Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 158

Nurer U�URLU başkanlı(lında bir kurul tarafından

hazırlanmıştır.

Dizgi - Baskı - Yayımlayan:


Yenigün Haber Ajansı
Basın ve Yayıncılık A.Ş.
Aralık 1998
••

TURK
HÜMANİZMİ
1

Prof. Dr.

SUAT SİNANOGLU

Cumhuriye( GAZETESİNİN
OKURLARINA ARMAGANIDIR.
İÇİNDEKİLER

Önsöz . .. .
. . . .. .. . . . . . . . ... .. ..... .. ........7
. .

I. Giriş: Sorun verilerinin oluşup gelişmesi . . . . . . . . . 14

1- Yabancı ülkelerde okuyan öğrencilerin deneyimi . . 14


2- Atatürk devrimi; yeni bir hümanizm kaynağı . . . .23
3- Tanıma kuramı . . . . . . . . . . . . . ... . , ......29
. . . .

4- Bu girişi yazmamın nedeni . . . . . .. . . . . . . .


. . . . 34
II. Batılı olmayan evrenin tarihsel ve fikirsel
incelemelere aykırı düşen niteliği. ..............3 5
1- Batılı olmayan evrenin tarih ve fikir yönlerinden

yapılan incelemelere karşı koyan bir


nitelikte olmasının nedenleri ................3 5
2- Batılı olmayan evrendeki bunalım . . . . . . . . . . 42 .

III. Türkiye'nin kültür sorunu . ... .. ... .. . ... ... .. .54


1- Osmanlı çağında yenilik hareketleri. Devrimin

eylemci ve yaratıcı dönemi: Aatürk'ün manevi


portresi . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . .. . .. ... . .54
. .

2- Durgunluk dönemi ve devrimin ideolojik


cephesindeki çelimsizlik . . . . . . . . . . .. .. ..75
. . .

3- Batılıların modem Türkiye üzerindeki görüşleri ..78


4- Çağdaş Türkiye'nin durumu ve manevi bunalımı .81

5- Benimsenmek istenen yeni ilkelere ve başlayan


yeni yaşayışa rağmen, öbür dünyaya dönük yazgıcı
zihniyetin Türk toplumu üzerindeki egemenliğini.
sürdürmesi. ..... .. .. . . . .. . . . . . . . ........86

5
6- Bugünkü durumu yaratan nedenler.

Devrimin üç yorumu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 91
7- Üç yorumun yetersizliği . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 98
8- Devrimin dördüncü yorumu . . . . . . . . . . . . . .109
9- Yeni bir kültür bilinci edinme zorunluluğtı . . . . 1 15

1 O- Okulun işlevi. Ortaöğretimi.n bugünkü

durumu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 16

1 1- Manevi evrende dönüşüm zorunluluğu;

akılcı ve insancı temellere dayanan eğitim . . 122


.

Notlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .133

6
ÖNSÖZ

Atatürk'ün ölümünden hemen sonra ülkenin manevi ve mad­


di gelişmesinin vazgeçilmez koşulu olan devrim ilkelerinden -
halktan gelen ya da geldigi sanılan baskı karşısında- ödün veril­
meye başlandı. Kanımca o ilkeler gerçi devletçe kabul edilmiş ve
onlara en uygun düşen kurumlar kurulmuştu; ancak o ilkeleri ger­
çekten benimseyebilecek, o modern kuruluşlarda kuruluş amaç­
larına uygun ruhu yaşatabilecek, zihniyet henüz oluşmamıştı.
Devrimin bugün büsbütün çöken ideolojik cephesi o günlerde de
son derece çelimsizdi. 1945 yılında çok partili rejime geçişle
ödünler arttı. Kitlelerin devrimin belli başlı ilkelerine yabancı
kalmış olması, yöneticileri ödün vermeye zorluyordu. Yönetici­
lerin kendileri verilen ödünlerle devrimin ne ölçüde sarsıldıgı­
nın farkında degillerdi. Devrimin muhasebesi dönemine girildi­
gini ilan eden muhalefetin 1950 'de iktidara gelmesi ile Türk top­
lumu, tuttugu yolun bilincine ermek çabası ile, -oluşamayan la­
ik ahlakın eksikliginde- eski ölçütlere başvurmuş ve yeni bir yön
saptaması yaptıgını, yapmak zorunda kaldıgını anlamıştır.
Eksik olan yalnız laik ahlakın oluşması degildi; devrim hii­
lii heyecan ve duygular düzeyinde yaşıyordu. Atatürk 'ün eseri ta­
rihsel ve fikirsel düzeylerde sistemli bir biçimde degerlendiril­
memişti. ögretisi belli direktifler şeklinde, devrim kuruluşların­
da kopuk parçalar halinde yaşıyordu.
Bu eser Türk toplumunun manevi sorunlarının dinsel ilke­
lere dönülmekle çözümlenebilecegi, Atatürk'ün gösterdigi çag­
daş uygarlık düzeyine erişme amacının ise ekonomik etkenin ön
plana alınması ile gerçekleşecegi inancının kamuoyunda yaygın­
laştıgı yıllarda kaleme alındı. 1938'den beri ülkenin içine düş­
tügü bunalımların hep bu hayalci ve demagojik politikanın so­
nucu oldugunu hiç kimse düşünemedi. Nitekim, dış evrenin, ya-

7
ni bir toplumun siyasal, toplumsal ve ekonomik kurumlarının ve
bu toplumun maddi olarak ortaya koyduklarının, -insan düşün­
cesinin birer ürünü olmaları dolayısıyla- onun düşünsel ve ah­
laksal biçimleniminden kaynaklandığı gerçek ise, Türk toplu­
mundan manevi evrenini olduğu gibi korumasını ve aynı zaman·
da çağdaş uygarlık düzeyine erişmesini istemek, başarısızlığa
mahkum bir politika izlemek demektir; toplumdan ilgilerine ve
eylemine, sahip olduğu yaşam felsefesinin reddettiği bir yön ver­
mesini talep etmektir. Zihin yapısına ilişmeden, hiçbir toplumda
hiçbir önemli yenilik beklenemez. Atatürk bu hakikati biliyordu.
Onun için devrimin insan aklına güvenen yeni bir toplum yarat­
mayı amaçladığını kesinlikle ileri sürebiliriz.
Eserin amacı, devrimi sönmekte olan heyecanların düzeyin­
denfikir düzeyine aktarıp değerlendirmek ve Türk insanına eleş­
tiri ruhunu ve yaratma gücünü sağlayacak yeni bir eğitim siste­
minin ilkelerini saptamaktır.
Kitap, ülkemizin sorunlarının gerçek nedenlerine ineme­
yen, son bir iki onyılda cereyan eden olayları değerlendirecek ve
kuramsal araştırmalara girişecek düşünsel yetenekten yoksun
bir ortamda yazıldı.
O günden bugüne birçok yıl geçti; bu yıllar içinde bir dizi
değişiklikler oldu. insan iradesinin egemen olamadığı olayların
doğal akışı ile ortaya çıkan düzen, belli iş alanlarının, belli züm­
relerin, beliifikir akımlarının oluşmasına yol açtı. Ülkenin dina­
mik güçleri belli çıkarlar etrafında toplandı; bu çıkarlar ülkenin
toplumsal, ekonomik ve siyasal yaşamını etkilemekten geri kal­
madı. Bunun sonucu olarak bugünkü kuşak kaynağını ve kayna­
ğındaki sorunları unuttu, dikkatini günün ve çıkarlarının ön pla­
na ittiği sorunlara çevirdi. Atatürk devrimini yaşatması, onun ev­
rensel değerini kabul ettirmesi gereken bu kuşak kitabımızda ele
alınan sorunları büsbütün bir kenara itti ve her ilgisini, her yar-

8
gısını -estetik olmayan ve ahlak dışı kalan egitimi geregince­
ekonomik temellere oturttu.
Bunun sonucunda Batı 'nın etkisi ile, fikirsel gerekçesinden
yoksun, hatta böyle bir gerekçeden habersiz, kaba bir kapitalizm
anlayışı egemen oldu; bu anlayışın savunucuları -bizdeki koşul­
ların ne kadar farklı olduguna bakmadan ya da aldırmadan- Ba­
tı 'daki örneklere uyarak, dini iş çevrelerine destek olarak kul­
lanmaktan çekinmediler. Her hareket bir karşı hareketi davet ed­
er kuralına uygun olarak, kısa zamanda karşı akımlar belirdi.
1961 Anayasası 'nın yerleştirdigi daha geniş özgürlük reji­
mi yeni düşüncelerin gelişip yayılmasına olanak tanıdı. 1960 yıl­
larında önce aydınların, sonra kamuoyunun ilgisinin ekonomik
sorunlar üzerinde odaklanması olumlu bir olgudur; ancak ilgi­
lerin yalnız bir alana çevrilmesi, Türk toplumunun gerçeklerini
tümüyle kucaklayan Atatürk düşüncesinin anlaşılmasını daha da
güçleştirmiş oldu.
Ekonomik etken öylesine bir önem kazandı ki bir yandan var
olan siyasal partiler durumlarını ve tutumlarını ona göre belir­
lemek zorunda kaldılar, bir yandan da yeni partilerin kuruldu­
guna tanık olundu.
Ekonomik etkenin bugünkü.toplumların yaşamında ön pla­
nı işgal ettigi herkesçe bilinmektedir; işgal etmesi de, kitlelerin
kendi haklarına sahip çıktıkları bir çagda, dogaldır. Ancak eko­
nomik etkenin hiçbir toplumun yaşamında tek etken oldugu ke­
sinlikle ileri sürülemez. Özellikle Türk toplumu gibi evrimini ve
gelişimini gerçekleştirmek için önce düşünsel ve toplumsal ya­
pısını yenilemek zorunda olan, yani ekonomik olanaklardan çok
fikir ve irade gücü ile disiplinli bir özveriye dayanmak zorunda
olan toplumlar, ekonomik sorunlarını genel durum içinde deger­
lendirmedikçe onları eğitim, toplum ve kültür sorunları ile bir­
likte ele almadıkça, bir çözüme varamazlar.

9
Ülkemizi 27 Mayıs 1960 müdahalesinden on bir yıl sonra
yeni bir bunalıma düşüren ve yeni bir askeri müdahaleyi kaçı­
nılmaz kılan başlıca neden bu oldu.
Sonuç olarak diyebiliriz ki 27 Mayıs müdahalesi olayların
dogal akışına yeni bir yön veremedi, çünkü düşünce daha yük­
sek bir bilinç düzeyine yükselemedi ve tarih perspektifinin yok­
lugu bugün dahi genel durumun irdelenip degerlendirilmesine
olanak vermemektedir. Gerçekten, 1960 askeri müdahalesi kısa
bir süre için Atatürk ruhunun yeniden canlanacagı izlenimini
uyandırdıysa da, önce koalisyon hükümetlerinin, sonra iktidara
gelen Adalet Partisi 'nin tutumları, toplumumuzun kendini
1960'tan önceki gidişten kurtaramadığını kanıtladı.
12 Mart 1971 müdahalesinden sonra, 70 'li yıllarda siyasal
partilerin ve kamuoyunun Atatürk'ün bize gösterdiği doğrultu­
nun tam tersi bir doğrultuya yöneldiklerine tanık olduk. Sağ ve
sol Atatürk'ün milliyetçilik anlayışını reddetmekte birleştiler;
milliyetçilik Atatürk ilkelerinden biri değilmiş gibi değişik bir mil­
liyetçilik anlayışını vurgulamak amacı ile "Atatürk ilkeleri ve
Türk milliyetçiligi" deyimi yayıldı. Atatürk'ün halkçılığından
kuşku duyuldu, devrimciliğinden söz edilmez oldu; ama özellik­
le laiklik ve devletçilik ilkeleri amansız saldırılarla büyük ölçü­
de hırpalandı. Sonuçta şehir ile kırsal kesim arasında ve toplum­
sal tabakalar arasında görülen fark derinleşti. Demokratik ku­
ruluşların işlevlerini yapmalarına engel olunmakla, demokrasi
büsbütün yozlaştırıldı ve her şeyden daha korkutucu ve üzücü ol­
mak üzere gençlik sağ ve sol olarak ikiye bölündü, sonra her bi­
ri bir çok bölümlere ayrıldı; çok kan döküldü. 70 'li yılların ta­
rihe Cumhuriyet çağının en karanlık dönemi olarak geçeceğin­
den kuşku duyulamaz. Bu akıl dışı, mantık dışı, sagduyudan uzak
gidiş 12 Eylül 1980 müdahalesinde dügümlendi.
Atatürk'ün öğretisinden uzaklaşma hemen onun ölümün-

10
den sonra başladıysa da, 1938-1960 yılları arasında, ister dev­
rim yolunda olsun, ister gerici yönde olsun, her tutum ve her dav­
ranış Atatürk 'ün ilkelerini hesaba katmak zorunda kalmıştır. Bu
yıllarda Atatürk henüz duygular üzerinde, toplumun günlük ya­
şamı üzerinde varlıgını bütün gücüyle duyurmuş, her eylem Ata­
türk ilkeleri ölçüt alınarak degerlendirilmiştir. ancak 60'/ı yıl­
larda Atatürk 'ün gönüllerden ve zihinlerden si/indigine tanık
olundu. Bu yıllarda "Batı teknigi, Dogu kültürü "formülüne uyu­
larak, Milli Egitim Bakanlığı Tercüme Bürosu 'nun çalışması
durduruldu; liselerde vaktiyle kurulan klasik koldan artakalan
"küçük Latince" kaldırıldı; Dil ve Tarih-Cografya Fakültesi 'n­
de kuru/dugu günden beri Batı dillerinin zorunlu yardımcısı olan
Latince dersleri, 1968 'de bir ögrenci eylemi bahane edilerek, seç­
meli ilan edildi.
Bu eserde açıklanan kuramın yer aldıgı çerçevede başgös­
teren degişiklik/er sayfa altı notlarla belirtildi. Bunlar çok degil­
dir ve hepsi de Atatürk düşüncesinden gitgide daha çok uzak/a­
şıldıgının birer kanıtıdır.
70 'fi yılların başında imam-Hatip okullarının sayısının yet­
mişi bulması ve bu okullardan çıkanların ilkokul ögretmeni ol­
maları için yapılan girişimler daha o günlerde yöneticilerin üçün­
cü yorum yanlılarının etkisi altında kaldıkları izlenimini uyan­
dırıyordu. Bugün imam-Hatip okullarının sayısı 350'yi aştı: Tür­
kiye 'de artık iki tip okul -din okulu ile laik okul- gençlik üzerin­
de egemenlik kurmak için savaşım veriyorlar.
Kesin olan şudur ki politikacı/arımız geçmiş deneyimlerden
yararlanmasını bilememişler; aydınlarımız da Atatürk 'ün dü­
şüncesini inceleyip açıklayacak ve geliştirecek yerde, ülkenin
kendine özgü koşullarına uyup uymadıgına aldırmadan, dışarı­
dan hazır fikir sistemleri almayı yeglemişlerdir.
Burada artık yeni bir kitabın konusunu oluşturacak yeni so-

11
runlara geçmiş oluyoruz. Bu nedenle, bu yenifikir akımlarının
Atatürk'ün ölümünden sonra ortaya çıkan duruma -bu eserde
açıklanan tez açısından- herhangi bir değişiklik getirmediğini ifa­
de etmekle yetinmeliyim. Sol düşünce Atatürk düşüncesini değer­
lendirmekte dikkate değer bir çaba göstermiş değildir. Sol dü­
şünce de, eylem adamının ötesindefikir adamını göremedi ve dev­
rimin fesi çıkarıp şapkayı giydirmekten öteye gitmeyen bir başa­
rı kazandığı görüşünde -Atatürk devrimini küçümsemede- sağ dü­
şünce ile birleşti.
Böylece sağcıların gözünde Mustafa Kemal'in dinden kop­
masını simgeleyen şapka solcu düşünürlerin gözünde yeni bir
simgesel değer kazandı: Bunlara göre, şapka toplumun yalnız­
ca üst yapısında değişiklik yapan yüzeysel bir reformun simgesi
oldu.
Sonuç olarak, son yılların çok hareketli geçtiğini, olayların
birbirini süratle izlediğini, ancak hiçbirinin düşünce düzeyinde
yankı uyandırmadığını ileri sürebiliriz. Bu kitapta ele alınan so­
runların hiçbirine ne kuramsal düzeyde, ne de uygulamada ya­
naşılmadı. 197J' de durum 1960'ta/cinden çok daha çetindi. Bu­
gün ülkeyi çıkmazdan kurtarmak için her zamankinden daha bü­
yük bir ileri görüş, çok daha büyük bir azim, çok daha büyük bir
çaba gerekmektedir. Bugünkü bunalımdan çıkabilmek için Ata­
türk'ün düşüncesine başvurmak zorunluluğu vardır. Yeni Ata­
türkçü kuşakları yetiştirme gereği vardır. Böyle bir uygulamaya
geçilece/c mi? Atatürk Enstitüsü, Atatürk'ün ölümünden hemen
sonra kurulmalıydı. Kurulmadı. 50'/erde yaptığımız girişim so­
nuç vermedi. 1968'de Halkevleri örgütü içinde kurulmasına öna­
yak olduğum Atatürk Enstitüsü'nde ancak üç yıl çalışabildik.
1971 'de anlayışsızlık ve mali olanaksızlıklar yüzünden bilimsel
kurulumuz topluca istifa etti. 12 Mart 1971 'den hemen sonra, hü­
kümetin isteği ile toplanan bir komisyon Atatürk Akademisi'nin

12
tüzügiinü hazırladıgı halde, akademi hiç bir zaman kurulmadı.
Sorunlarımızın bilincine varmamız konusunda, 1950'lerde
Batılı hümanistlerin yardımcı olabilecekleri görüşünde idim. A­
ma çok geçmeden Batılı hümanistler kendi toplumlarının etkin
yaşamından uzaklaştırıl<;Jılar. Teknolojik çagın kurdugu düzen,
onların kendi ülkelerindeki kurumların örgütlenmesine katkıda
bulunmalarına, toplumun evrim sürecine yön vermelerine, kamu­
oyunun oluşturulmasında etkili olmalarına engel olmaktadır.
Epeydir bu görevi toplum bilimciler üstlendiler. Şimdi de tekno­
loglar toplum bilimcileri bir kenara itmektedirler.
Bize öyle geliyor ki yalnız ülkemiz büyük bir bunalım için­
de degildir: Batı uygarlıgının gelecegi tehlikededir. Bu açıdan
bakıldıgında bu kitapta ortaya atılan ve incelenen sorunlar, ka­
leme alındıkları güne oranla, bugün çok daha büyük bir güncel­
lik ve ivedilik niteligi sergilemektedir.
Bu kitabın Türkçe olarak yayımlanmasında iki kişinin bü­
yük rolü oldu: Bu işi gerçekleştirmeye beni sürekli olarak teşvik
eden Türk Tarih Kurumu Genel Müdürü Sayın Ulug lgdemir ile
Türkçe metnin baskıya hazırlanmasında bana büyük yardımı do­
kunan eşim Necile Sinanoglu. ikisine de teşekkür ederim.
Esere -degerli Türkolog Alessio Bombaci'nin yazdıgı uzun
makalenin başlıgından ("L'Umanesimo Turco di Suat Sinanog­
lu ") esinlenerek- Türk Hümanizmi adını verdim.
Ekim 1980
SUAT SlNANOGLU

13
1. GİRİŞ: SORUN VERİLERİNİN
OLUŞUP GELİŞMESİ

1- Yabancı ülkelerde okuyan öğrencilerin deneyimi

İki ayn dünyayı (doğup büyüdükleri kendi dünyaları ile,


öğrenim yıllarının bir bölümünü geçirdikleri Batı dünyasını)
tanımış olan insanların psikolojisi üzerine edindiğim deneyi­
me dayanarak diyebilirim ki, yaşamlarının birkaç yılını yaban­
cı bir ülkede geçiren gençler yurtlarına, o yılların yarattığı bir
iç dinginliğine kavuşmuş olarak ve kendi ülkelerinde yapabi­
lecekleri işlerle ilgili büyük düşler kurarak dönerler.
Bu gençler gezip görmüşler, okumuşlar, kendilerini ko­
nuk eden ülkedeki düzenin kendi ülkelerinde kurulmuş olan
düzenden çok üstün olduğuna inanmışlar, Batı evrenini özle­
necek bir uygarlık düzeyine çıkartanın toplumsal, siyasal ve
eğitimsel kurumlar olduğunu saptamışlardır. Aynı şeyJerin
kendi ülkelerinde de yapılabileceği kanısındadırlar. İleri sür­
meye hazırlandıkları tutanaklar çürütülecek cinsten değildir.
Gerçek onlardan yanadır. İşe girişmelerini engelleyecek ne
olabilir?
Onlar bu düşüncelerinin birer düş olduğunu anlayıncaya
kadar çok zaman geçecektir. Y ıllar boyu zihinlerinde oluştur­
dukları tutamaklar vatandaşlarını etkileyecek güçte değildir,
çünkü o tutamaklar vatandaşlarını etkileyecek güçte değildir,
çünkü o tutamaklar başka bir mantığın, başka koşulların, bam­
başka bir ruhun ürünüdürler. Sağduyuya seslenmeleri de yan­
kı uyandırmaz, çünkü -ama bunun bilincine kendileri de var­
mış değillerdir- sağduyu da, Batı'da başka, kendi ülkelerinde
başka olan bir yaşam deneyiminden, bir dünya görüşünden

14
kaynaklanmaktadır. Üstelik onlar, yeni bir biçim vermek iste­
dikleri toplumun gerçekte kendine özgü bir düzeni olduğunun
farkında değildirler; bilmezler ki bu düzen çağdaş yaşamın ge­
reksinimlerini karşılayacak durumda değilse de, kolayca bir
kenara itilecek cinsten de değildir; değildir, çünkü bu düzen,
köklerini derinlere salmış normlara ve bu normlardan daha çe­
tin, daha aşılmaz bir engel oluşturan bir çıkarlar -kişisel ya da
ortaklaşa çıkarlar- örgüsüne dayanmaktadır.
Düş kurma dönemini düş kırıklığı dönemi izler. Gençler
genellikle bu aşamadan öteye gidemezler. Düş kırıklığı birço­
ğunda eylem ve yenilik arzusunu söndürür; bu durum onları
çoğunlukla asıl çevreleri olup hiçbir zaman kopmadıkları es­
ki çevrelerine uymaya zorlar. O andan itibaren Batı'da geçir­
dikleri yıllar geçmişe karışır, gençlik anılan olur. Zevkli anı­
lardır, ama, tıpkı orada edindikleri ve yalnızca teknik nitelik­
te olan bilgileri gibi, zihin habitus'lannı zorlayacak, üzerinde
iz bırakacak güce sahip değildirler. Daha başkaları vardır, bun­
lar içlerine kapanırlar ve kınlan ümitlerinin acılığını ömür bo­
yunca içlerinde saklarlar. Bir bölümü, öğrenim yaptıkları ül­
keye döner, orasını kendilerine yurt edinirler.
Kuşkusuz Batı'da okuyan birkaç yüz ya da birkaç bin
gencin, yetkilerini kıskançlıkla koruyan bir geleneğin yüzyıl­
lardan beri yerleştirdiği bir düzeni kısa bir süre içinde değiş­
tirmesi beklenemez. Ani değişiklikler beklenemez elbet; an­
cak Batılı olmayan dünyanın herhangi bir ülkesinde, Batı'da
okumuş olan aydınların bir fikir akımının başına geçmeleri ·
beklenebilirdi; ülkelerinin pragmatik düzeyde karşılaştığı ve
olayların zorlaması ile, irdelemeden ve anlayamadan çözme­
ye çalıştığı sorunlara bilincin ışığını tutabilirler, böylece son­
radan yetersiz, elverişsiz ya da tümüyle yanlış oldukları orta-

15
ya çıkacak birtakım önlemlerin altnmasını önleyebilirlerdi.
Ama ne yazık ki bugüne kadar böyle bir girişime tanık olun­
madı. Her türlü evrim ve ilerleme fikrine yabancı kalan Batı­
lı olmayan toplumların durağan bir yapıya sahip olmaları, ye­
ni fikirlerin etkisine açık olmamaları, hemen hemen tamamıy­
la gelenekler ve geçid çıkarlarca yönetilmeleri gibi nedenler,
Batı'yı tanımış olan aydınların gösterdikleri çabanın niçin et­
kisiz kaldığını açıklamaya yeterli nedenler değildir.
Başka ve çok daha önemli bir neden vardır: o da, bu ay­
dınların gerçekte kendilerinden beklenen tarihsel ödevin dü­
zeyinde olmamalarıdır (1 ) . Bu güçsüzlüğü yaratan nedenlerin
ayrıntılı bir incelemesi bu girişin sınırlarını aşar. En önemli
nedeni anmakla yetinerek diyebilirim ki bu neden, gençlerin
orta öğretiminin sonunda, çok kez de (kısa ya da uzun bir s­
taj süresi için) yüksek öğrenimlerinden sonra yabancı ülkele­
re gönderilmeleridir. En gençleri aşağı yukarı on sekiz yaşın­
dadır. On sekiz yaşında ise bir insanın zihni biçimini almıştır;
bu forma mentis, gencin içinde yetiştiği toplumun forma men­
tis'idir. Bundan sonra, yüksek öğretim kurumlarında ya da uz­
manlaşma kurslarında kendisine öğretilenleri, bir genç kendi
yeteneklerinin ve düşünsel ilgilerinin izin verdiği biçim ve öl­
çüde öğrenebilecektir. Zihin, oluşmasını tamamlamış, belli
bir biçim almıştır; artık 0, edineceği yeni bilgilere kendi biçi­
mini veren bir kalıp olmuştıır.
Bu gençlerin başına, Pindaros'un başına gelen gelmek­
tedir. Atina'da geçirdiği yıllar, Pindaros'a şiir ve müzik tekni­
ği alanında çok şey öğretmiştir; Pindaros sanatını geliştirme
olanağını bulmuştur. Ama Pindaros Atina'ya geldiği günkü
Dor ruhlu bir saray ozanı kimliğini olduğu gibi korumuştur
(2). Pers Savaşlan'nda Atina'nın üstlendiği şanlı tarihsel ro-

16
lün büyüklüğünü hiçbir zaman anlayamamış olan ya da çok
geç anlamış olan bir Thebailidir. İyon ruhunun içine hiçbir za­
man girememiştir. Çünkü Pindaros A tina'ya on sekiz yaşın­
da (3), ya da herhalde, zihninin belli bir kalıba girmesinden
sonra gelmiştir (4).
Batılı olmayan öğrencilerin yabancı ülkelere çocuk yaş­
ta gönderilmelerini önleyen başlıca neden, psikoloji alanına
ait olan bu gerçeğin hiçbir suretle göz önünde tutulmaması­
dır. Oysa yaşadığımız çağ, psikoloji ve sosyoloji gibi bilimle­
rin altın çağıdır. Öte yandan on bir yaşında bir çocuk için, ana­
sından babasından ayrı, tek başına yabancı bir ülkede yaşa­
manın çok zor olacağı da açıktır. Ayrıca yabancı bir ülkeye
gönderilen küçük bir çocuğun konuğu olduğu toplumun kül­
türünü her bakımdan benimseyeceği, ancak bu kez de kendi
ülkesine yabancılaşacağı haklı olarak hesaba katılmalıdır; bu­
nun büyük bir sakınca oluşturduğu kolay kolay reddedilemez.
Kısaca, bilgisizlik ve pratik düzeyde karşılaşılan önemli
güçlükler, Batılı olmayan toplumların Batı'ya öğrenci gönder­
mekte gösterdikleri iyi niyeti büyük ölçüde boşa çıkarmakta­
dır.
Batı'ya gönderilen öğrencilerin ruh durumu konusunda
diyecek bir şey daha var: arasına karışıp yıllarca yaşadıkları
yabancı toplum bu gençlerde genellikle dünyayı toz pembe
görme eğilimini ve aşın bir iyimserlik uyandırır. Bu da onla­
rın yurt gerçeklerini yavaş yavaş unutmalarına neden olur. So­
mut bir örnek olarak Türkiye'yi alacak olursak, öğrenimini ta­
mamlayıp ülkesine dönen gencin, burada karşılaştığı gerçek
durumla özlemin idealleştirdiği ülkesinin anısında canlanan
görünümü arasındaki sert karşıtlığı bütün acılığı ile duyduğu
ve bunun vatandaşlarının Batı'yı bilmemesinden ileri geldi•

17
ğini düşünerek teselli bulduğu görülür. Onu gönderen ya da
yabancı bir ülkede öğrenim görmesine izin veren devlet oldu­
ğuna göre, kendi uzmanlık alanına giren konularda dile geti­
receği görüşlere kulak verileceğinden emindir.
Onun gözünde Türkiye şanlı bir tarihe sahiptir, fakat ay­
nı zamanda "Doğulu" bir ülkedir; dinsel düşüncenin gelişme­
sine önemli katkıları olmuştur, skolastik kültürün temsilcisi
olan değerli kişiler yetiştirmiştir; bu nedenle de dünya işleri­
ne ilgi duymamıştır, betimleme sanatlarına yanaşmamıştır ve
kuramcılar, tarihçiler, düşünürler -bir kelime ile yaratıcı insan­
lar- yetiştirmediği için, insan düşüncesinin gelişmesine katıl­
mamıştır. Ancak -genç bu konuda hiçbir kuşku beslememek­
tedir- Türk toplumu, Atatürk devrimi sonucunda, bütün bu so­
runların bilincine varmıştır ve hiçbir önyargıya kapılmadan,
Batı uygarlığına kucağını açmıştır.
Ama gerçeğin böyle olmadığını genç neden sonra anla­
yacaktır: bir toplumun zihin yapısını ve yaşam normlarını
oluşturan eski inançları, kökleşmiş alışkanlıkları söküp atma­
nın işlerin en zoru olduğundan kimse haberli değildir.
Bu gençlerden birçoğunun karşılaştıkları sorunun terim­
lerini gerçekten kavrayacak durumda olmadıkları aynca be­
lirtilmelidir: pek çoğu o iki evreni karşılaştırmalı olarak ince­
leyecek ve bu inceleme sonunda aralarındaki temas noktala­
rını saptayıp, bu noktalardan hareketle modern Batı düşünce­
sinin geleneksel zihniyete nüfuz etmesini ve bu suretle onun
değişip yenilenmesini sağlayacak yetenekte değildir. Tam ter­
sine, hemen hepsi bu konulara yabancıdır. İki ayn evreni ta­
nımak ve bilmek çetin iştir; o iki zihniyeti kavrayabilmek, ir­
deleyecek güçte olmak gerekir; bu iki dünyada yalnızca dü­
şünceler ve duygular farklı değildir: iki değer sistemi çatışma

18
halindedir. Ayrılık iki dünyanın değerler sistemindedir; iki ay­
n insanlık anlayışı söz konusudur.
Böyle bir bilinçlenme bir dizi soyut kavrama nüfuz edil­
mesini gerektirir: zihin yapısı, yaşam normu, değerler siste­
mi, hatta kavram kavramı ve soyutlama kavramı bunlardan bir­
.
kaçıdır. On sekiz yaşına kadar ziliin biçimlenmesi doğa ve ma­
tematik bilimlerine dayandırılmış olan bir gençten bu kadarı
beklenemez.
İki yanlı bir yetersizlik söz konusudur: bir yandan ide­
alist genç ayrıntılarla ilgili gözlemlerini ve tüm üzerine izle­
nimlerini fikre dönüştürmekte yetersizdir; öte yandan, yetkin
ve hareketsiz bir toplum örneğine sadık kalıp evrim sürecine
girmeyi arzulayan, durağan yaşam geleneklerine sımsıkı bağ­
lı kalıp Batı'nın dinamizmine özenen bir toplumun yetersiz­
liği söz konusudur.
Kuşkusuz Doğu ile Batı arasında kalmış olan bu toplu­
mun zihin yapısına nüfuz edebilmek ve onun -geri kalınmış­
lığın belli bir noktasından hareketle, uygarlığın manevi ve
maddi en ileri aşamasına erişmek çabasında olan her toplum
gibi- kendi aydın sınıfından çok daha güçlü bir aydın sınıfına
sahip olan ülkeler için bile aşılması çok zor olan sorunlarla
karşılaştığını anl�yabilmek için, yıllarca süren bir yaşam de­
neyimine ve bundan da önemli olmak üzere, modernist öğre­
tim kı.uumlannın tarih-dışı akılcılığını değil, filoloji, tarih ve
felsefe düzeyinde yürütülen incelemelerle özümsenen hüma­
nist değerleri temel edinen bir düşünsel biçimlenime gereksi­
nim vardır.
Bugünkü durumda köy ve kasaba halkı yeniliklere kolay
açılamayıp akıl-dışı ya da empirik inançlarına ve geleneksel
ahlak anlayışına içtenlikle bağlıdır (5): buna karşılık büyük

19
kentlerin halkı derin bir ahlak bunalımı içindedir, çünkü eski
eğitimin etkisinden kurtulduğu halde yeni bir ahlak anlayışı
edinme fırsatı bulamamıştır. Toplumumuzun yeni bir düzen
muştucusunu asla beklemediğini, kendince kurduğu düzen
içinde kimsenin düşünemeyeceği kadar mutlu yaşadığını an­
lamak için düş kırıklıkları ve yanılmanın verdiği üzüntülerle
dolu uzun yılların geçmesi gerekecektir. Neden sonra insan son
derece karmaşık, tümüyle karanlık ve mantık dışı bir zihniye­
tin sık ve sağlam ağına düştüğünü anlayacaktır. Bu zihniyet,
her toplumsal düzenin temeli olduğu sanılan -zihin özgürlü­
ğü ya da insan onuru gibi- kavramlara kesinlikle yabancıdır.
Bu toplum kendine özgü ve çok sağlam bir biçimde ör­
gütlenmiştir; kendine özgü bir dünya görüşü ve bir yaşantısı
vardır: bu dünya görüşü ve bu yaşantı Atatürk'ün devrimci ça­
basının sonucunda kurulan düzenden ancak bir ölçüde etki­
lenmiştir; gerçekte yaşam anlayışı hala geçmişin, yazgıcı zih­
niyetin egemenliği altındadır.
Gerçi, çetin savaşımları gerektiren durumlarda, T ürk top­
lumu yaşamın gerçekleri ile temas sonucunda edindiği eski er­
demlerini yeniden bulabilen bir toplumdur; ancak belirli bir
değerler sistemine dayalı bir yaşamdan yoksun olan ve değer­
ler sistemi kavramına erişmedikçe yoksun kalmaya mahkfun
olan bir toplumdur. Her türlü dinsel önyargılardan arındırdı­
ğı ve böylece ahlaksal kaygılardan da uzak old�ğunu �andığı
günlük yaşamında son derece karmaşık ve son derece sefil bir
karşılıklı çıkarlar sistemine; ahlaksal değerleri, duygulan, hat­
ta aile bağlarını hiçe sayan acımasız bir do ut des' e boyun eğen
bir toplumdur.
Bundan sonra, bilerek ya da farkında olmadan, durumu
olduğu gibi kabul etmediyseniz ve oyunun kurallarına ayak uy-

20
durmadıysanız, sizin için infial ve isyan duygularının içiniz­
de kaynaştığı bir dönem başlayacaktır. Şayet, olağan duru­
mun dışında, Batı'da, sürdürdüğünüz öğreniminiz sırasında
Yunan ve Roma toplumlarının ahlak ilkelerini ve düşünsel bi­
çimlenimini tanımak fırsatını, hümanist zihniyeti benimseme
olanağını bulduysanız, işte o zaman okulda öğrendiklerinizle
gerçek yaşam arasındaki şiddetli karşıtlık sizi bir an için ol­
sun tedirgin etmekten geri kalmayacaktır. Bu durumda, insa­
nın Sokrates üzerine düşüncesi ne olabilir? Ona Ankara so­
kaklarında rastlasa, halii haklı olduğunu ileri sürebilir mi? İ n­
san yaratılışı üzerine verdiği yargıların doğru olduğunu savu­
nabilir mi? İnsanın onu -kötü bir adam olduğu için değil, tam
tersine dünyaya aşın idealci bir açıdan, bu nedenle de tümüy­
le yanlış bir açıdan baktığı için- gençleri doğru yoldan ayır­
makla, onları aldatmakla suçlamaya kalkışması daha olası de­
ğil mi? Gerçek yaşamın kazandırdığı deneyim, Sokrates'in in­
san yaratılışı üzerine görüşlerini açıklarken göz önünde yal­
nızca çağının toplumunu, 5. yüzyıl Atinalılarını göz önünde
tuttuğunu düşündürmektedir. Ne var ki 5. yüzyıl Atinalıları in­
sanlığın tümü değildir. Onlar kendine özgü küçücük bir top­
lum idiler: kendine özgü bir zihin habitus'una sahiptiler; bu
sayede de içlerinden biri, Sokrates, genel kavramları bulgula- .
mayı başarmış ve insan yaratılışı üzerine dünyaca bilinen yar­
gılarını açıklamıştır (6). Bu yargılar Batılı olmayan bir top­
lumda yaşayan ve dolayısıyla 5. yüzyıl Atinalılarına özgü olan
eğitim ve kültüre büsbütün yabancı olanlar için temelsiz ve
dayanaksızdırlar. Çünkü onlar kendi ortamlarında durumun
bambaşka olduğunu -örneğin erdem yolunun dışında mutlu­
luğun pekalii olanaklı olduğunu- gözleri ile görmektedirler.
Gerçekten, çevrelerinde birçok insanın -ortada hiçbir inandı-

21
rıcı neden yok iken, tam tersine kendilerine saygıyı yitirme­
leri için pek çok neden varken- kaygısız ve mutlu yaşadıkla­
rına, yaşamlarından memnun olduklarına tanık olmaktadırlar.
Bu durumda, insanların temel ahlak anlayışına duyduk­
ları inancın sarsılması; onun yerini yılgınlık ve usanç yaratan
bir görelik duygusunun alması doğaldır.
Bu koşullar altında başvurulabilecek tek manevi destek
insanlığın büyük eğiticileridir. Onları tanımak için sürdürü­
len çalışmalar bu umutsuz kuşkuculuk döneminin aşılmasını
kolaylaştırır. Sonra yeni bir bilinç, vaktiyle küçümsenilen in­
san tiplerinin küçümsenmeye değil, anlayışla karşılanmaya
layık oldukları bilinci, bu uzun deneyim süresinde yeni bir dö­
nem başlatır.
Davranışları ile perişatı düşünceleri ile kişilik, onur duy­
gusu, hatta.kaı:akter yoksunluğu ile sizi düş kırıklığına.uğrat­
mış olan birçok insanın ruhça kötü kişiler olmadıkları, tersi­
ne özellikle kişisel çıkarları söz konusu olmadığı durumlar­
da, dünyanın en dürüst ve ağırbaşlı insanının bile eşsiz bir in­
celik örneği sayabileceği davrıµıışlarda bulunabilecekleri bu
dönemde. göze çarpmaktadır. İnsan bunu şaşkınlık ve kızgın­
lıkla saptamaktadır. Sonunda düşünsel, ahlaksal ve estetik açı­
dan biçimlenim bulmamış insanların -hiç olmazsa bu terim­
lerin Batılı anlamında- karakter, mantık, sağduyu sahibi ola­
mayacakları anlaşılabilmektedir. Bu insanlar ahlaksız değil­
dir, ahlak dışıdırlar. Günlük yaşamda, ahlak duygusundan yok­
sun görünmelerinin nedeni; eski ahlakın ahrete dönük asketik
bir yaşam için geçerli olup, yaşamın nimetlerinden yararlan­
mayı isteyen ya da hiç ·olmazsa, yararlanmakta özgür olan
çağdaş bir toplumu yönetme konusunda kesinlikle yetersiz
kalmasıdır.

22
'Bu aşamada artık, böyle bir toplumun kendisine yeni bil­
giler ve yeni deneyimler, yeni kavramlar, yepyeni bir iç evren
sunabilecek, Atatürk'ün açtığı çığırdan yürümesine yardımcı
olabilecek kimselere kendiliğinden kulak vermesi bekleneme­
yeceği anlaşılmaktadır. Bir yaklaşım çabası zorunludur: bu
topluma daha önce manevi sorunların niteliği ve önemi öğre­
tilmek, böylesine konulara dikkati ve ilgisi çekilmek gerekir;
bundan sonra bu sorunlar ortaya atılabilir ve toplumun bu so­
runları başarıya ulaşabilecek bir yetenekle incelemesi umut
edilebilir.
Ancak toplumsal ortam o derece ilgisiz, anlayamadıkla­
rı fikirler karşısında çıkarlarını ve inançlarını tehlikede gören­
lerin düşmanca tepkisi o kadar şiddetlidir ki, ulusun gelece­
ğinin büyük ölçüde öğretim ve kültür sorunlarının çözümlen­
mesine bağlı olduğu konusunda çok derin, sarsılmaz bir inan­
ca sahip olmadıkça, kişi bu davasını savunamaz ve bunda di­
renemez.
Zihinlerde ve gönüllerde böylesine sarsılmaz bir inancın
yer edebilmesi için, somut gerçeklerin gözlenmesi ve incelen­
mesi, tarihsel olayların yargılanması ve sorunların kuramsal
düzeyde değerlendirilmesi zorunludur.

