Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 44

sunuş:

türkiye’nin fanzinlere ihtiyacı var!


Bir çentik daha atıyoruz. Önümüzdeki hedeflerden biri daha aşıldı. Yeni sayımızı çı-
karmaktan bahsediyoruz. Her sayının bir öncekinden daha zor çıkarıldığı bir ülkede-
yayıncılık yapıyoruz sonuçta. Hem de basılı. Sermaye destekli büyük dergilerden daha
çok, sermaye desteksiz bağımsız yayıncıların zorlandığı bir dönemdeyiz. Daha doğrusu
bu özel de bir dönem değil. Ülkemizde her zaman belirli dönemlerde ekonomik sıkın-
tılar yaşıyor. Herkes de bundan nasibini alıyor. Bugünlerin geçeceği, basılı yayıncılığın
rahat icra edileceği bir dönem gelecek mi bilmiyoruz. Aslında bakarsanız bunu çok da
umursamıyoruz. Şartların bizim için olgunlaşıp, bir şeylerin kendiliğinden değişmesini
beklemiyoruz.
Başlıkta belirttiğimiz gibi, ülkemizin fanzinlere ihtiyacı var. Bu ihtiyaç da aslında genel
bir bağımsız çıkışların örgütlenmesinin gerekliliğinin sonucu. Herkesin neyi isteme-
diğini bildiğimiz birçok örnek sayabiliriz, birçok alanda. Ama neyi istediğini bilenlerin
ya da bunu söyleyenlerin sayısı az. Böyle bir ilerleyişin de sonuç getirmeyeceği aşikar.
Ot, Kafa, Bavul dergilerinin edebiyata ve kültüre zarar verdiğini düşünen, çeşitli alt-
kültürleri metalaştırdığını öne süren birçok insan var. Bu istemeyiş, güçlendiği ölçüde
karşıtını ortadan kaldırma potansiyelini arttıracak bir güce dönüşebilir. Olumlu bulsak
da karşıtını ortadan kaldırdıktan sonrasını belirsiz görüyoruz. Bugün ülkemizde genç-
lerin bir şeylerin öznesi haline gelmesi, üniversitelerde kariyer topluluklarından ziyade
üretim yapabileceği bilim, kültür ya da sanat topluluklarına katılması elzemdir. Birçok
üniversite topluluğunun fanzin çıkarması, ya da üretim yapmak isteyip de kendine alan
bulamayan gençlerin fanzinlere yönelmeleri, hatta fanzin çıkarmaları rastlantı değildir.
Piyasa dergilerine ya da sanatta piyasalaşmaya karşıtlığın, alternatifi kurmaya yönelme-
si gerektiğini düşünmekteyiz.
Şu an ülkemizde çıkan fanzinlerin büyük bir çoğunluğunun sürekliliği yok. Sürekliliği
olanların da bir kısmının ekipleşmeleri yok. Akasya Fanzin adında Ankara’da üretilen ve
diğer şehirlere yeni yeni çıkarma yapan bir fanzin, hem ekipleşme anlamında hem de-
istikrar anlamında şimdilik olumlu bir hissiyat uyandırıyor. Bu maceranın olabildiğince
uzun soluklu olmasını diliyor, okur ve dostlarımızı da yaşayan, üreten ve yayın hayatına
devam eden fanzinleri desteklemeye çağırıyoruz.
Ülkemiz için iyi başlamış bir yıl olmadı 2023. Deprem felaketi nedeniyle birçok yurtta-
şımız hayatını kaybetti, ruhsal veya fiziksel olarak zarar gördü. Bu şartlarda ve ekono-
mik durum da ortadayken bir şeyler üretmeye devam etmeye çalışıyoruz. Aramıza yeni
katılan birçok arkadaşımız var. Özgün olma çabamızı ve bir şeyleri değiştirme konusun-
daki irademizi bu yılda da arttırarak devam ettirmeyi istiyoruz.
Geçtiğimiz aylarda yaptığımız şehir buluşmaları da bize bu konuda güç verdi. İstan-
bul’da açık buluşma/sohbet, Ankara’da ise bir şiir gecesi organize ettik. Sokakta olmaya,
yüz yüze gelmeye ve internet çağının kolayca yıpratamayacağı ilişkiler kurmaya devam
edeceğiz. Sesimize ses olan, gücümüze güç katan, yola devam etme azmimizi ve şevki-
mizi arttıran herkese saygılarımızı, sevgilerimizi ve teşekkürlerimizi iletiyoruz.

mevzularderinfanzin@gmail.com
mevzularderin.com
Ön Kapak: Neşe Çanakçı
facebook.com/mdfanzin
Arka Kapak: Helin Yıldız
twitter/mevzularderinf
instagram.com/mevzularderinfanzin
sordum sarı çiçeğe annen baban sarı mı
mustafa türkben

Tuttum çetelesini lânetimi artıranların


Gözlerimi seyreltenlerin

Kurtuldum egomu mahmuzlayarak yüküm ruhum yok bavulum. Püskürttüm


froydu yırtarak doktorun reçetesini ve püskürttüm ebussuudu okuyarak
Yunus’u bitmez yort savul’um. Şimdi bir ata binmiştir Hermit. Bir şaire
gelince duraksamıştır Helâkî. İnnel insâne le fî husr. Citadelle ve al qasbah
nedir hep bilerek. Felek apartmanı 13 nolu çemberde oturur katı çatı felakî
soluğu el Hamra

İnsanlar sevgi istemiyorlar artık emindir


Gündüzler american

Okyanusa atılmıştır Sulhiyye mürekkeplere boyanmış mâhiler


Arasında
Acıttıkça ruhunu pergelin yazmaz sivri ucu
Bir yarayı kanırtarak kanımtrak öfkesi Verklärte Nacht
Yırtarak durmaya yeltenen yelkenleri, enginlere sığmaz
Depuis naissance de la prison zamanın tam kalbindeki zamansız alan’a
Artık çok uzaktır Makbul’ün Maktül’e dönme hızından kafa tasasında hurûc
alessultan
Kapitalizme basarak düşen osmanlı kapitalizme basarak yükselmek isteyen
cumhuriyet
Bahaneler casual ve ready made ayıpsız insan olma suçu
Yaşamak bir duvarı omuzlayarak kapı, bir kapıyı tekmeleyerek içeri girmek
değilse gurursuzluktur
Sâdâbâd’ın yerini alınca Moda coexistence sulhu international monetary fund,
duyun umumu
Il deserto rosso ve barba rossa nedir hep bilerek örtülü gözlerinde yağmur
tülü rûcu etmiştir gülü öldürür tüluğlardan soluğa soluk el Sahra
İsmet Özel ile Lautréamont’nun kesiştiği yerde bekliyordur kendisini anlamaya
çalışacak olanı
Geceler american.
unutmayı becerememek ya da
hatırlamaktan çekinmek
duru barışık
Eskinin omuzlarına bindirdiği tüm yükü, araştırmalarıyla dolu dosyalarla beraber evkaftaki
memuriyetinden kalma büyük deri çantasına doldurmuş; bu şehrin en sevdiği parkında bir
banka oturmuştu. Semih’i bekliyordu. Semih ile Facebook’ta nörolojiyle ilgili bir grupta tanış-
mışlardı. Yıllardır derdine bir çare arıyordu, bu adam kendisi için yegane umut olabilirdi. Bu
hayattaki tek dileğini daha önce gerçekleştirebilmiş tek insan. Havanın tadını çıkarmak için
evden erkenden çıkmış, hafif çiseleyen yağmurda Tunalı’yı boydan boya yürümüştü. Kuğulu
Park’a vardığında ıslanmış bankı cebindeki ipek bordo mendille kurulayıp oturdu.
Yağmur kesilmişti, halbuki bu Kasım sabahında sağanak yağış uyarısı vermişti meteoroloji.
Semih’e özellikle diyecekti bugün yağmur beklendiğini ve parkta buluşmamalarının iyi olabile-
ceğini ama; gizemli adamın bu basit seçimine bile bir anlam yüklemiş, “Vardır bir bildiği,” diye
düşünmüştü.
On dört sene önce iş gereği bu kapkara şehre taşındığında nefret etmişti buradan. Rutubetli
is kokan havasından, kışları sert ayazından, kuru yazından tiksinirdi. Yeliz sevdirmişti ona An-
kara’yı. Her zaman bu şehrin bir şey anlattığına inanırdı Yeliz. “Sevmeye çalışmazsan anlaya-
mazsın da,” derdi. Yeliz gittiğinden beri anlayamıyordu bu şehrin derdini. Ne zaman dışarı adım
atsa ya arabanın biri çamur sıçratıyordu paçasına, ya da alacalı bir güvercin pisliyordu omzuna.
Gitse giderdi de buradan, ama bırakamıyordu. Yeliz’den kalan son şey de buradaydı çünkü.
İstanbul’a gitse nasıl ziyaret ederdi onu? Gözleri ıslandı. Başını öne eğip dirseklerini dizlerine
dayadığı kollarının arasına aldı. Çantasının kapağındaki deriler, kenarlarından soyulmaya başla-
mıştı. Düşen birkaç damla gözyaşı o çatlaklara sızdı. Toparlanıp elinin tersiyle sildi yanağındaki
nemi. Uzaktan ona doğru yaklaşan bir adam sol elini kaldırarak selam verdi. Semih beş dakika
rötarla gelmişti.
Kendisinden oldukça genç, yirmili yaşlarının sonunda, uzun boylu bir adamdı Semih. Boru
paça inen eskitme desenli kot pantolonu, işlemeli kovboy çizmeleriyle buluşuyordu bilekle-
rinde. Sevecen ve hiperaktif bir hali vardı. Tıp fakültesini beşinci sınıfta bıraktığından ve şu an
popüler zincir bir markette kasiyerlik yaptığından bahsetmişti. Bilinçaltıyla ilgili yayınlanmamış
bir kitabı vardı.
-Merhaba Altan Bey. Profil fotoğrafınızdaki silüetten tanıdım sizi. Benzersiz bir burnunuz var,
dedi gülümseyerek.
-Merhaba Semih.
Bir süre sessizce bakıştılar. Altan bu genç adama onu incelediğini, onunla birkaç kelime et-
mek için bile güven duygusuna ihtiyacı olduğunu belli etmek istemiyordu. Aylardır konuştuğu
ilk insandı, kedisi hariç tek varlıktı. Ama Semih sandığından daha sağduyuluydu. Bu amansız
sessizliği bozan taraf da Semih oldu.
-İsterseniz bir kafeye oturabiliriz, şu tarafta güzel bir yer var, diyerek parkın karşısındaki so-
kağın köşesini gösterdi.
Genç adam yürüyüşlerini sessiz bırakmamaya, Altan ile sohbet etmeye kararlıydı.
-Ben çok seviyorum buraları. Hele sonbahar havasında o kadar güzel oluyor ki Tunalı. Vaktim
varsa yürüyorum Kızılay’a.
Altan başını sallamakla yetindi sadece. O da severdi bu caddeyi yürümeyi. Eskiden Yeliz’in ça-
lıştığı ofis buradaydı. Akşamları bazen onu işinden alır, müdavimi oldukları İtalyan restoranına
götürürdü. Yeliz orada makarna yemeye bayılırdı. Yedikten sonra da “Ya Altan yedirdin bana
yine makarnayı, tüm Tunalı’yı yürücez şimdi eritmek için,” derdi. İçi burkuldu, Yeliz öldüğünden
beri hiç gitmemişti o restorana.
Semih’in tavsiye ettiği kafede, camekanın yanında en köşedeki masaya oturdular. Altan, dışa-
rısıyla iç içe camdan caddeyi izlemeye dalmışken sohbet etmesi gerektiğini hissetti. Bu gerek-
liliğe karşı bir sigara yaktı.
-Hava giderek kapatıyor ya Semih, yağacak herhalde.
-Herhalde. Neyse ki içerideyiz. Yağmurlu havaları sevmez misiniz?
-Severim.
-O zaman güzel bir gün sizin için. Hava hem çok sert değil, üşütmüyor; hem de hafif hafif
yağıyor.
-Benim için hiçbir gün güzel değil.
-Sanırım bu yüzden unutmak istiyorsunuz zaten.
Altan, içine kapanık biriydi. Ailesini o on beş yaşındayken geçirdikleri bir trafik kazasında kay-
betmiş, bu kötü kazadan sadece kendisi sağ çıkabilmişti. Zaten tabiatından kaynaklı çekingen
bir çocukken, bu kayıp onun daha da içine kapanmasına sebep vermişti. Kahvelerinin gelmesiy-
le birlikte masanın bitişiğine bıraktığı çantasını kucağına alıp kurcalamaya başladı. Dosyalarını
evden çıkmadan, Semih ile konuşmayı planladığı sıraya göre tasnifleyip yerleştirmişti.
-Hazırlıklı gelmişsiniz, ben böyle elim boş gelince utandım valla.
Ama aceleniz ne anlayamadım doğrusu. Ben ne o araştırmaları tartışmak için geldim buraya
ne de projemizin yol haritasını çizmek için.
Altan duraksadı, bu söylem planlarına epey aykırıydı.
-Peki ya ne konuşmayı düşünüyorsunuz Semih?
-Sizi tanımak istiyorum Altan Bey. Beni nasıl bir yükün
altına soktuğunuzun farkında değilsiniz herhalde. Ön-
celikle belirtmek isterim ki planladığımız bu çalışmanın
çeşitli sonuçları var, boğazını temizledi ve fısıldayarak
devam etti, arkadaşımın hafızasını silmeyi başardığımız-
da istenmeyen sonuçlarla karşılaştık.
-Evet de, ben bu sonuçları kabul ettiğimi ve sorumlulu-
ğu üstlendiğimi size belirttim.
-Ben sonuçları kabul ettiğimi belirtmedim ama. Size
bildiğim kadarıyla yardım eden tek dostunuz olarak, sizi
bu amaca iten yaşanmışlıklarınızı öğrenmek istiyorum.
Beni ikna etmenizi bekliyorum. Biz ne uğruna çalışaca-
ğız? Siz neden geçmişinizi unutmak istiyorsunuz?
Altan o dakika, oradan kalkıp koşarak evine gitmek is-
tedi. Ne yapacaksa da kendisi yapacaktı artık, kaybede-
ceği hiçbir şey kalmamıştı. Çok sevdiği annesinin yoklu-
ğuna nasıl alıştıysa Yeliz’inkine de öyle alışacaktı. Yeliz’i
kaybedeli dokuz sene olmuştu. İş yerinden geç ayrıldığı
bir akşam, eve gidip yemek yemeyi planlarken mutfakta
Yeliz’in asılı bedeniyle karşılaştığında donakalmıştı. Da-
kikalarca hiçbir şey yapmadan, hiç kimseyi arayamadan
durup beklemişti. O anı, Yeliz’i, birlikte yaşadıkları acı-
ları ve mutlulukları aklından çıkartamıyordu. Ömründe
harcadığı her dakika daha çok kazınıyordu tüm hatıralar
zihnine. Ölümle ilgili yaptığı şakaları düşünürdü genç ka-
dının. Ağzına öyle pelesenk olmuştu ki tüm bu espriler,
günlük olarak yapardı. Altan mutsuzluğunu yok saymıştı
onun, hiç çabalamamıştı. Geçen her saniye hatalarıyla,
Yeliz’in yaşadığı güçlüklerle daha çok yanıp tutuşuyordu
yüreği. Bu azapla yaşayamıyordu. Yeliz ölmüştü, kendisi
de mi ölmeliydi ? Artık kaybetmemesi gerekiyordu, ha-
yatına temiz bir sayfa açıp yeni bir işe girmeliydi, yeni
bir kadın tanımalıydı, belki müstakil, şirin bir eve taşınıp
içini pembe dekore etmeliydi. Üç çocuk yapmalı, isim-
lerini koyarken kafiye aramalıydı. Ama zihninde bunlar kayıtlıyken insan evini pembe döşeyip
çocuk yapamazdı. Semih’ten korkmuştu. Ucunda külü birikmiş sigarasını tablaya bıraktığı gibi
çantasını eline alıp oradan koşarak ayrıldı.
Belki de böyle davranmasının sebebi, geçmişi aslında hiç unutmak istememesindendi.
görsel: helin yıldız
bu felaketi nasıl adlandırıyoruz bilmiyorum.

acılar adlandırılabilir mi?


