Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 36

sayıklama

enes kaynakcı

Dişim, ağrıyorsunuz. Ne kadar da optimize yaşıyorsunuz.


Aptal aptal oturan kuşlar dişimağrıyorsunuz.
Hoyratlar duymadan rape me!
Yecüc ve Mecüc boşa bekliyorsunuz.
Dişim ağrıyorsa vakti gelmiştir kıyametin.
Ben savaşmadım ki ve savaşmayacağım da,
Kudüs için dişimağrıyorsunuz.
Metruk camilerden soğuk sızıyor.
Babam öldürüldü kanserden.
Dünya kime ait dişimağrıyanlar?
Köpeğe bağırıyorum ölümdinleyen.
Bağırıyorum’un desibel mi kargış mı,
olduğunu bilmeden bağırıyorum.
Dişimyankılan içinden ve dışından.
Am göt çük sik meme.
Semiosfer zehirlensin diye…
Bütünce bir karanlıktan, kalınca,
çocuksiken bir yarrak devşirdim size.
Şairler mümkün kılınmamalı yani ve
bütün şiirler öldürülmeli bence de.
Karac’oğlan says:
Ölüm görüyorum bütün rüyalarımda.
Pislik bile değil artık, bütün kültürde,
süzülen akça bir hayaletölüm görüyorum.
Bakın bu, bıçağa takılan gözler toplamı değildir.
Çünkü o gözler ancak köpükacabalardır.
Hayaletölüm ise bir kemikacaba.
Dingin bir sirayette ve
sindirilmiş her haliyle.
Babalarımız birbirine benzer hep,
işte bu politiktir. Öyle su içmek gibi bir şey değil.
Ananlarımızsa hep anadır şimdilik.
“Oğlum ateist olmuş.” diye ağlıyor bir kadın.
Artık bayramlar da mübarek değilmiş ha ne yazık.
Tavşanı da sokağa atalım, sık sıçıyormuş.
Bunlara şaşırdıkça dişimağrıyorsunuz.
Çok da yerleşmeyelim dişim.
Körleri köpekler ısırıyor bu kentte.
Tanrılar henüz çikolata yemedi.
Metruk binalar organlaşmalı bence.
Bilinsin isterim ki ve:
“Göt yalanır önce
gender neutral sexting’de.”
ileri
beyza bayraktar

Bayadır yazmıyorum biliyor musun, şu an fark ediyorum. Neden bilmiyorum. Belki de


biliyorum da söylemeye korkuyorum. Dört senem geçti gökyüzünün bu açışının altında.
Yok, boşlukta değilim. Boşluktayken bile yazabiliyordum oysa. Ayaklarım yere basmı-
yordu belki ama tutunabiliyordum bulduğum kelimelere oradan buradan. Bir gün ihti-
yaç olur diye ezberlediğim, iki kere okuduğumdan bana ait sandığım kitaplardan ödünç
alınmış kelimelerle de olsa… Kurabiliyordum bir iki cümle. Şimdi ne oldu biliyor musun?
Gittiler. Terk edilmedim yok. Fakat sakince gittiler. Kimler? Benimle aynı sokakta yürü-
yenler elbette. Hangi sokak? O aynı hala: Bilek burkma tehlikeli arnavut kaldırımlı, sarı
sokağım.
Sorun da budur belki. Hani bazen geri dönersin uzun zamandır uğramadığın bir so-
kağa… Hatta uzun süre bırakmış olmana da gerek yok…Birkaç ay sonra, bir akşam za-
mansızca… Bir aralar her zaman geçtiğin o sıradan sokaktan geçmeye karar verirsin.
Yepyeni yüzler geçiyordur sokağından, bazıları gülerek, bazıları kayıtsızca. Kayıtsız...
Ne bir eve ne bir yere ne de sokağına kaydı olmayan tipler… Bir zamanlar olduğum gibi
dersin. Haykırmak istersin onlara, ciğerlerin acıyana kadar. Diz çöküp ağlamak istersin
ortasında sarı sokağın, yasemin kokuları arasında ciyak ciyak yaptığın gibi. Var olmadı-
ğını düşündüğün bir aidiyetin ellerinden süzülerek kayıp gitmesi, meğer zamansız bir
terk edilişmiş. Ve arkada başın dik duruşun, yerlerde ezilen yüreğini bulup da yerine
koyabilesin diyeymiş.
Benim sokağım bu dersin. Düşlerin aklına gelir teker teker, her duvar dibi karşılaştı-
ğın insanları hatırlarsın. Islak kaldırım taşlarına her baktığımda dersin, burada başka
bir yüz gördüm ben. Onlar bilmez şimdi her sabah güneşin açısının farklı düştüğünü.
Bilmez onlar çoktan ölmüş şişko kedisini bu sokağın. Kedinin ismini bile telaffuz etmek
istemezsin, bu kayıtsız yeni suretler onu duymak için çok acemi gelir gözüne. Farklı bir
köşe seçmeye çalışırsın bu sefer durup bakmak için. Her zaman yaslandığın alçıya yas-
lanmak dayanılmaz bir acı verir sana.
Peki ya ben? Tüm bunlar olurken ben neredeydim? ilerliyor olmam gerekir değil mi?
Sokağın ortasında durup dursam fark ederdim elbet yeni simaları? Oysa hatırlamıyo-
rum bile ilerlediğimi ki ilerliyormuşum meğer. Anlık anlık geliyor adımlarım gözümün
önüne, şimdi durup da köşeden upuzun sokağıma bakınca.
En son rayların kenarında yürüdüğümü hatırlıyorum, ne kadar zor olsa da bunu ha-
tırlamak benim için. En son yürüyüşümün net hatırası orada. Solumda sararmış üzüm
bağları ve bitmez tükenmez bir yol… En sonunda tren raylarına çıkardı evimin yanında
uzayıp… Sanki bana aitmiş gibi gelirdi o zaman, iki kez okuduğum kitaplarım gibi. Epey-
dir gitmedim oraya. Korkuyorum belki de. Her gittiğimde veda ettiğim birinin olduğunu
fark ettim o yolu bitirince. Bağlar son bulunca gözümde, bir anıyı bırakıyorum rayların
üzerine. Hep böyle oldu sanırım. Şimdi ise hissediyorum bir veda gerekli. Hepsine…
Boşlukta değilim. Boşluktayken yazabiliyorum. Şimdi ise… Sinirliyim. Tam neye bilmi-
yorum. Anneannem hep der ki: “Öfke hiçbir zaman asıl duygu değildir, hep arkasında
bir şey saklar.”. Hep mantıklı gelmişti şimdiye kadar. Ya umutsuzdur insan ya yalnız ya
güvensizdir ya da sadece afallamış. Bense bilmiyorum. Sadece sinirli olmayı seçiyorum.
Sokağımdaki yeni suretlere değil, dik başıma değil, zamana değil... Bu sefer sadece so-
kağıma. Benim hikayemi anlatmadığı için yeni gelenlere, zamana teslim olduğu için,
ayaklarımın altından kayıp gittiği için… Bu sokaktan çekip gitmek her zaman tek ama-
cım olmuşsa bile, ben benden çıkmayı orada öğrenmişken, sonu bana çıkmadığı için
kızgınım.
anakara
kerem damnalı

kanını çeker
dizlerinin bağını çözer
ve görmem
ruhumun sisinde boğulurum yine

benlik kartlarımızın önemsiz ve bahane olduğu ankaramızda


günübirlik hayatlarımız hediye edilir bize
38 yıllık borcumu almaya gittiğim seğmenlerde
vermedi faiz arttıran tefeci
vermedi gençliği koklatan
vermez bok attığının aynısını yapan
herkesin dolabında ceset var mıdır serap’
benimki otopside
korkum beni ona bağlayan tek şey

kanımı çeker
dizlerimin bağını çözer
ve yanına yatarım ben caiz olan bu
değer değmez düşünce trenleri buldum
kızılaygaleri aynalarından bana el salladılar
yıllar önceki samimiyetiyle
girmek için fazlalığımın olduğu evinin
kaldırımları şarkımızı söyler miydi serap’

kanımı çeker
dizlerimin bağını çözer
ve vatan millet caddesinde ülkesini satar 400 liracık
yokuşlarında gömülüdür diğeri vadisinin
utanır mı sence üzerindeki şehvetten?
ve anlam katamaz otopsisinden
faili meçhul
naber’
ouroboroS’a yem olur mu kanatlarım serap’
sol ve sol omzumdaki kitaplıların yerlerinde
ben açıkçası
-dürüst olmak zordur tabi
hakkımın yendiğini düşünüyorum
hoşçakal kadar yendiğini
**
kanımı çeker
dizlerimin bağını çözer
ve salt nefret spirallerinden ibaretmişim dönüp bakınca
bakıp kalınca
bok böceği aynalarından benden sana
tek gerçek yüzseksenüç müdür serap’

kanımı çözer
dizlerimin bağını çeker
ve el bile sallamaz bana
anlıyorum, cidden
elimde olsa aynısını yapar mıydım bilmiyorum sadece
ve yanımda uykusuz yatarken mi oldu her şey serap’
kalenin tepesinde kelebek kanatlarında mı oldu her şey serap’
seninle bir gece daha çirkin olmayalım serap’

ben bugün ostim batıkent’i yedim serap’


metro ihaleleri iptal usule uygunsuzluktan

ve ben sana şiir yazmadım serap’


ve bir daha geldiğinde güle benzeyenlerine
bana bakar mısın serap?
belirteç
ali doğukan ileri

bu defa gördük işte kuğuları


ne değişti dersen hayatımda
bağırmak bir ayrıcalıktır
çıkarak göletin kenarına
ufak çaplı denge kayıplarıyla karşılaşırsan umursama
deneyselliğe örnek değil mi yuvarlanarak inmek tepelerden
ve o aynı tepede
kızmadın mı elledim diye kaldırım başındaki ağaca
ki sebebi bu değil midir düşünmemin
aldatılan her gök cismi hakkında
sahi nasıl oldu da
duyulmadı yaprak hışırtıları

mirage
duru barışık

bu interaktif bir şiir değildir.

illüzyonların seni götürdüğü tek bir çıkmaz var


o dut ağacının altında sarman yavruyu okşarken düşündüğün
ne sen duymaya isteklisin
ne de ben anlatmaya
söylesem ve bir kuş gibi hafiflesek
sarman yavru miv dese gölgede sakin
olgun dutlar kaldırımın kenarında
dut yemek hoşuna gider mi
her sene beklediğim vakit haziran ayı
çünkü buralarda en güzel dut haziran’da olur
miv der sarman yavru ve o büyümeden
ben sana seni sevdiğimi söylemeliyim

bir lira sıyrılır güneşte yanmış kulağının arkasından


henüz öğrenemedim şapkada tavşan numarasını
bizi çıkmaza ‘çıkartacak, sihir bu değil
miv der sarman yavru alır onu eve götürürüm

bu bir illüzyon
dut ağaçlarının sıralandığı o sokağa
ya çıkar
ya çıkmaz
tütün sorunsalı
ziya taşkırmaz

Bir aile düşü(şü)ydü bir zamanlar


şu sert cetvelimle çizdiklerimin üstüne akıttığım
Şimdiyse bakmalıyım çiçek bozuğundan suratına aşkla
Yumuşak göğüsler boğuldum işçi kokusu boğazda
Yumur yumur bir filiz–
suyu katıksız evlat

Mutlu/casına/ Aile Tablosu Bir

Karanlıktır bir karnımı cırmalayan


Ve ötesinde hançer tırnaklı kilitsi cüzdanım
Ben ki: Bilimum neferle atışmış gözü kanlı fukara
Ben ki: Bin mumluk fikirleri yaralanmış bir entel
Çabalamış da günlerini verememiş bir oyuncağa
Beni bunlar değil
Evladımın bulutlarından düşüşü mahvetti.

Aile Mutluymuş/casına 2 Tablo

Huzur zaten devlet sıralarında da yoklamadı beni kütüphanede


Tanıdık bir kadın uzaktan anısı
Sayılıyken tüm kuruşlarım
döktüm her şeyimi yamuk gözlüğüme
Yine de bir kadın anısı yatağımda
karım –diyorlar ve uzaktan bakıyor bana
uzak

Caymış/casına Mutlu Tablom III

Ben artık o bildiğin adam değilim.


Bir metelik dairemsi sivri ve
duvarımda karala sıvılar konulmuş şiir yazmışım
Saksıma anlatabilseydim uyanırlardı eğer.
Işım uzanırdı , usum kaskatı
Kadın?

Çok iyi bildiğim bir yabancı


sükûtu bozan beyaz’ın getirdiği huzur
ramazan gediz derin

elbet bir gün bir kaldırım taşına takılacaktı ayağı


karşıyaka’nın zincirli güvercinlerinden birinin.
elbet kuduracaktı deniz paslı ve zehirli sesiyle bir gün.
ve elbette bir aksilik buluşacaktı kaderin bir tevafuku ile.
nihayet gözlerim metroları takip ederken
elbet gözlerine değecekti, istemsiz, şaşmaz bir saatin işleyişi gibi
fıtrattan gelen bir duyguyla.
başka türlü avunmak dünyada mümkün olamaz.
dünyanın başka türlü avunulacak bir yanı yoktur.

beyaz beyaz uçuşan insan silüetleri


endülüs’te bir sarayın tavanını süslerken
nihayet varacağı yer ellerimin
elbet ellerinin yorgun ve çağdaş, belki biraz postmodern, yaraları olacaktı.
şimdi ölümden korkmamaya çalışmak
kırık linkleri onarmak gibi uzak ve bence imkansız geliyor bana.
şimdi gedikli zabitler bile tam olmuşken üstelik sayende
ölümden korkmamak dünyada avunamamaktan daha zordur.

fakat tutamadığım sözlerimin ağırlığını atamıyorum gene de üzerimden.


göz çukuru diye tabir edilen kanyonları yüzümün
utancın hediyesi gibi süslü püslü çökmüş üzerime.
şimdilik, bir savaşı bekleyip
ve beni utançtan kurtarmanı bekleyip
ve nihayet omzunda ölmeyi bekleyip;
birtakım anlamsız yargılara varacağım.
mutlak ve şeksiz şüphesiz iman ile bağlandığım yargılar.
ki, andırır yokluğun değil uzaklığın bile, cehennemin öbür adını.
içimdeki peygamber ve kavminin beklediği felah müjdesinin mürekkebi
tırnaklarının boşluklarında gizli.