2- Atatürk devrimi: yeni bir hümanizm kaynağı

Yakın tarihimizin bizzat de�m ilkelerinin tehlikeye düş­


tüğü izlenimi uyandıran karanlık bir döneminde, böyle bir i­
nanç beni Atatürk devrimini inceleyip yorumlamaya itti. Hü­
manist değerler sistemi tarih bilincinin ışığında değerlendiri­
lirse ya da başka bir deyişle, yeni kuşaklara Batılı dünyanın
yüzyıllar boyunca edindiği deneyimin doğrudan doğruya ta-

23
nınmasına dayanan bir eğitim verilirse, ülkenin tümüyle Ba­
tılılaşmasının sağlanabileceğini gördüm; buna "Türk ulusu­
nun insanlığın manevi gelişmesine katılması" demek daha
doğru olurdu; gerçekten, yeni Türk toplumu klasik dünya ile
modern dünya arasındaki ilişkiler sorununu kendi açısından
ele alacak olursa -ancak böyle bir inceleme ona Batı uygarlı­
ğının özünü kavrama olanağını verebilirdi-, Batılı dünyanın
körü körüne taklidinden kurtulmakla kalmaz, yeni sonuçlara
ulaşabilir, sorunları yeni açılardan görebilirdi; çünkü Türk
toplumunun yaşadığı tarihsel dönem tümüyle özgün ve ola­
ğan dışı önem taşıyan bir dönemdi.
Toplumumuzun Avrupa örneklerince kurduğu kurumla­
rın ruhunu esas alarak, Atatürk'ün eserini fikir düzeyinde an­
lamaya çalışırken, araştırmam ilerledikçe, bu eserin önceleri
hiç tahmin etmediğim ölçüde bir önem ve değer kazandığının
farkına vardım. Gerçi Türk devrimi gelmiş geçmiş ihtilallerin
en büyüğü, en radikali olma onurunu hümanist ruha borçluy­
du; çünkü ancak hümanist ölçütlerle değerlendirildiğinde bu
sonuca varılıyordu; ama Türk devrimi hümanist düşünceye
olan borcunu, ona yaptığı çok daha büyük bir hizmetle kat kat
ödemek durumundaydı.
Nitekim, Türkiye'de büyük ölçüde hümanist ruhlu yeni
bir temel eğitim uygulanacak olursa, Anadolu'da Türk hüma­
nizmi adını taşımaya layık bir fikir akımının oluşması olanak
buluyordu; bu büyük fikir akımı insanlığın manevi tarihinde
yeni ve daha ileri bir aşama oluşturabilirdi; bu aşama (insan­
cıl değerler sisteminin doğuşu, Batı 'ya yayılması, Ortaçağ uy­
kusundan sonra yeniden bulgulanması, Latin evreninde dal bu­
dak salması ve son olarak, Avrupa'nın tümünü kapsaması dö­
nemlerine karşılık olan) Yunanlılık, Romalılık, İtalyan hüma-

24
nizıni, Fransız- İtalyan uyanışı ve A lman neo-hümanizmi aşa­
malarına yeni bir aşama olarak katılabilirdi.
Türk hümanizmi insancıl değerler sisteminin yepyeni bir
alana -ulu bir ırmak gibi akıp giden insanlık evriminin (Ba­
tı' nın başlattığı düşünsel, ahlaksal ve estetik gelişim süreci­
nin) kıyılarına itilip akıntı dışında kaldıkları için, bu ilerleyi­
şe doğrudan doğruya bir katkıda bulunmamış olan Batılı ol­
mayan toplumlara- yayılmasını sağlayabilirdi.
Ne var ki bu sorunlar daha başka sorunlara yol açıyordu;
en önemlisi, Türki�e'de Batı'nın humanist eğitimine yer ve­
rilecekse, bu savı kuramsal düzeyde doğrulamak gerekiyor­
du; humanist eğitimin zorunluluğu kanıtlanmalıydı. Avrupa­
lıların Klasik çağın araştırılmasını tarihsel, dinsel ya da ulu­
sal nedenlere bağlamak, bazen de öz değerini ileri sürmek su­
retiyle oluşturdukları gerekçeler (aslında bu değerlerin ne ol­
duğunu açık ve inandırıcı biçimde dile getirmeyi hiçbir zaman
başaramamışlardır) Batılı olmayan dünya için kesinlikle ye­
terli değildi.
Bu durum beni, klasik dünyanın değerini modern dünya
ile ilişkileri açısından araştırmaya vakit ayırmış olan bir dizi
humanist, edebiyatçı, filolog ve filozofun eserlerini inceleme­
ye itti. Yüzeysel bir inceleme bile, Batı uygarlığının ana çiz­
gilerinin bu yazarlarda bulunacağını ortaya koymaya yetmek­
tedir. Bu bakımdan Batı'nın çağdaş uygarlığının özü ve ruhu
Hıristiyan dinidir savını durmadan, çoğu zaman çocukça ka­
nıtlarla yineleyen yazarlar üzerinde durmaya değmeyecekti.
Gerçekten, önyargılardan sıyrılmış oimak koşulu ile, Avrupa
ve Kuzey Amerika'nın toplumsal, siyasal, eğitimsel ve kültü­
rel kurumlarına bir göz atmak bile, onların temelinde Hıristi­
yan düşüncesinden değil, Yunan dünyasından kaynaklanan

25
hemen hemen sınırsız bir zihin özgürlüğünün bulunduğunu
görmeye yetecektir.
Bu nedenle, çoğunluğu humanist, filolog, filozof olan ve
Batı dünyasının yaşam ve evrim kaynağını klasik çağın ince­
lenmesinde, daha doğrusu Klasik çağa içtenlikle bağlanmak­
ta gören bir dizi düşünür üzerinde özellikle durmak gereğini
duydum. Bu konuda Alman altın çağının büyük aydınlarının
özel bir yer işgal etmeleri doğaldır; çünkü onların düşünce­
sinde daha güçlü bir sistemli çaba vardır; bunun da nedeni, on­
ların modem Batı 'run evrim tarihinde İtalyanlardan, Fransız­
lardan ve İngilizlerden sonra boy göstermeleri ve Klasik ça­
ğa bağlanmalarını alışılagelen lenguistik, geleneksel ve tarih-..
sel gerekçelere dayandırma olanağından yo�un olmalarıdır.
Fakat Batı dünyasının Klasik çağ düşüncesini böylesine
bir sebat ve inançla incelemesinin nedenlerini kuramsal dü­
zeyde doğrulamayı; hatta bu girişimlerinde Yunan ve Roma
uygarlıklarının tanınmasında başta gelen bilim olarak görü­
nen filolojinin sınırlarını bile açık ve kesin biçimde saptama­
yı başaramadıklarına hayretle tanık oldum. İçlerinden birço­
ğu, filolojiye özgü bildikleri görevle bu bilimin uygulama ala­
m arasında bir uyumsuzluk görerek, onun ilgi alanını tarih ve
felsefenin alanlarına taşacak biçimde genişletme eğiliminde
idiler. Böylece son derece önemli yeni bir sorun: Filoloji, ta­
rih ve felsefe arasındaki ilişkiler sorunu ortaya çıkmış oluyor­
du. Kuramsal düzeyde gösterilen bunca çabanın bir sonuca
varmadığı, çağımızın en parlak zekalarından biri olan idealist
filozofCroce'nin filolojinin değerini küçümsemesiyle, zihnin
bu üç etkinlik biçimini tarihsel yargıda toplayıp filolojiyi bel­
geleri araştıran, saklayan ve sınıflandıran bilim olarak görme­
siyle kanıtlanmaktadır.

26
Çağdaş uygarlığın özünü saptamak için giriştiğim araş­
tırmalarda Batı düşüncesi bana yardımcı olmayınca, öbür yan­
dan topluma bu özün ne olduğunu açıklamak, bununla da kal­
mayıp onun mutlak bir insancıl değer taşıdığını, böylece her
insan toplumu için geçerli olduğunu göstermek durumunda ol­
duğuma göre -gerçekten Batı'nın düşünsel, ahlaksal ve este­
tik değerlerinin ülkemizde yerleşmesinin sağlanmasında en
önde gelen iki kuruluş olan klasik lise ömeğince kurulacak
bir ortaöğretim okulu ile humanist düşünceyi ve kültür sorun­
larımızı inceleyecek bir enstitünün kurulması i9in bu doğru­
lamayı yapmak zorunluluğu vardı- işte bu durumda -"Batı
dünyasının uygarlıklar topluluğu" adı ile anmayı yeğlediğim­
Batı uygarlığı üzerine kendi başıma bir araştırma yapmak zo­
runda kaldım; çünkü bu uygarlık ya da uygarlıklar topluluğu,
bütün öbür Uygarlıklardan farklı olarak, İÖ 9. yy'dan bu yana
-sapmalar ve duraklamalarla da olsa- düz ve sürekli bir çizgi
oluşturduğu izlenimini veriyordu. ·

Gerçekten, Batı uygarlığını öbür uygarlıkların yapısından


ayıran özellik, onun temelinde bulunan tam bir ruh özgürlüğü i­
di; bu özgürlük sayesinde Batı dünyası (öbür kültür dünyaların­
dan burada da farklı olarak) ereklerini kendi dışında aramıyor,
kendi özü içinde bulunan ve hiç değişmeyen bir amaç, insanın
doğal yeteneklerini özgürce geliştirme amacını güdüyordu.
İnsan yaratılışını ve onun zihin ürünlerini incelerken şu
kanıya vardım: Tarihsel gerçek bir kez oluştu mu, ne ise o ol­
ması nedeniyle doğal gerçeklerinzorunluluğundan (örneğin
olduğu şey olan ve olduğu şey olduğu için, öyle olmaması ya ·

da başka türlü bir şey olması olanaksızlaşan bir kimya elemen­


tinin zorunluluğundan) hiç farklı olmayan bir zorunlultlk ni­
teliği kazanıyordu.

27
Böylece, insan aklı otuz yüzyıl boyunca bilinçli olarak
oluşmuş olduğu gibi oluşmuş bulunduğundan ve artı� yeryü­
zünde değişik bir gelişme evresi olamayacağından -çünkü in­
san zekasının bulguladığı en büyük temel hakikatlann yeni­
den ilk kez bulgulanamayacağı apaçıktı-, bu durumda insan­
lığın manevi evrimine etkin bir biçimde katılmak isteyen her
toplumun, Batı'nın uzun süren ve karmaşık bir yapı gösteren
insancıl deneyimini geçirilen aşamalar boyunca izlemekle ve
onu somut tarihsel gerçekliği içinde incelemekle yükümlü ol­
duğu ortaya çıkıyordu.
Türkiye'de bu düşüncelerin sonucunu göz önünde tutan
bir eğitim sistemi kurulabilirse, Atatürk devriminin insanlık
için sürekli bir kazanç oluşturacağı, Atatürk'ün de tarihin gö­
ğünde birden görünen ve hiç iz bırakmadan kayıp giden yıl­
dızlardan biri olmayacağı böylece anlaşılmış oluyordu; aynı
zamanda ülkenin geleceği inanca altına alınacak; üstelik Türk
ihtilali insanlığın fikir tarihinde yeni bir aşamayı başlatacak­
tı: Türk hümanizminin Batılı olmayan toplunılara -çağdaş tek­
nolojiye sahip çıkma ve Batılı kurumlan taklit etme sayesin­
de- bağımsızlıklarını koruyabilmenin ötesinde, uygar evrenin
insanlık için daha iyi bir yaşam sağlama çabasına nasıl katı­
lacağını öğretme durumunda olduğu, insanlığın manevi tari­
hinde yeni bir atılım dönemine geçiş oluşturduğu ortadaydı.
Ama bu atılıma götüren fikir akımına evrensel hüma­
nizm de denebilirdi; çünkü Batılı olmayan uluslar, Atatürk
devrimini örnek alan ve hiç olmazsa biçimsel olarak, anaya­
. sal yoldan, zihin özgürlüğünü amaçlayan bir temel ihtilali ger­
çekleştirdikten sonra, insancıl değerler sistemini özümseye­
bilirler ve -evrensel ölçüte dönüşen- bu sistemi elde ettikten
sonra, tüm edebiyatlarını, tüm tarihlerini, tüm zihniyetlerini

28
yeniden değerlendirebilirlerdi; böylece yeryüzündeki bütün
uluslar humanist biçimlenimin ortak paydasına indirgenmiş
olurdu.
İnsancıllığı ideal edinen yeryüzündeki bütün ulusların
kendilerine özgü biçimde insanlığın ilerlemesine katkıda bu­
lunabilecekleri de söylenebilirdi; çünkü her biri başka bir ta­
rihsel deneyim geçirdiği ve değişik bir toplumsal varlığa sa­
hip olduğu, bu yüzden de değişik sorunlarla karşılaştığı için,
bu temel sorunlara zihin yapısındaki birliğin sağladığı aynı
ruhla, ancak değişik bakış açılarından bakmaları ve doğal ola­
rak, her birinin kendine özgü sonuçlar çıkarması beklenebi­
lirdi. Ülkemizde, örneğin klasik evrenle modem evren arasın­
daki ilişkiler sorunu konusunda beliren durum da bundan fark­
lı değildi: Çağdaş dünyada klasik kültür ve klasik filolojinin
rolü konusunda bizim, Fransız, Alman, İngiliz ya da İtalyan
filologları ile aynı yargılara varamayacağımız kesinlikle an­
laşılıyordu.
Batı dünyasına gelin�e, bu dünyanın kendi özü üzerine
daha esaslı bir bilgiye sahip olması, insanlığın geri kalan bö­
lümünün karşısına bölgesel ayrılıklardan arınmış olarak, tek
yüzle çıkması ve oluşturduğu değerler sisteminin evrenselli­
ğine güvenerek, geleceklerini kurmak için çalışan Batılı ol­
mayan toplumlara önderlik etmesi gerekiyordu.

3- Tanıma kuramı

Her toplumun, insanlığın evrim sürecinin başlamasına


ve sürüp gitmesine katkıda bulunan ulusların deneyimine da­
yalı bir zihin ve ahlak biçimlenmesini edinme zorunluluğun­
da olduğu kuramsal yoldan saptandıktan sonra, insanlığın ge-

29
leceği sorununu bilinçli olarak ele alan ve -bilinçsiz olan ya
da her ne suretle olursa olsun, insan iradesinin dışında kalan
güçlerle denk bir kuvvet oluşturdukları zaman- insan toplu­
luklarını uygar toplumlara dönüştüren ve onların yaşamına tam
anlamı ile tarihsel bir karakter kazandırabilen bilinçli güçle­
rin birer parçacığı olmalarını sağlayacak eğitim ve öğretimin
ne olduğunu ve nasıl verilmesi gerektiğini açıklamak kalıyor­
du.
Yaşamın sağladığı somut deneyim bir büyük gerçeği öğ­
retir: Buna göre, insanın zihni, önced.en bu işe uygun bir bi­
çimde eğitilmedi ise, dışardan formülleri, kavramları, bir ke­
lime ile soyut olanı almaya -başka bir deyişle, duyulara ve ay­
nı zamanda insanın aklına seslenen somut gerçeklerin dışın­
da hiçbir şeyi algılamaya- elverişli değildir.
Bu deneyim bana filolojinin, genellikle gözden kaçmış
olan, paha biçilmez değerini açıklamış oldu. Batı eğitiminin
temeli, sanıldığı ve sık sık dile getirildiği gibi, estetik değil,
hiç olmazsa klasik tipteki okullarda, filolojiktir. Gerçi, öğre­
timde estetik eğitimle filolojik eğitimin özdeşleştikleri kabul
edilmelidir, çünkü orta dereceli okullarda filoloji iki klasik di­
lin öğretilmesi ve klasik çağın büyük edebiyat eserlerinin oku­
tulması biçimini alır. Okullarda ise estetik duygunun eğitilme­
sini hemen hemen yalnızca edebiyat sağlar. Ancak filolojik
eğitimden çok farklı bir şey olduğu vurgulanmalıdır. Filolo­
jik eğitimin amacı gençlerin ruhunu gerçek olanla ilişkili ha­
le getirmektedir; edebiyat eseri ise en somut insancıllığı kap­
sar, çünkü onda ilintilik ya da özel gerçekle ideal ya da evren­
sel gerçek kaynaşmış durumdadırlar.
Her çeşit dogmacılığa götüren yolu kesen öğe, işte bu so­
mutça insancıl olanı tanımaktı; bundan da filolojik eğitimin

30
humanist biçimlenimin ve dolayısıyla, her tarihsel, felsefi ve
bilimsel zihin yapısının temelini oluşturduğu sonucu çıkıyor­
du.
İnsan aklı somut gerçeği tanımadıkça tarihsel yargıya ya
da felsefi kavrama erişemezdi, çünkü tarihsel yargıya varmak
için olaylar arasındaki ilişkiyi saptamak, felsefi kavrama eri­
şebilmek için de -duygusal ve akılcı öğelerin iç içe olduğu­
somuttan ideal değeri soyutlamak gerekiyordu.
Böylece ortaya temel bir kuram çıkıyordu; daha önce söz
konusu edilen aşamalar boyunca yavaş yavaş oluşan bu kuram,
buraya kadar kat edilen yola öylesine parlak bir ışık tutuyor­
du ki, her şey yeni bir önem ve yeni bir anlam kazanıyordu.
Türkiye'nin ve herhangi bir Batılı olmayan ülkenin kültür so­
runlarının çözümünde, bundan böyle -tanıma kuramı ve ru­
hun tarihsel oluşumu kavramı olması nedeniyle, ruh kuramı
diye adlandırabileceğimiz- bu kuram yön verici egemen öğe
olmalıydı.
Bu kuram filolojinin ne olduğunu da kesinlikle ortaya çı­
karmaktaydı; bu açıdan bakıldığında, filoloji, tıpkı tarih ve fel­
sefe gibi, bir yandan özel bir bilim dalı, bir yandan da bir ta­
nıma biçimi olarak görünüyordu. Şöyle bir denklem ortaya çı­
kıyordu: Filoloji ile filolojik tanıma arasındaki ilişki, tarihle
tarihsel tanıma ve felsefe ile felsefi tanıma arasındaki ilişki­
lerin tıpkısıydı. Böylece filolojinin sınırlan da kesinlikle be­
lirlenmiş oluyordu; kimse artık filolojiyi ne küçümseyebilir,
ne de tarih ya da felsefe ile karıştırabilirdi.
Üçüncü olarak, bu kuram ortaya yeni bir sav atıyordu: Bu­
na göre, temel eğitim için filoloji, daha doğrusu klasik filolo­
ji (bununla filoloji adını taşıyan özel bilim dalı değil, klasik
çağ eserlerine dayanan filolojik biçimlenim anlaşılmalıdır)

31
zorunluydu; çünkü klasik filoloji ile öbür filolojiler arasında
öz farkı vardı. Bu fark, klasik filolojinin, incelediği evrenin
en somut bir insancıllıkla dolup taşan eserlerden yana zengin
olmasından ve filoloji biliminin ve hatta filoloji kavramının
doğmasına yol açan somut bir evren olmasından kaynaklan­
maktaydı.
O halde benim artık filolojik diyebileceğim, yani geniş
ufuklu, her çeşit insancıllığa açık ve insan aklına güven du­
yan bir ruhu oluşturma gücü yalnız Yunan ve Latin filolojile­
rine özgü olmalıydı.
Araştırmanın vardığı bu sonuçlara göre, Türkiye'de Yu­
nanca ve Latincenin okutulmasının zorunlu olduğu kesin bir
dille ileri sürülebilirdi.
Temel kuram, ayrıca, mutlak gerekle Vico'nun -filolojik
certum dediği arasında beklenmedik bir karşılıklı bağ da ku­
ruyordu. Gerçekten, dört tanıma kategorisinden geçerek -fi­
lolojik tanıma, tarihsel tanıma, felsefi tanıma ve historio-filo­
zofik tanımadan geçerek- aşama aşama insanlığın manevi de­
neyiminin genel sentezine varılıyordu; bu sentez düşünmek­
te olan bir ben duygusunu kuvvetle duyuruyordu; daha doğ­
rusu sentez insanın kendi düşüncesinin varlığını bilincinde
duyma düzeyine ulaşıyordu.
Bununla gerçekler düzeyinde olsun, fikirler düzeyinde
olsun her durağan ve her tarihsel an ortadan kalkıyor, böylece
-atomun parçalanması ile maddenin yok olması gibi- düşün­
cenin bütün önceki aşamaları yok oluyordu. Ancak nasıl insan
için atomun parçalanması değil, içinde yaşadığı somut dünya
gerekli ise, aynı biçimde onun için değerli olan -her defasında
zihnin yeni bir çabası ile elde edilen ve en yüksek hakikatin
düşünen ben olduğunu duyuran- o güçlü sezgi değil, insanlı-

32
ğın manevi evrim tarihidir. Esasen unutulmamalıdır ki -kim­
ya, fizik ve matematik bilimlerinin atomun parçalanmasını
sağlamaları gibi-, bu yüksek bilince erişmeyi sağlayan da in­
sanların otuz yüzyıllık tarih boyunca olgunlaşan deneyimidir.
Bu ruh kuramından eğitim sorunu ile ilgili bazı sonuçlar
çıkarılabilirdi. Çünkü bu kuram, eğitimin amacını açıklıkla or­
taya koymaktaydı. Ona göre diyebiliriz ki eğitimin amacı in­
sana insan ruhunun bir gerçek olduğu bilincini kazandırmak­
tır; dört tanıma kategorisi (ve özellikle filolojik eğitim) saye­
sinde onu bilinçli güçlerin bir parçacığı yapmaktır; onu, bi­
linçsiz ya da her ne suretle olursa olsun, insan iradesinin de­
netiminden kaçan güçlere elden geldiğince karşı koyma yete­
neğine sahip, zihinsel, ahlaksal ve estetik yetkinliğe erişmiş
bir birey kılmaktır. O bilinçsiz ya da insan iradesinin dışında
kalan güçler her toplumda bol sayıda vardır. Bu güçler, toplu­
mun manevi varlığı boş inançlardan, ilkel inanışlardan oluşu­
yorsa, egemendirler; fakat -kuşaktan kuşağa çoğu zaman bi­
linçsizce aktarılan- bu aynı varlık aklın ışığı ile aydınlatılmış
ise, bir kenara itilmek ve yok olmak durumundadırlar.
Şu halde eğitimin amacı, elden geldiğince bireyin ve top­
lumun yazgısını insanların bilinçli iradesinin denetimine bı­
rakmaktır. Eğitimin amacı böylece saptandıktan sonra, bun­
dan mantıksal olarak çıkan sonuç her toplumun bütün insan­
ları için bir tek eğitim biçimi olduğudur.
Gerçekten, orta dereceli öğretimde değişik tipte okulla­
rın bulunmasının pratik düzeydeki zorunluluğu, gençleri de­
ğişik mesleklere hazırlama gereksiniminden kaynaklanmak­
tadır; ancak okul içi ve okul dışı eğitimin gütmesi gereken ide­
al amaç, her insanı -aydın olsun, köylü olsun, işçi olsun- aynı
insanlık ideallerine yöneltmek olmalıdır.

33
4 Bu girişi yazmamın nedeni
-

Bu giriş bölümünde, kitapta ele alınan hemen hemen bü­


tün konulara dokunuldu. Bu sayfaların, ele alınan çeşitli so­
runlar arasındaki ilişkilerin izlenilmesini ve hepsi de yaşam­
sal önemde olan bunca sorunun aynı kitapta incelenmesinin
nedeninin anlaşılmasını kolaylaştıracağını düşündüm. Kuş­
kusuz anlatımıma daha sistematik bir biçim verebilirdim; böy­
lece eser belki daha açık olur ve mantıksal yapı bakımından
daha büyük bir güç kazanabilirdi; ancak o zaman somut ka­
rakterini kesin olarak yitirirdi; çağdaş insanlığın canlı ve gün­
cel sorunları ile ilginin kesilmesi ise, okuyucunun işlenen ko­
nuların anlamını kavramakta güçlük çekmesine neden olabi­
lirdi. Bu kitap algıları zihnin çeşitli işlemlerinden geçirerek
bilgiç bir sistem kurma hevesi ile kaleme alınmadığına; hü­
manist yaşam anlayışı ile Batılı olmayan dünyanın gerçekle­
ri arasındaki çatışmanın ve bu çatışmanın yarattığı koşulların
bir ürünü olduğuna göre, anlatımı tarihsel çerçevesi içinde
sürdürmem kanımca gerekliydi.

34
II. BATILI OLMAYAN EVRENİN TARİHSEL
VE FİKİRSEL İNCELEMELERE AYKIRI
DÜŞEN NİTELİGİ

1 - Batılı olmayan evrenin tarih ve fikir yönlerinden


yapılan incelemelere karşı koyan bir nitelikte olmasının ne­
denleri

Batılı olmayan evreni bir bütün olarak kavrayan bir ku­


ram bugüne kadar vücut bulmuş değildir; bunun en başta ge­
len nedeni Batılı olmayan evrenin, yaratılışının gereği olarak,
sistemli bir araştırmaya, yani bu evrenin özünü ortaya koya­
cak ve böylece nedensel bağlantılarını ve ideal değerlerini
saptayacak veya başka bir deyişle, bu evren hakkında tarihsel
yargılar verecek ve onun felsefi kavramlarını bulup çıkaracak
araştırmalara yaratılışı gereği aykırı düşen bir nitelik taşıma­
sıdır. Batılı olmayan evrenin bu aykırılığını doğuran nedenler
iki çeşittir.
Birinci çeşit nedenler, zihnin kendine ait özgür bir dün­
yası olduğu bilincine erişmiş olup, bu bilinci kendi toplumla­
rında uyandıran kişilerin öğretisine yabancı kalmış olan Batı
dışı toplumlarda, bilinçli güçlerin bilinçsiz ya da her ne suret­
le olursa olsun, insan iradesinin denetiminden kaçan güçlere
oranla hemen hemen yok denecek kadar zayıf olmasından
doğmaktadır (1 ).
Bilinçli güçler toplumları yalnız ilintilik gerçekler düze­
yinde değil, -olayların akışına ve içinde doğdukları toplumun
evrimine bilinçli olarak etki yapmaları itibarıyla- tarih düze­
yinde de, -bilince erişmiş olan insan zihninin bir ifadesi ol­
maları itibarıyla- fikir düzeyinde de kavranılır ve anlaşılır dü-

35
zeye getirirler; bu yüzden Batılı olmayan bir toplumun tarihi­
ni, edebiyatını, sanatını, kuruluşlarını ve toplumsal yapısını
ne kadar incelerse incelesin, bilgin, zekası ve insanlık sorun­
ları hakkındaki olgun deneyimi ile kavrayacağı ve belki de,
birçok ince ve derin gözlem halinde belirteceği ilintilik g�­
çeklerin düzeyinin ötesine geçemeyecektir. Ne kadar geniş
olursa olsun, bu evrenle ilgili deneyimi ve bilgisi onu yalnız­
ca toplu bir görüşe eriştirecektir; fakat o bu görüşünü fikirle­
rin üstün düzeyinde açıklayıp doğrulamak durumuna geleme­
yecektir. Hatta, bu toplu görüşüne dayanarak birtakım olum­
lu savlar bile ileri süremeyecektir (2); tersine, Batılı olmayan
evren üzerine bilgisi ve deneyimi birtakım yadsımalar ve çe­
lişmelerden öteye gidemeyip dağılacaktır.
Batılı olmayan evrenin bu aykırılık niteliğinin ikinci çe­
şit nedenleri doğrudan doğruya birinci tür nedenlere bağlanır.
Çünkü Batı'nın zihinsel, ahlaksal ve estetik değerlerine dayan­
makla, bu değerlere ve bu değerleri yaratan ruha yabancı olan
bir evren üzerine yargıya varmak ilk bakışta doğru değildir.
Böyle olunca da, bilginin olumsuz savlan bile temelsiz ve zi­
hin karıştırıcı bir öznellik kazanmaktadır. Gazetecinin yalın
izlenimi ile tarihçinin verdiği yargının ve kuramcının erişme­
ye çalıştığı kavrayışın aynı değeri taşır görünmeleri ve bir de­
receye kadar da, gerçekten öyle olmaları (çünkü gerek bu iz­
lenimler, gerek bu yargı ve kavramlar hep bir kaynaktan, her
çeşit tarihsel ve fikirsel öğeden yoksun görünen pragmatik ger­
ç"eklerin ilintiliğinden doğmaktadır), bu öznelliği daha belir­
lemektedi (3). Batılı olmayan evren üzerine ileri sürülen gö­
rüşlerin birbirinden son derece ayn olması da bunun bir sonu­
cudur. Bu görüşler yüzeyde kalmakta ve sağlıklı olmayan son­
suz bir hayranlıktan en derin ve küçük düşürücü -bu duyguyu

36
uyandıranı da duyanı da küçük düşüren- bir küçümsemeye var­
maktadır.
Fakat her ne kadar Batılı olmayan evrenin kuramcısının
henüz ortaya çıkmamış olması her şeyden önce araştırılan ko­
nunun kendi niteliği ile ilgili ise de, şu da kabul edilmelidir ki
bizzat tanıyan özne, yani Batı düşüncesi, Batı'nın bu görevi­
ni yerine getirecek yeterliği gösterememektedir. Bu konuda
Batı düşüncesinden başka bir tanıyan özne de söz konusu ola­
maz, çünkü, ilgili kavramları yaratmış olmak nedeniyle, yal­
nız o,(4) olayların ve eserlerin akılcı bir irdelenimine girişip,
Batılı olmayan evreni tarih ve fikir yönlerinden ele alan bir
incelemeyi kendine konu edebilir.
Gerçekten, Batı düşüncesi, kendi manevi sınırlarının dı­
şında kalan insanlığı bilmezlikten gelmekte direndiği için,
Batılı olmayan evreni ve onun ivedi sorunlarını tanıma yönün­
de çok düşük bir düzeyin ötesine geçmemiştir. Bu sorunlara
"temel sorunlar" değil de "ivedi sorunlar" diyorsak, bunun
nedeni o evrende "temel sorun", "ilke sorunu" gibi kavram­
ların var olmayışında aranmalıdır.
Batılı olmayan toplumların maddi durumuna olduğu ka­
dar manevi ve kültürel durumuna gösterilen ilgi bakımından
da, Batı evreni sosyalist evrene oranla çok geridedir. Bize öy­
le geliyor ki -A. Tonybee'nin kullandığı terminoloji ile söy­
leyelim- bu, tarihin Batı uygarlığının karşısına çıkardığı yeni
bir meydan okuyuştur; Batı uygarlığı da, yok olmak istemi­
yorsa, bu meydan okuyuşa karşı koymak zorundadır. Ancak
bugün, Batılı olmayan ulusların eğitim ve kültür alanı gibi in­
sanlığın geleceği için gerçekten yaşamsal bir önem taşıyan bir
alanda, Batılıların tarihin bu meydan okuyuşuna cevap verme­
ye azır olduklarını gösteren belirtiler kanımızca henüz pek za-

37
yıftır. Oysa, Batı düşüncesi kendi -Avrupalı ya da Amerikalı­
çevresine sıkıca kapanmaktan vazgeçerse, kuramsal etkinli­
ğini Batılı olmayan evrenin sorunları üzerinde toplamaya ya­
naşırsa, ta başlangıçtan beri, belirli uygarlık aşamalarında bi­
rikinti su gibi yatan kitleleri -insanlığın büyük çoğunluğunu
oluşturan toplulukları- harekete geçirmeyi, büyük bir ırmak
gibi akan evrim sürecinin akıntısına onların da katılmalarını
kesinlikle sağlayabilir: aynı zamanda, kendi özü hakkında ye­
ni ve çok yanlı bir bilince erişme olanağını bulur.
Gerçekten, ruhumuzdan ve zihinsel alışkanlıklarımızdan
ayn bir ruhun ve zihniyetin ifadesi olan maddi ve manevi bir
evren üzerine bir değer yargısına varmamız gerekiyorsa, ilke­
lerimizi yeniden ve özenle gözden geçirmek, değerlendirme­
lerimizi ve yargılarımızı yeni bir incelemeye dayandırmak,
hatta düşünsel ve ahlaksal değerler sistemimizin tümünü ye­
niden gözden geçirmemiz gerekir; çünkü biz bu değerleri in­
celemeden, çok kez de -üyesi olduğumuz toplumun manevi
varlığının birer parçası olmaları dolayısıyla- farkında olma­
dan bilinçsizce benimsemişizdir.
Başka bir deyişle, bizim geleneksel değerlerimizle ilgisi
olmayan maddi ve manevi bir veri üzerine bir değer yargısı
verilecekse, önce insanın yaratılışı ve amaçlan nedir sorusu­
na cevap vermek gerekir; çünkü ancak bu soruyu cevaplan­
dırmakla yargılarımız için bütün toplumların kabul edecekle­
ri ortak bir temel bulabilir, yeryüzünde var olmuş olan ve var
olan uygarlıklar arasında bir sıra kurma olanağını veren ev­
rensel bir ölçüt ortaya koyabiliriz.
Bunun dışında mutlak bir ölçüt kurmanın; çeşitli uygar­
lıklara bağlı çevrelerin değerlendirilmesinde bizi tek yanlı, tek
yanlı olduğu için de öznel görüşlerden korumaya yeterli bir

38
ölçüt saptamanın başka yolu yoktur. Bu durumda bile, yargı­
nın nesnelliği, insanın yaratılışı ve amaçlarının ne olduğu so­
rusuna verilecek cevabın nesnelliğine bağlıdır, çünkü, örne­
ğin, mistik bir ruhla maddeci bir ruhun bu temel sorunu bir­
birinden çok farklı bir biçimde çözecekleri açıktır.
Böyle olmakla birlikte, daha sonra görüleceği gibi, bu te­
mel sorunun çözülmesi için sağlam bir nesnellik ölçütü vardır.
Şimdilik şunu belirtmekle yetinelim: Batı düşüncesi bu
temel sorunu ortaya atmak şöyle dursun, kendinden memnun
olmanın verdiği bir doygunluk ve huzur duygusu içinde tüke­
nip gitmektedir. Her halde bu düşünce kendini daha derin bir
biçimde inceleyecek, bir tüm olarak ele alınan insanlığın ev­
rensel düzeyi üzerinde kendi değerini doğru olarak biçecek bir
araştırmaya girişebilecek olgunluğa henüz erişmiş görünme­
mektedir; tersine, çağımızın tarihsel koşullan göz önüne ge­
tirilirse, Batı düşüncesinin kendisine düşen görevi üzerine ala­
cak güçte olmadığı kabul edilecektir.
Kuşkusuz, Batı 'da gerçekten aydın ruhlu insanların sayı­
sı az değildir; bunlar Batı evreninin karşısına çıkan ve çözüm
bekleyen kültür sorunlarının ne olduğunu görmektedirler. Üs­
telik, pragmatik düzeyde ileri sürülen birçok çözüm biçimle­
rinin, insanlığın nereye varacağını çok iyi gören bir sezişten
esinlendiğini de kabul etmek gereklidir. Ancak şu da var ki,
ne bu aydın kişiler, ne de gerçeklerin karşı konmaz dürtüsü
Batılı toplumların genç kuşaklarına yeni bir ideal verecek ye­
terlikte değildirler; bunun nedeni ise, bu fikirlerin ve bu olay­
ların bilinçli düşünce tarafından henüz değerlendirilmemiş,
kuramsal bir sistem içinde sağlam bir biçimde doğrulanma­
mış olmasıdır.
Başka bir deyişle, Batı düşüncesi eriştiği hakikatlerin ev-

39
renselliğini duyurmak istiyorsa (ve gerçekten, ileride görüle­
ceği gibi, böyle bir sava hakkı da vardır) -bu tür sorunların in­
celenmesi ve çözülmesi söz konusu oldu mu- kuramsal çalış­
malarının temeli ve amacı olarak yalnız Batılı toplumları, yüz­
yıllar süren bir evrim sonunda oluşan Batılı insan ruhunu de­
ğil, tüm insan soyunda beliren insan yaratılışını ele almak zo­
rundadır. İşte o zaman, yalnızca 1. Ö. 5. yüzyıl Atinalılarını göz
önünde tutmakla, Sokrates'in ne kadar yanıldığı çok daha iyi
anlaşılacaktır. Kritik der Urteilskraft' ında(5) Kant estetik yar­
gıların, varlığını önceden kabul ettiği tek ve ortak bir sağdu­
yu sayesinde olanaklı olduğunu ileri sürmekle aynı yanılgıya
düşmüştür. Kant sağduyunun insanın evrensel yaratılışından
ileri gelmeyip, belli bir forma mentis'in pratik ifadesi olabi­
leceğini, bu forma mentis ' in de toplumun, mensuplarına bi­
linçli ve bilinçsiz yollardan verdiği belli bir eğitimle meyda­
na gelebileceğini düşünmemiştir. Oysa gerçek durum budur;
sağduyu tek değildir; uygarlıkların sayısı kadar sağduyular
vardır. İmdi, başvurulması istenen bu tek ölçütün evrensel ve
kendiliğinden var olan bir etken olmadığı; tersine etkilediği
ve etkisinde kaldığı estetik duygu ile aynı kaynaktan gelen ve
aynı nitelikte olan bir etken olduğu sonucuna varılmalıdır.
Sağduyunun, denek taşı görevini göreceği o quid'in bir bakı­
ma ürünü olduğu savunulabilir.
Sonuçta, belli bir insan topluluğunda oluşmuş olan ve or­
taya çıkan bir duyguya dayandığı için, estetik yargı yalnız o
toplum içinde bir anlam, bir değer taşır, fakat bambaşka bir
eğitimin ve uygarlığın egemen olduğu bir evrende o yargının
hiçbir anlamı yoktur.
Batı düşüncesinin kendi içine inatla kapanışının örnek­
lerini manevi alanların tümüne yaymak, böylece örneklerin sa-

40
yısını sonu gelmeyecek biçimde çoğaltmak olanaklıdır. Bura­
da zorunlu sonucu çıkarmakla, yani bu koşullar altında Batı
evreni ile Batılı olmayan evren arasında herhangi bir diyalog
kurmaya olanak olmadığını söylemekle yetinelim. Batı düşün­
cesi, yeni bir çaba göstererek, kuramsal etkinlik alan_ını, tüm
insanlığı kavrayacak biçimde genişletmedikçe, bu diyaloğu
kurmaya olanak sağlanamayacaktır.
Gerçekten, Batı düşüncesi insan soyunu bir tüm olarak
ele alırsa, kendi gerçek özünün ne olduğunu anlamakta güç­
lük çekmeyecektir; çünkü onun gerçek özü, -içinde uzun bir
evrimle geliştiği, hayran olunacak, ama gene de sınırlı dünya
bölümünde beliren özü değil- insanoğlunun evrensel yaratılı­
şı karşısında ortaya çıkacak olan özdür.
Bu yolu tutmakla, Batı düşüncesi, bir yandan Batılı top­
lumların öncülük ettiği manevi evrimin tüm insan soyu için
geçerli olan birtakım değerlerin saptanmasına götürdüğünü,
böyle olunca da, bu değerlerin bütün insanlar tarafından be­
nimsenebilir olduğunu ortaya koyabilir; bir yandan da bilinen­
den -yani bizzat kendisinden- yayılan ışığın yardımı ile bilin­
meyeni, Batı'nın dışında kalan bilinmeyen evreni açıklamak,
böylece sorunlarını kavramak ve ona karşı davranışını erişti­
ği bu yeni anlayışa göre ayarlamak olanağını bulabilir. .
Batılı olmayan evr.eni sistemli bir biçimde incelemek is­
teyen araştırıcının göstermek zorunda kalacağı çifte çaba böy­
lece belirmiş oluyor. Araştırıcı her şeyden önce, Batı uygarlı­
ğı karşısında (bu sözlerimizden belli bir tutumu benimsediği­
miz anlaşılacaktır) bir çok ortak özellikler gösteren Batı dışı
uygarlıkların ruhuna, bugüne kadar nüfuz edildiğinden daha
derin bir biçimde nüfuz etmek zorundadır. Bundan başka, Ba­
tı uygarlığının özünü araştırmak ve mutlak değerini, yani bu-

41
gün var olan ve geçmişte var olmuş olan uygarlıklara oranla
taşıdığı değeri ortaya koymak da ona düşmektedir. Çünkü biz­
zat olayların somut gerçekliği, bilgini Batı uygarlıkları ile
öbür uygarlıkları -hatta, A. Toynbee'nin yaptığı gibi, Batı uy­
garlıklarına bir prima inter pares değeri verilse bile- (6) aynı
düzey üzerinde incelemekten alıkoymakta; onda Batı uygar­
lığının kendine özgü ve özünde bulunan bir üstünlük sayesin­
de öbür uygarlıklardan ayrıldığına ilişkin bir duygu uyandır­
maktadır.
Başka nedenler olmasa bile, bilim ve teknik alanlarında,
Batı uygarlığının öbür uygarlıklara oranla çok ileri bir evrim
noktasında bulunması ve bu gerçeği yadsımanın olanaksız ol­
ması bütün toplumların bu üstünlüğü de facto teslim etmele­
rine neden olmaktadır. Aynca, Batı uygarlığının kendisine tü­
kenmez bir.yaşam gücü bağışlayan bir iç güçle hareket eder
görünmesine karşılık, öbür uygarlıkları, tam tersine, ortadan
kalkmamak için ve gururlarından özveride bulunmak suretiy­
le kısmen bilinçli kısmen bilinçsiz -fakat kökeni bilinçli ira­
deden çok kendini koruma içgüdüsünde aranılması gereken­
bir Batılılaşma çabasına düşmüş oldukları sezisi de bu üstün­
lük savını doğrulamaktadır (7).

2- Batıh olmayan evrendeki buuahm

Önce söylendiği gibi, bugüne kadar yapılagelenlerden


çok daha ciddi ve çok daha sistemli bir incelemeye girişse de,
bilgin, araştırmalarının tümüyle düşsel bir görüşle sonuçlan­
masını istemiyorsa, ilintilik gerçeklerin somut yüzeyinde
kalmak ve o gerçekleri tarih yönünden yargılamaktan da, ide­
al değerlerini soyutlamaktan da vazgeçmek zorundadır; çün-

42
kü buna önce işaret edilen iki çeşit neden -tanıma konusunun
böyle araştırmalara karşı koyan niteliği ve tanıyan öznenin ye­
tersizliği- engel olmaktadır. Tersine, bilgin Batılı olmayan ev­
renin başlıca aksaklıklarını günlük yaşam düzeyinde, yaşanan
gerçeklerde arayıp bulmak için çaba göstermelidir. işte o za­
man, Batılı olmayan uygarlıkların, Batı uygarlığının etkisi al­
tında, derin bir bunalım dönemi geçirmekte olduğunu ve bu
bunalımın nedenlerinin gene iki çeşit olduğunu görmekte ge­
cikmeyecektir.
Başta bu uygarlıkların doğasına özgü nedenler gelir: bun­
ların en önemlisi, bu toplumun kendi zihin yapısını, toplumun
maddi ve manevi görünümünü oluşturan dogmalara uygun bir
biçimde oluşturmasıdır. Böyle olunca bu zihin, her şeyi kendi
son derece sınırlı açısından görür, yargılar ve benimser. Bu ne­
denle o toplumda özgür bir zihin evreninin, insan onuru duy­
gusunun oluşması beklenemeyeceği gibi, toplumsal ve siyasal
özgürlüklerin de hiçbiri veya hemen hemen hiçbiri var olamaz.
Toplumsal, siyasal, ahlaksal ve ekonomik düzende, önce söz
konusu edilen bilinçli güçlerin bulunmayışı bu durumun bir so­
nucudur; bu yokluk sonucunda da, bir yandan, insan tarafın­
dan denetim altına alınmayan ve serbestçe boşanmak olanağı­
nı bulan doğa güçleri, bir yandan da, keyfi davranışların ve ki­
şisel çıkarların dinginsiz oyununa o1duğu kadar, olayların do­
ğal akışına da hemen hemen tamamıyla terk edilmiş olan top­
lumun kendisi öyle koşullar yaratırlar ki, insan azla yetinme­
ye, tevekkül göstermeye ve her türlü savaşım ruhundan yok­
sun olduğu için, gerçekte kendisinin bizzat yarattığı o karşı ko­
nulmaz yazgıya boyun eğmeye kendiliğinden razı olur. Şu hal­
de o aynı uygarlığın iç enerji kaynaklarına başvurmakla bir ev­
rim yolunun açılması hiçbir zaman beklenemez.

43
Gerçekten de -herkeçe bilinen bir benzetme ile- (8) tepe­
si keçiler tarafından kemirilen ağaçlara, enine büyümeyi sür­
düren fakat boylan bir daha hiç uzamayacak olan bodur ağaç­
lara benzeyen uygarlıklar Batılı olmayan uygarlıklardır. Bu uy­
garlıklar güç doğumlarının belli anında belli bir istikrara ka­
vuşmuş ve -birbirlerinden farklı olmalarını sağlayan- belli bir
düzeni oluşturmuş oldukları halde, bütün çabalarını, yeni atı­
lımlara değil, status quo'nun korunmasına yöneltmişlerdir.
Aralarındaki ortak karakteri oluşturan da aslında budur. Da­
ha aşağı sınıflara mensup soydaşlarını sömürmek fırsatını ve­
ren bir düzenden yararlandıkları için, toplumun güçlü sınıfla­
rı status quo 'nun başlıca koruyucusudur. Böyle bir çevrede dü­
şünce dokunulmaz dogmalar biçiminde kristalleşir. Aşamadı­
ğı sınırlar içinde zorla tutulan ruh da, yaratıcılık gücünü kay­
betmediği için, toplumun fikirsel fetihlerini işleye işleye sü­
se boğar, karmakarışık arabesklerle donatır, fakat yeni fetih­
lere atılmaya cüret edemez; böyle bir etkinlik sonucunda ru­
hun son derece inceldiği ve o kristalleşmiş düşünceye en ku­
sursuz biçimini, en olgun ifadesini vermeyi başardığı görülür.
Birbirini izleyen kuşaklar sanki on bölü üç cinsinden bir
aritınetik probleminin sonucun hep daha doğru, daha yetkin bir
hale getirme çabasındadırlar; daha başlangıçta elde edilen üç
virgül üç'e daha bir çok üçler eklemekten sanki usanmamakta­
dırlar; fakat bu insanlar sonucu 1 0/3 biçiminde gösterip prob­
lemi kesin olarak çözmek, dolayısıyla yeni problemlere geçmek,
bakışlarını yeni ufuklara çevirmek gücünden yoksundurlar.
Hep daha ileri bir incelik ve yetkinlik düzeyine çıkmak
için gösterilen bu sürekli ve kısır çabanın sonu gelmeyecek
gibi görünür; fakat en sonunda bezginlik ve yorgunluk belir­
tileri gösteren ruh, şişip bünyesinde kanserli hücrelerin türe-

44
mesine yol açar; bol sayıda üreyen bu hücreler barındıkları vü­
cudu tümüyle kaplar ve onu öldürecek hale gelirler. Ruhun ağır
bir çarpıklığa uğradığını gösteren kesin belirtiler artık ortada­
dır. Bu durumda -kadın-erkek eşitliği davasını umursamayıp,
kendisini erkeğe tutsak eden geleneğe dört elle sanlan kadı­
nın örneğinde olduğu gibi- insanların kendi köleliklerini can­
la başla savunduktan görülür. Ya da sevdiğinin sağlığa kavuş­
masını kurşun dökmekle sağlamaya çabalayan bir insanın ser­
gilediği görünüme dehşetle tanık olunur ve -gerektiğinde, ke­
diyi kusturucu otları yemeye iten içgüdü gibi- içgüdülerin bi­
le bu biçimde işleyen bir insan muhakemesinden çok üstün ol­
duğu kanısına varılır.
İradesiz, durgun, tembel ve kaygısız bir toplumun sergi­
lediği dış görünüş bu hastalığın tablosunu tamamlar. Böyle bir
toplumun iç yaşamı (buna manevi yaşam diyebilmek güçtür)
bir kaç dogmaya mekanik bir biçimde saygı göstermekten ile­
ri gitmez; hatta bunlara dogma demek bile doğru olmaz, çün­
kü o toplum dogmanın da, özgür düşüncenin de ne olduğu bi­
lincine erişmiş değildir; bunlar daha çok geçmiş kuşakların bir
mirasıdır: toplum onları bilmeden benimser ve zihin alışkan­
lıkları haline getirir. Bunun sonucu, hiçbir gücün koparıp at­
maya yetmeyeceği bir kısır döngüdür; bu kısır döngü, pratik
alanda, olsun, kuramsal alanda olsun, insanı " iğrenç bir hay­
van olmasa, domuza domuz demezlerdi" (9) biçiminde mu­
hakeme etmeye götürür. Bu çeşit bir muhakemeye dayanan
yargıları ise mantık yolu ile çürütmek olanaksızdır.
Manevi yaşamın var olmayışının pratik yaşamda karşılı­
ğı, en aza indirilmiş, en aza indirildiği için de kitleleri sonsuz
bir sefalet içinde yaşamaya, doğa güçlerine ve egemen olan­
ların iradesine boyun eğmeye zorlayan bir etkinliktir (10).

