aynıdır: ya Türkiye'de Aristoteles'i
modern filoloji biliminin gereklerine göre yorumlama olana
ğı tanınmalıdır (bunun sonucunda da onu, Yunan düşüncesi
nin evrimci sürecinde, kendisinden önceki felsefenin varış nok
tası, kendisinden sonraki felsefenin de hareket noktası olarak
görme düzeyine çıkılmalıdır) ya da Yunan düşünürü (felsefe
tarihinin öncüsü olan Aristoteles!) Hıristiyan ve İslam ortaça
ğı evreninin yetkin ve çürütülmez auctoritas'ı olarak saygınlı
ğını sürdürmelidir. Toplum yaşamı ya Batı'nın hümanist, do
layısıyla laik, ilkelerinden esinlenen bir düzene sokulmalı, ya
da dinsel kurallar uyarınca yönetilmelidir. Bir orta yol söz ko
nusu değildir. İşte denebilir ki Türk aydınlan ve yabancılar bu
özelliğin hiçbir zaman farkına varmamışlardır; onlar Atatürk
devriminin, ana sorunun çözümlenmesinde, yani toplumun si
yasal, toplumsal ve manevi özgürlüğü konusunda doğal ola
rak, özünün gereği olarak radikal davranmak zorunda olduğu
nu anlamamışlardır. Gerçekten, devrim radikal bir ihtilaldir,
toplumun tümünü ve bütün yönleri ile kavrayan bir ihtilaldir.
Aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, bugün bile bu il-
105
kelerden ödün vermezlikten vazgeçilecek olursa, devrim tü
müyle yok olabilir. Nitekim, zaman zaman verilen ödünler yü
zünden, devrim bugün hala tehlikededir. Tehlikenin sürmesi
aşırı gelenekçilerin amacı olabilir, ama devrime bağlılıklarını
ilan eden aydınların bundan elem duymaları gerekir.
3) Tek partili rejim düzeninde, devrim ruhunun ülkede
kök salmasına olanak vermek amacı ile siyasal etkinlikten bi
le bile uzak tutulmuş olan gelenekçi güçlerin, birer aşırılık ola
rak gösterilen atılımlara karşı başlatılan tepkide önemli bir rol
oynadıkları, toplumsal ve siyasal yaşamı belirgin biçimde et
kiledikleri bir gerçektir. Ancak birinci yorumu benimseyen
ler yeni ruhun ve yeni zihniyetin yeterince yer etmediğini gö
rüp endişelenmelidirler; çünkü gelenekçi güçler aslında var ol
mayan aşırılıklara karşı savaşım verdikleri bahanesini ileri
sürmek gereksinimini dahi duymadan devrimin ilkelerine ve
kurumlarına açıkça meydan okumakta ve devrimi temellerin
den sarsmaktadırlar.
Daha dikkatli bir gözlem davanın aşırılıkların önlenme
si davası olmadığını, devrimin tümüyle tehdit altında olduğu
gerçeğini kolayca meydana çıkaracaktır. Devrimtn tehlikede
olmasının nedeni ise Kurtuluş Savaşı'nı yapmış olan kuşağın
beslediği devrimci duyguların öğreti düzeyine bir türlü geçi
rilememesidir, toplumun bu konudaki fikir yetersizliğidir.
4) Bir toplumun manevi ve maddi evrimi ile her şeyi ol
gunluğa eriştiren zamanın beraber ilerledikleri bir gerçektir;
fakat yüzyıllarca uygarlıkların en durgununa boyun eğmiş
olan ve fikir ve tarih bakımlarından insanlığın büyük evrim
sürecine sürekli olarak yabancı kalmış olan bir ülkede bu ger
çeğin geçerli olduğunu ileri sürmekteki saçmalık aynca ka
nıtlamaya değmeyecek kadar belirgindir. Böyle düşünenlerin,
1 06
Batılı olmayan uygarlıkların, daha önce sözü edilen bir çeşit
iç yetkinliğe eriştiklerini, ancak yüzyıllar boyunca hiçbir ev
rimsel sürece girmediklerini göz önüne getirmeleri yetmeli
dir. Mısır uygarlığı bunun bir örneğidir.
Buna karşı çıkılabilir -gerçekten de sık sık karşı çıkılmak
t�, bunu yapanlar da yalnız Türk aydınları değildir-, denebi
lir ki, bugün büyük bunalımlara ve büyük sapmalara rağmen,
gelişmesini sürdüren bir uygarlık vardır: Bunun yalnızca ku
rumları ve -çağdaş Batı uygarlığının en karakteristik yanı ola
rak görülen- tekniği örnek alınsa, hareketsiz toplumlar hare
kete geçebilir ve ilerleme yolunda yol alabilirler. Gerçekten
de bir toplum özgürlük, demokrasi ve ilerleme kavramlarının
tanımını ezberlemekle o kavramların bilincine erişebilseydi,
böyle bir şeyin olması beklenebilirdi. Fakat gerçek durum çok
başkadır: Öyle olduğuna inanmak için, şu yarı Batılılaşmış ül
kelerin haline bir göz atmak yeterlidir. Onların durumu, insan
lığın manevi evrimi açİsından, Zelotların-olduğu kadar Hero
desçilerin düşüncelerinin de yararsız olduğunu ileri süren
Toynbee'ye hak verdirmektedir (83).
5) Son olarak, iki karşıt güç arasında zorunlu olarak bir
orta yolun bulunduğu hiç de doğru değildir. Herkesçe bilinen
fizik yasasına göre, bir kitlenin, uygulanan iki gücün yönle
rinin tam ortasına düşen bir yönde ilerleyebilmesi için, bu iki
gücün tanımlarından eşit olması gerekir. Oysa Batıcı güçler
gelenekçilerin manevi evreninin. karşısına yalnızca Batı'nın
tekniğini çıkarmakta ve hem ikisi arasında her türlü diyalog
olasılığını ortadan kaldırmakta, hem de -kolayca tahmin edi
leceği gibi- yenik düşmektedirler.
Devrimin ikinci yorumu bu iki karşıt güç arasındaki den
gesizliği daha belirgin hale getirmekte, hatta tehlike yarata-
107
cak bir düzeye çıkarmaktadır; çünkü bu yorum, devrimin ül
keye kazandırabileceği her şeyi kazandırdığına inandığı için,
şimdi artık devrim yıllarında ihtiyatsızca yıkılmalarına neden
olunan gelenekçi değerlerin yeniden kurulması gerektiği sa
vındadır. İlk amacı toplumun ahlak anlayışını ve eğitimini
dinsel temellere oturtmak ve 1slam topluluğunu özerk bir dü
zen içinde yeniden örgütlemek, böylece onun, eğitim ve k ül
tür alanlarında karşılaşılan birçok sorunların çözümüne kat
kıda bulunmasını sağlamaktır.
Bu talep laiklik ilkesine dayandırılmaktadır; gerçekten la
iklik vicdan özgürlüğü, dolayısıyla özerk topluluklar biçimin
de örgütlenme özgürlüğüdür. Ancak devrimin en sadık yanlı
ları bile bir gerçeği görememektedirler; toplum içinde laik
ruhla dinin gerekleri arasındaki dengeyi koruyabilmek için ya
-laiklik gibi- (84) dini de yalınç bir formüle indirgemek ve ör
neğin din Tanrıya ve peygamberlerine bağlılıktır demekle ye
tinmek gerekir, ya da laik düşüncenin de din duygusu gibi top
lumun ruhunun dışında yaşayamayacağı ve onun da toplumun
ruhunda kök salabilmek için dininki kadar geniş ve karmaşık
bir örgütlenmeyi gereksediği kabul edilmek gerekir (85). Baş
ka bir deyişle, dinsel düşüncenin örgütlenmesi karşısında den
geyi koruyabilmek için laiklik ilkesini toplumda yerleştirme
nin bütün yollarını aramanın ve bu yolda ısrarla çaba göster
menin zorunlu olduğu kesinlikle kabul edilmelidir.
Fakat bu noktada devrimci aydınların kararsız ve edilgin
tutumunun çürütülmesi konusunun ötesine geçilmiş oluyor.
Böylece 1ıçık olarak belirmektedir ki, ilk yorum yanlıla
rının düşüncesi dahi -incelenmeye değer bulabileceğimiz tek
düşünce olduğu halde- tutarsız içerikli ve etkisiz bir düşünce
dir. Bu düşünce Türk toplumunun bundan sonraki gelişimi açı-
1 08
sından değil, Atatürk'ün getirdiği ilkelerin korunması bakı
mından dahi yetersizdir. Bu durumda devrimin yeni bir yoru
mu zorunluluk kazanmaktadır.
1 09
ka bir dünyaya geçişin başarıldığına kendini inandırmak için
dış görünümünde bile ihtilal yapan, alfabe, giysi değiştiren;
yeni bir yaşama tarzına giren bir ulus böyle bir ulus ilk iş ola
rak, doğal ve mantıksal olarak, devrimin yakın zamanlarda
Türkiye 'ye soktuğu toplumsal, siyasal ve kültürel kuruluşla
rın ruhunu -oluştukları yer ve çağda gelişmelerine yol açan ru
hu- benimsemeye çaba göstermek durumundadır.
Bunun sonucunda da, Türk toplumunun siyasal eğitim
alanında, Yunanistan'ın ve Roma'nın siyasal tarihini ve ku
rumlar tarihini -tarihsel gelenek yolu ile demokrasi kavramı
nın yerleşmiş bulunduğu- Batılı toplumlara oranla daha bü
yük bir istek ve coşku ile incelemesi beklenir. Aynı biçimde,
İsviçre vatandaşlık yasasının, bir kişinin iradesine boyun eğen
toplumlardaki edilgin zihniyetle uygulanması ve bu yasaya ay
nı zihniyetle uyulması istenmiyorsa, Roma hukuku üzerine
araştırmaların hız kazanacağı toplum, özellikle bu toplumdur.
Çünkü ulusal irade ile getirildikleri için, insan onuru duygu
sunu zedelemeyen hukuk ve adalet anlayışını toplumun ruhun
da kökleştirecek çalışmalar, bu çalışmalardır.
Aynca, klasik edebiyat, sanat ve düşünceye en büyük ge
reksinimi duyacak olan toplumlar, Batı edebiyatının türlerini
ilk kez benimseyen, büyük kalkınma çabalarında laik mimar
lığa ve şehircilik bilimine başvurmak zorunda olan ve betim
sel sanatlarla ilk kez özgürce ilgilenebilen toplumlardır.
Türk toplumu, daha sonra üzerinde duracağımız dörtlü
bir tanımadan yararlanarak, Batı'dan, ruhuna derinlemesine
nüfuz etmeye gerek görmeden, aldığı kurumlan ve ilkeleri ko
ruyabileceğine inanmakta direniyorsa; geleceği için ölümcül
sonuç verebilecek bu yanılgıyı sürdürüyorsa, bunun nedeni,
insanlığın yüzyıllar boyunca oluşturduğu evrimin ürünü olan
l 10
düşünsel ahlaksal ve estetik biçimlenmeden yoksun olmasın
da aranmalıdır. Öte yandan sözü edilen biçimlenmeyi verebi
lecek öğretim, eğitim ve kültür kurumlarının kurulmasına ola
nak sağlayacak tek etkenin devriminin bu dördüncü yorumu
olduğu belirtilmelidir.
Nihayet, dördüncü yorumun toplum üzerinde egemen
olabilmesi için, Atatürk'ün ölümünden beri Türkiye'nin dev
rimci atılımını köstekleyen bu bir çeşit kısır döngüyü kınp par
çalamak gerekir.
Gerçekten, bu kısır döngü parçalanmadıkça, Atatürk dev
riminin -Türk ve Batılı aydınların sandığı gibi- geniş kapsam
lı da olsa, yalnızca öir toplumsal ve siyasal yenilik hareketi
olmadığı, bunun çok ötesinde Ortaçağ düşüncesinin kültür bi
linci düzeyinde reddi ve akılcı, laik, hümanist düşüncenin ka
bulü olduğu anlayışına erişme olanağı yoktur.
Ret, yalnızca Ortaçağ zihniyetinin ve bu zihniyetin ürün
lerinin, yani toplumsal düzenin, teokratik rejimin reddi değil,
bu ruhun gelişmesine elverişli ortamı yaratan manevi evrenin,
yani fikirden yoksun edebiyatının, yaşamdan kaçak dekoratif
sanatının, yaşamdan usancı ve yazgıya boyun eğişi dile geti
ren müziğinin bir yana bırakılmasıdır. Devrim -İslam ülkele
rinde, eski ile yeni arasındaki çatışma, hemen hemen dinsel
ruhla yenilik ruhu arasında süregelen bir çatışmadan ibaret ol
duğu için- kısaca laik diye adlandırabileceğimiz düşüncenin
benimsenmesidir. Bundan başka, devrim laikliğin kaçınılmaz
sonuçlarının hepsinin kabulüdür. Bu sonuçlar ise, hiç de, sa
nıldığı gibi dinsel düşüncenin siyasal yaşama el atmasını ön
lemekten ibaret değildir.
Gerçekten bir devlette laikliğin güvence altına alınması,
toplumun laik bir zihin yapısına sahip olması ile sağlanabilir.
l ll
Oysa laikliği gerçekten benimseyen bir toplumda, dinsel
inançlar siyasal yaşama karışmamakla kalamaz; din düşünce
nin, bilimin, sanatın özgürce gelişmesini engelleyecek her tür
lü davranıştan kaçınmak zorundadır; aynca o, devlet adamı
nın, bilginin, aydının, herhangi bir vatandaşın kendi hareket
lerinin hesabını topluma dinsel ve dogmatik özde olan eski de
ğerler sistemine göre vermek zorunda kalmaması için, ya da,
buna zorlanırsa, kendini temize çıkaramama durumunda eski
zihniyete tehlikeli ve onarılması olanaksız ödünlerde bulun
masının önlenmesi bakımından, vatandaşla toplum arasında
ki ilişkileri etkilememek zorundadır.