şimdi, suskunluğu tercih etmenin de tam vakti olsa gerek


çağın gürültüsünü ve nutuklarını dinlemek azabına.
çağımdan duyacağım bir şey kalmadı.
basmane’de trenleri; cebeci’de konuşan ölüleri gördüm.
titredim gece yarılarında uyanıp martı seslerinin üzerinde.
tattım uzaklığının azabını.
şimdi, suskunluğu tercih etmenin zamanı
omuzlarında olmak şartıyla…
allahın nuri
alperen yavaş

-Nurullah, Nurullah!
Tül perdenin arasından sızan ışık odaya sabahı taşırken Nurullah gözlerini zar zor açtı.
Sabah mahmurluğunda görüşü net olmasa da karşısındaki üzerine doğru eğilmiş babasını
seçebildi. Babası bir eliyle omzunu dürterek onu uyandırmaya çalışırken bir yandan da ko-
nuşuyordu:
-Bayram namazına geliyorsun di mi?
-Baba karnım çok kötü, gelmesem olmaz mı?
Osman Bey, iyi bir acı taklidinin sonucu olarak yaralı köpek yavrusu tonunda verilen cevabı
yutmamış olacak ki öfkeyle ayağa kalktı, sinirlendiğinde hep yaptığı gibi burnunu sıktı ve
abdest almaya giderken arkadan söylendi:
-Yeni modaya bak, her bayram karnı ağrıyor itin. Sanırsın Abdullah Gül’ün dinsizi.
Nurullah uykuya dönmeden çok kısa bir an önce espri yeteneğinin kalıtsal olduğunu düşü-
nüp korktu. Yok hayır, dinsiz Abdullah Gül’den daha yetenekliydi o, sahne parıltısı olacaktı.
Bir salon dolusu kahkaha atan insanı hayal ederek uykuya dalmasına rağmen yarım saatlik
kısa uykusunda ıssız bir çeşmenin başında abdest aldığı bir rüya gördü. Sonra da annesinin
seslenmesiyle tekrar uyandı:
-Nurullah! Uyan kahvaltıya gel!
Nurullah kalktı, üstünü değiştirip yüzünü yıkadıktan sonra mutfağa gitti.
Annesi kahvaltı sofrasına oturmuştu. Masanın kendinden tarafında sadece bir bardak su
varken annesinin önünde zeytin, peynir, tereyağı sürülmüş ekmek, biber ve domates vardı.
Annesi ince ince dildiği peynirden gözünü ayırmadan soğuk bir sesle konuştu:
-Baban karnı ağrıyor dedi, o yüzden sana yalnız limonlu su koydum.
Nurullah şaşkın gözlerle annesine baktı. Ayşe Hanım ise Nurullah hiç yokmuş gibi gözü
sofrada, yüzü asık biçimde atıştırıyordu. Genç adam bayram namazına gitmedi diye aç bı-
rakılmasının şokunu atlattıktan sonra öfkelendi, masadan su dolu bardağı alıp mutfak la-
vabosuna boşalttı. Sertçe bardağı mutfak bangosuna koydu, hışımla evin dış kapısına gitti.
Kapının önündeki ayakkabılarını ayağına geçirirken annesi arkadan bağırdı:
-Baban hayırsızın tekiydi ama senin gibi gavur değildi hee!
Nurullah kapıyı kapattı.
***
Ekmek fırının önünde her bayram olduğu gibi uzun bir sıra vardı. Namazdan çıkanlar, ca-
minin dışında namaza durmak zorunda kaldıkları için sıraya daha çabuk girenleri karşılıyor-
du. “Bayramın mübarek olsun”lar, “Allah kabul etsin”ler, “Amin amin ecmain”, Nurullah tam
tersi yöne yürüdü.
Ancak kaçabilmek ne mümkündü! Her yerden akın akın eli kolonyalı, cebi çikolatalı, cüzda-
nı “Muhterem cemaat, Allah rızası için camimize yardım”dan ötürü yirmi lira eksik insanlar
geliyordu. Aralarından tanıdık çıkabilme ihtimaline karşın kapşonunu başına geçirip sokak-
ların kenarlarından devam etti. Sabahın çok erken saatiydi, üstelik de bayramdı. Yani parklar
hariç oturabileceği her yer kapalıydı. Mecburen eve uzak olan bildiği bir parka doğru yola
koyuldu.
Normalde birbirleriyle hiçbir alakası olmayan milyonlarca insanın aynı saatte kalkıp aynı
şeyleri yaptığı bir gün. Ortaya çıkan birlik duygusu, geniş ve doyurucu bir cemaate ait olma-
nın verdiği huzur… Nurullah daha ufacık çocukken, yani heyecandan uyuyamayıp babasın-
dan bile erken abdest almaya kalktığı bayramlarda, bu huzuru tüm kalbiyle hissederdi. Al-
lahu Ekber denilince yüzlerce insanla beraber başını secdeye koyduğunda kendini dünyada
olan bütün Müslümanlarla dost hissederdi.
Şimdi ise tek başınaydı. Bayram namazından çıkan kalabalıklara karşı yapayalnızdı. İçinde
oluşan bu boşluk canını sıktı, telefonunu çıkarıp Sevce’yi aradı. Israrla çaldırmasına rağmen
açmamıştı. Ailesi ile kahvaltıda olabileceğini düşündü. Whatsapp’tan gittiği parkın konumu-
nu attı, Sevce anlardı. Telefonunu tekrar cebine koydu, hafiften ıslık çalarak parka doğru
yürümeye devam etti.
***
Ağaçların dallarında küme küme dizilen güvercinleri ve oyun alanında dolaşan bir iki köpe-
ği saymazsak park bomboştu. Güneşin tepeye çıkmasına daha epey vakit olduğu için Nurul-
lah’ın çardağa geçmesine gerek yoktu, bütün oyun alanını gören bir banka oturup çevresini
seyretmeye koyuldu.
Koyuldu koyulmasına ama bakan gözlerinin bir şeyi gördüğü yoktu. Son zamanlarda sık sık
olduğu gibi aklı yine yaklaşık üç ay önceki Calculus finali olan güne gitmişti. O sınav öylesine
kazıktı ki çıkışında herkesin dersten kalacağı belli olunca kafa dağıtmak için hep beraber
bara gitmişlerdi. Birkaç bira içtikten sonra ba-
rın üst katında bir sahne olduğunu ve o akşam
da bir stand-up gösterisi olduğunu öğrendi-
ler. Kafa güzelken zaten bedava da gülerdi in-
san ama daha çok eğlenceye kim hayır derdi?
Gösteri saati gelince bilet alıp içeri girdiler.
Nurullah diğer arkadaşları kadar olmasa da
ara ara gülmüş, rahatlamıştı. Ancak bundan da
önemlisi, arkadaşlarından farklı olarak o ak-
şam bir şeyi fark etmişti: sahnedeki komedyen
de tıpkı kendisi gibi muhafazakâr bir ailede
büyümüş, ancak sonrasında dinden tamamen
uzaklaşmıştı. Komedyen kendi seküler yaşamı
ile ailesinin gelenek ve pratikleri arasındaki
uçuruma sürekli dokundukça muhafazakarlığı
hayal dahi edemeyen bar kitlesi gülmekten kı-
rılıyordu. Nurullah’ın memleketindeki aile evi
çizim: helin yıldız yaşamı bu topluluk için absürttü. Onun gün-
lük yaşantısı burada “gülünç yaşantı” oluyordu.
Peki madem durum böyleydi, o niye bu fırsattan yararlanmasındı? Komedyenin o gece
anlattığı bazı hikayeleri götünden attığını anlayacak kadar kendi ailesi gibi muhafazakâr aile
tanımıştı. Oysa Nurullah’ın aklında gerçek ve bu kitleye göre inanılmaz saçma, komik pek
çok hikâye vardı. Üstelik bu komedyen barda sahne almasından kaynaklı mizahını hep tek bir
açıdan yapıyordu. Cem Yılmaz gibi ünlü olmak isterse daha farklı şeyler anlatmalıydı, mese-
la seküler ailenin muhafazakâr çocuğu! Bunu anlatınca farklı bir kitleyi de eğlendirebilirdi.
Veya plaza hayatını ailesi gibi insanlara anlatsa onlar o insanl...
-Nurii?
Nurullah kafasını kaldırdı. Oyun alanının karşı tarafından Sevce geliyordu.
-Selam
-Selam. Napıyorsun burada?
-Annem canımı sıktı sabah sabah, ben de buraya geleyim dedim. Senin hiç sormadan direk
geleceğini beklemiyordum.
Sevce sırıttı.
-Ben nereye nasıl geleceğimi anlarım Nuri.
Nurullah da sırıttı, yalnız olmadığını kanıtlamıştı işte kendine.
-Bu sabah bayram namazına gitmicem diyince babam bana Abdullah Gül’ün dinsizi dedi.
Sevce kısa bir kahkaha patlattı.
-E haklı adam, o mahallede salyangoz satan bir sen varsın.
-Töwbe astagfirullah Sevce bacıı! Ecirnâ mine’n-nâr bi afvike yâ Rahmân!
-YAA!!
Sevce gülme krizine girdi. Birkaç saniye geçip sakinleştikten sonra tekrar konuşmaya baş-
ladı.
-Gırtlağının maşallahı var.
-Tabi kızım, beni bizim caminin müezzini Fethullah’ın halefi olarak görüyorlardı.
-Şimdi görmüyorlar mı?
-Yok
-Noldu ki?
-En son Ali’de karar kırdılar
-Hangi Ali ya?
-El Mûrtezâ
Sevce bomboş gözlerle Nurullah’a baktı.
-Ne diyorsun Nuri ya?
-Ya El Mûrtezâ Hazreti Ali’nin lakabı ya…
-Tamam biliyorum.
-Ben de müezzin halefiydim ama halife olamadım Ali oldu… falan filan
Sevce başını ve gözlerini sağına devirdi.
-Bu nasıl şaka ya…
-Tamam sahne aldığım zaman daha komiklerini yaparım.
Sevce bu sefer başını ve gözlerini soluna devirdi, daha dramatik olsun diye avcunu da al-
nına koydu.
-Yine komedyen olma muhabbeti di mi?
Nurullah sırıtıp gözlerini yukarı kaldırarak tatlı gözükmeye çalıştı.
-Sen komedyen olmayacaksın Nuri.
Biraz daha sırıtıp daha da tatlı gözükmeye çalıştı.
-Kaniş olabilirsin ama bak, sana daha müsait.
-Sen de belki ZEVCEM olursun SEVCEM?
-Ha ha ha. Hadi kalk Allah’tan gelme nurum, parkta böyle baş başa gözükmeyelim.
-Deme öyle deme.
-Neyi demeyeyim?
-Benim adım Nuri.
-Tamam Nuricim öyle dedik, hadi ama kalk şimdi.
Bunu söyledikten hemen sonra ilk Sevce kalktı. Banktan üstüne bulaşan tozu sildi, başör-
tüsünü düzeltti.
Arkasından Nuri birden adeta bağırarak ayağa fırladı:
-Semi Allahu li-men hamideh!
Kafasını Sevce’ye çevirdi:
-Semisi böyleyse bir de fullünü düşünsene
-Komik olmuyor Nuri.
-Oluruz. Oluruz.
sunumlama
çağlar gülcan
-bazı şeylerin sunumlaması.

kibritin şerefsizliği üstümde


yakamıyorum anasını satayım cigarayı
kemiklerimde ağrıyan bir sızı
etim budum ne ki, yanıyorum ağrıdan
içten içe mikropları yiyorum!
abluka altına alınmış hayallerimle güneşi seyrediyorum.
intiharlarım çiçek verdiğinde, müstehcen küçük hayallere dalıyorum.
/inan ki gerçekten burada olmak istemiyorum abi! /
sun, sundu, sunumlama
/anlayabiliyor musun beni! /
olan biten her şey bu sunumda!

bu bir televizyon reklamı değil


/ya da, bu bir televizyon reklamı (!) /

“ÜÇ ADET FANZİN YÜZ LİRA!!”


“SADECE AMA SADECE YÜZ LİRA!!”
“BU FIRSATI KAÇIRMAYIN”