eftelya koyuncu
tw: deprem. devlet nerede? değil burada.
belki iyi hissettirir: yas, isyan, dayanışma
küçük kadrajlar, dar açılar, yakın çekimler
uzak yaşam, derin acılar, büyük konuşmalar
altı üstüne gelmiş ayın altısında aynı altyapılar
neresinden tutsam elimde kalıyor şimdi •
elinden tutabilseydim • elimde kalsaydı • geçmişti ←
gelin bu şiiri birlikte kuralım desem
dizelerden ses gelir mi?
/ sesimi duyan var mı /
herkes bir harfin ucundan tutsun, içinden sussun, biçimden kessin
bana bakmayın, ağlamak istiyorsanız tam sırası
haykıracaklar için ayrıldı bu dizenin kotası
kime sesleniyoruz bu şiirde? herkes kararsız, herkes karalı, herkes arsız
devlet
neyi düşürdük
neyi düşürüyoruz
neyi düşüreceğiz
bütün yola çıkma şiirlerini yakıyorum ki ısınalım
artık yol yok, iz yok, biz varız
her gün şiir kuruyordum kuru sıkı kurgularla
kurgusuzluk kendini gösteriyor şimdi gözünde yaşlarla
yaşam, yeniden kurulmalıdır, yaşanarak
elinde bir parça bezle dolanıyor yaşam enkazlarda
dünyayı durduruyor bir kadının çığlığı, yaşamın a’sı
yan yatmış şaman ayinlerinde aklı
kaygı sarılıyor, sargı diziliyor, dizler bükülüyor
kepçe kepçe yerleşiyor içimize sızı
nereden başlayacağımı bilemiyordum
ama nereden bitireceğim kesin
bu yaslar tutulacak, tutunacağız birbirimize
çaresiyiz birbirimizin
her akan yaşta katlanıyor dayanışmamız
artık katlanmak yok, hüznümüzün isyanı var
bu enkazın altında binlerce hayat var
var olanların sesi, varlığı çalınanlar için var
varlığımız çalınsa da yaşamak baki
kadınlar, çocuklar, sen, ben, biz
dayanışmamızla kuracağız bu şehri
ve duyulacak gür yankıları sessizliğimizin:
yaralarımızı sarıyoruz, iktidarınızı sarsıyoruz!
tıpkı dünya gibi
zilan damla polat
Bir şeyler hep eksikti veya fazla doluydu. Yani mesela televizyondaki komik adamlar
şakalar yaparlardı, gülerdim. Annem telefonda hep dertlerinden bahsederdi, üzülür-
düm. Herkese karşı ihanetiyle meşhur bir babam vardı, ona kızardım. Bazen hava kara-
rırdı, korkardım. Bazen midem çok bulanırdı, kusup; kendimden iğrenirdim. Bazen sa-
dece kendimle konuşur, yalnızlığıma ağlardım. Ama bütün bunlara karşın hiçbir zaman
mutlu olamazdım. Kendimce mutlu olmaya dair bütün anlar zaten gündelik rutinimin
içerisindeydi.
O zaman ne işi vardı elimde bu halatın? Zaten ihtiyaç olduğum her şeye sahip de-
ğil miydim? Zaten yaşayabileceğim maksimum duygu durumlarını gündelik hayatımla
beraber yaşayamıyor muydum? Gittim, aldım marketten işte. Aklımdaki düşüncenin
bütün farkındalığına rağmen evimin bir ihtiyacıymış gibi aldım. Macera mı yaşamak is-
tiyordum? Dünya üzerindeki bütün halatlara karşı sansasyonel bir ilgim mi vardı? Yoksa
gizemli bir koleksiyoncu muydum? Hayır, sadece ölmek istiyordum. Çok uzun zamandır
hem de. Bildiğim bir yarındansa bilinmez bir karanlık beni daha çok umutlandırıyordu,
kendime karşı.
Oysa o sabah yine kendim için değil, başkaları için uyandım. Bir hukuk bürosunda ha-
demeydim. Herkesten önce benim işe gitmem gerekiyordu. Yani Mehmet Bey’in kahve-
sini hazırlamam, Ali Bey’in masasının üzerindeki tozları almam, Mustafa Bey’in oturağını
düzeltmem, Şerif Bey’in A4 kağıtlarını düzenlemem, Selim Bey’in kargolarını masasına
bırakmam ve hepsi için kahvaltı hazırlamam, hepsi için bütün tuvaletlere peçete bırak-
mam, hepsi için fayansları silmem, hepsi için öğle yemeği hazırlamam, hepsi için çay/
kahve servisi yapmam gerekiyordu.
Bu yüzden kalkardım sabah ezanında. Çoğunlukla güneş doğmamış olurdu. Deterjan
kokan yatağımı toplayıp, ufak tefek bir şeyler atıştırırdım. İşte biraz peynir, biraz açbitir
salam, belki -o ay maaşımı çok kullanmadıysam- birkaç damla reçel ve birkaç yudum
dünden demlenmiş çay… Yeterdi bana. Gider üstümü giyinirdim. Dua gibi, sure gibi
ezberlediğim ve herkese göre paçavra ama bana göre de gündelik olan kıyafetlerimi
üstüme geçirirdim. En azından temizlerdi ve zaten iş yerinde giymeyecektim. Bir forma
verirlerdi, pembe. Onu giyerdim.
Sonra tabii kitlerdim evimin kapısını. Yürürdüm otobüs durağına doğru, bakardım et-
rafıma, düşünürdüm ve işte tam o anlarda öldürmek isterdim kendimi. Bedenimin pa-
ramparça asfalta dökülmesini, parmaklarımın erimesini, aklımla kalbimin fiziksel olarak
yer değiştirmesini, bacaklarımın havaya buhar gibi uçmasını, sırtımın kağıt gibi kat-
lanmasını, yüzümün gazete kağıdı gibi buruşturulmasını, bağırsaklarımın spagetti gibi
tanrı tarafından yenmesi, karaciğerimin sigara içmesini, akciğerimin alkolik olmasını ve
midemin de minik minik sesler çıkarmak yerine yüksek sesle gülmesini isterdim.
Çünkü hiçbir yere ait olmadığımı fark ederdim. Sürekli her yerde turistmişim gibi his-
sederdim. O yüzden yok olmak isterdim. Evet bir ailem vardı. Daha doğrusu bir annem.
Ama ona ait değildim. Fikirlerimi, düşüncelerimi onunla paylaşmazdım. Ortak olduğu-
muz bir şey yoktu. O anlatırdı ve ben de sadece dinlerdim. Ayrıca bir arkadaşım da
yoktu. Hiçbir zaman olmamıştı. Üniversitede de işyerinde de…
Aslında üniversitede çok ciddi planlarım vardı. Yurt dışına gidecektim, şakır şakır İngi-
lizce konuşacaktım, partiler, gezmeler, tozmalar… Ama olmadı işte. Sınava hazırlanırken
bu tarz konular sadece motivasyondan ibaret kalabiliyor bazen. Bende de öyle oldu.
İstemediğim bir şehri kazandım mesela ve artı olarak da istemediğim bir bölüm… Tabii
yine de başlangıçta çok emek verdim, insanlara karşı, kendime karşı, okuluma karşı.
Sonra dereye atılmış taş gibi sürüklendim ve bıraktım bazı ipleri. Yine de umudum var-
dı. Akar ve yolumu bulurum, dedim. Sonucunda da sadece diplomalı bir hademe oldum.
Ülkenin ekonomisiydi, benim depresyonumdu falan derken artık sadece yaşamak için
yaşayan birine dönüştüm. Tıpkı kediler, köpekler, su aygırıları, amipler ve zürafalar gibi.
Gidergelirgidergelirgidergelirgidergelirgidergelirgidergelirgidergelirgidergelirgider-
gelir ve sadece yaşardım, daha iyisinin olabileceğine dair hayaller kurardım, uzun uzun.
Otobüs gelene kadar. Geldiğinde de her şey bir su balonu gibi patlardı. Birilerinin sırtını
itekler, birilerinin ayaklarına basar, birilerinin de saçlarını çekerek, kendime yer bulma-
ya çalışırdım otobüste ve inerdim bindiğim gibi. Ben açardım büronun kapısını ilk. Sol
ayağımla girerdim içeri. Sağ ayağımın baş parmağı biraz yamuk olduğundan dolayı uğur
getireceğine inanmazdım. Yakardım ışıkları. Karanlıkları sevmezdim. Asardım montu-
mu askılığa ve başlardım zeytinleri yıkamaya, peynirleri dilimlemeye, salatalıkları soy-
maya, ekmekleri doğramaya, patatesleri kızartmaya, çayı demlemeye, servis tabaklarını
çıkarmaya, çatal ve bıçakları masaya dizmeye…
Sonra zaten ilk olarak Mehmet Bey gelirdi. Suratıma bile bakmadan eşikten sağ aya-
ğıyla geçip, tuvalete girerdi. Sanırım bağırsaklarında bir problem vardı. Çünkü mesai
saatlerinin büyük bir çoğunluğunu tuvalette geçirirdi. Tuvaletten çıkar çıkmaz da ma-
sasına kurulup, çalışmaya başlardı ve kahvaltıyı da çoğunlukla zaten evinde yapmış
olduğundan dolayı burada etmezdi. Ondan sonra da Ali Bey, Mustafa Bey, Şerif Bey ve
Selim Bey de hep beraber gelirlerdi. Daha doğrusu hepsinin evi birbirine yakındı ve
hepsi Ali Bey’in arabasına binerek büroya gelirlerdi.
Ben de bazen mutlu olurdum onlar gelince. İçinde bulunduğum sessizlik biraz sona
erecek diye. Fakat bu mutluluk çok uzun süreli değildi. Yani onlar beni görmezlerdi.
“Günaydın” demezlerdi, “Kolay gelsin” lafını işitmezdim, suratıma bakılmazdı, “Nasıl-
sın” diye sorulmazdı… Ellerinden geldiğince bir hademe olduğumu suratıma vururlardı.
Oysa benim de diplomam vardı. Ben de iyi kötü görmüştüm bir üniversite. Çimenlik-
lerde oturmuştum, vizeye girmiştim, büte kalmıştım, açlıktan bayılacak gibi olmuştum,
param olmadığı için otobüse bile binememiştim… Her şeyden öte bir insandım ben.
Konuşulmak, fark edilmek veya ufacık bir tebessüm, sırf hukuk fakültesini bitirmedi-
ğim için veya onlarla aynı cinsiyette olmadığım için veya sadece bir hademe olduğum
için benim de hakkım değil miydi? Üstelik onlar hukukçu değiller miydi? Nasıl böyle
bir hakkı sırf cübbeleri olduğu için görmezden gelebilirlerdi? Anlamıyordum ve sadece
yaşıyordum.
Boşlar bitiyordu dolduruyordum, güneş doğuyordu ışığı kapatıp; perdeleri açıyordum,
sigara külüyle dolan küllükleri temizliyordum, öğle yemeğini hazırlıyordum, bazen kuru
fasulye pişiriyordum, yanına pilav ekliyordum, bazen mercimek çorbası kaynatıyordum,
odundan kaşığı çorba tenceresinin içinde döndüre döndüre şarkılar fısıldıyordum, ba-
zen de Rus salatı yapıp, içine bol yağlı mayonezlerden kaşık kaşık koyuyordum, istiyor-
dum ki isal olsunlar, onlardan nefret ettiğimi anlasınlar. Ama her biri sadece yiyordu.
Mehmet Bey bile. Sonra kirli tabakları yıkıyordum, tuvaletim geliyordu, ama tuvalete
gidemiyordum, kızarlar diye korkuyordum. Böyle şöyle bitiyordu günüm.
Hep beraber, Mehmet Bey de dahil, birbirlerine görüşürüz diyerek gidiyorlardı bü-
rodan. Yine yalnızlık ve sessizlikle karşılaşınca anlıyordum, bitmesi gerekiyordu artık
benim günlük rutinimin de. Bu yüzden ışıkları söndürüyordum, perdeleri çekiyordum,
pencereleri kapatıyordum. Sıkı sıkı kilitliyordum büronun kapısını. Tıpkı aklımı, fikirle-
rimi, bedenimi, diplomamı, dilimi, sıcaklığımı, kahkahalarımı, endişelerimi, üzüntüleri-
mi, sevinçlerimi, yalnızlıklarımı ve var olduğum her anı susturuşum gibi. Sonra gidiyor-
dum evime. Televizyonu açıyordum öylesine. Unutmak ve hayal kurmak adına. Sonra
yine kahvaltılık bir şeyler veya hazır çorba… Belki annem arıyordu o sıralarda. Açıp,
dinliyordum. Maksimum iki dakika. Sadece babamı anlatıyordu ve ben de çoğunlukla
dayanamayıp şarjım bitiyor yalanını söylüyordum.
Ama o gün öyle yapmadım. Açmadım annemin telefonunu. Hatta televizyonu bile. Işık-
ları, kapıları ve kendimi bile açmadım ilk defa kendi evimde… Eve geldim. Karanlıkta
oturdum. Duvardaki saati anlamaya çalıştım. Yediye daha beş vardı. Kasım ayı olduğu
için gökyüzündeki karanlığın ismi her ne kadar gece gibi dursa da aslında akşamüstüy-
dü. Üstüme çöken şey bu sefer ne kadar yalnız, görünmez, belirsiz, anlamsız, arkadaş-
sız, aidiyetsiz, ciddiyetsiz ve varlıksız oluşum değildi. Daha çok boşluklar hissediyordum
bedenimde. Ne iyiydi ne kötü. Ne hafifti ne de ağır.
Dışarı çıktım. Bol yıldızlarla süslenmiş bir Migros’tan içeri girdim. Bir amacım yoktu.
Ya da ben olmadığını düşünüyordum. Ya da bu sefer diğerlerinden daha farklı bir yarın
kurmak adına bol yıldızlı bir Migros’a girmiştim, bilmiyordum. Gezdim reyonları, deter-
janların arasından geçtim, parasını ödemediğim hale bir çikolatanın paketini açıp yedim
ve en sonunda onu gördüm. O halatı. Elime aldım. Parmak uçlarımla arzuladığım bir be-
dene dokunuyormuşum gibi onu sıktım. O an hatırladım işte, içimdeki ölme arzusunu.
Çikolatanın aksine onun parasını ödedim ve çıktım Migros’tan. Adımlarım bilmediğim
bir yolu izlemeye başladı.
Sonra bir an durdum. Ne yaptığımı anlamaya çalıştım. Kendimi asmak istiyordum. Öl-
dürmek. Evimde ölmek istemiyordum. Çünkü beni kimse ziyarete gelmezdi. Bir annem
arardı, o da eğer açmazsam birkaç saniye çaldırıp, kapatırdı. Gözlerimle etrafımı tara-
dım. Neresi olacağına karar veremedim. Daha doğrusu öyle bir yerde kendimi asmalıy-
dım ki, insanlar en azından ölmüş bedenimi bulmalılardı. Aklıma iş yerim geldi. Çünkü
sadece birebir olmasa bile dolaylı yoldan iletişim kurduğum bir tek iş yerimdeki patron-
larım vardı çevremde.
Fakat o saatte oraya gitmek istemedim. Yarın sabah erkenden kalkar hallederim bu işi
diye düşündüm ve tuhaf bir şekilde elimdeki halattan bütün vücuduma dağılan titreşim
gibi bir güç hissettim. Aynı anda özgür irademi, ışıltımı, kendi ses tonumu, varlığımın
bütün simlerini ve vücut hatlarımı duyumsadım. Halatı paketinden çıkardım. Sol elimin
avcuna iki ucunu da dahil olmak üzere her yerini yerleştirmeye çalıştım. Ben yerleş-
tirdikçe o canlandı ve onun parmaklarım arasında hareketlenmesine izin verdim. Artık
halat görünümlü bir yılandı. Her an bir elma yiyebilir ve her an bir adamı kandırabilirdi.
Bendi, varlığımdı, hayallerimdi, umutlarımdı…
Onunla birleşmek istedim. Kaldırımda, yanımdan insanlar, arabalar, motosikletler ve
kamyonlar geçerken; ben gözlerimi sol elimdeki halata dikip, sağ elimle kıyafetlerimi
çıkardım. Soyundum. Aynı an da elimdeki halat görünümlü yılan, kuyruğunu biraz daha
sallıyor ve heyecanlanıyordu. Bunu hissediyordum. İstiyordum ki içime girsin, bede-
nimde gezsin.
Fakat o parmaklarımdan aşağıya indi. Önümde bir yılan gibi sürünerek ilerdi. Onu ta-
kip etmeye başladım. Çünkü bunu istediğini hissettim. Sadece ona baktım ve yürüdüm.
Ben yürürken çalınan korna sesleri, insan bakışları ve daha birçok şey umurumda değil-
di. Hayatımda ilk defa kendi benliğimin peşinden gidiyordum. Ben gittikçe o hızlanıyor-
du ve ben artık koşuyordum. Korkusuzca ve cesurca koşuyordum. Ucunda ne olduğunu
düşünmüyordum. Bir ona bakıyordum.
Bir an hayal meyal arkamdan gelen bir polis arabasının sesini işittim. Tepki vermedim.
Koşmaya devam ettim. Yılan ani bir şekilde sağa döndü ve bende öyle yaptım. Binaların
arasından, caddelerin içinden, çöp konteynırlarının önünden, sokak lambaların altın-
dan ve bozuk asfaltların üzerinden geçerek; bir mahalleye geldik. İçinden insanların
zorla “kentsel dönüşüm” diye çıkarıldıkları, yarısı yakılmış bir gece kondunun önünde
durduk. Her taraf moloz, beton ve umutsuzlukla boğuşuyordu. Çevremde insan yoktu
ama bütün evlerin ışıkları yanıyordu.
Önümdeki halattan yılan bu sefer de yavaş yavaş sol ayağımın baş parmağına doğru
yaklaştı. Sadece ufacık dokundu. Hissetmedim bile. Ardından bana dokunmadığı ucun-
dan yemyeşil dallar çıkmaya başladı. Tıpkı bir su hortumun ucundan su çıkması gibi
onun da diğer ucundan yemyeşil dallar çıkıyordu. Bir ağaç gibi besliyordu içinden çıkan
dalları. Dallar hem uzuyordu hem de sarıp yok ediyordu moloz yığınını. Ortaya çok
güzel bir koku da çıkıyordu ayrıca. O yıkılmış görüntü yavaş yavaş yavaş ortadan kaldı-
rılıyordu. Görüntü kirliliği yok olurken ben sadece şaşırıyordum. Çünkü:

İnsanların
Yarattığ bir moloz yığını,
Benim bedenime değen;
Bir halat tarafından
Yok ediliyordu.
Tıpkı dünya gibi…
beyaz’a ilk çığlık
ramazan gediz derin

artık anlamı kalmadı


ve gereği de kalmadı
atık kartondan zırhlarla kuşatmamın
yorgun ama sıcak bedenimi.
buldum neyi bulmaya gönderdiyse allah beni bu dünyaya.
tufan’ ı değil, savaşı değil ama gördüm bir kan davasının
insanı cinnete sürükleyecek
o metalî sesini.

gecikmeli kalkan ve nihayet bir serseri mayına çarpıp


batmasını arzu ettiğim vapurları
ve onların yetiştirdiği mahzun şairleri de biliyorum.
öyleyse tam vakti değil mi yokluğu hissetmenin?
dağılsın ürkek bir sigara dumanında her şey
kalacaksa bir tek beyazlığın kalsın senin
ölüye sarılmayı bekleyen bir kefenin heyecanı gibi tazedir beyazlığın hem de

modası geçmiş sözleri sıralamakla geçirdim ömrümün hepsini.


elde kalan, bir kavgadan yadigar anlaşılamamak duygusu ve
sürekli tutulmayacak sözler verme meziyetinden
başka bir şey değil nihayet.
ve bir de ağır aksak ve hevessiz ve yanlış ibadetlerim var
çocukken babamın zoruyla bayram namazlarına gitmem
ve kandil günlerini de boş geçmeyip
hırçın bir sevme oyunu var.

tüm bu şiirler okunmayacak madem,


öyleyse hepsini tehlikeli madde levhalarıyla donatıp
üniformamın iç cebine doldurmalıyım.
sen sarıldığında batmasınlar diye sonra onların hepsini
kurumuş ve avareliğe hevesli güz yapraklarına sarmalıyım.
biliyorum, bunların da anlamı yok allah katında…

artık, mahşeri bekleyemeyecek kadar çok yaşadım sanırım.


ne hafiyeler peşimde ne hükümetin cellatları.
geriye son kalan senin
insanı okyanusların varlığına inandıran o ürkek beyazlığın.
ne komik, trajedisi de yok üstelik.

en iyisi mi, sen beyazlığını muhafazaya çalış


sabahın erken vaktinde uçmaya başlayan martıların sesinden.
ötesi allah’ ın bizim için yazdığı senaryonun
çok da rağbet görmeyen birkaç sahnesinden ibaret.
çapaklı şiir
su sezer
Bir sabah öleceğiz
Ölüm günümüz
Tarihimiz olacak mezarımızda
Adımıza ısmarlanacak tabut
Yapıldığı kerestenin ağacı
Bir mezarlık
Bedenimizden kalanlara
Aileminizin yanına veyahut
En son neredeyse ocak oraya

Son bir kez gözümüzden çapak temizleyeceğiz

Birileri bizi tutacak toprağın içine inerken


Belki bu kimseleri şimdilerde bilmeyiz
Belki daha doğurmadığımızdan
Ve belki annemiz olacak indiren
Çünkü yarınmış tarihimiz
Belki huysuz bir ihtiyarlaşıp
Dört gün bulunamayacak cesedimiz
kilitli evimizde
Tozlu kitaplıklar ve
karanlık akşam üzerleri
Yine birkaç tur dönecek
İnce ince gezinecek böcekler
Keşfedilecek etlerimiz
Birine azotla bağlanacak
Sonra kokacağız yaşamsızlıktan
Çapaksız uykudan
Ağlayamayacağız kendi vedamıza
Ne geçmişe, sevdiklerimize
Veyahut çok yüksekten düşeceğiz
Ani de olsa bir veda anıdır bu
Yakarıştan vakit bulursak
Karın boşluğunda ivme telaşı görsel: neşe çanakçı
Uçmayı binyıllar önce öğrenmiş kuşlar
Ve birkaç insan
Bu sırada öğrenmiş
Ölümden korkmayı
Kalem tutmayı
Şiir yazmayı
Bitiş bulmayı
Ebedi sormayı
balıksız göl
alperen yavaş