Laik açıdan bakılınca, Atatürk devrimi Doğu'nun mistik
ya da dogmatik, ama her halde akılcı olmayan zihin yapısın
dan kaynaklanan değerler sisteminin reddi, akılcı ve insancı
temellere dayanan yeni bir değerler sisteminin kabulü olarak
ortaya çıkmaktadır. Bu yoruma göre, Atatürk devrimi, tarihe
geçen ihtilallerin en geniş kapsamlısı, en derine ineni, en ra
dikali (86) ve en hayranlık uyandıncısı olarak belirmektedir.
Atatürk dehaların en büyüğü; eseri, bir tek kişinin gerçekleş
tirebileceği eserlerin en yücesidir.
Devrim olaylarını oluştukları pragmatik alandan ve bu
gün anı olarak yaşadıkları duygu alanından çıkarıp, değerlen
dirilmelerinin yapılacağı fikir alanına yükseltecek olan, işte
bu akılcı ve insancı sistemdir. Türk toplumunu bu durumdan
kurtarıp, kuşkusuz daha elverişli ancak eskisi kadar durağan
bir duruma getirmeyi değil, ona sonu gelmeyecek bir evrimi
başlatacak ilk hareketi sağlamayı amaçlayan bir ihtilal yalnız
ca bu sistem içinde değerlendirilebilir. Çünkü evrim fikrinin,
sözü edilen değerler sistemine varlık kazandıran Batı düşün
cesinin dışında var olabileceğini düşünmek bile olanaksızdır.
1 12
Böylece, Türk toplumunun çözmek durumunda olduğu
kültür sorunu ana çizgileri ile ortaya çıkmış oluyor. Sorun şu
terimlerle dile getirilebilir: eski skolastik zihin yapısının üs
tesinden gelebilecek tek güç, hümanist kültürdür; bu kültürün
ülkemizde doğup gelişmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Çün
kü, öğretimde doğal ve matematik bilimlere geniş yer veren
bugünkü eğitim sistemi eski zihniyetin köklerini sökmeyi ba
şaramamıştır; onun bütün yapabildiği her biri el sürülmez bi
rer auctoritas olan ve İslam evrenini egemenlik altında tutan
ulemayı tahttan indirip yerine Larousse du XX. siecle'i geçir
mek olmuştur.
Türk toplumunun geleceği, laik düşünceyi ülkenin top
lumsal ve kültürel yaşamında egemen kılmaya bağlıdır: dev
rim ilkelerinin ve devrimci kurumların ülkemizde sürekli sağ
lam bir inanca altına alınabilmesi bu koşula bağlıdır. Toplumun
zihninde laik bilincin yer etmesi, devrimin aldığı yolun bugün
künden çok daha iyi bir biçimde aydınlanmasına olanak sağ
layacaktır; bu da, yeni bir yola giren Türk toplumunun sürek
li olarak karşısına çıkan sorunları çok daha çabuk ve yanılmaz
lıkla kavramasına izin verecektir. Bu durumda toplumumuzu
manevi alanda yeni ve daha büyük aşamalara ve insanlığın ev
rimi yolunda daha ileri bir noktaya götürecek olan yeni bir di
zi toplumsal ve insancıl ideallerin filizlenmesi beklenmelidir.
Bugün yalnızca bir hayal olarak görünen, dinsel düşün
ce ve kurumlarda büyük bir reform hareketinin başlaması Türk
toplumunda laiklik bilincinin yer etmesi ile ileri:ie olanak ka
zanacağından kuşku duyulamaz. Reforma bizzat din adamla
rının önayak olmaları da olasılık dışı değildir; çünkü bu du
rumda din adamları dinsel inançla yeni laik düzen arasında
uyumu kurmak zorunluluğunu duymakta gecikmeyeceklerdir.
1 13
İ_slam toplumlarını ve genellike, Batılı olmayan toplum
ları, çoğunlukla dinsel temellere dayanan ve her halde eleşti
ri ruhundan yoksun olmaları nedeniyle, dokunulmaz bir nite
liğe sahip olan geleneksel değerlerini yeniden gözden geçir
meye yöneltebilecek tek güç hümanist eğitimdir. Bu gözden
geçirme Avrupa'dakinden farklı olmayacaktır; Avrupa'da din
adamları, hümanizmi ve uyanış çağını izleyen yıllarda, yeni
lenme gereksinimini duymuşlar ve reformun ister yanlısı, is
ter düşmanı olsunlar, hümanist düşiliıceyi değişik ölçülerde ka
bullenmek zorunda kalmışlardır.
Her ne olursa olsun, İslam düşüncesi, -kendini insanlığın
bütün manevi ve dünyasal gerçeklerinin tek sahibi olarak gör
meye iten ve böylece insanlara bulgulanabilecek ya da yapı
labilecek hiçbir şey bırakmayan- dogmacılıktan ve tarihsel üst
yapısından vazgeçmedikçe ve Türk Toplumunda uyanan ye
ni ve etkin yaşamın yarattığı zorunluluklara uymadıkça, laik
düşünce ile bir modus vivendi bglamayacaktır; buna karşılık,
çağın gerçeklerine uymak koşulu ile laik düşünce ile işbirliği
halinde, yeni Türkiye'nin manevi .\<:alkınmasına etkili biçim
de katılabilecektir. Çünkü vaktiyle Hıristiyan düşüncesinin
kendinden kaynaklanan bir Uyanış'a yol açabileceğini düşün
mel:c ne kadar yersiz ise, aynı biçimde İslam düşüncesinin, bir
iç evrimle, İslam evrenini modernleştirecek bir harekete 'gi
rişmesini beklemek o kadar gerçekçilikten uzak bir tutumdur.
Batı 'da Hıristiyanlıkla hümanizm·arasında kurulduğuna
tanık olduğumuz uyuşmaya benzer bir anlaşmanın İslam dü
şüncesi ile hümanist düşünce arasında kurulmasından bir di
zi sonucun çıkması doğaldır; her şeyden önce, Türk toplumu
kendi pratik etkinliği ile -ahlaksal özgürlük ilkelerine ve an
lamının geniş kapsamı ile kavranılan digpitas hominis ilkesi- ·
1 14
ne dayanan- yeni iç evreni arasında tam bir uyuşum kurula
bildiğinin; aynca kendini yeni girişimlere, yeni ve daha bü
yük eserler yaratmaya yönelten bir enerji kaynağının kendi
içinde oluşmaya başladığının farkına varacaktır. Kişi, günlük
etkinliğinin yeni insancıl değerler sistemi içinde manevi ve ah
laksal bir değer kazandığını görecek, bununla kendine olan gü
ven artacak ve -her insanın, çoğu zaman haksız yere de olsa,
duyduğu- kendine saygının boş bir duygu olmadığına inana
caktır. İç denge, kendine güven, kendi kişiliği ve yeni yaşam
bilinci onu dünyaya dönük etkinliğe o güne kadar duymadığı
bir ilgi ve coşku ile itecektir.
Çünkü toplumları düşünce, bilim, sanat ve toplumsal ve
siyasal düzen alanlarında ilerleten bu sevgi ve yaratıcı coşku
dur.
1 15
sa, ortaöğretimi yeni baştan düzenlemek gerekir. Özellikle
gençleri yükseköğrenime hazırlayan okullarda köklü bir re
forma gereksinim vardır.
Dördüncü yorum, şu halde, eğitim alanında esaslı bir ye
niliği zorunlu göstermektedir. Devrimin yıktığının yerine bir
şey koymadığı tek alanın eğitim alanı olduğu da dikkatten
kaçmamalıdır. Ortaöğretimin bugün içinde bulunduğu koşul
ların gözden geçirilmesi hem buradaki bunalımın nedenleri
ni ortaya koyacak, hem Türk toplumunun bugünkü manevi du
rumunun ne olduğunu olduğu gibi meydana çıkaracaktır.
1 16
ce de söylendiği gibi, bu alanda aynı ölçüde yoğun bir yapıcı
etkinlik gösterebilmiş değildir. Devrim Arapçayı, Farsçayı,
din derslerini yalnızca olumsuz açıdan, parçalanması gereken
manevi köstekler olarak görmüştür; ama bu disiplinlerin in
sana manevi bir yapı ve bir ahlak anlayışı kazandırdığı göz
den kaçmıştır; dolayısıyla, genç kuşaklara eskilerin yerini tu
tacak yeni bir zihin yapısı, yeni bir ahlak anlayışı vermenin
gerekliliğini görememiştir.
Arapça ile Farsçanın okullardan kaldırılması ile Osman
lı edebiyatının da anlaşılmaz hale gelmesi, sorunun önemini
daha da arttırmıştır. Gerçi Osmanlı edebiyatının Cumhuriyet
kuşaklarına gerekli zihin biçimlenimini veremediği bir gerçek
tir; ancak, bu tutumla her türlü edebi eğitimden vazgeçilmek
teydi.
Gençliğin eğitiminde en büyük etken her zaman ve her
yerde öğretim kurumları olduğuna göre, devrimin, güçlendi
rilmesine en büyük özenin gösterilmesi gereken ideoloj ik cep
hesi tehlikeli ölçüde çelimsiz kaldı. Birinci yorum yanlıları di
ye andığımız kimselerce düzenlenen ortaöğretim programla
rından Türk dili gramerinin kaldırılmasına kadar gidildi; ge
rekçe olarak, doğanın çocuklara pratik yoldan öğrettiklerini
kuramsal yoldan öğretmenin gereksiz olduğu ileri sürüldü
(87).
Skolastik zihniyetin pozitif bilimler ve teknik bilgilerle
yıkılabileceği konusunda beslenen yanlış kanının gençliğin
eğitimini ne hale düşürdüğünü göz önüne getimıek güç değil
dir: ahlak dışı ve tarihsel köklerinden koparılmış bir akılcılık
la dinsel inançlar topluma egemen olmak için savaşım halin
de idiler.
Ancak devrimin ve ülkemizin geleceğini etkileyen bu ça-
1 17
tışma uzun süremezdi. Nitekim, çok partili rejimin kurulma
sından sonra, ikinci yorum yanlılarının düşüncesine uyularak,
işe klasik kolun kaldırılması ile başlandı: başlıca özelliği,
programına Latince derslerini alması olan klasik kol 1 940 yı
lında edebiyat ve fen kollarının yanında yer almıştı. Sonra din
dersleri yeniden başlatıldı; din dersi önce, dördüncü sınıftan
başlamak üzere, ilkokullara kondu; daha sonra ortaokulların
programına da alındı. Bu önlemlerle gençlere ne doğal ve ma
tematik bilimlerin, ne de teknik öğretimin veremeyeceği ah
laksal biçirnlenimin verilmesi düşünülmüştür. Aynca Anka
ra'da bir teoloji fakültesi ile imam ve hatip yetiştirmek için bir
çok okul kuruldu. İmam-hatip okullarının amacı toplumun
eskiden beri duyduğu manevi önder gereksinimini karşıla
maktı.
İstenen, geleneksel değerlerle günlük yaşamın kabul et
tirdiği gerçekler arasında sürüp giden çatışmayı yapay bir
uyuşma ile sona erdirmekti. O günlerde egemen görüşe göre,
özellikle halk arasında mistik niteliğinden sıyrılamayan din ile,
çok daha uyanık ve gerçekçi bir zeka isteyen teknik artık dö
vüşmemeli, aralarında alanlan paylaşmak suretiyle gençliğin
eğitimine elbirliği ile çalışmalıydılar (*).
Ancak toplumun genel evrimi içinde dinle laik kuruluş
lar arasında -birinci yorumun eleştirisi yapılırken- saptanan
dengesizlik öğretim alanında çok daha belirgin bir hal almak
tadır. Gerçekten ayrıntılar programına bakılırsa, imam-hatip
okulları laik bir toplumda dinsel görevleri yerine getirecek in
sanlar yetiştirmeyi değil, dinsel anlayışın dışına çıkmayan bir
1 18
eğitim vermeyi amaçlar görünüyor. Bu meslek okullarına, ku
rulduklarından hemen sonra imam-hatip okulu değil de (88) .
(*) 1 960 yılında 19, 1 973 'te 70'in üstünde imam-hatip 9kulu varken bu
gün bu okulların sayısı 359'a ulaşmıştır. Din liseleri ile laik liseler yeni kuşakla
ra sahip çıkmak için savaşım halindedirler.
1 19
fikrine yabancı kalmamaları olanaksızdır. Bıİndan çıkan so
nuca göre, gençleri üniversite öğrenimine hazırlayan Türk or
ta dereceli okulları, Batı klasik dillerine yer verilmediği, öbür
yanda da Osmanlı tarihi ve edebiyatı bir ölçüde de olsa akıl
cı ve insancıl bir eğitimin sağlanması açısından yararlı olma
dıkları için, örnek alındığı ileri sürülen Fransız lisesinin mo
dem kolundan -özgürlükçü biçimlenim ve estetik eğitim açı
sından- aşağı kaldıkları gibi {Montesquieu, Ronsard, Descar
tes, Rousseau bir bakıma Yunan ve Roma yazarlarının yerini
iyi kötü tutabilirler), Batının meslek ve teknik okullarının dü
zeyine bile erişememektedirler.
Bugün artık öbürlerinden ayırt etmek zorunluluğu ile, la
ik olarak adlandırmak durumunda olduğumuz okullara
l 950'lerde yeni bir ruh vermek için çaba gösterildiğini ve bu
arada, İngilizcenin iyi öğrenilmesi için, matematik ve doğa bi
limlerinin İngilizce okutulduğu beş lisenin kurulduğunu bu
rada anımsatmak yerinde olacaktır. Fakat bu ve bundan son
ra yapılan girişimler sorunu asıl terimleri ile ele alabilmiş de
ğildir. İngilizce öğretim yapılan liseler konusunda söylenecek
şudur: Bir Batı dilinin bilinmesi daima yararlıdır, çünkü bir
ölçüde de olsa, ruhuna nüfuz edilmeden bir dil konuşulamaz.