45
Sonuç olarak bu ülkelerde insanın yaşamı gerçekten -
oralarda büyük R ile yazılan ve böyle yazılmasında isabet ol­
duğu yadsınamayan- Raslantının elindedir. Böylece, doğa, fe­
laketler, hastalıklar, yoksulluk ve hatta kendinden daha güçlü
olan soydaşları karşısında çaresiz kalan insan, bu keder veri­
ci ve düşman çevrenin baskısı ile alınyazısına razı olarak ru­
hunun derinliklerine çekilmeye, kendi içine kapanmaya zor­
lanmış olur.
Görünüşe göre, gerçek bir manevi yaşama sahip olma­
yan, tarih görüşü ve fikir yaşamı bulunmayan böylesine top­
lumlarda gözlem ruhu bile dağılıp gitmektedir ( 1 1 ), çünkü ki­
şi, etkisine karşı koymadan katlandığı dış evrene karşı hiçbir
ilgi duymaz olur. Dünyanın zevklerinden vazgeçilip, bunlar,
istense bile, artık elde edilir olmaktan çıktı mı, insanlara yal­
nızca bir bitki yaşamı kalır; böyle bir durumda tek manevi ışık,
öbür dünya düşüncesi ve bu düşüncenin verdiği umuttur.
Tek değilse de, başlıca kaygısı meditatio mortis (ahret dü­
şüncesi) olan böylesine toplumlarda, ilk bakışta, günlük ya­
şam gereksinmelerinin en aza indirilmiş olacağı sanılabilirse
de, tersine, bu çevrelerde doğal yaşam gereksinmelerinin son
derece kaba ve zorba bir biçimde belirdiğine ve küçük birey­
sel çıkarların vahşice düşmanlıklara yol açtığına tanık olunur;
bu savaşım bütün şiddeti ile patlak vermiyor, toplum yaşamı­
nın yüzeyindeki kaygısız uyuşukluğu bozmuyorsa, nedenini
kişilerin seçtiği silahta, asıl amaçlarını gizlemeyi ve iki yüz­
lülükle davranmayı yeğ tutmalarında aramalıdır. Böylece sa­
vaşım olabildiğince gürültüsüz ve patırtısız, ama gene de
amansızca yürütülmektedir.
Tanrının ya da insanların açık buyruğu ile, insancıl ve top­
lumsal idealler beslenmesine izin verilmeyen yerlerde, insan-

46
lann, daha yüksek çıkarların var olduğundan habersiz olduk­
ları için, davranışlarını ve yargılarını yalnızca kendi bireysel
ve günlük çıkarlarına göre ayarladıkları gözlenmektedir. Bu­
nun sonucunda böyle bir çevrede kişinin bireysel ve günlük
küçük çıkan yaşam normu düzeyine yükselmekte; güzel ve
iyi olana karşı saygı duygusunun, ahlakça yükselme isteğinin
ve her çeşit yaşam felsefesinin yerini almaktadır.
Gerçekten, Batılı olmayan evrendeki toplum yaşamı, in­
sanca ideallerle yönlendirilmediği, insan-ötesi ideallerce de
dikkate alınmadığı için, doğal oluşuna terk edilmiş olarak, is­
tikrarını ve dengesini kişilerin küçük çıkarlarının çatışmasın­
da bulur; bu çıkarlar genellikle bitkisel ve duygusal yaşamın
en kaba gereksinmelerini doyurmaya yöneliktir.
Toplum içindeki, hatta aile içindeki ilişkilerin tümüne -
yerine göre, bazen üstü kapalı, bazen açık biçimde beliren, fa­
kat daima acımasız olan- bir do ut des zihniyeti egemendir.
Bu do ut des hiçbir ahlaksal değere saygı göstermeyen, hatta
Tanrı ile olan ilişkilere bile el atan bir hoyratlıkla uygulanmak­
tadır.
Batılı olmayan toplumları doğal bir ölüme itmiş ya da it­
mekte olan bu yapısal nedenlerin yanında daha başka neden­
ler de vardır. Bunlar, Batılı olmayan evrenin bunalımını daha
da ağırlaştırıp yoğun hale getiren ve Batı uygarlığı ile ilişki
kurulmuş olmasından kaynaklanan dış nedenlerdir.
Batılı olmayan toplumların kendilerini koruma içgüdü­
sünü harekete getiren etken Batı 'nın siyasal, ekonomik ve kül­
türel alanlarda yaptığı baskı ve gösterdiği yayılma eğilimidir.
Geleceklerini saptayıcı bilinçli bir görüşle değil, daha çok
(önce de dendiği gibi) kendilerini koruma içgüdüsü ile hare­
ket eden ve davranışlarına ona göre yön veren bu toplumlar,

47
Batılılaşmak için çabalarken, sınırlı düşüncelerinin karşıları­
na diktiği aşılmaz engelleri yıkacak ve yeni bir yaşamın doğ­
masına fırsat verecek olan şu, tanınması gerçekten güç ve Ba­
tı uygarlığına özgün gücün ne olduğunu araştıracak yerde,
kendilerini ölüme mahk:Um eden tümörü koparıp atacak bis­
turiyi elde etmek ve böylece, yüzyıllardan beri içinde yaşa­
dıkları hareketsiz ortamda bitkisel yaşamlarını eskisi gibi sür­
dürmek amacını güdüyorlar. Onun için bu toplumlarda Batı
uygarlığının ruhuna, onun kültürüne, kurumlarına, hatta, bir
ölçüde, tekniğine bile bilinçli bir yaklaşma çabasının sarf edil­
diği göze çarpmıyor.
Bu ülkelerin, bilinçle ortaya konmuş olmayıp, iki karşıt
gücün -Batı'ya uymak zorunluluğu ile her yenilik denemesi­
ne karşı koyan passiv direncin- çatışmasından doğal olarak
oluşan ve gitgide ağır basan sorunu; Batı'dan yalnızca mutla­
ka alınması gerekeni alabilmek, bunu yaparken de denetimi
elden kaçabilecek bir Batılılaşma hareketine kapılmamak so­
runudur. Batılılaşma sorununu bu açıdan gören ve bu yoldan
çözmeye çalışan düşünürlerin en özgünü Gandhi 'dir. Sorunu
enine boyuna incelemiş ve geniş bir ilgi toplamış olmasına rağ­
men, Hintli düşünür, gerçeklerin gücünü gereğince ölçemedi­
ği için tam anlamı ile olumsuz bir sonuca varmaktan kurtula­
mamıştır: Gandhi ekonomi alanında Batılılaşmaya engel ol­
mayı tasarlamış, bununla Hindistan'ın geleneksel uygarlığını
kurtaracağını ummuştur. Kendisi öldükten sonra, arkadaşla­
rının tuttuğu bambaşka yol, onun düşündüğü çözümün ne den­
li ütopik olduğunu yeteri kadar kanıtlamıştır (12).
Olanak bulsalar, Batılı olmayan toplumlar yalnızca silah­
lı kuvvetlerini Batılı biçimde yeniden örgütlendirmeyi yeter­
li görecek, onunla yetineceklerdir ( 13 ); ama yalnız silahlı kuv-

48
vetlerin modern biçimde donatımı ile yetinilmek istense bile,
gene de tekniğe gerek vardır; teknik ise, verilerini pratik alan­
da uyguladığı bilimden ayrılamaz. Modern donatım isteyen ül­
ke, kapılarını tekniğe ve bilime de açmak zorundadır. Ancak
teknikle bilimin bir ülkede tutunup yer edebilmesi için daha
bir çok koşulların gerçekleşmesi zorunludur sağlam temelle­
re oturtulmuş bir ekonomi, sanayileşme, yeni bir yönetici ör­
güt, yeni kurumlar, yeni bir yaşam ritmi başta gelen gereksi­
nimlerdir.
Bu da yetmez: Bilim ancak uygun bir biçimde eğitim
görmüş zihinlerde gelişir; bilim zihniyeti ise ödün vermeye­
cek bir akılcılık ister, özlü bir hümanist temele dayanır. İşte
bu gerçek, bu konuda bunca eser yazılmış olmasına rağmen
(14 ), Batı 'da bile gerektiği kadar yer etmiş değildir; Batılı ol­
mayan evren ise, bilimle hümanist zihniyet arasındaki ilişki
şöyle dursun, teknikle bilimin arasındaki bağlantıyı bile güç
kavrar görünmektedir. Nitekim, pragmatik gerçekler alanın­
da yapılan gözlemler, Batılı olmayan düşünürlerde -aslında hiç
de yersiz olmayan- bir kuşkuyu, Batı'dan her ithal edilen şe­
yin Batılı olmayan yeni kuşakların zihinsel ve ahlaksal biçim­
lenimine dolaylı ve etkisi ileride görülecek bir darbe olduğu
kuşkusunu uyandırmaktadır (1 5).
Bütün bunlar Batılı olmayan evrenin iç bunalımını daha
da ağırlaştırmaktadır. Batı'dan ithal edilen özgürlükçü kuru­
luşlar, aslında sallantıda olan eski ahlaksal düzenin son artık­
larını yere sermiştir; buna karşılık, bu toplumlar henüz yeni
bir ahlak düzenine gereksinme duyacak zamanı bulamamış­
lardır. Bütün alanlara büyük bir karmaşa egemendir. Bilinçli
düşüncenin bir ürünü değil, yalnızca bir ithal malı olan siyasal
özgürlük bu ülkelerde dizgin tanımayan bir demagojiye yol aç-

49
maktadır; ya da yalnızca adı var, kendi yok bir kavramdır. Son
derece ilkel, kapalı bir ekonomiden ulusal, hatta uluslararası
çapta bir ekonomiye birdenbire geçilmesi, ekonomik yaşam­
da büyük bir dengesizlik yaratmıştır. Toplum yaşamı, yeni ve
modem olanla eski ve geleneksel olan arasında süregiden ça­
tışmanın etkisi ile alt üst olmuş durumdadır. Tarihsel kökle­
rinden koparılarak, başka iklimlere götürülüp dikilen Batılı ku­
ruluşlar sayesinde kurulan özgürlük düzeni, sosyalist rejimin
yerleşmesinden önceki Çin'de olduğu gibi, birçok ülkelerde
korkunç bir ahlak bunalımına yol açmıştır.
Batı 'nın siyasal, toplumsal ve ekonomik kavramları, do­
ğup geliştikleri tarihsel çevre içinde değerlendirilmedikleri,
dolayısıyla -ideal değerlerini soyutlama olanağını verecek
olan- felsefe yönünden incelenmedikleri için, çok kaba bir bi­
çimde anlaşılmakta ve uygulanmakta, bu yüzden de büyük
sapıtmalara neden olmaktadır. Bunun en güzel örneği ulusçu­
luk kavramının Japonya'da, İkinci Dünya Savaşı'ndan önce,
taşkın ve amansız bir militarizm biçiminde ortaya çıkmış ol­
masıdır ( 1 6).
Fakat gelenekçilikle yenicilik arasındaki karşıtlığın özel­
likle eğitim ve kültür alanlarında belirgin ve giderilmez oldu­
ğu gözlenmektedir; çünkü yaşamın somut gerçekliği ve olay­
ların doğal akışı, toplumun manevi yaşamından çok maddi ya­
şamını daha çabuk ve daha derinlere inecek biçimde etkiler;
gelenekçi güçler ise kültür alanında daha canlı ve daha inatçı
bir direnme olanağına sahiptirler.
Gerçekten, düşmanın askeri ve siyasal baskısından korun­
mak için, onun silahlarına karşı aynı ölçüde etkili silahlarla
çıkmak gerektiği meydanda ise de, Sokratik kavramlarla in­
san hakları bildirgesini esinleyen anlayış arasındaki ilişkiyi,

50
ya da Sophokles' in tragedyalarının incelenmesi ile -çağdaş bi­
limin son zaferi olan- atomun parçalanması arasındaki ilişki­
yi kavramanın çok daha güç olduğu kesindir; çünkü Batılı ol­
mayan evren hiç bilmemekte, Batı evreni ise, bildiği halde, pra­
tikte tümüyle unutur görünmektedir ki, insanlık tarihinde ma­
nevi özgürlük düzenini ilk kuranlar klasik çağın büyük kişi­
leridir; işte bütün ilerlemelerin başlıca kaynağını oluşturan
dignitas hominis -insan onuru- kavramı ile, bu ulu kavramla,
insan aklına duyulan sarsılmaz güven de bu manevi özgürlük­
ten ileri gelmektedirler.
Batılılaşma zorunluluğu ile geleneklere -her çeşit eleşti­
ri yeteneğinden yoksun olmanın uyandırdığı- körü körüne
bağlılık duygusu arasındaki karşıtlık, eğitim ve kültü,r alanın­
da daha şiddetle ortaya ç"ıkıyorsa, bunun başka bir nedeni bu
iki karşıt gücün burada birbirini bilmezlikten gelememesidir,
birbirinin yanında yer alamamasıdır; çünkü okul, radyo-tele­
vizyon, tiyatro ve buna benzer toplumsal kurumların program­
larının saptanmasında, toplumun eğitim ve kültür sorunları,
hatta bizzat manevi evreni, sürekli olarak, somutluk kazan­
maktadır. Bu nedenle eski ile yeni evren arasındaki gizli sa­
vaşım, kuramsal incelemelere hiç yeteneği olmayan en kaba
kişilerin bile gözünden kaçmamaktadır.
Böyle olmakla beraber, Batılı olmayan evren bir formül­
le ("eski gelenekçi zihniyet ve yeni Batı tekniği" formülü ile)
bu iki karşıt güç arasında bir mondus vivendi, ödünlü bir uyuş­
ma çaresi bulmuştur. Bu mondus vivendi, her iki tarafın ken­
di savları lehinde yeni tutamaklar arayıp bulmasını gereksiz
kılmakla, bugünkü bunalımın sürüp gitmesine neden olmak­
tadır ( 1 7). Uygarlıkla kültürü iki ayn şey gibi gören Alman
kökenli bir kurama dayanan bu formülün hiçbir anlamı olma-

51
<lığı kesindi. Ne var ki bu, o formülün yaygın bir onay görme­
sini önleyememekte ve çürütülmesini çetin bir sorun haline ge­
tirmektedir. Oysa, insan düşüncesinin ve toplum etkinliğinin
ürünleri arasında tekniğin ayrı ve bağlantısız bir ürün olma­
dığı, tam tersine insan sorunlarına ve art arda ortaya çıkıp top­
lumdan çözüm bekleyen zorunluluklara sımsıkı bir biçimde
bağlı olduğu kanıtlanmak suretiyle, bu formülün temelsizliği
kolayca ortaya konabilir. Bu durumda böylesine anlamsız bir
ikiliğin uzun süremeyeceği ve şu iki seçenekten birinin ger­
çekleşmesinin zorunlu olacağı anlaşılmalıydı: Ya toplumun
gelenekçi tutumunun ağır basacağı ve tekniği ve teknikle bir­
likte kabul edilmek zorunda kalınan kuruluşları kendisine
benzetc+eği, kendine uyduracağı; ya da -çok daha zayıf bir
olasılıkla- tekniğin zamanla toplumun ruhunu uyuşukluktan
kurtaracağı ve biraz olsun daha bilinçli bir Batılılaşma döne­
mine geçilmesini sağlayacağı sonucuna varılması gerekirdi.
Fakat bir formülü, hakikati ifade ediyor diye değil de, ken­
di işine geliyor diye benimseyen bir zihniyetin böyle bir mu­
hakemeyi benimsemesi beklenemez. Bu formül Batılı olma­
yan toplumların işine geliyor, çünkü hazır bir formüldür ve Ba­
tı kökenlidir -yani sağlamlığı kuşku götürmez ve çürütülmesi
güç bir formüldür-; aynı zamanda bu formül, yaratıldığı sanı­
lan, gerçekte ise yalnızca kabul edilip katlanılan bir durumu
fikir düzeyinde kusursuz bir biçimde doğrular görünmektedir.
Bundan çıkarılacak sonuç şudur: Eleştiri yeteneğinden
yoksun ve belli dokunulmaz dogmaların esiri olan zihniyetle­
rini atmak olanağını bulmadıkça, Batılı olmayan toplumların
bugün içinde bulundukları bunalımdan kurtulmaları olası de­
ğildir. Şu halde bugünkü bunalımın sona ermesi daha l::ı aşka,
çok karmaşık nitelikte bir sorunun, Batılı olmayan toplumla-

52
rın bugüne kadar hiç dikkate almadıkları bir temel sorunun çö­
zümlenmesine bağlıdır.
İ nsan, yaratılışı itibarıyla soyut düşünceden çok somut
gerçeğin etkisine açık olduğundan, Batılı olmayan toplumla­
rın yalın, yalın olduğu kadar temel bir sorunun ve bu soruna
bağlı bütün öbür sorunların çözümlenmesine zorunlu bir ön­
koşul oluşturan bir hakikati kavramaları belli bir süre isteye­
cektir. Hakikat şudur: İnsanın oluşturduğu ve örgütlediği top­
lumsal evren, onun iç evreninin dış görüntüsünden başka bir
şey değildir; bu nedenle çağdaş uygarlığın, insanı kötü raslan­
tıların darbelerinden, hastalıklarından, doğanın kaba güçle­
rinden, ilişki kurmak zorunda olduğu soydaşlarının keyfi dav­
ranışlarından korumakta gösterdiği büyük başarının nimetle­
rine bir gün kavuşmak istiyorlarsa, Batılı olmayan insanlar, bu
uygarlığı yaratan insanlardaki zihinsel ve ahlaksal biçimleni­
mi olduğu gibi benimsemek zorundadırlar.
Türk toplumunun bugün karşılaştığı kültürel sorun ayrın­
tılı bir biçimde incelenirse, ileri sürülen savın doğruluğu or­
taya çıkacaktır. Gerçekten Türk toplumu, Batılı olmayan top­
lumlar arasında, Atatürk' e borçlu olduğu, dikkate değer bir ev­
rim düzeyine erişmiştir; çünkü Atatürk devrimi ona düşünce­
lerin özgürce ifade edilmesi için gerekli olan temel özgürlük­
leri sağlamış ve böylece, yalnızca yeti halinde bile olsa, bu ül­
kede zihin özgürlüğünü kurmayı başarmıştır.

53
111. TÜRKİYE'NİN KÜLTÜR SORUNU

1- Osmanlı çağında yenilik hareketleri- Devrimin ey­


lemci ve yaratıcı dönemi: Atatürk'ün manevi portresi

Devrim dönemine ait belgelerin, anlaşma metinlerinin


ve başlıca yasaların incelenmesi ile yetinildikçe, Türk devri­
minin meydana getirdiği büyük eseri doğru dürüst değerlen­
dirmeye olanak görülemeyeceği; bunun yanında, genel karar­
gahlarını kurmak için Ankara'ya ilk kez geldikleri zaman,
Türk ihtilalcilerini eyleme iten kahramanlık ruhuna nüfuz et­
menin gerekli olduğu haklı olarak gözlenmiştir ( 1 ). Öte yan­
dan, Ankara'daki Türk ulusçularının ve başlarında bulunan Ke­
mal Atatürk'ün fikirlerinin ne denli ileri ve cüretli olduğunu
anlayabilmek için, Osmanlı çağında ülkeye egemen olan si­
yasal, toplumsal ve kültürel düzeni olduğu kadar, imparator­
luğun son bir iki yüzyılında girişilen yenilik hareketlerini de
iyi bilmek gerekir. Türk toplumunu Ortaçağ'ın karanlıkların­
dan çağdaş uygarlığın ışığına çıkarmak amacını gütmüş olan
Kemal Atatürk'ün fikir alanında gösterdiği yüksek yaratıcı ça­
bayı tam olarak değerlendirmenin başka yolu yoktur.
Bizans'ın Osmanlılar üzerindeki etkisinin niteliği ve ni­
celiği sorunu çetin bir sorundur: çünkü İstanbul'un alınma­
sından sonra baş gösteren dolaysız etkilerle, Osmanlıların da­
ha önce, Anadolu'da ve Anadolu'nun dışında, Bizans kuruluş­
larının etkisinde kalmış birtakım devletlerle ilişki kurmaları
nedeni ile aldıkları dolaylı etkilerin birbirinden ayırt edilme­
si gerekir. Üstelik gerçekten Bizanslı olan öğelerle , bizzat Bi­
zans' ın Ortadoğu uygarlıklarından, özellikle Sasani uygarlı­
ğından, devraldığı öğeleri ayırmak gereği vardır (2).

54
Bu sorunun çözümü yolunda bugün varılan sonuçlar ne
olursa olsun, Romalılarla Osmanlılar arasında bir benzerliğin
var olduğu meydandadır: Romalılar, Yunanistan'ın fethine gi­
riştikleri zaman, gerek Etrüsk uygarlığının aracılığı ile, gerek
İtalya'daki Yunan yerleşmeleri ile aralarında kurulan ilişkiler
yolu ile, Yunan kültürünün ana öğelerini esasen benimsemiş
bulunuyorlardı. Aynı biçimde, Osmanlılar da İstanbul'u fet­
hederken Bizans' ın zihin yapısına çok benzeyen, demir çem­
ber içine alınmış dar bir zihin yapısının içine girmeye önce­
den hazırlıklı idiler. Çünkü onlar çok önceden çeşitli vesile­
lerle Bizanslılarla ve daha geniş ve derin bir biçimde, -binler­
ce yıldan beri yakın ve Ortadoğu'yu egemenliği altında tutan
ve ilk olarak Herodotos tarafından kesinlikle teşhis edilip Yu­
nan ruhunun karşısına çıkarılan (3) Doğu ruhu ile karşılaşmış
ve bunlardan etkilenmişlerdi.
Bizans' ın zaptından sonra, Osmanlılar Bizans kuruluşla­
rını bir ölçüde benimsemiş olsalar da, kendi kuruluşlarını Bi­
zans 'ta buldukları benzerve daha gelişmiş kuruluşlar ömeğin­
ce yeniden örgütlemiş olsalar da olmasalar da, şu bir olgudur
ki, Yunanistan' ın Roma üzerine yaptığı etkiden farklı olarak,
Bizans' ın kendini fethedenler üzerindeki etkisi olumsuz ve yı­
kıcı olmuştur. Yunan ve Roma uygarlıklarının mirasçısı olma­
sına rağmen, Bizans Osmanlılara eski pagan kültürünün hiç bir
temel öğesini verememiş, hatta Anadolu 'nun güneyindeki Hel­
lenizm çağı devletlerinin Araplara aktardıkları kültür öğeleri­
nin en küçük bir parçasını bile aktaramamıştır. Sonuç olarak,
Bizans' ın doğulu ruhu, doğmakta olan Osmanlı kültürünü De­
netim altına almış ve İ slam uygarlığının klasik çağında Arap­
ları Renaissance'ın eşiğine kadar götürmüş olan fikir ve kül­
tür hareketlerinin Osmanlıların becerisi ile yeniden canlanma-

55
sı ve ileri atılımlar yapması olanağını ortadan kaldırmıştır. Şu­
rası kesindir ki Selçuklu ruhu, Osmanlı ruhuna oranla, çok da­
ha az Bizanslı, çok daha az Sasanidir; Selçuklular, bugün ge­
nellikle anlaşılan anlamı ile, Osmanlılardan çok daha az Do­
ğuludurlar. Osmanlı sanatı ile karşılaştırıldığı zaman, Selçuk
sanatı bunu en kesin bir biçimde kanıtlamaktadır.
Osmanlı uygarlığının, hemen Bizans'ın fethi ile değilse
de, fethinden pek az zaman sonra duraklamasının ve uzun
yüzyıllar sürecek olan bir gerileme dönemine girmesinin baş­
lıca nedeni budur. İslam skolastiği ile yeni bir güç ve dinamik­
lik kazanan birkaç bin yıllık Doğu ruhu, Osmanlı toplumunun
henüz pek genç ve yaşam dolu vücudunu yıpratan bir zehir et­
kisi yapmıştır.
Hükümdarın aslında cömert ve babaerkil yaşayışın gere­
ği olarak, demokrat ve özgürlükçü ruhu, İslam evreninin dün­
yasal ve ruhsal önderi olmanın verdiği güçle, kullan üzerinde
ölüm-dirim hakkına sahip, mutlak bir efendinin zorba gururu­
na dönüşmüştür. Din bilginleri hükümeti desteklemiş, hükü­
met de din bilginlerine dayanmıştır. Din bilimi tanınan tek bi­
lim olduğu için, ulema toplumun biricik bilgin sınıfını oluştur­
maktaydı. Bu sınıf toplum yaşamını Kuran adına, daha doğru­
su Kuran' ı kendi yorumlayışına göre, yüzyıllarca denetim al­
tında tutmuştur. Ulemanın yorumu felsefe anlayışına aykırı, Or­
todoks, kelimelerin anlamına bağlı, yalnızca seziden esinlenen
bir din anlayışına uygun düşen; dogma haline gelmiş birtakım
inançların dışına çıkamayan, belki filolojiden ve tarihsel bil­
gilerden yararlanan, ancak asla filolojik ve tarihsel bir yorum
olma amacını gütmeyen bir yorumdu. Böyle bir yorumla top­
lumu yönetmişler, daha doğrusu mutlak bir hareketsizliğe mah­
kUm etmişlerdir. Çiftçilikle hayvancılık hariç, her türlü dünya-

56
sal etkinlik yasaklanmış, toplumun heyecan ve hayal kaynak­
ları kurutulmak pahasına betimleme sanatlarına izin verilme­
mişti ve tıpkı Avrupa Ortaçağı'nda olduğu gibi, mimarlıktan
da sadece ad gloriam dı:ı y<ı rarlanma yolu tutulmuştu.
Çıkarını kurulu düzenin korunmasında gören her iktidar
gibi, bu egemen sınıfta her çeşit yeniliğin baş düşmanı kesil­
miş ve birçok olumsuz davranışları arasında, matbaanın Müs­
lümanlarca kullanılmasına 1 729 yılına kadar engel olmuş ve
böylece kültür �lanında 289 yıllık bir gecikmeye neden olmuş­
tur.
Genellikle tarihçiler bu yılı, imparatorluk kurumlarının
yenilenmesi uğrunda girişilen hareketin başlangıcı olarak ka­
bul ederler: l 729'u izleyen yıllarda birçok girişimlerde bulu­
nulmuşsa da, hepsi kanlı bir biçimde bastırılmıştır. Bununla
beraber, Osmanlı kuruluşlarını yenileme isteği, devletin var­
lığı söz konusu olduğu her dönemde eylemci bir güç olması­
nı bilmiştir. Başlangıçta, uyruklarının dile getiremedikleri is­
tekleri karşılamayı arzulayan aydın bir hükümdarın ödünün­
den çok, koşulların kabul ettirdiği birtakım yenilikler söz ko­
nusu olmuştur. Gerçekten Osmanlı toplumu Batı 'nın, ne an­
lamını ne de amaçlarını kavramasına olanak bulunmayan ma­
nevi ve maddi evrimine karşı hiçbir hayranlık ya da yakınlık
duymuyordu. O yalnızca maddi yaşamını tehdit eden tehlike­
lere tepki gösteriyordu: yenilenme ve ilerleme zorunluluğu
üzerinde açık ve bilinçli bir görüş oluşmuş değildi; toplum
kendini koruma işgüdüsü ile, bir de, her zaman yenmeye ve
iradesini kabul ettirmeye alışık olmanın verdiği gururun dür­
tüsü ile hareket ediyordu.
Nitekim Sadrazam İbrahim Paşa'nın ve onu bu tehlikeli
işte destekleyen padişahın ( l 730'da İbrahim Paşa'nın öldürül-

57
mes�, padişahı� da tahttan indirilmesi ile sonuçlanan) girişim­
lerine başlıca· neden, Rusya'nın Deli Petro zamanında izledi­
ği tehditçi siyasettir. III. Mustafa'nın ( 1 757- 1 773) aynı yolda
yaptığı girişimlerin daha az ilintilik ve daha bilinçli olduğu­
na inanılamaz. III. Mustafa Batı 'nın üstünlüğünü kabul etmek­
le beraber, bu yadsınamaz üstünlüğün nereden geldiğini ve ne
olduğunu anlamaktan çok uzaktı: O kadar uzaktı ki Resmi Ah­
met Efendi'yi, hayranı olduğu II. Frederich'ten iki müneccim
başı istemekle görevlendirmiştir: Frederich'in giriştiği savaş­
lardaki başarılarını müneccimlerinin yeteneklerine bağlıyor,
tasarladığı savaşları ilan etmek veya etmemek konusunda ve
elde edeceği sonuçlar üzerinde onlara danışmak istiyordu. On­
an iki yıl sonra, Kınm'ın elden gitmesini izleyen dönemde Ha­
lil Paşa'nın giriştiği yenilik hareketlerinin de daha bilinçli ne­
denlere dayandığı savunulamaz.
III. Selim'in büyük cüretle giriştiği daha köklü yenilik ha­
reketi, varlığı açıkça tehdit edilen imparatorluğu korumak
amacını güdüyordu. Kolayca tahmin edileceği gibi, bu hare­
ketten en başta subay sınıfı yararlanmıştır; çünkü -ne dona­
tım, ne talim ve eğitim, ne de örgütlenme bakımından Batılı
ordularla başa çıkamayacak duruma düşmüş olan- Osmanlı
ordusunu modernleştirmek için duyulan zorlayıcı gereksinim,
padişahı subayların Fransızca öğrenmelerine izin vermeye it­
miştir. Öbür okullarda yasak edilmiş olan resim dersinin as­
keri okula sokulması aynı zorunluluktan ileri gelmiştir. Öte
yandan, Avrupa devletlerinin başkentlerinde ilk kez kurulan
elçilikler, sınırsız bir gururun ve her bilimin Kuran'da bulun�
duğuna ilişkin inancın o güne kadar bilmezlikten geldiği Ba­
tı evrenine açılma yolunda atılmış ilk önemli adımı oluştur­
muştur.(4)

58
O dönemde Osmanlı toplumunun ruh ve kültür durumu
üzerine fikir edinmek için, III. Selim' in öldürüldüğünü ve so­
runların özüne inip onlara bir çözüm bulma gücünden yoksun
olmakla beraber, gene de dinsel inançlara belirli bir ölçüde ay­
kırı düşen yeniliklerinin ortadan kaldırıldığını anımsamak ye­
terlidir. Fakat gerçeklerin ağırlığı o kadar büyük, kendini ko­
ruma içgüdüsü her duygudan o kadar daha güçlüdür ki, çıkar­
cı kör tutuculuğa rağmen, il. Mahmut ( 1 808- 1 839) bir kez da­
ha devleti modernleştirmek işine girişmekten kendini alama­
mış ve ilk olarak, her yenilik hareketinin karşısına dikilen baş­
lıca engeli yok etmek amacı ile, Yeniçerilerin kılıçtan geçiril­
mesini emretmiştir; sonra, öğretimin Fransız dili ile yapıldı­
ğı bir tıp okulu ve Fransızların Saint-Cyr okulunu örnek tutan
bir askeri okul kurmuştur.
Böylece, 1 856 yılında, oğlu Abdülmecid ( 1 839- 1 86 1 ) ta­
rafından ilan edilen Tanzimat dönemine varılır. Avrupa'nın et­
kisi artık her alanda duyulur hale gelmiştir. İmparatorluğun Av­
rupa vilayetlerine yayılmakta gecikmeyen ulusculuk akımının
ve Batı ülkelerinde anayasalı bir düzen kurmak için girişilen
savaşımın yankıları Osmanlı başkentinde büyük olmuştur; İs­
tanbul 'da da parlamentolu bir düzen kurma yanlısı güçlü bir
akım belirmiştir. Ancak, padişahın rızası ile ilan edilen anaya­
sal düzen, özgürlük için çok kaypak bir güvence idi; Birinci
Meşrutiyet'in ilan edilmesi ile kaldırıl�ası bir olmuştur. İkin­
ci Meşrutiyet saray tarafından değil, saray dışında oluşan ve
gittikçe güçlenen -asker ve sivil- aydınlarca ilan edilmiştir.
Birkaç yıl sonra Birinci Dünya Savaşı'nın patlak verme­
si ve Alman İmparatorluğu ile Avusturya - Macaristan İmpa­
ratorluğu'nun yenilgisi ile sonuçlanması, yaşlanmış Osmanlı
De.vleti 'nin esasen sallantıda olan askeri, siyasal ve ekonomik .

59
düzeninin ve çökmeye yüz tutmuş kuruluşlarının yok olması­
nı daha da çabuklaştırmıştır. İlk anda,-önce padişahların, da­
ha sonra Avrupa eğilimli küçük bir aydın zümresinin giriştiği
yenilik hareketinin Osmanlı Devleti'nin yıkıntıları arasında
göçüp gideceği sanılmıştır.
Batılı devletler Osmanlı ordularının fethettikleri toprak­
ları aralarında paylaşmakla yetinmeyip, Anadolu'ya da el atın­
ca, tek tek direnme odakları oluşmuştur. Ünlü bir general,
Mustafa Kemal, 1 9 Mayıs 1 9 1 9 'da Samsun'a ayak basarak
Türk ulusunun temsilcilerini kongreye çağırmış ve direnişi ör­
gütlemiştir. Bu andan itibaren, ilk dönemi Kurtuluş Savaşı 'nın
gümbürtüsü içinde geçen Türk ihtilalinin tarihini izleyebilmek,
ruhunu kavramak, bu ihtilalle geçmiş dönemlerde girişilen
yenilik hareketleri arasındaki öz farkını anlayabilmek için,
büyük olayın protagonistini, baş kahramanının kişiliğini her
yönü ile tanımak gerekir (5).
Atatürk daha işin başında son amacm ne olduğunu kesin­
likle saptamıştı (6); bu yüzden Türk ihtilali, güçlü bir zihnin
tasarlayıp gerçekleştirdiği bir başarılar dizisidir. İhtilal man­
tıklı ve uyumlu bir gelişim gösterir (7).
Atatürk, seyrek görülen bir siyasal öngörü ile, aleyhte
olan koşullardan yararlanmasını bilmiştir; hatta denebilir ki
Türk ulusuna indirilen her darbe onun amaca doğru yeni bir
adım atmasına vesile olmuştur. Batılıların savlarına sahip çı­
karak, onlara kendi silahları ile karşı koymuş, Wilson'un il­
kelerini en elverişsiz koşullarda eşi olmayan bir ustalıkla kul­
lanarak ulusal bilincin uyanmasını sağlamıştır; bu uyanış yal­
nız İstanbul'da küçük bir aydın zümreye özgü kalmamış, ül­
ke çapında olmuştur (8). lzmir'in işgali ona, Harbiye Nazın 'na
gönderdiği bir telgrafta, halkın heyecanının ve bu heyecanın

60
n�den olduğu gösterilerin kontrol edilmesi çok zor bir güç kay­
nağı olduğunu ima etmek için vesile olmuştur (9). Ulusal ira­
deye dayanan bir hükümetin kurulması yolunda ilk adım böy­
lece atılmış oluyordu. Nitekim, aynı yılın ağustos ayı başın­
da, Erzurum Kongresi'nin çalışmalarını bitirmesi üzerine ya­
yınlanan bildirgede "kuvayı milliyeyi amil ve iradei milliye­
yi hakim kılmanın esas olduğu" ilan ediliyordu ( 1 O). Çok geç­
meden, Damat Ferit Paşa hükümetinin işlediği hatalar, ona bu
halk heyecanını, İstanbul'daki kabineyi yıkacak güçte bir ka­
muoyuna dönüştürme fırsatını vermiştir ( 1 1 ) . Bununla da ye­
tinmeyerek, İtilaf Devletlerine etkili birer önlem gibi görünen
İstanbul 'un işgali ve Osmanlı parlamentosunun dağıtılması
olaylarını yeni bir fırsat bilmiş ve bundan, padişahın artık ha­
reket özgürlüğünü yitirdiğinin kanıtlandığı savı ile, Meclis'i
Ankara'da toplamak ve "Büyük Millet Meclisi Hükümeti"ni
kurmak için yararlanmıştır ( 1 2).
Büyük ihtilal böyle başlamıştır. Bu ihtilal, büyük bir as­
kerin ve çok büyük bir devlet adamının, fakat hepsinden çok
Türkiye'de -hatta bütün Batılı olmayan evrende- Batı'nın ku­
rumlarını ve kültürünü en iyi anlamış olan ve onlan herkes­
ten iyi değerlendirmesini bilen geniş kültürlü bir fikir adamı­
nın eseridir.
Yenilikçi padişahların tersine, Atatürk hanedan çıkarla­
rına bağlı değildi, gücünü Tanrısal iradeden almıyordu; bu ne­
denle de, yenilikçi padişahlar gibi, Osmanlı toplumunun ma­
nevi zincirlerden kurtarılmasına en büyük engeli bizzat ken­
disi oluşturmuyordu. Atatürk, Batılı olmayan bir toplumun ta­
rihinde ilk defa olarak halka başvurmuştur; bağımsızlığın el­
de edilmesinde ve demokratik bir devletin yaratılmasında
halkla birlikte çalışmıştır.