Bundan on yıllar önce her şey normaldi. Bizim köyde de diğer bütün köylerde olduğu gibi insan-
lar arada tartışır sonra da barışır, bayramlarda sevinç cenazelerde yas müşterek olurdu. Hepimiz
birbirimizin aynısıydık, dertlerimiz ve hikayelerimiz birdi demiyorum elbet, çünkü feleğin sınavı
biçim biçim olur, herkes ondan farklı bir pay alırdı. Yine de önünde sonunda farklılıklarımızdan
çok ortaklıklarımız olurdu. Ne de olsa cebine benzer miktarda para giren, birbirinin aynısı evlerde
yaşayan, tahsilsizlikte ortak bir ahaliydik. Beni belki hariç tutabiliriz aslında, burada benden başka
liseyi bitiren ya da evinde bir elin parmağını geçecek sayıda kitabı olan yoktu, hala da yoktur. Ger-
çi bunun bir anlamı da yok, başımıza gelenlerden sonra artık belki de hiçbir şeyin anlamı yoktur,
bilmiyorum.
Ne zamandı, hangi seneydi hatırlamıyorum, mazur görün, ama uzun zaman önce bir gün Balıksız
Göl dediğimiz köyümüzün ortasındaki göl birden fokurdamaya başladı. Sesini duyan, hareketini
gören bütün köylüler gölün etrafında toplandı. Gölün yüzeyi köpürdükçe köpürüyor, gölün al-
tından gelen kaynar su yüzeydeki suyu diplere taşıyordu. Bunun kendisi yeterince garip değilmiş
gibi ahali çok tuhaf bir şeyi daha fark etti: Alttan gelen su pulluydu. Bu yaldız gibi parlayan pullu
su çok geçmeden gölün bütün yüzeyini kaplayınca fokurdama durdu. Herkes gölün bu yeni ışıltılı
haline kilitlenip kalmışken birden yer sarsılmaya başladı. Bu sarsılmayı takiben gölün kabardığı da
görülünce sel olacak diye bütün köylüler can havliyle evlerine koşuştu.
Göl kabardı, kabardı ve sonunda taştı. Pullu su evlerin ahşap kapılarına gürültüyle çarpmış, çi-
çekleri çürütmüş, tarlaları balçığa döndürmüştü. Sular yavaş yavaş çekilip ortalık tekrar duru-
lunca evlerinden tekrar dışarı çıkan ana babaların gözleri fal taşı gibi açılmış, çocuklar dut yemiş
bülbüle dönmüştü. Köy meydanı, yollar, merdivenler, ahırlar, tarlalar kısaca her yer balıkla kap-
lanmıştı! Büyüklü küçüklüm yüzlerce balık taş toprak üstünde kıpır kıpır ediyor, köye ahalinin
donuk şaşkınlığına tamamen zıt bir hareket katıyordu.
Koskoca adıyla meşhur Balıksız Göl! Ne ben, ne babam, ne dedem, ne de dedelerimin dedesin-
den bu gölde bir balık gören çıkmıştı. Şimdi ise gölden çıkmış yüzlerce balık öylece önümüzde
yatıyordu. Herkes üçer beşer kucaklayıp evine götürdü götürmesine de saçları aklanmış belleri
kambur yaşlı analar bile balık pişirmeyi bilmiyordu, bu balıklar nasıl pişecekti?
İşte başta en büyük derdimiz buydu, ah ne güzel günlerdi. Balıklar nasıl pişecekmişmiş. Ulan
ister derisini yüz ister yüzme yağla at tavaya iyi kötü yenecek bir şey çıkar di mi? O zaman herkes
mutluydu, şaşkındı, gölün bereketine hayrandı tabi. Tatlı telaşlarla doluydu. Balıklar toplandıktan
sonra göle gidenler gölün üzerinin hala pullu sularla kaplı olduğunu görmüştü.
Ertesi gün aynı saatlerde tüm köylüler Balıksız Göl gene taşacak diye evlerine saklanıp kapıları
sıkı sıkıya kapadı. Hiçbir şey olmadı. Ondan sonraki gün de birkaç laf dinlemez gevşek dışında
gölün taşmasına karşı herkes hazırlıklıydı. Göl tüm gün sessizce durdu. Üçüncü gün artık köyün
yarısı her şeyin normale döndüğünü düşüp dışarıda işlenirken Balıksız Göl yine taştı. Sonuç gene
aynıydı: bostanı, ayçiçek tarlası, yavru kuzusu olanlar dışında herkes mutluydu, köy yine günlerce
yetecek lezzetli balık ile dolup taşmıştı. Canı, malı zarar görenlere daha fazla balık verilerek gö-
nülleri alınmaya çalışıldı. Tamamen memnun olmasalar da sesleri kesilir gibi oldu, zira anlaşılan
yeni normal buydu artık, hazırlıklı olmak gerekirdi.
Gölün ikinci kez taşmasının ertesi günü köydeki kahvenin sahibi Mehmet Ağa ile sürüsünü yeni
sattığından elinde bolca para bulunan Ramazan Ağa şehirden bir araba çağırmış, sonra ona atla-
yıp tekrar şehre doğru yola koyulmuşlardı. Ertesi gün tekrar köye döndüklerinde yanlarında dört
beş tane olta vardı. Belli ki gölün üç günde bir bolca verdiği lezzetli balıklar birilerinin gözünü
doyurmamıştı. Heralde göl taşmadan balıkların hepsini yakalarlarsa şehirdekilere satıp para ka-
zanabileceklerini düşünmüşlerdi.
Hayallerinin bir kısmı gerçekleşti. Hakkaten o gün kendileri ve oğullarıyla oltaları göle atınca
çok olmasa da akşama kadar üç beş balık tutmayı başardılar. Köy halkı onların bu açgözlülüğüne
şaşırsa da artık gölde balık bol olduğu için onları görmezlikten geldiler, ne de olsa üç günde bir
gölden balık yağıyordu, herkese yetecek kadar vardı.
Yıllar birbirini kovalarken insanlar Balıksız Göl’ün taşmasına alışmıştı. Ancak gel zaman git za-
man göl her taştığında daha az balık verir olmuştu. En başta balık hala bol diye köylüler umursa-
madılar. Sonra gelen balık sayısı neredeyse yarıya düşünce bazıları göl için dualar okuma, adaklar
sunma gibi girişimlerde bulundu. Fakat bunlar da fayda etmedi. Yıllar sonra taşkından sonraki
balık sayısı ilk baştakinin neredeyse çeyreğine düşünce ben şehre gidip sudan anlayan bir uzman
bulup getirtmeyi önerdim, belki o gölü eski balığı bol haline çevirebilirdi. Köylüler bu fikrime
hiddetle karşı çıktılar: Rab bu mucizeyi yalnızca köy halkına sunmuştu, dışarıdan birini getirt-
mek onu kızdırabilir, balıkların soyunu tamamen kurutabilirdi. Onlara göre daha çok adak, daha
çok dua gerekliydi, herkes Balıksız Göl pardon Balık Gölü’ne ( ileri gelen ak sakallı dedeler göle
“Balıksız Göl” demeyi yasaklamıştı, böyle demek Allah’ın kudretine hakarettir diye gölün adını
Balık Gölü yaptılar) ve onun bereketine hiç şüphe duymadan inanırsa balık sayısı tekrar artmaya
başlayacaktı. Balıkları günden güne azaltan şey bazı köylülerin ruhundaki imansızlık olsa gerek-
ti. İmansızlığın kaynağı bütün ahalice köy boyunca arandı. Haklarında bazı ahlaksız dedikodular
çıkan genç köylü kadınlar, dullar, cumayı sık sık kaçıran delikanlılar köyden kovuldu. Suçlu mu
suçsuz mu belli olmayan bu insanlar köyden kovulurken en önde duran Mehmet ve Ramazan
ağaların ise keyfi yerindeydi, yıllar geçtikçe her taşkında balık sayısı azalırken onların gölün taş-
madığı günlerde tuttukları balık sayısı az da olsa artmıştı. Artık her oltadan günde üç beş balık
değil, on beş yirmi balık geliyordu. Bu da şehirden kamyon çağırıp balıkları oraya götürüp satmak
için kafiydi. Onlar gölden düzenli ve güzel para kazandığı için taşkınlardan daha az balık çıkması
pek umurlarında değildi.
Geçen sene de Balık Gölü ilk defa hiç balık vermeden taştı. Analar genç kızlar lanetlendik diye
ağladılar, sakallı bıyıklı koca adamlar birbirlerini suçlayıp bıçak çektiler, beşik bebeleri geceler
boyunca hiç uyumadılar ama olan olmuştu. Bu da yetmezmiş gibi o zamandan bugüne her şey
daha da kötüleşti. Göl artık balık getirmediği gibi hem düzensiz hem de daha azgın taşıyor, eskisi
gibi üç günde bir evine kapanan köy halkı artık korkusundan çoğu zamanını dört duvar arasında
geçiriyor.
Geçen hafta herkese haber saldım, her haneden temsilen bir insan seçin köy kahvesinde topla-
nalım dedim. Bazılarının hiç umurunda olmasa da bir kısım köylü kahveye teşrif etti. Orada dedim
ki bakın ağalar, bacılar etmeyin eylemeyin şu Balık Gölü’nün sorununu çözelim. Göl’ün eski bere-
ketinden hiçbir şey kalmadı, artık bize sadece zarar veriyor. Eskiden hayvancılık yapardık, toprak
işlerdik. Balık bol diye onları unuttuk zamanla. Sonra balık da bitti fakat sudan dolayı ne hayvan
otlanır ne nebat işlenir! Siz suyun üzeri hala pullu diye aldanmayın, bizim eski bereketli gölümüz
gitmiş yerine bu ne idüğü belirsiz canavar gelmiştir dedim.
Dedim dedim de köylüler birden öfke ile ayağa kalkıp sen bizim Balık Göl’ümüze nasıl canavar
dersin bre deyyus diye bana saldırmasın mı! Yere yatırıp bir güzel dövdüler beni. Biri karnıma
tekme atarken öbürü sen Allah’ın mucizesine nasıl hakaret edersin dedi. Biri kafamı yumruklar-
ken berikindeki göl olmasa soyumuz çoktan kururdu, çok şükür bütün bereketi göl bize verdi
dedi. Kolumu çiğneyen birinin tüm gücüyle boşluğuma attığı tekmeyle bayılıyordum ki adamın
birinin gölümüzü kıskanan civar köylerin göle büyü yaptığını söylediğini duydum.
Böyleyken böyle işte. Bir şeylerin değişeceğinden artık hiçbir umudum yok anlayacağın. Köy-
lüler şimdi elinde ne varsa ne yoksa satıp denkleştirip Mehmet ve Ramazan ağaların tuttukları
balıklardan alıp aşını pişiriyor. Ağalar da başka biri olta yapıp balık tutmaya çalışırsa Allah-u Te-
ala’nın göldeki kurallarına karşı geldikleri için onu öldüreceklerini söylediler. Benim gibi gölden
şikayetçi olan birkaçı şehrin belediyesine haber verelim gölü pullarından temizleyelim belki o
zaman en azından taşmaz dedi. Onları da zındıklıkla suçlayıp köyden kovdular. Bu köylülerden
bir halt olacağı yok yani. Bir iki sesini çıkarmayıp gizliden bana destek çıkan arkadaş zamanla
bu göl belasından kurtulacağımızı söylüyor da hafiften gülüp geçiyorum. Keşke bela olan suyuna
tükürdüğümün gölü olsa.
Balıktan nefret ettiğimi de söylemiş miydim?
kendimi bildim, kurduk bir adam düşünün
dünyayı, bildiğim yerden bilge kandur
onur gazi barut Bir adam düşünün
O adam ki
hayata içkin kurgu ve kuşkuları bünyemde Cümlesi yüzümde tebessüm
her gün yeniden ürettiğim Sesi kulaklarıma ait bir ezgi
Biraz neşeli, biraz hüzünlü.
tartışmalar ve konumlanışlardan
ardıma doğru Hayali günüme umut
yazarken O hayal ki
“tarih buradadır!” haykırışlarımı Beni her sabah
bir kimlikten ibaret görmüyorum! Mahmurluktan çekip alan
bu yüzdendir ki iç çelişkilerimi dışsallaştırıp Yahut bizzat sarhoşluğun
yüzümü güneşe dönük aydınlatıyorum Kollarına bırakan

O adam ki
ışık ve içinde bulunduğum karanlık tünel Şefkati iliklerimde
yeniden anlamlanıyor Ellerini yanına sarkıtmış
yüzümün aydınlanışıyla Yüreği muhatap yüreğime
ki insan anlamak ve
değiştirmek üzere eyleyişlerde bulunur Ne demir yumruk
-bir bira masasında şiirler okurken Ne de deri bir kemer
bunu düşünmüş de olabilir- Yalnızca bir gölge
Gece gündüz takip eden.
özne oluş her vakit vietkong kurşunu olur Elinde bir iğne
yanlışlığı yanıldığı yerden vurur Yahut biraz çiçek
çünkü tarih ve hayat belli sıkışmalarla Birkaç tane boya
dayatmalarına yenisini ekler Yüreğimdeki boşlukların ensesinde
eline verdiği silahla
Fakat o adam ki
göğsümden çekip çıkardığım o susta Yılın bir günü
Geriye kalan biraz masal
halkımın koynuna saplanmış olanla aynı Anılar ve büyü
elimdeki silahın sebebi de bu
çekip çıkarmadan Gözlerinin içi ateş
vuruşmadan Baksan yanarsın
sustanın saplandığı yerle hesaplaşmak yersiz Elini uzatsan tutamaz
ve üzerine ben Erişemez, dokunamazsın.
tek göz odamdan ağışan göğe baktıkça
Vazgeçtim
çelişkilerimi var ettim Düşünmeyin o adamı
-kutsallık atfı demek değildir bu- Açım onu özlemeye
sustamı çektim çıkardım Zihnimse onu görmek için
hıncımı ayaklandırdım Her an beklemede
ayaklandığım yerden vuruştum
var ettim, rolümü gördüm O adamı düşünmeyin
zira ben benim Büyüdükçe büyür o
halkımdan ve Kalbin en ücra köşesinde
Sizde var mı o yürek,
memleketimden başka kavgası olmayan. Hani nerede?
ölüm, hayal ürünü senin hakkında
çağlar gülcan düşündüklerim
madem kurtuluş yok!
senanur apdik
ipin iğneden çıkışı gibi çabuk ve alelacele olsun
zaman eti kurutmayacağına göre Sesini kısarak konuşuyorsun
taş çatlasa, gerçekten çatlasa Diğer halini daha çok seviyorum
beş dakika artı sekize bölünmüş bir taş olur Duygusal olduğunu düşünmüyorum,
elinde konu ben olduğumda mantıkçısın
kaybetmekten korkmuyorsun
bir taş sekiz taş oluvermiş çatladığında Seni yanlış aldığım gün kalbim yerinden çıktı
zaman eti kurutmayacağına göre, olsun! Demek bu kadar hissettiriyorsun
mümkünse alelacele olsun Seni hayal ederek dokunuyorum kendime
ölüm. odağımsın
beyazın griye dönüşmesi Kendimi kontrol ediyorum
taşların sekize bölünmesi ve ara veriyorum hissetmeye
Bugün doğan çocuklar anne sütü içmedi
zamanın ağırdan ağırdan akması,
Senin sütün temiz
işaretti dilime. Dünyanın çocukları nereye gidiyor
deliliğe doğru, Lanetten arınıyoruz
küçük adımlarla sayıyorum Küçülüyoruz sana fark etmiyor
duvarda, çetele şeklinde. Dünya sadece bu odadan ibaret olsaydı.
lirik bir şiir edası var bu duvar boyasında Yavaşça ölürdüm.
boya boya bitmiyor insan gözleri Belki 2 saatte belki 40 günde belki 50 yılda
Her nefes alışımda daha fazla acı çekerek,
kulağa hoş gelir “ölüm” kelimesi, daha buruk hissederek
rahatlamak icabında. İdeal ölüm bu
ılıktan ılığa, soğuktan soğuğa, Düşüneceğim her şey hazır
yorgan altı debelenmeleri Ruhumu bırakacağım buna
oldum olası debelenirim zaten sonsuza kadar sahip değilim
debelendiğimde yorulur, olsun isterim ne Bir başkasının fazlası gibi
hissettiren hayatımı
olacaksa
teslim ettiğimde kendimi
karmakarışık geliyor her şey odamda sıcak yatağımda bulmak istiyorum
geliyor! Bana doğru geliyor, Ve buna sahip olduğum için mutluyum,
arada çok tuhaf şeyler geliyor. benim elimde bu şeref var
fakat, Vücudumdan oluk oluk kan aksa bile
olsun isterim ben bir kere derin nefes aldım
duvarım grilerle kaplı, siyah, Ben sevdim sevildim hissettim tamamlandım
Kendimi gerçekleştirdim
beyaz noktalarla çevrili ve neredeyse tükendim
olsun isterim, sabrıma karşılık beklerim. Bugün doğum yapacak olsam
duvarım siyahla kaplı, beyaz, gri noktalarla çocuğumu sana teslim ederdim
çevrili Birkaç yeni duygusun
olacağı varsa, olmasın, netlik isterim. İnce köyü ellerin ve siyah kıvırcık saçlarınla
duvarım sadece beyaz, ne gri var ne siyah. ilk oyuncak bebeğime benziyorsun
Ben yabancılara gülümseyemiyorum
balkondayım,
Sen sabitsin güzelsin,
küçüğünden bir reklam arası senin gözünün içi gülüyor
bu düzene... Ve utanmazsın sen
düşünmeye, düşlemeye, düşlerimin kırılmasına Döndüğün sokaktan dönüyorum,
küçüğünden bir reklam arası. odamdasın
yasemin
yaren köse

