Professional Documents
Culture Documents
Mevzular Derin Fanzin Sayı 46
Mevzular Derin Fanzin Sayı 46
mevzularderinfanzin@gmail.com
mevzularderin.com
Ön Kapak: Neşe Çanakçı
facebook.com/mdfanzin
Arka Kapak: Helin Yıldız
twitter/mevzularderinf
instagram.com/mevzularderinfanzin
sordum sarı çiçeğe annen baban sarı mı
mustafa türkben
İnsanların
Yarattığ bir moloz yığını,
Benim bedenime değen;
Bir halat tarafından
Yok ediliyordu.
Tıpkı dünya gibi…
beyaz’a ilk çığlık
ramazan gediz derin
Bundan on yıllar önce her şey normaldi. Bizim köyde de diğer bütün köylerde olduğu gibi insan-
lar arada tartışır sonra da barışır, bayramlarda sevinç cenazelerde yas müşterek olurdu. Hepimiz
birbirimizin aynısıydık, dertlerimiz ve hikayelerimiz birdi demiyorum elbet, çünkü feleğin sınavı
biçim biçim olur, herkes ondan farklı bir pay alırdı. Yine de önünde sonunda farklılıklarımızdan
çok ortaklıklarımız olurdu. Ne de olsa cebine benzer miktarda para giren, birbirinin aynısı evlerde
yaşayan, tahsilsizlikte ortak bir ahaliydik. Beni belki hariç tutabiliriz aslında, burada benden başka
liseyi bitiren ya da evinde bir elin parmağını geçecek sayıda kitabı olan yoktu, hala da yoktur. Ger-
çi bunun bir anlamı da yok, başımıza gelenlerden sonra artık belki de hiçbir şeyin anlamı yoktur,
bilmiyorum.
Ne zamandı, hangi seneydi hatırlamıyorum, mazur görün, ama uzun zaman önce bir gün Balıksız
Göl dediğimiz köyümüzün ortasındaki göl birden fokurdamaya başladı. Sesini duyan, hareketini
gören bütün köylüler gölün etrafında toplandı. Gölün yüzeyi köpürdükçe köpürüyor, gölün al-
tından gelen kaynar su yüzeydeki suyu diplere taşıyordu. Bunun kendisi yeterince garip değilmiş
gibi ahali çok tuhaf bir şeyi daha fark etti: Alttan gelen su pulluydu. Bu yaldız gibi parlayan pullu
su çok geçmeden gölün bütün yüzeyini kaplayınca fokurdama durdu. Herkes gölün bu yeni ışıltılı
haline kilitlenip kalmışken birden yer sarsılmaya başladı. Bu sarsılmayı takiben gölün kabardığı da
görülünce sel olacak diye bütün köylüler can havliyle evlerine koşuştu.
Göl kabardı, kabardı ve sonunda taştı. Pullu su evlerin ahşap kapılarına gürültüyle çarpmış, çi-
çekleri çürütmüş, tarlaları balçığa döndürmüştü. Sular yavaş yavaş çekilip ortalık tekrar duru-
lunca evlerinden tekrar dışarı çıkan ana babaların gözleri fal taşı gibi açılmış, çocuklar dut yemiş
bülbüle dönmüştü. Köy meydanı, yollar, merdivenler, ahırlar, tarlalar kısaca her yer balıkla kap-
lanmıştı! Büyüklü küçüklüm yüzlerce balık taş toprak üstünde kıpır kıpır ediyor, köye ahalinin
donuk şaşkınlığına tamamen zıt bir hareket katıyordu.
Koskoca adıyla meşhur Balıksız Göl! Ne ben, ne babam, ne dedem, ne de dedelerimin dedesin-
den bu gölde bir balık gören çıkmıştı. Şimdi ise gölden çıkmış yüzlerce balık öylece önümüzde
yatıyordu. Herkes üçer beşer kucaklayıp evine götürdü götürmesine de saçları aklanmış belleri
kambur yaşlı analar bile balık pişirmeyi bilmiyordu, bu balıklar nasıl pişecekti?
İşte başta en büyük derdimiz buydu, ah ne güzel günlerdi. Balıklar nasıl pişecekmişmiş. Ulan
ister derisini yüz ister yüzme yağla at tavaya iyi kötü yenecek bir şey çıkar di mi? O zaman herkes
mutluydu, şaşkındı, gölün bereketine hayrandı tabi. Tatlı telaşlarla doluydu. Balıklar toplandıktan
sonra göle gidenler gölün üzerinin hala pullu sularla kaplı olduğunu görmüştü.