61
Yaşamı ve eseri üzerine çok yazılmıştır, ama hiçbir tarih­
çi söylevlerinde beliren kişiliğine uygun bir manevi portresi­
ni çizmemiştir. Oysa, söylevlerini okurken Atatürk'ün göz ö­
nünde beliren manevi kişiliğinin bir yana bırakılmaması ge­
rekir; çünkü 1 9 1 9 'dan ölüm tarihi olan 1 93 8 yılına kadar ge­
çen olayların en derin nedenlerini akla uygun ve doyurucu bi­
çimde açıklayabilmek için onun kişiliğinin tuttuğu ışığa ge­
reksinim büyüktür.
Söylevlerinde, kahraman ve şövalye ruhlu bir insan ola­
rak belirir; ulusu için savaşım veren bir şövalyedir; bazen,
utangaçlığa çok benzeyen alçak gönüllülüğü kendisinden söz
etmesine engel olur ( 1 3); dünyayı gerçekçi gözle görür ( 1 4),
fakat gerçeği, gerçeklerin en yalınını, kendi ideal amaçlarına
yöneltmesini bilir; olaylara egemen olmak ister ve olur ( 1 5).
Türk ulusundan söz ettiği iaman, sözlerinde insanlık duygu­
larının titreştiği hissedilir: Türklerin çok daha mutlu bir gele­
ceğe layık oldukları fikrinin onu baskı altında tuttuğu, bu fi­
kirle yanıp tutuştuğu bellidir. Fakat o bütün insanlara ( 1 6), bü­
tün uluslara saygı duyar ( 1 7); insanların acılarına saygılıdır
(1 8). Bizzat kendisi çektiği acılarla yücelmiştir ( 1 9). Karak­
teri Yunan tragedyalarındaki kahramanların karakterine ben­
zer: Tıpkı Sophokles'in kahramanları gibi, şiddetle arzular ve
duygulan bilinçli birer fikre dönüşünce, yalnız bu fikirlerin
mantıksal gücü ile savaşıma atılır. Gözler, yargılar, değerlen­
dirir: Hak ve hukukun, sağduyunun, mantığın, onur duygusu­
nun bir şeyin yapılmasını gerektirdiğine inandı mı, hukukun,
mantığın, adalet duygusunun, onur duygusunun yengisi için
çalışır.
Sık sık doğal hukuktan (20), meşruluk ilkesinden (2 1 ),
insanlık halinin sınırlılığından söz eder (22). Hakkın gücüne

62
inanır; inancı sarsılmaz bir inançtır; insan bazen Demosthe­
nes' i okuduğu sanına kapılır (23). Bazen Perikles'e benzer
(24). Üslubu ölçülüdür, fakat canlandırdığı bazı hayallerin
görkemi Aiskhylos'u anımsatır (25). Çok güçlü bir konuşma­
cıdır. Kendini sözlerinin hızına kaptırdığı hiç görülmez; duy­
guları üzerinde kurduğu egemenlik tamdır; tumturaklı sözler­
den kaçınır. İnfial edip coştuğuna çok az raslanır; o durum­
larda bile kendi üzerindeki egemenliği elden kaçırmaz (26).
Meclis'te söylediği bir söylevin bir bölümü vardır (27): o sa­
tırları okurken, sözlerindeki şiddet; infialinin taştığı anlarda
bile berraklığını koruyan muhakemesi; sorunları en gizli nok­
talarına varıncaya kadar deşen keskin irdeleme gücü ve özel­
likle karşısındakine hiçbir kaçamak bırakmayan o art arda ka­
nıt sıralama yeteneği karşısında insan büyülenmiş gibi olur.
Büyük Nutuk'un sonunda, olağanüstü bir yasa ile ülkenin
mutlak efendisi olmaya yeltendiği yolunda ileri sürülen suç­
lamalara karşı kendini savunurken; onu konuşturan duygunun,
kökü derinlerde olan bir onur duygusu olduğu hissedilir (28).
Bazen ülkesinin geleceği söz konusu olduğu zaman, heyecan­
lı hayallerinde bir an için, bir cümle süresince, lirik bir eda par­
layıp söner (29).
Fakat bunlardan çok, insanı, düşüncesinin derinliği ve
berraklığı etkiler (30). insan hayret içinde kalır; nasıl bir eği­
timden geçtiğini merak eder olur. Ama bugüne kadar bu ko­
nuda doyurucu bir inceleme yapılmış değildir. Ancak şu ka­
darı kesindir ki toplumda çağın en parlak kişilerinin harp oku­
lu ile tıp okulunda yetişmiş olmaları bir raslantı değildir; çün­
kü Osmanlı toplumunda yalnız bu iki kurum, öbür eğitim ku­
rumları arasında, Batı'yı örnek tutmuş bulunuyordu (3 1). Bu
nedenle bu iki okul dinin dogmatik zihniyetinin bir ölçüde de

63
olsa dışında kalabilmiştir; öte yandan askerlik sanatı olsun, tıp
sanatı olsun, her ikisi gerçeklere dayanan sağlam bir muhake­
me gücüne gereksinim gösteriyordu. Ayrıca, bu okullarda
Fransızca okutuluyordu; bu da en yetenekli ve meraklı öğren­
cilere Fransız düşüncesi ve Fransız kültürü ile ilişki kurma ola­
nağını veriyordu. Bu öğrencilerden biri Atatürk'tür. Onun bir
özelliği de, bir bakışta geniş ufukları kavrayabilmesidir; ele
aldığı her konuyu enine boyuna tanımak ister, çünkü bütün ta­
nınmadıkça onun herhangi bir bölümü üzerinde sağlıklı bir
yargıya varılamayacağına inanır. Arzusu, tüm toplumun, iyi
bir askerin savaş sanatına nüfuz etmekiçin gereksindiği olum­
lu ve akılcı ruhla yönetildiğini görmektir (32).
Her şeyin kaynağına inmek aklının vaz geçmediği bir ge­
reksinimdir (33); öyle anlaşılıyor ki bu özelliği onu Batılı ol­
mayan evrende hiçbir kişinin erişemediği bir fikir özgürlüğü­
ne kavuşturmuştur. Onun fikir özgürlüğü mutlak ve egemen­
dir: bu yüzden Doğu ile Batı'nın arasını bulmak gibi boş ça­
balarla vaktini harcamamış, ihtilal yolunda cüret ve bilinçle
yürümek olanağını bulmuştur (34). Gözlemlerinin, yargıları­
nın ve uygulayıcı eylemlerinin temeli Batı düşüncesidir; fi­
kirleri ve davranışları bu düşüncenin çevresi içinde anlam ve
değer kazanır. Olayları yorumlarken, tasarlanan planları doğ­
rular ve kabul ettirirken, ölçü olarak Batı'nın değerlerinin alır
(35). Batılı olmayan evrende gelmiş geçmiş aydın kişiler ara­
sında en aydın ruhlu olanı odur.
Meşrutiyetçi fikirlerin etki alanına giren çevresi, askeri
okuldaki öğrenimi, Fransız ihtilali üzerine edindiği bilgiler, ta­
nığı olduğu büyük sarsıcı olaylar ve özellikle muharebe mey­
danlarında yakından tanımak fırsatını bulduğu ulusunun düş­
tüğü durumdan duyduğu elemle kendisini bağımsızlığını yi-

64
tirmiş bir toplum çocuğu olarak görmekten duyduğu eziklik
(36), yaralanan onuru, ona, Batılı olmayan toplumların ruhu­
nu doğuştan tutsak eden zincirleri koparıp atma gücünü ver­
miştir (3 7). Dehası ona en büyük hakikatlere ermenin yolunu
göstermiştir: sezi halinde bir tarih bilinci düşüncelerini aydın­
latır (38). Tarihe karışan yüzyıllara başvurduğu zaman, aradı­
ğı bir örnek, mutlak bir hakikat değildir. Amacı, bir geleneği,
bir göreneği tarihsel gelişimi içinde inceleyip hakkında yar­
gıya varmak ve şu ya da bu geleneğin, şu ya da bu göreneğin
belli bir çağın toplumsal koşullan ile ilintili olduğunu, hepsi­
nin insanların eseri olduğunu, bu nedenle yeni gereksinimler­
le uyumlu hale getirilebileceklerini, daha doğrusu getirilme­
leri gerektiğini kanıtlamaktır (39). Gerektiğinde bir kelime­
nin etimolojisini ele alır (40); toplumsal ve siyasal kurumla­
rın tarihini açıklamak için yüzyılların gerisinde klasik çağa eri­
şir (4 1 ) Yaşamı sever ve Türk ulusunun da yaşamı sevmesini
.

ister. Yaşam onun için sürekli bir savaşım ve sevinçtir. Ata­


türk büyük bir humanisttir (42).
Atatürk'ün bir eylem adamı olduğu, onda bir düşünürde
aranacak niteliklerin aranamayacağı biçiminde sav yaygındır.
Ancak, baş kaiıramanı olduğu olaylara bir göz atmak bile ak­
si kanıyı uyandırmaya yeterlidir. Atatürk Samsun' a ayak bas­
madan önce de yüklendiği tarihsel görevin ne olduğunu sap­
tamış ve amaca varmak için uygulayacağı programı kesinlik·
le tasarlamıştı. Kendisini olayların akışına hiçbir zaman kap­
tırmayıp, tam tersine onları kendi lehinde yönlendirmeyi, on­
lardan yararlanmayı başarmış olması da, esasen, bu bilinçli­
liği ile açıklanabilir. Fikirlerinin berraklığı, kurucusu olduğu
kurumlarda yansıyan dahiliğinin parıltıları, ona çağdaş İslam
evrenini en büyük düşünürlerinin eriştikleri noktanın çok öte-

65
sinde, çok üstünde ayn bir yer sağlamaktadır: söylevlerinin in­
celenmesinden edinilen kanı budur.
Eseri insanın karşısında anıtsal bir gerçek olarak durdu­
ğu için, Atatürk'ün fikir yönü gözden kaçmaktadır. Fikirleri­
ni gerçekleştirmeyi başarmış olması adeta bir kusur gibi yü­
züne vurulmak istenmektedir: oysa fikirler, gerçekleşmekle,
ideal düzeydeki anlamlarını ve değerlerini yitirmezler.
Dendiği gibi, onu eyleme iten, düşüncesidir. Düşüncesi
o kadar güçlü ve özgün bir düşüncedir ki, nedeni ve parçası
olduğu eylemleri, yepyeni bir ışık altında görür, onlara yeni
boyutlar kazandım. Gerçekten de yetenek sahibi herhangi bir
Türk generali direnme hareketinin başına geçip günün birin­
de Sakarya kıyılarında yurdu istila eden düşmanla müharebe­
ye tutuşabilir ve onu yenebilirdi. Ancak, "kahraman Türk ne­
ferinin Anadolu muharebelerinin manasını anlaması, yeni bir
metkUre ile muharebe etmesi" yalnız Atatürk tarafından sağ­
lanabilirdi. Muharebeyi izleyen günlerde, uyanan bu yeni bi­
linci, ülkeyi coşturan bu yeni ideali gözleyen bizzat kendisi­
dir (43 ). Atatürk yalnız geleneksel düşüncenin sınırlarını par­
çalayıp kolayca aşan bir devrimci değildir; o aynı zamanda
olaylara olduğu kadar kendi düşünce dünyasına bilincinin ışı­
ğını tutan bir düşünürdür. Devrimi sürdürerek, ilkeleri uyarın­
ca saltanatı ve daha sonra hilafeti ortadan kaldırıp cumhuri­
yeti ilan ettiği, birtakım cüretli atılımlarla ülkenin genel gö­
rünümünü değiştirdiği yıllar boyunca, Sakarya Muharebesi ye­
ni bir anlam ve önem kazandı (44). Sakarya Muharebesi Do­
ğu'nun Batı uygarlığını Batı'ya karşı savunduğu muharebe
olarak tarihe geçmeye hak kazandı.
Öte yandan eylemini, Kurtuluş Savaşı ve cumhuriyet dö­
nemleri olmak üzere, iki döneme ayırmak adet olmuştur. Kur-

66
tuluş Savaşı 'nda asker olarak parlak zekasını ortaya koyduğu,
cumhuriyetin ilanından sonra ise devlet adamı ve reformcu
olarak sivrildiği ileri sürülür. Bu sav, eserini çok yanlış ya da
maksatlı açıdan görenlerin savıdır. Çünkü yazılı ve sözlü be­
yanları hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir kesinlikle tam ter­
sini kanıtlamaktadır. Devrimin özünü oluşturan esaslar 1 9 1 9-
1 923 yıllan arasında hem uygulamaya temel olmuş, hem de
birer ilke olarak dile getirilmiştir. Bu da göstermektedir ki
cumhuriyet döneminde başarılan işler ne kadar önemli bir ve
çarpıcı olursa olsun, gene de bu öncüllerin doğal ve zorunlu
birer sonucudurlar.
Gerçekten, Wilson ilkelerine başvurmak ve böylece im­
paratorluğun ve saltanatın temelini oluşturan Osmanlılık ilke­
sine ilk ciddi darbeyi indirmek suretiyle Türk ulusçuluğu esas­
larına dayanan programı kaleme alması, Samsun' a ayak bas­
masını izleyen günlere raslar. Gene o günlerde ulusal egemen­
lik ilkesinin ilanını hazırlayan beyanlarda bulunur. Milli Mi­
sak ve anayasa, savaşa girişilirken kaleme alınmıştır: bunu be­
lirten bizzat kendisidir (45). Aynca, ekonomik temelleri sağ­
lam bir devlet yaratılmasını (46), akılcı ve ulusçu bir eğitim ku­
rulmasını, cumhuriyetin ilanından önce talep etmiştir ( 47). Ni­
hayet, savaş süresince çok büyük ihtilalin gerçekleştiğini idrak
eden gene kendisidir (48). Atatürk 'ün çok yönlü kişiliğini da­
ha iyi anlamak için bir özelliği göz önünde tutulmalıdır: Ata­
türk Türk ulusunun ortak bir duygusunu, din duygusunu sö­
mürmekten -bunun tükenmez bir manevi güç kaynağı olaca­
ğını bildiği halde- kesinlikle ve sistemli olarak kaçınmıştır.
Hiçbir zaman müttefiklere ve Yunanlılara kutsal savaş ilan et­
memiştir (49). Ulusçuluk ilkesini bayrak edinmiş ve yığınla­
nn anlayışsızlığını yenmek zorunda kalacağını ( 50) şiddetli bir

67
direnme ile karşılaşacağını bildiği halde, ulusta bu yeni bilin­
ci uyandırmaya çalışmıştır. Bu yüzden Anadolu'da yer yer
ayaklanmalar olmuştur; onun bu, temel ilkeler konusunda ödün
vermeme karan, Ankara hükümetinin direnişi örgütleme ça­
basını çok güçleştirmişse de, toplumu ileride başlatılacak olan
yenilik hareketlerine hazırlama bakımından yararlı olmuştur.
Bu kadar aydınlık ve berrak bfr zekaya sahip olan bir in­
sanın kendi eserinin anlam ve değerini kavrayamayacağı düşü­
nülemez. Hukuk okulunun açılması münasebeti ile Ankara'da
söylediği söylevde (5 1 ) devrimin geçirdiği aşamaları ana hat­
ları ile dile getirir: Atatürk'ün gözünde başarılan ihtilal o den­
li önemli ve geçmiş ihtilallerin hepsinden nitelik bakımından o
kadar farklıdır ki ona bir başka adı vermek gerekir (52); ger­
çekten de, bu ihtilal sayesinde Türk toplumu tümüyle dünyaya
dönük -yani akılcı ve laik- yepyeni bir zihin yapısı edinmiştir.
Atatürk'ün kişiliğini ve eserini incelemiş olan tarihçile­
ri yanıltan çeşitli etkenlerin var olduğu kabul edilmelidir. Mus­
solini 'nin ve Hitler' in çağdaşı olması, birtakım karşılaştırma­
lara ve benzetmelere yol açmıştır: günün geçerli yöntemi olan
pragmatik ve pozitivist yöntem bu yoldaki çalışmalara hız ka­
zandırmıştır. Ancak pragmatik ve pozitivist yöntem her şeyin
yüzeyinde kalan, derine işlemeyen bir yöntemdir: böyle oldu­
ğu için de, geçerli bir yöntem olabilmesi ya da hiç olmazsa,
büyük yanılgılara yol açmaması için, bizzat olayların akla ve
mantığa uygun olmaları ve gene akla uygun ve mantıklı ko­
şullardan kaynaklanmaları gerekir. Ne var ki bu yöntem Batı
evreninden, yani içinde doğduğu evrenden farklı bir evrenin
sorunlarını incelemek için kullanıldığı zaman tümüyle yeter­
siz olduğunu ortaya koymakta gecikmemektedir.
Pragmatik yöntem Atatürk'ün, tıpkı Mussolini ve Hitler

68
gibi, ülkede tek partili bir düzen kurmuş olduğunu saptamak­
la yetinir. Gözlemleri bu olay üzerinde odaklanır; değişik ül­
kelerde aynı sonucu doğuran çok değişik ve özel koşulların
bulunabileceğini hesaba katmaz ve böyle bir araştırma ile ken­
dini görevli saymaz: olayların nedenlerini incelemeye yanaş­
maz. Güdülen amaçların ne olduğu ile de ilgilenmez. Oysa
Atatürk ile Avrupalı diktatörler arasındaki büyük fark, güdü­
len değişik amaçlardadır. Mussolini ile Hitler Fransız ihtila­
linin ilkelerine cephe alırlar ve demokrasinin kokuşmuş bir yö­
netim biçimi olduğu savı ile aslında diktatörlüğün övgüsü olan
yeni bir devlet kuramı oluşturmaya uğraşırlarken, "diktatör" ·
Atatürk kent kent dolaşıyor, cumhuriyet rejimjnin yararlı yan­
larını anlatmaya çalışıyordu: "Cumhuriyet idaresi faziletli ve
namuskiir insanlar yetiştirir; sultanlık korkuya, tehdide müs­
tenit olduğu için korkak, zelil, sefil, rezil insanlar yetiştirir"
diyordu (53). Takriri Sükun yasasının yürürlükte olmasından
yararlandıysa "yalnız ve ancak bir noktai nazardan istifade et­
miştir... O noktai nazar şudur: Türk milletini, medeni cihan­
da, layık olduğu mevkiye ıs'at etmek ve Türk Cumhuriyeti'ni
sarsılmaz temeller üzerinde, her gün, daha ziyade takviye et­
mek için" yararlanmıştır. Bu ise, ancak biı: koşulla, "istibdat
fikrini öldürmek" koşulu ile olanaklıydı (54).
De facto diktatörce olmakla beraber, kurulan rejim de­
mokrasi ilkelerine inancını ilan eden ve toplumu demokratik
ideale göre eğitmeyi amaç edinen bir rejimdi (55). Nesnele­
rin gözle görülür somutluğundan başka gerçek tanımayanlar
için bu oldukça karışık bir durum gibi gözükebilir; ancak, is­
ter çapraşık diye ·nitelensfn, ister öngörüşlü olarak kabul edil­
sin, bu davranış Türk toplumuna 1 945'te çok partili rejime geç­
me ve ülkeyi herhangi bir bunalıma sürüklemeksizin, 1 950 se-

69
çimlerinde bir çeyrek yüzyıl süre ile ulusun yazgısını elinde
tutmuş olan Cumhuriyet Halk Partisi 'ni iktidardan uzaklaştır­
ma olanağı vermiştir.
Eserinin yanlış anlaşılmasına yol açan ikinci bir etken,
1 9 1 7 'de Rusya'da patlak veren komünist ihtilalidir. Atatürk'ün
siyasal ve toplumsal kurumların laikleştirilmesi için gösterdi­
ği çaba, kötü niyet ya da bilgisizlik yüzünden, Marksizmin öğ­
retisel ateizmi ile sık sık karıştırılmıştır (56).
İşte bu çeşit yanılgıların önlenmesi ve Atatürk üzerine bu­
gün hala özlemi duyulan ciddi bir eserin yazılabilmesi için, o­
·nun Meclis'te ve Meclis dışında söylediği söylevleri ve özel­
likle 1 927 yılında okuduğu büyük Nutuk'unu okumak ve iyi
anlamak gerekir. Bu o kadar kolay bir iş değildir; çünkü Ata­
türk'ün düşüncesini ve eserinin taşıdığı anlam ve değeri ger­
çekten anlayabilmek için iki ayn evreni kapsayan geniş bir bil­
giye gerek vardır: Batı'nın hümanist değerlerini olduğu kadar,
kuramsal eserlerden çok günlük hayatın gerçekliğinde beliren
İslamlığın ruhunu tanımak zorunluluğu vardır. Oysa, Batılı bil­
ginler genellikle devrimin, kendi evrenlerine hiç de yabancı
olmayan amaçlarını çok iyi anlamakla beraber, devrimin fi­
kirsel ve manevi alanlarda harcamak zorunda kaldığı çabayı
ölçecek, devrimin taşıdığı evrensel nitelikteki değeri kavraya­
cak güce sahip değildirler; bunun nedeni, bir yandan Batılı ol­
mayan dünyayı tanımamaları, bir yandan da kullandıkları prag­
matik yöntemdir. Doğulu bilginlere gelince, bunlar Batı'yı
çok yüzeysel bir biçimde tanımaktadırlar ve Atatürk'ün çağ­
daş uygarlık düzeyine ulaşma yolunda harcadığı çabanın bü­
yüklüğünü değerince anlamakla berab�r, devrimin gerçek
amaçlarının ne olduğunu saptamak ve dolayısıyla devrimi fi­
kir düzeyinde değerlendirmek gücünden yoksundurlar,

70
Ruhuna erişilmesi ne kadar zor olursa olsun, Nutuk Ata­
türk'ün kişiliğini ortaya koymak isteyen için en önemli kay­
naktır. Böyle olduğu halde, bugüne kadar hiçbir ciddi incele­
meye konu edilmemiş olması dikkat çekicidir.
Onu gerçekten anlayanlar için, Nutuk edebi ve tarihsel de­
ğeri ilk bakışta göze çarpan önemli bir eserdir. Bizim kanımı­
za göre, Nutuk biçim ve içerik bakımından Türk nesrinin en
büyük eseridir.
Tarih eseri olarak, değeri her ölçünün üstündedir: tarih
eserinden olayların gerçeğe uygun bir anlatımı ve mantığa uy­
gun bir yorumu anlaşılıyorsa, 1 9 1 9- 1 927 yılları arasında yer
alan olayların bu anlatımından ve bu yorumundan daha ku­
sursuz bir şey düşünülemez; çünkü yazar o olayları tasarlayıp
gerçekleştiren insandır. Böylece Thukydides 'in dilediği ide­
al durum oluşmuş olmaktadır (57). Atatürk'ün söylevi, tıpkı
Thukydides'in tarihi gibi, bir tarih ve sanat eseridir ve nasıl
Thukydides'in eserinde devlet adamlarına atfedilen söylevler
çıplak olarak fikir yönünden aydınlatıyorsa, Atatürk'ün Nu­
tuk'unda da gönderilip alınan telgrafların metinleri okuyucu­
yu Kurtuluş Savaşı 'nın manevi ortamına sokuyor (58); bunun­
la da kalmayıp, geçen olayların en derin nedenlerini ortaya ko­
yuyor. Nutuk'a geçirilen bu metinler, birer gerçek belgedir;
bu nitelikleri ile Thukydides' in tarihine serpiştirdiği söylev­
lerden daha büyük bir değer taşırlar. Bundan daha önemli ol­
mak üzere, o metinler bize asıl savaşımın muharebe meydan­
larında değil, telgraf makinelerinin başında sürdürüldüğünü
göstermektedir.
Değinilmesi gereken önemli bir konu daha var: Atatürk
devriminin fikirsel değerini hiçe indirmekte çıkarı olanlar, o­
nun eserinin geçmiş çağlarda girişilen reform hareketlerinin

71
yalnızca bir devamı olduğu görüşünü ileri sürerler; kişisel bir
yargıya varma gücünden yoksunluğu bilimsel nesnelliğe sıkı
bir-bağlılık biçiminde anlayanlar da bu sava katılırlar. Devri­
min önceki dönemlerin olaylarını izlediği, önceki dönemin ta­
rihine bağlandığı kuşkusuz yadsınamaz. Ancak Atatürk'ün
düşüncesi ile Osmanlı yenilikçilerinin düşüncesi arasındaki
farkın öz farkı olduğu da ancak körü körüne yan tutanlarca red­
dedilebilir. Bu fark bir derece farkı değil (59), bir nitelik ve
ruh farkıdır.
Özellikle ticaretle ilgili birçok maddenin şeriat esasları­
nı açıkça çiğnediğini bildiğimiz Mecelle'nin hazırlanması ile
-İsviçre vatandaşlık yasasının hemen hemen eksiksiz bir çe­
virisi olan- Türk vatandaşlık yasasının 4 Nisan l 926 tarihin­
de Türkiye'de yürürlüğe konması ve böylece yeni bir hukuk
düzeninin kurulması arasındaki fark ne ise, bu iki düşünce ara­
sındaki öz farkı odur (60). Aynı zamanda Peygamber' in tem­
silcisi olması dolayısıyla, uyruklarının dünyasal ve ruhsal
efendisi durumunda olan bir hükümdarın, kurulmasına razı
olup izin verdiği bir parlamentolu rejimle, ulusal egemenlik
ilkesine dayanan cumhuriyetçi ile laik bir rejim arasındaki
fark ne ise, o iki düşünce arasındaki fark da öyle bir ruh far­
kıdır. Nihayet, Sokrates'le davranışların bir örneğini Platon'un
Phaidros 'unda gördüğümüz sofistleri karşı karşıya getiren ba­
kış açısındaki farklılık ne ise, bu da öyle bir farklılıktır (6 1).
Sokrates, halkın çabucak kanıp inanma mizacı ile alay e­
den; Oreithyia adlı genç kızın Bora tarafından kaçırıldığına
inanmayıp, rüzgarın, kızı, kayaların üstünde arkadaşı Pharma­
keia -ile oynarken itip aşağıya yuvarlamış olacağını düşünen
sofistlerin görüşüne uymayı reddeder. Eski mythoslann bu
biçimde, akılcı bir zihniyetle, yorumlanmasında onun için çe-

72
kici bir yan yoktur; yararını da görmemektedir. Onun tutumu
başkadır: Bu halk öyküsündeki şiir havasını beğenir, ancak bu
masalı mantığın ölçülerine vurarak incelemeyi reddeder.
Mythosun yeri mythos alanıdır; bu alanı felsefe araştırmaları
alanından ayn tutar. Oreithyia ile Bora efsanesi onun gözün­
de halkın ince ruhunu dile getiren güzel bir masaldır, o kadar.
Sofistler ise akılcı yorumlan ile efsanenin şiir havasını boz­
makta, buna karşılık gerçeği bulgulama yolunda tek adım ata­
mamaktadırlar. Sokrates'in sofistleri eleştirmesinin nedeni
budur.
Aslına bakılırsa, Sokrates geleneklere sofistlerden daha
saygılıdır. Ancak yığınlar bunu kavramakta güçlük çekerler;
onların kanılarında mantığın yeri pek yoktur. Halk yığınları
ciddi bir zihin çabası gösterme gücünden yoksun olduğu için
daima ödünlü uyuşma yoluna sapanlarla beraberdir. Sofistle­
rin davranışı böyle bir ödünlü uyuşmadan -eski değer yargı­
lan ile yeni görüşleri birlikte koruma olanağını veren bir ödün­
lü uyuşmadan- öteye varmaz. Sofistler mythosu bir yana it­
miyorlar; kayaların üzerinde oynarken birdenbire yok olan
Oreithyia'nın anısına bir bakıma bağlıdırlar. Bambaşka bir bi­
çimde yorumlamakla beraber onlar efsanenin verilerini kabul
ediyorlar. Hiçbir şeyi yıkmıyorlar, ortadan kaldırmıyorlar; es­
ki bir öyküyü çağdaş anlayışa, günün görüşlerine ve duygu­
larına uydurmakla, yani modernleştirmekle yetiniyorlar. Oy­
sa Sokrates yıkıyor, yok ediyor. Tanıma kaynağı olarak
mythoslar, tanıma kaynağı olarak ataların aktardığı bilgiler o­
nun için geçersiz şeylerdir. Hakikatin kaynağı, devletin ma­
nevi ve toplumsal düzenine temel oluşturan ilkelerin kaynağı
onun için artık gelenekler değil, akıldır. Bu durumda sofist­
ler yenilikçidir, ama Sokrates ihtilalcidir. Onun Atina mahke-

73
mesi tarafından ölüme mahkfun edilmesinin gerçek nedeni bu
ihtilalciliğidir.
29 Ekim 1 923 'te Cumhuriyetin ilanını izleyen dönem,
coşkulu bir etkinlik ve yaratma dönemidir. Atatürk'ün bura­
da çizilen manevi portresi göz önünde tutulursa, büyük dev­
rimi meydana getiren -laik devletin kurulması, Arapça ve Fars­
ça'nın okullardan kaldırılması, öğretimde çağdaş bilimlere
ağırlık verilmesi, ülke kapılarının Batı tekniğine açılması, din
esasına dayanan yasanın yerine İsviçre vatandaşlık yasasının
ve İtayan Ceza Yasası'nın konması, Arap harflerinin kaldırı­
lıp Latin harflerinin kabul edilmesi, Avrupalı örneklerine uy­
gun birçok toplumsal ve kültürel kurumlarla birçok eğitim ve
sanat kurumlarının kurulması, giyim kuşamda Batı'ya uyul­
ması( 62) gibi- büyük atılımların, bu kadar kısa bir zamana na­
sıl sığdırılmış olduğu daha iyi anlaşılır. Birbirini süratle izle-
. yen bu aşamaların son amacı ülkeyi, önceden ve özenle hazır­
lanan bir plan gereğince, özü ve görünümü ile baştan başa de­
ğiştirmektir.
Radikal yenilenmeden Atatürk'ün anladığı, toplumun tü­
müyle de olsa sadece maddi yaşamınİn değişmesi değil, onun
kültürel ve manevi yaşamının da özlü bir değişmeye uğrama­
sıydı. Yeni değerlerin kabul edilmesini yeterli bulmuyordu; is­
tediği, bu değerlerin kişilerin zihnine işlemesi, onların zihin
habitus'u haline gelmesiydi (63).
Pratikte imparatorluğun bütün ticaretini Müslüman olma­
yan azınlıkların tekeline bırakan ve böylece -dinin koyduğu
ticaret yapma yasağının da yardımı ile- Türk ulusunu etkin ya­
şamdan uzak tutup onu tam bir hareketsizliğe zorlayan kapi­
tülasyonların kaldınlınası, Türk toplumunun bundan sonraki
atılımını olumlu yönde etkilemiştir.

74
2- Durgunluk dönemi ve devrimin ideolojik cephesin­
deki çelimsizlik

İkinci Dünya Savaşı gelip çatınca, devletin karşılaştığı ya­


şamsal tehlikeden korunma kaygısı, devrim yolunda gösteri­
len çabaların önce ağırlaşmasına, sonra da büsbütün durma­
sına neden olmuştur. Sonunda -Atatürk'ün amaçlarından biri
olan- çok partili rejimin kurulması ile tam bir durgunluk dö­
nemine girilmiştir. Devrimin ortaya koyduğu eseri incelemek,
onu yeniden değerlendirmek eğilimi bu yıllarda yaygın bir hal
almıştır. Bir bakıma, son derece dinamik bir yaratıcılık döne­
minden sonra başarılan işlerin muhasebesinin yapılacağı bir
döneme geçilmesi doğaldı.
1950'lerde beliren yeni durumun çeşitli nedenleri vardır.
Her şeyden önce, Atatürk'ün ölümünü izleyen yıllarda, dürüst­
lükleri ve Kurtuluş Savaşı'nda ülkeye ettikleri büyük hizmet­
ler sayesinde halkın saygısını kazandıkları halde, Atatürk'ün
cumhuriyetin ilanına götüren cüretli fikirlerine sonuna kadar
ayak uyduramamış olan ve bu nedenle devrimciliğin birer
temsilcisi olarak görülmelerine olanak bulunmayan insanla­
rın yüksek sorumluluk mevkilerine getirilmeleri, toplumun bü­
yük kesiminde "aşın" davranışlardan artık vaz geçilmek is­
tendiği izlenimini kanıya dönüştürmüştür. Böyle bir manevi
ortamda İsmet İnönü ülkede çok partili bir rejim kurmakla Ata­
türk'ün eserini biçimsel olarak tamamlamış, ancak bu yeni dü­
zen devrim ruhunun zayıflamasına, sonra da gerilemesine baş­
lıca neden olmuştur. Böylece devrimin en büyük başarıların­
dan biri sayılması gereken demokr;ıtik özgürlüklerin genişle­
tilmesi, Cumhuriyet rejiminden memnun olmayanlara karşı
saldırıya geçme olanağını vermiştir.

75
İkinci olarak, çok partili rejime geçilmekle, -evrim dere­
cesi birbirinden çok farklı birer zihin yapısına sahip toplum­
sal sınıflardan oluşan- ulusun, elde ettiği oy hakkı sayesinde,
bir anda, hiçbir hükümetin göz ardı edemeyeceği büyük bir
siyasal güç olarak ortaya çıktığını hesaba katmak gerekir.
Üçüncü olarak, dinle ilgili olan ve laik devletin kurduğu
yeni toplumsal ve siyasal düzenle halkın inançları arasında baş
gösteren çatışmadan doğan birçok dinsel nitelikteki sorunla­
rın gerçekte çözümlenmediği, hatta ele bile alınmamış oldu­
ğu kabul edilmelidir.
Bundan başka savaşın neden olduğu genel kargaşalık, ül­
kenin ekonomik ve mali alanda karşılaştığı büyük güçlükler,
silah bırakışımını izleyen yıllarda Avrupa'da canlanan yeni
birtakım dinci eğilimler, 1 950'ler Türkiyesi'nin kültürel ko­
şullarının incelenmesinde göz önünde tutulması gereken et­
kenlerdir.
Fakat bu durgunluk ve eleştiri döneminde işin en çok gö­
ze çarpan-yanı, devrimin ideolojik cephesinin derme çatma bir
yapıya sahip olmasıdır.
Atatürk'ün uygulamasında üç aşama saptanabilir. Birin­
ci aşama Türkiye'nin askeri, siyasal ve toplumsal aşamasıdır.
İkincisi, ekonomik aşamadır; İzmir'de toplanan ekonomi
kongresini bu aşamayı muştulayan ilk belirti olarak görebili­
riz (64). Üçüncü aşama ise başarılan işlerin ideolojik bir sis­
tem içine oturtulması aşamasıdır. Ancak bu aşamada yalnız­
ca iki bilim kurumunun, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Ku­
rumu'nun kurulduğuna tanık olunmaktadır. Atatürk'ün erken
ölümü, eserini fikir düzeyinde değerlendirme isteğinin gerçek­
leşmesine engel olmuştur (65).
Güçlü bir zekanın tasarladığı devrim, Fransız ihtilalinin

76
tersine, fikir düzeyinde hiçbir köklü hazırlığa dayanmıyordu:
devrim, yalnızca Atatürk'ün olağanüstü kişiliği ile gördüğü
büyük saygınlık sayesinde, bir de Türk ulusunu bir önder et­
rafında toplanmaya iten ve Atatürk tarafından zaman zaman
büyük ustalıkla değerlendirilen olaylar sayesinde gerçekleş­
me olanağını bulmuştur. Bu önder, kölelikten kurtarmak iste-
...

diği ulusundan yalnızca savaşma meydanında canını verme-


sini istememiş, daha büyük bir özveri çağrısında bulunarak çok
daha çetin bir yolda -toplumun özüne inen büyük bir manevi
kalkınma savaşımında- peşinden gelmesini talep etmiştir.
Türk devrimi, kölelik yaşamına alışık olmadığı için ba­
ğımsızlığını ne pahasına olursa olsun korumak isteyen bir ulu­
sun gösterdiği olağanüstü bir çabanın sonucudur. O günlerin
çetin koşullan altında halkça gösterilen ve Atatiirk'e planını
gerçekleştirme olanağını sağlayan yüksek görev duygusu ve
büyük anlayış, onun ulus olarak varlığını sürdürme iradesin­
den kaynaklanmaktadır.
Devrim pragmatik düzeyde gerçekleşmiştir; devrim, gü­
cünü sistemli bir biçimde yayılıp telkin edilmeye çalışılan il­
kelerden değil, önderinin ileri görüşlülüğü ve azminden oldu­
ğu kadar ulusun gururundan ve önderine bağlılık ve minnet
duygularından almıştır.
Ancak devrimin en büyük eksikliği, yetişen yeni kuşak­
ların cumhuriyetin kurduğu kurumların ruhunu ve bu kurum­
ların dayandığı ilkeleri daha iyi anlayıp benimsemelerine yol
açacak; dolayısıyla onları, devrim kuşağının pragmatik düzey­
de başardıklanni fikir düzeyinde değerlendirmeye yetenekli
kılacak bir eğitim sistemi yerleştirmemiş olmasıdır.
Eğitim alanındaki başarısızlık, devrimin değerlendiril­
mesi konusunda dün olduğu kadar bugün de duygular ve olay-

77
lar düzeyinin ötesine geçilmesine olanak vermemektedir. Öbür
yandan duyguların, kendilerini doğuran nedenlerin unutulup
gitmesi ile ve genellikle, aradan bir süre geçtikten sonra, do­
ğal olarak zayıflayıp söndükleri göz önünde tutulursa, bu dur­
gunluk ya da yeniden gözden geçirme dönemi diye adlandı­
rabileceğimiz dönemin devrimin aleyhine dönüşmesi beklen­
medik bir sonuç değildi.

3- Batılıların modern T ürkiye üzerindeki görüşleri

Her şeyden önce Atatürk devriminin İslamologların ilgi­


sinin dışında· kalan bir inceleme alanı olduğunu belirtmek ge­
rekir; çünkü İslam bilginleri dikkatlerini doğal olarak Arap ev­
renine çevirirler; bunun da nedeni Kuran dilinin Arapça ol­
ması ve çeşitli İslam kültürlerinin Arap uygarlığının klasik dö­
nemine az ya da çok idealleştirdikleri bir örnek olarak bak­
malarıdır. Öte yandan, Osmanlı İmparatorluğu kendi başına
bir konu olarak ele alınmayıp, daha çok kültürünün kaynağı
olan Arap evreni, Bizans İmparatorluğu, İtalyan deniz cum­
huriyetleri ve nihayet büyük Avrupa devletleri ile kurduğu ve
sürdürd\iğü ilişkiler açısından incelenmektedir. Bu nedenle
Atatürk devrimi çok uzun bir zaman yalnızca gazetecilerin ve
dünyada olan bitenlerle ilgilenen aydınların incelediği bir ko­
nu olmaktan kurtulamamıştır (66). Pek az bilim adamı dev­
rimle ilgilenmiştir; bu ilginin sonucunda büyük değer taşıyan
eserlerin meydana geldiği de söylenemez (67).
Sayısı sınırlı Batılı bilgin ve Batılı aydınların modern
Türkiye üzerine bugüne kadar vardıkları çeşitli yargılar çoğun­
lukla. Türk ülkesinin ve Türk ulusunun genel dış görünümü­
ne dayanmaktadır. Bundan önceki bölümde bu yargıların ni-

78
çin son derece yüzeysel kalmaya mahkfun olduğu üzerinde du­
ruldu.
Cumhuriyet Türkiyesi üzerine ileri sürülen değişik kanı­
lar kısaca üç kategoride toplanabilir. Bir yanda, ana çizgileri
ile de olsa, Osmanlı lmparatorluğu'nun tarihini bilen, Birin­
ci Dünya Savaşı'nın sonunda Anadolu halkının giriştiği Kur­
tuluş Savaşı üzerinde bilgi sahibi olan bilgin ve aydınlar var­
dır: Bunlar yargılarını bugünkü Türkiye ile yanın yüzyıl ön­
ceki Türkiye arasındaki karşılaştırmaya dayandırırlar; bu ka­
rşılaştırmayı yargılarına ölçüt olarak alırlar. Böyle bir karşı­
laştırmadan doğan izlenim hayranlığa varır. Yabancı gözlem­
cilerin bu yargısının ekonomik, teknik, toplumsal ve siyasal
alanlarda elde edilen başarılar ve sağlanan gelişmelerle doğ­
rulandığı genel bir görüştür. Gerçekten, aradaki bütün aşama­
lar atlanılarak, kara sahandan traktöre; dinsel öğretimden,
ağırlığı modern bilimlere veren ve insanın muhakeme yete­
neklerini geliştirmeyi amaçlayan laik bir öğretime; çarşaftan
bikiniye; tek kişinin mutlak egemenliğinden, kadınlara erkek­
lerle hak eşitliği tanıyan(68) ve milletvekili adaylarının önem­
li bir yüzdesinin partilerin yerel örgütlerince gösterilmesini is­
teyen en ileri bir demokrasiye geçmeyi başarmış olan bir top­
luma hayran olmamak olanak dışıdır. Hele, özellikle büyük
kentlerde günlük yaşamın Avrupalı görünümü ve Avrupalı ör­
neklerine göre kurulan modem kurumlar bu görüşü destekle­
yen sağlam tutamaklardır.
Bu aydınlara bakılırsa, Türk toplumu geleceğe güvenle
bakabilecek genç, gücü taşkın, dinamik bir toplumdur.
Buna karşılık, ikinci kategoriye sokabileceğimiz bilgin ve
aydınlar, tıpkı öbürleri gibi, devrimin başardığı maddi eserle­
ri incelemekle yetinmekte, ancak dünyayı başka bir açıdan,

79
kendi Batılı uygarlıklarının yükseğinden görmektedirler. On­
lar bugünkü Türkiye 'yi Batı evreninin en ileri ülkeleri ile kar­
şılaştırmakta; bu ülkede bilim ve teknik alanlarında gözledik­
leri sayısız eksiklikleri, toplumsal ve siyasal yaşamdaki aksak­
lıkları, çelişkileri aleyhine değerlendirmekte, geriliğinin birer
örneği saymaktadırlar. Avrupa'daki örneklerine göre kurulmuş
olan kurumlarda biçimin ruhtan çok ilerde olduğunu saptadık­
ları ic;in de, Türkiye'yi bütün gerilikleri ile sıradan bir Orta­
doğu ülkesi olarak görmektedirler.
Birbirine tümüyle karşıt iki görüşü benimseyen ve gerek
hayranlık duymakta, gerek devrimin başarılarını küçümse­
mekte aynı ölçüde aşın gider görünen bu iki kategoriye giren
aydın ve bilginlerin yanında üçüncü bir kategori daha vardır;
bunu oluşturanların sayısı çok değildir ve Türk toplumunun
çözmek zorunda kaldığı sorunların özünü kavrayamamakla
birlikte, ülkenin manevi yanı ile ilgilidirler. Bu kategorinin in­
sanları ülkenin manevi durumunu tümüyle olumsuz bir ışık
altında görmekte birleşirler. Onların gözünde, Türkiye'de "Av­
rupalılaşmış" çok küçük bir azınlığın karşısında, geri kalmış,
dogmaların esiri, zihnini çalıştırmakta tembel, ilkel kanıların
ve kuruntulu inançların kölesi olan büyük halk yığınları blf­
lunmaktadır. Fikir düzeyinde oluşturulan sağlam kanılardan
yoksun bulunan bu "Avrupalılaşmış" azınlığın toplumsal ve
siyasal yaşamda bir dizi reforma ve modern tekniğin benim­
senmesine razı olmasının tek nedeni -onlara göre- Batılıların
eriştiği refaha kavuşma, kavuşmakla da ileri uluslar toplulu­
ğuna katılabilme umududur.
Türk toplumunun dış görünüşü göz önünde tutulur ve bu
üç kategorinin görüşleri bir bir incelenirse, birbirinden çok
farklı olmakla beraber, aynı gerçeğin değişik yanlarını vurgu-

80
lar görünen bu yargıların her birinin bir doğruluk payı oldu­
ğunu teslim etmek gerekir. Çünkü ülke, Atatürk'ün 1 933 yı­
lında söylediği bir söylevde belirtitği gibi, sürekli ve hızlı bir
değişim süreci içindedir: "Geçen on sene gelecek devirler için
bir başlangıçtan başka bir şey değildir. Bununla beraber, eski
edvirlerin tarihi karşısında, cumhuriyetin bu on senesi, eşi gö­
rülmeyen bir diriliş ve göz kamaştırıcı bir ileri atılış abidesi­
dir." ( 69)
Genellikle Türkiye'nin dış görünümüne ve günlük yaşa­
mın gerçeklerine dayanan bu yargıların, Batılı bilginlerin bu­
gün Türk toplumunun karşılaştığı manevi sorunların bilinci­
ne varmaktan bir hayli �ak olduklarını açıkça ortaya koydu­
ğunu kabul etmek gerekir. Oysa, aslında Avrupalıların beş-al­
tı yüzyıl önce aştıkları bir bunalımın benzerini geçirmekte
olan Türk toplumunun çözmek durumunda olduğu yaşamsal
sorunların niteliğini anlamakta bu bilginlerin güçlük çekme­
mesi gerekir. Ne çare ki, Avrupalılar Batı'nın uzun ve derin­
lere inen kültürel deneyimi ile Türkiye 'nin bugünkü kültür so­
runları arasında herhangi bir bağlantı ya da benzerlik kurabil­
me yeteneğinden yoksun görünüyorlar (70).

4- Çağdaş T ürkiye'nin durumu ve manevi bunalımı

lstanbul'da Batı 'ya eğilim gösteren küçük bir aydın züm­


renin idealci etkinliği bir yana bırakılırsa -bu etkinlik hiçbir
zaman toplumsal ve ulusal bir hareket önemini kazanmış ya
da kazanmak amacını gütmüş olmayıp, yukarıda söz konusu
edilen kısıntılı reformlara yol açan etkinliktir-, bundan yarım
yüzyıl önceki Türkiye'nin tümüyle bir Ortaçağ görünümün­
de olduğu söylenebilir. Türk toplumu toplumsal sorunlara eği-

81
len aydın çevrelerden yoksundu; çünkü dünya işlerinden eli­
ni ayağını çekmişti, yaşamla ilgili amaçlan, çıkarları yoktu;
etkin, dinamik yaşamın ne olduğunu bilmiyordu; ilerleme kav­
ramına ve tarih bilincine yabancı olduğu için de günün birin­
de yepyeni bir yaşama kavuşma umudu beslenemezdi. Din eği­
timi değişmez ve tartışılmaz kurallara bağlılığı sağlamaktan
başka amaç gütmüyordu; bu kurallar birçok ilkel inançlarla
birlikte aile ve toplum yaşamına yön veriyor ve böylece ulu­
sun zihin habitus'unun biçimlenmesinde etkili oluyordu. Bu
da toplumun geleneklerine körü körüne, inanılmaz bir biçim­
de bağlanmasına; ruh hastalarına, meczuplara özgü bir dav­
ranışla, en somut gerçeklerin, üzerinde düşünülmeden, tartı­
şılmadan, usa vurmaya girişilmeden reddedilmesine neden
oluyordu (7 1).
Atatürk'ün gerçekleştirdiği devrirnl� çok kısa bir zaman­
da, dünyanın en ileri toplumlarının malı olan ilkeler ülkeye so­
kulmuş ve bu ilkeler uyarınca birçok kurumlar kurulmuştur.
Bu andan itibaren devrimin yaşam verici soluğu her alan� ken­
dini duyurmuştur; böylece, yüzyıllardan beri maddi ve mane­
vi açılardan tam bir hareketsizlik içinde olan toplum yola düş­
müş, uzun bir yolculuğa çıkmıştır. Cumhuriyet yönetimi, te­
okratik rejimlerde istenmeyen, gerek de duyulmayan bir aydın
sınıfına gereksiniyordu. Hukuksal, toplumsal, ekonomik ve si­
yasal incelemelere büyük bir coşku ile girişilmiş, bireylere ta­
nınan özgürlükler sayesinde birdenbire açılan yepyeni sayısız
fikir, sanat, bilim, eğitim alanlarının çekiciliği en uyanık, dog­
malardan fazla etkilenmemiş zekaları harekete getirmiştir.
Eskisine oranla toplum yaşamı yoğun denebilecek bir et­
kinlik kazanmıştır; yeni bir dizi sorumluluklar yüklenmek zo­
runda olduğunu anlamıştır. Eskiden köylü tarlasında yalnız-

82
ca kendi besinini sağlamak kaygısında iken, bugün ülke ça­
pında, zaman zaman uluslararası çapta bir tarımsal kalkınma­
nın yapıcı bir öğesi olduğu bilincine erişmiştir; bu yüzden
kendi küçük tarlasının ve köyünün çok ötelerine uzanan so­
runlara merak sarmış durumdadır.
Türk toplumu yeni yeni gereksinimler duymaktadır: su
istemekte, elektrik istemekte, daha elverişli konutlar, zaman
yitimini önleyecek makineler, taşıtlar talep etmekte, daha iyi
yollar arzulamakta, yaşamın yeni ritmine uymak çabası ile kat­
landığı maddi ve zihinsel yorgunluğunu giderecek dinlence
olanaklarının sağlanmasını istemektedir.
Onda yeni yeni arzular, hevesler uyanmaktadır; tiyatro­
lara, sinemalara, konser salonlarına istek duymaktadır; çün­
kü bu çeşit toplum ve sanat etkinliklerinin insanı eğlendirip
eğitmekle kalmadığını, oria yaşama zevkini aşıladığını, erte­
si gün işbaşı ettiğinde yorgunluğunun üstesinden gelecek ye­
ni bir enerji verdiğini anlamıştır.
Bu toplum yaşamın güzel olduğunu, yaşamaya değdiği­
ni bulgularnıştır. Atatürk'ün en güzel arzularından biri Türk
ulusunun yaşamı sevdiğini ve ondan zevk aldığını görmekti.
Bununla beraber, bütün bu yeni etkinlikler ve bu etkin­
liklerin uyandırdığı yeni gereksinimler, 'hevesler ve istekler
günlük yaşamın bilinçsiz akışı içinde doğal bir gelişme orta­
mı bulduğu halde, bu yaşama dalmış olan insanlar, eylemle­
rinin, duygularının, düşüncelerinin muhasebesine koyulduk­
ları zaman, onları ahlak açısından açıklayamaz duruma düş­
mekten kurtulamamaktadırlar. Çünkü bağlı oldukları ahlak,
öbür dünya kaygısını ön planda tutan bir evrende oluşmuş
olan yüzyılların ahlakıdır.
Bir bakıma Türk toplumunun her bireyi, vaktiyle Boccac-

83
cio'nun karşılaştığı durumla karşılaşmaktadır. Hümanizmin
büyük öncüsü, Napoli ve Floransa 'da geçen gençlik yılların­
da, içinde kaynaşan yaşama tutkusunu kendisine tek kılavuz
seçmişti. Decameron adlı eseri yaşama bağlılığının ifadesidir;
biz ilk kez bu eserde Ortaçağ'ın öbür dünyaya dönük zihniye­
tinin taşkın bir coşku ile ve kesinlikle reddedildiğine, yeni bir
yaşaıp anlayışının muştulandığına tanık oluyoruz. Yazarın ya­
şama içgüdüsü eski ahlak kadar ulu, ancak ondan çok daha sa­
de, çok daha insanca ve doğal bir ahliika götüren yolu tutmuş­
tu. Fakat, kırkına doğru, ölümün düşünülmeye başladığı yaş­
ta, şiddetli bir manevi bunalıma düşmekten kurtulamamıştır.
Saygı ve sevgi duygulan ile bağlı olduğu dostu Petrarca işe
karışmasaydı, Boccaccio insanlığın en büyük kişileri arasın­
da anılmasını sağlayan eserini yakacaktı. Çünkü Boccaccio
geçmiş yılların muhasebesini yapmaya, yaşamının anlamını
ortaya koymaya, değerini ölçmeye giriştiği zaman, elbette ken­
di ahliik anlayışının ölçütlerine başvuracaktı. Onun ahlak an­
layışı ise, toplumun dinsel ahlak anlayışıydı. Ortaçağ düşün­
cesinin ölçütlerine göre de Boccaccio kendini ve eserini mah­
kUm etmekten kurtulamazdı. O da bunu yapmıştır (72).
Boccaccio'nun, bugünkü Türk insanından farklı olarak,
bambaşka bir ahlakın -akılcı ve insancıl temellere dayanan Yu­
nan-Roma ahlakının- büyük temsilcilerini çok daha yakından
tanıma olanağını bulmuş olduğu düşünülürse, bu olayın üzerin­
de ciddiyetle durulması gereken bir anlam kazandığı anlaşılır.
Gerçek şudur ki, bu konuda Boccaccio'ya oranla çok daha el­
verişsiz koşullarda olan Türk toplumu dinsel ahlakın dışında,
yalnızca akılcı ve insancıl değerlere dayanan, zihin özgürlüğü
ve dignitas hominis (insan onuru) kavramlarından esinlenen
başka bir ahlakın varlığından bugün bile habersizdir.