Ancak Türkçe ve İngilizce olmak üzere öğretimin iki dilde ya
pıldığı beş lisenin, ilk Türk lisesini, o günün Batı 'ya özenen
kültürünün etkisi ile, derslerin Türkçe ve Fransızca verildiği
Galatasaray Lisesi 'ni çok açık bir biçimde anımsattığını göz
lemek acıdır. Başka bir deyişle, eğitim ve kültür alanındaki
ilerleme konusunda, bugünkü Türk toplumunun Tanzimat dö
nemindeki görüşlere hiçbir şey katamadığı ortadadır.
Bu durumda, geleneksel zihniyet ve kültürün iyi yetişmiş
1 20
temsilcilerinin karşısına, laik ve akılcı ruh adına -normal ya
da iki dilli- liselerden çıkan ve matematik, fizik, kimya bilgi
lerinin yanında ayakkabıcılık, tenekecilik gibi birtakım el us
talıkları kazanmış bulunan, ancak ahlak konusunda yalnızca
dinsel telkinlerin etkisinde kalan gençlerin çıkarılabildiği göz
önünde tutulursa, laik Türk toplumunda insanın manevi evre
ninin yeniden eski dogmatik düşünceye teslim edildiği kolay
ca anlaşılacaktır.
Devrime karşı çıkanlara, eski ile yeninin çatışmasını es
ki düzene dönmek biQiminde çözümlemek isteyenlere gelin
ce, cumhuriyet okullarında eğitimin İslam ilkelerine dayandı
rılması davasındadırlar. Bu da, bugün imam-hatip okulların
da uygulanan öğretimin esas çizgileri ile bütün liselerde uy
gulanmasını istemek demektir. Onlarca İslam dinine bağlı bir
topluluk için tek kabul edilebilecek eğitim biçimi budur. Erek
leri bugünkü düzeni tersine çevirmektir. Orta dereceli öğre
timde bugün ayrıntılar programlarının ağırlık noktasını pozi
tif bilimler oluşturmaktadır; yüzeysel biçimde okutulan Os
manlı çağı, daha da az öğrenilen Batı dünyası, dil bilgileri ile
birlikte tamamlayıcı disiplinler niteliğindedir. Üçüncü yorum
yanlıları, bunun tersine, gençliğin eğitiminin temelinde -özü
dinsel ve skolastik olan- Osmanh kültürünün bulunmasını is
temekte, öğretilmesinden vazgeçilemeyeceğini kendilerinin
de anladığı pozitif bjJimJerle teknik bilgilerin tamamlayıcı
öğe olmasında diretmektedirler. B irinci ve ikinci yorum yan
lılarının tutumu ile karşılaştırılırsa, bunların tutumunun daha
mantıklı olduğunu kabul etmek gerekir. Gerçekten, kişinin ve
toplumun manevi evrenini pozitifbilimlerin, teknik bilgilerin,
yüzeyde kalmış birkaç din ilkesinin ya da, birkaç onyıl önce
121
önerildiği gibi, bir dizi formüllerden oluşan acaip bir ahlak bil
gisinin oluşturamayacağını ileri sürmekte haklıdırlar (*).
Ancak bunların zihin yapısı eleştirici düşünceye o kadar
yabancıdır ki -yaşamı, kendisine kabul ettirilen biçimde de
ğil, kendi eğilim, yetenek ve deneyimine göre değerlendiren
bir zekanın ürünü olan- bilimle tekniğin, skolastik zihniyetin
baskısından henüz kurtulamayan bir toplumda niçin yerleşip
gelişme gösteremeyeceğini anlamaktan kesinlikle acizdirler.
Bilimin ve tekniğin ülkeye dışalım malı gibi sokulan ürünle
rine bile toplumca uzun süre katlanılaı;nayacağı akıllarından
geçmemektedir. Fikir yürütme yolu ile onları inandırmaya
kalkışmak da boşunadır; çünkü dogmalarına karşı çıkan hiç
bir diyaloğun kurulmasına olanak vermemekte, zihinlerini her
türlü mantığa sımsıkı kapatmaktadırlar. Bu çeşit insanlardan,
pek de uzak olmayan bir geçmişte diri diri yakılma tehlikesi
ile karşılaşan Galilei'in başına gelenleri değerlendirmeleri
herhalde beklenemez.
1 22
sun olduğundan- Türk kültüründeki bunalıma çözüm getirme
si, dolayısıyla devrim ilkelerinin sürekliliğini sağlaması bek
lenemez. Bundan çıkan sonuç şudur: birinci yorumdan ikinci
yoruma geçildiği gibi, kaçınılmaz bir zorunluluk olarak ya
kın bir gelecekte ikincisinden üçüncüsüne geçilecektir (*).
Bugünkü acıklı görünümü ile, Türk toplumu, devrim coş
kusu ile kendini insancıl evrimin engin akışına kaptırdıktan
sonra, yavaş yavaş akıntının dışına kıyıya itildiği izlenimini
uyandırmaktadır.
Toplumun eski durgunluğa dönmesini önlemek için, ye
ni kuşakların harekete geçirilmesi, zihinlerin aydınlatılması
gerekir, bunun için de, kendini hemen hemen bütün dogma
tik kösteklerden kurtarmış olan, gençlerde özgürlüğe, estetik
ve ahlaksal güzelliğe bağlılık duygusunu-uyandıran tek sis
tem olduğu gözlenen Batı eğitiminin örnek alınması zorunlu
dur. Türk toplumu yüksek öğrenime hazırlayan orta dereceli
okullar için Batı'nın klasik liselerini örnek almalıdır; yöneti
ci sınıfa ve aydınlara akılcı ve insancıl bir zihin yapısı vermek
istiyorsa, başka bir deyişle, devrim ilkelerinin ve kurulan ku
rumların anlamının anlaşılmasını istiyorsa, günlük etkinliğin
gerekçesi ve amacı üzerine bilinçlenilmesini istiyorsa, başka
çıkar yol yoktur.
Kuşkusuz, klasik okulun Avrupa'daki işlevinin ne oldu
ğunun belirlenmesi gerekir. Çünkü bunun şimdiye kadar açık
lıkla saptanmadığı anlaşılıyor; öyle olmasa, yararcı ya da mo-
1 23
demist akımın başlattığı saldın karşısında klasik okul yok ol
ma tehlikesi geçirmezdi. Avrupa bu eski öğretim kurumuna ku
ramsal bir inançtan çok gelenekçiliği yüzünden sadık kalmış
tır. Fakat Avrupa'da klasik lisenin tarihsel bir işlevi olduğun
dan, bunun da laik bilinci kökleştirmek, kökleştirdikten sonra
da canlı tutmak olduğundan kimse kuşku duyamaz. Gerçekten
Avrupa'da zihin özgürlüğü ile dogmacılık çatışması, laik dü
şünce ile din�el düşünce çatışması biçiminde oluşmuştur.
Batı 'nın, birkaç bin yıllık uygarlığını korumak için ve en
az beş yüzyıldan beri sahip çıktığı laiklik bilincinin sönmesi
ne tanık olmamak için, kendi klasik kaynaklarına inme gerek
sinimini her zamankinden çok bugün duyması gerektiği ve do
layısıyla bu bilincin oluşmasına olanak sağlayan tek kurum ol
duğu görülen klasil\ lisenin kurulmasının kaçınılmaz bir zo
runluluk olduğu da kabul edilecektir.
Böyle bir işe girişilirken, laik ruhun Avrupa'da topumsal
düzene egemen olmaya başlamasının beş yüzyıllık bir tarihi
olduğu, etkisini durmadan arttırdığı, öbür yandan bizzat di
nin, başlangıçtan beri klasik kültürle sıkı ilişkileri olduğu için,
Uyanış kültürüne büyük ölçüde ayak uydurduğu; buna karşı
lık ülkemizde, yaşamı Ortaçağ açısından değerlendiren görü
şün -örf ve adetlerin, geleneklerin bilinçsiz yolundan geçerek
ve laiklik kavramının toplumda oluşmasına ve yerleşmesine
zaman ve fırsat vermeden- kişinin ruhu üzerinde eski ege
menliğini kurmayı başardığı gözden uzak tutulmamalıdır.
Türk aydınlan olsun, Batılı- ayd�nlar olsun, bıktırıcı bir
diretişle savunulduğunun tersine, Batı uygarlığının yalnızca
iki öğeden oluşmadığını, tekniğin ve dinin yanında üçüncü bir
kaynağın bulunduğunu, -demokrasi, fikir özgürlüğü, söz öz
gürlüğü, vicdan özgürlüğü, insan onuru kavramları teknikten
1 24
ve dinden kaynaklanmadıklanna göre- bir üçüncü kaynağın
bulunması gerektiğini sonunda anlamalıdırlar. Gerçekten Ba
tılı olmayan toplumlar teknikten önce (dinsel gereksinimleri
yönünden, kendi dinleri bu gereksinimleri gidermektedir), bu
kavramları benimsemek durumundadırlar. Bu kavramlar ol
madan, yeni bir dünya görüşüne sahip olmaları, taklit yolu ile
kabullenilen ve belki bir gün bu toplumları insanlığın ilerle
yiş yolunda kendi başlarına yürüyecek hale getirecek olan il
kelerin ahlaksal değeri konusunda aydınlanmaları olanak dı
şıdır.
Kesin olan şudur ki pratik deneyim, tarihsel koşullar ve
mantıksal sonuçlandırmalar yeni Türk kuşaklarının zihinsel,
ahlaksal ve estetik biçimlenimini sağlam bir akılcı ve insancı
temele dayandırmanın gerekliliğini bütün açıklığı ile ortaya
·
koymaktadır.
Tarih boyunca insanlığın manevi yaşamına ve dolayısıy
la aynı zamanda maddi yaşamına yön veren eserlerin sayıca
ne kadar az olduğunu görmek insanı şaşırtıyor. İslam evreni
nin manevi besinini bir tek kitabın, Kuran'ın oluşturduğunu,
Hıristiyan düşüncesinin tek kaynağının da İncil olduğunu söy
leyebileceğimiz gibi; dinsel inançların dışında bir ahlak, bir
dünya görüşü, bir diyalektik edinmek isteyenler için de, ah
laksal kavramları, estetik kuramları, diyalektiği geliştiren ve
sayısı hiç de kabarık olmayan büyük insanların eserlerini gös
terebiliriz.
Temeli özgürlük fikri olan ahlak ilkelerinin ortaya çıkarıl
ması, bağımsız bir manevi yaşamm bulgulanması, insanın zi
hinsel melekelerini geliştirme yöntemlerinin bulunması, güzel
kavramına erişilmesi, Yunan ve Roma toplumlarının parlak ba
şarılarıdır. Batıyı Ortaçağ uykusundan uyandırabilmek için, hü-
1 25
manistler ve Uyanış çağının kuşaklan hep bu üçüncü kaynağa
başvurmuşlardır. Denebilir ki, aydınlanma çağının filozofları o
önceki kuşakların fikir evreninden elde ettikleri kazançları_ bi
linçli bir sisteme bağlamakla yetinmişlerdir. Bugünkü Batılı
kuşaklar da o tükenmeyen kaynaktan yararlanmayı sürdürüyor
lar; çünkü bugünkü uygarlığın inancası olan laiklik bilincini
uyanık tutabilmek için o kaynağa gereksinimleri vardır.
Gerçekten Batı bugün de, hatta belki de her zamankin
den çok bugün, klasik düşünceden yararlanma gereksinimi
içindedir; onu tehdit eden bazı ideolojiler vardır; bunlar ister
geçmişi özlesinler, ist�r aşın bir ilericilik hevesinde olsunlar,
hız aldıkları hümanist hareket noktasını, dolayısıyla özgürlü
ğün kutsal ilkesini reddetme yanılgısına düşmüşlerdir.
Atatürk devrimini skolastik düşüncenin reddi, hümanist
düşüncenin olduğu gibi kabulü biçiminde değerlendiren dör
düncü yorum, şu halde, ilk amaç olarak Türk lisesini temel
den değiştirmeye ve yeni kuşaklara eski dogmatik eğitime her
bakımdan karşıt olan hümanist eğitimi vermeye yönelmelidir.
Ancak bu sayede Türk gençliği insan onuru kavramından,
özgürlük duygusundan, yurt ve ulus sevgisinden, hoşgörü fik
rinden, savaşım azminden oluşan bir manevi evrene sahip ola
caktır; bu gençlik dünya görüşünün temeline insan duygula
rının gerçekliğini ve yüceliğini yerleştirecektir. Ve nihayet an
cak bu yeni zihinsel ve ahlaksal biçimlenim yolu ile insan iç
evreni ile dış yaşamın gerçekleri arasındaki çatışmanın son
bulduğunu görecektir; çünkü günlük etkinlikler, yani bilimin,
tekniğin, siyasetin, ekonominin, düşüncenin, sanatın çeşitli
alanlarındaki etkinlikler ve hatta toplum ve aile ilişkileri hem
manevi yaşamın, hem de, aynı zamanda, toplumsal düzenin
ortak temeli durumunda olan bir zihin yapısının ürünü olacak-
126
tır. Bu da kişinin maddi ve manevi yaşamları arasında doğal
bir uyuşumun kendiliğinden kurulmasını sağlayacaktır.
Batılı olmayan bir uygarlığa bağlı bir toplumda kurula
cak ilk klasik okula yön verecek ilkeler üzerinde durmadan ve
temel programından söz etmeden, şimdilik buraya kadar ile
ri sürülen görüşlerin mantıksal sonuçlarını çıkarmakla yetini
lecektir.