Hayatı annelerimizin diliyle öğreniyorsak eğer, biraz büyüdüğümde muhtemelen iyi ve


kötü çoktan zihnimde birbirine karışmıştı. Tahayyülümde iyi veya kötü insan yoktu çünkü
annem kötü bir şey yaptığında bile iyiliğimi düşündüğünü bir şekilde gösterirdi. Bu yüzden
insanlara daha empatik, daha yargısız yaklaşmayı bir dürtü gibi edinivermiştim. Gerçi ta-
nımlamak güvenmemektir, demiş bir düşünür. Bir şeyi tanımladığımızda, örneğin iyi veya
kötü şeylerin neler olduğuna, nelerin yapılmaması gerektiğine karar verdiğimizde müthiş
bir rahatlama yaşarız oysa hiçbir şey, insana değen hiçbir şey o kadar da basit değil. Biz
basit olduklarına inanırsak tanımlar bizi rahatlatır çünkü o an için güvensizliğimizin verdiği
rahatsız edici hissiyatı giderir. Ama ben bir türlü basit şeylere inanamıyorum, içimde hep
her şeyin zorunu yaşamaya iten bir taraf var. Faust’un şeytanı olmalı bu. Annemin de böyle
şeytanları var üstelik onun başı kalabalık.
Sahi, annemin hasta olduğunu ülkedeki herkes biliyor ama ben bazen unutuyorum. Her-
kes bir kere duyuyor ne de olsa ama ben her gün yeniden işitiyorum. Onun hastalığında
erik çiçekleri beşinciye açıyor. Her seferinde bitecek diyorum, bir sonraki geldiğinde her
şey bitmiş olacak ve yeni bir hayata başlayacak annem. Yeniden yaşayacak. Herkes onu çok
seviyor, nasıl sevmesinler? Eğlenceli biridir o. Etrafındaki insanların kendini rahat hisset-
mesi için her türlü şeyi yapar, gerekirse kişilik de değiştirir. Başkalarıyla konuşurken kendi
acısını unutur gibi olur, sanki ülkenin sosyal hizmet sorumlusu gibi herkesin sorununa bir
çözüm bulmaya çalışır, bulamayınca da üzüldüğünden birkaç gün söylenir. Herkese her
seferinde saf niyetiyle yaklaşmayı bir şekilde başarmıştır bu yüzden aynı kişilere defalarca
aynı şekilde kırılıp kızabilir. Kızgınlığını da hiç içinde tutmaz, böyle şeyleri söylemek onun
için kolaydır çünkü ifade etmenin tatlı yollarını bulur. Etrafında olanların sorumluluğunu
gereğinden fazla hissedip kendisini suçladığı için olmadık şeylere kızabilir. Ağzından çı-
kanlar geçmişinden bir türlü ayıramadığı birbirine yapışık kelimelerdir. Bazen yapışık ke-
limeler kazayla diğerlerinin arasına karışıverir. Sonra onları dediğine de üzülür ve kendini
iyice suçlar. Sezgileri öyle kuvvetlidir ki bana peygamberlerin neden kadın olmadığını bile
düşündürür. Hiç olmayacak şeyleri nasıl öngörebildiğine her seferinde şaşırırım. O kadar
çok seveni var ki… Nasıl anlatsam? İsmini duyduğunda yüzleri güller açıyor. Telefonlara
çıkamadığında kendilerini tutamayıp nasıl olduğunu öğrenmeye geliyorlar. Bazen soruyo-
rum nasıl yapıyorsun bunu, diye. İnsan böyle şeylerin sırrını merak ediyor. “Sadece empati
kuruyorum oluveriyor.” diyor.
Ah bir neşeli zamanlarını bilseniz… Şarkılar söyler, danslar eder ve film izlemeye karar
verdiğinizde onun her zaman önerecek muhteşem film ve belgeselleri vardır. İyi günlerine
dönmek için her şeyi verirmiş, öyle söylüyor şu ara. “Neden benim başıma geldi bunlar?
Dünyada o kadar insan var. Benim suçum neydi ki bu cezayı çekiyorum?” Genelde hep
cezasını çektiğimiz şey başkaldırılarımızdır, güzel annecim. Bizler bu dünyada itaat etme-
diğimiz şeylerin cezasını çekeriz.
Daha bugün bir arkadaşını kaybetmiş, kim bilir neler geçirdi aklından. Akşama özenerek
yemek hazırladım üstelik bu sefer annemi sofraya gelmesi için ikna ettim. Annem zor bela
sofraya geldi ama kalkmak için bir bahane buldu ve söylenerek koltuğuna geri gitti. Ardın-
dan bana da “Senin gitme vaktin gelmiş.” dedi. Biraz kalbim kırıldı, ama ses etmedim. Sonra
aklıma defterinde gördüğüm şu cümle geldi.
“Sevdiklerini çok seviyorsun ama onları üzmemek adına onlardan da bir adım uzaklaşı-
yorsun.”
Annem, güzel annem, aslında bize her bağırıp kızdığında, böyle şeyler dediğinde bizi ken-
dinden uzaklaştırmanın verdiği rahatlığa da sığınıyor. Ona o kadar da, çok da bağlı kalma-
yalım istiyor. Birinin fedakârlıkları böyle bir boyuta gelebilir mi ki? Bilmiyorum, ne de olsa
gerçeklik hakkında sürekli yanılsamalar yaratabileceğimiz bir şey. Belli ki ben böyle anlamak
istiyorum, anneme biraz daha az ve kendime biraz daha fazla kızabilmek için. İnsan böyle
görsel: helin yıldız

zamanlarda neler mi deneyimliyor? Sürekli bir geçmişe dönüş yaşıyor. Çocukluğu, gençliği,
evliliği, ailesi ve bunlarla ilgili yaptığı bütün hataları acımasızca kendi yüzüne vuruyor. Ben
de bunun izleyicisi oluyorum. Yaklaşık on yıldır oturup kenardan izliyorum. Yapabildiğim
tek şey akıp giden zamanı izlemek ve kendimi unutmaya çalışmak oluyor. Çünkü zaman
hatalarla doludur, ne kadar çok zaman o kadar hata. Annemin böyle bir dünyaya doğmuş
olmaktan başka yaptığı pek bir şey yoktu. Okumasının önünde engel bir aile, türlü vaatlerle
başlanan bir yeni hayat, iş, çocuklar, sürekli ortalıkta konuşan tanıdıklar, yeni ailenin ala-
kasız akrabaları, çocukları özgür yetiştirmek için verilen çaba… Kimseden vazgeçmemek
adına kendi benliğiyle çatışıp yorulan annem başka türlüsünü yapabilir miydi? Arabulucu
olmak bazen hayatta kalmanın sayılı yollarından oluyor ve bazı zararsız davranışların so-
nuçlarını gösteren bir katalog elimize geçmiyor. Bir itaat etme biçimi olarak uyumluluk,
başımıza birbiriyle tartışan bir sürü Tanrı’yı üşüştürüyor.
Bütün bunlar olurken ben de kendi hayatımdan yavaşça soyutlanmaya başlıyorum. Daha
önceleri önemli olan pek çok şey aklımdan uçuveriyor. İnsanlarla konuşmak bir eziyet ha-
line geliyor, iç dünyama gömülüveriyorum. Annemle tek yapabildiğim şey yanında oturup
onunla film izlemek, pişmanlıklarını dinlemek oluyor.
Hani yaşamın aslında kendi seçimlerinizle ilerlemediğini, sahip olduklarınız üzerinde ne
kadar az hâkimiyet kurabildiğinizi fark ettiğiniz ve delirmenin eşiğine geldiğiniz anlar var-
dır. Başarının, özgürlüğün, yaşamın, ahlakın, seksin, duyguların, aşkın, dostluğun, görevle-
rin, bencilliğin, bilincin, karakterin, doğuyla batının, kırmızı elmanın, hayallerin, güzelliğin
çoktan tanımlandığı bir dünyaya doğduğunuzu ve bu tanımların nasıl yaşayacağınızdan tu-
tun nasıl öleceğinize kadar hayatınızı esir aldığını anladığınız… Benim artık aklımdan hiç
çıkmıyor. Bir an bile unutsam kendimi kaybetmekten korkar oldum. Kendim için yaşamanın
aslında başkası için yaşamak; başkası için yaşamanın da gerçekte kendim için yaşamak an-
lamına geldiğini artık anladım. Ben hayatımdaki herkesi çok seviyormuşum, nereden bile-
bilirdim? Ben ölüme bu kadar yakın yaşadığımı anlayamıyormuşum, nereden görebilirdim?
Artık dünyaya bir farklı bakıyorum. Sanırım kendimi unutmanın yollarını artık buluyorum.
Zamanlarımız geleceğimizi satın alan bir makineye dönüştüğünden beri kendimden başka
pek az şeyin peşinden gittim. Oysa ben şu an neye sahipsem sadece onun gerçekliğini
yaşıyormuşum. Hayallere gelecekte de sahip olabilirmişim ama insanlar, hayır onlara ola-
mazmışım.
Bu yüzden artık daha çok çiçek bakıyorum, günlük işleri severek yapıyorum ve hayatların
içindeki tutunulacak dalları arıyorum. Eskiden bir şarkıyı çok sevdiğimde yeniden dinle-
yebilmek için daha bitmeden hemen başa sarar, en güzel tarafını kaçırırdım. Artık şarkıları
kendi haline bırakıyorum. Annemin yanına gelmek, saçlarını sevmek, sırtını ovmak, ona ye-
mek yapmak ne kadar iyi hissettiriyor. Sakinlemek, sakince beklemek, kendime acele etme-
diğim için kızmamak… Sıradan, çok sıradan şeyler yapmanın huzurlu hissine sığınıyorum.
galatıhis
ahmet emre kesler
“Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe?
Aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen,
Mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işde.”
-Ömer Hayyam

Dünyayı görüyorum. Bütün hakikat bir ışık hüzmesi gibi gözlerimin önünden geçiyor
ve zihnimi ışıtıyor. İnsanları görüyorum. Bıçak gibi soğuk ve yakut gibi kırmızı gözlerimle
buluşan gözlerin ardındaki hainliği, sapkınlığı, riyakarlığı veya masumiyeti, mesudiyeti ve
merhameti görüyorum. Çöküşleri ve yükselişleri görüyorum. Savaşları, ihtilalleri, devrim-
leri, kralları, soytarıları ve köleleri görüyorum. İyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı, güzelle çir-
kini, ahlaklıyla ahlaksızı görüyorum. Bugüne kadar toprağa ayak basmış harikülade zihin-
lerin binlerce yıldır göremedikleri cevapları görüyorum. Koca kainat bir halı gibi külliyen
ayaklarıma seriliyor ve zamanın başlangıcından bitişine dek her bir milimetrik hareketi
görüyorum…
Sol omzuma aldığım darbe beni sanrıdan çıkardı. Ters yönden yürüyen uzun saçlı, sakallı
ve çelimsiz bir adam bana çarpmıştı. Çarpışmadan sonra göz göze geldiğimizde adamın
çehresinde saf, nurani, ve mazlum bir ifade gördüm. Bir an bana çok muhim bir şey an-
latmak istediğini hissettim fakat saniyeler içerisinde arkasını döndü ve kalabalığa karıştı.
Adam bana isteyerek, beni kendime getirmek için mi çarpmıştı? Bilmiyorum. Fakat artık
vücudumun ve etrafımın bilincindeydim. Az önce içinden çıktığım delüzyon nehrine beni
sokan şey otuz üç saatlik uykusuzluğum veya üzerinde yürüdğüm eski üst geçit olabilirdi.
Bu denli uzun süreler uykusuz kaldığımda gerçeklikle aramda bir perde olduğunu hisse-
derdim: Bazen dünyayı görür, bazen de hiçbir şey göremezdim. Bu üst geçitte yürürken
ise büyük meydandaki arı sürüsü gibi topluluğa yukarıdan bakar, onların hızlı ve telaşlı
hareketlerini izleyince kendimi ulvi bir yaratık zannederdim. Üst geçidin merdivenlerinin
solu eğimli bir yokuşa, sağı aşağıdaki otobüs duraklarına, tam karşısındaki yol ise meyda-
nın öbür ucuna gidiyordu. Durduğum noktadan bakınca bu kalabalık, çatlamış bir yolda
yönünü bulmaya çalışan su birikintilerine benziyordu.
Merdivenlerden inerken kurşuni göğün altındaki müthiş hüznün kokusunu içime çek-
tim. Ciğerlerim bu kokuya hiç yabancı değildi fakat nedense merdivenden inerken bey-
nimdeki sinirlere nüfuz eden bu kokuyu aynı merdivenden yukarı çıkarken hiç duymu-
yordum Merdivenlerden indiğimde ise kestane, süt mısır, ciğer kavurması ve dönerin
okkalı kokusu suratıma çarptı. Meydandaki eski ve pis seyyar yemek arabalarından bulut-
lara yükselen kokular orada sarmaşık gibi birbirlerine dolanıp tek vücut oluyor ve bana
burada sahip olduğum binlerce anıyı hatırlatmak için burnumdan içeri giriyorlardı. Aynı
zamanda acıktığımı da hissettim.
Sola yöneldim ve karnımı doyurmak için gediklisi olduğum köfteciye doğru yürümeye
başladım. O an yemekten zevk almak gibi bir isteğim veya hevesim yoktu, sadece açlığın
verdiği rahatsızlıktan kurtulmak istiyordum. Buna rağmen, bilinçli veya bilinçsiz olarak,
bana en çok zevk verecek tercihi yapmıştım.
Lokantanın önüne geldiğimde cam kapıdaki yansımadan kendi silüetimi gördüm ve
irkildim: Üzerimdeki kıyafetleri, duruşumu, yüzümü ve burada, bu lokantanın önünde
duruyor olmayı alışageldiğim gibi sezinlemedim. Her zamanki kıyafetlerimi giymiş, her
zamanki yüz ifadesiyle her zaman gittiğim lokantanın önünde her zamanki gibi duruyor-
dum. Bütün bunlar, benim o an aynada kendini ilk defa gören bir kedi gibi hissetmeme
mani olamamıştı. Dışsal karakterimi meydana getiren her şey yabancı ve garip görünü-
yordu: Sanki kendi kaderimi yaşamıyor, bu ana kadar varlığından bile haberdar olmadığım
birinin gözlerinden onun yaşantısını tecrübe ediyordum.
Lokantaya girerken Telegraph Road çalan kulaklıklarımı çıkardım, boş bir masaya otur-
dum ve üzerinde kırmızı, çeşit çeşit renkli lekelerle kirlenmiş önlük olan garsona köfte
getirmesini söyledim.
Küçük lokantadaki küçük kare masaların yalnızca yarısına yakını doluydu. Diğer müş-
terilerin de orada olma amacı benimkiyle aynıydı: sessizce, somurtkan ifadeyle sadece
temel bir ihtiyacı tatmin etmek için yemeklerini aceleyle, yapmak zorunda oldukları bir
şeyi hızlıca halletmek istiyormuş gibi yiyorlardı. Yan masadaki 2 adamın konuşmasını din-
lemeye başladım. Birisi kahverengi süveter ve siyah keten pantolon giymişti ve yirmili
yaşlarında görünüyordu. Diğeri ise daha yaşlı ve şişmandı ve üzerinde beyaz bir gömlek
vardı. Genç olan konuşuyordu.
-Anlattığın şeylerin hiçbir önemi yok. Zira, elinde somut bir kanıt olmadığı için, öne
süreceğin her argümana karşı ben de bir argüman üretebilirim ve bu tartışma sonsuza
kadar sürer.
-Somut kanıt istiyorsan etrafına bakabilirsin.
-Etrafımda gördüğüm şeylerin gerçek olduğunu bana kanıtlayabilir misin?
-Bunların gerçekliğine güvenmiyorsan, sana az önce istediğin somut kanıtı gösterirsem
ona da inanmazsın.
-Doğru. Bu yüzden bunları bir kenara bırakalım ve duyularımızı uyaran her şeyin gerçek
olduğunu farz edelim. Böyle olsa bile, yapmaya çalıştığın şeyin epey anlamsız olması-
nın iki sebebi var. Birincisi, insan zihni her şartta manipüle edilebildiği ve dış etkenlerle
şekillendirilebildiği için kusursuz ve sağlıklı bir akıl yürütme yapmak çok zordur. Bunu
yapabilsen bile varabileceğin en iyi sonuç, az önce söylediğim gibi, sonsuza kadar devam
eder bir tez-antitez süreci yaşamaktır. Şu an yediğim köfte veya üzerinde oturduğum
sandalyenin aksine duyularımızı uyaramayan herhangi bir olgu hakkında bir hükümden
emin olmak sadece aldanmaktır. İkincisi, senin inandığın türde bir yaratıcı varsa bile ken-
di varlığına dair bütün kanıtları ortadan kaldırmış olması gerekir.
-Neden?
-Kesin olarak kanıtlanan bir olguya zaten aklı başında herkes inanacağı için bu inancın
bir değeri kalır mı? Mesela 2+2=4’e veya dünyanın geoit olduğuna inandığın için birileri-
nin seni ödüllendirmesini bekliyor musun? Senin imanının mükafatının olmasının nedeni
ispatlanması mümkün olmayan bir varlığa, olaylara ve mucizelere inanman, hatta hayatını
buna göre yaşaman değil midir? Eğer yaratıcının varlığı ve yolundan gittiğin dinin anlat-
tıkları bir şekilde bütün şüpheleri ortadan kaldırarak kanıtlanabilseydi, az önce söyledi-
ğim gibi, herkes buna inanır ve bu inancın şartlarını yerine getirmez miydi? Bu durumda
dünyaya gönderilmiş olmamızın ne anlamı kalırdı? Öyleyse, bir müslümanın yaratıcıyı
kanıtlamaya çalışması, kendi imanının değerini düşüreceği için, düpedüz salaklık değil
midir?
-İnsanların kendi kendilerine kanıtlayamacakları bir şeye inanmaları, bütün yaşantıları-
nı bu inancın getirdiği kurallarla şekillendirmeleri sana mantıklı geliyor mu?
-Bu sizin sorununuz.
Gömlekli adam bu cevaba sinirlendi
-İnanmak istemeyeni hiçbir şey inandıramaz fakat sanma ki zamanı geldiğinde bu laf
cambazlığı seni kurtaracak.
Genç gülümsedi ve yemekleri bittiği için lokantayı terk ettiler.
Bu sırada benim yemeğim geldi. Hiçbir şey düşünmeden, robotik hareketlerle yemeye
başladım. 5 dakika sonra bittiğinde yemeği nasıl yediğimi veya aldığım lezzeti hatırlamı-
yordum, yalnızca karnımın doyduğunu hissettim. Tartışmasını dinlediğim iki adam ger-
çekten orada mıydı veya gerçekten bunları konuşuyorlar mıydı yoksa bu da sıradan bir
yanılsama mıydı, bilmiyorum. Bunun pek önemi olduğunu da zannetmiyorum.
Lokantadan çıktım ve aynı yoldan devam ederek yokuşun tepesine vardım. Gri gökyüzü,
bir kar küresi gibi beni buraya hapsetmişti. Neden burada olduğumu bilmiyordum. Bildi-
ğim tek bir şey vardı: burası bir kar küresi kadar renkli değildi.
backlinks are rare ayja ile konuşmalar VI
abdullah uyu ali doğukan ileri
üç kenar ve üç köşe ıslandıkça çürüyorum
zehir gibi bi neşe kaç ağa sarılırsam sarılayım
kalemler ve kalemler toplamak için kendimi
defterler ve defterler hep bir parçamı düşürüyorum
ellerimi kaybetsem
iki dut boşanıyor tescili doğacak
sabaha insan olamadığımın
bir merak deniz ne kendimi gezdirebileceğim
yükseliyor üzerinde bir demir pervazın
yedi evren öteden ne de ahşaba dokunabileceğim
pespembe şevk olsam da içinde bir antikacının
yitecek bir iz yok olsa gözlerim
gösteriyor anlamı kalmaz aylaklığın
artık geçirmek istemem havayı
(burada backlinkleri yaratan supposedly altına ayaklarımın
existent tanrıya şöylece hamd ederiz.) gariptir ki
göresi bile gelmez insanın
asalet denen dört tabaka fezanın ikisini çözünse yüreğim
bu ağır oturak ve hayran bakışların içinde kendi yarattığım solüsyonun
en azından bana gider benden çıkan
kuvvetli kolları, kaba elleri ve olmasa da ışık huzmesiyle
nazik parmakları arasında çıkdım. sesledir birlikteliği belki de
cesur fakat kahkaha dolu hikayelerle öyle titreştirir ki
üzerinde koşdum arasında bulunduğum her ipliği
ve beyati gazeller yakdım. benden geriye
ben bugün bir ferahfeza rüyadan kalkdım. bir ben kalır
atalet denen dört tabaka tezatın dördünü bir de sen
bu ağır oturak ve hayran bakışların
sert tokatları, gürültülü nasihatleri
ve nezahat dolu yıldızlarıyla çıkdım.
küçük şeyin teorisi
alperen iri
kendimde bulduklarımdan ibaret sanırdım kendimi, ancak başlı başına bu düşünce yanıl-
dığımı gösteriyor. doğan kadar ölen olduğu gibi, her insan için ortak noktalar; isim kadar
isimsiz vardır, bulamadıklarımız bulduklarımız kadar. yalnızca bazıları bulur insanlığın
sırlarını, uzanırken ya da çalışırken. anlatmaya değer bulmaz. en değerli “isimsizler” böyle
saklı kalabilir varoluştan beri; değersiz görünüp kimsenin ulaşmak istemeyeceği yerlerde
isimsizliklerini koruyarak.
gözlerimi kapattığımda değersizsem,
açtığımda ne değişiyor?
eğer beş duyumu bir yapamazsam ve var olamazsam onlar olmadan, var olmamalıydım.
eğer dünyevilikler ve dünya kirinden başka bir şey bulamıyorsam içimde, daha iyi aramalı-
yım. eğer “ben”den çok formlar önemliyse sanatınızda, “ben” yokum. eğer kendimle çelişi-
yorsam ve varoluşumu hayattan bağımsız yapabildiysem tüm beyin kıvrımlarımda, ben insa-
nım. insanlığın tüm acılarını avcumun içine aldım ve zevklerine yukarıdan baktım, insanlığın
tekil ruhunun tanrısı oldum.
ruhun ucunda ve yolda.
armağan
ziya taşkırmaz