bölünüyorum
beren gökmen
Hep erteledim her gelişimde çalışmak için
Kesik kolları,bacakları,ellerimi
Elime kaç kere geldi kutu kutu haplar da
Durduran gözler oldu,şimdi kendime zararım
Kemiklerime zararsız,akmıyor kanım
Beni nereden vuracaklar onu söylüyorum
Çok net biliyorum
İzlerinden tanımak meselesidir bu
Görmek,sadece okuyan gözlerden ırak ve aç susuz
Bitkin ve şişkin gözlerden ırak ve aç susuz
Yol gözlemiş vücutlardan bu şehir
Mide bulandırmıyor,sadece sessiz bir tiksinti
Beni nereden vuracaklar onu söylüyorum
Yırtmaya çalıştıkları ağzımda da hasar yok
Niye vuracaklar onu bilmiyorum
Ama şundan eminim kendime anarşim,kurşun izi yok
Farklı olduğunu bilerek durmak ne kadar zorsa
kadar zor yaralanmam onu söylüyorum
kadar çok deneme yapıldı
Dünya tarihinde bu kadar savaş etmemiştir iki millet
Ne bir kör noktam ne bir hassasiyetim varken
Beni nereden vuracaklar onu söylüyorum.
gittiğinde lütfen o sandalyeyi
kendinle birlikte alıp götürme
sıla yurtseven
Sana anlatmam gereken bir hikaye var. Hayır, gitme, bekle. Lütfen. Seninle konuşmaya ih-
tiyacım var. Bak, oturman gereken yere bir sandalye bile koydum. Tam da oturmayı en sev-
diğin yere, en sevdiğin türden bir sandalye. Canının acımasını önleyecek kadar rahat ama
uykunu getirmeyecek kadar sert. Tıpkı aşklarını da sevdiğin gibi.
Bir hikayem var. Sana bunu hep söylerim, bilirsin. Çünkü benim her zaman bir hikayem var-
dır. En karanlık gecelerin en ıslak saatlerinde, öldüğümde bile kimsenin okumayacağı kirlen-
miş kağıtlara yazarım en çirkin hikayelerimi. Onlar en çirkinleridir, çünkü kendimi anlatırım.
Bilirsin, ben çirkinimdir. Ama söz veriyorum, bu seferki hikayem güzel. Belki biraz gözlerin
yaşarır ve bana belli etmeden iç çekersin. Yine de o nefesimi kesen yüzünü buruşturmazsın
ve safran yükselmez midenden. Kalbimdeki tüm ökse otlarını söktüm ve senin için ıhlamur-
lar yetiştirdim. Sırf senin güzelliğine yakışabilecek bir hikaye yazmak için. Ihlamurlar çiçek
açtığında da sana anlatırdım, sen de beni dinlerdin.
Biliyorum, fazla vaktin yok. Her zaman bir koşuşturmaca içindesin. Neyi kovaladığını bil-
miyorsun, tıpkı seni neyin kovaladığını bilmediğin gibi. Özür dilerim, seni senden daha iyi
tanıyormuşum gibi konuşmamı sevmiyorsun. Kendime kızıyorum. Konu seni memnun et-
mek olduğunda dudaklarımı sıkıca kapatıyorum ve hiçbir şey dememeye çalışıyorum. Zaten
seni gördüğümde her şey aklımdan uçup gidiyor. Yazacak şiirim de kalmadı artık. Tanrı seni
mısralar hâlinde yaratmış, benim elimden ne gelir ki? Bu çaresizlik beni çok yoruyor, anlaya-
mazsın. Gözlerinin içine baktığımda kalbimden geçen okları kelimelere dönüştürememek,
giderek daha çok kanayan bir yara benim için. Umrunda olur mu? Hikayemi kısa sürede
anlatıp gitmene izin verdiğim sürece olmaz.
Anlatacağım, söz veriyorum anlatacağım. Ama lütfen, seninle geçirdiğim bu yalnız dakika-
ların tadını çıkarmama izin ver. Varoluş ağrılarımı senin varlığında dindirmeye o kadar çok
ihtiyacım var ki. Hayır, hiçbir şey yapmana gerek yok. Sadece o sandalyende otur ve seni iz-
lememe izin ver. Lütfen başını önündeki o sehpaya dayama, seni o hâlde görünce ağlayasım
geliyor. Lütfen dudaklarını aralama ve bana selam bile verme. Seni sessizce, bir heykel gibi
izlemem gerek. Tanrı’yla tekrar dost olmam ve biraz daha canımı yakmam için böylesi gerek.
Sana böyle bakmamı sevmiyorsun. Bunu hiçbir zaman dillendirmedin ama bakışların be-
nim üzerimde dolandığında bunu anlayabiliyorum. Bana güvenmiyorsun, hayallerimde bile
güvenemezsin bana. Haksız da sayılmazsın aslında. Sonuçta ben konu sen olduğunda ne
istediğini bilmeyen, ama yine de istemekten vazgeçemeyen bir yalancıyım. Sadece hikaye-
lerimi dinliyorsun. Onları da sevmiyorsun. Ama söz veriyorum, bu seferkini kendini sevdiğin
gibi seveceksin. Ve Tanrı’ya dua ediyorum kendini sevmen için. Yoksa bir hikaye daha boşa
gitmiş demektir. Buna bir kez daha katlanabilir miyim bilmiyorum. Tek bildiğim senin um-
runda bile olmadan o sandalyeden kalkıp gidebileceğin. Gidersen eğer, lütfen o sandalyeyi
kendinle birlikte alıp götürme. Oraya bakıp senin bir zamanlar orada olduğunun hayalini
kuramazsam o zaman ayağa kalkmam için başka bir sebebim olmaz.
Dinliyorsun. Bana bakıyorsun ama beni görmüyorsun. Dinlediğin de ben değilim zaten, hi-
kayelerimde aradığın başka bir şeyin peşindesin. O şey ben değilim. Sabırsızsın. Benden kur-
tulmak için bekliyorsun. Umrunda değilim ama yine de karşında olmamı istemiyorsun. Bili-
yorum, çok fazla vaktini alıyorum. Seni yoruyorum. Hikayeyi dinlemek istiyorsun. Gerçekten
istediğinden değil, sadece kalkıp gitmek istiyorsun. Bitirmeden gitmene izin vermeyeceğimi
biliyorsun. Haklısın, seni daha fazla bekletmek haddime değil. Ama biraz izin verseydin de
gözlerindeki gün batımını izleyebilseydim keşke. Her neyse, zaten bu hikayeyi sen de biraz
biliyorsun. Umarım ki gözlerin buğulanmaz da ben orada güneşimin batışını izleyebilirim.
Tamam, zorlama artık beni. Başlayacağım şimdi anlatmaya bu hikayeyi. Senin hikayeni.
ne kaldı? has-bi-hal
ekin can eylül doğa çataltepe
kapansam deniz kabuklarına oradayım, biliyorum, oradasın, biliyorum.
dalga dalga dinlesen beni aynaya bakıyorum ama görmüyorum
hatırlamak istemediğim şeylerin müzesine
kapansa kalbim kalpazanca dönüşüyorum.
aylarım az tenime dokunuyorum ama hissetmiyorum
kalbim anca ellerim birbirine yabancı ve kelimelerim
bir deniz birleştiriyor kulaklarıma
bak burada bir Ay kalemimin soluğu kesilmiş
soluğum kesilmiş
ışığı kesin oraya da düşüyor. kalbim bir katedral, peşimde günahkarlar
dullar, hayaletler ve kurbanlar
yalnızlığımla birlikte gecenin ucunda belki tekrar soluk ışığım yanar
huzurum da kaçıyor keskin bir uyku, unutulmuş bir söz kadar bir umut
erdemden kolyelerim aydınlanır belki sönük benizleri, sahi, masumlar
ve ölüm kılığında mutluluğa kanarlar
birer birer çözülüyor oturmuş mezarında ninni okuyorlar
bana iki kıta sığıyor sahi, ne ara öldün sen?
ben iki kıtaya sığmıyorum merhumun elleri göğe doğru açık
bu eller ne dokunur ne okşar
bana iki şehir de sığıyor bu eller birbirini tanımaz ve biri diğerini boğar
ne mucizeleri ne affı var
iki şehre de sığıyorum ben göğsümde uyuyan bir kedi ve
sırrı sızmış sıvıyım sınırsız kafama yuva kurmuş bir mahkûm var
sıvıyor ve sıvışıyorum niyetim kanımın kirli tarafına karışmış, akar
Lut benden kaçıyor dokunsam ağlayacaksın biliyorum, ağlayacağım
oysaki dokunmuyorum. ağız dolusu küfür ve
açık tutmaktan yorulmuş kolların var, bana.
eşinin gözü kaldı. annesini kaybeden bakışı var
doğmamış kardeşimin
benim gözüm kimde kaldı? konu ne ara buraya geldi?
kime kaldı? yarım kalmış bu şiir.
kimin kem gözü yarım bıraktın dizelerimi,
sözümü kestin, dilimi kestin
kin ve kiri nefretimin kokusu sinmiş odana
bana kimi bıraktı? çürümüş bir beden, çürümüş dişlerin,
gözümü kimlere bıraktı? ıslak havlunun kokusu sinmiş halına
benden bana duvarlarından geçemeyen bir ruhun bakışı var
göze bakacak aynaya bakıyorum ama görmüyorum, onu
kendi kendime konuşuyorum.
güze yakacak hoşuna gidiyor, biliyorum
güzel kalacak delilik ateşliyor niyetini ve dağlamış
ne kaldı? derine çatlak izlerini
acıyla titriyor bedenin ve yangının izi
hoşuma gidiyor, biliyorsun.
kendi kendine konuşuyorsun.
çok hızlı nefes alıyorsun, sakın, kedi uyanacak
sakin mahkûm uyuyacak
uslu ol ve nefesini tut
uslu ol ve bırak tutkunu tokatlasın ellerin
ne mucizesi ne affı var
biri diğerini boğar, dokunmayın, ağlarlar.
bedeli ne ise!
mon rêve elif karabaş
naz kandaz ey tanrının acıyla süslenmiş kadınları
açın açabildiğinizce saçlarınızı
kafanızda biten tel,kıl,tüy değildir sizin
ve hatta bizim!
(bu sana ve senin değerlerine keşfedilmiş ve kapital edilmiş
yeni diyarların ağıdı
karşı bir itiraz mektubu)
göğüs ucundan dünyaya dikte edilmiş
tir tir titrek, leş gibi korkak uyandım sütün feryadıdır
daha farklı bir adam olduğun rüyadan kafanızda biten tel,kıl,tüy değildir sizin
yerin yedi kat altına, bu ürkek sabaha ve hatta bizim!
yedi yıllık sararmış takvim yapraklarını
kafamızda biten kederdir bizim
korkuyla çakılı o çivinin ucuna sığdıramadım aynalar eskimeli artık
harlı ateşlerle piştim aynı cezvenin içinde annem reçel yapmıştı eskiden
yapay ışıklarla aydınlık yaprak akşamlarda çok telaş koymuştu içine
dolunayın altında varla yoksun, gitmekle bir adam dikilmişti kapıdan
soysuz sopsuz
kalmak arasında farklı bir adamın çehresi ve çirkin çokça
altında kaldığı yükün ağırlığıyla ağlamıyor kırmızı bir kuşak koymuştu masaya
çünkü o sen değil, korkuyor kaybetmekten takasa gelmiş sanmıştım
sanrıların ötesinde, hayalin derinliklerine annemin çeyizinden kurdaleli aynası
ve çokça küfür yemiş analığı
bile bile tekrarladığım hataların kuyusuna çokça bir kült
kucakladığım lir ile gözüm kapalı iniyorum takas aynaya değil
içimdeki nar çürük, göğsümü kaplayan sızı anayaydı
sıcak ve akışkan, unutamadım hiçbir zaman geç anladım
yalnız bilinmişlikleri, takma kimlikleri, belki de
aynalar yok olmalı artık!
yoktu gizli anlaşmalar, beceriksiz bir dil aramızda getir garson
üzüm gibi ezildim ayakların altında, ben sandım ki sakisiz bir masadır bu artık
sanrılara kapıldım, batan güneşten elimi tutuşuna herkes kendi başına eskiyecek
getir garson
kadar hikayeleştirdim tüm yaşanmışlıkları
tanrı artık
gelip geçmemiş ne varsa kelimelere hapsettim kederden bu parıltıları
tüm anıları mürekkeple lekedim tüm bu saçları
beyaz sayfam kalmadı benim tanrıyla karşılaştığım sokağıma
uyandım.
ve muhammedin miracına
kuşların gökte konarken
dünyayı unuttuğu
kedilerin öğle uykusu
saçlarımdaki yabancı, eski kızıl kuytu
saçlarımdaki aleve göndermek isteyecek
aynaları getir
afrika dahil!
bürü bu kenti maviye
-bu yeryüzünde kadınlar
ve acılar
bedellerini acıyla öder-
bedeli ne ise!
bir ülke aydınlarını unuttu şans işi aşka bak
emirhan ergün irem budak
yıkılan duvarları ve hayatları asla sevilmedim bu hayatta
sokaklardaki iniltilerle ama bak asla sevilmedim
bir kez bile
ve gecenin korkusuyla bir kez bile sevilmez mi bir insan
payımıza ayırdık sevilmedim işte

sonsuza kadar yetecek bir korku bıraktık ülkeye birinde tam seviliyordum sandım
ve gençliğe umutsuz ve
aşık oldum
yaşanmamış bir hayat bırakıp şansa bak
eğitimi de ellerinden aldık
değilmiş öyle o işler
bu şehirler nerede ki aklımı kaçırmışım, kafam karışmış
içinde çocuklar ağlıyor ben sevmişim sevmesine de
hem de deliler gibi
nerede ki bütün babalar ve anneler ama sevilmemişim işte
çocuklar öksüz ve yetim ordaymış tam da delilik
nerede bunca can
bunca yıkım kurmuşum biraz kafamda aşka dair
ağlıyoruz Selim Abi romantize etmeyi de pek severim
bize bir şey olmadığı için olanı olmamış gibi
olmamışları olmuş gibi göstermeyi
kalbimizde depremler açan bir yara ben
koca bir ülkeye kuşak bağladı pek severim
alnımızdaki silik yazı
bu sefer kalbime oynamış kurgularım
aydınlarımızı unuttu büyük bir oyuna dahil olmuş duygularım
aydınlarımızı uyuttuk bunca yıl kanmış benim de saf kalbim
bunca yıl uyuduk öyle işte lafın kısası
utanmadık tarihimizden hiç sevilmemişim ben

acıyla kıvranırken ve
her baktığımda onu görürken ve
o elini sıcacık bileğimde hissederken ve
sadece yaşıyor olmasına bile
çocuklar gibi mutlu olurken

onun için sıradan


belki yoldan geçen birinden farksız
çizim: helin yıldız

bir sıradanlıkta
biriymişim aslında

derken

biri çaldı kapımı


ama zamansızdı fazlasıyla
geldi gözlerim görmezken başkasını
ittirdim son gücümle en köşeye
bir daha çıkamasın gelemesincesine
işte şansa bak
sonu yok
şevval nur karpuzcu

“Saklı sırlar ızdırabı içinde, şafağın rengine uymuş.


İşte sahnede! Yanıyor cayır cayır, ateşlere tutuşmuş.
Niyeti müthiş büyük bir vurgun, aşkın peşinde.
Bir kadına müptela, bir kadından muzdarip.
Son perdede bir giz, gözlerden uzak, sessiz,
Bir kadının ilk intihar düşüncesi
Bir kadın deliliğin eşiğinde, hissiz,
ve yaşanmayacaklardan habersiz.”

