Professional Documents
Culture Documents
Mevzular Derin Fanzin Sayı 47
Mevzular Derin Fanzin Sayı 47
postmoderniziz,
izliyiz
öyle bir çağda konumlanıyoruz ki hakikatin ötesindeyiz.
elimizden gelse göğden alacağız rahmeti
yerden sökeceğiz rahmanı
sonra ilk rüzgarla ver elini kriptohümanya.
öte dünyaların rüyasını okşayan bebe gibi
fantastik hayalleri gerçek kılıyoruz,
en boş konuşanımız en zeki oluyor
en zenginimiz en güzel.
en mat en renklisi oluyor sonra,
önce sonra oluyor
sonra önce oluyor
bazı düzlemlerde sonra önce olurken önce önce olarak kaldığı görülmüş.
gören kahrolmuş gözünü oymuş.
bişeyler oluyor işin özü
biz senle hala sevişiyoruz.
şiiri anlıyorum,
punk benim işim ama öfkesiz
gül çekip dikeniyle bıçaklarım
işte bu benim imza hareketim.
kulaklarım titriyor iyi şiirde,
gözlerim kızarıyor yer yer alerjim olabilir bir şeylere.
elektrodominant bir nota keşfediyor bilim insanları
lamine parke olsa adı diyorum
hakiki bir şey yoksa zaten
laminant balık olsa adı diyorum.
görüşümü masaya koyuyorum,
görsel: mgrejuva
-sana bir şarkı mırıldanıyorum, sana bir şarkı mırıldanıyorum /sessiz/, bazen duya-
mıyorsun bazen duyamazsın ama içinden eşlik edersin /içinden eşlik ediyorsun/ “so
fell the autumn rain” öylece uzanıyoruz tam YİRMİ dakika belki 21 tutup kaldırıyorum
ellerinden seni, bir anda ayakkabılar, montlar,çantalar geride toprak usul toprak
ayağımıza batmayacak kadar yumuşak, çam iğneleri yok ama sen ne kadar uzun olsan
da yetişemiyorsun dur diyorsun dur neredeyiz? gerçekliğe dönmek yok.-
Hazal’la Facebook’tan tanıştım. İkimiz de psikolojik hayatlar diye bir gruba kaydolmuştuk.
Bol bol özlü sözlerin ve ünlü erkek psikologların fotoğraflarının paylaşıldığı bir gruptu. İşten
eve otobüsle dönerken elime telefonumu alıp okurdum bütün sözleri. Erkekler dikkatimi
çekmezdi. Bakmazdım fotoğraflarına. Ama hoşuma giden sözleri beğenirdim. Bir gün Hazal
da bir özlü söz paylaştı. Söz ona mı aitti yoksa bir psikoloğa mı aitti bilemiyorum, yani hatır-
layamıyorum daha doğrusu. Ama beğendim. Keşke beğenmeseymişim.
Beğenmemin üzerinden daha dakika bile geçmeden bana bir mesaj gönderdi, Hazal. “Gön-
derimi beğendiğiniz için teşekkürler.” Şaşırdım ilkin. Yani zaten birileri beğensin diye paylaş-
madı mı ki o sözü? Niye şimdi bu teşekkür? Anlamadım. Gidip kontrol ettim, ilk beğenen ben
miyim diye? Yooo başka beğenenlerde vardı. Belki sadece kibarlık yapıyordur, diye düşün-
düm. Ya da belki profilimdeki bana ait olan fotoğrafları çok beğenmiştir, benden hoşlanmış-
tır ve konuşmak istiyordur, dedim kendi kendime. Olamaz mı yani? Heyecanlandım da bir
yandan. Bir kadın benimle konuşmak istemiş olabilir, diye düşündüm.
Gidip ben de onun profiline baktım. Çok fazla fotoğrafı vardı ve hepsini inceledim. Bu ka-
dar fazla fotoğrafı olduğu için sahte bir hesap olamayacağını düşündüm. Ayrıca arkadaşları
da çok fazlaydı. Yani bana öyle bir mesaj atmasının nedeni yalnızlıktan dolayı can sıkıntısı
da olamazdı. Ama cidden çok güzel bir kadındı. Simsiyah saçları vardı, beline kadar uzanan.
Gözleri bildiğim bütün yeşillerin karşımı gibiydi. Tabii günümüzde çok fazla uygulama var
kadınların veya erkeklerin kendilerini güzel göstermesini sağlayan. Yine de hoşuma gitmişti
görüntü. Biraz kalçası hafiften büyüktü ama sonuç olarak vücut hatları mükemmeldi. Hemen
gidip cevap yazdım: “Rica ederim, güzel bir sözmüş.”
İşte bu mesajıma saniyesinde cevap vererek, başladı anlatmaya. Aslında psikoloji öğren-
cisiymiş Ankara’da. O yüzden böyle daha bir sürü söz biliyormuş. En sevdiği psikolog Carl
Rogers’mış. Çünkü hümanistmiş Rogers. İnsanın özünde iyi olduğunu savunurmuş. En sev-
mediği psikolog ise Freud’muş. Freud kokain bağımlısıymış, narsistmiş, cinsiyetçiymiş de
falan filan… O kadar sıkıcı şeyler anlattı ki bana o güzel gözlerinin hatırına okudum sadece
yazdıklarını. Arada bir “aaa ilginçmiş” şeklinde cevap verdim sadece. İnsanlar ne kadar boş
şeylerle dolduruyorlar akıllarını. Anladık psikologsun da ne gereği var bu kadar insanı ta-
nımaya, sevmeye, sevmemeye? Altı üstü ileride yapacağın tek şey sadece insanlarla sohbet
etmek olacak işte. O zaman da bunları mı anlatacaksın yani? Şu bunu savunmuş, bu ona
karşıt olarak bu ekolü getirmiş, bu insana dair bazı şeyleri buz dağına benzetmiş… Hayır bir
de niye buzdağı ki? Normal bir dağ olmuyor mu mesela? Ya da volkanik dağlar falan? Garip,
boş işler gerçekten.
Sonra da birdenbire aklına ben geldim sanırım, “Siz ne işle meşgulsünüz?” diye soruverdi.
Ya da parmakları falan yoruldu herhalde. Dedim, “ilk olarak şu sizi bizi atalım” Gülücük atıp,
“olurr” dedi. Bir sevindim bir sevindim anlatamam. Tabii bir yandan da kendimi anlattım,
özel şirkette bir asistan olduğumu, bol bol bir şeyler yazdığımı, parmaklarımın tırnaklarımın
hep mürekkep olduğunu, ona buna bir şeyler imzalattırdığımı, yaşımı ve ikimizin de aynı şe-
hirde yaşadığını falan söyledim. Bu seferde anlatmaz mı benim büyük amcamda tıpkı senin
gibi asistandı, diye. Yok adamı kandırmışlar, saçma sapan cemaatlerin içine sokmuşlar, şu an
hapisteymiş, büyük şirketlerin ayak işlerinde çalışmak çok riskliymiş falan filan… Yahu anla-
dık konuşmaya, muhabbet etmeye çalışıyorsun da bu şekilde mi? Bana ne senin amcandan?
İlk defa tanıştığın bir insana neden böyle şeyler anlatırsın ki? Dayanamayıp; konuyu değiş-
tirmek adına, “Çok haklısın ya bu işler çok riskli. Senin burcun neydi bu arada?” diye sordum.
İşte sormamam gereken bir soruymuş meğerse.
Bir psikoloji öğrencisine böyle bir soru sormak hareket sayılırmış. İnsan davranışını, ge-
zegenlerin birbirlerine göre konumları belirlemezmiş. Kültür, aile, toplum, gen ve hatta ev-
rim belirlermiş de gezegenler, uzay ve güneş sistemi belirlemezmiş. Yahu bana ne? Azıcık
muhabbet edicez niye işin bokunu çıkarıyorsun, falan demek istedim. Ama onun yerine “ya
kusura bakma ben de zaten bu konulara karşı genel görüşünü merak ettiğimden sordum”, de-
dim. Çünkü yaklaşık altı yıldır bir kız arkadaşım yoktu. Öpüşen, koklaşan, sarılan, konuşan,
bakışan ve hatta mesajlaşan çiftleri gördükçe ağlamam geliyordu. Belki bu kızla uzun süreli
olmasa da kısa veya tek gecelik bir şeyler yaşayabilirim, diye düşündüm. Ayrıca kız çok gü-
zeldi. Sürekli kendi fikirlerinden bahsetmesi dışında bir sorun yok gibiydi. Ki sonuçta sanal
bir ortamdan konuşuyorduk. Yüz yüz gelince biraz daha utanır biraz daha sessiz olur diye
düşündüm ve ona dedim ki: “Sanırım kırdım seni, gönlünü almak için sana bir kahve ısmar-
lamak isterim. Yarın buluşmak ister misin?” Bu sefer de demez mi? Ben kahve içmem, diye.
Yok zararlıymış, çarpıntı yapıyormuş, erken menopoza sokuyormuş, bir sürü hastalığı tetik-
liyormuş falan. Ama neyse ki bu sefer konuyu fazla uzatmadan kahve yerine çay içsek olur
bence, dedi. Tamam dedim, ben de uzatmamak için. Yarın için bir mekan belirledik. Bir çay
bahçesini önerdi. Olur, dedim. Bir de saat belirledik.
*
İş çıkışı gittim mekana. Tabii çok heyecanlıyım. Otobüste gelirken de bir ton terledim.
Neyse o kadar da kötü kokmuyorumdur herhalde, diye umut ederek vardım mekana. Üstü
açık bir yerdi. Birkaç tane masa, masaların her birinin etrafında da üç dört tane tabure vardı.