Ertesi gün aynı saatlerde tüm köylüler Balıksız Göl gene taşacak diye evlerine saklanıp kapıları
sıkı sıkıya kapadı. Hiçbir şey olmadı. Ondan sonraki gün de birkaç laf dinlemez gevşek dışında
gölün taşmasına karşı herkes hazırlıklıydı. Göl tüm gün sessizce durdu. Üçüncü gün artık köyün
yarısı her şeyin normale döndüğünü düşüp dışarıda işlenirken Balıksız Göl yine taştı. Sonuç gene
aynıydı: bostanı, ayçiçek tarlası, yavru kuzusu olanlar dışında herkes mutluydu, köy yine günlerce
yetecek lezzetli balık ile dolup taşmıştı. Canı, malı zarar görenlere daha fazla balık verilerek gö-
nülleri alınmaya çalışıldı. Tamamen memnun olmasalar da sesleri kesilir gibi oldu, zira anlaşılan
yeni normal buydu artık, hazırlıklı olmak gerekirdi.
Gölün ikinci kez taşmasının ertesi günü köydeki kahvenin sahibi Mehmet Ağa ile sürüsünü yeni
sattığından elinde bolca para bulunan Ramazan Ağa şehirden bir araba çağırmış, sonra ona atla-
yıp tekrar şehre doğru yola koyulmuşlardı. Ertesi gün tekrar köye döndüklerinde yanlarında dört
beş tane olta vardı. Belli ki gölün üç günde bir bolca verdiği lezzetli balıklar birilerinin gözünü
doyurmamıştı. Heralde göl taşmadan balıkların hepsini yakalarlarsa şehirdekilere satıp para ka-
zanabileceklerini düşünmüşlerdi.
Hayallerinin bir kısmı gerçekleşti. Hakkaten o gün kendileri ve oğullarıyla oltaları göle atınca
çok olmasa da akşama kadar üç beş balık tutmayı başardılar. Köy halkı onların bu açgözlülüğüne
şaşırsa da artık gölde balık bol olduğu için onları görmezlikten geldiler, ne de olsa üç günde bir
gölden balık yağıyordu, herkese yetecek kadar vardı.
Yıllar birbirini kovalarken insanlar Balıksız Göl’ün taşmasına alışmıştı. Ancak gel zaman git za-
man göl her taştığında daha az balık verir olmuştu. En başta balık hala bol diye köylüler umursa-
madılar. Sonra gelen balık sayısı neredeyse yarıya düşünce bazıları göl için dualar okuma, adaklar
sunma gibi girişimlerde bulundu. Fakat bunlar da fayda etmedi. Yıllar sonra taşkından sonraki
balık sayısı ilk baştakinin neredeyse çeyreğine düşünce ben şehre gidip sudan anlayan bir uzman
bulup getirtmeyi önerdim, belki o gölü eski balığı bol haline çevirebilirdi. Köylüler bu fikrime
hiddetle karşı çıktılar: Rab bu mucizeyi yalnızca köy halkına sunmuştu, dışarıdan birini getirt-
mek onu kızdırabilir, balıkların soyunu tamamen kurutabilirdi. Onlara göre daha çok adak, daha
çok dua gerekliydi, herkes Balıksız Göl pardon Balık Gölü’ne ( ileri gelen ak sakallı dedeler göle
“Balıksız Göl” demeyi yasaklamıştı, böyle demek Allah’ın kudretine hakarettir diye gölün adını
Balık Gölü yaptılar) ve onun bereketine hiç şüphe duymadan inanırsa balık sayısı tekrar artmaya
başlayacaktı. Balıkları günden güne azaltan şey bazı köylülerin ruhundaki imansızlık olsa gerek-
ti. İmansızlığın kaynağı bütün ahalice köy boyunca arandı. Haklarında bazı ahlaksız dedikodular
çıkan genç köylü kadınlar, dullar, cumayı sık sık kaçıran delikanlılar köyden kovuldu. Suçlu mu
suçsuz mu belli olmayan bu insanlar köyden kovulurken en önde duran Mehmet ve Ramazan
ağaların ise keyfi yerindeydi, yıllar geçtikçe her taşkında balık sayısı azalırken onların gölün taş-
madığı günlerde tuttukları balık sayısı az da olsa artmıştı. Artık her oltadan günde üç beş balık
değil, on beş yirmi balık geliyordu. Bu da şehirden kamyon çağırıp balıkları oraya götürüp satmak
için kafiydi. Onlar gölden düzenli ve güzel para kazandığı için taşkınlardan daha az balık çıkması
pek umurlarında değildi.