Işıkları sönüyor şimdi sahnenin. İzleyenler pekâlâ şaşkın, çoğu manasız bir suretle- ta-
biri caizse aval aval- bakıyor halen sahneye. Hikâye bitmedi, bitti mi, bitmiş olamaz? So-
rular zinciri dalga dalga bir uçtan diğer uca yayılıyor, yüzüme çarpışını hisseder gibiyim.
Bense içimden pişkin pişkin gülüyorum. Tanrısal bir güç var elimde. Elimde emektar
defterim var. Birkaç satırıma bakar bu sahnenin bir daha açılmaması. Birkaç kelimemle
işlerini bitiriveririm. Şimdi doğruları yazmak gerekir elbet, bir hayli etkilendim. Bu eski,
neredeyse tarihi sayılacak, şahsen keyfî gelmeyi pek de tercih etmediğim kasvetli ve ha-
vasız yerde ilk karanlıktan son karanlığa dek yazdığım sayfalara göz atıveriyorum şimdi.
Hayret... Uzun zamandır ilk kez böyle şeyler karalamışım nadide emektara. Emektar
diyorum benden çekmediği kalmadı zira şunca vakit. En son hangi oyun bana bu kadar
yazdırdı, hatırlamaya çalışsam da nafile. Takdire şayan doğrusu.
“İki farklı hayat gözler önünde şimdi ve kesişime adım adım ilerleyişleri. Olağan bir
yaşamın, sıradan bir gününde bir tanışma anı ve her aşkın bir andan ibaret olması fikri.”
Böyle sanıyorum başta, meseleyi yani. Yazara derdin ne senin, diye sorduğumda önce
bu cevabı aldığımı sanıyorum, yanılıyorum galiba. Abartılardan, lüzumsuz dramadan,
hadsizce romantize edilmiş tahmin edilesi klişelerden uzak bir oyun bu. Biletinden, de-
korundan belli. Öyle pek şanına güvenen sanatçılar değil sahnedekiler, başrolü figura-
nından kıymetli değil camiada. Tiyatral hava gerçekliğin ruhuna işlemiş. Bir yaşanmışlı-
ğın taklidi gibi bu kurgu. Kokusunu alır gibi seziyorum bu yaşantı izlerini.
“Onu seviyordu. Onu kelimenin anlamını bildiği kadar seviyordu. Sınırlarına dayanmış,
tellere ulaşmıştı sevgisi. Bir başkasının tesiri altında kalan ve bunu utanmazca kabul
eden, kaçmaya dahi çalışmayan sözde aklıselim deli tutkun. Kendi kalbini en çok ken-
disinin kıracağından habersiz, soluksuz ve solgun, sağır ve dilsiz, yanılgılar denizinde
boğulmuş halde ve ezdiği çiçeklerden çekinmeden hala seviyordu. Kendi dilinden se-
viyordu. Ve ondan çıkan nasıl aynen kalır da değişmeden ulaşırdı bir başkasına? Ger-
çekliğin yalan olduğunun kanıtıydı bu. Onu kendi anlamında seviyordu. Ve bu sevgiyi
kendisinden başka kimse anlayamaz, tıpkısıyla besleyemezdi onu. Derdi bu muydu?”
Allahım ne dahiyane fikir, nasıl da gurulanıyorum o dakikalarda tüm derinliğini çözdü-
ğüme bu sergilenen sanatın. Hâlbuki acele ediyorum, yılların getirdiği bilmişliği amatör
bir iş alt üst edince insan böyle sarsılıyor, hezeyana kapılıyormuş anlaşılan. Devam edi-
yor diyaloglar, ara sıra monologlar. Fakat öyle şatafatlı tiratlar yok, ihtişamlı feryatlar
yahut asi sessizlikler de yok. Her şey bu sahnenin dışında, sokakta nasılsa öyle. Perde-
lerin ardı evdekilerle aynı.
“Yarım kalan bir sevgi mahvetti onu. Geri dönüp tamamlanamayacak, özrü ve affı ol-
mayan bir sevgi. Duyamadığı birkaç kelimeyle, verilen sözler ve ulaşılamadan toprağa
karışan buruk hayallerle onu yolun ortasında bırakan sevgisi. Kasıtlı değildi. Ne onun
yüzündendi ne de diğerinin. Konuşamadıkları meseleler kaldı geriye, uzunca bir vakit
yüzleşemeyeceği, içine alamayacağı fakat içinden kovamayacağı, böylece kalbinin kapı-
sında öylece duran ve aylar yıllar geçse beklemeye devam edecek olan o sızıntısı dur-
mak bilmez acı. Kendini unutturmayan adi. Yarım kalanlar, en can yakıcısıdır aşkların.”
Fevkalade! Bu satırlarda artık mevzubahis derdi anlar oluyorum. Nasıl da göz kırpmama
dahi engel oluyor artık bu oyun ben dahi anlam veremiyorum. Pür dikkat sahnedeyim,
bedenim bana ayrılan koltukta dimdik oturuyor fakat içimden kaçıp kurtulmuş, iplerini
tutamadığım meraklı ruhum sahneye fırlamış gibi. Oyuncuların ensesinde, nefeslerini
hissedecek kadar yakın, gözlerine, adımlarına, titreyen parmaklarına odaklı.
“Dilinden dökülen her hece yerlere damlıyor, yeryüzü kuru topraktan ibaret ve onun
heceleri kan gibi. Kan kaybediyor, fısıltılar kuyusunda, canı yandıkça susuyor, dindiğin-
de devam ediyor. Zamanın doğrusu yanlışı yok. Zamanın acelesi var, kaçar gibi uzaklaşı-
yor ondan, yetişmekten aciz. Kuytuda köşede merak onu izliyor belli belirsiz, gölgesinin
figüründen anlıyor. İhtimaller merakı.”
Şahşahalı bir yıkımın resmi bu oyun. Yazdıklarımdan tatmin olduğumu hissedince ar-
tık gitmem gerektiğini anlıyorum. Dakikalar geçmiş, seyirciler hala yerlerinde fısıltılar
içinde beklemekteler. Bu sefer sesli gülüyorum. Yakınlarımda oturan bir beyefendi aldı-
rış ediyor sanıyorum ki bu saygısızlığıma, durup bana bakış attığını görüyorum ben kal-
karken. O ise etrafına bir bakınıp yanındakilere dönüyor, biz de mi kalksak, diye soru-
yor uzaktan duyuyorum. E izleyici de haklı tabii, tiyatro asil bir sanattır. Başlangıcının,
bitişinin bir kuralı vardır. Oyuncuları selamsız terk etti sahneyi, hikaye bitmedi zaten.
Bunu bir ihtiyaç molası zannedenler oluyor ama kimseden ses seda yok, bir duyuru da
yapılmadı. Sinirlenenler oluyor, homurdananlardan birinin yüzünü tanır gibi oluyorum,
gözleri kızarık, ağladığı bariz.
Çıkış kapısını açtığım sırada bir genç sesleniyor. “Efendim, nereye gidiyorsunuz oyun
bitmedi ki henüz?” Elimde defterim kalemim, saçım başım dağılmış, yorgunum. “Bitme-
di, mesele de bu ya, bazen bazı hikayeler yarım kalır, hadi toparlanın artık.” Çok bilmiş
seyirciler bana inanmaz bakışlar atıyor, hızlı adımlarla sahneye çıkıyorum, perdeleri çe-
kiştirip açıyorum. Dekorlar gitmiş, sahne bomboş, sesim yankı yapıyor. “Yahu oyuncular
dahi gitmiş, kulis bomboş. Hadi gidin artık siz de, kendi hayatlarınıza devam edin.” İni-
yorum ve bu sefer beni durduran, arkamdan seslenen olmuyor, kapıyı çekip çıkıyorum.
“Sonlar insanların hevesini kaçırır ya bazen, güzeldir her biri oysaki. Yarım kalmaktan
iyidir. Bir hikayenin kötü de olsa bitişi, defterlerin kapanışı, acı da verse yapılan her
yüzleşme ve edilen her veda, ukte kalanlardan her zaman daha iyidir.”
Oyunun bitmeyişi, başlangıcından ya da içinde yeşerttiği tüm serüvenden daha iyiy-
di. Sanki sahneden mekan değiştirmek için çıkar gibi çıktı adam, vurgusu yanlış bir
cümlede devamını bekler ya insan, öyle bir tavırla işte, seslene seslene. Çıkış o çıkış!
Dönmedi. Eve dönüş yolunda şarap seçmek için girdiğim markette birden dank etti
kafama asıl mesaj. Adam öldü, kimse anlamadı. Zaten oyun da açıklamadı. Kelimelere
dökmek istemedi belki de. Yarım kalan aşkların en vahimi ölümle yarım kalmış olanlar-
dır. Tamamlanma ihtimali hepten yok olanlar, zaten ölüm değilse sebebi, hiçbir aşk ya-
rım kalmamıştır, değil mi? İnsana kurtuluşu mümkün olmayan bir sancı verir, fidan olur
zihnine kök salar. Ya başka türlü olsaydı, sorguları; ya o kapıyı çekip çıkmadan önce bir
dursaydım, ihtimalleri; ya seslendiğinde dönseydim yüzümü, hayalleri. Bir nevi deliliğe
son birkaç adım. Zihnin bildiği fakat asla idrak edemediği tek gerçeklik. Birini yokluğu
ile ölümü aynı şey değil.
Halimi bir görseniz, kalbim nasıl atıyor, sanki sahnedeki bendim. Öyle bir duygu kar-
maşası, öyle bir uyuşukluk, kabullenemeyiş, bir tutam öfke ve şaşkınlık. Sarsıcı bir ger-
çeklikti yüzleştiğim. Elimde aralarında seçim yapmaya çalıştığım iki şarap, sepetimde
birkaç yancı, ellerim dağılan mürekkepten perişan, gözlerim dolu, sahiden de deliler
gibiydim.
Üzüm aldım sonra. Şarabı, daha doğrusu şarapları da aldım tabii. Şahane metaforumla
hava atacağım diye üzümleri bekleyecek değilim. Eve gittim, üzümlerle bakıştık. Ölümle
yarım kalan her aşka kadeh kaldırdım, tokuşturacak başka bir kadeh yoktu, kendi ken-
dime küçük bir seremoni yaptım.
Üzümler, vedasız yarım kalışların haddini bildiresiye fermente oluyor şimdi. Ölüme
inat. Yıllandıkça güzelleşecek dertsiz tasasız birkaç şişe. Hikayesi yarım kalanlar içsin
diye, benden sonra.

“Onu sevmeyi seçti,


o çehreye, o bedene sevilesi bir ruhu işledi.
Aşkı kendine bir ihtiyaçmış gibi istedi.
Beden toprak oldu, ruhu asılı,
yedi renkli göğün tonlarına karıştı,
fevkalade yaralar aldı kalbi,
ihtimaller fırtınasından yeni gelmiş şimdi
kapısında bekleyen acı,
o ölene dek kapıda bekleyecek gibi.”

jeoglif
can taşan

uçmak istedin, kanatlar kopardın yol yol


savanlar düşledin, kır at ekledin ortasına
bir dev gördün, taşıdın taşlarını
haccetmek için güneş ışınlarına öykündün
çok vardı şekillerini küçültmene
tanrılara tanıtmak için kendini

bütün şaşırışlarını döküyordun çizgilere


en son Artemisyon Bronzu’nu çıkarınca ortaya
dur demek zorunda kaldım
mızrağının ucu kemiklerimdeydi

sırtımda, kilometrelerden okundu


tütsünün dansı, insomnia
ilga timur

-bu nehrin suyundan içen gölgeler dünyada yaşamış oldukları


geçmiş fâni hayatlarına dair her şeyi unuturlar.-
attığım her adım daha da büyütüyor dünyayı
dünya büyüyor, kokular çoğalıyor
gün geçtikçe
gökyüzü dumanlarla çevrildikçe, içine çektikçe
onu
onu diyorum, yani dünyayı
onsuz nasıl yaşayabilirim?
bu geceden çıkabilmek için tekrar yaşamayı denedim
hayata döndüm
mistik türküler buldum
ben bir garip idim
id’imi doyuramadım.
hiç aşk yok, o yokken.
hiç gece yok, gün yok
yok artık aşk gibi kırmızı olan tek bir yan
tütsü mumla dans ederken, ışığı süslerken dumanı, dalgalanırken
ruhumda
kim bilir kaç beden var uykuya direnen.
müzikle dirilen, müzikle dinilen
yol üstünde sağa dönülen, karşıdan karşıya geçilen
ağlayan, ağlanılan
kaç sokak var kim bilir.
kahveyle geçiştirilmiş öğünler...
ve ben biliyorum; kahveyi değil, çayı sevdiğini
eskiden haz aldığını
anıları sevsen de bazen kaçtığını.
.... hayalim olduğunu, bu nehre giren ölülerin unuttuğunu.......
ve sen biliyorsun, hiç kapanmayan bir aralık olduğunu
ayakkabılarını kapıya doğru koyduğumu,
adımların hep düşsün diye bahçeme.

ölüm ve yaşam arasında uzun bir yolun taşıdır şimdi ayaklarımı deşen.
ruhumu dehşete düşüren
gerçek seni incitebilir,
gerçek bazen incitebilir.

arabesk yanının hep yanında durduğunu, modern zihninin altında yatan küflü duyguları
biliyordum
canavarının seni
gölgeler üstüne düştüğünde ilga edeceğini.
gerçek seni incitebilir,
gerçek bazen incitebilir.
tavanda sallanana canları,
kitaplardaki çanları,
tenimi kavuran güneşi
ruhumu okşayan şiiri,
duyuyordun.
duyuyordun hazinem,
attığım adımları
yırttığım kağıtları
dilimden dökülenleri.
ölüm ve yaşam arasında uzun bir yolun taşıdır şimdi ayaklarımı deşen.
ruhumu dehşete düşüren
pastoral bir melankoli.
“Neden bu kadar geciktin Lethe?”
boğulmaktan korkmuyorum, ölüm uykunun kardeşidir.
unutumak istiyorum.

kaybolmak ölümcül bir dürtünün yaşam çanları arasında.

iç.
“kalbim, unut bu şiiri.”