Türkiye 'de kurulacak klasik bir ortaöğretim okulunda zi
hinsel, ahlaksal ve estetik biçimlenimin temeli, Batı'daki kla
sik okullarda olduğu gibi, Yunan ve Latin dili ve edebiyatı ile
ulusal dil ve edebiyattan oluşmalıdır. Bütün öbür disiplinler
de zihinlere bilgi yığmak değil, öğrencileri olgunlaştırmak
amacını gözeten bir biçimde verilmek suretiyle, vazgeçilmez
tamamlayıcı dersler olmalıdır.
Ancak burada birbirinden son derece farklı iki zihniyet,
iki uygarlık arasındaki karşıtlık açık olarak ortaya çıkmakta
dır. Türk edebiyatı ve Türk tarihinin yeniden değerlendirilme
si -tarih bilincinin ışığında ve Türk klasik okulunun kurulma·
sı ile oluşması amaçlanan yeni zihniyetin ifadesi olacak bir öl
çüte dayandırılmak suretiyle yapılacak yeni bir değerlendir
me- bu sorunun doğal çözümü gibi görünmektedir. Bu saye
de, modern gençliğin manevi eğitimde örnek oluşturacak ede
bi eserler ve tarihsel ve insancıl olaylarla öğrencilerin �ihin
biçimlenmesinde yeri olmayıp, yalnızca tarihsel bilgilerin çer
çevesi içinde ele alınması uygun olan edebi eserler, tarihsel
olaylar ya da tarihsel dönemler arasındaki sınır kesinlikle çi
zilmiş olacaktır.
Mantıksal sonuçlar dizisi sürdürülerek, klasik okulda ye
tişen gençlerin, toplumda yerlerini aldıktan sonra, meslekle
rinin normal olarak onlara yüklediği sorumluluğun dışında da-
127
ha başka sorumlulu�ların yükünü omuzlarında duyacakları
düşünülebilir. Bu sorumluluk duygusu ile ülkedeki köklü Do
ğu zihniyetine karşı çok daha iyi hazırlanmış olarak çıkacak
ları kuşkusuzdur.
Bu yeni zihniyetin temsilcileri toplumda sorumlulukla
rını aldıktan sonradır ki, koca bir ulusun tümünün yepyeni bir
biçimde eğitilmesi işine gerçekten ve başarılı olma umudu ile
girişilebilecektir. Belediye memuru, hekim, sağlık memuru,
ebe, tarım memuru, öğretmen, aldıkları hümanist eğitim sa
yesinde, davranışları ile, sözleri ile gerektiğinde bilinçli giri
şimleri ile esas itibarıyla insancıl ve akılcı olan bu kültürün
yayıcısı olacaklardır.
İlkel ve her çeşit boş inançların tutsağı olan eğitilmemiş
yığınlar bu yeni ve gerçek aydın zümresi ile temasa gelmek
le, ufuklarının genişlediğini görecekler ve bundan büyük ya
rarlar sağlayacaklardır. Bu açıdan bakıldığında, kültürümüzün
gereksediği köklü reformun yayılma merkezi klasik okul ol
malıdır, kanısına varılmaktadır.
Öbür yandan, ilk klasik okulun kurulmasına paralel ola
rak ve aynı zamanda, bir hümanist araştırmalar enstitüsü ya
da merkezinin kurulmasına girişilmesi gereklidir. Burada bu
fikirlere yatkın Türk �ydınları ile Batı dünyasında hümanist
düşüpcenin en yetkili temsilcileri bir araya gelmeli ve birlik
te çalışmalıdırlar. Batılı olmayan bir ülkede Batılı olmayan bir
girişimle kurulacak olan bu ilk hümanist araştırmalar merke
zinin amacı laiklik kavramı ile bundan kaynaklanan hümanist
değerlerin ülkemizde yerleşmesini sağlamak olmalıdır.
Bu girişimlerle birlikte bir de, başlangıçta sınırlı ölçüler
içinde tutulsa da, bir örgüt kurulmalıdır. Bunun amacı toplu
mun zihinsel eğitimini yeniden ele almak ve onun sağlıklı
128
duygularına, sağ duyusuna, somut ve tarihsel deneyimine ses
lenerek, eski dogmatik zihniyetin temel direklerini bir bir yık
mak, ilkel ve boş inançları bir bir söküp atmak olmalıdır.
Birincisi gençliği eğitmek, ikincisi, ortak çaba gösterme
leri için, iyi niyetli aydınlan bir araya getirmek, üçüncüsü de
toplumun içinde yeni görüşleri yaymak işini ele alacak olun bu
üç kuruluşu aynı zamanda yaratmanın zorunluluğu bir gözle
me dayanmaktadır; bu gözlem, insanların ve toplumun yaşan
tısı üzerinde okulun etkisi ne kadar büyük olursa olsun, toplu
mun, doğrudan doğruya okulların ayrıntılar programlan üze
rinde değilse de, bu programların uygulama biçimi ve elde edi
len sonuçlar üzerinde çok daha büyük bir etki yaptığını sapta
maktadır. Toplumun okul üzerinde etkisi olabileceğinden kuş
ku duyanlar, her yanında aynı toplumsal ve siyasal kurumla
rın bulunmasına ve aynı öğretim örgütünden yararlanılmasına
rağmen, bir ülkenin değişik bölgelerinde (örneğin İtalya'nın ku
zey ve güney bölgelerinde) zaman zaman tanık olunan zihni
yet ve ahlak anlayışı farklılığı göz önüne getirmelidirler.
Sonuç olarak bir kuşağın sağlam bir ahlaksal ve zihinsel
biçimlenim alması isteniyorsa, gençlerin okulda, evde ve top
lumda, iki değişik zihniyetin ürünü olmaları nedeniyle, birbi
rine kesinlikle karşıt iki dünya ile karşılaşmalarını ne yapıp
yapıp önlemek gerekir. .
Topluma yeni bir manevi eğitim getirilirken ilk olarak on
da, yaşamsal maddi gereksinimlerin yanında, aynı öncelikle
doyurulmayı bekleyen bir dizi manevi gereksinmelerin de var
olduğu duygusu uyandırılmalıdır Bu manevi gereksinimlerin
karşılanması sonucunda insanların zihninde ve gönlünde yep
yeni, din alanının dışında kalan, manevi, dünyaya dönük, in
sancıl ve laik bir dünya anlayışı yeşerecektir.
129
Anlamı iki kavranılmak koşulu ile, son derece yalın ön
lemler toplumun manevi yaşamında yeni ufukların açılması
nı sağlayabilir. Köyde, kasabada, çiçek yetiştirmek alışkanlı
ğı insanlarda güzel duygusunu, güzel sevgisini, yaşam sevgi
sini pekiştirip yaygınlaştırabilir. Köy meydanında üst üste ko
nan üç kaya parçası ile dikilecek gösterişsiz bir anıt yurt sev
gisinin simgesi olabilir, insanda insanlara karşı minnet duy
gusunu uyandırabilir; ona, tamamıyla toprağa dönüşmeyen
insanın değerini öğretebilir. Klasik çağ örnek alınarak, tiyat
ro temsilleri ülke yüzeyine yayılabilir; bunlar, gerekirse en ya
lınç bir okul temsili biçimde bile uygulanabilir. Kırsal kültü
re ustalıkla uydurulacak Aiskhylos'un trilogyası, devletçe da
ğıtılan adaletin kişisel öç alma geleneğinden, kan davasından
üstün olduğu gerçeğini halk yığınlarına bugün bile aşılayabi
lecek güçtedir.
Önemli olan halkın manevi dünyasını etkileme yolları
nın ve araçlarının hangileri olduğunu bilmektir. Halk öyküle
rine yeni bir yaşam görüşü getirmek, yeni bir ruh katmak ge
rekir. Onları ek almak, yeni baştan anlatmak gerekir; bu ye
ni anlatışta mucizeli müdahalelere bir anda insanın yaşamını
değiştiren, onu zenginliğe ve mutluluğa eriştiren müdahale
lere ve bu müdahaleleri sağlıksız bir bekleyişle bekleyen kah
ramanlara hiçbir suretle yer verilmemek gerekir. Bu masallar
da yazgıya boyun eğişin, insanı karanlıklara gömen hüznün
eseri kalmamalıdır. Yeni anlatış masalların hayal gücünü ek
siltmemeli, fakat onlara gerçeklik getirmeli, mantık kuralla
rının ve insanlık duygularının sınırlarının aşılmamasına dik
kat edilmelidir. Bir başka deyişle, bu masallara Homeros des
tanlarındaki ruh kazandırılmalıdır.
Aynca, halk şairlerine yeni esin kaynaklan gösterilmeli-
1 30
dir. Kurtuluş Savaşı ile yepyeni bir geleneğin ve yeni bir ru
hun doğduğuna onları inandırmalıdır. Özellikle destansa! tür
küler, koçaklamalar, çoğu zaman yüksek bir şiir değeri taşı
yan içeriklerine uymayan tekdüze ritmden kurtarılabilir ve
yeniden bestelenebilirler.
Halk yığınlarının merakını tahrik etmenin ve yaşadıkla
rı dünyayı biraz daha iyi tanıma isteğini uyandırmanın yolla
rı bulunmalıdır. Çünkü tanımak sevmektir; yaşamak ve yarat
mak için ise, sevmek gereklidir.
131
1. BÖLÜMÜN NOTLARI
1 33
mış olan demokratik ideallerin oluşmasına olanak tanımış olan ruh
tan esinlenmektedir. O dönemde ahlak duygusu çok yüksektir. Bu
nedenle Sokrates yararlı ile iyi'nin eşanlamlı olduklarını rahatlıkla
ileri sürebilmiştir, bk. Ksen. Apom. III 1 0, 9; iV 6, 8 ve iV 6, 9. Ku
rulu düzen göstermektedir ki erdem mutluluğun temelidir, kötü bir
davranış olayların doğal akışı sonucunda cezalandırılacaktır, çünkü
akla aykırı bir davranış cezasız kalamaz, bk. Ksen. Apom, ili 9, 12
ve IV 4, 24. Ve gerçekten bu dönemde Atina toplumu insanda er
dem, bilgelik ve bilimin bir bakıma eşdeğerli kavramlar olduğu iz
lenimini uyandırmaktadır, bk. Ksen. Apom. III 9, 4 ve lII 9, 5; böy
lece Sokrates hiçbir insanın ' 'kendi isteği ile aldanmadığını ve iste
yerek kötü ve utanılacak işler görmediğini" ileri sürebilmektedir,
Plat. Protag. 345 d.
1 34
different from ali the English universities?' He answered: 'Because
Egypt has not yet come to be like England!' This sharp and inequ
ivocal statement promptly rallied most ofthose present to my side".
(2) Bu güçlüğü Gibb İslam evreninde çok iyi görmüş ve belirt
miştir, Modem Trends in Islam, s. 32: "As has so often been exemp
lified in the history oflslamic thought and action, extemal appearan
ces are to a large extent misleading. It is not only the non-Muslim
student, either, who fınds it difficult to from an assured judgment.
The protagonists themselves are often not fully clear in their own
minds". Bk. aynca aynı sayfada n. 2.
(3) Apologetik bir yazar olan Taha Hussein yurdu Mısır söz ko
nusu olduğu zaman eleştiri görüşünden ve mantık kurallarından uzak
laşır; kanıtlamak istediğini daha kolay kanıtlayabilmek için iki yana
çekilebilen ifadeler kullanmakta ustadır; toplumun zihin biçimleni
mi için vazgeçilmez temel bir disiplin olarak değil de, belli bir alan
da uzmanlaşmak için gerekli iki dil olarak gördüğü Yunan ve Latin
dillerine Mısır okullarında yer verilmesini isterken, bu isteğini sağ
lam bir görüşe dayandıracak gücü gösteremeyen bir aydındır. Böyle
olmakla beraber, daha önce de sözünü etmek fırsatını bulduğumuz
The fütur of culture in Egypt adlı eseri, değeri konudan konuya de
ğişen, gene de ince ve son derece ilginç gözlemlerle dolu bir eserdir.
Mısır'ın kültür sorunlarının tarihçesine ayırdığı sayfalar gerçek
te dar bir çevrenin dışında hiçbir ilgi uyandırmayacak ilintilik birta
kım olayların, insanı zaman zaman gülümseten birtakım kişisel çe
kişmelerin tarihçesi olmaktan ileri gidememektedir; böyle bir tarih
çede tarihsel sürekliliğe ve dolayısıyla, mantıksal bağlantılara yer yok
tur, kş. s. 47: "Dr. Hafiz Afifi Pasha has drawn a painful picture of
the situation in his book On the margin of politics where he descri
bes how an incoming minister, as soon as he settles down in his of
fice nullifies the work of his predecessor and then sets up a new sys
tem which will later be accorded the same treatment by his succes
sor"; böyle bir tarihçede fikir çatışmaları söz konusu olamaz, çünkü
bu çevrelerde gerçek fikir yoktur, kş. s. 62: "The University, govem
ment agencies, and private industry ali complain about the inadequ
ate preparation of our young people. This has come about because
we are too easily satisfied with general, obscure, and ambiguous exp
ressions whose meanings we ourselves do not grasp. We then adopt
135
them as our goals, which we seek to reach by employing equally va
gue means"; bu çeşit çevrelerde yaşamsal önemi olan eğitim sorun
1 36
manların akılcılığın "thought processes"ini niçin yadırgadıklarını
bize açıklayan gene Gibb'in kendisidir, op. cit. ss. 1 - 1 6.
İslam eserlerinin apologetik niteliği üzerine bk. aynca W.C.
Smith 'in Islam in Modern History adlı eserinde bu konuya aktarılan
bölüm ve gene aynı yazarın The intellectuals in the Modern Deve
lopment of the Islamic World adlı makalesi (Social Forces in the
Middle East, edited by S. N. Fisher, Cornell University Press, ltha
ca, New York 1 955, s. 1 98).