84
Boccaccio, henüz sistem halinde belirmemekle beraber,
derin: ve somut bir yaşam sevgisi biçiminde meydana çıkan
kendi dünya görüşü ile yalnızca medi�atio mortis 'ten esinle­
nen Hıristiyan dogmaları arasındaki çatışmadan kaynaklanan
bunalıma düştüğü zaman, kilisenin yerleşmiş ahlak kuralları­
na uymak zorunluluğunu duymuştu. Buna karşılık Türk top­
lumunda böyle bir bunalımın ne sanatta ne de fikir dünyasın­
da yansıdığına tanık olmuyorsak, bunun nedenini toplumda
gerçek bir fikir yaşamının henüz oluşmamış olmasında ara­
mak gerekir.
Gerçekten bu toplum bugüne kadar ne yeni bir dünya gö­
rüşünün eşiğine varabilmiş, ne de eski dogmatik düşünüşünü
bilinçli bir sistem haline getirip koruma olanağını bulmuştur.
Hele eski ahlakı yeni zorunlul.uklarla uzlaştırma yolunu hiç
bulamamıştır. Öyle ki, ancak alışkanlıklar, örf ve adetler ve
gelenekler yolu ile -yani bilinçsiz bir biçimde- kuşaktan ku­
şağa aktarılan eski ahlak ilkelerine bağlı kaldığı halde, daha
doğrusu bağlı kalmaya çalıştığı halde, bugünkü yaşamın gün­
lük olaylarından ve bu olaylar karşısında edindiği izlenimler­
den bir dizi sonuç çıkarmaktan kendini alamamaktadır. Bu­
gün bu günlük yaŞam eskisine oranla çok daha canlı ve dina­
mik olduğu için, uyandırdığı izlenimler ve telkin ettiği fikir­
ler yepyeni bir nitelik taşımakta ve devrimin, ilan ettiği ilke­
ler yolu ile Türkiye'de yerleştirmek istediği yaşam anlayışı­
nın kapsamı içine girmektedir.
Bunun sonucu, toplumun çağın gerisinde kalmış olan zi­
hin yapısı ile yaşadığı gerçek yaşam arasında uyuşmaz bir çe­
lişkidir. Bilinçli bir biçimde kavranılmadığı kesin olmakla be­
raber, bu çelişki gene de üzüntü ve şaşkınlık kaynağıdır.
Sonuç olarak, skolastik zihniyetin eski değerler sistemi

85
ile pragmatik ve duygusal gerçeklerin yüzeysel ve öznel yo­
rumu arasında ödünlü bir uyuşmanın kurulduğu göze çarp­
maktadır; işte bu ödüplü uyuşma, modem Türk toplumutı.un
altmış yıldan beri dayandığı güvenilmez ve kaypak temeli
oluşturmaktadır.

5- Benimsenmek istenen yeni ilkelere ve başlayan ye­


ni yaşayışa rağmen, öbür dünyaya dönük yazgıcı zihniye­
tin Türk toplumu üzerindçki egemenliğini sürdürmesi

Somut varlıkları ile sürekli olarak karşımızda durdukla­


rı göz önünde tutulursa, günlük yaşam gerçeklerinin zaman­
la toplumu eski zihin yapısından ve bu zihin yapısının teme­
lini oluşturan öbür dünya kaygısından sıyırabileceği ilk anda
akla gelebilirse de, böyle bir olasılığa bel bağlamamak gere­
kir. Çünkü insanoğlunun yeryüzünde var olmasının anlamını
ve amacını açıklayan -dinden kaynaklanmayan- özgür bir kav­
rayış ile hiçbir zaman ilişki kurmamış olan; kurmadığı için de
yeni kuşaklara manevi özgürlük ilkesine dayanan bir zihin bi­
çirrıi vermek olanağına hiçbir zaman sahip olmamış olan ve
sonunda, iç evreninin durgunluğuna dalmış olup, özgür düşün­
cenin, diyalektiğin, ilerleme kavramının ne olduğunu hiçbir
zaman bilmemiş olan bir toplum, insanlığı yöneten genel ya­
sa gereğince, maddi yaşamını, kuşaktan kuşağa aktardığı iç
yaşamı örneğince biçimlendirmekten başka bir şey yapamaz.
Bireyler olsun, toplumlar olsun, günlük yaşamlarını fi­
kir düzeyinde değerlendiremezlerse, büyük idealler besleye­
mez, büyük idealler peşinde koşamazlar. Yaşamın güçlükleri,
toplumsal yaşamın zorunlulukları karşısında, bu insanlar, da­
ha büyük bir çaba ve azimle işe koyulacakları yerde, çabucak

86
yılarlar; insanı insan olarak yüceltenin acılar ve savaşım ol­
duğu düşüncesine yabancı oldukları için, yeryüzünde zevki ni­
metlerin en büyüğü sayarlar; ona erişemeyince, yaşama karşı
ilgileri azalır, kendi içlerine kapanırlar; yeryüzünde amaçsız,
amaçsız olduğu için de umutsuz yaşarlar. Böyle bir ruh duru­
mu içinde, çevrenin kendilerine bilinçsiz yollardan, sanki el
altından, telkin ettiği mistik düşüncenin tevekkül evreninde iç
dinginliğine kavuşurlar.
Devrimin öğretim ve eğitim alanlarında yaptığı atılımlar­
la eski zihniyetin yeni kuşaklara bilinçli yollardan aktarılma­
sı önlendikten sonra, bu zihniyetin -örf ve adetler, kuruntulu
inançlar, günlük dilde yer etmiş deyimler gibi- bilinçsiz yol­
lardan geçerek yeni kuşaklan nasıl etkisi altına aldığını ince­
lemek çok ilgi çekici olmalıdır.
Eski zihniyetin etkisi yalnızca yığınlar üzerinde olsaydı,
devrim ilkelerinin ve bu ilkelerden esinlenilerek kurulan ku­
rumların günün birinde gelenekçi duyguların dağ gibi yükse­
len dalgalan altında yok olup gitme tehlikesi o kadar büyük ol­
mazdı. Ancak eski zihin yapısının yalnız okumamış halk yı­
ğınlarına değil, aydınlara da egemen olduğu itiraf edilmelidir.
Aslında aydınla halk adamı arasında zihinsel ve ahlaksal bi­
çimlenme bakımından öze deyen bir fark olduğu savunula­
maz; bunun nedeni, bugün Türkiye'de modernist eğitimin öğ­
retim alanını tekeli altına almış olmasıdır. Aydınla halk adamı
arasındaki fark gerçekten meslek bilgilerinden öteye gitme­
mektedir: biri yasaların maddelerini biliyorsa, öbürü sürü güt­
mesini biliyor (73). Bu durumu sezenler yok değildir. Eskiler
Divan şairlerinin ünlü dizelerini dillerinden düşürmezlerken,
genç · kuşakların o dizeleri ağza almadıklarından yakınanlara
zaman zaman rastlanmaktadır. Dile getiriliş biçimi basit olmak-

87
la beraber, gözlem özünde doğrudur. Gerçekten bugün Türki­
ye 'de bir ulusun kültür bilinci diye bilinen şeyin var olduğu ile­
ri sürülemez. Oysa sağlam bir ulusçu bilince, güçlü bir din bi­
lincine ve hatta meslek bilincine sahip olan bir toplumun kül­
tür bilincinden yoksun olması aklın alacağı şey değildir.
Gençlerin divan edebiyatı şairlerinden dizeler okumama­
ları, onların o evrenle -kendilerine özgür insan ve özgür va­
tandaş olma yolunda herhangi bir yardımda bulunamayan o
manevi evrenle- bağlantıyı kesmiş olduklarını gösterir. Bu,
devrimin en büyük başarılarından biridir. Çünkü her edebiyat
meydana geldiği çağın ve ortamın görüşlerini ve duyguları�ı
dile getirir. Okullarda çok yüzeysel bir biçimde okutulan di­
van edebiyatının yeni kuşakların bilincinde yaşamaması, yer­
yüzündeki yaşamın geçici ve boş olduğu inancına dayanan
dünya görüşünün (divan şairleri ol�un sanatları ile bu dünya
görüşünü yansıtırlar) cumhuriyet kuşaklarına, hiç olmazsa bi­
linç yolundan, aktarılmadığının kanıtıdır.
Ancak divan edebiyatı şairlerinin yerine baŞka şairler ve fi­
kir adamları geçmediğine göre, bugün yeni kuşakların her türlü
manevi destekten yoksun oldukları sonucunu çıkarmak gerekir.
Oysa manevi enerji kaynağının bulunmayışı, toplumun
maddi ve manevi alanlarda gelişmesine tek başına engel ol­
maya yeterli bir nedendir. Peri Hypsous'u yazan adını bilme­
diğimiz büyük düşünür yaşadığı ve (bunu anımsamakta yarar
vardır) insancıl ve akılcı değerler sisteminin geçerli olduğu
çağda, geçmişte insanlığa onur kazandırmış olan büyük adam­
lar çapında kimselerin yetişmeyeceğini o günkü toplumun ma­
nevi dayanağı olmayışına, yeni bir biiinçten ve yeni idealler­
den yoksun oluşuna bağlamakla, güçlü bir gözlem yeteneği­
ne sahip olduğunu kanıtlamaktadır (74).

88
Kültür bilincinden yoksun bir toplumun yüzyıllar boyun­
ca kazanılan deneyimlerden ders alamayacağı, bu deneyimle­
ri değerlendirip dile getiren büyük insanların önderliğinden ya­
rarlanamayacağı meydandadır. Böyle bir toplumun insanları,
yaşamlarının en güç bir anında, ya da önemli bir karar verme­
ye hazırlandıkları sırada o büyük kişilere başvurmak, onların
yardımından yararlanmak olanağından yoksundurlar. O ulu ki­
şiler ki, bizzat örnek olmakla, özdeyişlerinin inandırıcı gücü
ile, insanlık duygularını dile getiren dizelerinin ve besteleri­
nin uyumu ile, yahut ta gerçeğe ışık tutan fikirleri ile, yaşa­
mın sıkıntıları ve acılan ile karşılaştığı zaman, cesaretlendir­
mek, teselli etmek, öğüt vermek için, insanın kalbinde ve ak­
lında sevecenlikle beliriverirler. Aydının eğitimi doğa bilim­
leri ve matemiğe dayandırıldığı ve her ne olursa olsun, mes­
lek bilgilernin ötesine pek geçmediği için, bir toplumda zihin
ve ahlak açısından aydınla sade halk adamı birbirinden fark­
lı değildirler; her ikisinin tek manevi dayanağı babadan oğu­
la, çoğu zaman bilinç dışı yollardan, aktarılan geleneklerdir.
Gelenekler ise tarih boyunca ülkede gelişmiş olan ya da etki­
sini dışardan duyurmuş olan uygarlıkların uzak bir yankısın­
dan başka bir şey değildir.
Türk toplumunda, aydın olsun olmasın, her bireyin baş­
vurduğu tek manevi kaynağı oluşturan gelenekler, Anadolu 'da
ve Anadolu dışında gelmiş geçmiş çeşitli uygarlıkların ürü­
nüdür; ancak onlara egemen olan ruh İslam uygarlığının ru­
hudur. Türk ulusunun zihin habitus'unu meydana getiren bu
uygarlıktır. Toplumda geleneklerin sürdürdüğü bu zihniyet,
devrimin savunduğu ilkelerin ve kurduğu kurumların aracılı­
ğı ile yerleştirmek istediği ve çoğu zaman -yeni kurumların
var oluş_una aldanılarak- yerleştiği sanılan dünya görüşüne ve
zihin yapısına taban tabana karşıttır.

89
Bazen bir kelime insanı hiç beklenmedik bir ruh duru­
muna, içinde kök salmış olduğunu hiç bilmediği bir ahlak dü­
zenine, bir manevi evrene sürüklemeye yetebilmektedir. Bu ke­
limelerden biri, dinsel anlamı akla gelmeden sık sık kullanı­
lan inşallah'tır. Konuşma dilinde bir öneriyi, bir çağrıyı kabul
etme anlamında kullanılıyorsa da; vazgeçme, isteksizlik, ih­
mal, sözünden dönme durumlarında kelimenin asıl anlamına
başvurulmakta, söz verilmediği, işin Tanrı 'ya bırakıldığı ile­
ri sürülmekte, böylece suçlu kendisini aklamaktadır.
Aynı biçimde, güç bir durumda, olaylan değerlendirip
kendi başımıza karar verme zorunluluğu karşısında kaldığı­
mız zaman -benzer koşullarda başkalarının ağzından çokça
duyduğumuz için- dilimizin ucuna gelen bir deyim: Yarın Al­
lah kerim, bilmeden duygularımıza bambaşka bir yön verir,
irademizi zayıflatır, davamız uğrunda savaşım verme azmimi­
zi kırarak bizi tevekküle boyun eğmeye zorlar.
Sonuçta, tarihsel ve düşünsel temellerinden yoksun, ah­
lak dışı bir akılcılığın egemen olduğu okullarda yetişen tek­
nikerin, mühendisin, avukatın, yöneticinin, hekimin, aydının
-bugünkü eğitimin boş yere yıkmaya uğraştığı- eski yazgıcı
yaşam görüşünün pençesine yeniden düştüklerine tanık olun­
maktadır. Bu yüzden, devrimin benimsediği ilkelere ve kur­
duğu çağdaş kurumlara rağmen, hareket noktasında yerinde
sayan Türk toplumunun manevi evreninde göze çarpan bir ge­
lişme gözlenememektedir.
. Bu durumda Kuran'ı tek kelimesinin anlaşılmasına ge­
rek duyulmadan ezberletmek amacından başka amaç gütme­
yen Kuran kurslarının yan resmi etkinliği ile, Milli Eğitim Ba­
kanlığı 'nca meslek adamı yetiştirme amacı ile kurulmuşlar­
ken din okulu niteliği�i açığa vurmakta gecikmeyen İmam-

90
Hatip okullarının gösterdiği gelişme karşısında devrim adına
kaygılanmamak olanaksızdır. Çünkü çağdaş olma savında bu­
lunan bir toplumda varlığı hiç bir suretle açıklanamayacak
olan Kuran kursları ile birkaç modern bilim dalına yer veril­
mekle dogmatik ruhu yok edilemeyen İmam-Hatip okulları­
nın etkinliği, eski düşüncenin genç kuşaklara yeniden bilinç­
li ve sistemli biçimde aktarıldığının çürütülmez kanıtıdır.

6 - Bugünkü durumu yaratan nedenler. Devrimin üç


yorumu

Türk toplumu yarım yüzyıldan fazla bir süreden beri dog­


matik zihniyetle günlük yaşam gerçeklerinin yüzeysel yoru­
mu arasında kurulan ödünlü bir uzlaşmaya dayanıyorsa, bu­
nun başlıca nedeni dayanaksız bir sanıda aranmalıdır. Devri­
min, tarihsel ortamından koparıp -akılcılığın ne olduğu olu­
şum süreci içinde ve insanlığın fikir tarihi çerçevesinde ince­
lenip anlamaya çalışılmaksızın- Türkiye'ye aktardığı akılcı il­
kelerin tek başına eğitimin -Ortaçağ' ın karanlığından henüz
kurtulamamış olan bir toplumun eğitiminin- temelini oluştu­
rabileceği sanılmıştır. Ülkede kabul ettirilen laiklik ilkeleri ile
laik kurumların kendi başına yeni kuşakların ruhunda laiklik
bilincini uyandıramayacağı, uyandırmasının olanaksız oldu­
ğu hiçbir zaman akla gelmemiştir. Gerçekten, Batı 'da laiklik
ilkesini bulgulandıran Avrupalı kurumlar değildir; tam tersi­
ne, bugün Türkiye'de yerleştirilmesine uğraşılan o toplumsal
ve siyasal düzenin meydana gelmesini sağlayan, yaşamı laik
açıdan değerlendiren bakıştır.
Bu durumda laiklik bilincinin Türkiye'de uyanmamış ol­
ması şaşılacak bir olay değildir; çünkü bu bilince erişebilmek

91
için toplumun belli bir zihin ve ahlak biçimlenimine sahip ol­
ması gerekir. Ancak, topluma bu istenilen zihin biçimlenme­
sini verecek eğitim sistemini kabul ettirebilmek için, toplumun
laiklik kavramına değilse de, gerçekten özgür bir düşünce dü­
zeyine erişmiş olması gerekir.
Görüldüğü gibi, ortada bir kısır döngü vardır. İslam evre­
nini hareketsizliğe mahkfım eden manevi zincirlerin kopması
isteniyorsa, bu kısır döngünün parçalanması zorunludur. Or­
tadoğu evreninde laiklik bilincinin oluşturulması sorununun bu
bölge toplumlarının geleceği için ne kadar büyük yaşamsal bir
önem taşıdığının anlaşılması için, örneğin bir katolik din ada­
mının, belli dogmalara bağlılığı bir yana bırakılırsa, sahip ol­
duğu dünya görüşünün ve davranışlarının Batılı olmayan halk
yığınlarının ve Batılı olmayan aydınların çoğunun dünya gö­
rüşü ve davranışlarına oranla, çok daha humanist bir zihin ya­
pısının ürünü olduğu göz önünde tutulmalıdır.
Devrimin en önemli ilkelerinden biri, din sorunları ile din
duygularının siyasal etkinlik alanının dışında tutulmasını buyu­
rur; bu buyruğa genellikle uyulmaktadır (*). Ancak anayasada
yer aldığı halde, laiklik ilkesi -yalnızca bir ilke olarak kaldık­
ça- ne halk yığınlarında ne de, hatta aydın çevrelerde laiklik bi­
lincini uyandıramaz. Laiklik ilkesinin ilan edilmesi olsa olsa bu
bilincin uyanması ve yayılması yolunda çaba gösterceklere ge­
rekli özgürlüğü sağlar; bu çabanın en çok öğretim ve eğitim ala­
nında gösterilmesine gerek olduğu kuşkusuzdur.
Bugünkü durumda laik bilincin ne toplumsal ilişkiler, ne
fikir, ne de -Türk akılcılığının kalesi olan- bilim alanında eğe­
menlik kuramadığı kesinlikle belirtilmelidir. Hele laik bilin-

(*) Son yıllarda laikliği savunan partilerin oy yitimine uğrama kaygısı, bu


konuda yasalara ve anayasaya aykırı bir hoşgörüye yol açmıştır.

92
cin bireyin yaşamına yön veren kararlarına ve davranışlarına
egemen olduğunu savun!Jlak büsbütün olanak dışıdır.
Atatürk devriminin çeşitli yorumları ve bu yorumlara uy­
gun olarak ülkede beliren çeşitli akımlar gözden geçirilirse,
toplumda laiklik bilincinin yokluğunun, ülkenin kültür yaşa­
mını ve dolayısıyla yazgısını ne denli olumsuz biçimde etki­
lediği yeterince ortaya çıkar. Yalnız bu akımların hiçbir zaman
ideolojik bir sistem oluşturmadıkları -bulundukları fikir dü­
zeyi anımsanırsa, oluşturamayacakları açık olduğu- belirtilme­
lidir; ancak böyle olmakla beraber, bu akımların toplumun ma­
nevi yaşamını ve genel gidişini derin bir biçimde etkilediği de
bir gerçektir.
Bu akımları ana çizgileri ile belirtmek yetecektir; çünkü
-aslında derince bir irdelemeye dayanamadıkları için- ayrın­
tılı bir inceleme konusu edilmelerine gerek olmadığı gibi, -
duygu ve öznel kanı düzeyinin ötesine geçemeyen- temsilci­
leri ve bu konuda yapılan -içerik bakımından son derece yok­
sul- yayınlar üzerinde durmayı gerektirecek bir neden de yok­
tur. Birer ideoloji oluşturma olanaksızlığı karşısında, bütün bu
akımlar eylemciliğe dönüşme eğilimini göstermektedirler.
Söz konusu edilen ödünlü uzlaşma durumunun doğma­
sına neden olan yorum başta gelmektedir; bu yorum devrimin
resmi diyebileceğimiz, daha doğrusu devletin kabul eder gö­
ründüğü yorumdur. Buna göre, Atatürk devrimi ülkenin top­
lumsal ve siyasal bünyesinde derin, büyük bir değişiklik ey­
lemidir; amacı, ülkenin Avrupa uygarlığına ayak uydurması­
nı sağlamaktır. Ancak, bizzat bu görüşün temsilcileri uygar­
lık, kültür, etik değerler, ideoloj i gibi kavramlara gerçekten nü­
fuz edemedikleri için, devrimin bu birinci yorumu açık değil­
dir ve Avrupa uygarlığından ne anlaşıldığı ortaya konulama-

93
maktadır. Bu uygarlığın manevi cephesinin Hıristiyanlık, mad­
di cephesinin ise bilim ve teknik olduğu kabul edildiğine gö­
re (hiçbir tarihsel veriye dayanmayan bu yanlış kanıyı yayan­
ların başında Batılı aydınlar ve bilginler gelmektedir), -saç­
malığı oranında büyük bir kolaylıkla benimsenen bu sava uy­
gun olarak- (75) Müslüman bir topluluğun Batı uygarlığının
manevi cephesini reddedip, maddi cephesini benimsemesin­
den daha doğal bir davranış düşünülemez.
Türk ya da Batılı, böyle düşünenler Avrupa'yı Avrupa ya­
pan toplumsal ve ahlaksal değerlerin insancıl ve akılcı ilkele­
re dayandığını ve bu ilkelerin kaynağının Yunan- Roma evre­
ninde aranması gerektiğini bilmemekte ya da unutmaktadır­
lar. Doğu kaynaklı Hıristiyan dinini güçlü ve olumlu etkisi al­
tına alan işte bu değerler sistemidir. Bu gerçeği göz önünde
tutanlar, klasik çağın büyük insanlarının naturaliter christiani
(doğuştan Hıristiyan) değil, tam tersine büyük kilise düşünür­
lerinin historice gentiles (tarihsel açıdan pagan) olduklarını ka­
bul etmek zorundadırlar (76).
Atatürk devrimini bu biçimde yorumlayanlar, İsviçre va­
tandaşlık yasasının şeriatın yerine konmasını, artık kimsenin
tartışma konusu edemeyeceği, karşı çıkamayacağı, kuramsal
hiç bir doğrulamaya gereksinim göstermeyen bir olup bitti san­
maktadırlar (77). Bunlar, yeni kuşakların -teknik bilgilerden
aldıkları güçle- eski skolastik zihniyeti alt edeceğine inan­
maktadırlar.
Bu birinci yorum, genellikle ve bu arada Gibb tarafından
yapılan sınıflandırmaya göre (78), secularists kesiminin Batı
evrenine karşı takındıkları olumlu tutuma uygun düşmekte­
dir.
Öte yandan, sözcülerine, Gibb'in sınıflandırmasına gö-

94
re, modernists diyebileceğimiz (79) ikinci bir yorum, Ata­
türk'ün eylemini bir ihtilal olarak değil de, yalnızca bir ıslahat
hareketi, maddi alanın dışına taşmaması gereken büyük bir ye­
nilik ve kalkınma hareketi olarak görmek isteyen ve bunda di­
renen yorumdur. Böyle düşünenlere göre, 1 9 1 9 yılında başla­
yan devrim, geleneksel İslam uygarlığının saptadığı sınırlar
içinde tutulması gereken yenilikçi bir harekettir; amacı da, top­
lumun maddi koşullarını daha elverişli duruma getirmektir.
Bunlar da devrimciler arasında yer alırlar: Atatürk'e duyduk­
ları sevgi ve hayranlığın nedeni, onu bilim ve tekniğin sağlam
desteğini sağlamakla İslam evrenini yok olmaktan kurtarmış
olan bir dahi olarak görmeleridir. Doğal olarak devrimin ba­
zı yanlarını eleştirmekte, özellikle laiklik ilkesine karşı çık­
maktadırlar. Ancak, laikliğe ceplie almakla, modern vatandaş­
lık yasasını kaldırıp eski İslam hukukuna dönülmesi gerekti­
ğini savunup savunmadıklarinı kendileri de kesin olarak bil­
memektedirler (80).
Yeni kuşaklara verilen ve ağırlık merkezi teknik bilgiler­
den oluşan öğretimin yetersizliğini haklı olarak gözledikleri
için okullarda din esaslarına dayanan bir ahlak öğretimine y­
er verilmesini istemektedirler. Yalnızca teknik bilgilere önem
veren bir eğitimin eksiklikleri fazlasıyla belirgin olduğu için,
çok partili rejime geçildiği tarihten beri resmi çevreler de dev­
rimin bu ikinci yorumunu yeğler görünmektedir (*).
Bunun en açık kanıtları, o yıllarda din tlerslerinin önce
yalnızca ilkokullara, daha sonra orta dereceli okullara da so­
kulması, Ankara Üniversitesi'nde bir İlahiyat Fakültesi'nin ku­
rulması, imam ve hatip yetiştirmek üzere orta dereceli okul-

(*) 1 970'lerde bunun çok açık ve acıklı örnekleri görülmüştür.

95
ların açılması, arkadan yüksek ilahiyat enstitülerinin kurulma­
sına gidilmesidir.
Bu yorumun yanlıları eski zihniyetle günlük yaşamın ger­
çekleri arasındaki çelişkiyi böylesine zorlamalı bir bağdaştır­
ma ile çözümlemek arzusundadırlar.
Üçüncü yorumu benimseyenler, Atatürk'ü, orduları sevk
ve idare etmekte usta, rakiplerini ortadan kaldırmakta daha da
usta bir general olarak görürler. Onların gözünde Atatürk kut­
sala hiç saygısı olmayan, son derece hırslı, Kurtuluş Sava­
şı 'nın kendisine sağladığı saygınlıktan iktidarı ele geçirmek
için yararlanmış bir insandır. Bu yoruma göre, Atatürk'ün ba­
şardığı ihtilal eski Osmanlı toplumunun dayanağını oluşturan
İslamlık ilkesini ortadan kaldırmayı amaçlayan bir eylemdir.
Üçüncü akımı benimseyenler geleneksel zihin yapısı ile dev­
rimin bu zihniyete uymayan ilkeleri arasındaki çatışmanın çö­
zümünü devrimin reddinde görmektedirler. Ülkede uyanan, fa­
kat skolastik zihniyetin ortaya koyduğu eski değerler sistemi
içinde doğrulanmalarına olanak bulunmayan yeni yaşam ge­
reksinimlerini ve yeni hevesleri bile ret ederek, hareket nok­
tasına dönmek azmindedirler. Karmakarışık duygularını dü­
şünce haline getirip ifade edemeyen bu insanların bir içgüdü
dürtüsü ile kendi içlerine kapanışını doğru yorumlamak güç­
tür; ancak öyle anlaşılıyor ki onlar Batı 'nın bilimini ve tekni­
ğini bile elde etmek istemiyorlar; onlar ancak Batı bilim ve
tekniğinin hazır ürünlerini kabule yanaşıyorlar.
Davranışları Gibb' in conservatives (8 1 ) dediği kimsele­
rin davranışına uyuyor. Ancak, yanlısı oldukları düzen bugün
artık Türkiye'de var olmadığı için öbür İslam ülkelerinde co­
servative -tutucu- olanlar burada birer "gerici" kimliği kaza-

96
nıyorlar. Çünkü devrimin kurduğu düzeni tanımayarak, eski­
ye, geriye dönmek kararındadırlar. Bu nedenle bu akımın bir
adı da devrim düşmanlığıdır.
Bu üç yorumdan hiçbirinin Atatürk' ün kişiliği, düşünce­
leri ve eseri üzerinde, ana çizgileri ile de olsa, yapılmış yön­
temli bir incelemenin ürünü olmadığını söylemeye gerek yok­
tur. Gerçek birer yorumdan çok, devrimin başardığı eser kar-
- şısında toplumun gösterdiği çeşitli tepkiler söz konusudur.
Üçüncü akımın ülkeyi nereye götürmek istediği, Türk
toplumunun geleceği için ne kadar büyük bir tehlike oluştur­
duğu apaçık ortada olduğu halde, öbür iki akımın kendi ama­
cına erişmekteki yetersizliği gözden kaçmaktadır; kendileri­
ne devrimin savunucusu diyenlerin ülkeyi nasıl yavaş yavaş
geriye ittiklerini, devrim düşmanlarının arzuladığı noktaya
döndürdüklerini görebilen yoktur.
Gerçekten, yüzyıllardır .kökleştirdiği zihniyetle, devrim
kurumları sayesinde yaratılan yeni yaşam koşulları arasında­
ki savaşımda, eski dogmatik değerler sisteminin karşısına yal­
nızca teknik bilgiler kondukça, skolastik eğitimden geçmiş in­
sanın -ya da, son zamanlarda, İmam-Hatip okulu mezununun­
karşısına teknik bilgileri sağlam, ancak manevi ve düşünsel
yaşamı olmayan, yani ahlak yönünden oluşmamış meıılek ada­
mı çıkarıldıkça, devrim ruhunun geleneklerin gücünü alt et­
mesi beklenemez. Ortada duran apaçık bir gerçek olmakla be­
raber, bu durum ne Türkiye'de ne de Batı'da gereğince anla­
şılıp değerlendirilememektedir.
Öte yandan uzunca bir süreden beri ikinci yorumun bi­
rinci yorumun yerine geçmiş olması ve toplum yaşamında
gün geçtikçe etkisini arttırması, hatta üçüncü yorumun baskı-

97
sını gitgide daha çok duyuran bir güç kazanması, ülkenin ye­
ni yönelişinin önemli birer belirtisidir. (*)
Eski zihniyetin toplumu hangi ilkel koşullar altında ya­
şamaya mahkfun ettiğinin, maddi ve düşsel yoksulluğunun ne
düzeye vardığının ve genel durumunun ne kadar onur kıncı
olduğunun bilinmemesi bir yandan; bir yandan da okulda edi­
nilen bilgilerin toplumun manevi sorunlarını çözümlemede ye­
tersiz kalması, yeni kuşakların bir süreden beri eski ahlak an­
layışına yeniden değer vermeye eğilim göstermelerine neden
olmaktadır.

7- Üç yorumun yetersizliği

Yarının Türkiyesi 'nde ister üçüncü yorum egemen olsun,


ister ikinci yorum -ister Atatürk devrimini İslam evrenini ko­
ruyan surlarda açılmış bir gedik olarak görenlerin sözü geç­
sin; ister (gönüllerinde yaşattıkları toplumun geçmişe ait bir
toplum olduğunu, ne verebilirse esasen vermiş olduğunu, an­
cak İslam dünyasında manevi evrime, olumlu bilimlere· ve
tekniğe yol açacak yetenekten yoksun olduğunu anlayamadık­
ları için) Türk toplumunun skolastik zihniyetli bir Ortaçağ top­
lumu olarak kalmasını, fakat aynı zamanda Batı'nın bilimin-

(*) 1 96 1 Anayasası 'nın özgürlükçü ruhu ikinci yorum yanlılarının güçlen­


mesini sağlamış, üçüncü yorum temsilcileri de toplumsal ve siyasal alanda bü­
yük ilerlemeler kaydetmişlerdir.
Yeni anayasanın yarattığı elverişli ortamda çok sınırlı bir aydın grubu için­
de ve üniversite gençliği arasında gelişen sosyalist akımlar, bu yorumların dışın­
da kalmaktadır. Çünkü sol düşünce, devrim işlevini tamamlamış ve tarihe mal
olmuştur görüşünden hareket ederek, bir bakıma devrimin yerine geçmek savı
ile gerici akımları ve gerici akımlardan çok, kapitalist düzeni karşısına almakta­
dır.

98
den ve. tekniğinden yararlanmasını arzu edenler başa geçsin­
bu iki yorumdan hangisi ağır basarsa bassın, durumun değiş­
meyeceği ve Atatürk'ün kişiliği ile eserinin, gecenin karanlı­
ğını bir an için aydınlattıktan sonra akıp giden bir yıldız gibi,
tarihte hiçbir iz bırakmayacağı meydandadır.
Bu bakımdan -devrimin etkisi dışında kalan ve özgün bir
yan göstermeden, öbür İslam ülkelerinde gözlenen akımları
yakından izledikleri anlaşılan- bu iki akımın fikir tarihinde bir
yeri olmayacağı sonucu çıkarılmalıdır. Bu durumda, yetersiz­
liğine rağmen, birinci akımı yeğlemekten; Türk toplumunun
devrim yolunda yürümeyi sürdüreceği ve günün birinde insan­
lığın manevi evrimine katılarak kendine düşeni yapacağı umu­
dunu, bu yorumu benimseyenlerin düşüncesine bağlamaktan
başka çare kalmadığı izlenimi uyandırmaktadır.
Gerçekten, onlar hiç olmazsa toplumun eski zihniyetini,
eski toplumsal ve siyasal düzenini ve eski ahlak anlayışını
reddetmek gerektiği savındadırlar. Ne var ki onlar, kendileri­
ni başarıya götürecek yolu seçmekte yanılgıya düşüyorlar. Bu­
gün Avrupa'da klasik eğitim yanlıları ile modemist eğitim
yanlıları arasında başlayan (ve bu sonuncuların kesin yengisi
ile sonuçlanan) çetin savaşım da onların bu konudaki yanlış
görüşüne güç kazandırmakta, bu görüşün yaygın hale gelme­
sine yardımcı olmaktadır. Onlara göre, doğa ve matematik bi­
limlerine dayanan bir eğitim, Arap ve Fars dilleri ile Kuran'a
dayanan eğitimin yerini başarı ile tutabilecektir.
Aldıkları Batı eğitimi, yüzeysel olmakla beraber, onların
-büyüklüğünü kavramaktan çok sezdikleri- Atatürk' e duygu­
sal yoldan bağlanmalarını sağlamaya yetmektedir. Devrim
eserlerinin muhasebesine girişilmiş olduğu bir dönemde, on­
ların davranışında hiçbir endişe belirtisi görülmüyorsa, bunun

99
nedeni Türk devriminin özünü hiçbir zaman gerçekten anla­
mamış olmalarında ve -skolastik ruhla hümanist ruhun arasın­
daki şiddetli ve uyuşmaz çatışmaya sahne olan- fikir düzeyi­
ne hiçbir zaman yükselmemiş olmalarında aramak gerekir.
Dinginlik içinde oldukları söylenemezse de, çevrelerinde oiup
biten olaylan değerlendiremeyenlerin saf iyimserliğine sahip­
tirler. Yayıcısı oldukları fikirler, devrim ilkelerinin ve kurum­
larının dokunulmazlığını -ülkenin geleceği üzerine bilinçli bir
kanıya sahip oldukları için değil de gerçeği sezdikleri için da­
hi olsa- savunmaya hazır olanların zihnini karıştırdığı ve yan­
lış yollara götürdüğü için daha da zararlıdırlar.
Batı eğilimli bu aydınların savlarını kanıtlamak için baş­
vurdukları tutamaklar, Avrupa düşüncesinden almadır. Bun­
lar Batı' nın tarih ve kültür deneyiminden çıkarıldıkları için Ba­
tı ' nın gerçekleri ile tam bir uyum içindedirler. Böyle olduğu
için de o tutamakların oluşmasını sağlayan tarihsel sürece yüz­
yıllar boyunca yabancı kalmış olan bir çevreye uygulanmak
istendikleri zaman, birtakım gerçeklerin çarpıldığına ve ger­
çeklik niteliğini yitirdiğine insanları inandırmak olanaksız de­
ğilse de, çok zor olmaktadır.
Aynca günün özel koşullan altında, Batıcıların düşünce­
lerinin her türlü savaşımdan kaçınan, zamanın ve ilintilik olay­
ların meydana getirdiği her çeşit duruma teslimiyetle katlan­
maya hazır olan Doğu ruhuna tümüyle uygun düştüğü de be­
lirtilmelidir. Bu da, devrime en candan bağlı olanların bile as­
lında Doğu ruhundan kurtulamadıklarının çürütülmez kanıtı­
dır.
Bu aydınların kanısına göre:
1 ) Yoğun yaratıcılık ve güçlü etkinlik dönemlerini bir
durgunluk ve gerçekleştirilenlerin üzerine eğilip değerlendir-

100
me döneminin izlemesi olağan ve doğaldır; çünkü onlarca, her
ihtilalden sonra, denizlerin gel git hareketindeki git dönemi
gibi bir dönem gözlenmektedir (82);
2) Devrim yıllarında aşın gidilmiş olması olağan ve do­
ğaldır;
3) Bu aşırılıkların gözden geçirilmesinde ve gerektiğin­
de, ayıklanmasında özellikle gerici güçlerin etkili olması ola­
ğan ve doğaldır;
4) Belli bir zamanın geçmesine izin verildiğinde, birçok
güçlüklerin kendiliğinden çözüm yoluna girmesi olağan ve do­
ğaldır; çünkü ruhların yeni çağa uymaları ve ülkenin modern­
leşmesi zaman istemektedir; ancak bu sağlandı mı, eskiye
dönme hevesleri ve geçmiş zamana duyulan boş özlem yok
olmaya mahkumdurlar;
5) Devrimci güçlerle gelenekçi guçler arasındaki savaşı­
mın sürmesi karşısında, akla uygun bir orta yolun izlenmesi
olağan ve doğaldır.
İnsanda, olayların ölümcül akışına karşı koyma azmini
söndürmeye elverişli olan böylesine fikir yürütmelerden ken­
dilerine göre çıkardıkları sonuç da çok ilginçtir; madem ki i­
ki ucu temsil eden bu akımların hiçbirinin başarı sağlaması
söz konusu değildir ve madem ki bir orta yol tutma zorunlu­
luğu vardır, o halde daha şimdiden bu yolu izlemekten daha
akıllıca bir davranış olamaz. Bu orta yolu izlemenin büyük bir
yaran da, insana kimsenin tepkisini uyandırmadan yaşamak,
üstelik ölçülü gibi görünen bu davranışla bilgelik aşamasına
erişmek, olanağını sağlamasıdır.
Çıkarılmak istenen sonucun ne kadar yanlış olduğu mey­
dandadir; nitekim iki uçtan biri adına harekete geçen güçler -
bu durumda devrimci güçler- savaşımdan vazgeçecek olursa ve

101
gelecekte toplumun tutacağı hesaplanan orta yoklan yürümeyi
daha akıllıca bulacak olursa, bu iki karşıt gücün, devrimci güç­
le gerici gücün, ortalamasının elde edilemeyeceği açıktır.
Bu ortalamanın yerine, söz konusu orta yolla gerici güç­
lerin izlediği yol arasında kalan yeni bir orta yol elde edilece­
ği; hiç hesapta olmayan bu yolun, devrimcilerin öngördükle­
ri orta yola oranla, gericilerin amaçladıkları yöne çok daha ya­
kın bir yönde olacağı besbellidir. Tartışılması bile gereksiz
olan bu yanlış sonuç bir yana, böyle düşünenlerce, kendi edil­
gin davranışlarını mazur göstermek için başvurulan -ve ger­
çekte devrim yanlılarının tarihin kendilerine yüklediği göre­
vi yerine getirecek çapta olmadıklarını kanıtlamakla kalan- bu
tür tutamak ve fikir yürütmelerin yalnızca Batı evreni içinde
-yani zihin ve ahlak biçimlemeleri belli bir değerler sistemi­
ne dayanan toplumlar için- geçerli olduğu aynca belirtilmeli­
dir. Bu öyle bir değerler sistemidir ki toplumun manevi, top­
lumsal ve siyasal düzeninin temeli olmakla kalmayıp, her ev­
rimi, her değişimi, her ihtilal hareketini de yeti halinde kendi
içinde taşır. Bunun için ihtilalcilerle gelenekçilerin ihtilal, kar­
şı ihtilal, fikir düzeyi ve olaylar düzeyi anlayışları �irbirinden
farklı değildir; olmadığı için de bu iki karşıt güç arasında bir
diyalog kurma olanağı her zaman vardır.
Fakat, Batılı olmayan bir topluma aktanldıklan zaman,
bu aynı tutamaklann, toplumla hiçbir ortak yanı olmayan bir
evrenden ödünç alınmış birtakım görüşler olduğu ve ilişkisiz
durum ve olaylara kabaca uydurulmak istendiği görülür. Baş­
ka türlü olması da beklenemez, çünkü Doğu evreni öyle bir
evrendir ki orada başarılan ihtilal ilk erek olarak yeni bir dü­
zen kurmayı saptayacağı yerde, her şeyden önce topluma ih­
tilalin ne olduğunu anlama ve onu değerlendirme olanağını ve­
recek değerler sistemini benimsetmek zorundadır.