ben ve onlar II
senanur apdik

Bölüm bir
Sanki neyi düşündüğümü biliyormuş gibi bana bakıyor.
Tüm tahrik edici düşünceleri siliyorum kafamdan.
Ara sıra konuşma başlatmak için sebep arıyorum:
“İstanbul’da artık kar tutmuyor değil mi?”
Basit şeylerden bahsedelim kafamı dağıtmak için senin aşırılığına ve
gözlerine ihtiyacım var. Nedir bilmiyorum sana denmesi gereken
Avuçlarının içi dökülürken
Verem olmuşken
Tenin yanmis ve saclarin dökülmüşken
Sana ne demeliyim?
Annemi seveceğim seni sevmeyi öğrenebilmek için
Bölüm iki
Kadınlar da ölü yıkar mi ben hiç görmedim
Onlar pençelerini gecirip sevdiklerinin derilerini kazırlar
Ve o ölüye bir duygu hissettirmeye calisirlar
Suçlu empatisiyle yanlışa arzu duyarlar
Tanrı cehenneme gidecek kadına eziyet ettiği için
Tüm kadın bedenlerini o yıkayacak
Yaşlı ve zevk alamayan o tanrı bana seni bahşedecek
arzularını göm
büşra nur kalaycı
-Anlat biraz daha. Susarsan delirecek gibiyim. Sesinin büyüsünden midem bulanıyor. Her
atışında saçlarını geriye, bir elim havada yakalamak için can atıyor heyecanını. Nasıl bir
yakarışla konuşturabilirim? Nasıl bir çabayla oracıkta, hemen omzunda kalır başım? Nolur
anlat biraz daha. Susarsan solacak gibiyim.
+Susarsam belki tutarsın eteklerimden. Merakından seversin belki sırf. Susarsam öpecek
gibisin.
-Ellerinin titreyişinden bildim. Tanıdım ve yakaladım o bakışları. Korkularını duvarlara
çiz. Belki de sevmek biraz aciz kalıyor bize. Seversem batacak gibiyim.
+Nefesin gözümün önünde durdukça siliyorum hayatımızı. Dişlerini sıktığın her an yırt-
mak istiyorum zamanı. Bir an bile durma-
yalım. Hissediyorum, bu an her şeyin son
durağı. Gücünden biraz güçlenmeyelim
şimdi. Gelirsen gülecek gibiyim.
-Susma çünkü ben ölecek gibiyim. Bak
çok az vakit. Bir sonraki durağa mecalim
yok. Şimdi burada öpersem dudaklarını,
bir daha dokunamayacak gibiyim. Yanında
olmak için attığım her taklada bir canımı
kaybettim. Sarı sarı saçlarımdan mavi ba-
kışlarına hisler yolladım. Delice bir his bu,
ben başaracak gibi değilim.
+Kat kat demirlerini bükecek kadar güç-
lüyüm. Bir şey inşaa etmeye de halimden
iz yok. İlk savaştığımız andan aldım ce-
saretimi. Bazen aşık bazen aptal gibiyim.
Bir yerde izledim, bir sayfada çevirdim, bir
notada dinledim. Ama çıkaramadım. Çok
yabancı bir his bu. Bir adım gelmezsen devrilecek gibiyim.
-Sessiz sırıtışlarda buluşalım ama gürültülü kahkahalar yasak bize. Nasıl diye sorarsan
uyurum. En çok rüyalarımda gibisin. Gerçeğine yaklaşırsam yanacak gibiyim.
+Geri çekilirsen gelemem. Her akşamında, bu şehrin kaybolduğum sokakları beni fısıldar
sana. Bilincinde olmak Çin işkencesi gibi. Delirirsek daha kolay ya her şey. Dizlerine çök-
sem akıllanacak gibiyim.
-Yalnızsın ve ölüsün. Benden yeterince uzaktasın. Kokumla uyuma geceleri. Bu gerçek,
40. yaşımızın vebası olarak gömülsün. Hastalıklı ruhlarımızda bize zerre yok bu duygu. Ya
herkes seni anlatsın bana ya da ben yedi kat bataklıklarda gaybdayım. Bulursan utanarak
yok olurum. Ellerimin de ihtiyacı yok tenine. Bir dokunursam yeniden doğacak gibiyim.
+Yazık ki hayattayım. Kalabalıklar içinde bakışlarına denk gelmek için her adımda yukarı
sıçrarım. Uzunluğundan sıkıldım. Bu kadar açma arayı özlersem kaçacak gibiyim. Dur öy-
lece sokağımda, varlığından besleneyim. İkimize çok görülmüş bir
adet bu. Herkes için sıradan bizim için garip. Her uçurumun kenarı bizi beklemiş. Elele
tutuşup atlarsak uçacak gibiyim.
-Bir gülüşümüzde kırk gözyaşı dökmezsek nefesimiz kesilir. Sana nefes olmak için ya-
ratıldım. Soluklanmazsan ben yorulurum. Vereceğim hesapların hepsi yargılı. Gözlerime
bakarak gülersen suçlanacak gibiyim.
+Son hamlem de bitti. Donarak sevmeye açtım pencerelerimi, bir intihardı bu. Güneşle
işbirliği yaptın. Yaklaşırsan erir gibiyim.
çizim: helin yıldız
zindanlar ve âşıklar
aycan öztekin

“Bir şarkı söyleyebilseydim veya kendimi kaybederek, kimseyi umursamadan dans


edebilmeyi bilseydim… En kötü mesela, âşık olabilseydim bari. Dedikleri gibi uykuları-
mın kaçacağı kadar çok, ondan başkasını göremeyecek kadar çok sevseydim… Yanında
rol yapmaya gerek duymayacağım birini hayal ediyorum da işte o zaman bak mutlu
olabilirdim.”
Nereden böyle bir konuşmaya geldiğimizi şu an hatırlayamasam da oldukça basit ve
önemsiz bir soru sorduğumu hatırlıyorum. Böyle bir cevap almayı beklemiyordum, bo-
calamıştım.
“Herkes şarkı söyleyebilir ki.” diyebildim uzunca bir aradan sonra. “Ben sana öğretirim.”
Sonrasında samimiyetsiz, pısırık gülüşlerimden birini yapmış, onun donuk bakışlarıyla
karşılaşmıştım. Karamel rengi gözleriyle asıl niyetimi sorguladığını sezerken onu tatmin
edecek bir cevap veremeyişimin altında eziliyordum.
Defne ile fotoğrafçılık gezilerinde tanışmıştık. İkimiz de konuşmaya zor başlardık, pek
girişken değildik. Başladıktan sonra da biri sohbetimize dahil olup uyumumuzu bozana
dek konuşurduk, fotoğraf makineleri işlevsiz süs aletlerine dönüşürdü boynumuzda.
Her gittiğimiz gezide, saraylarda, kasırlarda, doğa parklarında, benim mankenim o olur-
du. Bir gün, fotoğraf gezilerinde çektiğim tüm fotoğrafları bilgisayarıma aktardığımda
kendi duygularımın farkına varmamı sağlayacak gerçekle karşılaşmıştım. Çektiğim 3
fotoğraftan neredeyse 2’sinde Defne vardı, diğerleri ise ben Defne’yi çekmek isterken
başkalarının kadraja yanlışlıkla girmesiyle ortaya çıkan kaotik, amaçsız fotoğraflardı.
Ürperdiğimi hissettikten sonra ekranı aceleyle kapatmıştım.
O garip konuşma, gerçek anlamda tanıştıktan tam 1 ay sonra bir pazar günü gerçekleş-
mişti. Galata Köprüsü’ndeki balıkçıları çekmeye giderken onu kendime ilk defa böylesi-
ne yakın hissetmiş, soru bombardımanına tutmuştum. Mantıklı ya da mantıksız sorular
soruyor, sohbetimizdeki 1 saniyenin bile onun sesinden mahrum kalmasını istemiyor-
dum. Ağzım kulaklarıma varana kadar arsızca gülümsüyordum. Ta ki ondan böyle bir
cevap gelene dek. Ne yapacağımı bilememiştim. Sesinde hem sitem hem acı vardı, kime
karşıydı? Bu cevaptan sonra bir türlü baş başa kalamamış ya başka biri sohbetimize
dalıvermiş ya da biz ayrı düşmüştük. Bir veda bile edemeden günü kapatmıştık, içimi
haftalarca kemirecek kurt da o günün akşamında düşmüştü.
Eve gittiğimde, vedalaşamadığımızla ilgili kendimce komik -muhtemelen bayağı- bir
mesaj atmıştım. Her dakika telefonumu kontrol etmekten gözlerim dışarı fırlayacaktı.
Ama cevap yoktu. İki gün sonra ise önümüzde gezi hakkında bir mesaj göndermiştim,
bir öncekine göre daha endişeli ve daha meraklı tondaydı. Beklenti içerisine girmeme-
ye çalışsam da telefonumun her bir titreşiminde korkuyla karışık bir heyecanla ekrana
bakıyordum. Cevap yine yoktu.
Nisanın sevimsiz yağmurlarının sokakları yıkadığı o pazar günü Yedikule Zindanla-
rı’na gitmemdeki tek motivasyon Defne’ydi. Ne Genç Osman’ın nasıl öldürüldüğü ne
de çekeceğim fotoğrafların teknik açıdan mükemmelliği beni ilgilendiriyordu. Kadıköy
İskelesi’ne yürürken onun her zamanki düşünceli bakışlarından başka bir şey aklıma
getirmeyi beceremiyordum.
Gelmemişti.
Grubumuzu 15 dakika kadar beklemeye ikna ettim, gelecekti o. Defne hiçbir geziyi
kaçırmazdı, trafiğe takılmış olmalıydı. Beklemezsek ayıp olurdu hem. Hiç mi aramızdan
biri geç kalmamıştı sanki? Olurdu arada böyle.
15. dakikanın sonunda gruptan sitemler yükselmeye başlamıştı, daha fazla onları oya-
layamıyordum. Her öne sürdüğüm mazerete bir antitez üretiyorlardı. Onların anlamsız
sabırsızlıkları ve düşüncesizlikleri beni deli edecekti neredeyse. Israrlarına dayanama-
yarak, grubumun Defnesiz Yedikule Zindanları gezisine katıldım. Vapurdakilerin hepsi
mutlu, bir ben mutsuzdum sanki.
Az önceki alınganlığımı bir kenara bırakıp, yakın olduğum olmadığım herkese Defne ile
ilgili bir şeyler bilip bilmediklerini üstü kapalı sormaya çalıştım. Cevapları oldukça kısa,
net ve olumsuzdu.
Yalnızca 60’lı yaşlarda, hayli pahalı ekipmanlara sahip olduğundan sağlam bir kazancı
olduğunu tahmin ettiğim Ethem Abi kaşını gözünü oynatarak:
“Siz daha bir yakındınız, ne oldu küstünüz mü?”
Yine başım her sıkıştığında o anlamsız, yapmacık gülümsememi takındım. Bu davra-
nışımı bir an önce bırakmalıyım, diye aklımdan geçirirken boynumdan alnıma kadar
kızardığımı hissettim. Ethem Abi’den son hız uzaklaşıp en öndeki rehberin peşine ta-
kıldım.
Rehberimiz zindanın hikâyesini anlatırken kasvetli pazar günü gittikçe içinden çıkıl-
maz bir hâl alıyordu. Gruptakiler de sanki tüm infazlar hemen o an önümüzde gerçek-
leştiriliyormuşçasına zindanın her bir köşesinde şaşırıyor, üzülüyor, kafalarını çaresiz-
likle sallıyorlardı.
“Ne acı,” dedi orta yaşlı, kokoş bir teyze. “Bu şekilde öldürülmek korkunç, tam bir fe-
laket! Üstelik kendi askerlerin tarafından. Son dakikalarında ne büyük acı çekmiştir…”
“Asıl felaket ölüm değil, ölümü beklemek.” Hiç düşünmeden söze başlamıştım, pek
alışkanlığım olmayarak. “Eminim ki burada ölenlerin tek isteği kaçınılmaz ölümlerinin
hemen gelmesidir. Ne yaşadıkları ihanet ne ölümün soğukluğu akıllarına gelmiştir. Ama
beklemek… Beklemek zor, seni içten içe kemirip tüketmesine dayanmak, en büyük fe-
laket bu asıl.”
Tüm zindan bir anda sessizleşti. Bazıları hâlime üzülür gibiydi, bazıları ise gözlerini
kaçırdı. Sessizliği bozan rehberimiz oldu, dediklerimi Genç Osman ile bağdaştıran sa-
dece oydu.
“Dediklerinize pek katılmıyorum, Genç Osman oldukça direnç göstermiştir işkence-
lere…”
Defne’nin son sözleri ve bana bakışları bir yıldırım hızıyla geçti zihnimden. Ne his-
sedeceğimi bilemiyordum, ümit ve ümitsizlik arasında savrulup gidiyordum. Onu tek-
rar görebilmek veya bir cevap almak için girdiğim bekleyiş beni duygusal bir felakete
sürüklemişti, sonumu ufukta görüyordum ama acımın bitmesi için güneşin doğmasını
beklemek zorundaydım.
Tanışalı yalnızca 1 ay olmuş birine nasıl böylesine bağlanabiliyordum? Hangi özelliği
etkilemişti beni? Takıntı mıydı konuşmamızın verdiği belirsizlikle yoksa…
Dürüst olmam gerekirse, öyle kolay âşık olmam. Bu özelliğimden dolayı kalbimin taş-
laşmış olduğuna inanmışımdır çoğu zaman. En son ne zaman âşık olduğumu bile ha-
tırlamam, sanırım en son 8-9 sene önce üniversite yıllarında küt, kestane rengi saçlı,
sevecen bir kıza âşık olmuştum. Arkadaşlarımın insanüstü çabalarıyla Işıl’a- adı buydu-
açılmış, karşılık da almıştım. Çok uzun sürmemişti, 1 dönem anca beraber olmuştuk.
Ayrılmak isteyen o olmuştu, sebebi neydi hatırlayamıyorum. Ama bir süre sonra ben de
ondan vazgeçmiş olmalıyım ki pek üzülmemiştim ayrılalım teklifine.
Şimdiyse aradan seneler geçmiş, ergenliği ve ilk genç yıllarımı geride bırakmış “koca
bir yetişkin” olmuşken ilk defa birine bağlanmak için böylesine çabalıyordum. O kadın
ise ortalıklarda yoktu, kaçırmıştım, uzaklaştırmıştım kendimden.
Haftalarca gelmedi, her yerden ulaşmaya çalıştım. Fotoğraf kursundan aldığım e-pos-
ta adresine bile yazdım, onun için endişelendiğimi, en azından sağlığının iyi olduğunu
bana yazmasını istedim. Artık bir utanmaz olmaya karar vermiştim, düzenli aralıklarla
yazıyordum, sanırım yazmak insana ayrı bir cesaret veriyor.
Kayıplara karıştığı haftadan tam 3 hafta sonrasında, yine bir fotoğraf gezisinde ortaya
çıktı. O gelir umuduyla 3 hafta boyunca, deyim yerindeyse elim kanda bile olsa gezilere
katılmıştım, yollarını büyük bir açgözlülükle bekliyordum.
Kadıköy İskelesi’ne grupla buluşmak için gittiğim sıcak bir mayıs pazarında onun ince
ama sağlam bedeni gemiye yol gösteren bir deniz feneri misali beni kendisine çekiyor-
du. Koşar adımlarla yanına gittim, hayalimde canlandırdığım konuşmayı hatırlamaya
çalıştım, heyecandan düşünme yetimi kaybettiğimden pek faydası olmadı.
“Sonunda gelmişsin, meraktan çıldıracaktım neredeyse.” Bunu söylemeyi hiç hayal et-
memiştim, kendimi onun varlığına muhtaç göstermiştim. (E, öyle değil miydim?)
“Özür dilerim, çok özür dilerim. Tüm mesajlarını dün okuyabildim.” İşte karşımda, sağ-
lığı yerinde görünüyordu, artık gerisi önemli değildi. Tek istediğim onu, zihnimde yer
tuttuğu şekilde, melankolisinin arkasına saklanmış güçlü bir kadın olarak, tekrar göre-
bilmekti.
“Erkek arkadaşımla… Eski erkek arkadaşımla… Bazı sorunlarımız vardı, onları bir sonu-
ca bağlamak istedim, erteledikçe erteliyordum. Sonunda hallettim.”
“Hallettiniz,” dedim sinirle gülerek. “O da iyiymiş.”
“Çok özür dilerim, binlerce kez. Sana haber vermem gerekirdi.”
“Bana neden haber verecektin ki? Sıradan, önemsiz bir kurs arkadaşınım sadece.”
“Hayır, tabii ki de. Kahretsin, hepsi benim hatam.”
Homurtular ve iç çekmelerle geçen bir sessizlik yaşadık.
“Bana neden öyle söyledin ki? Hiç âşık olmamış gibi konuştun? Hayatında çoktan biri
varmış zaten.”
“Vardı,” dedi. Gülümseyerek acı kahve saçlarını, narin bir el hareketiyle omuzlarına
attı. Kafasını sağa sola devirerek söyledikleri iskeledeki sabırsız yolcuların konuşmaları
arasında kayboluyordu. Tekrarlamasını istedim, yine duyamadım. Uzaklardan fotoğraf-
çılık kursunun hocası gelmem için ellerini aceleyle sallıyordu. Muhtemelen Defne’yle
değil başka biriyle konuştuğumu zannetti.
“Hadi, sen git. Yine konuşacağız nasıl olsa, vaktimiz de var.” İşlediği suçun farkında
olmayan bir çocuk karşımda duruyor, beni ne yapmam gerektiği konusunda yönlendi-
riyordu.
Ne demek istediğini anlamadım, sinirliydim.
“Hadi, git.” dedi tekrar bağırarak.
“Sen yoksan umurumda değil ki gezi.” dedim. “Seni görebilmek için geliyordum.”
Yine bir çocuk gibi, karnını tutarak güldü. “Söylediklerimi bir düşün istersen. Yarın iş
çıkışı tam burada buluşuruz. Belki karaokeye gideriz.” dedi. “Bana şarkı söylemeyi öğre-
tirsin, dans da ederiz.”
Ethem Abi kolumdan çekip vapura sürüklemese Defne’nin arkasından öyle bakakalma-
ya devam edecektim.
“Durumlar pek iyi değil herhalde, ha?”
Durdum. Defne’nin az önce söylediklerini, o garip konuşmamızı ve tüm haftalarımızı
düşündüm. “Eski,” diye mırıldandım. Bir kelimeyi bu kadar seveceğim aklıma gelmezdi.
Yanılmıştım ve yanıldığım içim ölesiye mutluydum.
“Ethem Abi,” dedim. “Sanırım durumlar o kadar da kötü değil.”
İkimiz de kahkahayı bastık.
balık marketlerinden mektuplar
asiye güzel