Öyle entel dantel değil de basit bir yerdi. Otobüsün kalabalığı, iş yerindeki insanların gürül-
tüsü derken böyle sessiz sakin bir yere gelmek rahatlattı beni. Üstelik yaz aylarına da ufak
bir giriş yaptığımız için günler uzun hava açıktı. Ayrıca ne o öyle tepiş tepiş… İnsanlar bir
arada yaşamaya niye bu kadar meraklılar ki? Anlayamıyordum. Gittim oturdum bir masaya.
Üstümdeki gökyüzü, yaşadığım bu beton şehrin denizi gibiydi. Rahattı. Hatta o kadar rahattı
ki doğru düzgün bulut bile yoktu. Kuş bile yoktu.
Ben oturunca bir adam geldi içerden. O benim oturduğum masaya doğru yürürken, et-
rafta hiç kimsenin olmadığını fark ettim. İşte biraz korktum o an. Yani o kız niye böyle bir
yer önerdi ki? Sessiz, sakin, tenha… Kötü bir şey mi yapacak acaba, diye düşündüm. Zaten
benimle de çok fazla ilgili değil miydi ki? Yok ya benimle değil kendiyle ilgiliydi o, dedim
kendi kendime. Hep kendinden bahsetmişti. Kendi fikirlerinden, yaşantısından ve hatta am-
casından… Ayrıca ben ona dedim buluşalım diye. Hem kötü bir şey olacağını düşünürsem,
tuvalete diye kalkıp çeker giderim, diye ekledim içimden.
Aynı anda garsonun sesini duydum: Hoş geldiniz, bir şey alır mıydınız? İsterseniz içerden
menüyü getirebilirim? Yok, dedim, almayayım. Bir arkadaşımı bekliyorum o da gelsin beraber
sipariş veririz. Garson olur anlamında kafasını sallayıp, içeri gitti. Ben de Hazal’ın gelmesini
bekledim. Çıkardım telefonumu cebimden. Açtım Facebook’u başladım okumaya. Erikson,
Freud, Maslow, Goldstein, Watson, Pavlov, Skinner, Bandura, James, Wundt, Jung… her bi-
rinden en az birer cümle okudum ve her birinden en az birinin gönderisi beğendim. Ama
Hazal hala gelmemişti. Kesin ekildim, diye düşündüm. Boş yere o kadar telaş yaptım, dedim
kendi kendime.
Derken Hazal geldi. Ama o nasıl bir geliş? Tak tak tak tak diye yürüyerek… Her tak sesinse
upuzun saçları vücudunun üzerinde adeta dans ediyordu. Üstüne yemyeşil bir elbise giy-
mişti. Elbise vücut hatlarını o kadar güzel gösteriyordu ki, adeta kalemle çizilmiş gibiydi.
Mükemmeldi. Ben en azından fotoğraflarda biraz oynama yapmıştır diye düşünmüştüm ama
o fotoğraftakilerden çok daha güzeldi. Etrafta kimse olmadığı için hemen gelip, karşıma
oturdu. İlk başta Merhaba dedi. Ben de Merhaba dedim. Elimi uzatıp sıkmak istedim, ama
cesaret edemedim. Ayrıca ondan böyle bir istek de gelmediği için yanlış anlayabilir diye dü-
şündüm. Birbirimize bir on saniye öyle gülerek baktık, işte dedim tam da tahmin ettiğim gibi.
Yüz yüze gelince çekindi. Ama yok öyle olmadı.
O on saniyenin bitmesinden sonra sanki dünyanın en gürültülü konser alanındaymışsınız
gibi bağırdı: GARSON diye. O ses ondan mı çıktı yoksa bağırsaklarım bir acil durum oldu-
ğunu mu düşündü, anlayamadım. Tabii Garson da o sesi duyunca hemen yanımıza geldi.
Suratında yine mi ya bakışı vardı. Evet buyurun dedi, yetti artık demek yerine. Hazal başladı
konuşmaya:
“Biz iki çay istiyoruz. Yanlarına da şu geçen hafta koyduğunuz kakaolu bisküviler var ya işte
onlardan koymayın. Sevmedim ben onları. Hep sivilce çıkarttı. Yani şimdi ikimizin farklı farklı
şeyler yemesi çok doğru olmaz. O yüzden ikimize de koymayın. Onun yerine iki hafta önce
tuzlu kraker koymuştunuz ya işte onlardan koyun. Ama sadece iki tane. Daha fazlası tansiyo-
numu çıkartıyor. Ayrıca kesinlikle toz şeker istemiyorum. Küp şeker getirin lütfen! Yani onun
ölçüsünü anlamak daha kolay ama o paket toz şekerlerinin içine ne kadar şeker koydukları
belli değil. Paketin tamamını boşalttığımda fazla, yarısını boşalttığımda da az şeker tadı ge-
liyor. O yüzden lütfen küp şeker! Yani ikimize de. Bir de peçete yerine ıslak mendil istiyorum
ikimize de. Yani rujumu peçeteyle silmek çok kolay olmuyor. Teşekkürler, gidebilirsiniz.”
O bunları söylerken, arada bir inci gibi dişlerini açıp kapatırken ne garson ne de ben bir şey
diyebildik. Sadece fazlasıyla güzel gözlerine baktık. Ben sadece kendim içimden bağıra bağı-
ra şunu söyledim: BURAYA BAŞKA BİRİLERİYLE DE GELMİŞ. Eğer o anda ve daha sonrasında
birazcık sussaydı ona bunu sorardım. Ama olmadı. O susmadı. Benim kendi düşüncelerimi
bile ona yansıtmama izin vermedi. Garson gittikten sonra utangaç çocuklar gibi gülüp:
“Kusura bakma, biraz senin yerine de karar verdim. Ama ben mutsuz olduğumda başkalarını
da etkileyen biriyim. O yüzden daha ilk buluşmamızdan seni mutsuz etmek istemem. Böyle
biriyim işte. İşler benim istediğim gibi ilerlediğinde sıkıntı olmuyor. Burayı beğendin mi bu
arada? Ben çok severim. İnsan yok gürültü yok. Hatta buranın zeminde yürürken spor ayakka-
bı giysen bile o yapay gıcırt sesi bile çıkmıyor biliyor musun? Nefret ederim o sesten. Migrenim
tutuyor, duyduğumda. Sende artık benimle buluşmaya başladığına göre, o tarz ayakkabılarını
giymezsin. Okuldaki arkadaşlarıma da diyorum ben, sınıftayken giymeyin bunları diye. Bana
“Sen kimsin pardon?” diyorlar. Yani ben olmasam sizin insan olduğunuz o zaman fark edilir
demek istiyorum da başaramıyorum. Özgüvenleri kırılmasın diye. Sonuçta geleceğin bir psi-
koloğuyum ben. Hatta yüksek ihtimalle Türkiye’nin en iyi psikoloğu olacağım. İnsanlara karşı
her zaman daha iyi ve ılımlı biri olmam gerekiyor, o yüzden. Her daim söylerim “Psikologlar
geleceğin melekleridir”. Söndürürse dünyayı onlar söndürür. Çok komik değil mi ama? Yani
şimdi övünmek gibi olmasın ama benim yaptığım şakanın komik olmama olasılığı yok. Tek
bir insan dahi yoktur benim şakalarıma gülmeyen. Tabii gülmüyorsa da aşırı aptallardır orası
ayrı. Ama burası cidden çok güzel değil mi? Masalar, tabureler, şu gökyüzü ne kadar beni yan-
sıtıyor değil mi ama? Bazen şu ayaklarımızı yere bastığımız zeminin bile benim için yaratıldı-
ğını düşünüyorum. Sadece ben varmışım gibi. Hatta geçen gün bir vizem çok kötü geçmişti ve
aynı gün yağmur yağıyordu. Yani benim mutsuzluğum bu dünyanın kötülüğüyle eş değermiş
gibi geliyor. Bazen öyle oturup bunların farkına varıp, ben çok değerliyim diyorum. Sana da
öyle oluyor mu?”
Şaşırıyorum o an. Bana bir soru soruyor. Ciddi mi yoksa sadece nefes mi almak istiyor an-
lamıyorum. Bakıyorum sadece suratına. Aynı anda kurduğu o kadar cümlenin içerisindeki
ben kişi zamirlerinin sayısını hesaplamaya çalışıyorum. Onları hesaplarken anlıyorum. Bu
kız benimle buluşmak için değil kendi anlatmak için bir kurban arıyormuş meğerse, diyorum
içimden. Dışımdan diyemem. Çünkü henüz onun sorduğu soruya cevap vermedim. Nasıl bu
kadar aptal olabilirim diyorum. İnsanlar artık kendilerini anlatmak için günlük tutmak yerine
sosyal medyadan insan seçiyorlar sanırım, diye aydınlanıyorum. Sinirleniyorum başkasının
güncesi olma fikrine. Avuçlarım terliyor. En nefret ettiğim şey. Sürüyorum ellerimi masanın
üzerindeki örtüyor. Sonra hatırlıyorum Hazal hala karşımda. Suratına bakıyorum. Benden
bir cevap bekliyor. Dayanamayıp, devam ediyor:
“Sana öyle olmuyor sanırım. Ama bana oluyor işte. Artık sende benimle takıldığına göre artık
sana da öyle olur. Bu garson da nerede kaldı?” diye bağırıyor tekrardan o aşırı yüksek per-
deden sesiyle. O bağırdıkça avuçlarım iyice terliyor. Ona bakarak sürüyorum örtüye elleri-
mi. İki kolunun da dirsekleri masanın üstündeyken, tekrardan bağırıyor GARSONNN diye.