1 02
Ödünç alınan bu tutamaklarla ilgili olarak şu noktaların
belirtilmesi yararlı olacaktır:
1 ) Atatürk devrimi kendine özgü bir karakter taşır; bir te­
mel ihtilaldir, çünkü amacı bir ulusun belli bir düzenden baş­
ka bir düzene geçmesi ya da bir toplumsal sınıfın başka bir
toplumsal sınıfa haklarını tanıtması değil, bir toplumun tümüy­
le bir uygarlıktan başka bir uygarlığa akt�rılmasıdır. Bu ihti­
lal toplumun siyasal ya da toplumsal kurumlarını yıkıp yeni­
lerini kurmakla yetinmeyip, toplumun düşünsel değerlerini
ele aldığı için ideal ihtilal (fikir ve zihin ihtilali) de diyebili­
riz. O halde Atatürk devrimi, geçmişin ve bugünün bütün ih­
tilallerinden öz bakımından farklı, kendine özgü bir ihtilaldir.
Çünkü Atatürk devrimi ülkede yeni bir düşünsel, ahlaksal ve
estetik değerler sistemini yerleştirmeyi amaçlamıştır. Bu sis­
tem benimsenmedikçe, bizzat ihtilalin özünü anlamak, hatta
böyle bir sorunu ortaya atınak, eleştirisini yapmak olanağı ol­
madığı gibi "durumu gözden geçirme dönemi" diye adlandı­
rılan bu dönemde gericilik akımının derinliğini ve etkisini de­
ğerlendirme olanağı da yoktur.
Atatürk ihtilalinin bu özelliğinden zorunlu olarak şöyle
bir sonuç çıkmaktadır; Muhasebe dönemi; devrimin ortaya
koyduğu eserlerin bir bölümünün kaldırılması ile -yani (çok
uzak bir olasılık olmakla beraber) sözü edilen orta yolda ka­
rar kılınması ile- kapanacak olursa -bunun Türk devrimini an­
lama ve amacını kavrama olanağını veren ilke ve değerlerin
yıkıntıya uğraması demek olacağı için- Türktoplumunun ye­
ni baştan hareket noktasına dönmesi ve devrimin ortaya koy­
duğu eserlerle birlikte yok olması önlenemeyecektir.
2) Atatürk devriminin belirtmeye değer başka bir özelli­
ği her türlü aşırılıktan sakınmış olmasıdır. Baş savunucusu ol-

1 03
duğu dil ve tarih kuramları bile, bilimsel sonuçlara varmayı
erek edinmekten çok, Türklerde yeni bir ulusçuluk bilinci
uyandırmak amacı ile ortaya atılmıştır. Bu iki alanda göze
çarpan ciddiye alınmayacak davranışlar ve yayınların başlıca
nedeni ülkenin o dönemde gerçek bir dil ve tarih eğitimi gör­
müş uzmanlardan yoksun oluşudur. Atatürk'ün askeri ve si­
yasal -toplumsal- ekonomik aşamalardan sonra üçüncü aşa­
maya, yeni ve tümÜyle Türk olacak bir sistemi kurma olana­
ğını vereceğini sezdiği ideolojik aşamaya geçme arzusunun et­
ken olduğundan kuşku duyulamaz.
Devrimin her türlü aşırılıktan uzak kalmayı başarmış ol­
masının nedenini, Atatürk'ün dürüst ve dengeli kişiliğinde, bir
de onun Türk ulusunun dile getirilmemiş büyük emellerini
hayran olunacak bir biçimde bulgulamış ve değerlendirmiş ol­
masında aramak gerekir. Toplumun en somut gereksinmele­
rinden kaynaklanan bu emeller, yüı:firlükte olan dinsel kural­
lara rağmen, daha doğrusu onlara ters düştükleri fark edilme­
den, gönüllerde yer etmiş ve devrimin başarılmasında Ata­
türk'ün dayandığı temeli oluşturmuştur. Atatürk'ün gerçekleş­
tirdiği dönüşüm atılımlarının ulusça olumlu karşılanması an­
cak bu saklı emellerin varlığı ile açıklanabilir. Esasen Ata­
türk 'ün örf ve adetlerle halkın zevkleri konusunda aşın şiddet
gösterilmesini hiçbir zaman doğru bulmamış olduğu da belir­
tilmelidir. Atatürk hukuk ve kurumlar alanında yapılan atılım­
ların çok daha önemli olan manevi alanda yenilenmeye yol
açacağını ummuştur. Bu ilkeye uyarak, kadınların giyimi ile
tek sesli müzik konularında büyük bir duyarlıkla hareket et­
miştir: Bu iki alanda değişimin daha sonra, doğal bir evrim
sonucunda gerçekleşeceğini ümit ettiği kuşkusuzdur.
Din konusunda alınan ve -kötü niyet, çıkar ya da bilgisiz-

1 04
lik yüzünden- birçokları tarafından aşın şiddette görülen ön­
lemlere gelince, bunların hiçbir zaman -ne yasa yapıcısının ni­
yetinde ne de uygulamada- dine karşı yöneltilmiş olmadıkla­
rını kesinlikle belirtmek gerekir. Gerçekten Türkiye'de ibadet
özgürlüğüne saygıda hiçbir suretle kusur edilmemiş, halk yı­
ğınları ibadetlerini serbestçe yapmışlardır. Bu önlemlerin tek
amacı şeriat düzenine dönüşü engellemekti. Güdülen amaç ku­
rumların, toplumsal ve siyasal yaşamın özgürlük düzenine ka­
vuşması ve sanat, fikir, söz ve vicdan özgürlüklerinin kurul­
masıydı. Sorun, özgürlüğe kavuşmak sorunu olduğu zaman bir
orta yol söz konusu olamaz; özgürlük ya vardır, ya da hiç yok­
tur. Dün d� bugün de sorun aynıdır: ya Türkiye'de Aristoteles'i
modern filoloji biliminin gereklerine göre yorumlama olana­
ğı tanınmalıdır (bunun sonucunda da onu, Yunan düşüncesi­
nin evrimci sürecinde, kendisinden önceki felsefenin varış nok­
tası, kendisinden sonraki felsefenin de hareket noktası olarak
görme düzeyine çıkılmalıdır) ya da Yunan düşünürü (felsefe
tarihinin öncüsü olan Aristoteles!) Hıristiyan ve İslam ortaça­
ğı evreninin yetkin ve çürütülmez auctoritas'ı olarak saygınlı­
ğını sürdürmelidir. Toplum yaşamı ya Batı'nın hümanist, do­
layısıyla laik, ilkelerinden esinlenen bir düzene sokulmalı, ya
da dinsel kurallar uyarınca yönetilmelidir. Bir orta yol söz ko­
nusu değildir. İşte denebilir ki Türk aydınlan ve yabancılar bu
özelliğin hiçbir zaman farkına varmamışlardır; onlar Atatürk
devriminin, ana sorunun çözümlenmesinde, yani toplumun si­
yasal, toplumsal ve manevi özgürlüğü konusunda doğal ola­
rak, özünün gereği olarak radikal davranmak zorunda olduğu­
nu anlamamışlardır. Gerçekten, devrim radikal bir ihtilaldir,
toplumun tümünü ve bütün yönleri ile kavrayan bir ihtilaldir.
Aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, bugün bile bu il-

105
kelerden ödün vermezlikten vazgeçilecek olursa, devrim tü­
müyle yok olabilir. Nitekim, zaman zaman verilen ödünler yü­
zünden, devrim bugün hala tehlikededir. Tehlikenin sürmesi
aşırı gelenekçilerin amacı olabilir, ama devrime bağlılıklarını
ilan eden aydınların bundan elem duymaları gerekir.
3) Tek partili rejim düzeninde, devrim ruhunun ülkede
kök salmasına olanak vermek amacı ile siyasal etkinlikten bi­
le bile uzak tutulmuş olan gelenekçi güçlerin, birer aşırılık ola­
rak gösterilen atılımlara karşı başlatılan tepkide önemli bir rol
oynadıkları, toplumsal ve siyasal yaşamı belirgin biçimde et­
kiledikleri bir gerçektir. Ancak birinci yorumu benimseyen­
ler yeni ruhun ve yeni zihniyetin yeterince yer etmediğini gö­
rüp endişelenmelidirler; çünkü gelenekçi güçler aslında var ol­
mayan aşırılıklara karşı savaşım verdikleri bahanesini ileri
sürmek gereksinimini dahi duymadan devrimin ilkelerine ve
kurumlarına açıkça meydan okumakta ve devrimi temellerin­
den sarsmaktadırlar.
Daha dikkatli bir gözlem davanın aşırılıkların önlenme­
si davası olmadığını, devrimin tümüyle tehdit altında olduğu
gerçeğini kolayca meydana çıkaracaktır. Devrimtn tehlikede
olmasının nedeni ise Kurtuluş Savaşı'nı yapmış olan kuşağın
beslediği devrimci duyguların öğreti düzeyine bir türlü geçi­
rilememesidir, toplumun bu konudaki fikir yetersizliğidir.
4) Bir toplumun manevi ve maddi evrimi ile her şeyi ol­
gunluğa eriştiren zamanın beraber ilerledikleri bir gerçektir;
fakat yüzyıllarca uygarlıkların en durgununa boyun eğmiş
olan ve fikir ve tarih bakımlarından insanlığın büyük evrim
sürecine sürekli olarak yabancı kalmış olan bir ülkede bu ger­
çeğin geçerli olduğunu ileri sürmekteki saçmalık aynca ka­
nıtlamaya değmeyecek kadar belirgindir. Böyle düşünenlerin,

1 06
Batılı olmayan uygarlıkların, daha önce sözü edilen bir çeşit
iç yetkinliğe eriştiklerini, ancak yüzyıllar boyunca hiçbir ev­
rimsel sürece girmediklerini göz önüne getirmeleri yetmeli­
dir. Mısır uygarlığı bunun bir örneğidir.
Buna karşı çıkılabilir -gerçekten de sık sık karşı çıkılmak­
t�, bunu yapanlar da yalnız Türk aydınları değildir-, denebi­
lir ki, bugün büyük bunalımlara ve büyük sapmalara rağmen,
gelişmesini sürdüren bir uygarlık vardır: Bunun yalnızca ku­
rumları ve -çağdaş Batı uygarlığının en karakteristik yanı ola­
rak görülen- tekniği örnek alınsa, hareketsiz toplumlar hare­
kete geçebilir ve ilerleme yolunda yol alabilirler. Gerçekten
de bir toplum özgürlük, demokrasi ve ilerleme kavramlarının
tanımını ezberlemekle o kavramların bilincine erişebilseydi,
böyle bir şeyin olması beklenebilirdi. Fakat gerçek durum çok
başkadır: Öyle olduğuna inanmak için, şu yarı Batılılaşmış ül­
kelerin haline bir göz atmak yeterlidir. Onların durumu, insan­
lığın manevi evrimi açİsından, Zelotların-olduğu kadar Hero­
desçilerin düşüncelerinin de yararsız olduğunu ileri süren
Toynbee'ye hak verdirmektedir (83).
5) Son olarak, iki karşıt güç arasında zorunlu olarak bir
orta yolun bulunduğu hiç de doğru değildir. Herkesçe bilinen
fizik yasasına göre, bir kitlenin, uygulanan iki gücün yönle­
rinin tam ortasına düşen bir yönde ilerleyebilmesi için, bu iki
gücün tanımlarından eşit olması gerekir. Oysa Batıcı güçler
gelenekçilerin manevi evreninin. karşısına yalnızca Batı'nın
tekniğini çıkarmakta ve hem ikisi arasında her türlü diyalog
olasılığını ortadan kaldırmakta, hem de -kolayca tahmin edi­
leceği gibi- yenik düşmektedirler.
Devrimin ikinci yorumu bu iki karşıt güç arasındaki den­
gesizliği daha belirgin hale getirmekte, hatta tehlike yarata-

107
cak bir düzeye çıkarmaktadır; çünkü bu yorum, devrimin ül­
keye kazandırabileceği her şeyi kazandırdığına inandığı için,
şimdi artık devrim yıllarında ihtiyatsızca yıkılmalarına neden
olunan gelenekçi değerlerin yeniden kurulması gerektiği sa­
vındadır. İlk amacı toplumun ahlak anlayışını ve eğitimini
dinsel temellere oturtmak ve 1slam topluluğunu özerk bir dü­
zen içinde yeniden örgütlemek, böylece onun, eğitim ve k ül­
tür alanlarında karşılaşılan birçok sorunların çözümüne kat­
kıda bulunmasını sağlamaktır.
Bu talep laiklik ilkesine dayandırılmaktadır; gerçekten la­
iklik vicdan özgürlüğü, dolayısıyla özerk topluluklar biçimin­
de örgütlenme özgürlüğüdür. Ancak devrimin en sadık yanlı­
ları bile bir gerçeği görememektedirler; toplum içinde laik
ruhla dinin gerekleri arasındaki dengeyi koruyabilmek için ya
-laiklik gibi- (84) dini de yalınç bir formüle indirgemek ve ör­
neğin din Tanrıya ve peygamberlerine bağlılıktır demekle ye­
tinmek gerekir, ya da laik düşüncenin de din duygusu gibi top­
lumun ruhunun dışında yaşayamayacağı ve onun da toplumun
ruhunda kök salabilmek için dininki kadar geniş ve karmaşık
bir örgütlenmeyi gereksediği kabul edilmek gerekir (85). Baş­
ka bir deyişle, dinsel düşüncenin örgütlenmesi karşısında den­
geyi koruyabilmek için laiklik ilkesini toplumda yerleştirme­
nin bütün yollarını aramanın ve bu yolda ısrarla çaba göster­
menin zorunlu olduğu kesinlikle kabul edilmelidir.
Fakat bu noktada devrimci aydınların kararsız ve edilgin
tutumunun çürütülmesi konusunun ötesine geçilmiş oluyor.
Böylece 1ıçık olarak belirmektedir ki, ilk yorum yanlıla­
rının düşüncesi dahi -incelenmeye değer bulabileceğimiz tek
düşünce olduğu halde- tutarsız içerikli ve etkisiz bir düşünce­
dir. Bu düşünce Türk toplumunun bundan sonraki gelişimi açı-

1 08
sından değil, Atatürk'ün getirdiği ilkelerin korunması bakı­
mından dahi yetersizdir. Bu durumda devrimin yeni bir yoru­
mu zorunluluk kazanmaktadır.

8- Devrimin dördüncü yorumu

Hiçbiri ideolojik bir nitelik kazanmamakla beraber, yine


de Türk toplumunun manevi ve maddi gidişi üzerinde etkili
olan bu çeşitli görüş ve davranışların incelenmesi sonucunda,
Atatürk'ün eserinin dördüncü yorum adını vereceğimiz yeni
bir biçimde yorumlanmasının zorunlu olduğu ortaya çıkmak­
ta ve bu yorumun ne olabileceği önceden belli olmaktadır.
Bu yeni yorum bize en doğal yorum olduğu kanısını ver­
mektedir, çünkü somut eserler halinde karşımıza çıkan bir di­
zi öncüllerin sonucudur; bu yorum aynı zamanda pratik açı­
dan en etkili yorumdur, çünkü Türkiye'nin bugün en yüksek
noktasına ulaşan manevi bunalımına çözüm getirecek tek yo­
rumdur. Böyle olduğu halde, Türk aydınlan bugüne kadar
böylesine bir değerlendirmeye yönelebilmiş değillerdir.
Gerçekten siyaset alanında teokratik düzeni reddedip de­
mokratik rejimin en ileri örneğini kabullenen, toplumsal ya­
şamını yüzyıllarca yönetmiş olan şeriatı bırakıp bir anda İs­
viçre vatandaşlık yasasını, İtalyan ceza yasasını benimseyen;
tam anlamı ile skolastik bir eğitimden akılcı ve en ilerici mo­
dernist eğilimlere yer veren bir eğitime geçmekle, manevi ev­
reninde ihtilal yaratan bir ülke; Avrupa edebiyatı türlerini be­
nimseyen, teokrasi çağında yasaklanmış olan betimleme sa­
natlarının özgürce gelişmesine olanak tanıyan; tiyatroyu, kon­
servatuvarı ex novo kuran; Batılı üniversitenin ruhunu değil­
se de biçimini örnek alan; olup bittiye, bir dünyadan bambaş-

1 09
ka bir dünyaya geçişin başarıldığına kendini inandırmak için
dış görünümünde bile ihtilal yapan, alfabe, giysi değiştiren;
yeni bir yaşama tarzına giren bir ulus böyle bir ulus ilk iş ola­
rak, doğal ve mantıksal olarak, devrimin yakın zamanlarda
Türkiye 'ye soktuğu toplumsal, siyasal ve kültürel kuruluşla­
rın ruhunu -oluştukları yer ve çağda gelişmelerine yol açan ru­
hu- benimsemeye çaba göstermek durumundadır.
Bunun sonucunda da, Türk toplumunun siyasal eğitim
alanında, Yunanistan'ın ve Roma'nın siyasal tarihini ve ku­
rumlar tarihini -tarihsel gelenek yolu ile demokrasi kavramı­
nın yerleşmiş bulunduğu- Batılı toplumlara oranla daha bü­
yük bir istek ve coşku ile incelemesi beklenir. Aynı biçimde,
İsviçre vatandaşlık yasasının, bir kişinin iradesine boyun eğen
toplumlardaki edilgin zihniyetle uygulanması ve bu yasaya ay­
nı zihniyetle uyulması istenmiyorsa, Roma hukuku üzerine
araştırmaların hız kazanacağı toplum, özellikle bu toplumdur.
Çünkü ulusal irade ile getirildikleri için, insan onuru duygu­
sunu zedelemeyen hukuk ve adalet anlayışını toplumun ruhun­
da kökleştirecek çalışmalar, bu çalışmalardır.
Aynca, klasik edebiyat, sanat ve düşünceye en büyük ge­
reksinimi duyacak olan toplumlar, Batı edebiyatının türlerini
ilk kez benimseyen, büyük kalkınma çabalarında laik mimar­
lığa ve şehircilik bilimine başvurmak zorunda olan ve betim­
sel sanatlarla ilk kez özgürce ilgilenebilen toplumlardır.
Türk toplumu, daha sonra üzerinde duracağımız dörtlü
bir tanımadan yararlanarak, Batı'dan, ruhuna derinlemesine
nüfuz etmeye gerek görmeden, aldığı kurumlan ve ilkeleri ko­
ruyabileceğine inanmakta direniyorsa; geleceği için ölümcül
sonuç verebilecek bu yanılgıyı sürdürüyorsa, bunun nedeni,
insanlığın yüzyıllar boyunca oluşturduğu evrimin ürünü olan

l 10
düşünsel ahlaksal ve estetik biçimlenmeden yoksun olmasın­
da aranmalıdır. Öte yandan sözü edilen biçimlenmeyi verebi­
lecek öğretim, eğitim ve kültür kurumlarının kurulmasına ola­
nak sağlayacak tek etkenin devriminin bu dördüncü yorumu
olduğu belirtilmelidir.
Nihayet, dördüncü yorumun toplum üzerinde egemen
olabilmesi için, Atatürk'ün ölümünden beri Türkiye'nin dev­
rimci atılımını köstekleyen bu bir çeşit kısır döngüyü kınp par­
çalamak gerekir.
Gerçekten, bu kısır döngü parçalanmadıkça, Atatürk dev­
riminin -Türk ve Batılı aydınların sandığı gibi- geniş kapsam­
lı da olsa, yalnızca öir toplumsal ve siyasal yenilik hareketi
olmadığı, bunun çok ötesinde Ortaçağ düşüncesinin kültür bi­
linci düzeyinde reddi ve akılcı, laik, hümanist düşüncenin ka­
bulü olduğu anlayışına erişme olanağı yoktur.
Ret, yalnızca Ortaçağ zihniyetinin ve bu zihniyetin ürün­
lerinin, yani toplumsal düzenin, teokratik rejimin reddi değil,
bu ruhun gelişmesine elverişli ortamı yaratan manevi evrenin,
yani fikirden yoksun edebiyatının, yaşamdan kaçak dekoratif
sanatının, yaşamdan usancı ve yazgıya boyun eğişi dile geti­
ren müziğinin bir yana bırakılmasıdır. Devrim -İslam ülkele­
rinde, eski ile yeni arasındaki çatışma, hemen hemen dinsel
ruhla yenilik ruhu arasında süregelen bir çatışmadan ibaret ol­
duğu için- kısaca laik diye adlandırabileceğimiz düşüncenin
benimsenmesidir. Bundan başka, devrim laikliğin kaçınılmaz
sonuçlarının hepsinin kabulüdür. Bu sonuçlar ise, hiç de, sa­
nıldığı gibi dinsel düşüncenin siyasal yaşama el atmasını ön­
lemekten ibaret değildir.
Gerçekten bir devlette laikliğin güvence altına alınması,
toplumun laik bir zihin yapısına sahip olması ile sağlanabilir.

l ll
Oysa laikliği gerçekten benimseyen bir toplumda, dinsel
inançlar siyasal yaşama karışmamakla kalamaz; din düşünce­
nin, bilimin, sanatın özgürce gelişmesini engelleyecek her tür­
lü davranıştan kaçınmak zorundadır; aynca o, devlet adamı­
nın, bilginin, aydının, herhangi bir vatandaşın kendi hareket­
lerinin hesabını topluma dinsel ve dogmatik özde olan eski de­
ğerler sistemine göre vermek zorunda kalmaması için, ya da,
buna zorlanırsa, kendini temize çıkaramama durumunda eski
zihniyete tehlikeli ve onarılması olanaksız ödünlerde bulun­
masının önlenmesi bakımından, vatandaşla toplum arasında­
ki ilişkileri etkilememek zorundadır.
Laik açıdan bakılınca, Atatürk devrimi Doğu'nun mistik
ya da dogmatik, ama her halde akılcı olmayan zihin yapısın­
dan kaynaklanan değerler sisteminin reddi, akılcı ve insancı
temellere dayanan yeni bir değerler sisteminin kabulü olarak
ortaya çıkmaktadır. Bu yoruma göre, Atatürk devrimi, tarihe
geçen ihtilallerin en geniş kapsamlısı, en derine ineni, en ra­
dikali (86) ve en hayranlık uyandıncısı olarak belirmektedir.
Atatürk dehaların en büyüğü; eseri, bir tek kişinin gerçekleş­
tirebileceği eserlerin en yücesidir.
Devrim olaylarını oluştukları pragmatik alandan ve bu­
gün anı olarak yaşadıkları duygu alanından çıkarıp, değerlen­
dirilmelerinin yapılacağı fikir alanına yükseltecek olan, işte
bu akılcı ve insancı sistemdir. Türk toplumunu bu durumdan
kurtarıp, kuşkusuz daha elverişli ancak eskisi kadar durağan
bir duruma getirmeyi değil, ona sonu gelmeyecek bir evrimi
başlatacak ilk hareketi sağlamayı amaçlayan bir ihtilal yalnız­
ca bu sistem içinde değerlendirilebilir. Çünkü evrim fikrinin,
sözü edilen değerler sistemine varlık kazandıran Batı düşün­
cesinin dışında var olabileceğini düşünmek bile olanaksızdır.

1 12
Böylece, Türk toplumunun çözmek durumunda olduğu
kültür sorunu ana çizgileri ile ortaya çıkmış oluyor. Sorun şu
terimlerle dile getirilebilir: eski skolastik zihin yapısının üs­
tesinden gelebilecek tek güç, hümanist kültürdür; bu kültürün
ülkemizde doğup gelişmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Çün­
kü, öğretimde doğal ve matematik bilimlere geniş yer veren
bugünkü eğitim sistemi eski zihniyetin köklerini sökmeyi ba­
şaramamıştır; onun bütün yapabildiği her biri el sürülmez bi­
rer auctoritas olan ve İslam evrenini egemenlik altında tutan
ulemayı tahttan indirip yerine Larousse du XX. siecle'i geçir­
mek olmuştur.
Türk toplumunun geleceği, laik düşünceyi ülkenin top­
lumsal ve kültürel yaşamında egemen kılmaya bağlıdır: dev­
rim ilkelerinin ve devrimci kurumların ülkemizde sürekli sağ­
lam bir inanca altına alınabilmesi bu koşula bağlıdır. Toplumun
zihninde laik bilincin yer etmesi, devrimin aldığı yolun bugün­
künden çok daha iyi bir biçimde aydınlanmasına olanak sağ­
layacaktır; bu da, yeni bir yola giren Türk toplumunun sürek­
li olarak karşısına çıkan sorunları çok daha çabuk ve yanılmaz­
lıkla kavramasına izin verecektir. Bu durumda toplumumuzu
manevi alanda yeni ve daha büyük aşamalara ve insanlığın ev­
rimi yolunda daha ileri bir noktaya götürecek olan yeni bir di­
zi toplumsal ve insancıl ideallerin filizlenmesi beklenmelidir.
Bugün yalnızca bir hayal olarak görünen, dinsel düşün­
ce ve kurumlarda büyük bir reform hareketinin başlaması Türk
toplumunda laiklik bilincinin yer etmesi ile ileri:ie olanak ka­
zanacağından kuşku duyulamaz. Reforma bizzat din adamla­
rının önayak olmaları da olasılık dışı değildir; çünkü bu du­
rumda din adamları dinsel inançla yeni laik düzen arasında
uyumu kurmak zorunluluğunu duymakta gecikmeyeceklerdir.

1 13
İ_slam toplumlarını ve genellike, Batılı olmayan toplum­
ları, çoğunlukla dinsel temellere dayanan ve her halde eleşti­
ri ruhundan yoksun olmaları nedeniyle, dokunulmaz bir nite­
liğe sahip olan geleneksel değerlerini yeniden gözden geçir­
meye yöneltebilecek tek güç hümanist eğitimdir. Bu gözden
geçirme Avrupa'dakinden farklı olmayacaktır; Avrupa'da din
adamları, hümanizmi ve uyanış çağını izleyen yıllarda, yeni­
lenme gereksinimini duymuşlar ve reformun ister yanlısı, is­
ter düşmanı olsunlar, hümanist düşiliıceyi değişik ölçülerde ka­
bullenmek zorunda kalmışlardır.
Her ne olursa olsun, İslam düşüncesi, -kendini insanlığın
bütün manevi ve dünyasal gerçeklerinin tek sahibi olarak gör­
meye iten ve böylece insanlara bulgulanabilecek ya da yapı­
labilecek hiçbir şey bırakmayan- dogmacılıktan ve tarihsel üst
yapısından vazgeçmedikçe ve Türk Toplumunda uyanan ye­
ni ve etkin yaşamın yarattığı zorunluluklara uymadıkça, laik
düşünce ile bir modus vivendi bglamayacaktır; buna karşılık,
çağın gerçeklerine uymak koşulu ile laik düşünce ile işbirliği
halinde, yeni Türkiye'nin manevi .\<:alkınmasına etkili biçim­
de katılabilecektir. Çünkü vaktiyle Hıristiyan düşüncesinin
kendinden kaynaklanan bir Uyanış'a yol açabileceğini düşün­
mel:c ne kadar yersiz ise, aynı biçimde İslam düşüncesinin, bir
iç evrimle, İslam evrenini modernleştirecek bir harekete 'gi­
rişmesini beklemek o kadar gerçekçilikten uzak bir tutumdur.
Batı 'da Hıristiyanlıkla hümanizm·arasında kurulduğuna
tanık olduğumuz uyuşmaya benzer bir anlaşmanın İslam dü­
şüncesi ile hümanist düşünce arasında kurulmasından bir di­
zi sonucun çıkması doğaldır; her şeyden önce, Türk toplumu
kendi pratik etkinliği ile -ahlaksal özgürlük ilkelerine ve an­
lamının geniş kapsamı ile kavranılan digpitas hominis ilkesi- ·

1 14
ne dayanan- yeni iç evreni arasında tam bir uyuşum kurula­
bildiğinin; aynca kendini yeni girişimlere, yeni ve daha bü­
yük eserler yaratmaya yönelten bir enerji kaynağının kendi
içinde oluşmaya başladığının farkına varacaktır. Kişi, günlük
etkinliğinin yeni insancıl değerler sistemi içinde manevi ve ah­
laksal bir değer kazandığını görecek, bununla kendine olan gü­
ven artacak ve -her insanın, çoğu zaman haksız yere de olsa,
duyduğu- kendine saygının boş bir duygu olmadığına inana­
caktır. İç denge, kendine güven, kendi kişiliği ve yeni yaşam
bilinci onu dünyaya dönük etkinliğe o güne kadar duymadığı
bir ilgi ve coşku ile itecektir.
Çünkü toplumları düşünce, bilim, sanat ve toplumsal ve
siyasal düzen alanlarında ilerleten bu sevgi ve yaratıcı coşku­
dur.

9- Yeni bir kültür bilinci edinme zorunluluğu

Demek ki dördüncü yorum, diğer üçünden esas bakımın­


dan farklıdır, çünkü devrimi pratik ve duygusal düzeyden fi­
kir düzeyine yükseltmekte ve böylece ona aynı zamanda ye­
ni bir öz kazandırmaktadır. Ancak bu fikir düzeyine yüksel­
me Türk topiumunda yeni bir bilincin oluşmasını doğal ola­
rak gerektirir. Gelenekçi ve dogmacı zihin yapısını ortadan kal­
dırmayı ve Atatürk devriminin paha biçilmez değerini görüp
onu yorumlamayı başaracak tek güç olan hümanist düşünce
ise belli bir insancıl deneyimin ürünüdür. Bu deneyimi benim­
semenin yolu, iyi planlanmış bir düşünsel, ahlaksal ve estetik
eğitimden geçerek onu yeniden yaşamaktır. Şu halde, devri­
min dördüncü yorumunun toplumumuzda yer etmesi ve ulu­
sal bir idealin temeli olduktan sonra, etkili olması � steniyor-

1 15
sa, ortaöğretimi yeni baştan düzenlemek gerekir. Özellikle
gençleri yükseköğrenime hazırlayan okullarda köklü bir re­
forma gereksinim vardır.
Dördüncü yorum, şu halde, eğitim alanında esaslı bir ye­
niliği zorunlu göstermektedir. Devrimin yıktığının yerine bir
şey koymadığı tek alanın eğitim alanı olduğu da dikkatten
kaçmamalıdır. Ortaöğretimin bugün içinde bulunduğu koşul­
ların gözden geçirilmesi hem buradaki bunalımın nedenleri­
ni ortaya koyacak, hem Türk toplumunun bugünkü manevi du­
rumunun ne olduğunu olduğu gibi meydana çıkaracaktır.

10- Okulun işlevi. Ortaöğretimin bugünkü durumu

Devrim, eğitimi yeni ilkelere göre düzenlemeye din okul­


larını kapatmakla, Arapça ve Farsça derslerini kaldırmakla,
programlardan yalnız Kuran derslerini değil, din derslerini de
çıkarmakla işe girişti. Bunu anayasada yeri olan laiklik ilke­
sine dayanarak yaptı. Meslek okulları, teknik okullar kuruldu
ve bunların sayılarının arttırılması için uğraşıldı; Batı örnek­
lerine göre düzenlenen yükseköğrenime yöneltici ortaokul-li­
seler kuruldu. Aslında Alman realschule'sinin düzeyine bile
erişemeyen bu okullarda ağırlık matematik ve doğa bilimle­
rine verildi; insan bilimletj içinde pozitif bilimlerin kesinlik
niteliğine uyar yöntemleri kullanabildiği savında olan psiko­
loji ve sosyolojiye önem verildi.
Kuşkusuz, eğitim alanında girişilen bu reform hareketi,
Türk toplumunu mutlak bir zihin tembelliğine mahküm eden
manevi zincirleri koparıp atma bakımından önemli bir atılım
olmuştur. Bu alanda, eskiyi ortadan kaldırma konusunda, dev­
rim dikkate değer bir etkinlik göstermiştir. Ancak devrim, ön-

1 16
ce de söylendiği gibi, bu alanda aynı ölçüde yoğun bir yapıcı
etkinlik gösterebilmiş değildir. Devrim Arapçayı, Farsçayı,
din derslerini yalnızca olumsuz açıdan, parçalanması gereken
manevi köstekler olarak görmüştür; ama bu disiplinlerin in­
sana manevi bir yapı ve bir ahlak anlayışı kazandırdığı göz­
den kaçmıştır; dolayısıyla, genç kuşaklara eskilerin yerini tu­
tacak yeni bir zihin yapısı, yeni bir ahlak anlayışı vermenin
gerekliliğini görememiştir.
Arapça ile Farsçanın okullardan kaldırılması ile Osman­
lı edebiyatının da anlaşılmaz hale gelmesi, sorunun önemini
daha da arttırmıştır. Gerçi Osmanlı edebiyatının Cumhuriyet
kuşaklarına gerekli zihin biçimlenimini veremediği bir gerçek­
tir; ancak, bu tutumla her türlü edebi eğitimden vazgeçilmek­
teydi.
Gençliğin eğitiminde en büyük etken her zaman ve her
yerde öğretim kurumları olduğuna göre, devrimin, güçlendi­
rilmesine en büyük özenin gösterilmesi gereken ideoloj ik cep­
hesi tehlikeli ölçüde çelimsiz kaldı. Birinci yorum yanlıları di­
ye andığımız kimselerce düzenlenen ortaöğretim programla­
rından Türk dili gramerinin kaldırılmasına kadar gidildi; ge­
rekçe olarak, doğanın çocuklara pratik yoldan öğrettiklerini
kuramsal yoldan öğretmenin gereksiz olduğu ileri sürüldü
(87).
Skolastik zihniyetin pozitif bilimler ve teknik bilgilerle
yıkılabileceği konusunda beslenen yanlış kanının gençliğin
eğitimini ne hale düşürdüğünü göz önüne getimıek güç değil­
dir: ahlak dışı ve tarihsel köklerinden koparılmış bir akılcılık­
la dinsel inançlar topluma egemen olmak için savaşım halin­
de idiler.
Ancak devrimin ve ülkemizin geleceğini etkileyen bu ça-

1 17
tışma uzun süremezdi. Nitekim, çok partili rejimin kurulma­
sından sonra, ikinci yorum yanlılarının düşüncesine uyularak,
işe klasik kolun kaldırılması ile başlandı: başlıca özelliği,
programına Latince derslerini alması olan klasik kol 1 940 yı­
lında edebiyat ve fen kollarının yanında yer almıştı. Sonra din
dersleri yeniden başlatıldı; din dersi önce, dördüncü sınıftan
başlamak üzere, ilkokullara kondu; daha sonra ortaokulların
programına da alındı. Bu önlemlerle gençlere ne doğal ve ma­
tematik bilimlerin, ne de teknik öğretimin veremeyeceği ah­
laksal biçirnlenimin verilmesi düşünülmüştür. Aynca Anka­
ra'da bir teoloji fakültesi ile imam ve hatip yetiştirmek için bir­
çok okul kuruldu. İmam-hatip okullarının amacı toplumun
eskiden beri duyduğu manevi önder gereksinimini karşıla­
maktı.
İstenen, geleneksel değerlerle günlük yaşamın kabul et­
tirdiği gerçekler arasında sürüp giden çatışmayı yapay bir
uyuşma ile sona erdirmekti. O günlerde egemen görüşe göre,
özellikle halk arasında mistik niteliğinden sıyrılamayan din ile,
çok daha uyanık ve gerçekçi bir zeka isteyen teknik artık dö­
vüşmemeli, aralarında alanlan paylaşmak suretiyle gençliğin
eğitimine elbirliği ile çalışmalıydılar (*).
Ancak toplumun genel evrimi içinde dinle laik kuruluş­
lar arasında -birinci yorumun eleştirisi yapılırken- saptanan
dengesizlik öğretim alanında çok daha belirgin bir hal almak­
tadır. Gerçekten ayrıntılar programına bakılırsa, imam-hatip
okulları laik bir toplumda dinsel görevleri yerine getirecek in­
sanlar yetiştirmeyi değil, dinsel anlayışın dışına çıkmayan bir

( *) Bugün artık bu çeşitli fikir akımları aralarında uyuşum kıuına çabası­


nı bir yana bırakmış, her biri kendi düzenini gerçekleştirmek için eyleme geçmiş
durumdadır.

1 18
eğitim vermeyi amaçlar görünüyor. Bu meslek okullarına, ku­
rulduklarından hemen sonra imam-hatip okulu değil de (88) .

"din okulu" denmesi çok anlamlıdır. Tevhidi Tedrisat yasası


sanki artık yürürlükte değildir, sanki laik ve dinsel olmak üze­
re ikili bir öğretim uygulanmaktadır (*).
Filolojinin ve tarihin yöntemlerine göre değil, gelenek­
sel biçimde okutulan Kuran, İslam teolojisi, ahlakı, hukiıku,
felsefesi ve tarihi dersleri -doğa bilimleri, matematik ve yaşa­
yan yabancı dil konusunda bir ölçüde verilen bilgilerle birlik­
te de olsa- kuşkusuz genç Osmanlının en iyi biçimde yetişme­
sini sağlayacak disiplinleri oluşturur, ama bu disiplinler, laik
ve demokratik bir düzen kurmak için koca bir devrim başar­
mış olan bir ulusun dinsel gereksinimlerine yön verme sorum­
luluğunu yüklenecek insanların sahip olması istenen düşün­
sel ve ahlaksal biçimlenmeyi sağlayacak disiplinler değildir.
Bu eğitim, gençleri dogmacılığa düşmekten koruyacak hüma­
nist bilinçlenmeye tamamıyla yabancıdır; Batı düşüncesinin
tükenmez kaynağı olan ve bizzat kilisenin kendi amaçlan için
bol bol yararlandığı hümanist biçimlenmenin, akılcılığın ve
eleştiri ruhunun bu eğitimde hiçbir yeri yoktur.
Batı 'da, ulusal tarih ve ulusal edebiyat, klasik düşünceye
bağlanmaları nedeniyle, kendi başına gençlerin eleştiri ruhu­
na ve tarihsel bilince erişmelerine yardımcı olabilirlerse de,
Divan edebiyatı ve Osmanlı tarihi İslam evrenine egemen olan
hareketsiz, dogmatik zihniyetin ürünüdüder; b•ı yüzdeı:ı din
okullarında okuyan öğrencilerin her türlü evrim ve ilerleme

(*) 1 960 yılında 19, 1 973 'te 70'in üstünde imam-hatip 9kulu varken bu­
gün bu okulların sayısı 359'a ulaşmıştır. Din liseleri ile laik liseler yeni kuşakla­
ra sahip çıkmak için savaşım halindedirler.

1 19
fikrine yabancı kalmamaları olanaksızdır. Bıİndan çıkan so­
nuca göre, gençleri üniversite öğrenimine hazırlayan Türk or­
ta dereceli okulları, Batı klasik dillerine yer verilmediği, öbür
yanda da Osmanlı tarihi ve edebiyatı bir ölçüde de olsa akıl­
cı ve insancıl bir eğitimin sağlanması açısından yararlı olma­
dıkları için, örnek alındığı ileri sürülen Fransız lisesinin mo­
dem kolundan -özgürlükçü biçimlenim ve estetik eğitim açı­
sından- aşağı kaldıkları gibi {Montesquieu, Ronsard, Descar­
tes, Rousseau bir bakıma Yunan ve Roma yazarlarının yerini
iyi kötü tutabilirler), Batının meslek ve teknik okullarının dü­
zeyine bile erişememektedirler.
Bugün artık öbürlerinden ayırt etmek zorunluluğu ile, la­
ik olarak adlandırmak durumunda olduğumuz okullara
l 950'lerde yeni bir ruh vermek için çaba gösterildiğini ve bu
arada, İngilizcenin iyi öğrenilmesi için, matematik ve doğa bi­
limlerinin İngilizce okutulduğu beş lisenin kurulduğunu bu­
rada anımsatmak yerinde olacaktır. Fakat bu ve bundan son­
ra yapılan girişimler sorunu asıl terimleri ile ele alabilmiş de­
ğildir. İngilizce öğretim yapılan liseler konusunda söylenecek
şudur: Bir Batı dilinin bilinmesi daima yararlıdır, çünkü bir
ölçüde de olsa, ruhuna nüfuz edilmeden bir dil konuşulamaz.
Ancak Türkçe ve İngilizce olmak üzere öğretimin iki dilde ya­
pıldığı beş lisenin, ilk Türk lisesini, o günün Batı 'ya özenen
kültürünün etkisi ile, derslerin Türkçe ve Fransızca verildiği
Galatasaray Lisesi 'ni çok açık bir biçimde anımsattığını göz­
lemek acıdır. Başka bir deyişle, eğitim ve kültür alanındaki
ilerleme konusunda, bugünkü Türk toplumunun Tanzimat dö­
nemindeki görüşlere hiçbir şey katamadığı ortadadır.
Bu durumda, geleneksel zihniyet ve kültürün iyi yetişmiş

1 20
temsilcilerinin karşısına, laik ve akılcı ruh adına -normal ya
da iki dilli- liselerden çıkan ve matematik, fizik, kimya bilgi­
lerinin yanında ayakkabıcılık, tenekecilik gibi birtakım el us­
talıkları kazanmış bulunan, ancak ahlak konusunda yalnızca
dinsel telkinlerin etkisinde kalan gençlerin çıkarılabildiği göz
önünde tutulursa, laik Türk toplumunda insanın manevi evre­
ninin yeniden eski dogmatik düşünceye teslim edildiği kolay­
ca anlaşılacaktır.
Devrime karşı çıkanlara, eski ile yeninin çatışmasını es­
ki düzene dönmek biQiminde çözümlemek isteyenlere gelin­
ce, cumhuriyet okullarında eğitimin İslam ilkelerine dayandı­
rılması davasındadırlar. Bu da, bugün imam-hatip okulların­
da uygulanan öğretimin esas çizgileri ile bütün liselerde uy­
gulanmasını istemek demektir. Onlarca İslam dinine bağlı bir
topluluk için tek kabul edilebilecek eğitim biçimi budur. Erek­
leri bugünkü düzeni tersine çevirmektir. Orta dereceli öğre­
timde bugün ayrıntılar programlarının ağırlık noktasını pozi­
tif bilimler oluşturmaktadır; yüzeysel biçimde okutulan Os­
manlı çağı, daha da az öğrenilen Batı dünyası, dil bilgileri ile
birlikte tamamlayıcı disiplinler niteliğindedir. Üçüncü yorum
yanlıları, bunun tersine, gençliğin eğitiminin temelinde -özü
dinsel ve skolastik olan- Osmanh kültürünün bulunmasını is­
temekte, öğretilmesinden vazgeçilemeyeceğini kendilerinin
de anladığı pozitif bjJimJerle teknik bilgilerin tamamlayıcı
öğe olmasında diretmektedirler. B irinci ve ikinci yorum yan­
lılarının tutumu ile karşılaştırılırsa, bunların tutumunun daha
mantıklı olduğunu kabul etmek gerekir. Gerçekten, kişinin ve
toplumun manevi evrenini pozitifbilimlerin, teknik bilgilerin,
yüzeyde kalmış birkaç din ilkesinin ya da, birkaç onyıl önce

121
önerildiği gibi, bir dizi formüllerden oluşan acaip bir ahlak bil­
gisinin oluşturamayacağını ileri sürmekte haklıdırlar (*).
Ancak bunların zihin yapısı eleştirici düşünceye o kadar
yabancıdır ki -yaşamı, kendisine kabul ettirilen biçimde de­
ğil, kendi eğilim, yetenek ve deneyimine göre değerlendiren
bir zekanın ürünü olan- bilimle tekniğin, skolastik zihniyetin
baskısından henüz kurtulamayan bir toplumda niçin yerleşip
gelişme gösteremeyeceğini anlamaktan kesinlikle acizdirler.
Bilimin ve tekniğin ülkeye dışalım malı gibi sokulan ürünle­
rine bile toplumca uzun süre katlanılaı;nayacağı akıllarından
geçmemektedir. Fikir yürütme yolu ile onları inandırmaya
kalkışmak da boşunadır; çünkü dogmalarına karşı çıkan hiç­
bir diyaloğun kurulmasına olanak vermemekte, zihinlerini her
türlü mantığa sımsıkı kapatmaktadırlar. Bu çeşit insanlardan,
pek de uzak olmayan bir geçmişte diri diri yakılma tehlikesi
ile karşılaşan Galilei'in başına gelenleri değerlendirmeleri
herhalde beklenemez.

il- Manevi evrende dönüşüm zorunluluğu: akılcı ve


insancı temellere dayanan eğitim

Bu çeşit bir eğitimin uygulanabilmesi için devrimin res­


men reddedilmesi gerekeceği açıktır. Böyle bir olasılık pek ya­
kın görünmemektedir. Bununla beraber, soruna uyguladığımız
kısa irdeleme gösteriyor ki, bilimsel ve teknik bilgilere ağır­
lık veren bir eğitim sisteminin, ne eski dinsel eğitimle başa çık­
ması, ne de -insana manevi biçimlenim verme gücünden yok-

(*) Yakın zamanlarda üçüncü yorum yanlıları ortaokullara ve liselere ah­


lak derslerini sokmayı başannışlardır. Bu kitapları inceleyenler, ülkede bilim zih­
niyetinin ve genel kültür düzeyinin çok düşük olduğunu fark edeceklerdir.

1 22
sun olduğundan- Türk kültüründeki bunalıma çözüm getirme­
si, dolayısıyla devrim ilkelerinin sürekliliğini sağlaması bek­
lenemez. Bundan çıkan sonuç şudur: birinci yorumdan ikinci
yoruma geçildiği gibi, kaçınılmaz bir zorunluluk olarak ya­
kın bir gelecekte ikincisinden üçüncüsüne geçilecektir (*).
Bugünkü acıklı görünümü ile, Türk toplumu, devrim coş­
kusu ile kendini insancıl evrimin engin akışına kaptırdıktan
sonra, yavaş yavaş akıntının dışına kıyıya itildiği izlenimini
uyandırmaktadır.
Toplumun eski durgunluğa dönmesini önlemek için, ye­
ni kuşakların harekete geçirilmesi, zihinlerin aydınlatılması
gerekir, bunun için de, kendini hemen hemen bütün dogma­
tik kösteklerden kurtarmış olan, gençlerde özgürlüğe, estetik
ve ahlaksal güzelliğe bağlılık duygusunu-uyandıran tek sis­
tem olduğu gözlenen Batı eğitiminin örnek alınması zorunlu­
dur. Türk toplumu yüksek öğrenime hazırlayan orta dereceli
okullar için Batı'nın klasik liselerini örnek almalıdır; yöneti­
ci sınıfa ve aydınlara akılcı ve insancıl bir zihin yapısı vermek
istiyorsa, başka bir deyişle, devrim ilkelerinin ve kurulan ku­
rumların anlamının anlaşılmasını istiyorsa, günlük etkinliğin
gerekçesi ve amacı üzerine bilinçlenilmesini istiyorsa, başka
çıkar yol yoktur.
Kuşkusuz, klasik okulun Avrupa'daki işlevinin ne oldu­
ğunun belirlenmesi gerekir. Çünkü bunun şimdiye kadar açık­
lıkla saptanmadığı anlaşılıyor; öyle olmasa, yararcı ya da mo-

(*) 27 Mayıs 1 960 askeri müdahAlesini izleyen yıllarda ekonomik sorun­


ların ön plana çıkması ile ülkede sosyalist düşüncenin yayılmasına paralel ola­
rak ve ondan çok daha etkili biçimde, tutucu akım ağırlık kazandı. l 968 'den be­
ri ülkenin siyasal yaşamında birinci ve ikinci yorumlar silinirken, üçüocü yorum
aşırı sağ biçiminde yeni bir güç kazanarak aşırı solla kırıcı ve kanlı bir savaşıma
·
girişmiştir.