Ten kadar soğuk gecenin çığlığıyla Başlangıcı bir tarihin ile devrin
dolacaksınız hep ilk edişle olmaz
Vardır her avcının son parlak gözleri bilirdin, Belki de doğması iki insanın
Ve doğumları şu iki insanın Bu yazıtın ilk cümlesiydi.
Adem’i bile aşmıştı çoktan.
Emirse gelsin dedi, kaba ceketli sanırım
• Süsköy’den — Tanrı’yı köle ederim iki dizemde
Kaba ceketliydi evet,
Uzun saçlı vatanımdan — Ay, kimmiş neymiş!
belki bakılır bir duman koyu boynunda asılı olmadığı müddetçe
ayaklar altında hangi prens şiir yazabilirmiş.
Belkime sakat ağaçlarımız neşeliydi bugün Az benli olanın
Dünse bir korkunç adamlar topluluğu buruk bir vadiydi suratı.
Kaldı tepemizde apansız,
damlalardan bihaber. — Şeytan ki varsa eğer
Kadın silüyetinde çıkmış karşıma.
Ve deniz isizdi • Doğumu Medeniyetin
g
çiz O sabah Doludizgin kaydı ellerinden
üşümüş damlalar.
• Birey ve Kadın
Uyanıklık şu geceleyin damarlarındaki rotamdır
Çok çocuksuzdu O devir ortası sonrasında Elbet düzdük evimizi tozlu kırıntılarımızla
Herkeslerin ve su topunun mesela dargın Akşam:Saati kemansı vapurumun tellerindeki
olduğuna işaret eden KAPkaranlık devir durağıymış soğuk sularının
şu titrek ada-ları
Ve soluksuzluğunda bitkilerin Onlarca adım geçmiş boşluğundan
bir bakış bir edinim düzlüğümde hani eğrilen
bir güldü a tarlanı kurmuştun acısına alıştım
d Sevdim.
iki karanfil n
u Sürüyorum arabamı kalabalık noktalarında
c durmadan bir yukarı
u kaydırarak aşağı | iki
gamzelerin soğuk çimlerinde ben
Güneşimi buluyorum hep
İlk hüngür. Ve eller çarpışması ilkin. Ve tanrıma emir ediyorum:
Bitmesin bu gece!
— Küsmüştü yağmur,
bu soğuklardan sonra.
şahbaz
begüm ormancı
“İsmin bana Ay’ı hatırlatıyor, daha önce söyledim mi bunu?” güldü, kaynamakta olan çaydan
azıcık içti. “Ne alaka, anlamadım.” dedi gülümsemeye devam ederken. İsminin anlamını bilmiyor-
dum ama lacivertkadife gece çarşafı üzerine ne zaman beyaz ayışığını çekse adı aklıma geliyordu.
Adını ne zaman duysam gözlerime gece ışıkları iniyordu. Ay mı, dedi sessizce. Hep böyle sessizce
konuşurdu, yani, işte. Tatlı tatlı bakıyordu ve konuşurken r harflerini yok etmeden yuvarlıyordu.
Ayı, Ay’ı, ay’ı ve ayı ilk kez duyuyorum. Allah’ım sen o çayı nasıl içiyorsun? Benimki parmaklarımı
yakıyor, neyse. Ortaya kart gibi fırlattığı “ne alaka”ya cevap vermeyi unutmuşum, kaç zamandır
çayın üzerinde dalgalanan buharı izliyorum. Yemin ediyorum ki alık oluyorum. Ay, dedim gök
cismini kastetmeden. Dalmıştım.
küçük harfler büyük lafları anlatmaya yetersiz midir yoksa büyük harfleri beynimizin küçüklüğü-
nü örtmek için mi kullanırız?
ve noktalama adı verilen işaretler kelime boşluklarını kapatmaya yetmekte midir?
harflerin duyguları var mıdır?
gün neden yirmi bir saat değildir?
ay, gök cismi ve o. ayışığı, soluk beyaz. aysel, git başımdan. aysar: ay hareketlerine göre duygu
durumu değişen kimse. aybaz, dur, bu ne? bu yok. böyle bir kelime olmaması lazım. ya da var
mıdır. şahtım, şahbaz oldum. şahbaz var ise aybaz da vardır. aybaz, ay’ın yüzünü güldürmek için
birtakım şaklabanlıklar yapan kimse. aybaz benim. ay, ay, ay. ay da ay. tabii, ay ya. ay gibi bir yüzü
vardı çocuğun işte. bembeyaz, parlak, tertemiz. içimde bir çeşit ay tutulması yaşanıyordu, gömü-
lüyordum.
Ay tutulmasından önce
Bir gece kapımı paspal giyimli, saçı sakalına karışmış bir adam çalmıştı. Elinde testiye benzer
bir eşya vardı, kim bilir nereden bulmuştur. Üstelik dişleri de kırık döküktü. “Gecelerin soğuğu
üzerine yumuşak battaniye olsun. Beni içeri alır mısın?” dedi. çekinmiştim, daha önce böyle bir
dua eden kimseyle karşılaşmamıştım. Bilmem, dedim ve kapattım kapıyı. Bu saatte buralara kim-
seler gelmezdi ve adam da keşe benziyordu, kimseyi içeri falan alamazdım. İçimde sessizleşerek
dışarıdaki tepkisizliği dinledim fakat ne olduysa o an oldu, adam kapının ardından teşekkür etti
ve ben kolu tekrar çevirerek ona “Buyur.” dedim. Elindeki testi tahmin ettiğimden de ağırdı ve ke-
narında laleler ve gözlerinden ateşler püskürten boğaların olduğu küçük bir işleme vardı, altında
ise ondan daha ufak kargacık burgacık bir “Hayyam” vardı.
“Ne demek,” diye sordum, işlemeyi işaret ederek.
“İsmim bu,” dedi; “Ömer olan mı,” diye sordum ve “Değil.” dedi.
“O halde ne,” dedim; cevap vermedi. Bunu cevaplarsa birtakım krizlerin oluşabileceğinden bah-
setti. zor bir isim ve zor bir hayatmış, krizlerin nelere örnek olabileceğini öğrenmek istedim:
varoluşsal, anısal, toplumsal, çevresel, politik ve iklimsel krizler gerçekleşme ihtimali üzerinde
durdu. Hassas bir kalp değildi, ben de değildim oysaki. “Hayyam diyeyim o halde.” dedim, sorun
etmedi.
Evimin balkonu yoktu, çatıya çıktık. Kiremitlerin üstüne oturduk. Sabahlara kadar konuştuk.
Tanrım; bu güzel yüze vermişsin emek,
O sümbülü koklamak, saçın’ ellemek.
Sonra da ona bakma, dersen, anlamı:
Dolu kadehi ters tut, hiç dökme demek!
Kendi kızıl kanımla dolu olmadığını bilmediğim, üzüm bağı kokulu bir kadeh sunmuştu bana
Hayyam. Oldum olası şarabı sevmişimdir, renk ayırt etmem: kırmızı, gül ya da beyaz. Fakat ko-
kusunun güzelliğinden emin olduğum birkaç yudum yakut, her zaman gözlerimi parlatır, heye-
canlandırırdı beni. Yazının otomasyonu durmuştu, durmuştu tüm dünya. Soğukbuz gibi ışıldak
hava gözlerimin boyasının çivitine boyanıyordu şimdi, çivitmavileşiyordu, çivileşiyordu, berrak
yıldızlar kadehin sıvısının üzüm salkımları gibi yerlere eğiliyordu şimdi, her yer olduğundan daha
parlaktı. Hristiyan bir teolojist bağıra bağıra etrafta koşuyordu, “Gelecek, gelecek, gelecek!” di-
yordu; anlamıyordu kimse. Gözlerin içlerini ışıklar kaplamıştı ve Hayyam’ın elindeki kadeh öylece
duruyordu. Gece karanlığında soğuk mermer gibi donuklaşan beyaz yüzü, yüzüme öylece bakı-
yordu. Tekinsiz bir gülüş, suratına uymayacak bir gök fırtınası gibi yüzüne yayıldı.
“Tanrı’nın haykırışını cevapsız bırakması kendi isteğinden mi yoksa seslenişine bir cevap bula-
madığından mıdır?” dedi.
“Teolojik bir bakış açısıyla bakarsak Tanrı’nın gücünün yetmediği bir şey yoktur. Bunun aksinde
fikri olan bir kişi dinin temel esaslarından birini reddettiği için dinden çıkmış kabul edilir.”
Bir anlığına çatıdan düşeceğimi hissederek sohbeti ısrarla devam ettirmek istedim çünkü ben
büyüklerin de büyüğü bir insandım. Ellerine sığacak kadar küçük bir hayatı olanlardandım ve
devasa egom sadeleşme arzusunda olan yaşamıma sığmazdı. Büyük hesaplar peşinde koşturdu-
ğumu sanarak insanlardan uzaklaşırdım, herkesi aynanın diğer yüzüne alarak suçlardım bir güzel.
Muhtelif yazarlardan demeçler çalardım, hırsızdım. En az bir politikacı kadar hırsızdım. Gözlerim
boş hırsların alevleriyle yanardı, günün sonunda yapayalnızdım. Kendini dev aynasında sanan
muhabbetlerin atbaşı-eşekbaşı-halaybaşı olmaktaydım, bunların hepsini marifet sanardım. Hay-
yam sorular sordukça öfkeli cevaplar peşinde at koştururdum, tüm bu kumarı ben kazanırdım.
Gerçekten de çatıdan düştüğümü sanarken uyuyakalmıştım. Hayyam şafak vaktinde pembele-
şen kiremitleri kıra kıra başka çatılara geçerek yolunu almıştı bile. Mırıldana mırıldana yayılmış-
tım, dün değildi belki, bugün de olmamıştı. Yarın ben de büyük insan olacaktım.
Hayyam’ın akışını bozan cümle
Geceler pembemavi serinlikleri kucakladıkça O’nun da egosu okşanmaktaydı. kısa cümleler
onun ashabını pek bozmazdı, seni seviyorum sanadeğerveriyorum senden hoşlanıyorumsular
onun egosunu çıplak ellerle gıdıklardı ve kahkahaları gökyüzünü kaplardı. iki yazı birbiriyle bir-
leştirilecek ve çarpıştırılacak, ortaya yıldız gibi gözlerin ortaya çıkacaktı.
Hayyam bir gece “seni seviyorum” diyerek ortadan kaybolmuştu. Ne büyük harfler ne net nok-
talar ne de vurgulayıcı virgüller kullanmıştı. Sessizce sevip sessizce gitmişti.
Az kaldı, ben de şeytana ruhumu satacağım. önünde çırılçıplak soyunup, tüm düşüncelerimi bir
palto gibi sıkıştırırcasına üzerimden sıyırıp ellerine vereceğim. her şey oldukça sessiz gerçekleşe-
cek, anlamayacak kimsecikler. belki de aramızda kalacak. ellerinin ellerimi birleştirmesi sence de
fazla romantikerotikkomik-elektrikelektronik olmaz mıydı, sorusuna verilecek cevaplar ararken
başıma parlak bir elmas parçası düşmüştü. öyle sertti ki kafamda bir anlığına şimşekler çaktığını
hissetmiştim, canım çok acımıştı. Elmas pasparlaktı, Üzerinde küçük bir benin yansıması vardı.
İçimde sonsuz lacivert kapılar açılıyordu sanki, ben yavaştan vücudumun kontrolünü kaybedi-
yordum. Hayatın kadrajı sessizce ve kusursuz bir pürüzsüzlükle bükülüyor, saçlarım uçuşuyor ve
kıyafetler savruluyor, ellerim sıkışan hayatımı orasından burasından tutmaya çalışıyor; fotoğraf-
larım çekiliyor, dudaklar yanaklarımı, alnımı, boynumu öpüyor, eller beni de gıdıklıyor gibi, ne var
ki doğru düzgün tepki vermeden, uyuşuklukla gülüyor, eğleniyordum. Her şey patavatsızca komik
geliyordu. Arada ben de fotoğraflar çekiyordum: Karmaşık, rengarenksiz, eğlencesiz, kargacık
burgacık karmaşık resimlerdi bunlar. Kimseler anlamazdı onların ne hakkında olduklarını, alaycı
gözler benimkileri buğulandırarak bulandırıyor, kusmaya gidesim geliyor, usulca yutuyordum aç
kalmayayım diye. Müzisyen gibi dans ediyordum, insanlar “delisaçması kadın” demekten korkmu-
yordu. Mantıksız ve fazlasıyla akıldışı imiş çektiklerim ve uymazmış etten dilin tuğladan katımsı
sıvımsı kurallarına. Bir fotoğrafçı edası ve dolandırıcı soğukkanlılığı ile müddetli müddetsiz uyku-
suz gecelerde alıyordum o fotoğrafları, sanatçının kurnazlığıyla birleştiriyordum. Gülümsemeden
ağlamaya başlıyordum. Tuhaf ve aklın arkalarında kalmış müzikleri dinliyordum, gürültüsüz tını-
ların içerisine saklanmış acıları kendi acım bilerek baş tacı ediyordum, başka acıları benimsiyor-
dum çünkü kendi sahip olduklarım çatı kiremitleri üzerinden atlaya atlaya ufukta kaybolmuştu.
Gün tekrar doğarken görüşüm çiftleşerek iki güneş gibi batmak üzereydi.

söyleyin bana dilini arka cebinde unutanlar: ben ölüyor muyum?

birleşim, ayrışım, çığlık, bağırım, çağrışım.


yarınlaştırdığım her şeyin adı gelecektir.
hayyam’ın saçları sapsarıdır.

Tuhaf bir tanışıklık sonrası oluşturulmuştur ve devamı gelmektedir.


ne deneme ne şiir
sıla yurtseven

anlatacak bir hikayem veya yazacak bir şiirim olmadığıyla ilgili yazsam
diye düşünüyorum bu seferki yazıyı.
belki benimle aynı dili konuşanlar bana biraz acır, biraz üzülürler hâlime.
belki birileri bilir, insanın dilinde kendini anlatacak hiçbir kelime kalmamasının,
kelimeleriyle arka çıkacak hiçbir kavgasının olmamasının ne acı olduğunu.
kavgamı arıyorum, neye sahip çıktığımı, hiçbir şeye sahip olamadığımı, benden geriye
neler kaldığını anlamaya çalışıyorum.
üzgünüm bu ne bir şiir ne de bir deneme,
artık sanırım ne anlatmak istediğimi de bilmiyorum.
(çok kez denedim, öyle ki deneme’nin ne olduğunu benden iyi bilen
kimse kalmamıştır dünyada-
bütün kağıtları yırtana, kalemlerim elimi yakana kadar denedim.
bazen de deneyemedim, ya olmazsa korkusundan, kaygılardan,
kendime olan suskunluğumdan.)

sadece benim ve bir avuç insanın anlayacağı metaforlardan,


alev alev yanan ormanlardan ve
geride hiçbir şey bırakmayan aşklardan bahsedebilirim.
ömrüm boyunca bana hiçbir şey hissettirmemiş gölgeleri kovalayabilirim.
ama sıkılıyorum, kendimden, onlardan,
aynı gözlerin harflerim üzerinden gezinmesinden.
beni (ve seni) sarsmayacaksa sanat(ım) niye var?
değişimden korktuğum kadar aynılıkta boğuluyorum,
ölümden korkan bir insanın yaşamaya cesaretinin olmaması ne acıdır.
keşke küçük harflerle değil de ünlemlerle ÇIĞLIKLARLA yazabiliyor olsam.
kendim için yazdıklarımdan sıyrılıp çaresizliğimi anlayabilecekler için yazıyorum bu
sefer.
gölgemden kaçmak için değil de söylemeye çalıştıklarım
bir kağıtta kendini bulabilsin diye.
eskimiş kağıdın üstüne beyaz mürekkeple olsa bile.
sesimi benden başka (sanırım) kimse duymuyor olsa bile.

dipnot: yazar, içerisinde kendini kaybettiği ruhsal karmaşaları ve


sonucunda ortaya çıkardığı bu eser için özür diler, ya da dilemez.
görsel: helin yıldız
yeni doğan mavi’ye
elif karabaş

yeni bir telaş büyütüyorum şimdi sana içimde


henüz daha bir çiçeğin filizlenmesini
görmeye uzanmamışken ellerim
caddelerim oluyor sonra
ben caddelere diriliyorum
yalnızlığından korktuğum bu caddeleri alıyorum ellerime
ve karşıma oturtturuyorum
seni anlatıyorum ona
sonra o cadde yeni bir yol oluyor
ve ben o yol boyu koşuşturuyorum
gece yarısı taksilerinden bile korkmuyorum artık
gece bekçisi sineklerin izini
kalbimden çıkan bu şehvetin ışığına doluyorum
bu şehir
bu karanlık bile şaşıyor ellerime
yeni bir doğumun başında olmaya çok yaklaşıyorum
zihnim ağzımdan çok konuşan bir yerdir benim
bu düşten cehennetin yangından sonra ilk defa bahar gördüğünü seziyorum
bir gece yaratıyorum sonra bize
seni
şapşal sarısı saçlarını
beyaz gerdanını
gecemde ağırlıyorum
tanıdık kimse olmuyor sonra
ben sana eğilip
kulağına konservatuarda duyamayacağın şarkılar fısıldıyorum
hafif bir inatçı kıvrım bulaşıyor dudağına
6. yeni tomris olmaya bile cesaret eder hale geliyorum
bu sarıları kıskandıran gülüş için

sonra sana fısıldadığım her şarkı


ve her izinsiz bakış
geceden bir duvar örüyor bana

sen diyorum
sen de yarın cemalin ölümüne yetişecek misin
7 şubat
enes kaynakcı

Yarıl yeryuvar tarih


telef olmuş insan sürülerinin etlerini getirin
hepsi çürümeden yığalım tepeleme.
baş döndüren, şakaklarıma saplanan
kokusundan düştü peltemin kanatlarım

o kanatlar ki ozanın, susulan çığlıklarıyla


büyüyecek kalplerinde kentlilerin
ağzına kuş kaçacak konuşanların:
küçük dillerine yuva yapmış,
korkularını, bencil yalanlara çeviren kurtçuğu
parçalayıp eklemek için etini pelteme

yer yarıldı müjdemi isterim


saklanmak zorunda değilsiniz artık
saklayabilirsiniz görmek istemediklerinizi yeryuvarın çatlaklarına
zaten acıyla püskürmez yanardağlar kıtalar boyunca
saklayabilirsiniz ihmali ve cinayeti afetlerin ardına

besleyeceğiz ölülerimizi
telef cesetler dağının içinde ozan
dev bir anıtı olarak ölümün
şekil verecek kendi kanıyla
damarları yırtarak derisini
bitki köklerinin tohumu yarışı gibi
cesetleri hayata döndürecek
kenti saran elektrik ağı gibi
kendini örecek yaşamı şekillendirmek için yeniden

Soluyor yaprakları Bay Kayın’ın


Orta Dünya’nın güvercinleri kanatlanıyor yuvalarından
doğdukları ağaca dönüyor yaprakları
eğer örtmeseydi de göğü kanatları
sesimi ve suratımı yiyor karabalıkları
- Acıya diren ve ayağa kalk
Hesap soruyor yaşayanlar mezarlığının fısıltıları
- Neye karşılık yaşamımız ey!
bize iyi bakın, kulak verin
cinayeti görüyor ve duyuyorsunuz
Bir şürale düzenbaz, ölü çocuklara bürünür sesi
suratı bozulur gizler kahkülüyle
acıyı taklit eder yüksek perdeden
İnternet ormandır, her yüzü bilinmeyen.
Yoksa borsa iyesi yükseltir çimento hisselerini
yahut kansızlıktır soğuktan ölümlerin sebebi
ve fiyatları belirleyen Allahınız fırsatçıdır
haşa! sermayesi çaresizlik olup onu da çalan sizler değil
- “adam gelecek ne bok yiyecez?
babam da dikti beni başına şantiyenin,
ölçtüm bi de plandakinden ince yapmışız duvarı.
Neyse adam bi geldi amınakoyayım, aile dostumuz müfettişmiş bizim,
tesadüf işte”
tesadüf işte, kader diyelim ya da felaket
- “herkese sunduk projemiz reddedildi”
bilimi dinlemeyen şiiri dinler belki:
- ol Dede Korkut bildirmiştir
Ali ve Muhammet onaylamıştır
beğenip paylaşılması farz kılınmıştır:
İstanbul da yıkılacak, yakın zamanda

nergisin mühendis olma gerçeği


eda yurdamil cica
Tarafımdan sevgilere ruhum kopar inceldiğinden
Sende unuttuğum her şey buğusundan kalbimde
Bakışınla baş harfini yazar kazara.
Bana bir göz kırpışı bahşet geçtiğim yollarda
Adını bilmediğim her şeyin dili ol sessiz
İdrakını fısıldayışınla uyut geçmişimi kendine
Öyle bir anla ki beni tanımasınlar
Kurmaca imajını dişimde mayalayıp
Yatmadan önce yastığının altında gerçekleşeyim.