Benim avuçlarım biraz daha terliyor ve onun üçüncü bağırışında, ben tekrardan avuçlarımı
örtüye sürtüyorum. Gözlerim onun gözlerindeyken bir anlık dalgınlıkla dirseklerini fark edi-
yorum. Örtünün üzerindeki dirsekleri örtünün üzerinden siyah biri sıvıyı kendi üzerlerine
doğru çekiyorlar. Sanki örtünün üstüne mürekkep dökülmüş ve dirsekleri de tıpkı bir sün-
ger gibi o mürekkebi çekiyorlar. Anlamıyorum o mürekkep ya da sıvı nereden geldi. Fakat
anlamaya da çalışmıyorum. Gözlerimi gözlerinden ayırmaya korkuyorum. Sanki öyle bir şey
yapsam uçurumdan aşağıya doğru yuvarlanacağımı düşünüyorum. Ya da ona öyle bakmaya
devam ederek bütün sinirimi kusuyorum sanki, bilemiyorum.
Başlangıçta o da fark etmiyor. Kollarım acıyor, diye çığlık atıyor sonra. Kalkıyor tabureden.
Dirseklerini tutuyor. Bu nasıl oldu, diye bağırıyor tekrar. Çıplak, pürüzsüz ve tüysüz teninin
üzerindeki siyah sıvıyı elleriyle silmeye çalışıyor. O silmeye çalıştıkça sıvı bu seferde elleri
tarafından emiliyor. Telaşlanıyor, bana yardım et, diye bağırıyor. Garson hala yok, sanırım
artık bilerek gelmiyor ve ben de sanki Hazal’ın gözlerinin uçurumundayım. Kalkamıyorum
yerimden. Tıpkı az önce yaptığı gibi kendine dair bir şeyler anlatıyormuş, gibi hissediyorum.
Bakamıyorum başka bir yere. Kaşınıyorum, diyor; ellerini vücudunun her yerine sürerek.
Aynı anda kollarındaki siyahlık bütün bedenine dağılmaya başlıyor.
Suratı, yanakları, omzu, boynu, göz kapakları, dili, dişleri, her yeri kömür karasına dönüş-
meye başlıyor. Son olarak sol gözünün ayasıda kararmaya başlarken; o yere doğru düşüyor.
Ben bir insanın yere düşerken çıkardığı türden bir ses beklerken bir camın kırılması gibi bir
ses çıkıyor ve oturduğum yerden onu göremiyorum. Artık gözlerine de bakamadığım için
yerimden kalkıyorum. Hemen karşı tarafa geçiyorum. Hazal’ın karanlık bedeniyle karşılama-
yı beklerken karşımda gördüğüm şey kırılmış büyük bir ayna oluyor. Neredeyse yüz parçaya
ayrılmış ayna parçacıklarından mürekkep akan parmaklarımı görüyorum.
yırtıcılarım II
alperen iri
tüylü bacaklarını öptüğümde anlıyorum, işte, burada aşk; tüm kâr hesapları lanetli geliyor mide-
me senin cennetindeyken.
bu gece
acın aşağılıyor beni, ne zaman mide ağrısıyla kıvransak yatağında uyumak için, düşmanınmışım
gibi gülmek istiyorum sen düşünce.
uyurken
böyle gecelerde yeni görüntüler okunuyor bana: yatağını çevreleyen dismorfik arkadaşların ve
dişi ginsberg’ün perileri giriyor aklıma.
diyorlar:
“bir deli olacaksın sen.” hayır, evet, belki umursamıyorum bismarck’ın politikalarını ama yakın da
değilim deliliğe. gerçekliği manipüle etmeyi seviyorum sadece.
biliyorum
görmek istiyorsun erkeklik dağlarımı o sabah. ve utancımı almak levyemden tutup, adını temiz-
lemek için kanını yalayacaksın üzerinden.
ama
bir aziz değilsin sen ve daha hızlı büyüyemiyorum ben: “büyü artık!”: minnettarım zihnime ver-
diğin takribi otuz senelik yakıt için.
umalım ki
tüm çıplaklığımla karşına çıkacağım, ve bir gün soğuk bedenini kucaklayıp yedi vakit sonra se-
ninle aynı yaşta olduğum ilk gün gezdireceğim seni.
uyanacaksın
bedenim altında evrene dek büyüyecek ve toz gibi küçülecek. aşağı bakacağım: “dudaklarının
aldığı şekli seviyorum.”
o sabah
tüylü bacaklarını öptüğümde anlıyorum, işte, burada aşk.
duygu kurguyu iyileştirir
yalım aydın
şiirin her yeri şiir
kitabım olunca,
bu şiirin adını muhtemelen tutup
içeriğini değiştirerek tekrar yazıcam
evimde kendimi yorganın altına hapsedip
kendi sokağımın bittiği ve başladığı yeri düşünerek
ikisi arasında hangi politik faaliyetlerin yapılabileceğini
/kaç farklı insan yaşıyor ve ne kadar duygu hissediliyor/
günah çıkarıyorum
en güzel kitap
dönüp dönüp tekrar okunulandır.
gün doğumuna
yaren köse
Selam. Ben senden biriyim. Norm dışı gibi gözüken hislerime senin de sahip olduğunu bilmek beni
biraz cesaretlendirdi ve artık bunları anlatmaya karar verdim. 23 yaşındayım. Ezbere yaşamaya zor-
landığım günlerimin arasında ezber bozmaya çalıştığım, ama bunu ancak yaşamaya ara verebildiğim
bazı zamanlarda yapabildiğim bir hayatın içindeyim. Dünyayı gezme hayalleri kurmayı bırakalı çok
oldu, doğrusu son bir yıldır da iki şehir arasında gidip gelmekten başka bir şey yapmadım. Her geçen
gün biraz daha yoruluyorum. –aslında sadece yaşıyorum. Yorgunluğunu unutmak için sürekli daha da
yoruluyorum. Bazı geceler bedenim titreyerek yatakta saatlerce yatıyorum. Ya mideme ya da başıma
ağrılar girdiği oluyor. Bu zamanlarda hayata birkaç saatlik mola verip kenara çekildiğimde kendimi ta-
nımaya vakit bulabiliyorum. Kendimle konuşuyor, mideme kramplar sokan düşüncelerin neden bana
bu kadar acı verdiğini çeşitli yollarla anlamaya çalışıyorum. Ne taraftan bakarsam ona inanıyorum,
bu yüzden hiçbir anlayışla bir doyuma ulaşamıyorum. Beni sen anlarsın. Anlar mısın? Ya sen nasılsın?
Biliyorum. Etrafta sürekli yanıp sönen ışıklar, dışarıda gittikçe büyüyen, büyüdükçe seni küçülten
bir dünya. İstediğin, yaptığın hiçbir şey yetmiyor. Sevginin en adanmışını, başarının en büyüğünü,
kendinin ise en iyi halini görmek istiyorsun. Zihninde dönüp duran cümlelerle kaldığında onları za-
manında söylememiş olmanın ve şimdi de söyleyebilecek olduğunu bildiğin halde bunu yapmaya ce-
saret edememenin acısını duyuyorsun. Her bir kelimenin bir başkasının dilinde bambaşka bir anlam
buluşunu görmek bile acı veriyor. Çünkü dünyadaki hiçbir gizin artık keşfedilemeyeceğine, her şeyin
her an değiştiğine şahit olmanın umutsuzluğunu ve özgüvensizliğini hissediyorsun. Bazı arkadaşların
her şeylerini kaybederken bazıları hayatlarının en güzel dönemini yaşıyor. Sen de zihninde hala o
konuşmaları hayal ediyorsun. Belki de zihninde yaşamanın güvenli hissindesin. Kendi kelimelerinin,
kendi bakışının arkasında saklandığın o alan olmasa hepten kendini anlamanın hiçbir yolunu bulama-
yacaksın. Bir gün yine kenara çekildiğinde kendine sorarken buluyorsun. Neden özgürleştikçe daha
zeki olduğumuzu düşünme yanılgısına düşüyoruz?
Biraz daha zaman geçtikçe daha iyi anlıyorsun. Midene giren krampları, alakasız yerde gelen ağla-
maları, hiçbir şey yokken içine düşen taşları üreten senin çarpık ve norm dışı hallerin değil. Her gün
kalkıp yanlış öğretilmiş bir hayat düzeninin içinde kendine bir yer bulmaya çalıştığın için bu ağrılar.
Yabancılaştığın, yabancılaştırıldığın bir dünyada ‘ben de sizler gibiyim!’ diye haykırmanın ne kadar
rahatlatıcı olduğunu unutturmuşlar. “Ortaklıktan doğmayan farklılığın sahiciliği nedir ki?” desen an-
lamazlar seni.
Bazen bağırmak, bağıra bağıra herkese “Ben ne istediğimi bilmiyorum! Lütfen bana artık bunu sor-
mayın. Size tüm samimiyetimi gösteriyorum işte, numara yapmıyorum. Yeterince yaşamadım. Ha-
yatımı değiştirecek tek bir dalım yok ki tutunayım?” demek istiyorsun. “Bırakın, bırakın bir süre bil-
meden yaşayayım ki bilmem için bir şansım olsun. O şansı almayın elimden, dünyamı daraltmayın!
Siz böyle yaptıkça çiçek açmak yerine köküme doğru uzuyorum. Ülkemi kimin yöneteceğine, hangi
meslekleri yapabileceğime, inançlarıma, sınırlarıma, aşklarıma, beklentilerime, doğrularıma karar
vermişsiniz. Bir de bunlardan kurtulmamı engelleyeceksiniz. Farkında mısınız, yıllarımı alacak bütün
bunlar! Gençliğim, güzel geleceğim sizin yanlışlarınızı düzeltmeye çalışmakla geçecek. Uzun bir süre
tek inancım umudum olacak.”