Geçen sene de Balık Gölü ilk defa hiç balık vermeden taştı. Analar genç kızlar lanetlendik diye
ağladılar, sakallı bıyıklı koca adamlar birbirlerini suçlayıp bıçak çektiler, beşik bebeleri geceler
boyunca hiç uyumadılar ama olan olmuştu. Bu da yetmezmiş gibi o zamandan bugüne her şey
daha da kötüleşti. Göl artık balık getirmediği gibi hem düzensiz hem de daha azgın taşıyor, eskisi
gibi üç günde bir evine kapanan köy halkı artık korkusundan çoğu zamanını dört duvar arasında
geçiriyor.
Geçen hafta herkese haber saldım, her haneden temsilen bir insan seçin köy kahvesinde topla-
nalım dedim. Bazılarının hiç umurunda olmasa da bir kısım köylü kahveye teşrif etti. Orada dedim
ki bakın ağalar, bacılar etmeyin eylemeyin şu Balık Gölü’nün sorununu çözelim. Göl’ün eski bere-
ketinden hiçbir şey kalmadı, artık bize sadece zarar veriyor. Eskiden hayvancılık yapardık, toprak
işlerdik. Balık bol diye onları unuttuk zamanla. Sonra balık da bitti fakat sudan dolayı ne hayvan
otlanır ne nebat işlenir! Siz suyun üzeri hala pullu diye aldanmayın, bizim eski bereketli gölümüz
gitmiş yerine bu ne idüğü belirsiz canavar gelmiştir dedim.
Dedim dedim de köylüler birden öfke ile ayağa kalkıp sen bizim Balık Göl’ümüze nasıl canavar
dersin bre deyyus diye bana saldırmasın mı! Yere yatırıp bir güzel dövdüler beni. Biri karnıma
tekme atarken öbürü sen Allah’ın mucizesine nasıl hakaret edersin dedi. Biri kafamı yumruklar-
ken berikindeki göl olmasa soyumuz çoktan kururdu, çok şükür bütün bereketi göl bize verdi
dedi. Kolumu çiğneyen birinin tüm gücüyle boşluğuma attığı tekmeyle bayılıyordum ki adamın
birinin gölümüzü kıskanan civar köylerin göle büyü yaptığını söylediğini duydum.
Böyleyken böyle işte. Bir şeylerin değişeceğinden artık hiçbir umudum yok anlayacağın. Köy-
lüler şimdi elinde ne varsa ne yoksa satıp denkleştirip Mehmet ve Ramazan ağaların tuttukları
balıklardan alıp aşını pişiriyor. Ağalar da başka biri olta yapıp balık tutmaya çalışırsa Allah-u Te-
ala’nın göldeki kurallarına karşı geldikleri için onu öldüreceklerini söylediler. Benim gibi gölden
şikayetçi olan birkaçı şehrin belediyesine haber verelim gölü pullarından temizleyelim belki o
zaman en azından taşmaz dedi. Onları da zındıklıkla suçlayıp köyden kovdular. Bu köylülerden
bir halt olacağı yok yani. Bir iki sesini çıkarmayıp gizliden bana destek çıkan arkadaş zamanla
bu göl belasından kurtulacağımızı söylüyor da hafiften gülüp geçiyorum. Keşke bela olan suyuna
tükürdüğümün gölü olsa.