Oysa hiç utanılmamış gibi var olmam


Yediğim şeyleri doğurduğum nesle aktarıyorum
Yalanları unutturmadan şakağından sökülüyorum
Küçücük evlerde sıcak leğenlere dolup
Taşıyorum oğlumun bir başkasını sevmesinden.
Tenim delik deşik olup
Gecedeki hayaller nüfuz edince kasıklarıma

Bir kelime ne kadar uzak oluyor kandan


Tıpkı memelerini saklayan avuçlar gibi
Kendini aklayan bir kraliçenin bahçıvanlığı
Duaya niyetlenmişlerin vücuda direttikleri gibi.
Ben Rousseau’nun düşüyüm
Ben resimdeki ressamın uzak bakışıyım
Yediği boyaları sindirmiş geleceğim
Tüm mühendislerin kuyruk sokumunda
Bahşettiklerini reddeden
Yeşil yeşil kaybolan görüntünüm altında.
aralık gecesi
yusuf evren
Mağrur bir süzülüşle gök kubbeden dökülen beyaz kefen örttü üstünü ara sokaktaki kedi
kavgasının, fakir bir ailenin titrekçe ve çaresizce yanmaya çalışan sobasının çatırtısının
ve kuytu bir köşede yarınını düşünen evsiz adamın hıçkıra hıçkıra ağlayışının. Hislerimin
üzerine çöken, bedenimle beraber zihnimi ve vicdanımı donduran, bana sokaklarda avare
avare dolaşmayı telkin eden acımasız bir aralık gecesi. Ellerim cebimde yürüyorum dar
sokaklarda, düşüncelerimi bir kenara itip duyularımı keskinleştirirken: Kar tanelerinin bir-
birlerine değmeden yavaşça inişleri ve dilime gelince bir anda formlarını yitirip yok oluşla-
rı, ayakkabımın her adımda kar kütlelerine basarken çıkardığı pamuksu sesi, ucuz kömürle
yakılan sobaların ele geçirdiği bacalardan yayılan meşum kokuyu, ve parmağımı kalesizce
sürttüğüm demir çiti.
Kendi yağında kavrulmaya çalışan fakir bir mahallenin kalender havası her adımda ilikle-
rime işliyor. Buraların anneleri babaları dört gözle bekliyor yazı, üzerinde lime lime hırkası
olan çocukları sokağa her çıktığında kendilerini kahretmesinler, yetersizlik ve çaresizlik-
leri onları zamanda dondurmasın diye. Kanından kanın, canından canın ölüme terk ettiği
yaşlı amcaların ve teyzelerin dilendiği bu yolların tek yolcusu benim şu an, ve anlıyorum
kendimi yakıcı soğuğa bırakmadığım her vakit, korkunç bir sükunete duyduğum ihtiyacı.
Yürüdüğüm kaldırımlara gettonun kaotik kalabalığı hakim değilken bir amacım olduğu-
nu hissediyorum, yanımdan sürüyle insan geçerken kendimde değilim adeta, başkalarının
gözlerinden görüyorum dünyayı. Bütün uyaranlar denklemden çıkarıldığında benliğimle
yalnız kalmak, hayatımın gidişatını düşünmek: büyük bir acı! Kulağa ne de hoş geliyor;
benliğimle yalnız kalmak, hayatımın gidişatını düşünmek ve türevi içsel tabirler. Sanki ha-
muru özveriyle yoğrulmuş ve mamulü tatminkar, zihnimi doyuruyor, hayır! Ucube kent-
leri tehditkar bir biçimde çevreleyen yüce dağların doruğundan aşağı yuvarlanan bir kar
tanesiydim ben, katlana katlana pisliğiyle dünyanın büyüdüm ve durdurulamaksızın yu-
varlanıyorum bir zamanlar ait olduğum ulvi yükseltiden. Başım dumanlıydı orada da, ama
kudretin özgüveni de benimleydi. Büyüdükçe küçüldüm adeta, ve beni durduracak adi bir
düzlük aradım: bulduğumda adı bendi. Önüme geçeni ezerek ilerledim ve fark ettim ki
zalim ve mazlumun kaderi aynıymış meğerse. Yok et ve yok edil. Rutin haline getirdiğim,
yoldaşlarımın isli hava, cıyaklayan köpekler ve sefaletin sillesini en ağır yiyen insanların
olduğu bu yürüyüşlerin ürünleri bu ve benzeri düşünceler işte, giderek kara batan ve so-
ğuğun ısırıklarıyla kaplanan bir beden-zihin karışımı, evrendeki yerini asla çözememiş ve
çözemeyecek olan bir hayvan, ama kainatı bembeyaz ipleriyle ören bu tanecikler saçlarımı
kapsamayı bırakıncaya kadar düşüneceğim var oluş sancılarımı. Daha soğuktan ölecek çok
hayvan ve evsiz, üzeri geçiçi bir masumiyet yalanıyla kaplanacak çok pislik var. Son buz
kristali de eriyene, bütün pislikler gün yüzüne çıkana dek buralarda olacağım. Hayatımın
baharında kışı yaşıyorum, kışı atlatınca kendimi de atlatmış olacağım.
görsel: helin yıldız
ilk olmayan talan
emine başoğlu

yolculuğa çıktım hedefin uçsuz tavanına ulaşmaktı, der.


aldatmaca inmeleri çözümlemeye. ben de derim ona:
anahtarımı yuvasındayken kırdım işte denize özgü uzak ihtimallerim benim
eve dönmemeye. işte antik kentlerde çocukluğum
arayışım fidan hasadı yapılan kuşağımın gençliği
doğanın eminliğinden kaynaklanan tavanımda eski memleket motifleri bütün
kutsal bir adım bahçemde sığla meyveleri
/insanlığa bir yardım değildir. memur evinin penceresinden gördüğüm.
fakat akışın bedende hangi damarı tıkanık
hangisini açık bıraktığını, geceleri bedenimden
sükut evimde neyin nesi parçalar kopararak
kimin sessizliği anlatabilir. sukut evinde sessiz kabuklar açılıyor
buldurabilir karşıma çıkan çirkin keşişin adını çam gibi içten ve sabırla büyüttüğüm
geçmişin tüm taşlarının altını kaldırıp çıra gibi kusursuz yanıyor.
belki yansız bir tarih öğretir bana. gözlerimde sapsarı terk edişler ve
altımda kızıl kayalar ufalanıyor beddua kıvılcımları
sırtımda çocukluğun onları gözlerimden ayrılmaya
cesetlerinden bir çanta diretiyorum
onları gecikmiş bir gömüntü olmaya bileklerimde kaygının yara izlerini,
götürüyorum. sırtımın derisini
sol gözünde beni susatan bir sıvı vardı, tırpanlayan belirsizlikleri
onu içtim. tüm sahtelikleri ipsiz sapansız
ve sessizliğimin harlayışa kurban veriyorum
kuvvetli asitlerle çözülmesinden
hikayeme başlayabilirim. bu kapının anahtarını çevirip
öyle kırdım.
elimde dökülmüş saçlarımdan bir halat, şehrimin uçarı kağıtları
ucunda en ağır sezgiler katışmış; bu döngüye hapsoldu.
tüm aidiyetsizliğimde uykuya dalmadan tereddütsüz kabul ederim bunu
sükut evini yıkmaksa bu telaş kim diyebilir
geceye teslim olurken başka bir yola revan olunmayacak
ayna suretine bürünen su eskisi gibi oldurulamayan bir veda bu.
bu yolcuyu limana atabilir. hücum gibi ağlamamak elde mi?
yılgın boynumu hafifletip yahut yıldız kaysın diye
neyin nesi beklememek gökyüzünü.
kimin sesi olduğumu yansıtabilir: burada umut yok olmaya ve doğmaya yakın
yönümü göstermese de mavi ansızın siliniyorsa gökten
yönsüz rüzgarın silinsin
fırtına habercisi olduğunu, belki kızıl toprak su istemiştir
kabusun uyandıramadığı uykuyu baharın.
öğretebilir.
beni anlamazsın
yalım aydın

beni anlamazsın
ben satıraralarını cetvelle ölçtüm yıllardır
hangi kahvecide fanzin daha iyi gider onu düşündüm
yılan gibi dolaştım sokakların arasında, ezberlediğim adlarını
sokakların adlarını
ezberledim ta sıhhiye’den dikimevi’ne kadar

beni anlamazsın
hisleri etiketlemek onları ebedileştirmeyi engeller, bununla ilgilenmem
benim için tarifi ve tasnifi, kendisinden daha değerlidir
bir bildirim sesine heyecanlanırım o hisleri etiketlediğim
birinden geleceğini düşündüğüm birmuhtemelbildirim vardır çünkü

beni anlamazsın
nil karaibrahimgil dinlemek bende hangi boşluğu doldurur bilemezsin
en iyi spotify listesini yapmak niye hedefim değil
şiir niye basit ya da kafamda yazdıklarımı neden kağıda geçirmem
yoksa ben yüklerce yazdım otobüsten inip 700m yol yürüyecekken
dizelerce kustum / için için ağladım
cengizhan mahallesinden kurtuluş parkına kadar

beni anlamazsın
demirtepe metrosunda ne yaşadım bilemezsin
yine de bana yaklaşabilirsin
ellerinde çiçekler, kafanda sorularla
ceketinin kolaltında bıçak ya da kutsal kitaplarla
hiçbirine bazen hiçbir şey demem, aklımda üzüldüğüm şeyler daha ağır basar
üzgünken kendimi savunmayı denemem

beni anlamazsın
kısımları aynı cümleyle başlayan şiirlerden neden nefret ederim, tahmin edersin
günler neden ardımda bıraktığım birer katana, bunu bilmezsin.

beni anlamazsan
birçok şeyi benim yerime düşünmezsin
hata yapmayız
hangi hayatı yaşayacağımızın kararsızlığını yaşamayız
kafamız daha rahat olur

beni anlama
ya da
beni anlamadığın için teşekkür ederim sana.
günaydın
asiye güzel

Bugün sana günaydın diyemedim. larından geçiriyorum. “Saçın da çok uzamış.


Cesaret edemedim. Gözümün önündeydin. Sak- Berbere gitmedin mi?”
lanıyordum. Yürüdün geçtin. Gözlerin karanlıktı, “Gitmedim. Gelecek hafta gidiyorum.”
gece yine uyuyamamış mıydın? Durdurmalıydım. “Gitme. Öreyim saçını.”
Bileğinden yakalayıp bağırmalıydım. Günaydın! “Uzayınca mı?”
Günaydın, ben de buradaydım. Saklanıyordum. Bir daha inceliyorum parmaklarımın arasında.
Ama senin yürümeni izledim! Seni bekledim! Gü- “Küçük örgüler için yeterince uzamış aslında.”
naydın! Ben de buradayım, merak etme! Korkma “Olur.”
sakın, yalnız değilsin! Günaydın, güzel bir gün di- Başlıyorum örmeye. Küçük küçük, bir sürü.
liyorum sana! Bir şeye ihtiyacın olursa buradayım! Yerden kopardığım çimleri serpiştiriyorum. Kü-
Diyemedim. Yuttuğum tüm boncuklar gibi içim- çük papatyalara yer açıyorum. Kaşlarını çatıyor-
de büyümeye başladı. Batmaya başladı. Kanım ince sun. “Koparma ama çiçekleri bunun için.”
ince sızdı. Durup dururken gözüm yaşlanır oldu. “Ama zaten ölecekler.”
Sen beni görmedin. Neden görmedin? Sen göre- “Neden?”
mez miydin? Kızıl loş bir delikteydim işte, neden “Bahar bitince ölüyorlar.”
göremedin beni? Sen niye günaydın demedin? “Olsun. Erken bitmesin.”
“Günaydın.” Gülüp yanına uzanıyorum, başın çimlere düşü-
Yatakta bana dönüyorsun. Yüzünde kırışık saçla- yor. “Bizim gibi mi?”
rın. “İyi geceler?” “Bizim gibi.”
“Yok, günaydın. Gece oldu biliyorum, ama ancak Güneş gözümü alıyor, tam bakamıyorum. “Çok
diyebiliyorum. Sabah demeyi unuttum.” düşünme bunu. Her şey bir gün bitiyor. Bizim
Gülüyorsun. “Günaydın canım.” sınırlı vaktimiz olmasa bile bir gün bitecektik.
“İyi geceler canım.” Kavga edip bir daha konuşmayacaktık ya da biri-
“İyi geceler.” miz ölecekti. Hiçbir şey kalıcı değil ki.”
Affediyorsun beni. Böyle başlıyoruz biz işte. Be- “Doğru.” diyorsun. “Senin en sevdiğin meyve
nim kabahatim, senin affınla. neydi?”
*** “Şeftali. Neden?”
Gözlerimizin önünde bayram kıyafetli çocuklar, “Bir aya kadar başlar mevsimi.”
gökte bayraklar var. Toplu coşkulanımlarda yer “Evet. Yeriz beraber.”
edinemeyenlerdeniz. Öfkemizle pikniğe çıkmışız. “Benim en sevdiğim meyve çilek.”
Boğazın yanındaki çimler dünyanın en mahrem “O çıkmaya başladı. Geçen gün markette gör-
yeri. Biranın yanında kremalı bisküvi sevdiğin için düm.”
dalga geçiyorum seninle. “Yiyelim. Ben pastasını çok severim.”
“Dün gece kabus gördüm.” diyorum. “Yiyelim.”
“Ne gördün?” “Çilek mevsimi bir gün bitecek diye hiç yeme-
“Hamile kalmışım. Kürtaja gidiyorum.” sek çok saçma olurdu değil mi?”
“Sonra?” “Evet.”
“Sonrası yok.” “Ama yine de üzülüyorum.”
“Ameliyata mı giriyorsun?” “Ben de. Ama üzülme.”
“Hayır. Bekleme salonunda bitiyor rüya.” ***
“Anladım.” diyorsun. “Daha kötü.” Bana endişeyle bakmandan hiçbir zaman hoş-
“Evet.” lanmadım. “Bilmiyorum, bir anne çocuğunu ara-
“Ben de bir rüya gördüm.” yıp da böyle konuşmamalı.”
“Ne gördün?” “Artık takmıyorum kafaya.” Telefonu elimde
“Babaannemi gördüm. Garip çünkü ben babaan- çeviriyorum, parmaklarım titremiyor. “Ben doğ-
nemi hiç tanımadım ki. Ben üç yaşındayken öldü.” duğumdan beri çekiyorum bunu. Alıştım artık.”
“Ne yapıyordu?” “Takmıyor musun?”
“Saçlarımı tarıyordu. Saçlarım uzundu. Örüyor- “Takmıyorum.”
du.” “İyi alışmışsın.” diyorsun. “Ben olsam yine her
Kucağımda bana bakan bir çift göz. Ellerimi saç- seferinde baştan ağlardım.”
“Ağlar mıydın?” “Sana olan davranışlarından çok belli.”
“Bilmem ki. Tutamıyorum ben kendimi. Alışamı- “Cidden böyle mi düşünüyorsun?”
yorum insanlara. Kaç kez hayal kırıklığına uğrat- “Çok ortada.”
salar beni. Yine de kendimi umut ederken buluyo- “Yakın arkadaşım o benim.”
rum. Tekrar kırılıyorum sonrasında.” “Biliyorum. Dediğim gibi kıskanmıyorum zaten.
Bunu bana niye söylüyordun? Amacın neydi? Hatta o yüzden gözüm tuttu dedim. Güvenebile-
İnanmıyordum sana. Sadece beni ağlatmak için ceğim bir insan.”
böyle diyordun. Neden beni ağlarken görmek isti- “Ne için?”
yordun? Bana günaydın dememiştin. Dönüp arka- “Seni umursuyor.”
mı banyoya giriyorum, klozetin üzerinde oturup “Yani?”
ağlıyorum. “Güvenilir yani.”
*** “Ne için güvenilir?”
Yakıcı bir yaz ortasında serin bir günü kurtarı- Bir iç çekiyorsun. “Bunu mu konuşmak istiyor-
yoruz. Renkli bir çay bahçesinde kahve ve pasta sun gerçekten?”
eşliğinde sohbet. Etrafta yeni evli çiftleri görünce “Evet. Evet, konuşmak istiyorum. Ne ima edi-
içime garip bir hüzün doğuyor, bir sürü fotoğraf yorsun?”
çekerek defediyorum. “Seni birine emanet etmem gerekecek, değil
Masamızın yanına bir kuş konuyor. Havalanıyor mi?”
sonra tekrardan, etrafta dolaşıyor, tekrar dönü- “Beni niye birine emanet etmen gereksin? Ken-
yor, tekrar havalanıyor. Yanımızda yere konunca di başımın çaresine bakamam mı ben?”
pastamızdan biraz paylaşmaya karar veriyoruz. “Bakarsın. Bakarsın da, benim de içimin rahat
Elime bir kırıntı alıp uzatıyorum. etmesi gerek.”
“Gelir mi ki eline sence?” diyorsun. “Neden? Ne zaman bir şey istemişim senden?
“Bilmem. Yemek için gelmez mi?” Ne zaman sana yük olmuşum?”
“Korkuyor sanırım.” Öfkem seni şaşırtıyor, görebiliyorum. “Hiçbir
Yavaşça yaklaştırıyorum elimi kaçmasın diye. zaman. Hiçbir zaman yük olmadın bana. Nereden
Kaçmıyor ama avucumdan da yemiyor. Bir anda çıktı bu?”
tüm keyfim kaçıyor. Kendime öfkeleniyorum. “O zaman niye emanet etmen gerekiyor beni
Kırıntıları yere döküyorum. “Böyle yer belki.” birine? Ben sana muhtaç değilim, hiçbir zaman
“Geliyor.” olmadım. Sen de bana olmadın. Hiçbir zaman
Kuş şöyle bir etrafı kolaçan ediyor, bize bakıyor. yaslanmadık birbirimize. Başından beri böyle
Sonra yaklaşıp ufak ufak gagalıyor. Biz masada anlaştık çünkü. Sen orada, ben burada, ayrı ayrı
kahvemizi içmeye devam ediyoruz. O yanımızda ama ayakta olacaktık. Birbirimize yaslanmadan.
sessizce yiyor. Yan yana ama ayrı ayrı. Ve bittiğimizde de ayak-
“Haksızlık bu ama.” deyip gülüyorum. “Elime al- ta kalacaktık böylece. Böyleydi. Hala böyle. Şimdi
mak istiyordum.” neden inkâr ediyorsun bunu? Niye beni birine
“Rüşvetin kabul görmedi.” emanet etmekten bahsediyorsun?”
Bir anda yanağımda bir ıslaklık hissediyorum. Duraksıyorsun; kelime bulmak için çabaladığı-
Sen de görüyorsun, gözlerin kısılıyor, teselli ede- nı görebiliyorum. Benden bunu beklemiyordun.
cek gibi öne eğiliyorsun. Ama sonra bir tane daha “Sen hiç orada olmadın ki gidesin, diyorsun yani.”
bacağıma düşüyor. Kafamızı kaldırıyoruz; yağmur “Bunu demedim.”
başlıyor. “Hayır, haklısın.” Koltuğa oturup içini çekiyor-
*** sun. “Haklısın. Dememeliydim öyle. Ne bileyim,
“Gözüm onu tuttu benim.” sanırım içimde bana yaslanmış olmanı isteyen bir
Kıs kıs gülüyorum. “Gerçekten mi? Kıskanacağı- şey var. Keşke farklı yapsaydık her şeyi diyen.”
nı düşünmüştüm.” Cevap vermiyorum. Ben de yanına oturuyorum.
“Yoo, neden kıskanayım?” “Kaçta uçağın?”
“Bilmem.” “İkide.”
“Benim onu kıskanmaya ihtiyacım mı var?” Gü- “İyi. Rahat rahat kahvaltı ederiz, acele etmeden
lerken gözlerin kayboluyor. gideriz havaalanına.”
“Bence endişelenmelisin. Çocukluk arkadaşım. “Evet.”
On sene vardır.” Sarılmak için uzanıyorum sana, başını kendime
“Yani. Bu onu kıskanmam için sebep değil. Ben- yaslıyorum. “Annene aldığın hediyeleri unutma.”
ce sana aşık zaten.” “Unutmam.”
O kadar tekdüze söylüyorsun ki şaka yapıp yap- “Seni özleyeceğim.”
madığını anlamak için duraksıyorum. Yüzün te- “Ben de.”
miz. “Nasıl?” “Ama üzülme, tamam mı?”
“Tamam.” Gülüyorsun. “Sen de.”
“Tamam.”
***
Sonrasında ritüellere ihtiyaç duyuyorum. Nedense mumlara merak salıyorum. İlk perakendeciden
aldığım vanilyalı mumlar. Sonra yılbaşı ruhu, organik soya, bergamot. Her gün yanından geçtiğim bir
Ermeni kilisesi var, önceden fark etmemişim. Bir Pazar günü ayin çıkışı iki genç kıza çarpıyorum. On-
dan sonra her Pazar mumlarımı yakmaya başlıyorum. Pencere kenarına üç, mutfak masasına bir, salon
vitrinine onlarca. Aromaterapiden bahsederdi annem hep. Batik halının merkezine oturup gözlerimi
kapatıyorum, senle konuşuyorum kendi kendime.
Aslında sana yeni hiçbir şey söylemiyorum. Konuşmalarımızı tekrarlıyorum, sahneleri baştan çizi-
yorum. Bir senin taklidini yapıyorum bir kendimin, sonra rolleri karıştırıyorum. Kedim bana korkuyla
bakıyor. Çavuş iradesi ile hatırlamaya alışıyorum. Hastalığın hücumuna kapılıyorum. Unutmayacağım,
diyorum, inadına hatırlayacağım, kim ne yaparsa yapsın, dayak, işkence, körebe. Senin yokluğunu dol-
durmaya çalışıyorum işte, kedim ise kıs kıs gülüyor.
Patronum mesai arttırmamı istiyor. Gözleri şaşı, benimle konuşurken sadece göğsüme bakıyor. Yeğe-
nim doğuyor, küçük altın aldığım için ablam küsüyor, annem surat yapıyor. Farsça kursuna başlıyorum.
Tekrar bayram oluyor, bayraklar çekiliyor, seçim oluyor, bayraklar iniyor. Devam ediyorum. Sonunda
istediğim gibi bir yün kaban alabiliyorum. Çocukluk arkadaşımla aramız açılıyor. Yeni biriyle tanışı-
yorum. Senden bahsetmiyorum. Anlamaz biliyorum, ama bu beni rahatsız etmiyor. Herkesin her şeyi
anlamaması daha iyi.
Yine de bırakamıyorum. İçime çam kokusu çekiyorum. Yine her Pazar seninle konuşuyorum.
***
Günaydın.
Bugün ona günaydın dedim. Korkuyordum. Başım ağrıyordu, genzime aktı, boğazıma sarıldı. Tırnak-
larım her seferinde kendi tenimi kanattı. Daha sabahtı, gün bile ağarmamıştı. Günaydın. Bir hırıltı gibi
konuşabiliyorum sadece. Ama buradayım. Seni bekledim. Seni özledim. Günaydın.
Bana döndü. Gülümsedi. O da günaydın dedi. Ben de gülümsedim. Küçük fareler birikti ayak dipleri-
me, ufak bir alem yaptılar, ben de onlarla sevinçle bağırdım. Günaydın. Bugün ona günaydın diyebildim.
Tüm gece seni düşündüm! Hep seni bekledim! Günaydın. Bu kadarmış işte!
Günaydın canım.
Günaydın.