Biliyorum, anlıyorum seni. Ben de söylemek istiyorum bunları. Senin yanında kalıp sabahlara kadar
seni dinlemek, isyanına ortak olmak istiyorum. Birkaç şeye ihtiyacımız var seninle. Önce kendimize.
Sonra gittikçe daralan bu yollardan, her yere yığılmış taşlardan, üzerimize çökmüş bu sisten ve bu-
luttan, senden ve benden uzak olan her şeyden kurtulup, bir köşede sessizce acı çeken herkesi alıp
birlikte bir trene binmeye. Bu sefer gerçekten, gerçekten işe yarar bir şey yapıp vagondaki herkese
çiçekler dağıtmaya. Sonra buğday ve ayçiçeği tarlalarına, zeytin ağaçlarına, şelalelere, upuzun çınar-
lara, güllere, kimsenin ölmediği parklara… Denizlere, güneşlere. Birbirimize yaslanıp uyuyakalmaya.
Gün doğumuna. Yeni bir güne.
O gün gelene kadar gözkapaklarımızda biriken ağırlıkları taşıyacak ve uyumayacağız. Zaten başka
türlüsünü de yapamayız. O yüzden dalma öyle uzaklara, bana bak. Dağınık saçlarıma, yorgun bakış-
larıma, yere değmeyen ayaklarıma, dudaklarımın kıvrılışına, kollarımı açışıma, en çok da sana bakan
gözlerime bak ve kendini hatırla.
Biliyordum, zaten hiç unutmadın.
kendi girdabında kayboluşun,
bir çözüm olup kurtuluşun
emine başoğlu
çağıracak ol kuşkusuzluğu
yıllar sürecek tam olman
bu üzse kendine ağlıyorsun
şaibe uyandıran kesinliklerinden ele veriyorsun
dinliyorsun bak
belirsize netlik getiriyoruz
bir seneye eklenmiş altı saatsin
çabaladıkça evine dönmen mümkün olabilir
tutarlısın-da
bu devrin defterindesin
bir güzelleme olmaksızın,
makul oluşun mantığa sığdığından değil senin
terminallerde karşılayan gözyaşı
onur gazi barut
geçmişimi düşünüyorum
içimde büyütülen bir kundaklanışla
bir ilk gençliğimi
zaptolunmaz öfkemi yazdığım ilkin şiirlerimi
ilkin yaratımı zor iştir, yarattığım
bütünsüzlükten bütüne ulaşmak, bütün olanı benim yapmaz mı?
çelişkilerim maddesel süreçlerle beni yadsır
bana ait olanı yalanlar
var ettim var ettim VAR ETTİĞİM
etimle etimden elle tutulur, tuttum
“zamanın gözü kör olsun” olarak işittiğim acı
saçımı küllendirir, beni kör
ve tutulmaz kor eyler
harlanıyorum,
küllerimden doğuşuma isim bulmalı
dizeleri artık daha gerçeklerden beslemeli
bon pour l’orient arsızlığına tanıklanmış
kanıtlı öfkeleri kusan
postkolonyalizm, postmarksizm, postmodernizm
post post
bilmem bilmemne
- sınıflar var çelişkiler var
var edenler var ettikçe var olacaklar -
tanıksayamaz kusanı ve kusturanı
arka bahçelerimde yetiştirdiğim yetkinliğimi döngülerimden kırdırdım
zeytin ağaçlarının arasından saksılarıma gömdüm
artık daha diri kin ve öfke, bana dirit yedirtir;
bilirim dirilmiş bir halkın koynuma yuva yaptığı
bana dirit ısıttığı yeri
gözlerimdegözlerindeonların
gözlerim çünkü gözlemektir dirilişimi benim kılan
kuşluk ya da teheccüt fark etmeksizin
bana namaz ve uyku arasında
yer seçtirten öfkeme
gözlemektir ki gözlerim. -le
bir dize düşürdüm alnımdan
kömürlerle yazılmış
kömürlerle yazdığım
bana yüreğimi hatırlatan
kömürleşmiş dimdik
bir kız çocuğu.
dizeleri böldüğüm yerleri hatırlamıyorum
bulduğumda sesim yankılanıyordu
üzerime kıyafet olarak bellediğim beton bloklar
ve yankısını şiir yaptığım seslerim arasında:
“bir kız çocuğu, yasını bana kalem eyliyor.”
gözler
bilge kandur
Bakıyorlar. Sürekli. Nereye gitsem takip ediyorlar. Ensemde, sırtımda, belimde ve kal-
çalarımdalar. Ellerimi ve ayaklarımı izliyorlar en ufak bir detayını kaçırmadan. Yürüdü-
ğüm yollar, girip çıktığım binalar, arşınladığım merdivenler, takılıp düşmelerim veya
sıçrayışlarım, koşmalarım, elimde tuttuklarım, elden çıkardıklarım, ellerimin uzandığı
yahut ellerimi kaçırdığım her şey ıssız zihinlerde pırıl pırıl parlıyor. Bazen de yüz yüze
geliyoruz. Saçlarımda ve yüzümde gezindikten sonra boynumu aceleyle aşıp aşağılara
iniyorlar. Bir iken iki, ikiyken dört; beş, on, yüz, bin oluyorlar. Yürüyorum. Onlar olduk-
ları yerde duruyorlar. Kıpırtısız. Çok fazlalar. Her yerdeler. Ben ilerledikçe akları ağırdan
kaybediyor berraklığını. Yine de bırakmıyorlar. Peşimdeler.
Bir kez bile duymadım seslerini. Onlar da benim çığlıklarıma aldırış etmediler. Ya onlar
sağır ya da ben dilsizim. Kelimeler kayıp. Anlam aranıyor ama bulunacağından değil.
Arada bir şeyler işittiğim oluyor. Birbirinin aynısı, tuhaf, sinir bozucu, rahatsız edici ses-
ler. Gıcır gucur. Vıcık vıcık. Ötesi karanlık. Ve bu karanlıkta sadece gözler var, bir de bir
beden. Benim bedenim. Havada asılı çifter çifter göz; yeşil, mavi, kahve, ela… Gökyüzü
ile arama giriyorlar. Kafamı bulutlara kaldırmayalı ne kadar zaman oldu hatırlamıyo-
rum. Uyku öncesi hayallerimi de bölüyor göz çiftleri. Gitmiyor, uyutmuyor, delirtiyorlar.
Uyku ile uyanıklık arasında bir grup göz, hızlı hızlı kırpışarak saati yakalamaya çalışıyor.
Yelkovan akrebi, gözler de bu ikisini kovalıyor. Tik tak tik tak tik tak… Ne saat duruyor
ne de gözler kapanıyor. Sonsuzluğa uzanan bu ebelemeceye mahkûm edildim. Ne yap-
sam çıkamıyorum oyundan. Beni ebeleseler kurtulacağım belki. Gözler beni ebeleyince
tutacağım zamanı yakasından. Zaman duracak, oyun sonlanacak.
Bazı gözler harap oldu bu uğurda. Patlayan damarlarından akan kanları üzerime dam-
lıyor. Burnumdan, ağzımdan içime akıyor. Zehirleyecekler en sonunda. Bendeki bir şey
onların patlamasına neden oluyor sanırım. O yüzden bu öfke, hırs, mücadele. Öldürü-
yorum onları. Suretim onlara zarar veriyor. Bir ben varım bir de onlarca göz. Duvarda,
halıda, tavanda, kapıdalar. Şaşılar, çekikler, torbalanmışlar, kapakları sarkmış, damarları
her yana yayılmış, lekelenmiş, irisleri dağılmış, renklerine çiller karışmış, hepsi bir hayli
sulanmış, bazısının üzeri kataraktla kapanmış, kimisi ortasından bitişik iki camın ardına
saklanmış.
Çok mu güzelim ya da çirkin? İzlenmeye değer neyim var? Yoksa kontrol mü ediyorlar
beni? Yaptıklarımın bir cezası mı bu kovalamaca? Beni öldürmek mi istiyorlar ya da?
Ben de çok istiyorum. İmkânım olsa bir çırpıda yok edeceğim hepsini. Bir gün daya-
namayıp yumruk attım bir tanesine. Bir an için acıyla yumuldu. Kirpikleri can çekişti.
Pınarına yakın bir yere kan oturdu. Yine de bakmaya devam etti. Bu kez süklüm püklüm
ve acı dolu.
Onlarsız zamanlarımı düşünüyorum. Kalabalıklardan uzak, sakin ve dingin. Hiç koş-
mazdım eskiden. Ağır ağır yürürdüm. Bazen günlerce yatar, tembelliğin tadını çıkarır-
dım. Bir başınaydım ve bu zaman zaman acı verici olabiliyordu ama korku ve dehşetten
bir hayli uzaktım. Hayatım tamamen bana aitti. Sabah uyandığımda güne bir oda dolu-
su çapaklı gözle başlamıyordum. Yüzümü yıkarken aynı anda banyodan taşan yüzlerce
göze de su vurmuyordum. Mutlu olduğumda bin küsur göz de ışıldamıyor, ağladığımda
salon belime kadar yaşla dolmuyordu.
Belli ki bende onları etkisi altına alan bir şey vardı diğer bedenlerde olmayan. Saç-
larımda, yüzümde, ellerimde. Belki de gözlerimde. Rengi, şekli, akı, damarları… Ya da
göz bebeklerimdeydi o şey. Ben niye göremiyordum bu şeyi ayna karşısına geçtiğimde?
Daha dün banyoda, irili ufaklı su lekelerinin arasından yaklaştım yüzüme. Burunlarımız
birbirine değer değmez açtım gözlerimi son haddine. Baş ve işaret parmaklarımla çe-
kiştirdim yuvalarını. Kirpiklerimden birkaç tanesi elimde kaldı. Bir süre sonra damarla-
rım dikenli teller gibi sardılar kara gölün etrafını. Gittikçe derine batıyorlardı. Acıya bir
süre direndim. Gözlerin ne gördüğünü görmeliydim ki bir tek göz kalmasın üzerimde.