Balıktan nefret ettiğimi de söylemiş miydim?
kendimi bildim, kurduk bir adam düşünün
dünyayı, bildiğim yerden bilge kandur
onur gazi barut Bir adam düşünün
O adam ki
hayata içkin kurgu ve kuşkuları bünyemde Cümlesi yüzümde tebessüm
her gün yeniden ürettiğim Sesi kulaklarıma ait bir ezgi
Biraz neşeli, biraz hüzünlü.
tartışmalar ve konumlanışlardan
ardıma doğru Hayali günüme umut
yazarken O hayal ki
“tarih buradadır!” haykırışlarımı Beni her sabah
bir kimlikten ibaret görmüyorum! Mahmurluktan çekip alan
bu yüzdendir ki iç çelişkilerimi dışsallaştırıp Yahut bizzat sarhoşluğun
yüzümü güneşe dönük aydınlatıyorum Kollarına bırakan
O adam ki
ışık ve içinde bulunduğum karanlık tünel Şefkati iliklerimde
yeniden anlamlanıyor Ellerini yanına sarkıtmış
yüzümün aydınlanışıyla Yüreği muhatap yüreğime
ki insan anlamak ve
değiştirmek üzere eyleyişlerde bulunur Ne demir yumruk
-bir bira masasında şiirler okurken Ne de deri bir kemer
bunu düşünmüş de olabilir- Yalnızca bir gölge
Gece gündüz takip eden.
özne oluş her vakit vietkong kurşunu olur Elinde bir iğne
yanlışlığı yanıldığı yerden vurur Yahut biraz çiçek
çünkü tarih ve hayat belli sıkışmalarla Birkaç tane boya
dayatmalarına yenisini ekler Yüreğimdeki boşlukların ensesinde
eline verdiği silahla
Fakat o adam ki
göğsümden çekip çıkardığım o susta Yılın bir günü
Geriye kalan biraz masal
halkımın koynuna saplanmış olanla aynı Anılar ve büyü
elimdeki silahın sebebi de bu
çekip çıkarmadan Gözlerinin içi ateş
vuruşmadan Baksan yanarsın
sustanın saplandığı yerle hesaplaşmak yersiz Elini uzatsan tutamaz
ve üzerine ben Erişemez, dokunamazsın.
tek göz odamdan ağışan göğe baktıkça
Vazgeçtim
çelişkilerimi var ettim Düşünmeyin o adamı
-kutsallık atfı demek değildir bu- Açım onu özlemeye
sustamı çektim çıkardım Zihnimse onu görmek için
hıncımı ayaklandırdım Her an beklemede
ayaklandığım yerden vuruştum
var ettim, rolümü gördüm O adamı düşünmeyin
zira ben benim Büyüdükçe büyür o
halkımdan ve Kalbin en ücra köşesinde
Sizde var mı o yürek,
memleketimden başka kavgası olmayan. Hani nerede?
ölüm, hayal ürünü senin hakkında
çağlar gülcan düşündüklerim
madem kurtuluş yok!
senanur apdik
ipin iğneden çıkışı gibi çabuk ve alelacele olsun
zaman eti kurutmayacağına göre Sesini kısarak konuşuyorsun
taş çatlasa, gerçekten çatlasa Diğer halini daha çok seviyorum
beş dakika artı sekize bölünmüş bir taş olur Duygusal olduğunu düşünmüyorum,
elinde konu ben olduğumda mantıkçısın
kaybetmekten korkmuyorsun
bir taş sekiz taş oluvermiş çatladığında Seni yanlış aldığım gün kalbim yerinden çıktı
zaman eti kurutmayacağına göre, olsun! Demek bu kadar hissettiriyorsun
mümkünse alelacele olsun Seni hayal ederek dokunuyorum kendime
ölüm. odağımsın
beyazın griye dönüşmesi Kendimi kontrol ediyorum
taşların sekize bölünmesi ve ara veriyorum hissetmeye
Bugün doğan çocuklar anne sütü içmedi
zamanın ağırdan ağırdan akması,
Senin sütün temiz
işaretti dilime. Dünyanın çocukları nereye gidiyor
deliliğe doğru, Lanetten arınıyoruz
küçük adımlarla sayıyorum Küçülüyoruz sana fark etmiyor
duvarda, çetele şeklinde. Dünya sadece bu odadan ibaret olsaydı.
lirik bir şiir edası var bu duvar boyasında Yavaşça ölürdüm.