sevgili k.,

sen bana bakmazken


ben balık marketlerini gezmekle meşguldüm.

balıklarla göz göze gelmeyi severdim. satıcılar bana sinirlenip bağırırdı.


o kadar dikkatli bakardım ki, insanlar bozuk zannederdi. işlerine kıt vururdum.
bozuk balıkları severdim. gözleri buğulu olurlardı. beni görmezlerdi.
kötü kokarlardı. öleli uzun zaman geçmişti.
kimse onları istemezdi.
ben satın alırdım.
göle atardım.
evlerine.

minnet duymazlardı.

hayırseverliğimden yapmıyordum. hayırseverin tam tersiydim. kendimi düşünüyor-


dum elbet. kokmuş balıkları, keskin sarımsak sokakları, saçları küf tutmuş dilencileri
severdim. yatağımın çarşaflarını çok sık değiştirmem gerekirdi. akrabalarım bu sapkın-
lıklarımdan hiç memnun değildi. arkadaşlarımdan hep bir şeyler saklamam lazımdı. bir
şey uysal yumuşak başlı ise ağlamaya başlardım. çocukken “ya ben bir rüyadaysam” diye
düşünüp uyuyamazdım. yıllarca avrupa’da yaşadım. sonrasında hep istanbul’a döndüm.
galiba cumhurbaşkanımıza aşıktım.

kötü bir şey değil bu. birilerinin bu dünyadaki zavallıları, tekinsizleri, kimsesizleri sev-
mesi gerekir. dünyanın yükünü bu insanlar taşır. ama kolay bir iş değildir bu. çünkü
senin efsunlandığın kusurlar, yüz buruşturmalar, öğle güneşi laflar, bir gün gelir sana
döner. doğaları budur. bu güzel renkli kabarık pençeler bir gün seni çırılçıplak bırakır.
tırnaklarını ciğerine sokar. çıkarmasan içinde büyür, çıkarsan kanar öldürür. sen de ona
benzersin. sen de onu ısırırsın küçük küçük, intikamını öyle alırsın.

senin de pullarını çok yoldum, biliyorum.

sevgili k.,

sen beni görmezken


ben mahallede tavla oynamakla meşguldüm.

sürekli kaybettiğim emekli bir amca vardı, hardal gözleri bacaklarımı sarartırdı. odam-
da dört mevsim yılbaşı ışıkları ve lavanta tütsüleri olurdu. en büyük hayalim, seni eski
evimdeki yeşil odamda öpmekti. yeşil dünyanın en adil rengiydi, kız erkek ayırmazdı.
orayı severdin, emindim. çarpık asfalta bakardı camım, aşağıda küçük bir bahçe vardı.
ben küçükken bir kedi doğum yapmıştı. yavrulardan bir tanesi benim olmuştu, ismi
Tavşan’dı. kahveli kürkü, odamın yeşilinden gözleri vardı. senin beni görmeni beklerken,
beraber albümlerimi baştan dizerdik, hangisini sana dinletmeliyiz diye kavga ederdik.

sen beni görmezken, sevgili k., ben tüm emekli amcaları tek tek odama getirdim. aslın-
da amacım çocukluk fotoğraflarına bakmak, beraber kahvaltı yapmaktı. kahvehanedey-
ken sık sık torunlarından bahsederlerdi; odamda bahsetmediklerinde şaşırdım. gittik-
lerinde Tavşan bana kızardı, emeklilere alerjisi vardı. onun sevdiği albümü çalıp kalbini
alırdım.

sen yokken her gece tavana yeni bir fosforlu yıldız yapıştırıyordum

sevgili k.,

sen bana dokunmazken


ben kendime yeni dünyalar kurmakla meşguldüm.

sürekli hayallerde yaşadığım için annem bana kızardı. saflığım yüzünden canım yana-
caktı. yabani derdi bana, kaçıyorum insanlardan diye, halbuki ben dönüp de üzerlerine
koşardım. sen bana dokunmazken, sevgili k., benim bir şeyler hayal etmem lazımdı, se-
nin bana dokunduğunu hayal etmem lazımdı. seni sık sık ölüm döşeğinde düşünürdüm,
buruşuk ve esmer olurdu ellerin, serum takıp avcuma alırdım. yanında kalırdım gece
gündüz. nasihatlerine ihtiyacım vardı. her şeyden çok, sevgili k., benim senin nasihat-
lerine ihtiyacım vardı.

işler çok kötüye gittiğine ve dayanamadığımda daha fazla, seni futbol sahasının önün-
den geçerken hayal ederdim. hani o işinin yanındaki saha, beraber lise maçlarını izler-
dik, sen bana arkadan sarılıp ensemde soluklanırdın, nefesinin buharı kulağımı ısıtırdı.
akşamleyin tüm sokakları gezmek isterdin, yatağa girdiğimde halim kalmazdı. küçükken
ailen seni futboldan almıştı. turist sezonu gelince beraber sahile inerdik, oysa ben gü-
neşten nefret ederdim sen de kalabalıktan, olsun, bira içerdik, denize girerdik. çarpık
yüzerdik, dalgalar vurunca toplum sağlığına tehlikeydik. bir şey olmaz, derdim sana,
şişman bir polis amcayı tanıyorum, tutuklansak da bir şey olmaz.

sen bana dokunmazken, sevgili k.,


ben bana dokunduğunu hayal ederek
yeni dünyalar kurmak zorundaydım.

başka türlü devam edemezdim.


bir şeye tutunmam gerekiyordu.
senin de tutunduğunu hayal ederek, sevgili k.,
yeni dünyalar kurdum kendime.
virgül
mislina bursal

Uyuşturuyorum beynimi, bir sahneden diğerine. Perde kapanıyor ve yeniden açılıyor


her sabah, olanca bağımsızlığıyla benden, her gün, bir kez daha.
Aynı camın önüne benzer bir kararsızlıkla tünüyorum ve labirentin içinde bir duvardan
öbürüne çarparak yaşanıyor gün denen.
Uyuşturuyorum ki karşıt bir ivmeyle önünde duramadığım ne varsa, geçip giderken
izlemek zorunda kalmayayım kendi sefilliğimi. Sansürlerle dolu içsel avuntularımı tüm
çıplaklığıyla serememekten gerçeğin gün yüzüne, bir halka daha ekleniyor göz altlarıma
ki kendimden ağır bir yük gibi biniyor omuzlarıma

•geçmişin belli belirsiz pişmanlıkları.

Başka yüzleri izliyorum, benimkilerden sonsuz uzaklıkta ve hiç ben gibi olmayan. Böy-
lece bir kara bulut gibi üstüme çöken akrep ve yelkovan tekrardan yavaşlıyor zamanın
yalnızca evde gerçekleşen gizemli bükülmelerinde.

Odalarca yalnızlık zehirli dumanında boğuyor git gide silikleşen renklerimi.

-Doğru soruları cevapsız bıraktıkça şimdinin akışını fark etmek mi? -

Tanımak için tekrar teste tabi tutuyorum ve eleniyorum kendimden. Yeni yaşımla daha
da ağırlaşıyor başım. Tutamıyorum dik ve hadım edilmiş veliahtın sol taşağına hapsoldu
hayata doğurganlığım. Yaratmıyor, tüketmiyor ve yalnızca biriktiriyorum günleri, ya-
şanmamış takvimlerinde.

Kim var içimde açlığına dayanamadığı toz pembe seyirlerin? Eski mobilyalar, çocuk-
luktan kalma anlarla bir çember gibi alıyor içine şimdiyi. Tozu bir değil bin günlük gibi
her silkelediğimde kendimi.

Kırılmış ve tekrar yerine konmuş

her an düşmeye sonsuz bir meyille duruyorum rafımda,


o eski büfelerden birinde,
ihtiyaç anında

“kırılacak”.

Sonu gelmeyen denemelerle dolu arşivim ve biriktiriyorum ölü duyguları tamamlan-


mamış hikayelerde. Özlü sözlere değil noktaya ihtiyacım varken bile köprüler arıyorum
çırpınırcasına bir bağlamın ardından. Ben ve benden taşan kelimeler düğümlenmiyor
son bir cümleyle. Hikayem gerçekten bitene kadar, bana dair yazdığım her denemeyi
bir virgülle kapatmaya karar veriyorum. Üç nokta değil çünkü şimdi bitmiyor anlatma
hali, yalnızca bir nefes, basit bir ara.

Ben bana dair haykırışları ancak sığındığım ve tarihe kazıdığım cümlelerde saklıyorum
the big five*
zilan damla polat

Sana karşı çok fazla beklentisi var, annenin. Bunu her “Muazzez” diye bağırdığında hissediyor-
sun. Ayrıca biliyorsun da hiçbir zaman onun beynindeki gibi olamayacağını. Al işte, yine çağırı-
yor. Akrabalara, misafirlere, ahbaplara gel bi hoş geldin de, diye bağırıyor salondan. Niye ki? Yok
alınıyorlar yok öyle yok böyle yok şöyle… Bir insan neden hoş göründüğü söylenmedi diye alınır
ki? Sanki aradaki bağ kan bağının daha ötesine geçiyormuş gibi… Altı üstü yılda sadece iki ya da
üç kez görüşüyorsun onlarla. Her seferinde zorunluluktan oluşan o bağı güçlendirmek için çaba-
lamaya ne gerek var? Garip geliyor sana bütün bunlar. Anlayamıyorsun ve korkuyorsun sadece.
Çırılçıplak olup, bütün kusurlarınla karşılarına geçiyormuş gibi hissediyorsun. Her bir bakış ve
her bir ağız hareketi iğne gibi batıyor çıplak bedenine. Çünkü bürünemiyorsun farklı farklı rolle-
re, gittiğin her yerde başka biri olmak yerine kendini saklıyorsun. Sana daha sahici geliyor. Böyle
uyum sağlamaya çalışıyorsun sen de dünya üzerindeki bütün sosyal normlara. Annen ve akraba-
ların da sırf bu yüzden sana buz gibi olduğunu ve geçilmez duvarların olduğunu söylüyorlar. Oysa
sadece rahat bırakılmaya ihtiyacın var ve biraz da akışına bırakmaya. Biliyorsun o zaman çözülür
bir şeyler.
Ama yok annenin senden çok fazla beklentisi var. Çünkü sen onun için sadece bir heykelsin ve
ne olursa olsun her zaman sadece ona aitsin. Seni isterse kırar, isterse döver, isterse sergiler,
isterse sever, isterse okşar ve hatta isterse seni çöpe bile atabilir. O da bir sanatçı olarak seni ser-
gilemek istiyor. Alın, bakın, inceleyin bunu ben yarattım, diye senin üzerinden hava atmak istiyor.
Bu yüzden sana karşı bu beklentileri… Yarattığı eseri sevmek yerine kendi egosunu yükseltmeyi
seçen klasik bir sanatçı sadece… Sen de mecburen gidiyorsun, bunları düşünerek salona.
Kahverengi eşikten adımını atar atmaz bütün kafalar sana dönüyor, aynı anda. Pusulanın içinde-
ki oklar gibi onlar da aynı an da kuzeyde olan sana bakıyorlar. Annen dışında beş tane daha kadın
var. Her birinin yüzü, bedeni ve sesi tanıdık geliyor, fakat buna rağmen isimlerini bilmiyorsun.
Çünkü zaten farkındasın; anı yoksa isme de gerek yok. Kadınlardan üçü kanepe de oturmuş. Diğer
ikisi de salonun sağ tarafındaki tekli koltuklarda bacak bacak üstüne atmışlar. Annende salonun
tam ortasındaki sehpanın önünde, sırtı salonun girişine dönük bir şekilde yerde bağdaş kurmuş.
O an tek düşündüğü:

kimsenin çayı bitmesin!