Ama hiçbir şey yoktu işte. Belki de mesele tam olarak buydu. Onlarda olan bende yoktu!
Beni de kendilerine benzeteceklerdi. Onun için gece gündüz peşimden ayrılmıyorlardı.
En sonunda patlamak üzere olan damarlarıma yenilerek gözlerimi yumdum. Parmakla-
rımın eklemleri ile iyice ovuşturdum üzerlerini. Tam ortada biriken sızıyı dağıtıyordum.
Çok yaklaşmıştım, neredeyse bulacaktım onu. Belki bir operasyonu falan vardır bu
işin; “Siz de üzerinize dikilen gözlerden, gece gündüz takip edilmekten sıkılmadınız
mı? Merak etmeyin delirmediniz; çareniz bizde! Gözlerinizin kara deliğini iki seansta
alıyoruz. Bilmem ne kliniği, bilmem hangi sokak, falanca iş hanı, filanca no, İstanbul.”
Klinik ve han. Merdivenaltı bir yer olduğunu daha ne kadar belli edebilirdi? Gözlerden
kurtulacağız derken gözlerimden olmak var işin ucunda. Kör olsam onları da kör eder
miyim acaba?
Gözlerimi ovuşturmayı bıraktım. Akıma biraz pembelik bulaşmıştı. Gözlerden tama-
men kurtulamıyorsam bile sayılarını azaltmam gerekiyordu. Evde ne kadar fotoğraf
varsa hepsini yırttım. Parça pinçik ettiğim çocukluğumu, gençliğimi, annemi; ilkokul,
ortaokul ve lisemi karton kutuların içine koyup arka bahçede ateşe verdim. Arkalarında
bıraktıkları külleri kavanozlara doldurup eve geri getirdim. Bu şekilde çok daha güzel
ve zararsızlardı. Duvarlardaki bütün yağlı boya portrelerin gözlerini bantladım. Biri ha-
riç. Onun önce falçata ile gözlerini çıkardım. Ardından boş kalan oyukları kapattım.
Tavandan yere uzanan, dar bir tabloydu. Üzerindeki bebek yüzlü, beyaz örtülere sa-
rılı bir melek bulutların üzerinde oturuyordu. Etrafında uçuşan kuş tüyleri vücuduna
konmuştu. Açık kahve, dalgaları saçları; küçücük, düğme kadar bir burnu vardı. Bir de
gözleri… Taşmış bir göl gibiydi. Akı yok denecek kadar az, irisi dağılmıştı. Göz bebeği ile
pınarı birbirine o kadar yakındı ki. İğne ucu kadar küçük, simsiyah ve zehirliydi. Ne za-
man gözlerimi kapasam oradan fırlatırdı oklarını. Ne kadar yaklaşırsam o kadar incelirdi
sapladığı uç. Televizyonun önünde biraz fazla oyalansam gözlerini enseme geçiriyor,
baktığı yerler cayır cayır yanıyordu. Şimdiyse avucumda tutuyordum ateşten bilyeleri.
Sıktıkça dağlıyordu avuç içlerimi.
Tüm bu gözler bana bir şey anlatmaya çalışıyordu. Onların hepsi bir, ben tektim. Fark-
lıydım. Onlar bunu başından beri biliyorlardı. O zamanlar benim gözlerim kapalıydı. Ne
zamanki ben açtım gözlerimi, hep birlikte üzerime çullandılar. Çivi gibi çakıldılar teni-
me. Onların bildiklerini ben de biliyor olmama rağmen benden bildiklerimi unutmamı
istiyorlardı. Ve ben bunu da biliyordum.
Elim acıdan uyuşmuştu. Daha fazla sıkamadım yumruğumu. İki boyalı kumaş parçası
düştü yere. Parkeler tutuştu. Ayaklarım alevler arasında kaldı. Kıpırdayamıyordum. Bu
kez gözler hareket etmeye başladı. Etrafımda dönüp duruyor, büyüyüp küçülüyorlardı.
Bazılarından kahkaha sesleri yükseliyordu. Derken kırmızı ve turunculuklara sen kim-
sin, kendini ne zannediyorsun, ne oldu, başaramadın işte’ler karışıyordu. Tenim başka
bir renk almaya, gerilip buruşmaya ve pul pul dökülmeye başladı. Kim olduğumu bilmi-
yordum. Hiçbir şey zannetmiyordum. Ne olduğu hakkında da en ufak bir fikrim yoktu.
Tek bildiğim başaramadığımdı. Evet, gözlerden kurtulamamıştım. Bütün bu bilmemez-
likle, bilinmezliğe doğru yol alıyordum. Benim küllerimi de saklayan olacak mıydı? Göz-
ler artık yoktu.
kurtuluş bilmek yetmiyor
naz kandaz mehmet yaşar
toprak hep nemli,
girdiğimiz her sokak bir tuzak yoz bireyliklerin sorun envanterinden
gözleri hep hareli, yerleri su basmış, başına ağrılar ithal etmedin ki
asbest duvarları ahlaksız parol tekliflerine evet diyesin
kırık fayanslar ve naflatin kokulu çarşaf düğümleri berkiten bu sızı
ağlarla kaplı çatlakların arasında biliyorsun neredendir
örümcekler bize ne iyi gelir
tavanda korkmuş bir kalp gibi atıyor ateş
yabancı kanepelerde alışılmış boşlukları öyleyse yasakladım acıyı zamanötesi
dolduruyorum parmaklarım bıçak sırtında saymayı
başucunda unutulmuş tüm o kitaplar sahipsizliği, yağmayı ve çadır satmayı
savrulmuş bir soruyla, ucunda uykun dirisinde yaşamı,
namlunun ölüsünde kefeni şansa bırakmayı
bu terli karanlık altında filizlendi sözler allaha emanet kalmayı yasakladım
yanımda kurtuluşun bir davalısı, öğlen
güneşi bak gün yüzünde en derin çelişki
tükürdüğü kaldırımları temizler, perdenin gizi vardıysa da artık opak
her kıyıma uzaktan gözlüksüz okuyabilirsin gerçeği
bağlamıştık en büyük umutlarımızı astigmatın bize birkaç asır müsaade etsin
başlangıçta kırılacak ışık değil dağılacak karanlık
o kadar sıkı kavradık ki
boynumuza davranan öfken taktiksel bir oyun temsiline
halatları fark etmedik, sığmayacak kadar tarihselse
unuttuk biz gittiğimiz yolu halka seslenişlerde sempatik gözükmeyip
sahte hikayeler ve kabadayılık onlara çatmayı öğrenmelisin
ilk uyarılarıydı yoksa bırakmayacaklar bizi
ansızın beliren gizemli morluklar ayağa kalkalım
renklendirdi
beden salt tercümanı şiddettin, düğümlerini çözemediğin bu devirde
kaybolmuşluğu -ki yetmiyor bizim tarafta olmak da artık
çalmasını bilen sana iyi gelecek
kemik ve etten bir enstrüman günde 25 gr protein tozu
titredi geceler boyu, kabuslarında inledi ve barlarda churchill içmek illüzyonu
oyuk kütüklere zincirledik bileklerimizi yine de çakını süngüleştir
küçük ölümlerden en parıltılı yarınlarımıza devredeceğimiz
kusmuk krizlerine yalnızca
ufak sıyrıklarla hayatta kalmak inanılacak
iş
değildi tabela yazıları, çöp yığınları,
dökülen saçlar
dedikleri doğru,
kurtuluş yalnızca bir mahalle adı
tüm bu hengamenin ardında yalvaran
beden
“annem ol lütfen” diye yabancı kadınların
soğuk kucaklarında benmişim küçükken
meğer.
sürüyor kavga
su sezer
Yeryüzünün nice savaşçıları Sevdam
Yabancı bedenlerin yanında Devrimci hayalinden uzaklaştırmasın seni
Bir sevda için dövüşen sevmeler
Nefes alıp verişinde o yabancıların Dostunun kucak acısı
O aşkı kurcalayan Pek tabii ki büyüktür bütün bu yankılardan
O aşk ki yekpare devrimci Annem ister aşklarımı
Bir ilk aşkın hayaliyle Benim için okudugu
Ne kadar isterdin sarılmayı Aşkı hatırlamak için
Bir kucakta arayan kavgayı Katmerlerle bezenmiş gecelerimde
Kavga ki karşısında geleceğin Ben yalnızsam dostoyevskiyleyim
O gelecek ki pek yazık ki Evet çok güzel seviştim
Bekliyor alınacak evleri dürüst olalım Peki ben bunlara rağmen mi eğittim
Birkaç mülk uzağında özgürlüğün İçimdeki pes etmez sevgiyi
Öğrencilerin ve sevdalıların En devrimcisinden azına pes etmeyeceğim
Biz ne güzel özgürce severdik birbirimizi Boşalmalardan sonra bitmeyecek sevmeler
Bir çadır çatısı altında Gözümü açacağım uyuduktan sonra
Veyahut ısrarla veyahut Ve yanındayım işte
Veyahut bulutlarda Can dostum biliyorum
Görülecek nice günler vardı Biliyorum aşık olacağız
Esrar içmek pek de kolaydı Bu şiiri sana yazıyorum
Şimdi zor mudur Öylesine aşık olmuşum gibi yaptığımın
Devrimci bir aşkla seni sevmek yanında
Sen neremdesin Sana dizeler döküyorum
Ne kadar kaldın benden belli Sevdamızı görecek o hayalimizdeki erkek-
Almanya onu bekler mi ler
Birkaç kulüp uzağında sevmeler Varsayalım ki görmediler
Sevişmeler çok güzel Ver elini uzanalm da yoksunluğuna 2023ün
Ancak sonrasında yine yalnız geceler Bize çıkan vizelerle
Yalnız geceler gevezeliğinde Alman bedenlerde kahrolalım
Uyanıp da sana sokulmasını beklediğin beden- Hayaliyle kavrulalım
lerde O kürt kuyusuz sevdaların
Biz hiç bu denli uzak olmamıştık Seni seviyorum
Sevdadan
her şey şu badem ağacının etrafında yaşandı
safa pektaş
la touche de la musique
sen/ben
Deception Has a Way With Words
biz
I/ hear sirens
üç
şapkamda söyleşen kelebek ne der
eskiden şiirler yazardım
sonra bazı şiirleri söyledim
\sustum,
bugün uyandım ve nefesim geceden tekleyen panik
atakla açıldı. oynak bir melodinin hemen önce-
sinde, dur, yağmur yağıyor işte ve evet, bugün
de; uyanırsın sen de, kuzey marmara otoyoluna
düşmen gerek, sahi neden bu dünya böyle dönüyor.