boya boya bitmiyor insan gözleri Belki 2 saatte belki 40 günde belki 50 yılda
Her nefes alışımda daha fazla acı çekerek,
kulağa hoş gelir “ölüm” kelimesi, daha buruk hissederek
rahatlamak icabında. İdeal ölüm bu
ılıktan ılığa, soğuktan soğuğa, Düşüneceğim her şey hazır
yorgan altı debelenmeleri Ruhumu bırakacağım buna
oldum olası debelenirim zaten sonsuza kadar sahip değilim
debelendiğimde yorulur, olsun isterim ne Bir başkasının fazlası gibi
hissettiren hayatımı
olacaksa
teslim ettiğimde kendimi
karmakarışık geliyor her şey odamda sıcak yatağımda bulmak istiyorum
geliyor! Bana doğru geliyor, Ve buna sahip olduğum için mutluyum,
arada çok tuhaf şeyler geliyor. benim elimde bu şeref var
fakat, Vücudumdan oluk oluk kan aksa bile
olsun isterim ben bir kere derin nefes aldım
duvarım grilerle kaplı, siyah, Ben sevdim sevildim hissettim tamamlandım
Kendimi gerçekleştirdim
beyaz noktalarla çevrili ve neredeyse tükendim
olsun isterim, sabrıma karşılık beklerim. Bugün doğum yapacak olsam
duvarım siyahla kaplı, beyaz, gri noktalarla çocuğumu sana teslim ederdim
çevrili Birkaç yeni duygusun
olacağı varsa, olmasın, netlik isterim. İnce köyü ellerin ve siyah kıvırcık saçlarınla
duvarım sadece beyaz, ne gri var ne siyah. ilk oyuncak bebeğime benziyorsun
Ben yabancılara gülümseyemiyorum
balkondayım,
Sen sabitsin güzelsin,
küçüğünden bir reklam arası senin gözünün içi gülüyor
bu düzene... Ve utanmazsın sen
düşünmeye, düşlemeye, düşlerimin kırılmasına Döndüğün sokaktan dönüyorum,
küçüğünden bir reklam arası. odamdasın
yasemin
yaren köse
zamanlarda neler mi deneyimliyor? Sürekli bir geçmişe dönüş yaşıyor. Çocukluğu, gençliği,
evliliği, ailesi ve bunlarla ilgili yaptığı bütün hataları acımasızca kendi yüzüne vuruyor. Ben
de bunun izleyicisi oluyorum. Yaklaşık on yıldır oturup kenardan izliyorum. Yapabildiğim
tek şey akıp giden zamanı izlemek ve kendimi unutmaya çalışmak oluyor. Çünkü zaman
hatalarla doludur, ne kadar çok zaman o kadar hata. Annemin böyle bir dünyaya doğmuş
olmaktan başka yaptığı pek bir şey yoktu. Okumasının önünde engel bir aile, türlü vaatlerle
başlanan bir yeni hayat, iş, çocuklar, sürekli ortalıkta konuşan tanıdıklar, yeni ailenin ala-
kasız akrabaları, çocukları özgür yetiştirmek için verilen çaba… Kimseden vazgeçmemek
adına kendi benliğiyle çatışıp yorulan annem başka türlüsünü yapabilir miydi? Arabulucu
olmak bazen hayatta kalmanın sayılı yollarından oluyor ve bazı zararsız davranışların so-
nuçlarını gösteren bir katalog elimize geçmiyor. Bir itaat etme biçimi olarak uyumluluk,
başımıza birbiriyle tartışan bir sürü Tanrı’yı üşüştürüyor.
Bütün bunlar olurken ben de kendi hayatımdan yavaşça soyutlanmaya başlıyorum. Daha
önceleri önemli olan pek çok şey aklımdan uçuveriyor. İnsanlarla konuşmak bir eziyet ha-
line geliyor, iç dünyama gömülüveriyorum. Annemle tek yapabildiğim şey yanında oturup
onunla film izlemek, pişmanlıklarını dinlemek oluyor.
Hani yaşamın aslında kendi seçimlerinizle ilerlemediğini, sahip olduklarınız üzerinde ne
kadar az hâkimiyet kurabildiğinizi fark ettiğiniz ve delirmenin eşiğine geldiğiniz anlar var-
dır. Başarının, özgürlüğün, yaşamın, ahlakın, seksin, duyguların, aşkın, dostluğun, görevle-
rin, bencilliğin, bilincin, karakterin, doğuyla batının, kırmızı elmanın, hayallerin, güzelliğin
çoktan tanımlandığı bir dünyaya doğduğunuzu ve bu tanımların nasıl yaşayacağınızdan tu-
tun nasıl öleceğinize kadar hayatınızı esir aldığını anladığınız… Benim artık aklımdan hiç
çıkmıyor. Bir an bile unutsam kendimi kaybetmekten korkar oldum. Kendim için yaşamanın
aslında başkası için yaşamak; başkası için yaşamanın da gerçekte kendim için yaşamak an-
lamına geldiğini artık anladım. Ben hayatımdaki herkesi çok seviyormuşum, nereden bile-
bilirdim? Ben ölüme bu kadar yakın yaşadığımı anlayamıyormuşum, nereden görebilirdim?