(5) Bk. 1. Kant, Kritik der Urteilskraft, Leipzig 1 924, ss. 79-
82. Bu konuda bk. aynca B. Croce, La Filosofıa di Giambattista Vi
co, s. 85.
(6) Her ne kadar yanlış anlaşılan bir yansızlık kaygısı ile, Toyn
bee kendini ve okuyucularım Batı uygarlığının öbür uygarlıklardan üs
tün olmadığına inandırmak istiyorsa da (bk. J. Madaule, La pense de
Toynbee: Toynbee'nin The World and the West adlı eserinin Prime
rose du Bos, Paris 1 953, tarafından yapılan Fransızca çevirisinin ön
sözü, s. 40), eserinde Batı uygarlığının bütün öbür uygarlıklardan üs
tün olduğuna içtenlikle inandığını gösteren pek çok belirti vardır. An
cak Toynbee bu üstünlüğün nereden geldiğini ve neden oluştuğunu
kendine ve başkalarına açıklayamamıştır, kş. A. Study ofHistory, s.
254 (Toynbee'nin bu on ciltlik eserinde ileri sürülen düşünceleri - doğ
rudan doğruya kaynağa başvurmak isteyen okuyuculara kolaylık olur
diye - D. C. Somervell'in yaptığı özetten aktarmayı uygun bulduk):
"Though sixteen civilizations may have perished already to our know
ledge, and nine others may be now at the point of death, we - the twen
thy-sixt-hare not compelled to submit the riddle ofour fate to the blind
arbitrament of statistics. The divine spark of creative power is stili
alive in us. .. " Hiç kuşkusuz, Batı uygarlığının niçin tükenip sona ere
ceğe benzemediğini açıklamak için, Toynbee'nin sözünü ettiği "di
vine spark' 'tan çok daha akla uygun, çok daha akılcı bir neden vardır.
(7) Kş. P. Gentizon, Mustapha Kemal, s. 204. Gentizon, Tür
kiye' de il. Mahmut zamanında belirip Abdülhamit dönemine kadar
süregelen "mouvement d'inspiration liberale" için şöyle diyor: "(il
a ete) d'une part impose par l'Europe, de l'autre dicte par l 'instinct
de conservation".
(8) Kş. Toynbee'nin The World and the West adlı eserinin
Fransızca çevirisine 1. Madaule tarafından yazılan önsöz, ss. l 7-1 8 .
137
(9) Bu ise hiçbir eleştiriye katlanmayan ve tam anlamı ile akıl
cılığın dışında kalan bir düşüncenin, toplumun zihin habitus'u üze
rinde yaptığı ölümcül etkileri yansıtan küçük bir örnektir. Gibb, Mo
dem Trends in Islam, ss. 1 25- 126, ulemanın yürüttüğü muhakeme
lerin mantıktan yoksun olduğunu söyler; ' 'modemistler' ' üzerine
söyledikleri, ss. 76- 77, çok ilgi çekicidir. Modem İslam yazarları
arasında ayrı bir yer verdiği ve beğenir göründüğü İkbal için şöyle
diyor, op. cit. s. 60: ' 'His poems appear to me to be full of strange
contradictions, although his Indian fellows have tried to organize
them into some sort of system"; bk. aynca s. 83. Bununla beraber,
Gibb İkbal' e ne değer verirse versin, İkbal 'in The reconstruction of
religious thought in Islam konusu üzerine verdiği konferansları oku
yan sadece hayal kırıklığına uğramaktadır; şu alıntı İkbal'in düşün
cesi üzerine bir fikir verebilir, s. 70: ''The most remarkable pheno
menon of modem history... is the enormous rapidity whith which the
world oflslam is spiritually moving towards the West. There is not
hing wrong in this movement, for European culture, on its intellec
tual side, is only a further development of some the most important
phases of the culture of lslam". L. Massignon'un, bu eserin Fran
sızcaya çevirisinin (Paris 1 95 5) başına koyduğu önsözde okunan şu
yargı kolay kolay ciddiye alınamaz, s. I: " ... des penseurs origina
ux dignes d'etre mis en comparaison, a egalite, avec !es nôtres. On
138
B. Croce, La Storia come pensiero e come azione, s. 204 n. 2, ' 'ta
rihe karşı tam bir ilgisizlik" (' 'sentimento di pieno disinteresse ver
so la storia") örneği olarak gösteriyor. P. Gentizon, Mustapha Ke
mal, s. 1 95, kadının yazdığı bu' aynı mektuptan söz ederek şu sonu
ca varıyor: "la statistique paraissait alors, a tours les fonctionnaires
ottomans, comme une science des plus superflus et sans aucun inte
ret' '. Ama gerçek daha da düşündürücüdür; çünkü aslında o kadının
cevabı, dış evrende insanın kendi kişisel çıkarlarının sınırlan içine
girmeyen hiçbir şeyin onu ilgilendirmediğinin açık bir ifadesidir. Do
ğu' da bu davranış büyük çoğunluğun olağan davranışıdır.
( 1 2) Bk. A.Toynbee, The World and the West, ss. 79-8 1 : ya
zar olaylan belirttiği halde, Hint düşünürünün temeldeki yanılgısı
nın farkına varmış görünmüyor. Gandhi evrensel çapta bir düşünür
değildir; o sadece ilginç bir Hint düşünürüdür.
( 1 3) Kş. A.Toynbee, Civilization on Trial, s. 1 89: " ... in as
much as he (the 'Zealot') has adopted the Westem's weapon, he has
set foot upon unhallowed ground. No doubt if ever he thinks about
it - and that is perhaps seldom, for the 'Zealot' s behaviour is essen
tially irrational and instinctive - he says in his heart that he will go
thus far and no farther".
(14) Son yıllarda bu konuda yazanlar arasında bk. E. R. Dodds,
Humanism and technique in Greek Studies; kş. özellikle s. 4; "it's
a vulgar error to confuse the antithesis between humanism and tech
nique with the antithesis between a classical and a scientific educa
tion. Not all scientific study is technical, nor all classical study hu
manistic ... Nothing in our academic world offends me more than the
bickerings which from time to time breack out between self-appo
inted advocates of 'science' and 'the humanities', respectively. His
torically, science and humanism are sisters: both were bom in Gre
ece, and at the Renaissance both were rebom. Logically, they are al
lies: their common task is to bring cosmos out of chaos; their com
mon enemy is irrationalism". Statistik yolu ile, Amerikalıların da
aynı sonuca ulaştıkları anlaşılıyor: William H. White Jr., The Orga
nization Man (bk. özellikle VI. bölüm, ss. 86- 1 00), saf bilimlerin
gerilemesi ile humanities'in gerilemesi arasında karşılıklı bir bağ
lantı olduğunu ileri sürüyor, ss 88-89: "The conflict is iıot as some
embattled humanists believe, between the sciences and the liberal
139
arts. The conflict is between the fundamental and the applied. Qu
ite clearly, the increase in vocational students is not just an overla
yer - it is a subsctraction, and one that has affected the liberal arts
and the sciences in the same degree" .
( 1 5) Kş. A.Toynbee, Civilization on Trial, ss. 1 89- 1 93.
( 1 6) Kş. A.Toynbee, The World and the West, s. 62: "But we
have lived to see this secular western dispensation disappoint us in
both countries. in Japan it bred a disastrous militarism; in China it
bred a disastrous political corruption ... ' '
( 1 7) Türkiye'yi ilgilendiren konular için bk. Z . Gökalp, Yeni
Mecmua 27, s. l ; ve 33, s. 123; bk. aynca Türkleşmek, İslamlaş
mak, Muasırlaşmak, ss. 9, 1 8- 1 9, 35, 37. Kş. U. Heyd, Foundations
of Turkish Nationalism, s. 63 n. 3 ve ss. 64-65.
1 40
sız ihtilalini iyi bilmesine rağmen, her şeyi Paris 'te ihtilal yıllarında
egemen olan ruh durumu ile açıklayabileceklerini düşünmekle ya
nıldıkları kuşkusuzdur.
(6) Cumhuriyet Halk Partisi 'nin 1 5-20 Ekim 1927 tarihleri ara
sında toplanan ikinci büyük kongresinde söylediği büyük Nutkun ba
şında, Atatürk, İtilaf Devletleri ile imzalanan mütarekeyi izleyen
günlerde ülkenin içine düştüğü güç koşullan açıkladıktan sonra, şöy
le diyor, Nutuk 1, s. 9: "Efendiler, bu vaziyet karşısında bir tek ka
rar vardı. O da hakimiyeti milliyeye müstenit, biliikaydüşart müsta
kil yeni bir Türk devleti tesis etmek. İşte, daha İstanbul' dan çıkma
dan evvel düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak
basar basmaz tatbikatına başladığımız karar, bu karar olmuştur."
(7) Nutuk, s. II: "Ancak dokuz senelik efal ve icraatımız bir
silsilei mantıkıye ile mütalea olunursa, ilk günden bugüne kadar ta
kip ettiğimiz istikameti umumiyenin ilk kararın çizdiği hattan ve te
veccüh eylediği hedeften asla inhiraf eylememiş olduğu kendiliğin
den tebarüz eder' '. Kş. E.Herriot: Tekin Alp'ın Kemalisme adlı ese
rinin önsözü, ss. V ve Yii.
(8) Atatürk, Ankara'ya ilk gelişinde kentin ileri gelenlerine
verdiği bir konferansta (28 Aralık l 920) programını büyük bir açık
lıkla ortaya koymuştur. Benimsediği Wilson ilkelerini anlattıktan
sonra, bu ilkelere dayanarak Batılıları suçlar ve Türklerin, kendile
rine karşı Wilson 'ın ilkelerine uygun bir biçimde davranılmasını is
temeye haklan olduğunu ilan eder; bk. Atatürk, Söylev ve Demeç
ler II, ss. 4-9 (konferansın metııi ss. 4. 1 5).
(9) 3 Haziran 1 9 1 9, bk. Nutuk 1, s. 19.
( 1 0) Erzurum Kongresi bildirgesinin dördüncü maddesi, bk.
Nutuk 1, s. 47.
(l l) Bk. Nutuk 1, s. 1 39.
( 1 2) Bk. Nutuk il, ss. l -6
( 1 3 ) Atatürk'ün gözünde, ülkenin başarılı bir biçimde örgüt
lenmesi ve Yunanlılara karşı kazanılan büyük yenginin nedeni yal
nızca Büyük Millet Meclisi'dir, Söylev ve Demeçler 1, s. 240: ' ' Mil- ·
Jetin mukadderatını doğrudan doğruya deruhte ederek yeis yerine
ümit, perişanlık yerine intizam, tereddüt yerine azim ve iman koyan
ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran meclisimizin . . . ' ' Atatürk lz
mir'e ''kahraman ordumuzun düşman ordusunu nihayete kadar mağ-
141
lup ve perişan ve imha ettikten sonra buraya vasıl olduğu zaman, ona
karışarak" girmiştir, "muzaffer ordunun içinde" gelmiştir, Söylev
ve Demeçler il, s. 76 ve s. 83. Ve şayet Türkler bağımsızlıklarını
koruyabilınişlerse, bunun nedeni "ordularımızın şuurlu, mefkureli
harekatta muvaffak" olmuş olmalarıdır; kendisine gelince, " şahsı
na terettüp etmiş olan vazifeleri yapabilınişse çok bahtiyardır' ' , Söy
lev ve Demeçler il, s. 232.
( 1 4) Erzurum Kongresi'nde ulusal hareketi yönetmek için ka
rarlı ve yetenekli insanlara gerek olduğunu, bu son derece güç gö
revin yerine getirilmesinin ' 'bilfarz Erzincanlı bir nakşi şeyhi ve Mut
ki 'li bir aşiret reisi' 'ne bırakılmayacağını haklı olarak düşünmüştür,
bk. Nutuk I, s. 5 1 . Boş kahramanlık gösterilerinden nefret eder; ger
çek bir asker olduğu için, koşullar gerektirirse bir ordunun geri çe
kilmesini bilmesi gerektiğine inanır: "Çekilmek lazımdır. Eğer öl
mek lazım gelirse, o da yapılır. Ölmek ancak öldürmek maksat ve
gayesine matuf olmak lazım gelir. Fakat öldükten sonra hiçbir gaye
temin edemeyecekse neye yarar?" Söylev ve Demeçler I, ss. 80-
8 l . Ham hayalden hoşlanmaz, Türk milletine dünyanın egemenliği
ni elinde tutmadığını anımsatır, Nutuk il, ss. 200-202. Partisinin ho
şa gideni değil, doğru olanı söylemesini ister, çünkü ulusları, mut
luluk ve refaha götüren hakikattir, Söylev ve Demeçler il. s. 263.
Kendisine gelince, kendisinin gerçekçi bir düşünceye sahip olduğu
nun farkındadır: "Biz ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğ
rudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen,
içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de
milletler tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından
çıkardığımız neticelerdir", Söylev ve Demeçler I, s. 389.
( 1 5) Atatürk, Kazım Karabekir Paşa'nın fikrine uyamaz, "va
ziyet ve harekatı mustakbele için zuhurata tabi " olamaz: "bilakis
zuhuratın ne olabileceğini, zuhurundan evvel keşif ve teyakkun ede
rek, mukabil tedabirini düşünmek ve anında, tereddütsüz tatbik et
mek taraftarı "dır, Nutuk I, s. 279.
( 1 6) Büyük Millet Meclisi'nde, düşmana geçmekle asıl amaç
larını meydana vuran Çerkes Ethem ve kardeşlerine şiddetle çatar
ken onlardan ' 'bey ' ' diye söz etmekle milletvekillerinin itirazlarına
hedef olur, Nutuk il, s. 82-83.