isimleri düşürsem. ben ve sen kalacak ama ondan
da bahsetmem gerekecek. bizim işaret ettiğimiz ‘ve’
nin içerisinde ayrıma maruz kalan -ordo ab chao-
biliyorum bu senin parmak uçların, korkarım ama
merakım var, derûni bi halle döner sana ve kelâm
dört defa da indirgenecek cebrailin kanatlarından
sen/ben, biz, üç ve safsata, yıllar önce bir bebeğin
kimlik bunalımına girip bir an için kendini bir
kemanın telleriyle boğabileceğinden bahsetmiştim.
ben de onlardan bahis açmalıyım,
söylemelisin bana, zamirler olmadığında
harfleri bileyecek kadar katı değilse zihnim
sana bir yıkımı işaret etmek isterdim, sûküt
gene de bir çocukluk kalır parmak uçlarında
nefes/
nasıl oluyor peki biliyor musun,
sen, hep bahsedeceğimiz o otoyolda, gözlerin
-hakkında nadir bilgilerim, çoğu zaman sesinlerim
pencerede, kendinden bağımsız bir hareket
bir an olsun kapandığında, bir boğuntu haliyle kalıyorum, eski ev arkadaşımdan
bulaştı, rahatsız
ben, alacakaranlık toz kuşağında -ya da, ya da, durmalıyım
solumda kendini yağmura dövdüren birkaç kuzgun, ondan bahsediyorum, henüz
tanışmadınız,eskiden hiç virgül kullanmazdı, şimdi nefesi kesik, durmalı, saçaklar
altında saklanan güvercin, toprağa bırakılmış ekmekleri gözleyen bir başka karga-
lar, elimde birkaç şiirin ve eylemsiz —lik, birazdan kulaklarımdaki bu müzik kendi
etrafında dönmeye başlayacak, bir yılanı düşlüyorum, kokulara bağımlı kaldım, zih-
nim kendisinden ayrılırken bedenimden uzakta döneniyor, kalbim ötekini kemiren
sol koroner arterin altındaki elektriklenmelerden ayrılmaya başlayıp bir kıvılcım
aradığında düzen bozulmakta ve iki kişide yok olmak için atmayı tercih ediyor yani
biraz intiharın
eşiğinde yaşamak oluyor. ölümbozukluğu
sağımda bir cehennem, annem,
gözlerine gölge düşmüş
spotify’dan o otoyolda dinlediğin birkaç müzik açıyorsun.
seni takip ediyorum.
akşamüzeri başladı.
bulutlar bu alacakaranlığa ilkindi zamanlarından sarkıyor.
alt katta hatim indiriyorlar. ‘Güneş’in yüzü açık olsaydı, allah’tan başka kendisine
ibadet edilirdi.’
evet biraz kesik. pencereyi hafif aralıyorum, sıcaklık boynumda ve göğsümde.
yağmur yavaş yavaş diniyor, rüzgârla birlikte başlıyor dalgaların sesi.
canım sıkılıyordu zaten, bir esrar sarıyorum. birkaç nefes daha ve fısıltılar yüksel-
meye başlıyor.
-ölümeksilirölümevrimleşir
iletişmeye başlıyoruz.
sen ve ben değirmenlere karşı
emirhan ergün
ölmek için geç mi
genç mi
bilmiyorum
*ihtiyar ihtiyar*
hüznümü emanet ederken göklerdeki kartallara Korkuydu küçük bedenini
sancılarımı güneşle bir bozkıra saldım bir saksı altına saklayan
akın ederken sahibi bulunmayan atlara
Yok mu köşebaşında
gönlümü mana denizinde ayıkladım
uğrak bir dükkanım,
alnımdan ve kitabımdan sözlerle yok mu canımı alsa da
dinmedi acısı bu cânımın vermeselerim?
oyunlar oynadığın bu kalple Hatıranı topluyorum koltuktan.
mürekkebi ben oldum bu bahtımın Bir ceset ağırlığı
üstüme düşen.
saçlarının her kıvrımını ezberlemişim Sizin tanrınız onu benden alan.
muhayyilemde her rengini ben boyamışım Benim tanrım yok.
susturmadı çığlıklarım ümitsizliğimi
Raşide Hanım’ın solgun fotoğrafı, yüzündeki kırk üç yıllık tebessümle, yatağın başu-
cundaki komodinde Adem Bey’in yüzüne bakıyordu. Acı bir tebessüm dudaklarında te-
rennüm olmuştu Raşide Hanım’ın. Ama gözlerinin içi gülüyordu. Sağken de hep bu ifa-
deyle bakardı. Adem Bey, uyanır uyanmaz göz göze geldiği Raşide Hanım’ın fotoğrafıyla
konuşur. Sensiz bir güne daha uyandık hatun, derdi. Adem Bey, komodinin çekmecesini
açtı. Telefonunu eline aldı. Göz ucuyla saate baktı. Okuma gözlüğünü taktı. Uyanma
mahmurluğunu atamadı üzerinden. Sosyal medyadan okurdu haberleri. Çok eskide kal-
dı artık gazeteden haber okuduğu zamanlar. Gazete falan alan da yok. Olsun mu? Ne
gereği var? Neler değişmemişti ki? Kese kağıdına bile gerek kalmadı. Kasap kanlı but-
larını streç filmlere seriyordu artık. Hijyen önemliydi. Bakkal da yumurtayı, çekirdeği
konsantre paketlerde satıyordu.
Vakit daraldı. Sabah iniyor yerini öğleye bırakıyordu. Pencere açıktı. Bunaltıcı sıcak
pörsümüş derisini kurutuyordu Adem Bey’in. Telefonda gezinmeye devam etti. Birden
cinayet haberine takıldı gözü. Sıradan haberlerden değildi. Kadın cinayetleri. İçi burkul-
du. Kendi kızıyla aynı yaşlarda olan genç bir kadının fotoğrafını görünce ürperdi. Baba-
sının her sabah okuduğu haberlere söylenmesine alışkındı kızı. Raşide Hanım, ölünce
baş başa kaldığı Züleyha’sı. Kapıdan seslendi. Tiz sesiyle,
“Baba. Kahvaltı hazır.”
Haberdeki kızın yüzünü Züleyha’nın yüzünde gördü. Ağır. Mağrur. Yaşı geçkin. Evlen-
memiş. Züleyha.
Adem Bey’in iç sesi duvarlar çarptı. Bunaltıcı havanın yakıcılığını arttıran sesi boğul-
mayarak çıktı.
“Züleyha kızım. Bak şu habere bak. Senle yaş. Kaderi benzemesin. “dedi.
Züleyha, sabah seremonisinin bitmesini bekledi. Beklemese ne yapsın? Akşama kadar
pijamasıyla ev içinde dolaşarak gezen babasını dinlemek zorundaydı. Babasıyla öyle açık
seçik rahat rahat da konuşamazdı. Sessizdi. Züleyha, evlenmeyi aklından geçirmedi hiç.
Babası gibi biriyle evlenmekten korktu. Söylenmeye devam etti.
“Allah korusun hele benim Züleyha’mın saçının telini. Tövbe tövbe.”
Durup durup tövbe çekti. Züleyha, zemindeki yıpranmış gıcırdayan parkelerden mut-
fağa doğru adımladı. Çaydanlığın buğusu. Havanın sıcaklığı bunaltıyordu Züleyha’yı.
Boynundan damlayan terleri eşarbının ucuyla temizledi. İnce belli bardaktan çay içme-
yi severdi. Her zamanki yerine koyduğu bardağa uzanırken elinden kaydı. Ne olduğunu
anlayamadı. Çat… Düşürdü birden. Kırıldı. İnce belli bardağı. Elini kanattı. Zeytinyağı
döktü. Sızısını alsın diye. Haberlerdeki öldürülen kadınlara üzülen Adem Bey, kızının
yaralanmasına tekinsizdi. İnce belli bardağı kırmasına sinirlendi. Simgeydi ince belli
bardak. Kızının annesiyle bu bardaklardan çay içtiklerini bilirdi. Bardak istemesin, diye
sesini yükselterek,
“Masraftan başka ne işe yarıyorsun? Evlensen artık.”
Pencereden uçuşan sesler, kaldırım taşlarına çarptı. Züleyha’nın iç sıkıntısı kaldığı
yerden devam etti. Hayatını düşündükçe ruhu sıkılıyordu. Transistörlü radyosunu açtı
Adem Bey. Susmadı. “Tövbe” makamından “masraf çıkarma bana” vaazlarına geçti. Rad-
yoda sevdiği parçanın sesini bastırdı.