AMAN kimse rahatsız olmasın!

kimse sıkılmasın!

O kadar bu üç okla meşgul ki sana dönen kafaları bile göremiyor. Tekli koltuklarda oturan kadın-
lardan biri -görece diğerlerine kıyasla daha kilolu ve daha beyaz saçlı olan- sana bakıp, Hoş geldin
Muazzez. Aslında senin bize bunu demem gerekirdi ama yüzünü gören cennetlik, deyip gülmeye
başlıyor. Aynı an annen de kafasını arkasına döndürüp; sana bakıyor. Sadece senin anlayabilece-
ğin ağız hareketleriyle ve sessiz bir şekilde, Niye üstünü değiştirmedin? Bari saçlarını tarasaydın.
Sadece beni rezil etmek için dünyaya gelmişsin, diyor. Tabii sen annenin bu çelişkilerine alışkınsın.
İçinden tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar ve tekrar sorgulamıyorsun, madem onu rezil
edeceğimi düşünüyor o zaman neden beni bu insanların yanına çağırıyor? Diye. Biliyorsun çünkü,
dünyadaki üzerindeki bütün insan sarraflarının dediği gibi: Çelişkiler hayatın birer parçasıdır ve
hatta hayatın kendisidir, falan fistan…
Gidiyorsun o an sana bunları söyleyen kadının yanına. Annenin ateş gibi bakışları üzerindeyken,
tek temennin duyulabilecek bir sesle “Hoş geldiniz” demek. Bir de kadının aşırı pudralı ve şeker
kokulu yanaklarını öpmek. Sonra diğer kadınlara da aynı şekilde yaklaşıp, odana kaçmak. Mağa-
rana. Sığınağına.
1. İlk kadının yanına yaklaştığında biraz eğiliyorsun. Çünkü yanaklarını öpüp, “Hoş geldi-
niz” diyeceğin kadın istifini bozmadan, oturuyor yerinde. Sen kurulmuş bir müzik kutusu
gibi bu iki eylemi bir şekilde ve kendi çapında yapmaya çalışırken o konuşmaya başlıyor:
“Bak kızım hoş bulduk ama senin bu tavırların hiç iyi değil. Bu ne böyle daha genceciksin.
Azıcık enerjik ol. Dışa dönük ol. İnsanlarla bir şeyler paylaş. Gez, toz, eğlen. Konuş, sohbet et.
Böyle olursan yalnız kalırsın. Kimse seni sevmez de almaz da. Evde kalırsın valla. Bakmazlar
yüzüne. Cana yakın ol. İçten davran. İnsanlara ihtiyaç duy azıcık. Bu ne böyle! Aaaaa sanki
seksen yaşındasın. Olmuyor, böyle. Kimse senin içindekini bilmiyor. Şu dünyada insanlara
gösterdiğin kadar varsın ve bir yerin var. Hayır canım öyle olmasan bile azıcık mış gibi yap
ki sana yer açsınlar. Kaybolup gidersin sonra, kendi dünyanda.”
Bu lafları işitirken sadece suratına bakıyorsun kadının. Anlamamış gibi davranıyorsun. Anlayacak
kapasiten yokmuş gibi. Sanki bir şeyler oluyormuş ama sen asla ve asla görmüyormuşsun gibi.
Böylesi daha uygun çünkü. Ses çıkaramazsın, ayıp. Öyle der annen, Daha fazlasıyla muhatap olma,
diye bağırıp durur. Kadın bunları söyledikten sonra suratına kocaman bir gülümseme yerleştiri-
yor. Ellerini tutup, senin için diyorum kızım, diye söyleniyor. Sen de aynı şekilde gülümsüyorsun.
Yılda sadece üç defa gördüğün biri için bu kadar önemli olmak o kadar hoşuna gitmese de gü-
lümsemeye devam ediyorsun. Bakışların hala ondayken, diğer tek koltukta oturan kadının yanına
gidiyorsun. Fakat bir tuhaflık oluyor o an. İlk konuştuğun kadın sanki bir videonun durdurulması
gibi duruyor. Aynı bakış, aynı otuz iki diş ve aynı gülüş… Hayatının o anına kalın ve dayanıklı ipler-
le ince ince dikilmiş gibi sabitleniyor. Adete suyun sıfır derece donması gibi donup, kalıyor. Ne bir
hareket ne kırpılan bir göz ne de en ufak bir hayat enerjisi. Şaşırıyorsun. Kadına bakmaya devam
ediyorsun, sen bakarken kadının gözlerinden damla damla kanlar akmaya başlıyor. Hayatının o
anına dikilen otuz iki dişin beyazlığı kanla karışıyor. Yani evet, kadın hem hareket etmiyor hem
kan ağlıyor hem de senin iyiliğini düşündüğü için çok mutlu.
O an etrafındaki diğer kadınların ve hatta annenin bile hareketliliğine rağmen onun hareketsiz-
liği ve kan ağlaması tuhaf geliyor. Ama sen bu tuhaflığa değil kimsenin bunu fark etmemesine şa-
şırıyorsun. Tam ağzını açacakken yanına gittiğin ikinci kadın kolundan çekip konuşmaya başlıyor,
birinci kadının kandan göz yaşları ise ilk başta üzerindeki beyaz gömleğe ve oradan da koltuğun
demirlerinden sıyrılıp yere damlıyor. Kan, beyaz gömlek tarafından emilmeyi reddederken sen bu
sefer de ikinci kadının söylediklerini dinliyorsun:
2. “Ayşe ablaya kesinlikle katılıyorum. Hayır bak, geçen sefer geldiğimiz de üzerinde yine bu
kıyafet vardı ve saçını da tam olarak bu şekilde örmüştün. Yani kızım değiştir kendini. Saçını
değiştir, yaşam tarzını değiştir, kıyafetlerini değiştir, hayatını değiştir. Bak ben mesela her
zaman yeniliklere yeni insanlara yeni olaylara açığımdır. Evimdeki dantelleri bile sırf bu
kadar yeniliğe açık biri olduğumdan dolayı sattım valla. Sende öyle ol. Kurtul şu eskilerden.
Hep aynı saç hep aynı kıyafet olmaz ki. Hep basmakalıp şeylerden oluşuyor, bütün varlığın.
Yapma böyle yazık sana. Biraz karmaşık şeyler yap, yaratıcılığını kullan. Zorla kendini. Dı-
şarı çık. Paraşüte bin. Sanatla ilgilen. Çünkü sanat herkesi her şeyi değiştirir. Yani bir evrim
geçir. Olmaz böyle, cidden. Annen seni nasıl yetiştirmiş anlamadım ki valla.” Diye konuşuyor
kadın.
Son sözüyle beraber o da tıpkı birinci kadın gibi donuyor. Hiçbir değişiklik yok onun da bede-
ninde. Güneşin sonsuz hareketsizliği gibi o da mıhlanıyor o anın içine. Ağzı hala “a” harfini söyle-
menin verdiği şekille açık kalırken, bu sefer onun da burnundan kan damlaları geliyor. Yine aynı
şekilde ilk başta ikinci kadının üzerindeki tişörte damlayıp sonra da koltuğun demirliklerinden
aşağıya yuvarlanıyor damlalar. Sen de gerçekten korkuyorsun artık. Kesin, diyorsun. Ben şu an
kesin aklımı yedim. Beynim de bir sorun var. Ya da sanırım mağaramdan çok uzun süredir çıktığım
için birtakım mucizeler görüyorum. Niye annem ve diğer üç kadın fark etmiyor bunları? Neden
bir tek ben görüyorum, diye sorguluyorsun içinden. Bu sefer dünyanın sonuna kadar inanacağını
düşündüğün insan sarraflarının aksine hayatındaki çelişkiler seni korkutuyor, ilk defa.
Tabii hala nasıl tepki vereceğini bilmiyorsun. Çünkü tecrüben yok, hayatın içindeki çelişkili mu-
cizelere karşı. Fakat buna rağmen diğer üç kadın ve annenin hareketi devam ediyor. Aynı an da
kanepe de oturan kadınlardan biri ayağa kalkıyor. Zaten yıkıldı yıkılacak olan bedenini tutup seni
kendi oturduğu, kanepenin sağına doğru çekiyor ve konuşuyor. Galiba sıra onda:
3. “Çok hak veriyorum valla ikisine de. Yani biraz düzenli bir hayat kur kendine. İçinden
ezik olmak geliyorsa bile bunu kontrol et. Kaçta kalktığını, kaçta yattığını ve hatta kaçta tu-
valetinin geleceğini hesapla. Bak hayat çok kısa, sana verilen zamanı tasarruflu ve iyi kullan.
Şu an gençsin, sağlıklısın ama ilerde de böyle olacak mı acaba? Bunları düşün, hesapla. Ben
her gün ne yemek yapacağımı bile hafta başından belirliyorum. Yoksa çoluk çocuk koca aç
kalırız. Beni sevmezler. Onlar sevmezlerse ben ne yaparım. Bak seni de kimse sevmez böyle
yaşarsan. Hayır yani, değişemiyorsan veya dışarıya yönelemiyorsan o zaman en azından
başarılı ol. Düzenle, tertiple. Her zaman her kötü olaya her misafire her insana açık ol. Bir
program oluştur. Bak az önce annen söyledi odan çok dağınıkmış. Yapma kızım bunu kendi-
ne. Düzenle biraz, toparla odanı.”
Cümlelerini bitirdikten sonra sanki öyle olması gerekiyormuş gibi o da donuyor. Artık şaşırmı-
yorsun. Bir bozukluk ve bir hata var farkındasın ama o an düşündüğün tek şey, acaba bu kadının
neresi kanayacak, oluyor. Tam sen bunu düşünürken onun da açık kalan ağzının kenarlarından
kan damlaları birbiri ardına dökülüyor. Biraz kafanı eğip bakınca damlaların dilinden geldiğini
görüyorsun. Bu bir mekanizma diyorsun. Herhalde bir sistemin içerisindeyim. Ya da yapay zeka
falan. Şimdi acaba hangisi konuşacak, diye düşünürken üçüncü kadının sol tarafındaki dördüncü
kadın konuşmaya başlıyor:
4. “Kızım bir de bence biraz uyumlu ol insanlara karşı. Her zaman iyi ol. Her zaman iyi
niyetle yaklaş. Yani görüyoruz bazen misafirliğe geldiğimizde hemen yanımıza geliyorsun
bazen de saatlerce sürüyor gelip bir selam vermen. Yani anladık böylesin ama sırf sen rahat
olacaksın diye insanlara selam vermemen, bu tarz bir edepsizlik yapıp o insanları küçük
düşürmen doğru mu? Saygılı ol bize karşı. O kadar yol geliyoruz sizde bir çay içelim diye.
Arkadaşça yaklaş yani bize. Cömert ol. Bu kadar kötü niyetli olma. Ayrıca bizi sevmesen bile
sen her zaman annene yardım etmek zorundasın. Nasıl bir kız çocuğusun sen? Sırf insanlara
selam vermemek için bir kız hiç annesine yardım etmez mi? Kadının ayaklarına su bastı.
Azıcık empati kur. Bizimle ilgilen, anla.” Diyor ve aynı an da hem donuyor hem de onun da
kulaklarından damla damla kan akıyor. Akan damlalar ilk başta kollarına, oradan kanepenin
minderine ve oradan da yere damlıyor.
Artık kesinlikle eminsin beşinci kadının da koşuşacağına. Oraya konulmuş bir biblo gibi izliyor-
sun, kasetin oynamasını. Salona, o kadınların arasına ve belki de yaşadığın hayata ait değilsin.
Bunu biliyorsun. Bugüne kadar yaşadığın ve yaşayamadığın birçok şey daha gerçekçiydi sadece.
Aslında ne onlar sana ne de sen onlara aittin. O anki sorgulaman ise ufacık bir dürtüydü belki de
artık anlıyorsun. Tabii beşinci kadın yine de konuşuyor:
5. “Hak veriyorum hepsine ama sen hiç mi rahatsız değilsin bu hayatından? Hiç mi öfkelen-
miyorsun. Biraz sinirlen. Çok sakin gözüküyorsun. Sanki yaşadığın hayattan memnunmuş-
sun gibi. Hayır, biliyoruz yani değilsin. Bir ağla, bir kendine gel. Hiçbir duygunu göremedim
ben senin. Öyle silik, kopuk birisin. Biraz duygularını belli et. Biraz içinde bulunduğun koşul-
lardan rahatsızlık duy. Yani sana baktıkça ben sinirleniyorum. Azıcık strese gir. Hayatının
en güzel yılları. Hak ettiği değeri vermiyorsun sen bu yaşlara. Bi beş yıl sonra pişman olur-
sun, yapma böyle şeyler. Bak o kadar eleştirdiler seni ağzını açıp tek kelime etmedin. Hiç mi
kızmadın? Ben olsam çoktan ağlamıştım, canım benim. Yani gençsin, bünyen her duygu için
müsait. Neden uçlarda yaşamıyorsun ki? Valla anlamadım seni.” Diyor.
Aynı anda kadının bedenide tıpkı diğerleri gibi duruyor. Onun da çıplak ve açıkta olan derisinin
her parçasından kan damlaları akıyor. Kollarının, ellerinin, görünen ayak bileklerinin, yüzünün ve
boynunun derisinden kan tomurcukları, bir iz veya yara olmamasına karşın yere dökülüyorlar.
İşte tam o an bütün bu senaryo ve mekanizma boyunca ilk defa fark etmediğin bir şeyi fark edi-
yorsun. Bu beş kadınında vücudundan akan kan damlaları salonun zemininde bir kan gölü oluş-
turmuş. Çıplak ayakların ve hatta annenin bağdaş kurduğu bacakları da kan gölünün içerisinde.
Fakat bu kan gölü hala salonu aşamamış. Girişteki eşiği geçememiş.
Artık içinde bulunduğun o anın bitmesini isteyerek, kafanı annene döndürüyorsun. Gülüyor.
Bakışları ateş etmekten veya sinirli olmaktan veya zihnindeki o hayali üç oku takip etmekten çok
uzak. Bütün beklentilerini oluşturan bu kan gölünün içerisinde çok mutlu. Çünkü farkında, bu
kadınların her biri kendi duyu organlarını onun beklentileri uğruna feda etti. Sırf onun beklentile-
rini gerçekleştirmek uğruna senden daha fazla uyaran alarak bedenlerini dondurdular. O yüzden
rahat. Ama sen değilsin. Gitmek istiyorsun, sana ait olmayan bu andan. Geldiğin gibi olmasa da
salonun eşiğine doğru yürüyerek, ilk adımını sol ayağınla atıyorsun. Eşiğin dışına doğru... Sonra
bir adım ve bir adım ve bir adım ve bir adım daha. Sonuncu adımda aniden kafanı geriye döndürü-
yorsun, annenin her ay düzenli olarak yıkattığı beyaz halılarının üzerindeki kandan ayak izlerinin
sayısının, çoktan beşi geçtiğini fark ediyorsun.