( 1 7) İskenderun ve Antakya'nın sınırlarımız içine alınması so-
142
rununda, Türkiye ile Fransa arasında başgösteren bunalım sırasın
da, Atatürk kendini polemiğe kaptırmadan, ağır başlı ve temkinli ko
nuşur. Bu durumlarda kolayca galeyana gelen ulusal heyecan, onun
Türk ulus ve hükümetinin olduğu kadar Fransız millet ve hüküme
tinin onur duygusuna hitap etmesine engel değildir, Söylev ve De
meçler III, s. 106.
( 1 8) Yunanlılara karşı kazanılan büyük yengiden söz ederek:
"Hakikaten arkadaşlar, bu harp cephesini ertesi günü gezdiğim za
man teessürden men'i nefs edemedim. Bir asker için ve herhangi bir
asker için bu vaziyet mucibi teessürdür" der, Söylev ve Demeçler
1, s. 25.
( 1 9) Annesinin mezarı başında söylediği sözlerde retoriğin en
hafif bir izi yoktur. Sözleri içtenlikli duygular ve derin bir teessür
den kaynaklanır, Söylev ve Demeçler 1, s. 74-75.
(20) Atatürk, bugün her İslam devletinin çözmek zorunda ol·
duğu başlıca sorunun dinsel hukukun kaldırılarak yerine doğal hu
kukun getirilmesi olduğunu bilmektedir; bu sorunu sistemli bir dü
şünce çerçevesi içinde ele almıyorsa da, o kadar açık ve kesin bir bi
çimde ortaya koyuyor ki, bu konuda ne düşündüğü konusunda en u
fak bir kuşku yoktur. Nutkunda Hoca Şükrü Efendi'nin yayımladı
ğı broşürden bir alıntı yaptıktan sonra ("Hilafeti İslamiye emri dini
hıfz ve harasette nübüvvete halef olmaktır; ikamei şeriat hususunda
resulü ekrem efendimiz tarafından niyabettir"), sözünü şöyle sür
dürüyor: ' 'Halbuki, Hocanın sözlerini tatbike kalkışmak, hakimiye
ti mili iyeyi, hürriyeti vicdaniyeyi kaldırmaya çalışmaktı' ' , Nutuk il,
s. 205. Şeriatın yürürlüğe konmasının Atatürk için ulusal egemen
lik ilkesinin ortadan kalkması anlamına geldiği açıktır; başka bir de
yişle, dinsel hukukla, ulusal egemenlik kavramının kaynağı olan do
ğal hukukun bir toplumda birlikte egemen olmalarına olanak yok
tur. Bugünkü Türk aydınlarının ülkenin kültür sorununu bu temel ha
kikat açısından ele alamadıkları kaydedilmelidir. Bk. aynca Söylev
ve Demeçler l, s. 1 96.
(2 1 ) Meşruluk ilkesi onun için manevi bir kuvvet kaynağıdır.
Durumun, akla ve mantığa başvurularak yapılacak soğukkanlı bir ir
delemesi insanda hiçbir ümit uyandıramayacak iken, o nihai başarı
ya inanmaktadır. 1921 yılının ocak ayında şöyle diyor: "Efendiler,
maksadımız meşrudur, muvaffakiyet imanımız liiyetezelzeldir. Bi-
143
naenaleyh dahilde ve hariçteki düşmanlarımız ister çok ister az ol
sun, teşebbüslerinin vüsati ne olursa olsun, muvaffakiyeti katiye, mu
vaffakiyeti nihaiye meşru bir maksat takip edenlerde kalacaktır",
Söylev ve Demeçler 1 , s. 143. Sakarya yengisinden sonra gene ağır
başlı ve alçak gönüllü bir eda ile konuşur; sözlerinde büyük başarı
ların başa vuran gururundan eser yoktur: ' 'Efendiler! Düşmanın pek
büyük gayretlerle, fedakarlıklarla vücuda getirdiği ve diğer bazı dev
letlerin de büyük muavenetleriyle takviye eyledikleri hakikaten mü
kemmel ve kuvvetli ordularını mağlup etmek için kendimizde bul
duğumuz kuvvet ve kudret, davamızın meşruiyetindendir. Filhaki
ka biz hududu milliyemiz dahilinde hür ve müstakil yaşamaktan
başka bir şey istemiyoruz' ', Söylev ve Demeçler i, ss. 1 78- 1 79. Bk.
aynca Nutuk 1, s. 298.
(22) " Büyük Millet Meclisi Hükümeti"nin görev ve yetkileri
ile ilgili bir yasa önerisi dolayısıyla yaptığı uzun konuşmada, Söy
lev ve Demeçler 1, ss. 1 82-2 14, Atatürk görüşlerini ve muhakeme
sini bütünüyle akılcı ve insancı bir temele dayandırmaktadır. Her Do
ğulu toplum gibi büyüklük hayallerine kapılmaya eğilimi olan Türk
toplumuna gerçek gücünü anımsatarak daha sınırbilir, daha insanca
amaçlar gösterir, içinde bulunduğu koşullar altında aşılması olanak
sız olan sınırların ne olduğunu açıklar. Bk. özellikle op. cit., ss. 1 94-
1 96.
(23) Bk. not 21 'de anılan Söylev ve Demeçler 1, s. 1 43 ve ss.
1 78-1 79. lstanbul'un işgali nedeniyle uygar evrene gönderdiği pro
testo, kişiliğini meydana vuran en belirgin belgelerden biridir. Tıp
kı Demosthenes gibi, hakkın gücüne inancı, safça denecek kadar tam
dır, Nutuk 1, s. 298: "Biz, hukukumuzu ve istiklalimizi müdafaa
için giriştiğimiz mücahedenin kutsiyetine kail ve hiçbir kuvvetin bir
milleti yaşamak hakkından mahrum edemeyeceğine kaniiz . . . Dava
mızın meşruiyet ve kudsiyeti, bu müşkül zamanlarda, Cenabı Hak
tan sonra en büyük zahirimizdir. ' '
Demosthenes 'le paylaştığı bu duygu, ona, Yunan hatibini anım
satan sözler söyletir; ama Atatürk'ün sözleri Demosthenes'in sözle
rinden daha etkili ve daha güçlüdür, çünkü Atatürk, asker ve eylem
adamı olarak, Demosthenes'ten çok üstündür. Demosthenes 'in Aisk
hines 'e çatan heyecanlı sözleri, Çelenk üzerine Nutuk 1 99, ile Ata
türk'ün eserini gençliğe emanet ettiğini bildiren heyecan ve gurur
1 44
dolu sözleri, Nutuk II, s. 336-337, karşılaştırılırsa, her iki hatibin
aynı soylu duyguların ektisi altında konuştukları, ülkülerine aynı bi
çimde içten bağlı oldukları görülecek, cümlelerinde aynı taşkın ve
coşkun ritm gözlenecektir. Ancak Atatürk'ün verdiği savaşım ve el
de ettiği başarı çok başka çaptadır.
(24) Baştan başa duygu ve heyecan olan bir ulusun bireyi ola
rak Atatürk -tıpkı Perikles gibi- Olymposlu tanrılar ömeğince ağır
başlı ve temkimli davranmak zorundadır. Gerçekleri görme yetene
ği eşsizdir, sorunları kavrayışı tamdır: tahrik ve heyecana kapılma
ya eğilimli gönülleri yatıştırmalara, onlara gerçekleri göstermeye her
an hazırdır, Söylev ve Demeçler I, ss. 1 94-196, bk. not 22. Ama o,
felaketin bütün ümitleri yok ettiği zaman da hazırdır; ancak bu se
fer uğraşı cesaret ve ümit vermektir; kş. Thukydides' in Perikles üze
rine söyledikleri, Peloponnesos Savaşı il 65: "Atinalıların zaman
sız ve cüretli bir işe kalkıştıklarını gördüğü zaman, onlarla konuşur,
vazgeçirirdi; bir neden olmadan ümitsizliğe düştüklerini gördüğü za
man ise, onlara cesaret ve ümit vermesini bilirdi . ' ' Ulusal kuvvetle
rin Batı cephesinde çekilmek zorunda kaldığı haberi alınınca, her
kesin heyecana kapılarak ağlaştığı ve ümitlerini yitirdiği sırada, Ata
türk onlara bir teselli ve manevi kuvvet kaynağı olmasını bilir, Nu
tuk II, ss. 23-25: "Harekatı askeriyeyi, vaziyeti hakikiyeye vakıf
olarak ve icabatı askeriye nazarı dikkatte tutularak mütalea ve tet
kik eden yoktu. Söylenilen sözler, ya hissi hamiyet galeyanıyla ve
yahut zafı kalp eseri olarak feryadü figan halinde dermeyan edili
yordu . . . Uzun beyanatım meyanında bilhassa demiştim ki: Felaket
başa gelmeden evvel, onun esbabı mania ve müdafaası düşünülmek
lazımdır. Geldikten sonra teellümün faydası yoktur. . . Tarihte yarıl
mamış ve yarılmayan cephe yoktur. Bahusus, mevzuubahs cephe. . .
böyle yüzlerce kilometre imtidadında bulunursa. . . Muharebe hatla
rına mücavir köyler ahalisinin yapabileceği müdafaadan, hayali ne
ticelere intizar etmek makul olmaz . . . Biz vaziyetin ve cephelerin ih
tiyacından gafil değiliz... Bizim vazifemiz ve vaziyetimiz onların te
essür ve heyecanına iştirak ederek umumun kuvvei maneviyesini kır
mak değildir, bilakis onlara metanet ve sebat ve ümit verecek tarz
da hareket etmektir. ' '
Büyük Millet Meclisi'nde, Yunanlılara karşı kazanılan büyük
yengi münasebeti ile yaptığı konuşmanın sonunda, vatan uğrunda
145
ölenler için söylediği sözler gene bize Perikles'i anımsatır, Söylev
ve Demeçler 1, s. 260: ' 'Arkadaşlar! en soz sözüm budur: şehamet
meydanında ölenlerin analarına ve babalarına taziyetler-Oeğil, fakat
tebrikatımızı isal edelim' ' ; kş. Thukydides il 44.
(25) Ülkenin 1 920 yılında içinde bulunduğu durumu anlatır
ken uzun bir kent ve kasaba listesi okur: buralarda "alevlenen şuriş
ateşleri, bütün memleketi yakıyor, hıyanet, cehalet, kin ve taassup
dumanlan, bütün vatan semasını kesif karanlıklar içinde bırakıyor
du" der, Nutuk il, s. 8. İkinci İnönü savaşmasından sonra İsmet Pa
şa'ya gönderdiği telgrafta duygularını şöyle dile getirir: " Siz orada
yal;nız düşmanı değil, milletin makus taliini de yendiniz. İstila altın
daki bedbaht topraklarımızla beraber bütün vatan, bugün münteha
lanna kadar zaferinizi tes'it ediyor. Düşmanın hırsı istilası, azim ve
hamiyetinizin yalçın kayalarina başını Çaq)arak hurdahaş oldu'',
Nutiık il, s. 106; kş. Aiskh. Persler 309-3 1 0: otae: vıxwµcvoı
• . • •
146
(3 1 ) Bir çokları arasında, kş. H. E. Ailen, The Turkish Trans
formation, s. 1 30: " ...the medical profession in Turkey seems the
best equipped of any professional group in the countİy, excepting
only the military class. "
(32) Söylev ve Demeçler il, ss. 43-44.
(33) Atatürk, Balıkesir ahalisine hitaben yaptığı bir konuşmada
hutbenin ne olduğunu anlatırken, kelimenin etimolojisini açıklamak
la başlar, sonra J>eygamber zamanında hutbenin niteliği üzerinde du
rarak, gerçeğe uygun bir tanımını yapar ve bundan çıkarılması gere
ken akla uygun sonucu çıkarır, Söylev ve Demeçler Il, ss. 94-95.
(34) Atatürk için, pragmatik gerçekler açısından görüldüğü za
man, Batı ile Doğu arasındaki çatışma, bilimin, aklın ve mantığın
bilgisizlik, kin ve taassupla çatışmasında başka bir şey değildir, kş.
Nutuk il, s. 3 ve s. 8. Batı Atatürk için gelişim ve evrimdir, Doğu
ise ortaçağ ruhunun hata egemen olduğu evrendir: Bu evrende ' 'bir
takım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emir'le
rin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere,
nüshacılara tabi ve hayatlarını emniyet eden insanlardan mürekkep
kitleler" yaşar, Nutuk II, s. 335. Özellikle sakıncalarını gördüğü hal
lerde, ödün ve uyuşma yollarına asla yanaşmayan bir yaratılıştadır:
"Her halde zihniyetlerde mevcut hurafeler kamilen tardolunacak
tır. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını infaz etmek im
kansızdır' ' , Söylev ve Demeçler Il, s. 2 1 7.
(35) Bk. örneğin Nutuk II, s. 3: ulusal bir politika izlemenin
zorunlu olduğunu ileri sürdükten sonra: "Tarihin ifadesi budur, il
min, aklın, mantığın ifadesi böyledir' ' der.
(36) Hakimiyeti Milliye muhabirine verdiği bir demeçte (24 Ni
san 1 92 1), Atatürk şöyle diyor: "Ben yaşayabilmek için mutlaka
müstakil bir milletin evladı kalmalıyım' ', Söylev ve Demeçler II, s.
25.
(37) Geleneklerle ilgili görüşü için bk. Söylev ve Demeçler Il,
s. 43: "fikirler manasız, mantıksız safsatalarla mali olursa, o fikir
ler marizdir. Kezalik hayatı içtimaiye akıl ve mantıktan ari, bifaide
ve muzir bir takım akideler ve ananelerle meşbu olursa mefluç olur' '.