Raşide Hanım, kaç yıl katlanmıştı Adem Bey’e? İki basma etekle üç beş yazması kaldı
sandıkta. Raşide Hanım, çilesini azıcık ömrüne sığdırdı. Adem Bey, karısını hatırladıkça
yüzünde baharda açan bir çiçekti belki. Gülümsemesiydi. Yıllardır beğenerek yediği lez-
zetli yemeğine, su böreğine, bamya çorbasına eline sağlık demedi bile. Öpmedi parmak
uçlarından. Şefkatle dokunmadı saçlarına. Ama çok anıları kaldı karı kocanın. Evlene-
medi. Kim çekerdi bu pinti herifi?
Eskiden çok eskiden eve gelen gazetelerdeki haberleri Raşide Hanım’ a okurdu hep.
Adem Bey’i dinleyen Raşide Hanım, bir taraftan da gazetenin magazin sayfalarına ba-
kardı. Güzel kadınlara. Kendisine benzemeyen kadınlara. Dudakları boyalı, uzun bacak-
lı, bakımlı. Elleri ipek. Alnı kırışıksız. Yanakları düzgün kadınlar. Seyredip bir de kendine
dönüp bakardı. Yer çekimi kuvvetine yenik düşmüş gıdısını, doğumdan sonra sarkmış
göbeğini içine çekip. Kendince. Öfkeyle kahkahası anlık değişen Adem Bey, bazen de
kendi hanesine ödül verilmiş sahipliğiyle paylaşırdı güzel haberleri. Raşide Hanım’ın çok
sonraları hatırlayacaktı saygısını, maharetini. Anlayışlı gibi sözcükleri de öldükten sonra
kullanmaya başlamıştı.
Züleyha, camdan görünen ufacık gök parçasına doğru baktı. Oturdu kanepeye. Elinde
terzi makası, kuru sabunlar, iplik, metre. Annesinden öğrendiği terzilik işlerini yapıyor-
du. İki basma elbisesi üç beş eşarbı vardı annesi gibi. İhtiyacı olmasa kullanmadığı, eline
bile almadığı telefonu çaldı. Adem Bey’di arayan. Sabahki kızgın halinin mahcupluğuyla,
“Pazardan alınacak bir şey var mı ?”
Dikilecek yeri kalmadı elbisemin. Elbise… Diyemedi. Bardak almayan adam elbise mi
alırdı?
“İki ekmek”
diyebildi sadece. Adem Bey, eve gelince ekmek poşetini bıraktı. Katlanmış sofra bezi-
nin, nemli tuzlukların, toz bağlamış kavanozların olduğu tezgaha. Öyle keskin hatlara
sahip öyle defalarca üstünden geçilmiş bir bakışı vardı ki Züleyha’nın. Gözleri orada
epeyce bekledi. Keşke evlenseydi. Evlenseydi de kurtulsaydı. Bu da neyin nesiydi? Cimri
herifin getirdikleri. Üç beş kumaş parçası. İnce belli bardak. İki adet. Gülünçtü. Altılı
bardak setini mi bozmuştu? Hem annesinde öğrendiğiyle kaldı dikiş işleri. Kumaş da
neyin nesiydi? Yaşıtları gibi dikiş atölyelerine de gitmiyordu. Sürekli interneti kulla-
nan babasına herkes internetten alışveriş yapıyor artık. Diyemedi. Yıllardır değişmeyen
Adem Bey’e kızmadı. Raşide Hanım’a bile bir elbise hediye almayan adama. Ne diyecek-
ti? Anasının yazısı kızına yazılmıştı.
İki kumaş parçasını bıraktı masasının üstüne. Simge gibi durdu kumaşlar. Haritadaki
yerini tespit ettiği yapay coşkularına dalıp gitti. Boca edilen ömrüne bir gün daha ek-
ledi. Zamanın asılı kaldığı bu küçük evde sararmış dantellerin, çıtırdayan mobilyaların
sararmış gazetelerin, boyası dökülmüş bibloların naftalin kokan halıların içine ömrünü
tükeneceğini düşlerken babası odasından seslendi.
“Züleyha kızım. Bak şu habere bak. Senle yaş yine. Kaderi benzemesin. “
veda
mislina bursal
I
sığınmak,
ne çok yere aynı anda dokunuyor ruhumda
evleri başlarına yıkılmış,
altında hayalleriyle kalakalmış çocuklardanım.
Ben kimse için yaşamayı bırakınca beni sevmeyi bırakmayın.
Ben böyle yaşamak istiyorum
—
çünkü.
ve korkuyor.
II
II
görsel: helin yıldız
en uzaklara değin,
koşarak
gittim.
kendimi de,
her gün yeniden bulduğum benliğimi de
seni “öz”ler gibi
özledim.
III
*bu bir manifestodur.
#nomorelies.
hava karardıktan sonra
ziyaret edilmeyi bekleyen
mehtaplı nehir 17
aybatur kıvanç
gece 1
hong kong’u romantize ediyorum âlemin bin tozunda
neon ışıklar ve 2019 protestoları
gaz maskeleri ve mutlu sonlu masaj furkan gelici
bir masöze 100 dolar bırakırdım
beni öldürmesi için
Efkâr can-ı yakarken,
moderniteyi reddedip Yarının düşleri içinde yüzerken,
batı karadeniz’e gitmeli Sevdiğin kimin elini tutmuş,
Kara gecelerde ağıtlar yakarken.
gece açlığı
açık market bulmalı Alemler bin toz parçasına bölündüğünde,
biyolojik saatim mahvoldu Mecnun âlemleri leyla’ya sunduğunda,
yarın erken kalkıp Gamsız bir gülüş ile yüreği
gemi adamlığına başvurmalıyım parçalandığında,
Alemin bin tozuna yüreği karışmış.
hatta şu an polonya’da Bin şerlerin konuşulduğu masalarda,
neo-nazi bir ergenin Kadehlerin kaldırıldığı gecelerde,
kulaklarını koparmalıyım Vefasız yârların hüznünün
aktığı yüreklerde,
ölü dedemin hayaleti yatağımda Âlemin bin tozuna yürekleri karışmış.
cinsiyetçi bir atasözü sayıklıyor
penceremden süzülene dek Leyla’sız Mecnun’ların kervanında,
onaylıyorum başımla Usulca akan hüzünleriyle ,
Çölleri aşan meczuplar sürüsünde,
‘siyah bim’ler kara para aklıyor!’ Kemâle ermenin umudunu
büyüttü içinde.
diye bağırıyorum boş yurt odama
Geceyle, gündüzü birleştiren saatlerde,
sabah 4 vikipedi’de saddam hüseyin Soğuk nâraların atıldığı karlı ormalarda,
sabah 5 dışarıda kumru sesleri Bir ârafı yaşayan bir kaç mecnun’un,
Âlemlerin bin tozuna yürekleri karışmış.
her çocuk, ergenliğinin ilk yılları gelmeden tanışır onunla. kimi zaman açık camdan
gelen bir esinti, kimi zaman uykudan uyandıran bir kapı sesi, kimi zaman ise sadece in-
sana usulca dokunulmuş gibi gelen bir his. rüya avcısı derler ona. gece gece, uyku uyku,
yastık yastık, ev ev gezer ve rüyalarını toplar insanlardan. bazen anlatmaya kalkışsanız
dilinizin tutulacağı korkulu kabuslarınızı, bazen belki de ortaya çıkaracağınız bir son-
raki eserin konusunu bulduğunuz yaratıcı rüyaları, bazen de sadece o rüyalardaki ufak
tefek detayları… insan bilinçdışının kırıntılarıyla beslenir rüya avcısı. insanoğlu uyuma-
ya ve rüya görmeye devam ettiği sürece, o asla aç kalmayacaktır.
onunla tanıştığımda takvim sayfalarının hangi günü, akreple yelkovanın hangi saati
gösterdiğini hatırlamıyorum. hatırladığım tek şey, beni ben ölmek üzereyken buldu-
ğuydu.
sonrasında bir gün yatağımın kenarına oturup da benimle konuştuğunda bana kalbi-
min çok hızlı attığını, alnımdan ter damlacıklarının aktığını, bacaklarımın kaskatı kesil-
diğini anlatacaktı. “durumun hiç iyi görünmüyordu çocuk,” diyecekti, ses dalgalarıyla
değil de adeta telepatik bir şekilde bana aktardığı o sesiyle. onun konuşmasını duymak,
tam anlamıyla bir duyma eylemi değildi. daha çok bir “içime doğma” gibi hissettirirdi.
bir şeyin olacağını önceden bilmek, bir rüyada tanıdık birini görmek, çocukluğunuzda
aldığınız bir kokuya tekrar denk gelmek gibi. orada değil ama bir o kadar da orada.
ilk kez hangi rüyamla beni tandığından emin değilim. bir uçurumdan düşüyordum,
diye hatırlıyorum. belki de atlıyordum. belki de atlayıp yolun yarısında bunu isteme-
diğimi fark ediyordum. belki beni gündüzün dünyasında hâlâ kovalayan bir şeylerden
kaçıyordum. zaten onun demesine göre ben hep ya kaçıyor, ya da düşüyordum. “insan
olmanın en önemli iki eylemi değil mi?” demiştim ona bir keresinde. “kaçacak gücümüz
yoksa ve düşecek cesaretimiz yoksa, niye yaşayalım ki?” başlığının altından gülümse-
mişti, belki de ben öyle sanmıştım.