*Psikoloji biliminde göze çarpan beş büyük kişilik boyutu için kullanılan bir terimdir. İnsanların
büyük bir çoğunluğunun, bu beş büyük kişilik boyutunun farklı ölçeklerdeki birleşimine sahip
olduğu savunulur.
trajedinin onurlu duruşu
yiğit cem hoşoğlu

eğer bir gün geleceği görürsem


anlayacaksın trajedimin onurlu duruşundan
bab-ı veli yokuşunda bir nefes eksik kalırsa
anlayacaksın umudunun solgun şarkısından

mahrem mühimmat bir kaç anımız daha kalmışsa


sol antisol ve sıradan bir ikilemde denklemin bilinmeyeni proleter kalır
depozitolu şişelerin üçte birinde yatmışsan
ilk yarı 1 ikince yarı 2
yalnızlık tribünlerinde deplasmanın, anılarımız gelecek kalır

fransız sepetlerinde kültür emperyalizmi ve baget desteleri çiçekli elbisenin


sakın bir anda patlamanın gürültüsü koskoca içinde
gömülmüş ve iç içe geçmiş parlak korluk alevi
ve kelimelerimiz kifayetsiz
şehirlerarası bir dalgınlık gibi
eğer bir gün geleceği görürsem
anlayacaksın trajedimin onurlu duruşundan

dismenore
sıla mutlu
dünyanın bir köşesinden sana sesleniyorum, ellerimi karnımda birleştiriyor ve bas-
tırdığım çığlığımı kalbinin bir noktasında duymanı umut ediyorum. seninle yaşadığım
günler içimde dolaşan bir ağrıya dönüştü. giderek büyüdü, serpildi, uzadı ve genişledi
yüreğimde. bedenimi sardı, bedenimi sardın. uzun bir zaman sonra kanayabilmek için
ellerimi açıp tanrı’ya yalvardığıma tanıklık ettim. belki de kan revan içinde olduğum,
aynadan da görünebilsin istedim. uzun bir ıssızlıkta, üç adımlık bir gölgelik bulabilmek
için sürünüyor kalbim. vurabileceğim bir kıyı ararken parçalanmış bir dalgaya dönüş-
tüm, parmak uçlarımdaki kan pıhtılarını durularken. seni düşünerek içime dokundum,
seni ve özellikle de alnının bitip saç çizginin başladığı yerin kokusunu. saç tellerime
kadar ağrısını çekiyorum yokluğunun ve kadınlığımın. ve saç tellerimin ötesinde kanı-
yorum.
sevgilim, bir yerde kanlı bir kadın külodu. parkenin üzerinde, düşün ki. sonra seninle
biz, kanamak denen bir hayat telaşına tırmanmaya koyulmuşuz. her gidişinin duvara bir
çentik attığı bir yokluklar müzesi. kıvrımlı bir kadın vücudunun öz sıvılarıyla durulanan
kalın duvarlar düşün. terlemenin bir şekilde doldurduğu hamam tasları. vücudumun
her zerresinde bir ağrı. yokluğunun ve yokluğumuzun kanıtı
öldüğünü hatırlamadı insan
eda yurdamil cica
Bir uçtan diğer uca ruh
Hiç yokmuşum gibi yattı toprağına
Ve bakışlardan dualar edindi avuçta
Öğrendi ruh tek nefeste vücudu öğrendi.
Oturduğu yerden ne zaman kalksa
Hafızasından terler boşandı
Ve söke söke aldı deneyimler yarını.

Bir uçtuğunda tüm duygular yeryüzünden


Silindiğinde son hecesi başkalarının
Geriye bağıra çağıra cesaret kalıyor
İçinde yeni bıraktığı umutla hatırlamanın.
Oysa tüm çağırışların bir bedeli var dilde
Bütün bir hayatın acısını yemiş gibi
Tek bir anda.
Ruh dans ederek doğurdu annesini
Yaratım genden gene aktı yaşlarla
Ne kadar kuru bir odunsa da
Yanmadan önce terledi ruh,
Doğmayı hatırlayana kadar dans edince.
Işığıyla söndü kaygıların ve korkunun başı
Ama bir daha güneşi ilk defa göremeyeceğiyle
Karanlığa ad koyamamasını taşıdı.

Yalnızlığımın derinliğini seninle duydum


Kemik sıyrıldı tenden titrekçe giyindi beden
Deliliğini vurdu gözlerin kollarımı sardıkça
Gün gözünü bizle kırptı ikindi vakti erkenden
Ama ne yapıyorduk hayatla ve kimdin sen.

Her şey yansımasına varıyor yaşadıkça


Davulun sesi kendini uçurumlara vuruyor
Sevginin alnı uzaktan değiyor suya
Suyun akışını hatırlamışım gibi
Sevgi yansıdıkça atıyor kendini
Uzun gecelerin ağararak çatlattığı ömrüme.
Beklemek saklanarak sessizleşiyor çizim: helin yıldız
Neyi beklediğini beline bağlayarak insan
Çeviriyor iki insanın kucağındaki zamanı.
sarı sıcaklar
yaren köse

Sarı/Aydınlık
Vakit geç/Ne için?
Sıralı küçük çamların ortasında bir yürüme yolu. Hava kapalı, bulutlar üst üste ya-
pıştırılmış kartonlar gibi. Akşamdan kalma rüzgâr yaprakları yere savurmuş. Sararmış
kaldırımın iki yanına dizilmiş ağaçların arasından yürüyorum. Yol önce sağa, sonra sola
kıvrılıyor. İçimde bir heyecan, ama kaygı ile karışık olanından. Bulutlar ne çok şey hatır-
latıyor. Nereye gittiğimden eminim. Defalarca gidip geldiğim yol. Her bir taşın köşesini,
hangi ağacın üstünde koca bir yarık olduğunu, toprağın rengini, etrafta gördüğüm her
şeyi hatırlıyorum.
Gözümün birinde sarı filtre, diğerinde çamur var. Sarı filtreyi takınca sıcak yaz zaman-
larından üstüme sinen farklı bir hayat yaşıyor olma isteği. Artık günler gibi, arta arta.
Eskiden çok beklerdim bu günleri. Hayaller kurardım, gerçekleşmezlerdi. Artık ancak
o hayallerimi hatırladığımda sarı filtreleri giyinebiliyorum. Uzaklara defolup gitmek is-
tiyorum. Dağlarda yürümek, yeşil ve mavide kaybolmak, güneşi kucaklamak istiyorum.
Sahi, ben burada ne yapıyorum?
Çamur bulanık. Bulantı. Onu hatırlıyorum. Bir aralık için de olsa unutmuş olduğum an-
lamına geliyor bu, keyifleniyorum. Sarı filtrelerimin içine sokamadığım bir karaltı. Hava
yine sıcak, yani yine sıcaklar ve geçen sene yalnızlıktan öldüğüm havalar. Bir sene sonra
artık sıcaklara dayanabilmenin yolunu buluyorum ve isteklerime tahammül edebilmeyi
başarıyorum. Hiçbir şey olmayınca da her şey felaket olmuyor.
Zaman geçiyor. Bir yıl daha, bir yıl daha ve böyle yıllar geçecek. İnsanlar eskiyormuş,
onu da fark ediyorum. Geçmişimden kopma konusunda iflah olmaz yenilgilere sahibim
bu yüzden elimden tutabilen tek şey zaman ve zamanda başıma gelen yeni olaylar. Oysa
bir televizyonda merakla izlediğim Afrika kabilelerindeki doğayı koruma hikâyelerini
veya bir antropoloğun peşine düşmüş olduğu tarihi gizemi veya dünyanın çeşitli uç-
larında farklı yaşamlar süren bir avuç delinin hayatını gösteren belgeselleri izlediğim
zamanları bile özlüyorum. Bir yılın gözümdeki değeri biraz daha sıradanlaşınca daha
rahatlamış hissediyorum. Sorumluluk sahibi olmakla eskisi kadar derdim yok, biraz da
göze batmamak için uyum sağlıyormuş gibi yapıyorum. Yine de sadece merakımı gi-
derdiğim ve ne istiyorsam onun peşinden gittiğim zamanlarımın geçmişte yaşanmış
olmasını kıskanıyorum. Kendimi bu kıskaçtan çıkarmak istiyorum ama sabretmem ve
kendime hayatımın hep böyle olmayacağı yalanını hatırlatmaya çalışmam gerekiyor.
Oysa birden yapabileceklerimin sadece ben farkındayım. Kendimle aramda sır olan bu
meselelerden güç alarak yaşam sahnemi devam ettirmeyi başarıyorum. Zor zamanlar,
hiç bu kadar dengeden şaşmazdı ruh halim. Artık kontrol etmeye bile çalışmaz oldum.
Hatalar yapıp özürler diler oldum. Bacaklarımdan tutup kendimi aşağı sarkıtıp, arada
dünyaya tepe taklakken bakmayı sever oldum. Karşıda hala ağaç, ben hala aynı yerde-
yim gibi hissediyorum ama bir şeylerin çok hızlı değişeceğini de biliyor gibiyim. Hayır,
aslında ben çok korkuyorum. Ama devam etmem gerektiğini biliyorum, o yüzden kork-
mayacağım. Söz.
Birini yeniden seviyorum. Sevilmek kaygılarımı azaltıyor çünkü bana içine sığınacağım
yeni bir alan varmış gibi hissettiriyor. Hallederiz, bebeğim diyen biri beni bu fikre ben-
den daha çok inandırabiliyor. Yine de çok kaygılıyım. Üstümden atamadığım bir zorlan-
ma, her şeye yetişmeye çalışma, yarım yamalak yapılan işlerden rahatsız olmamak için
verilen çaba… Sıcaklar… Çok sıcak. Özlenecek pek çok şey var, kendine dair. Şanslı ve
şanssız hissettiğin yaşantılar. Dayan, evet bu hisse dayanabilirsin. Aferin.
O şarkısını söylerken ikimiz de bu hayatın ne kadar fazla acı barındırdığını hissedi-
yoruz. Sigarasını ağzına alıyor, duman yüzüne gelmeden daha kaşlarını çatıyor. Birkaç
akort ayarlaması. Terliyor, oysa o kadar sıcak değil hava. Terliyorken de bana sarılıyor,
her ona yaklaştığımda hemen bir öpücük konduruveriyor. Geri çekiliyorum, yatıyorum,
kalkıyorum ve onu dinliyorum. Hep dinleyebilirim. Hüzünlüyüm, hüzünlü olduğumu
hatırlıyorum. Böyle geçiyor zaman, (En uzun günleri, yani Haziranları en çok severdim.
Ama artık sevemiyorum. Çünkü acı çekiyorum. Belki bir gün yine severim.) Düşünü-
yorum. Birine nasıl güvenilir, birine nasıl yaslanılır? Birini tanımanın gizemli olmayan
yolları da güzel midir?
Hissetmenin yoğun halini deneyimlemeye öylesine açığım ki bunu böyle düşünmek
pek korkunç. Yani ondan kaçmak bir yana, bana geldiğinde hemen çekip sarılmak ona.
Kendimi böylece hatırlayabiliyorum. Neden sürekli her durağın, her ilerlemenin ardın-
dan aynı yolları geri teptiğimi anlamaya çalıştığım o zamanlardan sonra artık biliyorum.
Çektiğim acıların hepsi benim seçimim.

kafamla duvarda rampa varmış gibi davranmak


yalım aydın
odamdan atmadığım çöplerin içinde yeni canlılar yeşerip
ev popülasyonunu arttırdı, kişi başına kira düşmeden
faturalar bölüşülmedi, sadece oksijen ya da karbondioksit
ben onları içimden gelerek sahiplenmedim, hiç istemedim
yalnızca üşendim ve üşengeçliğim bir şeylerin başlangıcı oldu
tembelliğim birisine hayat yarattı, can verdi
bunun kötü anlamının tekrarlanmasına bir sunumda ihtiyaç duydum

üstümde aynı sarı tişört,


hala aynı sarı, tek bir renk çağrıştırıyor
ilki eskileşince yenisini aldığım aynı giysi
dolabımın yarısı, filistin eşarpla kapalı dolabımın
içinde eşyaların türlerine göre değil, satın alma tarihlerine göre sıralandığı
aynı şeyin bitişiğinde bir yatak, onun bitişiğinde de masa
bunların birbirine göre yerlerini söylemeyi farsçada öğrendim
masaya sandalye gelince kapının açılmadığını ise pek söyleyemedim

odamdayım, üstümde sarı tişört, elimdeyse bir tüp


ya ilaç ya deney için, ya da içi gaz dolu
hepsi olabilir hepsi odama
elektrik bugün geldi ve çok mutluyum sonuçta

2019’da kurtuluş parkına yakın yaşamak istemiştim ve oldu


şiiri basitleştiriyorsun eleştirilerini duymayalı çok oldu
bu da ne kadar steril kaldığımı gösteriyor
türkiye edebiyat camiasından azadeliğime de delalet

sonuç yerine, diye sonuçbölümismi yazan makaleler bizim yayınlarımızda


malum partinin gazetelerini yırtıp orada bırakan bizim insanımız
ben odamdan çıktığımda bu insanlarla bu yayınları buluşturma
mücadelesine omuz veriyorum ben odamdan çıktığında bu yayınları
çıkarma mücadelesine omuz veriyorum ben odamdan
çıktığımda bu gazeteleri yırtmak için gereken cüretin oluşmasına
katkıda bulunmaya çalışıyorum

ben odamdan çıktığımda yaşıyor ve anlam kazanıyorum


ön kapak: neşe çanakçı arka kapak: helin yıldız mevzularderinfanzin@gmail.com

You might also like