Ve biraz sonra konuşmasını şöyle sürdürüyor, op. cit. s. 44: "Hiç
bir delili mantıkiye istinat etmeyen bir takım ananelerin, akidelerin
muhafazasında ısrar eden milletlerin terakkisi çok güç olur; belki de
147
hiç olmaz. Terakkide kuyut ve şurutu aşamayan milletler hayatı ma
kul ve ameli müşahede edemez. Hayat felsefesini vasi gören millet
lerin tahtı hakimiyet ve esaretine girmeye mahkumdur. ' '
(38) İslam evreninin ve İslam düşüncesinin ezeli durgunluğu
nu sarsan bir atılımla, Atatürk Peygamberin icraatını tarihin süreci
içinde değerlendirmeye kalkar. Tarih açısından bakılırsa, İslam top
lumlarının sanatlar arasında heykeltraşlığa da yer vermeleri hiçbir
suretle putperestliğe dönüş olarak kabul edilemez, Söylev ve Demeç
ler II, s. 66. Atatürk hayret uyandıran sezişi ile Doğu zihniyetinin
durgun dogmatizmini ortadan kaldıracak tek gücün tarih çalışmala
rı ve tarihsel evrim kavramı olduğunu fark etmiştir, bk. Söylev ve
Demeçler II, s". 25 1 . Bk. aynca op. cit. Il, s. 1 97, III, s. 80 ve Nu
tuk II, s. 205.
(39) Bk. Söylev ve Demeçler Il, ss. 94-95 (kş. not 33): "Bili
yoruz ki, Hazreti Peygamber zamanı saadetlerinde hutbeyi kendisi
irat ederlerdi. Gerek peygamber efendimiz ve gerekHulefayı Raşi
dinin hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygam
berin, gerek Hulefayı Raşidinin söylediği şeyler o günün meselele
ridir, o günün askeri, idari, mali ve siyasi, içtimai hususatıdır... Hut
beden maksat ahalinin tenvir ve irşadıdır, başka şey değildir. Yüz,
iki yüz, hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları cehl ve
gaflet içinde bırakmak demektir... Hutebayı kiramın ahvali siyasi
ye, ahvali içtimaiye ve medeniyeyi her gün takip etmeleri zaruridir.
Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkinat verilmiş olur. Bi
naenaleyh hutbeler tamamen Türkçe ve icabatı zamana muvafık ol
malıdır. . .
"
(40) Söylev ve Demeçler Il, loc. cit.: ' 'Efendiler, hutbe demek
nasa hitabetmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası bu
dur. Hutbe denildiği zaman bundan bir takım mefhum ve manalar
istihraç edilmemelidir. Hutbeyi irat eden hatiptir; yani söz söyleyen
demektir. ' '
(41 ) Bk. Söylev ve Demeçler i, ss. 209-2 10.
(42) "Efendiler, bilirsiniz ki , hayat demek, mücadele müsade
me demektir. Hayatta muvaffakiyet, mutlaka mücadelede muvaffa
kiyetle mümkündür' ', Nutuk II, s. 2. 1 7 Mart 1 937'de Romanya Dı
şişleri Bakanı Antonescu'ya hitaben yaptığı konuşmada şöyle diyor:
' 'Vaktiyle kitaplar karıştırdım. Hayat hakkında filozofların ne dedik-
148
lerini anlamak istedim. Bir kısmı her şeyi kara görüyordu. Mademki
hiçiz ve sıfıra varacağız, dünyadaki muvakkat ömür esnasında neşe
ve saadete yer bulunamaz, diyorlardı. Başka kitaplar okudum, bun
ları daha akıllı adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki: Madem ki sonu
nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şen ve şatır olalım. Ben
kendi karakterim itibarıyla ikinci hayat telakkisini tercih ediyorum,
fakat şu kayıtlar içinde . . . Hayatta tam zevk ve saadet, ancak gelecek
nesillerin şerefi, varlığı, saadeti için çalışmakta bulunabilir' '. Bura
da Atatürk, laik bir ahlak anlayışının temellerini atmaktadır. Sözle
rini şöyle sürdürüyor: "Bahçesinde çiçek yetiştiren adam çiçekten bir
şeyler bekler mi? Adam yetiştiren adam da, çiçek yetiştirendeki his
lerle hareket edebilmelidir", Söylev ve Demeçler II, ss. , 277-278.
(43) 1 9 Eylül 1 92 1 'de yaptığı konuşma, Söylev ve Demeçler
I , s. 1 78.
(44) Kş. A. Toynbee ile K. Kirkwood'un yargısı, Turkey s. 1 00: .
" It (Sakarya Savaşması) was in fact, the tum C>f the tide in the Gra
eco-Turkish war, and may well deserve the title of one the decisive
battles ofthe century"; ve bu eserde anılan Clair Price, The Rebirth
of Turkey, s. 1 88 : "The Turkish victory on the banks of the Saka
ria radically changed the political complexion ofthe Near and Midd·
le East. for two hundred years, the West had been breaking down the
old Ottoman Empire, but on the Sakaria River it encountered the Turk
himself, and when it touched, the tide ofhistory tumed. History will
one day fınd in this obscure engagement on the Sakaria one of the
decisive battles of our era ' ' .
(45) "Efendiler, milletimiz halası katiye v e halası hakikiye
mazhar olabilmek için, iki umdeye istinadın farz ve şart olduğunu
anladı. .. O umdelerden birincisi Misakı Milli'nin ifade ettiği ruhi ma
nadır. İkincisi Teşkilatı Esasiye Kanunumuzun tespit ettiği gayri ka
bili tebdil hakayiktir", " Söylev ve Demeçler II, s. 1 06.
(46) Söylev ve Demeçler il, s. 99- 1 1 5 : İzmir'de 1 7 Şubat
1 923 'te toplanan ekonomi kongresini açış nutku, özellikle s. 208:
" ... fakrı fazilet bilmek felsefesine de iktisat devri artık hitam ver
sin. Efendiler, bu felsefeyi, mutlaka yanlış tefsir etmek yüzünden bu
millete, bu memlekete çok büyük fenalık edilmiştir. ' '
(47) 1 6 Temmuz 1 92 1 'de toplanan eğitim kongresinin açış nut
kunda, Atatürk ulusal ilkelere dayanan bir eğitim sisteminin kurul-
1 49
ması zorunluluğu üzerinde durmuştur, bk. Söylev ve Demeçler Il,
ss. 1 6- 17. 27 Ekim 1 922 'de öğretmenlerle yaptığı bir konuşmada
da Türk ulusunun düşünsel eğitimini akılcı esaslara dayandırmak ge
rektiği savını ileri sürmektedir, op. cit., ss. 43-44.
(48) " Efendiler! Bugüne kadar istihsal eylediğimiz muvaffa
kiyet, bize ancak terakki ve medeniyete doğru bir yol açmıştır. Yok
sa terakki ve medeniyete henüz isal etmiş değildir. Bize ve ahfadı
mıza düşen vazife bu yol üzerinde tereddütsüz ilerlemektir.
Şurasını hatırdan çıkarmamalıdır ki, bu kadar fedakarlıkların
semeresini elimizden kaçırmamak ve geçen musibet ve felaketlerin
bir daha avdetini gayrı mümkün kılacak tedabir almak bizim için her
günün düşüncesi olmalıdır' ', Meclisin ikinci dönemini açış nutkıı ( 1 3
Ağustos 1 923), Söylev ve Demeçler I , s . 307. Atatürk'ün b u sözle
ri, onun bilinçli aı'naÇlar peşinde bilinçle hareket etmiş olduğunu ka
nıtlamaktadır: 1 9 1 9'dan 1 923'e kadar süregelen başarılı eylemi sa
yesinde Türk toplumunun, eski dinsel düzenin koyduğu çetin engel
leri devirerek kendisine ' 'terakki ve medeniyete doğru bir yol açmış
olduğunun" farkındadır. Başka bir deyişle, Atatürk temel ihtilalin,
en özlü ilkeleri bakımından, artık gerçekleşmiş olduğunu ileri sürü
yor: Elde edilen haklar ve özgürlükler artık Türk ulusuna toplumsal
ve manevi evrimini gerçekleştirme olanağını vermektedir. Bk. ayrı
ca Söylev ve Demeçler II, s. 68.
(49) 22 Ocak 1 920 tarihinde Sadrazam Ali Rıza Paşa'ya gön
derdiği telgraf bu genel tutumu içinde bir istisnadır; bu telgrafta, şa
yet İngilizler lstanbul'la bağlantıya engel olacak olursa, bunun ulu
sal ve kutsal bir savaşa yol açabileceği tehdidinde bulunur. Fakat öy
le anlaşılıyor ki kutsal savaştan söz açmakla, Atatürk sadece İstan
bul hükümetinin kolayca anlayabildiği bir dil kullanmak istemiştir,
Nutuk I, ss. 262-263.
(50) Nutuk I, s. 1 0 : "Görülüyor ki, verdiğimiz kararın tatbi
katını temin için henüz milletin ünsiyet etmediği meselelere temas
etmek lazım geliyçrdu. Umumca niuvzuubahs olmasında azim malı�
zurlar tasavvur oluna.n hususlann inevzuubahs zarureti mutlaka bu-
lunuyordu. ,
Osmanlı hükümetine, Osı;nanlı padişahına ve Müsliminin ha
.
lifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyçın ettirmek lazım
geliyordu. ' ' ·
1 50
(5 1 ) Söylev ve Demeçler II, ss. 240-243.
(52) Ibidem, s. 240.
(53) Söylev ve Demeçler II, s. 234.
(54) Nutuk il, s. 336. Bk. aynca Söylev ve Demeçler II, s. 1 74:
Atatürk cumhuriyetin fikir ve vicdan özgfulüğüne dayanan bir eği
timden geçmiş kuşaklara gereksindiğini ileri sürüyor.
(55) Kş. G. F. Hudson, Questions ofEast and West, s. 1 08: ...
"
the very fact that the Kemalist regime, in Turkey, and the Kuomin
tang, in China, proclaimed free parliamentary democracy as theirul
timate goal, and did not equate it with their own tutelage, prevented
them from creating real totalitarian ideologies' '. Bk. aynca A. Toyn
bee'�in yargısı, The World and the West, s. 28, ve M. Duverger'nin
Atatürk tarafından kurulan yönetim sistemi üzerine görüşü, Institu
tions politiques, ss. 391-392.
(56) Bk. örneğin H. E. "-llen, The Turkish Transformation, s.
1 83 : " ... evidence that the Kemalists are not narrowly and fanati
cally antireligious as are the Communists· ofRussia' '. Anlaşılan, Al
len' e göre Kemalistlerle komünistler arasında bir derece farkı var;
Allen'in göziliıde din düşmanlığı komünistlerde taassup derecesine
vardığı halde, Kemalistler çok daha hoşgörülüdür. Ama Allen yanı
lıyor: ne Atatürk ne de devrimin öğretisini ortaya koymaya çalışmış
olan aydınlar hiçbir zaman din düşmanlığı etmemişlerdir. Atatürk'ün
çabası toplum yaşamını laik bir temele oturtmaya yöneliktir. Bu açı
dan Atatürk devrimi, Fransız ihtilalinin gerçekleştirdiğinin ötesinde
bir şey yapmış değildir.
(57) Kş. Thukydides, Peloponnesos Savaşı Tarihi I, 20-23.
(58) İşin bu yanını belirten gene Atatürk'ün kendisidir, Nutuk
il, ss. 1 05- 1 06: "Efendiler, düşman çekilirken Garp Cephesi Ku
mandanı ile 1 Nisan günü cereyan eden muhaberat, o günün tahas
süsatını tespit eden vesaiktir. O tahassüsatı ihya için müsaade buyu
rursanız o günkü muhaberattan bazı telgrafları aynen okuyacağım. .. ''
study ofthe movement and forces which in the last seventeen years
have achieved infınitely more in the transformation ofTurkey from
a medieval, superstion- ridden country to a tweıitieth-century, west
ward-looking nation than the efforts of well�meaning reformers of
·
151
(60) Bk. Gibb, structure de la pensee religieuse de I'Islam, s.
36: " .. .Tout comme !es peuples de la chretiente occidentale ont to
ujours reconnu une loi morale, bien qu'ils puissent ne pas toujours
I 'observer, de meme tous !es musulmans orthodoxes considerent la
Chari 'a comme posant le mode parfait pour une societe humaine,
encore que leur propre pratique puisse n 'y pas atteindre.
Rejeter la Chari 'a en principe est done en quelque sorte une
apostasie, ce qui explique le choc ressenti par !es musalmans du mon
de entier devant I ' acte de la Republique turque qui, d'un seul coup,
abolit la Chari'a".
Mecelle konusunda bk. P. Gentizon, Mustapha Kemal, s. 209:
' 'Ce code, dit le Medjelle, entra en vigueur le 1 O mars 1 868. Bien que
constituant un progres considerable sur 'la mer immense de la jurisp
rudence sacree', le Medjelle ne s'ecartait en rien de la doctrine isla
mique. C' est ainsi que ce premier cede' civil turc restait base sur des
concepts theocratiques ou moraux plutôt quejuridiques. ' ' Fakat Gen
tizon Mecelle'ye "vatandaŞlık yasası" demekle yanılmaktadır.
(6 1 ) Phaidr. 229 b- 230 a.
(62) Bu son sorun üzerine bk. P. Gentizon, Mustapha Kemal,
ss. 1 07- 1 3 8: Gentizon burada Atatürk 'ü, Türk vatandaşının kılık kı
yafetini değiştirmeye iten nedenleri canlı ve dramatik bir biçimde
açıklamaktadır.
(63) Bk. Söylev ve Demeçler, il, s. 263 .
(64) Bu iki aşamanın birbirini izlediğini belirten gene Ata
türk'tür. Söylev ve Demeçler, il, s. 1 1 2 ( 1 923 Şubat ayında İz
mir'de toplanan ekonomi kongresini açış nutku).