1 23
demist akımın başlattığı saldın karşısında klasik okul yok ol­
ma tehlikesi geçirmezdi. Avrupa bu eski öğretim kurumuna ku­
ramsal bir inançtan çok gelenekçiliği yüzünden sadık kalmış­
tır. Fakat Avrupa'da klasik lisenin tarihsel bir işlevi olduğun­
dan, bunun da laik bilinci kökleştirmek, kökleştirdikten sonra
da canlı tutmak olduğundan kimse kuşku duyamaz. Gerçekten
Avrupa'da zihin özgürlüğü ile dogmacılık çatışması, laik dü­
şünce ile din�el düşünce çatışması biçiminde oluşmuştur.
Batı 'nın, birkaç bin yıllık uygarlığını korumak için ve en
az beş yüzyıldan beri sahip çıktığı laiklik bilincinin sönmesi­
ne tanık olmamak için, kendi klasik kaynaklarına inme gerek­
sinimini her zamankinden çok bugün duyması gerektiği ve do­
layısıyla bu bilincin oluşmasına olanak sağlayan tek kurum ol­
duğu görülen klasil\ lisenin kurulmasının kaçınılmaz bir zo­
runluluk olduğu da kabul edilecektir.
Böyle bir işe girişilirken, laik ruhun Avrupa'da topumsal
düzene egemen olmaya başlamasının beş yüzyıllık bir tarihi
olduğu, etkisini durmadan arttırdığı, öbür yandan bizzat di­
nin, başlangıçtan beri klasik kültürle sıkı ilişkileri olduğu için,
Uyanış kültürüne büyük ölçüde ayak uydurduğu; buna karşı­
lık ülkemizde, yaşamı Ortaçağ açısından değerlendiren görü­
şün -örf ve adetlerin, geleneklerin bilinçsiz yolundan geçerek
ve laiklik kavramının toplumda oluşmasına ve yerleşmesine
zaman ve fırsat vermeden- kişinin ruhu üzerinde eski ege­
menliğini kurmayı başardığı gözden uzak tutulmamalıdır.
Türk aydınlan olsun, Batılı- ayd�nlar olsun, bıktırıcı bir
diretişle savunulduğunun tersine, Batı uygarlığının yalnızca
iki öğeden oluşmadığını, tekniğin ve dinin yanında üçüncü bir
kaynağın bulunduğunu, -demokrasi, fikir özgürlüğü, söz öz­
gürlüğü, vicdan özgürlüğü, insan onuru kavramları teknikten

1 24
ve dinden kaynaklanmadıklanna göre- bir üçüncü kaynağın
bulunması gerektiğini sonunda anlamalıdırlar. Gerçekten Ba­
tılı olmayan toplumlar teknikten önce (dinsel gereksinimleri
yönünden, kendi dinleri bu gereksinimleri gidermektedir), bu
kavramları benimsemek durumundadırlar. Bu kavramlar ol­
madan, yeni bir dünya görüşüne sahip olmaları, taklit yolu ile
kabullenilen ve belki bir gün bu toplumları insanlığın ilerle­
yiş yolunda kendi başlarına yürüyecek hale getirecek olan il­
kelerin ahlaksal değeri konusunda aydınlanmaları olanak dı­
şıdır.
Kesin olan şudur ki pratik deneyim, tarihsel koşullar ve
mantıksal sonuçlandırmalar yeni Türk kuşaklarının zihinsel,
ahlaksal ve estetik biçimlenimini sağlam bir akılcı ve insancı
temele dayandırmanın gerekliliğini bütün açıklığı ile ortaya
·

koymaktadır.
Tarih boyunca insanlığın manevi yaşamına ve dolayısıy­
la aynı zamanda maddi yaşamına yön veren eserlerin sayıca
ne kadar az olduğunu görmek insanı şaşırtıyor. İslam evreni­
nin manevi besinini bir tek kitabın, Kuran'ın oluşturduğunu,
Hıristiyan düşüncesinin tek kaynağının da İncil olduğunu söy­
leyebileceğimiz gibi; dinsel inançların dışında bir ahlak, bir
dünya görüşü, bir diyalektik edinmek isteyenler için de, ah­
laksal kavramları, estetik kuramları, diyalektiği geliştiren ve
sayısı hiç de kabarık olmayan büyük insanların eserlerini gös­
terebiliriz.
Temeli özgürlük fikri olan ahlak ilkelerinin ortaya çıkarıl­
ması, bağımsız bir manevi yaşamm bulgulanması, insanın zi­
hinsel melekelerini geliştirme yöntemlerinin bulunması, güzel
kavramına erişilmesi, Yunan ve Roma toplumlarının parlak ba­
şarılarıdır. Batıyı Ortaçağ uykusundan uyandırabilmek için, hü-

1 25
manistler ve Uyanış çağının kuşaklan hep bu üçüncü kaynağa
başvurmuşlardır. Denebilir ki, aydınlanma çağının filozofları o
önceki kuşakların fikir evreninden elde ettikleri kazançları_ bi­
linçli bir sisteme bağlamakla yetinmişlerdir. Bugünkü Batılı
kuşaklar da o tükenmeyen kaynaktan yararlanmayı sürdürüyor­
lar; çünkü bugünkü uygarlığın inancası olan laiklik bilincini
uyanık tutabilmek için o kaynağa gereksinimleri vardır.
Gerçekten Batı bugün de, hatta belki de her zamankin­
den çok bugün, klasik düşünceden yararlanma gereksinimi
içindedir; onu tehdit eden bazı ideolojiler vardır; bunlar ister
geçmişi özlesinler, ist�r aşın bir ilericilik hevesinde olsunlar,
hız aldıkları hümanist hareket noktasını, dolayısıyla özgürlü­
ğün kutsal ilkesini reddetme yanılgısına düşmüşlerdir.
Atatürk devrimini skolastik düşüncenin reddi, hümanist
düşüncenin olduğu gibi kabulü biçiminde değerlendiren dör­
düncü yorum, şu halde, ilk amaç olarak Türk lisesini temel­
den değiştirmeye ve yeni kuşaklara eski dogmatik eğitime her
bakımdan karşıt olan hümanist eğitimi vermeye yönelmelidir.
Ancak bu sayede Türk gençliği insan onuru kavramından,
özgürlük duygusundan, yurt ve ulus sevgisinden, hoşgörü fik­
rinden, savaşım azminden oluşan bir manevi evrene sahip ola­
caktır; bu gençlik dünya görüşünün temeline insan duygula­
rının gerçekliğini ve yüceliğini yerleştirecektir. Ve nihayet an­
cak bu yeni zihinsel ve ahlaksal biçimlenim yolu ile insan iç
evreni ile dış yaşamın gerçekleri arasındaki çatışmanın son
bulduğunu görecektir; çünkü günlük etkinlikler, yani bilimin,
tekniğin, siyasetin, ekonominin, düşüncenin, sanatın çeşitli
alanlarındaki etkinlikler ve hatta toplum ve aile ilişkileri hem
manevi yaşamın, hem de, aynı zamanda, toplumsal düzenin
ortak temeli durumunda olan bir zihin yapısının ürünü olacak-

126
tır. Bu da kişinin maddi ve manevi yaşamları arasında doğal
bir uyuşumun kendiliğinden kurulmasını sağlayacaktır.
Batılı olmayan bir uygarlığa bağlı bir toplumda kurula­
cak ilk klasik okula yön verecek ilkeler üzerinde durmadan ve
temel programından söz etmeden, şimdilik buraya kadar ile­
ri sürülen görüşlerin mantıksal sonuçlarını çıkarmakla yetini­
lecektir.
Türkiye 'de kurulacak klasik bir ortaöğretim okulunda zi­
hinsel, ahlaksal ve estetik biçimlenimin temeli, Batı'daki kla­
sik okullarda olduğu gibi, Yunan ve Latin dili ve edebiyatı ile
ulusal dil ve edebiyattan oluşmalıdır. Bütün öbür disiplinler
de zihinlere bilgi yığmak değil, öğrencileri olgunlaştırmak
amacını gözeten bir biçimde verilmek suretiyle, vazgeçilmez
tamamlayıcı dersler olmalıdır.
Ancak burada birbirinden son derece farklı iki zihniyet,
iki uygarlık arasındaki karşıtlık açık olarak ortaya çıkmakta­
dır. Türk edebiyatı ve Türk tarihinin yeniden değerlendirilme­
si -tarih bilincinin ışığında ve Türk klasik okulunun kurulma·
sı ile oluşması amaçlanan yeni zihniyetin ifadesi olacak bir öl­
çüte dayandırılmak suretiyle yapılacak yeni bir değerlendir­
me- bu sorunun doğal çözümü gibi görünmektedir. Bu saye­
de, modern gençliğin manevi eğitimde örnek oluşturacak ede­
bi eserler ve tarihsel ve insancıl olaylarla öğrencilerin �ihin
biçimlenmesinde yeri olmayıp, yalnızca tarihsel bilgilerin çer­
çevesi içinde ele alınması uygun olan edebi eserler, tarihsel
olaylar ya da tarihsel dönemler arasındaki sınır kesinlikle çi­
zilmiş olacaktır.
Mantıksal sonuçlar dizisi sürdürülerek, klasik okulda ye­
tişen gençlerin, toplumda yerlerini aldıktan sonra, meslekle­
rinin normal olarak onlara yüklediği sorumluluğun dışında da-

127
ha başka sorumlulu�ların yükünü omuzlarında duyacakları
düşünülebilir. Bu sorumluluk duygusu ile ülkedeki köklü Do­
ğu zihniyetine karşı çok daha iyi hazırlanmış olarak çıkacak­
ları kuşkusuzdur.
Bu yeni zihniyetin temsilcileri toplumda sorumlulukla­
rını aldıktan sonradır ki, koca bir ulusun tümünün yepyeni bir
biçimde eğitilmesi işine gerçekten ve başarılı olma umudu ile
girişilebilecektir. Belediye memuru, hekim, sağlık memuru,
ebe, tarım memuru, öğretmen, aldıkları hümanist eğitim sa­
yesinde, davranışları ile, sözleri ile gerektiğinde bilinçli giri­
şimleri ile esas itibarıyla insancıl ve akılcı olan bu kültürün
yayıcısı olacaklardır.
İlkel ve her çeşit boş inançların tutsağı olan eğitilmemiş
yığınlar bu yeni ve gerçek aydın zümresi ile temasa gelmek­
le, ufuklarının genişlediğini görecekler ve bundan büyük ya­
rarlar sağlayacaklardır. Bu açıdan bakıldığında, kültürümüzün
gereksediği köklü reformun yayılma merkezi klasik okul ol­
malıdır, kanısına varılmaktadır.
Öbür yandan, ilk klasik okulun kurulmasına paralel ola­
rak ve aynı zamanda, bir hümanist araştırmalar enstitüsü ya
da merkezinin kurulmasına girişilmesi gereklidir. Burada bu
fikirlere yatkın Türk �ydınları ile Batı dünyasında hümanist
düşüpcenin en yetkili temsilcileri bir araya gelmeli ve birlik­
te çalışmalıdırlar. Batılı olmayan bir ülkede Batılı olmayan bir
girişimle kurulacak olan bu ilk hümanist araştırmalar merke­
zinin amacı laiklik kavramı ile bundan kaynaklanan hümanist
değerlerin ülkemizde yerleşmesini sağlamak olmalıdır.
Bu girişimlerle birlikte bir de, başlangıçta sınırlı ölçüler
içinde tutulsa da, bir örgüt kurulmalıdır. Bunun amacı toplu­
mun zihinsel eğitimini yeniden ele almak ve onun sağlıklı

128
duygularına, sağ duyusuna, somut ve tarihsel deneyimine ses­
lenerek, eski dogmatik zihniyetin temel direklerini bir bir yık­
mak, ilkel ve boş inançları bir bir söküp atmak olmalıdır.
Birincisi gençliği eğitmek, ikincisi, ortak çaba gösterme­
leri için, iyi niyetli aydınlan bir araya getirmek, üçüncüsü de
toplumun içinde yeni görüşleri yaymak işini ele alacak olun bu
üç kuruluşu aynı zamanda yaratmanın zorunluluğu bir gözle­
me dayanmaktadır; bu gözlem, insanların ve toplumun yaşan­
tısı üzerinde okulun etkisi ne kadar büyük olursa olsun, toplu­
mun, doğrudan doğruya okulların ayrıntılar programlan üze­
rinde değilse de, bu programların uygulama biçimi ve elde edi­
len sonuçlar üzerinde çok daha büyük bir etki yaptığını sapta­
maktadır. Toplumun okul üzerinde etkisi olabileceğinden kuş­
ku duyanlar, her yanında aynı toplumsal ve siyasal kurumla­
rın bulunmasına ve aynı öğretim örgütünden yararlanılmasına
rağmen, bir ülkenin değişik bölgelerinde (örneğin İtalya'nın ku­
zey ve güney bölgelerinde) zaman zaman tanık olunan zihni­
yet ve ahlak anlayışı farklılığı göz önüne getirmelidirler.
Sonuç olarak bir kuşağın sağlam bir ahlaksal ve zihinsel
biçimlenim alması isteniyorsa, gençlerin okulda, evde ve top­
lumda, iki değişik zihniyetin ürünü olmaları nedeniyle, birbi­
rine kesinlikle karşıt iki dünya ile karşılaşmalarını ne yapıp
yapıp önlemek gerekir. .
Topluma yeni bir manevi eğitim getirilirken ilk olarak on­
da, yaşamsal maddi gereksinimlerin yanında, aynı öncelikle
doyurulmayı bekleyen bir dizi manevi gereksinmelerin de var
olduğu duygusu uyandırılmalıdır Bu manevi gereksinimlerin
karşılanması sonucunda insanların zihninde ve gönlünde yep­
yeni, din alanının dışında kalan, manevi, dünyaya dönük, in­
sancıl ve laik bir dünya anlayışı yeşerecektir.

129
Anlamı iki kavranılmak koşulu ile, son derece yalın ön­
lemler toplumun manevi yaşamında yeni ufukların açılması­
nı sağlayabilir. Köyde, kasabada, çiçek yetiştirmek alışkanlı­
ğı insanlarda güzel duygusunu, güzel sevgisini, yaşam sevgi­
sini pekiştirip yaygınlaştırabilir. Köy meydanında üst üste ko­
nan üç kaya parçası ile dikilecek gösterişsiz bir anıt yurt sev­
gisinin simgesi olabilir, insanda insanlara karşı minnet duy­
gusunu uyandırabilir; ona, tamamıyla toprağa dönüşmeyen
insanın değerini öğretebilir. Klasik çağ örnek alınarak, tiyat­
ro temsilleri ülke yüzeyine yayılabilir; bunlar, gerekirse en ya­
lınç bir okul temsili biçimde bile uygulanabilir. Kırsal kültü­
re ustalıkla uydurulacak Aiskhylos'un trilogyası, devletçe da­
ğıtılan adaletin kişisel öç alma geleneğinden, kan davasından
üstün olduğu gerçeğini halk yığınlarına bugün bile aşılayabi­
lecek güçtedir.
Önemli olan halkın manevi dünyasını etkileme yolları­
nın ve araçlarının hangileri olduğunu bilmektir. Halk öyküle­
rine yeni bir yaşam görüşü getirmek, yeni bir ruh katmak ge­
rekir. Onları ek almak, yeni baştan anlatmak gerekir; bu ye­
ni anlatışta mucizeli müdahalelere bir anda insanın yaşamını
değiştiren, onu zenginliğe ve mutluluğa eriştiren müdahale­
lere ve bu müdahaleleri sağlıksız bir bekleyişle bekleyen kah­
ramanlara hiçbir suretle yer verilmemek gerekir. Bu masallar­
da yazgıya boyun eğişin, insanı karanlıklara gömen hüznün
eseri kalmamalıdır. Yeni anlatış masalların hayal gücünü ek­
siltmemeli, fakat onlara gerçeklik getirmeli, mantık kuralla­
rının ve insanlık duygularının sınırlarının aşılmamasına dik­
kat edilmelidir. Bir başka deyişle, bu masallara Homeros des­
tanlarındaki ruh kazandırılmalıdır.
Aynca, halk şairlerine yeni esin kaynaklan gösterilmeli-

1 30
dir. Kurtuluş Savaşı ile yepyeni bir geleneğin ve yeni bir ru­
hun doğduğuna onları inandırmalıdır. Özellikle destansa! tür­
küler, koçaklamalar, çoğu zaman yüksek bir şiir değeri taşı­
yan içeriklerine uymayan tekdüze ritmden kurtarılabilir ve
yeniden bestelenebilirler.
Halk yığınlarının merakını tahrik etmenin ve yaşadıkla­
rı dünyayı biraz daha iyi tanıma isteğini uyandırmanın yolla­
rı bulunmalıdır. Çünkü tanımak sevmektir; yaşamak ve yarat­
mak için ise, sevmek gereklidir.

131
1. BÖLÜMÜN NOTLARI

( 1 ) Kş. TahaHussein, The futur ofculture in Egypt, s.76: " (Öğ­


renimlerini Avrupa'da yapanlardan) only a tiny fraction were genu­
inely and permanently influenced by European intellectual life".
(2) Kş. Wilamowitz, Pindar, s. 88 ve Schmid-Stahlin, Griec­
hische Literaturgeschichte, I. Teil, I. Band, s. 5 5 1 .
(3) Vita Ambrosiana'ya göre (bk. Scholia vetera in Pindari
Carmina, edidit A.B. Drachmann, Leipzig, s. 1 ) Pindaros Atina'da
Agathokles'ten ders almıştır; başka kaynaklar öğretmenleri arasın­
da Apollodoros'un da bulunduğunu gösterirler. Koro şiiri yarışma­
larının Atina' da 508 yılında kurulduğunu, Agathokles' in de koro yö­
neticiliği ettiğini biliyoruı: (kş. Schmid-Stahlin, loc. cit.). Öbür yan­
dan, Vita Thomana'da (op. cit., s. 4) Pindaros'un Hermioneli La­
sos'un öğrencisi olduğu kaydedilmektedir. Lasos'un Atina'ya Pe­
isistratidlerin kovulmasından (İ.Ö. 5 1 1 ) birkaç yıl sonra döndüğü
doğru ise, bu hesaba göre Pindaros'un 1.ö. 500 yıllarında Atina'da
yaşamış olması gerekir. 65. Olimpiyatta (İ.Ö. 520-5 1 7 yıllarında)
doğduğuna göre o sıralarda aşağı yukarı 1 8 yaşında olmalıydı.
(4) Pindaros İyon doğacılannın "bilimin henüz olmamış mey­
valarını topladıkları " (Frg. 204) kanısındadır; fikrince İyonların or­
taya attıkları sorunlar, aslında Hesiodos'un ve Apollon dininin çö­
züme bağladıkları sorunlardır (kş. Schmid-Stahlin, loc. cit.).
(5) Kş. Gibb, Modem Trends in Islam, s. 69: "The illiterate
Muslim, the villager, is in no danger yet oflosing his faith, and, even
if he were, the.educated town-bred modemist would have no word
to meet his needs. His spiritual life is cared for by the Sufi brother­
hoods, regular or irregular, by the imam of the loca! mosque, or by
the itinerant revivalist preacher. So far as modemist ideas reach him,
they are filtred through such medium" . Bu çeşit aracılar halk ile
Atatürk'ün modemist değil, tam anlamı ile ihtilalci -Gibb'in deyi­
mi ile secularist- fikirleri arasına girmek istemişlerdir. Bu adamlar
yüzyıllar boyunca yöneticilerin karşısına yerel ahalinin temsilcisi ol­
dukları savı ile çıkmışlardır.
(6) Atina'da o yüzyılda kurulan toplumsal düzen, Pheidias'la
Sophokles'in sanatlarının doğmasını sağlayan, Periksel çapında in­
sanlar yetiştiren ve uzun zamandan beri Attike toprağında kök sal-

1 33
mış olan demokratik ideallerin oluşmasına olanak tanımış olan ruh­
tan esinlenmektedir. O dönemde ahlak duygusu çok yüksektir. Bu
nedenle Sokrates yararlı ile iyi'nin eşanlamlı olduklarını rahatlıkla
ileri sürebilmiştir, bk. Ksen. Apom. III 1 0, 9; iV 6, 8 ve iV 6, 9. Ku­
rulu düzen göstermektedir ki erdem mutluluğun temelidir, kötü bir
davranış olayların doğal akışı sonucunda cezalandırılacaktır, çünkü
akla aykırı bir davranış cezasız kalamaz, bk. Ksen. Apom, ili 9, 12
ve IV 4, 24. Ve gerçekten bu dönemde Atina toplumu insanda er­
dem, bilgelik ve bilimin bir bakıma eşdeğerli kavramlar olduğu iz­
lenimini uyandırmaktadır, bk. Ksen. Apom. III 9, 4 ve lII 9, 5; böy­
lece Sokrates hiçbir insanın ' 'kendi isteği ile aldanmadığını ve iste­
yerek kötü ve utanılacak işler görmediğini" ileri sürebilmektedir,
Plat. Protag. 345 d.

il. BÖLÜMÜN NOTLARI

( 1) Büsbütün düşünsel nitelikte olan ve sadece mantıksal ve nes­


nel bir incelemeyi gerektiren sorunlar bile ilintilik koşulların akışı­
na bırakılmıştır. Akademik sorunların çözümlenmesinde geçici duy­
gulanmaların, hatta birden patlak veren heyecanların etkili olduğu
sık sık görülür, bk. Taha Hussein, The fütur of culture in Egypt, s.
77: 1 used to be greeted with arguments of this kind, but more pas­
' '

sionately presented, whenever 1 pleaded before the Administrative


Council of the Ancient Egyptian University for the addition of La­
tin and Greek to the regular curriculum ofthe Faculty of Arts. They
fınally yielded in order to get rid ofme, not because they accepted
my thesis". Kş. özellikle s. 78: "ünce there were a number ofEng­
lish professors in the Faculty of Arts who oddly enough vigorously
supported the enemies of Latin and Greek. The most outspoken cri­
tic was a University of Liverpool man, Professor Copeland, a spe­
cialist in medieval history, whose entire academic life was centered
on Latin. J recall one occasion when we were warmly debating the
subject before a session ofthe Faculty Council. His views were ap­
parently prevailing when J asked him: 'Do you know ofany English
University where Latin is neglected? 'When he replied in the nega­
tive, 1 said: ' Why then do you want the Egyptian Univer8ity t6 be

1 34
different from ali the English universities?' He answered: 'Because
Egypt has not yet come to be like England!' This sharp and inequ­
ivocal statement promptly rallied most ofthose present to my side".
(2) Bu güçlüğü Gibb İslam evreninde çok iyi görmüş ve belirt­
miştir, Modem Trends in Islam, s. 32: "As has so often been exemp­
lified in the history oflslamic thought and action, extemal appearan­
ces are to a large extent misleading. It is not only the non-Muslim
student, either, who fınds it difficult to from an assured judgment.
The protagonists themselves are often not fully clear in their own
minds". Bk. aynca aynı sayfada n. 2.
(3) Apologetik bir yazar olan Taha Hussein yurdu Mısır söz ko­
nusu olduğu zaman eleştiri görüşünden ve mantık kurallarından uzak­
laşır; kanıtlamak istediğini daha kolay kanıtlayabilmek için iki yana
çekilebilen ifadeler kullanmakta ustadır; toplumun zihin biçimleni­
mi için vazgeçilmez temel bir disiplin olarak değil de, belli bir alan­
da uzmanlaşmak için gerekli iki dil olarak gördüğü Yunan ve Latin
dillerine Mısır okullarında yer verilmesini isterken, bu isteğini sağ­
lam bir görüşe dayandıracak gücü gösteremeyen bir aydındır. Böyle
olmakla beraber, daha önce de sözünü etmek fırsatını bulduğumuz
The fütur of culture in Egypt adlı eseri, değeri konudan konuya de­
ğişen, gene de ince ve son derece ilginç gözlemlerle dolu bir eserdir.
Mısır'ın kültür sorunlarının tarihçesine ayırdığı sayfalar gerçek­
te dar bir çevrenin dışında hiçbir ilgi uyandırmayacak ilintilik birta­
kım olayların, insanı zaman zaman gülümseten birtakım kişisel çe­
kişmelerin tarihçesi olmaktan ileri gidememektedir; böyle bir tarih­
çede tarihsel sürekliliğe ve dolayısıyla, mantıksal bağlantılara yer yok­
tur, kş. s. 47: "Dr. Hafiz Afifi Pasha has drawn a painful picture of
the situation in his book On the margin of politics where he descri­
bes how an incoming minister, as soon as he settles down in his of­
fice nullifies the work of his predecessor and then sets up a new sys­
tem which will later be accorded the same treatment by his succes­
sor"; böyle bir tarihçede fikir çatışmaları söz konusu olamaz, çünkü
bu çevrelerde gerçek fikir yoktur, kş. s. 62: "The University, govem­
ment agencies, and private industry ali complain about the inadequ­
ate preparation of our young people. This has come about because
we are too easily satisfied with general, obscure, and ambiguous exp­
ressions whose meanings we ourselves do not grasp. We then adopt

135
them as our goals, which we seek to reach by employing equally va­
gue means"; bu çeşit çevrelerde yaşamsal önemi olan eğitim sorun­

larının çözümünde bile bazen fazlasıyla kişisel ve aşağılık çıkarlar


rol oynar, kş. ss. 74-75: "Professor De Guy was the most vigorous
opponent of Latin in the Faculty of Law and his is the disgrace ofin­
ducting the Egyptians to eliminate it - this in spite of the fact that he
had been head ofthe Law School of the University of Bordeaux and
was unusually fine Latinist as well . . . 1 am not sure what be hasis of
Professor De Guy's position was, but... Another reason may be fo­
und in the personality of Professor Gregoire, leader ofthe proponents
of Latin and first dean ofthe Faculty of Arts. Professor Gregoire was
impopular whit Professor De Guy and most of the university peop­
le. The campaign against Latin in the Faculty ofLaw was used as an
attack against Gregoire . . . A fourth reason 1 cite only ofits humorous
overtones. Some Egyptians law professors strongly objected to La­
tin on the grounds that they themselves had never studied it. Why sho­
uld the students know what they did not know?" Mısır'daki durum­
la bizdeki durum arasındaki büyük benzerlik, Türk akademik çevre­
lerini iyi bilenlerin gözünden herhalde kaçmayacaktır.
(4) Gibb, Modern Trends in Islam, İslam yazarlarının ortaya
koydukları eserleri söz konusu ederek, Giriş s. IX' da şöyle bir göz­
lemde bulunmaktadır: "But one looks in vain for any systematic
analysis ofnew currents of thought in the Muslim world. Almost all
the books written in English or French by Muslim writers, on the ot­
her hand, turn out to be apologetic works, composed with the object
of defeuding Islam and demonstrating its conformity with what the­
ir writers beli eve to be present-day thought". Anlaşılan Gibb "İslam
yazarları"ndan sistemli bir irdeleme beklenemeyeceğini düşünme­
miştir; oysa -onun söz konusu ettiği "İslam yazarları"ndan "İslamın
temel dogmalarına bağlı kalmış İslam evreni yazarları" anlaşılması
gerektiğine göre- bu yazarlar hiçbir suretle özgürlükçü, yani insan­
cı ve akılcı bir eğitim almış değildirler; dolayısıyla temelinde eleş­
tirici bir muhakemenin bulunduğu zihin habitus'undan yoksundur­
lar. Hatta, özde farklı olan zihin biçimlenimlerine bakılırsa, Doğu­
luların Gibb'in -modern lslam evreninin en derin ve ince irdeleme­
lerinden biri olan- bu eserinde ortaya koyduğu düşünceleri gerçek­
ten kavrayabileceklerinden bile kuşku duyulabilir. Ancak Müslü-

1 36
manların akılcılığın "thought processes"ini niçin yadırgadıklarını
bize açıklayan gene Gibb'in kendisidir, op. cit. ss. 1 - 1 6.
İslam eserlerinin apologetik niteliği üzerine bk. aynca W.C.
Smith 'in Islam in Modern History adlı eserinde bu konuya aktarılan
bölüm ve gene aynı yazarın The intellectuals in the Modern Deve­
lopment of the Islamic World adlı makalesi (Social Forces in the
Middle East, edited by S. N. Fisher, Cornell University Press, ltha­
ca, New York 1 955, s. 1 98).
(5) Bk. 1. Kant, Kritik der Urteilskraft, Leipzig 1 924, ss. 79-
82. Bu konuda bk. aynca B. Croce, La Filosofıa di Giambattista Vi­
co, s. 85.
(6) Her ne kadar yanlış anlaşılan bir yansızlık kaygısı ile, Toyn­
bee kendini ve okuyucularım Batı uygarlığının öbür uygarlıklardan üs­
tün olmadığına inandırmak istiyorsa da (bk. J. Madaule, La pense de
Toynbee: Toynbee'nin The World and the West adlı eserinin Prime­
rose du Bos, Paris 1 953, tarafından yapılan Fransızca çevirisinin ön­
sözü, s. 40), eserinde Batı uygarlığının bütün öbür uygarlıklardan üs­
tün olduğuna içtenlikle inandığını gösteren pek çok belirti vardır. An­
cak Toynbee bu üstünlüğün nereden geldiğini ve neden oluştuğunu
kendine ve başkalarına açıklayamamıştır, kş. A. Study ofHistory, s.
254 (Toynbee'nin bu on ciltlik eserinde ileri sürülen düşünceleri - doğ­
rudan doğruya kaynağa başvurmak isteyen okuyuculara kolaylık olur
diye - D. C. Somervell'in yaptığı özetten aktarmayı uygun bulduk):
"Though sixteen civilizations may have perished already to our know­
ledge, and nine others may be now at the point of death, we - the twen­
thy-sixt-hare not compelled to submit the riddle ofour fate to the blind
arbitrament of statistics. The divine spark of creative power is stili
alive in us. .. " Hiç kuşkusuz, Batı uygarlığının niçin tükenip sona ere­
ceğe benzemediğini açıklamak için, Toynbee'nin sözünü ettiği "di­
vine spark' 'tan çok daha akla uygun, çok daha akılcı bir neden vardır.
(7) Kş. P. Gentizon, Mustapha Kemal, s. 204. Gentizon, Tür­
kiye' de il. Mahmut zamanında belirip Abdülhamit dönemine kadar
süregelen "mouvement d'inspiration liberale" için şöyle diyor: "(il
a ete) d'une part impose par l'Europe, de l'autre dicte par l 'instinct
de conservation".
(8) Kş. Toynbee'nin The World and the West adlı eserinin
Fransızca çevirisine 1. Madaule tarafından yazılan önsöz, ss. l 7-1 8 .

137
(9) Bu ise hiçbir eleştiriye katlanmayan ve tam anlamı ile akıl­
cılığın dışında kalan bir düşüncenin, toplumun zihin habitus'u üze­
rinde yaptığı ölümcül etkileri yansıtan küçük bir örnektir. Gibb, Mo­
dem Trends in Islam, ss. 1 25- 126, ulemanın yürüttüğü muhakeme­
lerin mantıktan yoksun olduğunu söyler; ' 'modemistler' ' üzerine
söyledikleri, ss. 76- 77, çok ilgi çekicidir. Modem İslam yazarları
arasında ayrı bir yer verdiği ve beğenir göründüğü İkbal için şöyle
diyor, op. cit. s. 60: ' 'His poems appear to me to be full of strange
contradictions, although his Indian fellows have tried to organize
them into some sort of system"; bk. aynca s. 83. Bununla beraber,
Gibb İkbal' e ne değer verirse versin, İkbal 'in The reconstruction of
religious thought in Islam konusu üzerine verdiği konferansları oku­
yan sadece hayal kırıklığına uğramaktadır; şu alıntı İkbal'in düşün­
cesi üzerine bir fikir verebilir, s. 70: ''The most remarkable pheno­
menon of modem history... is the enormous rapidity whith which the
world oflslam is spiritually moving towards the West. There is not­
hing wrong in this movement, for European culture, on its intellec­
tual side, is only a further development of some the most important
phases of the culture of lslam". L. Massignon'un, bu eserin Fran­
sızcaya çevirisinin (Paris 1 95 5) başına koyduğu önsözde okunan şu
yargı kolay kolay ciddiye alınamaz, s. I: " ... des penseurs origina­
ux dignes d'etre mis en comparaison, a egalite, avec !es nôtres. On

ne peut reprocher a Ikbal... un ' fanatisme' repudiant toute recherc­


he philosophique, on n'y recourant que par tactique". İnsan bu ikin­
ci cümledeki eleştiriden sonra, bir düşünür olarak lkbal'den birinci
cümleyi haklı gösterecek ne kaldığını merak ediyor.
( 1 0) Kş. Camille Leger, L' Education laique, s. 37: " Sans un
ideal vers lequel s'orientent toutes ses facultes, pour la realisation
duquel sont mises en oeuvre toutes les ressources de son etre, 1 'hom­
me reste inactif et infecond, endormi dans le scepticisme ou dans !es
plaisirs savoures au hasard des circonstances. L 'homme qui n' a pas
d'ideal, I'homme qui ne se propose pas un but choisi par sa raison
et cheri par son coeur ne peut avoir une volonte ferme� La volente
ne s'exerce pas a vide et son education n'estpas possible si l'on n'in­
dique pas un but a ses efforts".
( 1 1 ) Bir Türk kadısının, kendisinden yaşadığı kent üzerine is­
tatistik ve tarihsel bilgi isteyen bir İngiliz gezerine verdiği cevabı,

138
B. Croce, La Storia come pensiero e come azione, s. 204 n. 2, ' 'ta­
rihe karşı tam bir ilgisizlik" (' 'sentimento di pieno disinteresse ver­
so la storia") örneği olarak gösteriyor. P. Gentizon, Mustapha Ke­
mal, s. 1 95, kadının yazdığı bu' aynı mektuptan söz ederek şu sonu­
ca varıyor: "la statistique paraissait alors, a tours les fonctionnaires
ottomans, comme une science des plus superflus et sans aucun inte­
ret' '. Ama gerçek daha da düşündürücüdür; çünkü aslında o kadının
cevabı, dış evrende insanın kendi kişisel çıkarlarının sınırlan içine
girmeyen hiçbir şeyin onu ilgilendirmediğinin açık bir ifadesidir. Do­
ğu' da bu davranış büyük çoğunluğun olağan davranışıdır.
( 1 2) Bk. A.Toynbee, The World and the West, ss. 79-8 1 : ya­
zar olaylan belirttiği halde, Hint düşünürünün temeldeki yanılgısı­
nın farkına varmış görünmüyor. Gandhi evrensel çapta bir düşünür
değildir; o sadece ilginç bir Hint düşünürüdür.
( 1 3) Kş. A.Toynbee, Civilization on Trial, s. 1 89: " ... in as
much as he (the 'Zealot') has adopted the Westem's weapon, he has
set foot upon unhallowed ground. No doubt if ever he thinks about
it - and that is perhaps seldom, for the 'Zealot' s behaviour is essen­
tially irrational and instinctive - he says in his heart that he will go
thus far and no farther".
(14) Son yıllarda bu konuda yazanlar arasında bk. E. R. Dodds,
Humanism and technique in Greek Studies; kş. özellikle s. 4; "it's
a vulgar error to confuse the antithesis between humanism and tech­
nique with the antithesis between a classical and a scientific educa­
tion. Not all scientific study is technical, nor all classical study hu­
manistic ... Nothing in our academic world offends me more than the
bickerings which from time to time breack out between self-appo­
inted advocates of 'science' and 'the humanities', respectively. His­
torically, science and humanism are sisters: both were bom in Gre­
ece, and at the Renaissance both were rebom. Logically, they are al­
lies: their common task is to bring cosmos out of chaos; their com­
mon enemy is irrationalism". Statistik yolu ile, Amerikalıların da
aynı sonuca ulaştıkları anlaşılıyor: William H. White Jr., The Orga­
nization Man (bk. özellikle VI. bölüm, ss. 86- 1 00), saf bilimlerin
gerilemesi ile humanities'in gerilemesi arasında karşılıklı bir bağ­
lantı olduğunu ileri sürüyor, ss 88-89: "The conflict is iıot as some
embattled humanists believe, between the sciences and the liberal

139
arts. The conflict is between the fundamental and the applied. Qu­
ite clearly, the increase in vocational students is not just an overla­
yer - it is a subsctraction, and one that has affected the liberal arts
and the sciences in the same degree" .
( 1 5) Kş. A.Toynbee, Civilization on Trial, ss. 1 89- 1 93.
( 1 6) Kş. A.Toynbee, The World and the West, s. 62: "But we
have lived to see this secular western dispensation disappoint us in
both countries. in Japan it bred a disastrous militarism; in China it
bred a disastrous political corruption ... ' '
( 1 7) Türkiye'yi ilgilendiren konular için bk. Z . Gökalp, Yeni
Mecmua 27, s. l ; ve 33, s. 123; bk. aynca Türkleşmek, İslamlaş­
mak, Muasırlaşmak, ss. 9, 1 8- 1 9, 35, 37. Kş. U. Heyd, Foundations
of Turkish Nationalism, s. 63 n. 3 ve ss. 64-65.

III. BÖLÜMÜN NOTLARI

( l ) Bk. A.Toynbee ve K. Kirkwood, Turkey, s. 1 26.