savaşım kendimle
emirhan ergün

İnsan aynadaki yansımasıyla yalnızdır.


Ayna kırılır, insan parçalanır.
Karanlık çöker, gölge kaybolur.
İnsan sadece kendiyle savaşır.

karanlık bir giz sardı etrafımı


gözlerinde hep farklı bir kapı
sönsün artık bu yalnızlık
hırkamı sarmalayan hep farklı bir acı

gökyüzü habersizce tur atıyor


bu çiçeğin yalnızlığı nereye gidiyor
bütün bu anıların sarhoşluğu
hep farklı bir acıyı takip ediyor
funky krizi
yiğit cem hoşoğlu

nihayet nihavend değil hiç


-longa ya de “lounj”
burası bir dere başı, sonu başından belli
aç parantez, nerede okuduğunun önemi yok
burasının neresi olduğundan bize ne
kapa parantez, zaten hep “bura”larda duraklanırız
buralarda hiç nihai bir aşk yoktur.
buralar bi’ yerlerdir, hiç varmayız
buralıyızdır yani evvelden.

canlı bir bomba infilak eder,


maazallah yeryüzü yoktur
blues but the blues,
do majörden şarkılar yoktur
sen onu bunu boş ver
latte mi içersin ziftimin pekini mi?
aç mı geldin pizza yer misin?
biraz mantarım var istersen kalk yap,
kahveyi ben kaynatırım aramızı sen oynat.
kalbimin ritmini al,
sol “demented”
funk bu günlerde çok modadır güzelim, sallandır
savur saçlarını, bilirsin özgürlük emek ister
kirayı ödeyebilmek lazım, e biraz metelik ister
sana öylece silahsız bakmak ise ekseriyetle bir salaklık

unuttum sözlerini, mermilerini ve peygamberlerini


kahvelere 4 dakika demlenme dedi doktor
4 kere öp, bizi demle

boşver sen mantarı şimdi,


şarapta bile yokken güzel.
sağ sol da karıştırma,
siyasi iklimden karasal dönelim.
gerek yok kadehlere bi’ tane yeter,
yanıma uzansana, başlasın funky krizi.
esirgeyen ve bağışlayan ruhumun adıyla
ilga timur

sensiz yaşamayı bilmiyorum


sensiz yaşayamıyorum, o halde birlikte yaşayalım.
görmüyor musun? delirmiş aşıklarız.
bu sevgi değil, anlamıyorsun. bu sevgi değil, bu hastalık.
-ve o ses
“küçük taç yaprağım, ne zaman geliyorsun?
dedin ki çiçekler açtığında geleceğim
dünyanın bütün çiçekleri açtı, ne zaman geliyorsun?”-

bir delilik üzerine yazılmış bir deli şiiri okuyorum,


toplayacak kırıkları kalmayınca insan biraz böyledir.
biraz daha biler kalemini, çığlığına saplayabilsin diye.

ben her gece baudelaire ile uyuyorum bilmiyorsun


suluyorum kötülük çiçekleri’ni
uzun filmlerden hoşlanmıyorum, dalıp gitmeyi seviyorum bilmiyorsun
küçük taç yaprağım kopuverdi derimden görmedin rüzgarın çöllerinde
görmek ve bilmek arasında bir tınıdır şimdi hoplatan yüreğimi.
tenim diyor ki
tut kollarından, al oradan
diyorsun ki
bırakalım düşsün kuyuya yusuf.

aç kapını bu yağmur kalbimi paramparça ediyor diyorum


sonsuza kadar aralıyorsun kapılarını
diyorsun ki
ay kalbimi ele geçirdi
ay kalbimi ele geçirdi
varoluşumun üstadı nereye gidecek?
bir zen öğretisi.
yeşil bir denizin sesi içimdeki.

“küçük taç yaprağım, ne zaman geliyorsun?


dedin ki çiçekler açtığında geleceğim
dünyanın bütün çiçekleri açtı, ne zaman geliyorsun?”

kulağımda fars tınıları


arap şiirleri
aşk ölümleri
bu yolu iki kolum yerde yürüdüm sağır hasta
kardelen sömertaş irem budak
Sadece öksürüyorum
Bir otobüste hissettim kalbimi Ve yutkunuyorum
ilk olarak Sırayla
bu ikinci seferim değil
Bir ses duyuyorum
artık biliyorum ki yok bir kalbim Fakat
Birkaç taş çevreleyecek mezarımı; Emin olamıyorum da
çıkışımı arayacağım, Aynı zamanda
iki yanı kıskaçlarla kıstırılmış Engelleyen öksürüğüm
dört bir yanımda.
Sonra hızlı hızlı
Sabah sekize varacak Yutkunuyorum
bir direğe çarpmışım kadar sekiz. Öksürüğü ötelercesine
Ben olsam ben de dönerdim sırtımı Kulaklarım açık,
bana Meraklıyım
önce sarıp sarmalandım
sonrası soğuk bir mezar taşı lügatımda. İsyanını duyuyorum
Dayanamayan ciğerlerimin
Bu yolu benimle yürüdünüz Ve yine o ses
ben bunun ağırlığında yıllarca... Küfrediyorum farkındalığıyla
Bir akşamüstü ettim son vedamı. Kaçırdığımın
Benim için telaşlı ayaklarınız
bir kuş sürüsüyle denk düştü Fakat artık ne fayda
köy mezarlığında
Garip bir mahalle kokuyor
gözümü kapatıp yürüdüğüm
sırât köprüsünde
İki elimi buluşturan yalnızlıkla
kirli ve pasaklı bir yola düşüyorum.
Düşüyorum sanıyorum,
sendeliyorum.
Duruyorum ve soruyorum
NEDİR BU İZDİHAM?
TANRIM AL BENİ.

Peşini bıraktım bütün arzularımın.


Cenazeme -hoş-geldiniz.
Taşımayı(n) bırakın
sürünmeye yüz tutmuş cesetim
bulur topraktaki çukurunu.
Çağımın bencilliğiyle doğduğum günde ettim ilk Ah’ımı
siz
siz
sizin elleriniz
körpe karanlık bir günde suladı mezarımı.
Bıraktım etimden sütümden yetişecek tohumları,
taşta inildedim.
hata yaparsan ölürsün babam yedirdi dur diyemedim
sonra hep yemek seçtim
mislina bursal kustum
ben bebekliğin boyunca hep kustum
benim midem çoktan ters dönmüştü
annem 40 yaşında
herkesin kapısını çalıyorum. sonra
ve sahne solum. annem
parlamak zorunda mısın?
bu çocuk aç diye çınladı
geliyor “hastane” dedi.

geride hiç bir şey kalmadı. nasıl olmasın aç?


ben rüyamda italyanca konuşurum. doğamamış
io voio sesso yemek yiyemez ki süt içmesi lazım
ama ölmek istemem.
çünkü bir kere istemedim. dip not!
daha sana ihtiyacı var
önce 15 gün elinden alınmışsın
veya akşamına vermişler gibi
herkesln kapısını çalıyor.
death bir fotoğrafım var
is
coming otistik olduğum için.
ve annem bunu bana hiç söylemedi
solumda nasıldım?
esnedim, işedim rahatladım okula bir sene erken yolladı
geçti geç yolladı geç
E çizemiyorum diye
doğarken demir sevdim
bizim demiri seni çizemedim aşkım
o yüzden içinden çıktım ya ölürcesine
onunla hep çok yakın arkadaş olduk seni hiç çizemedim
o yüzden dövme yaptırdım ya
demir de doğamayanlardan
demir gibi sağlam kapımızı çalıyor
benim gibi
geliyor
isimler bizi anlatır. ölüm geliyor

az kalsın ölen çocuklara şehrin sokaklarında


şarkılar yazılır bembeyaz
ağıtlar yazılır
NEFESİNİZİ TUTUN
nasıl sanatçı oldum? sola doğru eğilin
bir kez olsun nasıl isterseniz

ölerek. şimdi
asın kendinizi ben olmak için
annem zordu dedi,
babam, o gün benim en mutlu günüm daha fazla yazamam
çünkü yaşadım
ULAN
nefes aldık be hoşçakalın
ne kadar zaman sonra? öldüm.
bir hafta sonra
(o yüzden ben ölmek istedim.)
hep geç kaldım çünkü ölümle yıkananlar ölür.
mezar hikayesi
rana kocagöz

Başını dik tut, gülümse. Kimse anlamıyor içinden geçenleri. Açık bir kitap gibi okun-
mayı sevmiyorum, derdin hep, yazdıklarında seni arıyorlar diye korkardın. Korkardın
çünkü yazdıklarında hep sen vardın, bir de ben. Dalgalara kapılmış çocuk ayakkabısı,
kütüphaneden çalınan kitabın arasında eskiyen bir fotoğraf, yırtılmış bir festival bileti,
bir de bitmiş bir çakmak. Arka arkaya yarattığımız durumlardan ibaretiz dedim sana,
hepsini sıralamışız yalnızca. Bugün geride kalanlara baktım, bir de önümüzde duranla-
ra, sonra da pakette ters çevrilmiş son sigarayı yaktım çocuk parkında.
Baş, orta, son yok. Gidişler acılı, kalışlar kaçınılmaz, insan aptal ve Tanrı alaycı. Biz
Tanrı’nın gişede batan filmiyiz. Düşük bütçeli, genel seyirciyi tatmin etmeyecek çok ka-
rakterli bir trajedi. Kendimizin daha iyi ve daha kötü versiyonları birbirinden rol çalıyor
sürekli ve biz perde kapandığında kostüm değiştirmeye koşuyoruz hemen, hayatımızda
hiçbir yere bu kadar hızlı koşmadık. Kötü adamı oynamak istediğimde pelerinim omuz-
larıma oturmamıştı bir kere, hatırlıyorsundur. Kırık sedef taşlı tokanla gömleğime sen
iliştirdin pelerini, günahkar olmak başkasını oldurmaktan daha zor. Bu sefer günahkar
sensin, olduran da ben. Bu hikâye senin için, bir parkın üzerinde durmaksızın uçan si-
nek kuşunun kanatlarında ve bir fil ağırlığında. Bu hikaye, bir ölüye ağıt.
***
Bir gün beni gömeceksin.
Belki bir akşamüstü olacak bu, sabahına sel almış olacak her yeri ve sen şehri terk eden
son kişi olacaksın. Yağmur suyu bileklerinde kuruyacak. Ya da bir gece uykunda olacak
sen fark etmeden, uyanıp işe gideceksin, hayat senin için her zaman olduğu gibi aynı
yolunda akacak. Sen bilmeyeceksin. Uzakta bir gölde nilüferler açacak, biçimsiz bir taş
sulara tam dört kere çarpacak, bir çocuk salıncak sırasında ağlayacak ve bir zamanlar
sevdiğin her şey illaki tozlanacak. Sen görmeyeceksin. Bir gün eski günleri anımsatan
biri durduracak seni sokakta, yüzünde tanıdık bir şeyler arayıp bulamayacaksın. Koşa-
rak yaşıyoruz, diyeceksin sonra, koşarak yaşıyoruz ne yapalım?
Koştuğun sokaklar boyu görmüyorsun sağını ve solunu, bastığın kaldırımlarda neler
yaşandı bilmiyorsun. Hızlı yaşlandın, hızlı unutuyorsun. Oysa yaşanan ve terk edilen
her anda vadesini doldurmuş bir sen de var aslında. Bugün senlerden birini durdurdum
sokakta, lafladık, özleşmişiz dedik olduğumuz yerde öylece kalınca. Geçmişe baktığını
bilirken insan ne de kolay söyleyiveriyor özlediğini, ama bence özlemenin en acısı ya-
şadığın anın içindeyken olanı. Nasıl diye sorma, ne de olsa zaman göreceli bir kavram
ve ne de olsa ikimiz de biliyoruz senin hep yarında, benimse hep dünde yaşadığımı.
Şimdi bile görebilirsin, cumbalı evimde oturmuş karıncalara masallar anlatıyorum. Ben
hep geçmişle konuşuyorum, o yüzden kimseyi öldüremiyorum. Karıncalar ayaklarımın
etrafında dolaşıyor, hepsini bilip hepsini tanıyorum, onlara kim olduklarını fısıldıyorum.
Biliyor musun, ben anne olamam sanmıştım ama artık ara sıra kendimi Meryem gibi
hissediyorum.
İçinde bir nehir akıyor. Hepimizin içinde bir nehir akıyor ve her gün akıntıya karşı
yüzüyoruz hayat bizim yerimize kararlar verirken. Tanrı’nın oyununu görüyorsun, sular
sana değil, sen sulara hükmeden ol diye çok uğraşıyorsun. Ama sana kötü bir haberim
var, akıntı kasabayı yerle bir edeli epey oluyor, nehir kendine yeni patikalar yapmaya
başlamış bile. Yol bitiyor, patika seni bir göle çıkarıyor, ama durgun bir göle ne kadar
süre bakılır ki? Durgun bir göl ne kadar süre sevilir ki? Yağmur suyunun kuruyan tuzu
daha paçalarında duruyor, oysa sen o göle bakmayı bile istemiyor gibisin. Senin bir par-
çan olduğunu bilmeden sırtını dönüyorsun durgun suya ve bambaşka bir patika bulu-
görsel: helin yıldız