(65) 1 Kasım 1 937'de Büyük Millet Meclisi'ni açış nutkunda,
Atatürk ' 'memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, ne
silden nesile yaşatacak fert ve kurumlan yaratmak; işte bu önemli
umdeleri en kısa zamanda temin etmek, kültür vekaletinin üzerine
aldığı büyük ve ağır mecburiyetlerdir" demektedir, Söylev ve De
meçler I, s. 386. Tekin Alp'in ( 1 937'de Fransızca'ya çevrilen) Ke
malizm ve Saffet Engin 'in Kemalizm İnkılabının Prensipleri ( 1 938)
adlı eserleri ile Recep Peker'in, İnkılap Dersleri Notlan'nın ( 1 935)
bu yıllarda yayımlanmış olması anlamlıdır. Ancak bu ve buna ben
zer eserler, inceledikleri büyük tarihsel olaylan sınırlı bir açıdan gö
ren denemeler olmaktan ileri gidememektedir.
1 52
(66) Kş. Gibb, Modem Trends in lslam, s. 46-47: burada ya
zar: ' 'We ought also to include developments in Turkey and Persia. . .
But the religious aspects o fmodem Turkish and Persian revolutions
have not yet been adequately studied; and rather than reply upon the
superfıcial materials and judgments which are ali that is at present
available, I must reluctantly leave them aside" dedikten sonra ilgi
li notta H. E. Allen'in The Turkish Transformation adlı eserini "a
fırst approach to the study of the problem in modem Turkey" ola
rak anmaktadır.
( 67) Bu kısırlığın bir nedeni bilginlerde iyice yer etmiş olan kö
tü bir alışkanlık olsa gerek: araştırmalar, olaylar ve kaynaklardan çok
daha önce yapılmış bulunan incelemelere, denemelere ve her çeşit
yazılı malzemeye dayandırılmak suretiyle yürütülmektedir. Bu tu
tum, bibliografya bilgisini ve daha önceki yazarların fikirlerini ak
tarma zorunluluğunu hakikate erişmek için gerekli birer araç olarak
değil de, araştırmanın asıl amacı olarak görmekten ibaret kaba bir
qui pro quo' dan ileri gelmektedir.
( 68) 5 Kasım l 934 tarihinde çıkarılan bir y.asa Türk kadınları
na Meclis'e seçme ve seçilme hakkını tanımaktadır.
(69) Söylev ve Demeçler I, s. 359 ( 1 Kasım 1 93 3 'te Büyük
Millet Meclisi'ni açış nutku).
(70) Örneğin, İslam evreni üzerine çok derin ve geniş bilgiye
sahip olan bir İngiliz bilgini, H. A. R. Gibb, gerçi en önemli bir ko
nuda -doğal yasa ile Tanrısal yasa konusunda- Batı dünyası ile Do
ğu dünyası arasındaki çelişmeyi belirtmektedir, La structure de la
pensee religfouse de I ' Islam, s. 22: "L'esprit scientifıque, dont !es
attitudes sont determines par I 'heritage de la pensee grecque, trouve
une telle Puissance ordonnatrice dans la loi naturelle, a laquelle cor
renspond, dans I 'intuition religieuse, la Loi de Dieu. Muhammed,
,
dont la vision intuitive n etait pas circonscrite par la pensee grec
que, rejeta implicitement tout concept de loi naturelle et concut la
puissance ordonnatrice comme la personnalite d'un Dieu toutpuis
sant, Hi charika !ohu, unique et affrinchi de toute sorte d'associati
on"; fakat burada kalmaktadır. Oysa, muhakemenin burasında, bir
yandan hıristiyanlığın da doğal yasaya karşı koyduğunu saptamak
ve belirtmek, bir yandan da Avrupa ortaçağında kurulan Hıristiyan
dünyası üzerinde büyük etki yapan etlc1;:nin Yunanlıların insancı ve
1 53
bilimci düşüncesi olduğunu ortaya çıkarmak güç değildir. Buradan
varılacak mantıksal sonuç, İslam evreninin de Yunan düşüncesin
den yararlanması gerektiğidir. Bu ise, Hıristiyanlık karşısında Yu
nan ve Roma kültürünü bulmuşken, İslamlığın animizmin ilkel inanç
ları ile karşı karşıya kalmasına neden olan tarihsel talihsizliği (kş.
Gibb, op. cit., s. 1 7) bilerek, bilinçli bir biçimde telafi etmekle, Yu
nan ve İslam düşünceleri arasında bir dialoğun kurulmasını sağla
makla olanak kazanacaktır. Bk. aynca Gibb, Modern Trends in Is
lam, ss. 46, 47 ve 48.
Fakat daha başka alanlar vardır; buralarda çözümlenecek so
runların daha somut bir niteliğe sahip olması nedeni ile, benzerlik
daha belirgindir. Kapatılmalarından önce, Türk medreselerinde uy
gulanan programlarla karşılaştırılırsa, her iki kuruluşta bilimlerin öğ
retilmesine karşı inatçı bir direnmenin var olduğu görülecektir. Mont
real' deki Loyola High Scholl' da kimya ve fizik dersleri hala seçme
li ders durumundadır; öğrenciler Yunanca yerine bu iki dersi seçe
bilmektedirler, bk. Loyola High Scholl, General Prospectus 1 957-
1 958, ss. 1 6 - 1 7 ve 20. Kimya ve fizik derslerine, öğrenci velileri
nin ısrarlı baskısı sonunda yer verilmiştir.
(7 1 ) Bugün konuşma dilinde meczup kelimesinin sadece bir an
lamı olması ilgi çekicidir: meczup, "zararsız deli" demektir (bk.
Türk Dil Kurumu'nun yayımladığı Türkçe Sözlük, Ankara 1 955, 2.
baskı: Bu sözlükte Osmanlıca' dan miras olarak kalan ve bugün kul
lanılmayan, eskimiş kabul edilen kelimelerle, yabancı kaynaklı ke
limelerin yerine getirilmek istenen öz Türkçe karşılıkları arasında
henüz çok yeni olup Türk diline mal olduğu ileri sürülemeyenlere
yer verilmemiştir); oysa meczup Arapça bir kelimedir, cezbe (ken
dinden geçme) ile aynı kökten gelmedir ve ilk anlamı "kendinden
geçmiş, aklını ve gönlünü Tann'ya verrniş"tir.
(72) Bk. bu konuda Hauvette, Boccace; etude biographique et
litteraire, Paris 1 9 1 4. Hauvette' in bu eseri Boccaccio üzerinde ince
leme yapmak isteyenler için temel eser niteliğini korumaktadır.
(73) Mısır' da Taha Hussein aynı sonuca varmıştır, The future
of culture in Egypt, s. 1 27: "Converse with any graduate ofthe Arts,
Law, Medical or Engineering School and you will see that outside
of his speciality he knows little more than the man in the street" .
(74) Peri Hypsous, 44 , 1-II, özellikle I I : "Kısacası, diyordum,
1 54
çağımızda büyük yetenek sahibi insanlar meydana çıkmak fırsatını
bulamıyorlarsa, bunun nedeni, bir iki kişi hariç, hepimizin tasasız
bir ömür sürmemizdir: hiçbir iş görmeyiz, yenişme ve saygı duygu
su uyandıracak yararlı bir işe asla el atmayız, giriştiğimiz işlerden
de yalnızca övgü ve zevk bekleriz. ' '
(75) Kş. A.Toynbee, Civilization on trial, s . 8 5 ve The World
and the West, ss. 54-55, 59 -6 0 . Klasik düşüncenin temsilcileri bile
Batı uygarlığını bu yanlış açıdan görmekten kendilerini kurtaramı
yorlar, kş. Carsten Hoeg, Açış nutku: Actes du premier congres de
la Federation internationale des Associations d'Etudes classiques
(Paris 1 950), Klincksieck, Paris 1 95 1 , s. 1 9 : " .. .il est evident que si
1 ,oeuvre d'harmonisation spirituelle a laquelle aspire 1 'humanite do
it reussir, il faut que ron connaisse l ' infrastructure spirituelle - la
tradition greco-romaine et le christianisme - de cette civilisation su
perfıcielle d'origine europeenne qui embrasse tout le monde"; fa
kat bize öyle geliyor ki, ' 'Avrupa tekniği, ekonomisi ve biliminden' '
oluşan (s. 1 8) bu "yüzeysel uygarlığın" temelinde yalnızca klasik
düşünce yatmaktadır. Bk. aynca Ross'un (Roma'da 1 953 Ekimi'n
de toplanan) La Table Ronde de l 'Europe'ta söylediği sözler (Stras
bourg 1 954), s. 32: "La culture cecidentale d'aujourd'hui est une
culture secularisee. Si 1' Europe a reussi a conquerir le monde ce n 'est
pas par la force de la doctrine chretienne, mais par le pouveir de sa
science" ancak "laikleştirilmiş, dünyacı temele indirgenmiş kül
tür"le "bilim" elbette aynı şey değildir. Bütün bu aydınlar "Yu
nan- Roma düşüncesi" ya da "laikleşmiş kültür" ya da "humanist
zihniyet"in her şeyden önce bir temel kavramı içerdiğini unutur
görünüyorlar; bu kavram özgürlük kavramıdır: eleştiri özgürlüğü,
fikir özgürlüğü ve zihin özgürlüğü.
(76) Kş. B. Croce, La Storia come pensiero e come azione (6,
baskı), ss. 327-328: "L'Umanesimo fu allora un movimento verso
la vita terrena e mondana contro !'idea trascendente e ascetica, e il
suo abbracciarsi alla cultura greca e romana aveva cotesto intrinseco
e pregnante significato. Talune artificiose teorie odierne, costruite
da scrittori cattolici o cattoliciz:z;antL e da dicitori di paradossi, ehe
procurano di presentarlo come nato -in servigio del cattolicesimo e
della Chiesa di Roma, e quasi una nuova patristica, a-furia di so!i)s
tiçare finiscono col non intendere bene neppure le parole ehe essi
1 55
adoperano, perche appunto la patristica si valse della precedente
poesia e letteratura pagana, ehe era esistita come pagana e non come
cristiana, e similmente la chiesa cattolica fece suo pro delle forme
letterarie venute in onore col neopaganesimo, cioe con l 'umanesi-
mo" .
(77) Gibb, Modem Trends in Islam, ss. 5 1 -52 'de, her türlü
kuramsal araştırma yapma yeteneğinden yoksun görünen Batı yan
lısı Arapların bu yüzeysel, ciddilikten uzak, adeta havai tutumunu
çok derin bir biçimde incelemiş ve irdelemiştir: " .. .it is impossible
for the Muslim who absorbs a secular education on westem lines to
avoid some overlay of Westem thought in his mental activity; and
if it does not take a religious form, it creates an implicit tendency to
adopt the values, humanistic or otherwise, that are manifested in Wes
tem civilization and to apply the concept of evolution without re
gard to Muslim theological limitations. Westem education, that is
to say, has fostered in the Muslim world something ofthat same doub
le- mindedness that is to be found in our Westem society, even if the
dualism is partly concealed by a profession of orthodoxy. And there
by a new tension has been introduced into Islamic thought, but a ten
sion of which Muslims in general are not yet fully conscious and
whose terms they would fınd it difficult to define " .
(78) Modem Trends i n Islam, s. 32.
(79) Kş. Gibb, Modem Trends in Islam, s. 55.
(80) Davranışlarında göze çarpan özellik, devrimcilere olduğu
kadar gericilere de hoş görünmektir. Örneğin, onların kanısına göre,
Arap alfabesi Atatürk'ün " acele ile" aldığı bir karar sonucunda kal
dırılmıştır; bugün bu yanılgı düzeltilmeli ve Latin harflerinin yanın
da Arap harflerinin de öğretilmesine yeniden izin verilmelidir.
(8 1 ) Bk. Gibb, loc. cit.
(82) Kş. A.Toynbce ve K. Kirkwood 'un her ihtilalden sonra baş
gösteren karşı eylem üzerine sözleri, Turkey, ss. 1 59- 1 62.
(83) Bk. A.Toynbee, Civilization on Trial, s. 199; bu kısmın
tamamına bakınız, ss. 1 95- 1 99.
(84) Bk. örnek olarak H . S. Tanrıöver'in Büyük Millet Mec
lisi'nde 1 956 Şubat ayında yapılan bütçe tartışmaları münasebeti ile
söylediği sözler: T.B.M.M. Zabıt Ceridesi Il, Cilt 10 ( 1 956), ss. 849-
85 1 .
1 56
(85) Kş. C. Leger, L'education laique, s. l 1 8 : "Il faut pour
qu' il existe une democratie digne de ce nom, que le respect des droits
naturels et imprescriptibles de l 'homme . . . . soit profondement ancre
dans le coeur de tous les citoyens. La democratie n'existera done
vraiment que le jour ou l ' education laique sera organisee aussi par
faitement que possible' ' .
(86) Kş. P. Gentizon, Mustapha Kemal, s . 1 98 v e H . E. Allen,
The Turkish Transformation, s. 85.
(87) Milli Eğitim Bakanlığı'nın yüksek kademelerinde görev
almış olan Ali Canip Yöntem 1 940 yılında, bir Alman profesörün
Almanya' daki Türk öğrencileri ile ilgili olaraR bakanlığa gönderdiği
bir raporda bu gençlerin ana dillerini iyi bilmediklerini yazdığını ba
na üzüntü ve hayretle aktarmıştı. Ne var ki bir dilin ne edebiyatını
ne de gramerini bilmeyen bir insanın o dili gerçekten bildiği ileri
sürülemez. O insan ana dilini işite işite ve konuşa konuşa pratik o
larak öğrenmiştir. Bu bakımdan o, ana dilini, turistik bir kuruluşta
çalışan bir görevlinin birkaç yabancı dili bildiği kadar bilmektedir.
Taha Hussein aynı durumdan şikayetçidir, The fütur of culture
in Egypt, s. 67: "There have been justifıable complaints that our
ehildren do not know their own Arabic language very well. . . ' '
(88) Bk. Howard A. Reed, Turkey's New İmam-Hatip Schools,
Brill, Leiden 1 955.
1 57