(2) Bk. bu konuda F. Köprülü, Bizans müesseselerinin Osman­
lı müesseselerine tesiri bakında bazı mülahazalar ("Türk Hukuku
tarihine ait tetkikler" 1, ss. 1 65-3 1 3).
(3) Bk. Herodotos 1 60, III 1 54, VII 104, 135 ve 1 36, VIII 26
ve 1 93. Kş. R. Pettazzoni, La religione nella Grecia antica, ss. 239-
240:,"E cosi, anche, opera secondo virtiı, essendo la virtiı non puro
sapere anzi attitudine e abito di subordinare l'elemento irrazionale
al razionale, onde all'elemento razionale e a quello irrazionale ris­
pettivamente corrispondeva, nell'umanita, il popolo greco e il mon­
do barbarico ... "
(4) Kş. Atatürk, Söylev ve Demeçler III, s. 67: "Memleketler
muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin terakkisi için de
bu yegane medeniyete iştirak etmesi lazımdır. Osmanlı lmparator­
luğu 'nun sükutu, Garbe karşı elde ettiği muzafferiyetlerden çok mağ­
rur olarak, kendisini Avrupa milletlerine bağlayan rabıtaları kestiği
gün başlamıştır. Bu bir hata idi, bunu tekrar etmeyeceğiz. "
(5) A.Toynbee ve K.Kirkwood, Turkey, s. 1 29, bu güçlüğün
farkına varmamışlardır: "Without some comprehension of the spi­
rit which reigned in Paris from 1 789 to 1 795, the political history of
Turkey siqce 1 920 is incomprehensible". Ancak, Atatürk 'ün Fran-

1 40
sız ihtilalini iyi bilmesine rağmen, her şeyi Paris 'te ihtilal yıllarında
egemen olan ruh durumu ile açıklayabileceklerini düşünmekle ya­
nıldıkları kuşkusuzdur.
(6) Cumhuriyet Halk Partisi 'nin 1 5-20 Ekim 1927 tarihleri ara­
sında toplanan ikinci büyük kongresinde söylediği büyük Nutkun ba­
şında, Atatürk, İtilaf Devletleri ile imzalanan mütarekeyi izleyen
günlerde ülkenin içine düştüğü güç koşullan açıkladıktan sonra, şöy­
le diyor, Nutuk 1, s. 9: "Efendiler, bu vaziyet karşısında bir tek ka­
rar vardı. O da hakimiyeti milliyeye müstenit, biliikaydüşart müsta­
kil yeni bir Türk devleti tesis etmek. İşte, daha İstanbul' dan çıkma­
dan evvel düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak
basar basmaz tatbikatına başladığımız karar, bu karar olmuştur."
(7) Nutuk, s. II: "Ancak dokuz senelik efal ve icraatımız bir
silsilei mantıkıye ile mütalea olunursa, ilk günden bugüne kadar ta­
kip ettiğimiz istikameti umumiyenin ilk kararın çizdiği hattan ve te­
veccüh eylediği hedeften asla inhiraf eylememiş olduğu kendiliğin­
den tebarüz eder' '. Kş. E.Herriot: Tekin Alp'ın Kemalisme adlı ese­
rinin önsözü, ss. V ve Yii.
(8) Atatürk, Ankara'ya ilk gelişinde kentin ileri gelenlerine
verdiği bir konferansta (28 Aralık l 920) programını büyük bir açık­
lıkla ortaya koymuştur. Benimsediği Wilson ilkelerini anlattıktan
sonra, bu ilkelere dayanarak Batılıları suçlar ve Türklerin, kendile­
rine karşı Wilson 'ın ilkelerine uygun bir biçimde davranılmasını is­
temeye haklan olduğunu ilan eder; bk. Atatürk, Söylev ve Demeç­
ler II, ss. 4-9 (konferansın metııi ss. 4. 1 5).
(9) 3 Haziran 1 9 1 9, bk. Nutuk 1, s. 19.
( 1 0) Erzurum Kongresi bildirgesinin dördüncü maddesi, bk.
Nutuk 1, s. 47.
(l l) Bk. Nutuk 1, s. 1 39.
( 1 2) Bk. Nutuk il, ss. l -6
( 1 3 ) Atatürk'ün gözünde, ülkenin başarılı bir biçimde örgüt­
lenmesi ve Yunanlılara karşı kazanılan büyük yenginin nedeni yal­
nızca Büyük Millet Meclisi'dir, Söylev ve Demeçler 1, s. 240: ' ' Mil- ·
Jetin mukadderatını doğrudan doğruya deruhte ederek yeis yerine
ümit, perişanlık yerine intizam, tereddüt yerine azim ve iman koyan
ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran meclisimizin . . . ' ' Atatürk lz­
mir'e ''kahraman ordumuzun düşman ordusunu nihayete kadar mağ-

141
lup ve perişan ve imha ettikten sonra buraya vasıl olduğu zaman, ona
karışarak" girmiştir, "muzaffer ordunun içinde" gelmiştir, Söylev
ve Demeçler il, s. 76 ve s. 83. Ve şayet Türkler bağımsızlıklarını
koruyabilınişlerse, bunun nedeni "ordularımızın şuurlu, mefkureli
harekatta muvaffak" olmuş olmalarıdır; kendisine gelince, " şahsı­
na terettüp etmiş olan vazifeleri yapabilınişse çok bahtiyardır' ' , Söy­
lev ve Demeçler il, s. 232.
( 1 4) Erzurum Kongresi'nde ulusal hareketi yönetmek için ka­
rarlı ve yetenekli insanlara gerek olduğunu, bu son derece güç gö­
revin yerine getirilmesinin ' 'bilfarz Erzincanlı bir nakşi şeyhi ve Mut­
ki 'li bir aşiret reisi' 'ne bırakılmayacağını haklı olarak düşünmüştür,
bk. Nutuk I, s. 5 1 . Boş kahramanlık gösterilerinden nefret eder; ger­
çek bir asker olduğu için, koşullar gerektirirse bir ordunun geri çe­
kilmesini bilmesi gerektiğine inanır: "Çekilmek lazımdır. Eğer öl­
mek lazım gelirse, o da yapılır. Ölmek ancak öldürmek maksat ve
gayesine matuf olmak lazım gelir. Fakat öldükten sonra hiçbir gaye
temin edemeyecekse neye yarar?" Söylev ve Demeçler I, ss. 80-
8 l . Ham hayalden hoşlanmaz, Türk milletine dünyanın egemenliği­
ni elinde tutmadığını anımsatır, Nutuk il, ss. 200-202. Partisinin ho­
şa gideni değil, doğru olanı söylemesini ister, çünkü ulusları, mut­
luluk ve refaha götüren hakikattir, Söylev ve Demeçler il. s. 263.
Kendisine gelince, kendisinin gerçekçi bir düşünceye sahip olduğu­
nun farkındadır: "Biz ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğ­
rudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen,
içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de
milletler tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından
çıkardığımız neticelerdir", Söylev ve Demeçler I, s. 389.
( 1 5) Atatürk, Kazım Karabekir Paşa'nın fikrine uyamaz, "va­
ziyet ve harekatı mustakbele için zuhurata tabi " olamaz: "bilakis
zuhuratın ne olabileceğini, zuhurundan evvel keşif ve teyakkun ede­
rek, mukabil tedabirini düşünmek ve anında, tereddütsüz tatbik et­
mek taraftarı "dır, Nutuk I, s. 279.
( 1 6) Büyük Millet Meclisi'nde, düşmana geçmekle asıl amaç­
larını meydana vuran Çerkes Ethem ve kardeşlerine şiddetle çatar­
ken onlardan ' 'bey ' ' diye söz etmekle milletvekillerinin itirazlarına
hedef olur, Nutuk il, s. 82-83.
( 1 7) İskenderun ve Antakya'nın sınırlarımız içine alınması so-

142
rununda, Türkiye ile Fransa arasında başgösteren bunalım sırasın­
da, Atatürk kendini polemiğe kaptırmadan, ağır başlı ve temkinli ko­
nuşur. Bu durumlarda kolayca galeyana gelen ulusal heyecan, onun
Türk ulus ve hükümetinin olduğu kadar Fransız millet ve hüküme­
tinin onur duygusuna hitap etmesine engel değildir, Söylev ve De­
meçler III, s. 106.
( 1 8) Yunanlılara karşı kazanılan büyük yengiden söz ederek:
"Hakikaten arkadaşlar, bu harp cephesini ertesi günü gezdiğim za­
man teessürden men'i nefs edemedim. Bir asker için ve herhangi bir
asker için bu vaziyet mucibi teessürdür" der, Söylev ve Demeçler
1, s. 25.
( 1 9) Annesinin mezarı başında söylediği sözlerde retoriğin en
hafif bir izi yoktur. Sözleri içtenlikli duygular ve derin bir teessür­
den kaynaklanır, Söylev ve Demeçler 1, s. 74-75.
(20) Atatürk, bugün her İslam devletinin çözmek zorunda ol·
duğu başlıca sorunun dinsel hukukun kaldırılarak yerine doğal hu­
kukun getirilmesi olduğunu bilmektedir; bu sorunu sistemli bir dü­
şünce çerçevesi içinde ele almıyorsa da, o kadar açık ve kesin bir bi­
çimde ortaya koyuyor ki, bu konuda ne düşündüğü konusunda en u­
fak bir kuşku yoktur. Nutkunda Hoca Şükrü Efendi'nin yayımladı­
ğı broşürden bir alıntı yaptıktan sonra ("Hilafeti İslamiye emri dini
hıfz ve harasette nübüvvete halef olmaktır; ikamei şeriat hususunda
resulü ekrem efendimiz tarafından niyabettir"), sözünü şöyle sür­
dürüyor: ' 'Halbuki, Hocanın sözlerini tatbike kalkışmak, hakimiye­
ti mili iyeyi, hürriyeti vicdaniyeyi kaldırmaya çalışmaktı' ' , Nutuk il,
s. 205. Şeriatın yürürlüğe konmasının Atatürk için ulusal egemen­
lik ilkesinin ortadan kalkması anlamına geldiği açıktır; başka bir de­
yişle, dinsel hukukla, ulusal egemenlik kavramının kaynağı olan do­
ğal hukukun bir toplumda birlikte egemen olmalarına olanak yok­
tur. Bugünkü Türk aydınlarının ülkenin kültür sorununu bu temel ha­
kikat açısından ele alamadıkları kaydedilmelidir. Bk. aynca Söylev
ve Demeçler l, s. 1 96.
(2 1 ) Meşruluk ilkesi onun için manevi bir kuvvet kaynağıdır.
Durumun, akla ve mantığa başvurularak yapılacak soğukkanlı bir ir­
delemesi insanda hiçbir ümit uyandıramayacak iken, o nihai başarı­
ya inanmaktadır. 1921 yılının ocak ayında şöyle diyor: "Efendiler,
maksadımız meşrudur, muvaffakiyet imanımız liiyetezelzeldir. Bi-

143
naenaleyh dahilde ve hariçteki düşmanlarımız ister çok ister az ol­
sun, teşebbüslerinin vüsati ne olursa olsun, muvaffakiyeti katiye, mu­
vaffakiyeti nihaiye meşru bir maksat takip edenlerde kalacaktır",
Söylev ve Demeçler 1 , s. 143. Sakarya yengisinden sonra gene ağır
başlı ve alçak gönüllü bir eda ile konuşur; sözlerinde büyük başarı­
ların başa vuran gururundan eser yoktur: ' 'Efendiler! Düşmanın pek
büyük gayretlerle, fedakarlıklarla vücuda getirdiği ve diğer bazı dev­
letlerin de büyük muavenetleriyle takviye eyledikleri hakikaten mü­
kemmel ve kuvvetli ordularını mağlup etmek için kendimizde bul­
duğumuz kuvvet ve kudret, davamızın meşruiyetindendir. Filhaki­
ka biz hududu milliyemiz dahilinde hür ve müstakil yaşamaktan
başka bir şey istemiyoruz' ', Söylev ve Demeçler i, ss. 1 78- 1 79. Bk.
aynca Nutuk 1, s. 298.
(22) " Büyük Millet Meclisi Hükümeti"nin görev ve yetkileri
ile ilgili bir yasa önerisi dolayısıyla yaptığı uzun konuşmada, Söy­
lev ve Demeçler 1, ss. 1 82-2 14, Atatürk görüşlerini ve muhakeme­
sini bütünüyle akılcı ve insancı bir temele dayandırmaktadır. Her Do­
ğulu toplum gibi büyüklük hayallerine kapılmaya eğilimi olan Türk
toplumuna gerçek gücünü anımsatarak daha sınırbilir, daha insanca
amaçlar gösterir, içinde bulunduğu koşullar altında aşılması olanak­
sız olan sınırların ne olduğunu açıklar. Bk. özellikle op. cit., ss. 1 94-
1 96.
(23) Bk. not 21 'de anılan Söylev ve Demeçler 1, s. 1 43 ve ss.
1 78-1 79. lstanbul'un işgali nedeniyle uygar evrene gönderdiği pro­
testo, kişiliğini meydana vuran en belirgin belgelerden biridir. Tıp­
kı Demosthenes gibi, hakkın gücüne inancı, safça denecek kadar tam­
dır, Nutuk 1, s. 298: "Biz, hukukumuzu ve istiklalimizi müdafaa
için giriştiğimiz mücahedenin kutsiyetine kail ve hiçbir kuvvetin bir
milleti yaşamak hakkından mahrum edemeyeceğine kaniiz . . . Dava­
mızın meşruiyet ve kudsiyeti, bu müşkül zamanlarda, Cenabı Hak­
tan sonra en büyük zahirimizdir. ' '
Demosthenes 'le paylaştığı bu duygu, ona, Yunan hatibini anım­
satan sözler söyletir; ama Atatürk'ün sözleri Demosthenes'in sözle­
rinden daha etkili ve daha güçlüdür, çünkü Atatürk, asker ve eylem
adamı olarak, Demosthenes'ten çok üstündür. Demosthenes 'in Aisk­
hines 'e çatan heyecanlı sözleri, Çelenk üzerine Nutuk 1 99, ile Ata­
türk'ün eserini gençliğe emanet ettiğini bildiren heyecan ve gurur

1 44
dolu sözleri, Nutuk II, s. 336-337, karşılaştırılırsa, her iki hatibin
aynı soylu duyguların ektisi altında konuştukları, ülkülerine aynı bi­
çimde içten bağlı oldukları görülecek, cümlelerinde aynı taşkın ve
coşkun ritm gözlenecektir. Ancak Atatürk'ün verdiği savaşım ve el­
de ettiği başarı çok başka çaptadır.
(24) Baştan başa duygu ve heyecan olan bir ulusun bireyi ola­
rak Atatürk -tıpkı Perikles gibi- Olymposlu tanrılar ömeğince ağır­
başlı ve temkimli davranmak zorundadır. Gerçekleri görme yetene­
ği eşsizdir, sorunları kavrayışı tamdır: tahrik ve heyecana kapılma­
ya eğilimli gönülleri yatıştırmalara, onlara gerçekleri göstermeye her
an hazırdır, Söylev ve Demeçler I, ss. 1 94-196, bk. not 22. Ama o,
felaketin bütün ümitleri yok ettiği zaman da hazırdır; ancak bu se­
fer uğraşı cesaret ve ümit vermektir; kş. Thukydides' in Perikles üze­
rine söyledikleri, Peloponnesos Savaşı il 65: "Atinalıların zaman­
sız ve cüretli bir işe kalkıştıklarını gördüğü zaman, onlarla konuşur,
vazgeçirirdi; bir neden olmadan ümitsizliğe düştüklerini gördüğü za­
man ise, onlara cesaret ve ümit vermesini bilirdi . ' ' Ulusal kuvvetle­
rin Batı cephesinde çekilmek zorunda kaldığı haberi alınınca, her­
kesin heyecana kapılarak ağlaştığı ve ümitlerini yitirdiği sırada, Ata­
türk onlara bir teselli ve manevi kuvvet kaynağı olmasını bilir, Nu­
tuk II, ss. 23-25: "Harekatı askeriyeyi, vaziyeti hakikiyeye vakıf
olarak ve icabatı askeriye nazarı dikkatte tutularak mütalea ve tet­
kik eden yoktu. Söylenilen sözler, ya hissi hamiyet galeyanıyla ve­
yahut zafı kalp eseri olarak feryadü figan halinde dermeyan edili­
yordu . . . Uzun beyanatım meyanında bilhassa demiştim ki: Felaket
başa gelmeden evvel, onun esbabı mania ve müdafaası düşünülmek
lazımdır. Geldikten sonra teellümün faydası yoktur. . . Tarihte yarıl­
mamış ve yarılmayan cephe yoktur. Bahusus, mevzuubahs cephe. . .
böyle yüzlerce kilometre imtidadında bulunursa. . . Muharebe hatla­
rına mücavir köyler ahalisinin yapabileceği müdafaadan, hayali ne­
ticelere intizar etmek makul olmaz . . . Biz vaziyetin ve cephelerin ih­
tiyacından gafil değiliz... Bizim vazifemiz ve vaziyetimiz onların te­
essür ve heyecanına iştirak ederek umumun kuvvei maneviyesini kır­
mak değildir, bilakis onlara metanet ve sebat ve ümit verecek tarz­
da hareket etmektir. ' '
Büyük Millet Meclisi'nde, Yunanlılara karşı kazanılan büyük
yengi münasebeti ile yaptığı konuşmanın sonunda, vatan uğrunda

145
ölenler için söylediği sözler gene bize Perikles'i anımsatır, Söylev
ve Demeçler 1, s. 260: ' 'Arkadaşlar! en soz sözüm budur: şehamet
meydanında ölenlerin analarına ve babalarına taziyetler-Oeğil, fakat
tebrikatımızı isal edelim' ' ; kş. Thukydides il 44.
(25) Ülkenin 1 920 yılında içinde bulunduğu durumu anlatır­
ken uzun bir kent ve kasaba listesi okur: buralarda "alevlenen şuriş
ateşleri, bütün memleketi yakıyor, hıyanet, cehalet, kin ve taassup
dumanlan, bütün vatan semasını kesif karanlıklar içinde bırakıyor­
du" der, Nutuk il, s. 8. İkinci İnönü savaşmasından sonra İsmet Pa­
şa'ya gönderdiği telgrafta duygularını şöyle dile getirir: " Siz orada
yal;nız düşmanı değil, milletin makus taliini de yendiniz. İstila altın­
daki bedbaht topraklarımızla beraber bütün vatan, bugün münteha­
lanna kadar zaferinizi tes'it ediyor. Düşmanın hırsı istilası, azim ve
hamiyetinizin yalçın kayalarina başını Çaq)arak hurdahaş oldu'',
Nutiık il, s. 106; kş. Aiskh. Persler 309-3 1 0: otae: vıxwµcvoı
• . • •

xupı(J(JOv laxupıX:v x&ôva: ( ' 'yenik düşmanlar başlarını kayalık sahi-


le çarpıp duruyorlardı ").
(26) İçişleri Bakanı Damat Şerif Paşa'nın düşman işgalinin
protesto edilmesini ' ' Hükümetin hali hazır siyasetine gayrımuvafık''
bulmasını Atatürk büyük bir infialle karşılar: ' 'Böyle sakim ve hay­
vanca bir düşünce, izmihlal ve inkıraz uçurumuna kadar tekmelen�
miş bir devleti kurtarabilecek siyasete esas olabilir miydi?" Nutuk
1, s. 1 69, diyor ve biraz ötede konuşmasını şöyle sürdürüyor: " . . . Mil­
letin, ' kahrolsun işgal' avazei şikayetüıi boğmaya çalışan, bihissü
idrak insanlardan mürekkep, hayvan ve terkibinde hain bulunan bir
heyetin, eblehane ve echeliine ve miskinine hareketlerinin seyircisi
kalmak, erbabı aklü iz'an ve hamiyetten talep olunabilir miydi?" op.
cit., s. 171.
(27) Söylev ve Demeçler i, ss. 1 90- 1 9 1 .
(28) Nutuk il, ss. 333-336.
(29) Bk. örneğin Söylev ve Demeçler 1, s. 1 65-166.
(30) Bk. örneğin Söylev ve Demeçler 1, ss. 1 93-196 ve s. 239:
' ' Meclisi alinizin malum olan ellm müşkülat içinde vücuda getirme­
ye muvaffak olduğu ordular filvaki Viyana surlarına dayanan eski
Osmanlı ordulapndan biri değildir. Ancak haiz olduğu ali ve insani
mefkı1re itibarıyla onlardan daha yukarı meziyette, kıymette bir çe­
lik parçasıdır. "

146
(3 1 ) Bir çokları arasında, kş. H. E. Ailen, The Turkish Trans­
formation, s. 1 30: " ...the medical profession in Turkey seems the
best equipped of any professional group in the countİy, excepting
only the military class. "
(32) Söylev ve Demeçler il, ss. 43-44.
(33) Atatürk, Balıkesir ahalisine hitaben yaptığı bir konuşmada
hutbenin ne olduğunu anlatırken, kelimenin etimolojisini açıklamak­
la başlar, sonra J>eygamber zamanında hutbenin niteliği üzerinde du­
rarak, gerçeğe uygun bir tanımını yapar ve bundan çıkarılması gere­
ken akla uygun sonucu çıkarır, Söylev ve Demeçler Il, ss. 94-95.
(34) Atatürk için, pragmatik gerçekler açısından görüldüğü za­
man, Batı ile Doğu arasındaki çatışma, bilimin, aklın ve mantığın
bilgisizlik, kin ve taassupla çatışmasında başka bir şey değildir, kş.
Nutuk il, s. 3 ve s. 8. Batı Atatürk için gelişim ve evrimdir, Doğu
ise ortaçağ ruhunun hata egemen olduğu evrendir: Bu evrende ' 'bir­
takım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emir'le­
rin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere,
nüshacılara tabi ve hayatlarını emniyet eden insanlardan mürekkep
kitleler" yaşar, Nutuk II, s. 335. Özellikle sakıncalarını gördüğü hal­
lerde, ödün ve uyuşma yollarına asla yanaşmayan bir yaratılıştadır:
"Her halde zihniyetlerde mevcut hurafeler kamilen tardolunacak­
tır. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını infaz etmek im­
kansızdır' ' , Söylev ve Demeçler Il, s. 2 1 7.
(35) Bk. örneğin Nutuk II, s. 3: ulusal bir politika izlemenin
zorunlu olduğunu ileri sürdükten sonra: "Tarihin ifadesi budur, il­
min, aklın, mantığın ifadesi böyledir' ' der.
(36) Hakimiyeti Milliye muhabirine verdiği bir demeçte (24 Ni­
san 1 92 1), Atatürk şöyle diyor: "Ben yaşayabilmek için mutlaka
müstakil bir milletin evladı kalmalıyım' ', Söylev ve Demeçler II, s.
25.
(37) Geleneklerle ilgili görüşü için bk. Söylev ve Demeçler Il,
s. 43: "fikirler manasız, mantıksız safsatalarla mali olursa, o fikir­
ler marizdir. Kezalik hayatı içtimaiye akıl ve mantıktan ari, bifaide
ve muzir bir takım akideler ve ananelerle meşbu olursa mefluç olur' '.
Ve biraz sonra konuşmasını şöyle sürdürüyor, op. cit. s. 44: "Hiç­
bir delili mantıkiye istinat etmeyen bir takım ananelerin, akidelerin
muhafazasında ısrar eden milletlerin terakkisi çok güç olur; belki de

147
hiç olmaz. Terakkide kuyut ve şurutu aşamayan milletler hayatı ma­
kul ve ameli müşahede edemez. Hayat felsefesini vasi gören millet­
lerin tahtı hakimiyet ve esaretine girmeye mahkumdur. ' '
(38) İslam evreninin ve İslam düşüncesinin ezeli durgunluğu­
nu sarsan bir atılımla, Atatürk Peygamberin icraatını tarihin süreci
içinde değerlendirmeye kalkar. Tarih açısından bakılırsa, İslam top­
lumlarının sanatlar arasında heykeltraşlığa da yer vermeleri hiçbir
suretle putperestliğe dönüş olarak kabul edilemez, Söylev ve Demeç­
ler II, s. 66. Atatürk hayret uyandıran sezişi ile Doğu zihniyetinin
durgun dogmatizmini ortadan kaldıracak tek gücün tarih çalışmala­
rı ve tarihsel evrim kavramı olduğunu fark etmiştir, bk. Söylev ve
Demeçler II, s". 25 1 . Bk. aynca op. cit. Il, s. 1 97, III, s. 80 ve Nu­
tuk II, s. 205.
(39) Bk. Söylev ve Demeçler Il, ss. 94-95 (kş. not 33): "Bili­
yoruz ki, Hazreti Peygamber zamanı saadetlerinde hutbeyi kendisi
irat ederlerdi. Gerek peygamber efendimiz ve gerekHulefayı Raşi­
dinin hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygam­
berin, gerek Hulefayı Raşidinin söylediği şeyler o günün meselele­
ridir, o günün askeri, idari, mali ve siyasi, içtimai hususatıdır... Hut­
beden maksat ahalinin tenvir ve irşadıdır, başka şey değildir. Yüz,
iki yüz, hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları cehl ve
gaflet içinde bırakmak demektir... Hutebayı kiramın ahvali siyasi­
ye, ahvali içtimaiye ve medeniyeyi her gün takip etmeleri zaruridir.
Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkinat verilmiş olur. Bi­
naenaleyh hutbeler tamamen Türkçe ve icabatı zamana muvafık ol­
malıdır. . .
"

(40) Söylev ve Demeçler Il, loc. cit.: ' 'Efendiler, hutbe demek
nasa hitabetmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası bu­
dur. Hutbe denildiği zaman bundan bir takım mefhum ve manalar
istihraç edilmemelidir. Hutbeyi irat eden hatiptir; yani söz söyleyen
demektir. ' '
(41 ) Bk. Söylev ve Demeçler i, ss. 209-2 10.
(42) "Efendiler, bilirsiniz ki , hayat demek, mücadele müsade­
me demektir. Hayatta muvaffakiyet, mutlaka mücadelede muvaffa­
kiyetle mümkündür' ', Nutuk II, s. 2. 1 7 Mart 1 937'de Romanya Dı­
şişleri Bakanı Antonescu'ya hitaben yaptığı konuşmada şöyle diyor:
' 'Vaktiyle kitaplar karıştırdım. Hayat hakkında filozofların ne dedik-

148
lerini anlamak istedim. Bir kısmı her şeyi kara görüyordu. Mademki
hiçiz ve sıfıra varacağız, dünyadaki muvakkat ömür esnasında neşe
ve saadete yer bulunamaz, diyorlardı. Başka kitaplar okudum, bun­
ları daha akıllı adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki: Madem ki sonu
nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şen ve şatır olalım. Ben
kendi karakterim itibarıyla ikinci hayat telakkisini tercih ediyorum,
fakat şu kayıtlar içinde . . . Hayatta tam zevk ve saadet, ancak gelecek
nesillerin şerefi, varlığı, saadeti için çalışmakta bulunabilir' '. Bura­
da Atatürk, laik bir ahlak anlayışının temellerini atmaktadır. Sözle­
rini şöyle sürdürüyor: "Bahçesinde çiçek yetiştiren adam çiçekten bir
şeyler bekler mi? Adam yetiştiren adam da, çiçek yetiştirendeki his­
lerle hareket edebilmelidir", Söylev ve Demeçler II, ss. , 277-278.
(43) 1 9 Eylül 1 92 1 'de yaptığı konuşma, Söylev ve Demeçler
I , s. 1 78.
(44) Kş. A. Toynbee ile K. Kirkwood'un yargısı, Turkey s. 1 00: .
" It (Sakarya Savaşması) was in fact, the tum C>f the tide in the Gra­
eco-Turkish war, and may well deserve the title of one the decisive
battles ofthe century"; ve bu eserde anılan Clair Price, The Rebirth
of Turkey, s. 1 88 : "The Turkish victory on the banks of the Saka­
ria radically changed the political complexion ofthe Near and Midd·
le East. for two hundred years, the West had been breaking down the
old Ottoman Empire, but on the Sakaria River it encountered the Turk
himself, and when it touched, the tide ofhistory tumed. History will
one day fınd in this obscure engagement on the Sakaria one of the
decisive battles of our era ' ' .
(45) "Efendiler, milletimiz halası katiye v e halası hakikiye
mazhar olabilmek için, iki umdeye istinadın farz ve şart olduğunu
anladı. .. O umdelerden birincisi Misakı Milli'nin ifade ettiği ruhi ma­
nadır. İkincisi Teşkilatı Esasiye Kanunumuzun tespit ettiği gayri ka­
bili tebdil hakayiktir", " Söylev ve Demeçler II, s. 1 06.
(46) Söylev ve Demeçler il, s. 99- 1 1 5 : İzmir'de 1 7 Şubat
1 923 'te toplanan ekonomi kongresini açış nutku, özellikle s. 208:
" ... fakrı fazilet bilmek felsefesine de iktisat devri artık hitam ver­
sin. Efendiler, bu felsefeyi, mutlaka yanlış tefsir etmek yüzünden bu
millete, bu memlekete çok büyük fenalık edilmiştir. ' '
(47) 1 6 Temmuz 1 92 1 'de toplanan eğitim kongresinin açış nut­
kunda, Atatürk ulusal ilkelere dayanan bir eğitim sisteminin kurul-

1 49
ması zorunluluğu üzerinde durmuştur, bk. Söylev ve Demeçler Il,
ss. 1 6- 17. 27 Ekim 1 922 'de öğretmenlerle yaptığı bir konuşmada
da Türk ulusunun düşünsel eğitimini akılcı esaslara dayandırmak ge­
rektiği savını ileri sürmektedir, op. cit., ss. 43-44.
(48) " Efendiler! Bugüne kadar istihsal eylediğimiz muvaffa­
kiyet, bize ancak terakki ve medeniyete doğru bir yol açmıştır. Yok­
sa terakki ve medeniyete henüz isal etmiş değildir. Bize ve ahfadı­
mıza düşen vazife bu yol üzerinde tereddütsüz ilerlemektir.
Şurasını hatırdan çıkarmamalıdır ki, bu kadar fedakarlıkların
semeresini elimizden kaçırmamak ve geçen musibet ve felaketlerin
bir daha avdetini gayrı mümkün kılacak tedabir almak bizim için her
günün düşüncesi olmalıdır' ', Meclisin ikinci dönemini açış nutkıı ( 1 3
Ağustos 1 923), Söylev ve Demeçler I , s . 307. Atatürk'ün b u sözle­
ri, onun bilinçli aı'naÇlar peşinde bilinçle hareket etmiş olduğunu ka­
nıtlamaktadır: 1 9 1 9'dan 1 923'e kadar süregelen başarılı eylemi sa­
yesinde Türk toplumunun, eski dinsel düzenin koyduğu çetin engel­
leri devirerek kendisine ' 'terakki ve medeniyete doğru bir yol açmış
olduğunun" farkındadır. Başka bir deyişle, Atatürk temel ihtilalin,
en özlü ilkeleri bakımından, artık gerçekleşmiş olduğunu ileri sürü­
yor: Elde edilen haklar ve özgürlükler artık Türk ulusuna toplumsal
ve manevi evrimini gerçekleştirme olanağını vermektedir. Bk. ayrı­
ca Söylev ve Demeçler II, s. 68.
(49) 22 Ocak 1 920 tarihinde Sadrazam Ali Rıza Paşa'ya gön­
derdiği telgraf bu genel tutumu içinde bir istisnadır; bu telgrafta, şa­
yet İngilizler lstanbul'la bağlantıya engel olacak olursa, bunun ulu­
sal ve kutsal bir savaşa yol açabileceği tehdidinde bulunur. Fakat öy­
le anlaşılıyor ki kutsal savaştan söz açmakla, Atatürk sadece İstan­
bul hükümetinin kolayca anlayabildiği bir dil kullanmak istemiştir,
Nutuk I, ss. 262-263.
(50) Nutuk I, s. 1 0 : "Görülüyor ki, verdiğimiz kararın tatbi­
katını temin için henüz milletin ünsiyet etmediği meselelere temas
etmek lazım geliyçrdu. Umumca niuvzuubahs olmasında azim malı�
zurlar tasavvur oluna.n hususlann inevzuubahs zarureti mutlaka bu-
lunuyordu. ,
Osmanlı hükümetine, Osı;nanlı padişahına ve Müsliminin ha­
.
lifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyçın ettirmek lazım
geliyordu. ' ' ·

1 50
(5 1 ) Söylev ve Demeçler II, ss. 240-243.
(52) Ibidem, s. 240.
(53) Söylev ve Demeçler II, s. 234.
(54) Nutuk il, s. 336. Bk. aynca Söylev ve Demeçler II, s. 1 74:
Atatürk cumhuriyetin fikir ve vicdan özgfulüğüne dayanan bir eği­
timden geçmiş kuşaklara gereksindiğini ileri sürüyor.
(55) Kş. G. F. Hudson, Questions ofEast and West, s. 1 08: ...
"

the very fact that the Kemalist regime, in Turkey, and the Kuomin­
tang, in China, proclaimed free parliamentary democracy as theirul­
timate goal, and did not equate it with their own tutelage, prevented
them from creating real totalitarian ideologies' '. Bk. aynca A. Toyn­
bee'�in yargısı, The World and the West, s. 28, ve M. Duverger'nin
Atatürk tarafından kurulan yönetim sistemi üzerine görüşü, Institu­
tions politiques, ss. 391-392.
(56) Bk. örneğin H. E. "-llen, The Turkish Transformation, s.
1 83 : " ... evidence that the Kemalists are not narrowly and fanati­
cally antireligious as are the Communists· ofRussia' '. Anlaşılan, Al­
len' e göre Kemalistlerle komünistler arasında bir derece farkı var;
Allen'in göziliıde din düşmanlığı komünistlerde taassup derecesine
vardığı halde, Kemalistler çok daha hoşgörülüdür. Ama Allen yanı­
lıyor: ne Atatürk ne de devrimin öğretisini ortaya koymaya çalışmış
olan aydınlar hiçbir zaman din düşmanlığı etmemişlerdir. Atatürk'ün
çabası toplum yaşamını laik bir temele oturtmaya yöneliktir. Bu açı­
dan Atatürk devrimi, Fransız ihtilalinin gerçekleştirdiğinin ötesinde
bir şey yapmış değildir.
(57) Kş. Thukydides, Peloponnesos Savaşı Tarihi I, 20-23.
(58) İşin bu yanını belirten gene Atatürk'ün kendisidir, Nutuk
il, ss. 1 05- 1 06: "Efendiler, düşman çekilirken Garp Cephesi Ku­
mandanı ile 1 Nisan günü cereyan eden muhaberat, o günün tahas­
süsatını tespit eden vesaiktir. O tahassüsatı ihya için müsaade buyu­
rursanız o günkü muhaberattan bazı telgrafları aynen okuyacağım. .. ''

(59) Bk. H. E. Allen, The Turkish Transformation, s . 9: . . . one


"

study ofthe movement and forces which in the last seventeen years
have achieved infınitely more in the transformation ofTurkey from
a medieval, superstion- ridden country to a tweıitieth-century, west­
ward-looking nation than the efforts of well�meaning reformers of
·

the past hundred years. ' '

151
(60) Bk. Gibb, structure de la pensee religieuse de I'Islam, s.
36: " .. .Tout comme !es peuples de la chretiente occidentale ont to­
ujours reconnu une loi morale, bien qu'ils puissent ne pas toujours
I 'observer, de meme tous !es musulmans orthodoxes considerent la
Chari 'a comme posant le mode parfait pour une societe humaine,
encore que leur propre pratique puisse n 'y pas atteindre.
Rejeter la Chari 'a en principe est done en quelque sorte une
apostasie, ce qui explique le choc ressenti par !es musalmans du mon­
de entier devant I ' acte de la Republique turque qui, d'un seul coup,
abolit la Chari'a".
Mecelle konusunda bk. P. Gentizon, Mustapha Kemal, s. 209:
' 'Ce code, dit le Medjelle, entra en vigueur le 1 O mars 1 868. Bien que
constituant un progres considerable sur 'la mer immense de la jurisp­
rudence sacree', le Medjelle ne s'ecartait en rien de la doctrine isla­
mique. C' est ainsi que ce premier cede' civil turc restait base sur des
concepts theocratiques ou moraux plutôt quejuridiques. ' ' Fakat Gen­
tizon Mecelle'ye "vatandaŞlık yasası" demekle yanılmaktadır.
(6 1 ) Phaidr. 229 b- 230 a.
(62) Bu son sorun üzerine bk. P. Gentizon, Mustapha Kemal,
ss. 1 07- 1 3 8: Gentizon burada Atatürk 'ü, Türk vatandaşının kılık kı­
yafetini değiştirmeye iten nedenleri canlı ve dramatik bir biçimde
açıklamaktadır.
(63) Bk. Söylev ve Demeçler, il, s. 263 .
(64) Bu iki aşamanın birbirini izlediğini belirten gene Ata­
türk'tür. Söylev ve Demeçler, il, s. 1 1 2 ( 1 923 Şubat ayında İz­
mir'de toplanan ekonomi kongresini açış nutku).
(65) 1 Kasım 1 937'de Büyük Millet Meclisi'ni açış nutkunda,
Atatürk ' 'memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, ne­
silden nesile yaşatacak fert ve kurumlan yaratmak; işte bu önemli
umdeleri en kısa zamanda temin etmek, kültür vekaletinin üzerine
aldığı büyük ve ağır mecburiyetlerdir" demektedir, Söylev ve De­
meçler I, s. 386. Tekin Alp'in ( 1 937'de Fransızca'ya çevrilen) Ke­
malizm ve Saffet Engin 'in Kemalizm İnkılabının Prensipleri ( 1 938)
adlı eserleri ile Recep Peker'in, İnkılap Dersleri Notlan'nın ( 1 935)
bu yıllarda yayımlanmış olması anlamlıdır. Ancak bu ve buna ben­
zer eserler, inceledikleri büyük tarihsel olaylan sınırlı bir açıdan gö­
ren denemeler olmaktan ileri gidememektedir.

1 52
(66) Kş. Gibb, Modem Trends in lslam, s. 46-47: burada ya­
zar: ' 'We ought also to include developments in Turkey and Persia. . .
But the religious aspects o fmodem Turkish and Persian revolutions
have not yet been adequately studied; and rather than reply upon the
superfıcial materials and judgments which are ali that is at present
available, I must reluctantly leave them aside" dedikten sonra ilgi­
li notta H. E. Allen'in The Turkish Transformation adlı eserini "a
fırst approach to the study of the problem in modem Turkey" ola­
rak anmaktadır.
( 67) Bu kısırlığın bir nedeni bilginlerde iyice yer etmiş olan kö­
tü bir alışkanlık olsa gerek: araştırmalar, olaylar ve kaynaklardan çok
daha önce yapılmış bulunan incelemelere, denemelere ve her çeşit
yazılı malzemeye dayandırılmak suretiyle yürütülmektedir. Bu tu­
tum, bibliografya bilgisini ve daha önceki yazarların fikirlerini ak­
tarma zorunluluğunu hakikate erişmek için gerekli birer araç olarak
değil de, araştırmanın asıl amacı olarak görmekten ibaret kaba bir
qui pro quo' dan ileri gelmektedir.
( 68) 5 Kasım l 934 tarihinde çıkarılan bir y.asa Türk kadınları­
na Meclis'e seçme ve seçilme hakkını tanımaktadır.
(69) Söylev ve Demeçler I, s. 359 ( 1 Kasım 1 93 3 'te Büyük
Millet Meclisi'ni açış nutku).
(70) Örneğin, İslam evreni üzerine çok derin ve geniş bilgiye
sahip olan bir İngiliz bilgini, H. A. R. Gibb, gerçi en önemli bir ko­
nuda -doğal yasa ile Tanrısal yasa konusunda- Batı dünyası ile Do­
ğu dünyası arasındaki çelişmeyi belirtmektedir, La structure de la
pensee religfouse de I ' Islam, s. 22: "L'esprit scientifıque, dont !es
attitudes sont determines par I 'heritage de la pensee grecque, trouve
une telle Puissance ordonnatrice dans la loi naturelle, a laquelle cor­
renspond, dans I 'intuition religieuse, la Loi de Dieu. Muhammed,
,
dont la vision intuitive n etait pas circonscrite par la pensee grec­
que, rejeta implicitement tout concept de loi naturelle et concut la
puissance ordonnatrice comme la personnalite d'un Dieu toutpuis­
sant, Hi charika !ohu, unique et affrinchi de toute sorte d'associati­
on"; fakat burada kalmaktadır. Oysa, muhakemenin burasında, bir
yandan hıristiyanlığın da doğal yasaya karşı koyduğunu saptamak
ve belirtmek, bir yandan da Avrupa ortaçağında kurulan Hıristiyan
dünyası üzerinde büyük etki yapan etlc1;:nin Yunanlıların insancı ve

1 53
bilimci düşüncesi olduğunu ortaya çıkarmak güç değildir. Buradan
varılacak mantıksal sonuç, İslam evreninin de Yunan düşüncesin­
den yararlanması gerektiğidir. Bu ise, Hıristiyanlık karşısında Yu­
nan ve Roma kültürünü bulmuşken, İslamlığın animizmin ilkel inanç­
ları ile karşı karşıya kalmasına neden olan tarihsel talihsizliği (kş.
Gibb, op. cit., s. 1 7) bilerek, bilinçli bir biçimde telafi etmekle, Yu­
nan ve İslam düşünceleri arasında bir dialoğun kurulmasını sağla­
makla olanak kazanacaktır. Bk. aynca Gibb, Modern Trends in Is­
lam, ss. 46, 47 ve 48.
Fakat daha başka alanlar vardır; buralarda çözümlenecek so­
runların daha somut bir niteliğe sahip olması nedeni ile, benzerlik
daha belirgindir. Kapatılmalarından önce, Türk medreselerinde uy­
gulanan programlarla karşılaştırılırsa, her iki kuruluşta bilimlerin öğ­
retilmesine karşı inatçı bir direnmenin var olduğu görülecektir. Mont­
real' deki Loyola High Scholl' da kimya ve fizik dersleri hala seçme­
li ders durumundadır; öğrenciler Yunanca yerine bu iki dersi seçe­
bilmektedirler, bk. Loyola High Scholl, General Prospectus 1 957-
1 958, ss. 1 6 - 1 7 ve 20. Kimya ve fizik derslerine, öğrenci velileri­
nin ısrarlı baskısı sonunda yer verilmiştir.
(7 1 ) Bugün konuşma dilinde meczup kelimesinin sadece bir an­
lamı olması ilgi çekicidir: meczup, "zararsız deli" demektir (bk.
Türk Dil Kurumu'nun yayımladığı Türkçe Sözlük, Ankara 1 955, 2.
baskı: Bu sözlükte Osmanlıca' dan miras olarak kalan ve bugün kul­
lanılmayan, eskimiş kabul edilen kelimelerle, yabancı kaynaklı ke­
limelerin yerine getirilmek istenen öz Türkçe karşılıkları arasında
henüz çok yeni olup Türk diline mal olduğu ileri sürülemeyenlere
yer verilmemiştir); oysa meczup Arapça bir kelimedir, cezbe (ken­
dinden geçme) ile aynı kökten gelmedir ve ilk anlamı "kendinden
geçmiş, aklını ve gönlünü Tann'ya verrniş"tir.
(72) Bk. bu konuda Hauvette, Boccace; etude biographique et
litteraire, Paris 1 9 1 4. Hauvette' in bu eseri Boccaccio üzerinde ince­
leme yapmak isteyenler için temel eser niteliğini korumaktadır.
(73) Mısır' da Taha Hussein aynı sonuca varmıştır, The future
of culture in Egypt, s. 1 27: "Converse with any graduate ofthe Arts,
Law, Medical or Engineering School and you will see that outside
of his speciality he knows little more than the man in the street" .
(74) Peri Hypsous, 44 , 1-II, özellikle I I : "Kısacası, diyordum,

1 54
çağımızda büyük yetenek sahibi insanlar meydana çıkmak fırsatını
bulamıyorlarsa, bunun nedeni, bir iki kişi hariç, hepimizin tasasız
bir ömür sürmemizdir: hiçbir iş görmeyiz, yenişme ve saygı duygu­
su uyandıracak yararlı bir işe asla el atmayız, giriştiğimiz işlerden
de yalnızca övgü ve zevk bekleriz. ' '
(75) Kş. A.Toynbee, Civilization on trial, s . 8 5 ve The World
and the West, ss. 54-55, 59 -6 0 . Klasik düşüncenin temsilcileri bile
Batı uygarlığını bu yanlış açıdan görmekten kendilerini kurtaramı­
yorlar, kş. Carsten Hoeg, Açış nutku: Actes du premier congres de
la Federation internationale des Associations d'Etudes classiques
(Paris 1 950), Klincksieck, Paris 1 95 1 , s. 1 9 : " .. .il est evident que si
1 ,oeuvre d'harmonisation spirituelle a laquelle aspire 1 'humanite do­
it reussir, il faut que ron connaisse l ' infrastructure spirituelle - la
tradition greco-romaine et le christianisme - de cette civilisation su­
perfıcielle d'origine europeenne qui embrasse tout le monde"; fa­
kat bize öyle geliyor ki, ' 'Avrupa tekniği, ekonomisi ve biliminden' '
oluşan (s. 1 8) bu "yüzeysel uygarlığın" temelinde yalnızca klasik
düşünce yatmaktadır. Bk. aynca Ross'un (Roma'da 1 953 Ekimi'n­
de toplanan) La Table Ronde de l 'Europe'ta söylediği sözler (Stras­
bourg 1 954), s. 32: "La culture cecidentale d'aujourd'hui est une
culture secularisee. Si 1' Europe a reussi a conquerir le monde ce n 'est
pas par la force de la doctrine chretienne, mais par le pouveir de sa
science" ancak "laikleştirilmiş, dünyacı temele indirgenmiş kül­
tür"le "bilim" elbette aynı şey değildir. Bütün bu aydınlar "Yu­
nan- Roma düşüncesi" ya da "laikleşmiş kültür" ya da "humanist
zihniyet"in her şeyden önce bir temel kavramı içerdiğini unutur
görünüyorlar; bu kavram özgürlük kavramıdır: eleştiri özgürlüğü,
fikir özgürlüğü ve zihin özgürlüğü.
(76) Kş. B. Croce, La Storia come pensiero e come azione (6,
baskı), ss. 327-328: "L'Umanesimo fu allora un movimento verso
la vita terrena e mondana contro !'idea trascendente e ascetica, e il
suo abbracciarsi alla cultura greca e romana aveva cotesto intrinseco
e pregnante significato. Talune artificiose teorie odierne, costruite
da scrittori cattolici o cattoliciz:z;antL e da dicitori di paradossi, ehe
procurano di presentarlo come nato -in servigio del cattolicesimo e
della Chiesa di Roma, e quasi una nuova patristica, a-furia di so!i)s­
tiçare finiscono col non intendere bene neppure le parole ehe essi

1 55
adoperano, perche appunto la patristica si valse della precedente
poesia e letteratura pagana, ehe era esistita come pagana e non come
cristiana, e similmente la chiesa cattolica fece suo pro delle forme
letterarie venute in onore col neopaganesimo, cioe con l 'umanesi-
mo" .
(77) Gibb, Modem Trends in Islam, ss. 5 1 -52 'de, her türlü
kuramsal araştırma yapma yeteneğinden yoksun görünen Batı yan­
lısı Arapların bu yüzeysel, ciddilikten uzak, adeta havai tutumunu
çok derin bir biçimde incelemiş ve irdelemiştir: " .. .it is impossible
for the Muslim who absorbs a secular education on westem lines to
avoid some overlay of Westem thought in his mental activity; and
if it does not take a religious form, it creates an implicit tendency to
adopt the values, humanistic or otherwise, that are manifested in Wes­
tem civilization and to apply the concept of evolution without re­
gard to Muslim theological limitations. Westem education, that is
to say, has fostered in the Muslim world something ofthat same doub­
le- mindedness that is to be found in our Westem society, even if the
dualism is partly concealed by a profession of orthodoxy. And there­
by a new tension has been introduced into Islamic thought, but a ten­
sion of which Muslims in general are not yet fully conscious and
whose terms they would fınd it difficult to define " .
(78) Modem Trends i n Islam, s. 32.
(79) Kş. Gibb, Modem Trends in Islam, s. 55.
(80) Davranışlarında göze çarpan özellik, devrimcilere olduğu
kadar gericilere de hoş görünmektir. Örneğin, onların kanısına göre,
Arap alfabesi Atatürk'ün " acele ile" aldığı bir karar sonucunda kal­
dırılmıştır; bugün bu yanılgı düzeltilmeli ve Latin harflerinin yanın­
da Arap harflerinin de öğretilmesine yeniden izin verilmelidir.
(8 1 ) Bk. Gibb, loc. cit.
(82) Kş. A.Toynbce ve K. Kirkwood 'un her ihtilalden sonra baş
gösteren karşı eylem üzerine sözleri, Turkey, ss. 1 59- 1 62.
(83) Bk. A.Toynbee, Civilization on Trial, s. 199; bu kısmın
tamamına bakınız, ss. 1 95- 1 99.
(84) Bk. örnek olarak H . S. Tanrıöver'in Büyük Millet Mec­
lisi'nde 1 956 Şubat ayında yapılan bütçe tartışmaları münasebeti ile
söylediği sözler: T.B.M.M. Zabıt Ceridesi Il, Cilt 10 ( 1 956), ss. 849-
85 1 .

1 56
(85) Kş. C. Leger, L'education laique, s. l 1 8 : "Il faut pour
qu' il existe une democratie digne de ce nom, que le respect des droits
naturels et imprescriptibles de l 'homme . . . . soit profondement ancre
dans le coeur de tous les citoyens. La democratie n'existera done
vraiment que le jour ou l ' education laique sera organisee aussi par­
faitement que possible' ' .
(86) Kş. P. Gentizon, Mustapha Kemal, s . 1 98 v e H . E. Allen,
The Turkish Transformation, s. 85.
(87) Milli Eğitim Bakanlığı'nın yüksek kademelerinde görev
almış olan Ali Canip Yöntem 1 940 yılında, bir Alman profesörün
Almanya' daki Türk öğrencileri ile ilgili olaraR bakanlığa gönderdiği
bir raporda bu gençlerin ana dillerini iyi bilmediklerini yazdığını ba­
na üzüntü ve hayretle aktarmıştı. Ne var ki bir dilin ne edebiyatını
ne de gramerini bilmeyen bir insanın o dili gerçekten bildiği ileri
sürülemez. O insan ana dilini işite işite ve konuşa konuşa pratik o­
larak öğrenmiştir. Bu bakımdan o, ana dilini, turistik bir kuruluşta
çalışan bir görevlinin birkaç yabancı dili bildiği kadar bilmektedir.
Taha Hussein aynı durumdan şikayetçidir, The fütur of culture
in Egypt, s. 67: "There have been justifıable complaints that our
ehildren do not know their own Arabic language very well. . . ' '
(88) Bk. Howard A. Reed, Turkey's New İmam-Hatip Schools,
Brill, Leiden 1 955.

1 57

You might also like