yorsun kendine. Yerin yedi kat altından Sisyphus gülüyor sana, aldırma canım, Sisyphus
aptaldı zaten. Hem nerede görülmüş insanın cezasını sevdiği? Ellerin nasır tuttuğunda
başkasının günahlarını alkışlamak hep çok kolay.
Şimdi bırak her şeyi bir kenara. Aptal adamın aptal kayasını, karıncaların boğulduğu
akıntıyı, salıncağın gıcırtısını ve göle atılan taşları unut hadi. Sonunda geldi yüzleşme
zamanı. Hadi, şimdi benim için son kez kapat gözlerini ve hayal et:
Yalnızca büyük prodüksiyonlu filmlere yakışacak kocaman bir salon, dört bir yanı ay-
nalarla kaplı. Sen odanın tam ortasındasın. Aynalardan izliyorsun insanları, baktığın kim
varsa ona sırtını dönüyorsun, haliyle yaklaşayım derken uzaklaşıyorsun. Bir adım ve
bir adım daha derken bak aynanın önündesin şimdi. Resmin kocaman, baktığınsa ne
kadar uzakta. Sen başkalarına uzandıkça kendine varıyorsun, sarılmaya çalıştığındaysa
aynaları kırıyorsun. Kırdığın her aynada içindeki bir başka yeşil dal kuruyor, bir nehir
süzülüp giderken cam kırıklarını da beraberinde götürüyor. Sen bu sefer de bir başka
aynaya sırtını dönüyorsun. Peki tükettikçe tükendiğini de mi görmüyorsun?
Kır aynaları bu sabah da, taşlar başından beri ceplerinde duruyordu, görmedin bir
türlü. Belini eğen ağırlıklar şimdi aynadaki görüntüyü parçalıyor, sen baktığının bir ayna
olduğunu yeni idrak ediyorsun. Oysa kırık bir aynadaki resim değil de, bir şehir olsam
ben, şehrin içinden bir nehir aksa, nehirde balıklar yüzse, evlerin balkonları kuşlar kon-
sun diye eğilse, Arnavut taşlarının arasında sıkışan yeşil bira kapaklarını çocuklar top-
lasa, ve sen koşsan o sokaklarda. Ama sen koştuğun sokaklar boyunu görmedin ki hiç,
Arnavut taşlarına da takılmadı ayakların, hep asfaltı buldun bir şekilde. Asfaltın üzerinde
kırık ayna parçaları, bakma onlara, ben orada değilim. Senin aynan benim, taşlar da
ceplerinde.
Sana bir şiir okudum, hani şu prenses ve ejderhalı olan. Beni duydun mu, yoksa o da
mı akıntıya kapıldı? Şiiri okurken sana hiç söylemedim, ama bir süreliğine prensesin
sen olduğuna inandım, kulende beni beklediğine. Ve bir süreliğine de ejderha olduğunu
sandım, baksana her yanım yanık izi, dokunan bütün hayatların izi kalmış. Oysa şimdi
anlıyorum, sen ne prensessin ne de ejderha, ama ben kahraman olmak zorundayım
çünkü pelerini sen bağladın omuzlarıma. Bana günahlarını anlattın ve ben sakladım on-
ları ipe dizip tozlu bir dolapta.
Düşmanını gömemeyen hiçbir kahramanın hikayesi anlatılmaz. İşte o yüzden biliyo-
rum, bir gün beni sen gömeceksin.
Gömeceksin, çünkü hatırlanmak için fazla acı verici olduğumu göreceksin.
.
- Ölünce ne oluyor?
- Sevenlerimiz bizi özlüyor.
stranza’dan kalanlar:
zincirlerimizden başka
egehan ışıklı

Bu odada birisi ölmüş. Çok uzun zaman geçmiş ama hâlâ havada sarımsağımsı di-
metil trisülfit kokusu var. 4. evre çürümenin bıraktığı kararmış et parçaları duvarın
bir kısmını kaplamış. Rutubet yüzünden çok belli olmuyor. Sökmeye çalışmışlar ama
kalıntıları orada kalmış. En azından kemikten fazlasını bulmuşlar geldiklerinde. Yine
de güzel bir manzara olmasa gerek. Sadece mantık, bilgi ve algının işaret ettiği “so-
ğuk sert bir gerçek” değil bu. Odada birinin öldüğünü girdiğim anda hissetmiştim.
Sadece mezarlıklarda gelen, tüylerimi benden uzağa çeken o his var. Sanki ölümü bir
statik elektrik alanı yaratmış gibi. Enerji asla yok olmaz sonuçta değil mi? Şekil değiş-
tirir. Belki uzayın sınırlarındadır, belki de bu odada. Bu duvarlarda.
Çıplak ayakla gezsen ayaklarını parçalayacak kadar şırınga var yerde. Görüyoruz ki
“Temiz İğne Programı” çok bir işe yaramıyor, böyle bir odada yaşadığın sürece. Bir
nebze daha sağlıklı ölmene yol açıyor sadece. Yerden bir şırınga alıp inceliyorum.
Siyah Katran Eroin. Sarıya çalan karanlık bir tonu var. Yanında da bir metal kaşık var.
Çakmak tutmaktan şekli bozulmuş artık. Odaya bir bakıyorum. İrademin bana “Bak,
gördün mü? Denersen sonun bu olacak.” dediğini hissedebiliyorum. İhtiyacım da yok
zaten denemeye. Benim farklı uyuşturucularım var hayattan kaçmak için. Alkol, si-
gara, sanat, ideoloji falan sanırım. En çok da buna üzülüyorum. Bu uyuşturucular,
benim ayrıcalıklarım. Burada, kanında bilmem kaç miligram eroinle ölüp; dünyanın,
haftalarca (belki aylarca) ölümüne kayıtsız kaldığı bu insan nasıl müzik ile kopabilir-
di ki gerçeklerden? Tek yapabildiği kendini aşağı sürüklemekken, burjuvaziyi alaşağı
etmenin hayalini nasıl kurabilirdi ki? Sömürünün en hasını yaşamıştı o. Tek bir damla
kan bile geriye kalmamıştı ondan. Önce şişmişti, sonra erimişti. Geriye sadece o sa-
rımsağımsı koku kalmıştı. Başarısızlığın sarımsağımsı kokusu...
Bu kokuya hiç yabancı değilim. Sadece sistemin gardiyanlığını yaptığım zamanlarda,
olay yerlerinde aldığım kokudan bahsetmiyorum. Benim gibi düşünen herkesin, ya-
tağında uzanıp tavanı izlerken burnuna gelen o kokudan bahsediyorum. 39’da İspan-
ya’da esir düşmüş, 73’te Şili’de kafasına sıkmış, 91’de Rusya’da ihanete uğramış tüm
canlardan geriye kalanların çürütülüp; eninde sonunda dönüştürüldüğü o sarımsa-
ğımsı kokudan bahsediyorum. Biz o cinayetlere kurban gidenlerin bayrağını taşıyo-
ruz hâlâ. Tüm o mağlubiyetlerin bayrağını taşıyoruz. Peki neden? Düşünsene kral-
lıklar yıkılmamış, hâlâ birileri doğru kişinin çocuğu olduğu için hayatı dibine kadar
yaşıyor, yanlış kişinin çocukları ise hayatın dibini kaşıklıyormuş. Dipte kalan o siyah
katranı, o metal kaşıkta pişirip kanına karıştırıyormuş. Başka türlü doymasının bir
yolu olmadığı için... Düşünmesi bile korkunç değil mi? Bu krallıkları yıkmaya çalışan-
ların bayraklarını, başarılı da olmuş olsalar başarısız da, gururla taşımak doğal değil
midir? Günün sonunda tekrar, tekrar, tekrar, tekrar, tekrar, tekrar, tekrar denemek
dışında ne çaremiz var ki? Yok. Başka bir çaremiz yok. Hiçbir zaman da olmayacak.
Pencerenin koluna uzandım. Takılı kalmıştı ama biraz zorlayınca açıldı. Odanın içini
dışarıdaki çam ağaçlarının biberimsi, nanemsi kokusu ve kuşların çığlıkları kapladı.
Derin bir nefes aldım ve odadan ayrıldım.
sanrılar bir adamın çığlığı
naz kandaz eylül doğa çataltepe

mart ayı, kafamda bir mantra gibi onlar dilsiz, dilsiz sonsuza kadar
bekçisi sarhoş ve eksik uykularımın sesin yürekleri soğuk kara toprak kadar!
eriyen karlar henüz karışmamış akarsulara hangi mezarda bulunur onlar gibileri?
yankılanıyor şantiyelerde sevişen kedilerin çiçek açmamış bahçelerin haseti
gölgeleri, aklımda unutulmuş sözler uyanıyor kaplamış
henüz bahar gelmedi, gece şehrin üstünü
yosun tutmuş kalplerini,
ipek bir çarşaf gibi örtüyor, yüzümdeki
kararmış,
çizgileri dolduruyor şerefine kalkan kadehler
kararmış,
tecrübesiz çiçekler can çekişiyor fırtınalarda
kararmış
sarp kayalıklarda parçalıyorum baharın umudunu
mart ayı aksak bir şiir gibi yalpalıyor, nazını
bilmeliyim,
çekiyoruz doğanın değişimle olan mücadelesinin
titremez onların içi üşüyen ellere
paltomla birlikte seriyorum hatıralarımı masaya
ne kar ne kış görür gözleri
yağmur ve gözyaşlarından arınsınlar diye
alın yazıları buzdan,
hayatımı hayal ediyorum, kesintisiz uykularla dolu
satır aralarında sarkıtlar
üstümdeki buğu hafiflemiş unuttuklarımla, adın hala
keskin, acı
kafamda bir mantra, göz kapaklarımın işlediler
altına, yazdıklarım öldürecek bir gün beni titremez onların içi üşüyen ellere
zamanın kolları beni boğacak kadar uzun
değilse eğer, sayıklıyorum bu yalan özgürlüğü, bir an olsun çevirmezler
defediyorum, geçmişten bir ses kavrıyor bedenimi kafalarını sola
bende kalan anılar o kadar sıkılgan ve anlamsız sağa, sakın, bakma!
ki kıvranıyorlar aklımın en ücra köşelerinde ya senden başkası varsa?
bir mantra gibi sayıklıyorlar adının şeklini
mart yarım kalmış bir şiir sanki, tıpkı- ve mosmor gözleri
kana bulanmış hepsinin elleri
hiç mi kaybettikleri olmamıştır
aynadaki akislerini?
ya da
hiç bakmamışlardır belki

duymamışlarsa yıldızların ninnisini


huzur sanıp hep gecenin gündüze
görsel: şerife sude kandemir

varacak olmasını
ya korkmuşlarsa karanlıktan?

ve bin sözcük geçer akıllarından!


sessizlikleriyse bin adamın çığlığı
ama onlar dilsiz,
dilsiz sonsuza kadar!
ışıklar içinde
büşra nur kalaycı
Ufak toz taneleri uzaklaşıp görünmez oluncaya kadar düşündüm. Playlistimin onun-
cu kez takılmasına aldırmadan konuştum. Şarkılardan nasihatler biriktirip çelişkileri de
zamanla kaybettim. Biri eğlen derdi biri bugün öl. Seçim yapmadan ikisini de dinledim.
Bugün de eğlenerek ölelim.
Geç kaldığım güçsüz elleri tutamadığım için ağladım önce. Sonra sinsi gözlere hapsettim acıma-
larımı. Hakettiklerimi değil geç kaldıklarımı koydum çantama. Gözlerinin içinden tutamadıkları-
mı seçtim, süzdüm onları. Gülen yüzlerde birikmiş hüzünleri ayıkladım.
Bugün de severek geç kalalım ağlayanlara.
Yangınlardaki kalabalığı dağıttım önce. Sonra dumanları üfledim başım dönene kadar. Soğuktan
kesilmiş ellere hohladım tek tek. Eskilerin raflarında birikmiş sıcakları bulup dağıttım kalabalığa.
Derinden gelenleri selamladım saygıyla. Heeey!
Biraz uzaklardan bağırarak konuşalım bugün.
Kargaşa içinde aniden yanımdakinin elini tutup öptüm önce. Sonra elimin tersiyle ittim soru-
larını. Cevabını bildiklerimden çok bilmediklerimi kuruntu yapmakla geçirdim zamanın çoğunu.
Biraz sağdan biraz soldan doldurdum hazinemi. Bilinçsizce zengin olalım bugün.
Hastaların başında bekledim kurban olana kadar. Rengi açık olandansa koyu olanı seçtim önce.
Sonra uzaktakilere umut olsun diye yasa büründüm. Kediler gülümsesin diye güller topladım
torbama en çok. İlaç aramadan iyileşelim bugün.
Manasız birden fazla kelime üretip sattım önce. Sonra kendi gönlümü boşaltıp yollara bağışla-
dım. Kesilen haber başlıklarından anlamlı cümleler kurdum bolca. Gözler görmeyince yok ettim
sabırsızca.
Duvarlara çarpa çarpa bölünelim bugün.
Yorulanları aldım sırtıma önce. Sonra düzlüklere değil bayırlara sürdüm ayaklarımı. Var olandan
çok kabul etmediklerimi sahiplendim içimde. Öpüp okşayarak öldürendense silahı elinde olana
yürüdüm koruduklarımla.
Belirsizlikle değil ayan beyan ölelim bugün.

birebir nefret failin faaliyetine fanfinfon falan

ekin can şiire kalıp aranır


laf cambazlığı kalır
kalıpsızlar alır

kalıbın kabiliyetine kanrevan kalan


biz bizi ararız
bir bizi azarlar
birdenbire pazarlar
bodurdan büyük biri bile bezirgan baron

gece ve gündüzde biz bizi ararız


nefrette boğulmadan günler mi biter?
karın kara yağdığı yaşımda
failin kalıbı boduru biraz mı geçer?
otuz altı günde biz bizi ararız
otuzunda altısında hayat mı biter?
ölü bir milletin başında
leşçiller birbirini mi yer?
yetmiş iki dilde biz bizi ararız
ağlatmakla halklar mı biter?
buhara düşleri
sıla mutaf

Kudretli şahım,
Size bu mektubu yazmak çaresizliğimin son demlerinde olduğuma bir anıt dikmek gibi yahut
şuradaki mürekkebin şahitliği üzerine yemin ederim ki akşam güneşinde bizzat yanmak gibi-
dir. Sizin şanınızı duyduğumdan beri gözüme girmeyen uyku kim bilir geceleri hangi meleğin
kanatlarında taşınıyor. Yalnız bir isimle bir insan böyle kavrulur mu ateşten? Dolanıp duruyor
ellerim birbirine, dilim deseniz kurumuş bir çöl gezgini gibi. Yıllar boyu neler vaat ettiğini bil-
meden penceremden bakıp hayaller kurduğum bu çöl, sonunda tahayyül edemediğim kudrette
sizi getirdi ve acze düşürdü beni. Sahi, ne vardı o çölün ötesinde, hiç bilmedim. Belki biraz daha
çöl, sonra belki biraz su vardır. Sonu görünmeyen sulardan bahsederler, ama ben hiç görme-
dim, siz gördünüz mü? Benim gördüğüm bu duvarlar, bildiğim bu duvarlar. Bir de bu çöl. Sizi
bana getiren ama beni hiçbir yere götürmeyen bu çöl.
Sizi kandırmaya lüzum yok, üstelik buna cesaret de yok, önceleri nefret ettim sizden. Kolla-
rım açık beklemedim sizi, kim bekler ki böylesine korku salmış birini? Basra’nın su yolu kırmızı
akarmış sizin varışınızdan sonra ve sokaklarında Semerkant’ın çocuklar naaşlarla oynarmış.
Ancak hiçbiri sizin amansızlığınızı anlatmaya varmazmış. Yazık, dedim kendime, yazık bu aciz
vücuduma, şu duvarlardan çıkmadan karışıp gidecek şehrin pis sularına. İsmimi yazmayacak
hiçbir müverrih, destanlara konu olmayacak saltanatım. Oğlum bilecek belki ama ya onun oğlu
bilecek mi? Unutulup gideceğim ki ben mahkumum buna. Asırlarca dadanacak hayaletim şeh-
rin kapılarına yalnız bir adım öteye geçmek uğruna.
Lakin bu dertlerim ötede kaldı, yalnız bir bakış yetti aziz vücudunuza ve gözlerim kudretinizle
doldu taştı. Yapacak bir şey yok tutulacağım size, bir kuşun kanadından tutarsın ya çırpınır
durur, işte o şekilde ve onun kadar acı verici olacak bu. Bu acıyı, bu dini acıyı kabul ediyorum,
etmezsem beni öldürecek kadar sıkacak içimi. Nereden geldiniz de düştünüz şehrime? Çöller-
den göçmüş bir kervanın izinde mi buldunuz burayı yoksa gökteki kuşun kanadını mı izlediniz?
Ey korkulu şahım, vücudunuzun görünüşünde titreyecek hale gelen kulunuza acıyın. Güneşin
kavurduğu göğe yalvarır dururum belki bir gün ortaklaşamadığımız tanrımız bize acır da bizi
tahtlarımızdan kurtarır diye. Çocuklarım olarak gördüğüm halkımı bağışlayın, onlar sizin yüce-
liğinizi görecek kadar yaklaşamadılar size.
Ölüm ancak sevdiğinin elinden gelirmiş. Şahım, ölümden korkmuyorum da koca cihanda bir
başına ölmekten korkuyorum. Sizin gibi seferler yapamamış olmaktan, halkıma yaraşır bir ha-
tun olamamaktan korkuyorum. Bu yüzden önünüzde kul köle oluyorum, yalvarıyorum. Basra
körfezinin kaderini yaşatmayın halkıma, onlar ki pek yaban halktır ancak kudretinizle akıllanır.
Bağışlayın onları, kendi halkınızmış gibi sayıp sevin. Bir de oğlumu, henüz yeryüzüyle gök-
yüzünün farkını bilmeyen oğlumu, dilerseniz kendi oğlunuzmuş gibi sevin yahut bir gezginin
ellerine verin. Benim naçiz bedenimin göremediği cihanı o görsün.
İşte, burada ediyorum kendimi ve şehrimi size teslim. Verecekseniz beni hayvanlara yalnız
tek bir dileğim vardır benim. Bir yemiş darısı gönderiyorum size, bu yemiş ki ölüm döşeğindeki
acizi ayaklandırır ve kervana kaldırır. Hastalığınızı duydum, içime karalar düştü. Siz ki bir dağı
kaldırırsınız, hasta olmak size yakışmaz. Yalnız iki tane vardır bu yemişten. Birini size gönderi-
yorum, diğerini ölüm döşeğinde ben yiyeceğim. Böylece ağızlarımız bir defa da olsa aynı tatla
çalkalanacak.
Ben, ismimi yazmaya lüzum görmüyorum. Nasıl olsa silinecek tarih sayfalarından. Yalnız
mektubumun yanında bahsettiğim o yemişi gönderiyorum. Siyah, kara kuru bir şey, yalnız de-
diklerine göre pek lezzetlidir. Acil şifalar dilerim.

You might also like