rüya avcısı benim rüyalarımın çok lezzetli olduğunu söylerdi. japonların umami dedi-
ğine benzer bir tat veriyormuş ona, o yüzden ne zaman bayat bir hafta geçirse ilk benim
yanıma uğrarmış. damağını temizlediğini düşünürmüş rüyalarımın. “tabii bazen de eski
dostumun başı sıkıştığında gelir, kabuslarındaki öcüleri böcüleri uçurumları dağları ve
o pis insanları mideye indiririm.” birbirimizi yüzyıllardır tanıyormuşuz gibi bir muzip-
likle söylerdi bunu. ve o böyle dediğinde, gerçekten iki eski dost olduğumuza inanırdım.
doğru değil miydi? bence doğruydu. bir insanın en mahremiydi rüyalar. bir başkasına
söylemeye cesaret edemediği, bazen kendine bile itiraf edemediği duyguları, düşünce-
leri, arzuları, dürtüleri kendini belli ederdi. bazen hayatın kayda değer olmayan detay-
ları, bazen korkular, bazen yapılması gerekenler, bazen kaygılar bir yer bulurdu kendine
rüyalarda. bir insanı tanımak için nasıl ruhun aynası olan gözlere bakmak gerekiyorsa, o
aynanın öteki tarafı da gördüğümüz rüyalardı işte. eski dostum, benim hakkımda biline-
bilecek neredeyse her şeyi biliyordu. tabii ben de onun hakkında bir şeyler öğrenmeye
başlamıştım. mesela en lezzetli rüyalar iki sevgilinin kavuşmak üzere olduğu, tenlerinin
birbirlerine neredeyse değdiği, birbirlerine neredeyse “seni seviyorum,” dedikleri rü-
yalardı. rüya avcısını en mutlu eden şeydi ‘neredeyse’ler. olmak üzere olup da bir türlü
gerçekleşmeyenler. “nasıl anlatsam,” derdi, “aylardır canının istediği yemeğin en sıcak,
en taze hâliyle önüne konması gibi.” biraz düşündükten sonra daha insani bir tanım
buldu bana anlatmak için. “hapşırığın sürekli burnuna takılıp durduktan sonra sonunda
hapşırmak gibi.” bizim en acı verici ‘neredeyse’lerimiz, rüya avcısı için eşi benzeri bu-
lunmayan bir doyum hâliydi.
kimi zaman rüyamın en lezzetli yerini, kimi zaman da beni korkutan şeyleri yiyip bitir-
diği ve bana yarenliiğini armağan ettiği dostluğumuz, bir mayıs akşamı son buldu. beni
kovalayanlardan kaçtığım bir rüyanın tam ortasında, birden her şeyin yerini sonsuz bir
boşluk aldı. yol yoktu, peşimdekiler yoktu, ağaçlar, gökyüzü, hiçbir şey yoktu. ve o gün-
den beri, rüyalarım lezzetten ve cümbüşten yoksun koca bir boşluğa dönüştü. gördük-
lerimin sıklığı azaldı, tek tük rüya gördüğümde de hatırlayamaz oldum. öyle ki sanki eski
dostum beni yiyip bitirmiş, bilinçdışımdan sızan rüyalarıma dair hiçbir şey bırakmamış-
tı içimde. başta beni böyle terk edişine, belki böyle yutup çiğneyişine sinirlendim. ama
bu bir anlama daha geliyordu, artık beni kovalayanlar ve düşeceğim uçurumlar yoktu.
kaçmayı ve düşmeyi bırakınca insan olmayı bırakmamış, sadece kalmayı ve düştüğüm
yerden kalkmayı öğrenmiştim.
rüya avcısı, her neredeysen, umarım karnını hâlâ en lezzetli rüyalarla doyuruyorsun-
dur. umarım bir gün, yine hayatın kabuslarından kaçmaya çalışırken uykunun kabusla-
rına çarpan bir çocuğa denk gelir ve bu sefer de onun ağrılarını dindirirsin.
Bir cumaydı,
Kara odalardan kazdım saf aydınlıklar çıkardım
Uzun boyluydu sanki ve gülüyordu artık;
Suratsız lavuklar ara sokaklarımda bilirdim.
Raflarım düzenli ve misafirlere açıktı odalarım.
Uykularım sakin trenler gibi dostçaydı artık;
Kadınlar düşlerimde umutluydu lakin göğüslerine bakmazdım
Sade suratıydı,
Bir cumaydı,
Uzuvlarım terk etmişti gövdemi deniz de vuruyordu.
Anlardı insan dediğin korkunçluğumu dünden
İstersen gökyüzüne bakayım, istersen gözlerine:
Herkes onu görse de, hiç umut yoktur benliğimde.
Nazım ve ötekiler doğmuştunuz tablolu evlerde.
Bilmeliydim gerçi saydam yüzümden önce:
Yaprak hiç küser miymiş ağacına hepbütün
Artık koyu satırlarım sakin günleri kisveli görüyordu.
Kalbimin sonsuz kahrıydı,
Hepsi.
düşüncenin elektriği
ecem aslan
seninle upuzun bir yürüyüşe çıksak. yere düşüp dizimi kanattığımda bana sahip
çıkacak mısın? sen bilmezsin ama doğurulmamış bir çocuğun evlatlık sancısını
çekiyorum. sen yaralı dizimi sararken öfkeyle titriyorum. gözlerimden fışkıran bu
illetin sana ait olduğunu düşünmenden korkuyorum. korkuyla titriyorum ve beni
ürküttüğünü düşünüp çekiniyorsun. tereddütün ikimizi de kırıyor. kaçmayacağımı
bilsen ne kadar yaklaşırdın bana? ben gerçekten bir kuş olsam ve sen gerçekten
merheme sahip biri, ne kadar emin dokunurdun bana? keşke elimden tutsan ve ben
ağlarken acıma, geçmesini beklesek bu adı konmamış öfkenin.
beraber.
yatıştırır mıydın beni sakin sözlerinle? sen bilmezsin ama ben alışık değilim böyle
şeylere. benimkiler kaderi de kıymeti de elinin tersiyle itmiş bir ruh ve aç bakışlar
ve birkaç kemikten ibaret tedirgin alışkanlıklar. üstüne titreyen gölgelere sırtını
dönen, yine de sarılıp sarmalanmayı beklerken ileri geri sallanan bir ruh ve birkaç
kemik daha. bilmezsin ama alışık değilim böyle şeylere. benim kucaklarım soğuk ve
sarılmalarım uzaktandır.
keşke bilsen.
karışım
ali doğukan ileri
iki taş
sanki daha önce görmemişler birbirlerini
ilki sen renginde
ikincisi ben
ne solacakları vardır güneşten
ne de akıp gideceklerdir yağmurdan
ama taş ya işte
bir bakmışsın oturmuşlar üzerlerine
birinin pantolonuna sen rengi çıkar
öbürününkine ben
üstüne üstlük
yol üstünde heykellerle selamlaştılarsa
başka taş formlarına kaçmıştır artık rengimiz
şansım da varsa
karışıklık çıkmıştır da
kendi rengini yaratmıştır birlikteliğimiz
gizli geçit
sude yenin
Önümdeki ayçiçek desenli, vitraydan yapılmış boy aynasına gözlerimi kısarak baktım. Ayna,
yansıma ve yanılsama. Bu üç kelimeden alacaklı olduğumu hissederken içim ürperdi, tenim buz
kesti. Duvardaki saatin güçlü ‘tik tak’ vuruşları endişeme bulanırken, yutkundum. Boy aynasının
karşısında, odamda neden böyle bir obje bulundurduğumu asla anlamlandıramadığım, lâkin her
baktığımda içimi daraltan bir nehir ve sandal tablosu vardı. Gürül gürül akan bir nehrin aksine,
bu nehir izbe bir sokak gibiydi; insanı boğan ve yoran cinsten. Sanki o tabloya her baktığımda,
nehrin üstündeki sandal ileri geri hareket edip, beni de içine çekecekti. Hayatımda bir şeyler ek-
sikti ve sanki görüntüme baktığım bu ayna, geçmişime gizli bir geçitti. Mâzime ışık tutacağına niye
inanmıştım ki sanki? Ama yaşadığım şeyler de normal değildi; ruhum, yoksunluğunu çektiğim
şeylerin peşine düşmek istiyordu. Misal, daha geçenlerde esrarengiz bir rüya görmüştüm ve o
rüyayı gördüğümden beri de tek bir kelime beynimi esir almıştı; Mnemosyne.
‘’Gücünün farkında olsaydın eğer, asıl kimliğini öğrenmek için bu kadar geç kalmazdın Mne-
mosyne,’’ Karanlıkta bir siluet vardı ve beni çağıran bu sesin sahibini tanımıyordum. ‘’Çağrılarıma
kulak ver, küçük kız. Geçmişin yanında, çok yakınında.’’
Rüyama sızan bu sese tutunup, beni geçmişin tozlu raflarına götürmesini isteyecektim, ama bu
isteğimi gerçekleştiremeden irkilerek uyanmıştım. O rüyadan sonra beynim durmuştu resmen,
yakınımda olan tek kişi annemdi. Yoksa, bu sırlar annemde miydi? Gizemli bir kız değildim, imge-
lerle işim olmazdı. Ya da ben öyle sanıyordum.
Bu aynanın karşısına ne zaman geçsem, adlandıramadığım duygularla dolup taşıyordum. Ama
neden?
‘’Yaklaş, istediğin bilgilere ulaşmak için buradayım.’’
Ayna, benimle konuşuyordu? Bir saniye, ayna konuşuyordu. Ya delirmiştim, ya da yaşadıklarımın
etkisi ile halüsinasyon görüyordum. Geri çekilip, bu odadan çıkıp gitmem gerektiğini biliyordum,
ama ben daha ne olduğunu anlamadan aynanın içine çekilivermiştim.
Bu ayna, benim için yapılmış gizli bir geçitti âdeta.
Benim evim, bu geçitti.
Geçmişim ise, beni esiri edecek asıl kimliğimdi.
lümpen
emre ekici