Artık dünyaya bir farklı bakıyorum. Sanırım kendimi unutmanın yollarını artık buluyorum.
Zamanlarımız geleceğimizi satın alan bir makineye dönüştüğünden beri kendimden başka
pek az şeyin peşinden gittim. Oysa ben şu an neye sahipsem sadece onun gerçekliğini
yaşıyormuşum. Hayallere gelecekte de sahip olabilirmişim ama insanlar, hayır onlara ola-
mazmışım.
Bu yüzden artık daha çok çiçek bakıyorum, günlük işleri severek yapıyorum ve hayatların
içindeki tutunulacak dalları arıyorum. Eskiden bir şarkıyı çok sevdiğimde yeniden dinle-
yebilmek için daha bitmeden hemen başa sarar, en güzel tarafını kaçırırdım. Artık şarkıları
kendi haline bırakıyorum. Annemin yanına gelmek, saçlarını sevmek, sırtını ovmak, ona ye-
mek yapmak ne kadar iyi hissettiriyor. Sakinlemek, sakince beklemek, kendime acele etme-
diğim için kızmamak… Sıradan, çok sıradan şeyler yapmanın huzurlu hissine sığınıyorum.
galatıhis
ahmet emre kesler
“Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe?
Aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen,
Mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işde.”
-Ömer Hayyam
Dünyayı görüyorum. Bütün hakikat bir ışık hüzmesi gibi gözlerimin önünden geçiyor
ve zihnimi ışıtıyor. İnsanları görüyorum. Bıçak gibi soğuk ve yakut gibi kırmızı gözlerimle
buluşan gözlerin ardındaki hainliği, sapkınlığı, riyakarlığı veya masumiyeti, mesudiyeti ve
merhameti görüyorum. Çöküşleri ve yükselişleri görüyorum. Savaşları, ihtilalleri, devrim-
leri, kralları, soytarıları ve köleleri görüyorum. İyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı, güzelle çir-
kini, ahlaklıyla ahlaksızı görüyorum. Bugüne kadar toprağa ayak basmış harikülade zihin-
lerin binlerce yıldır göremedikleri cevapları görüyorum. Koca kainat bir halı gibi külliyen
ayaklarıma seriliyor ve zamanın başlangıcından bitişine dek her bir milimetrik hareketi
görüyorum…
Sol omzuma aldığım darbe beni sanrıdan çıkardı. Ters yönden yürüyen uzun saçlı, sakallı
ve çelimsiz bir adam bana çarpmıştı. Çarpışmadan sonra göz göze geldiğimizde adamın
çehresinde saf, nurani, ve mazlum bir ifade gördüm. Bir an bana çok muhim bir şey an-
latmak istediğini hissettim fakat saniyeler içerisinde arkasını döndü ve kalabalığa karıştı.
Adam bana isteyerek, beni kendime getirmek için mi çarpmıştı? Bilmiyorum. Fakat artık
vücudumun ve etrafımın bilincindeydim. Az önce içinden çıktığım delüzyon nehrine beni
sokan şey otuz üç saatlik uykusuzluğum veya üzerinde yürüdğüm eski üst geçit olabilirdi.
Bu denli uzun süreler uykusuz kaldığımda gerçeklikle aramda bir perde olduğunu hisse-
derdim: Bazen dünyayı görür, bazen de hiçbir şey göremezdim. Bu üst geçitte yürürken
ise büyük meydandaki arı sürüsü gibi topluluğa yukarıdan bakar, onların hızlı ve telaşlı
hareketlerini izleyince kendimi ulvi bir yaratık zannederdim. Üst geçidin merdivenlerinin
solu eğimli bir yokuşa, sağı aşağıdaki otobüs duraklarına, tam karşısındaki yol ise meyda-
nın öbür ucuna gidiyordu. Durduğum noktadan bakınca bu kalabalık, çatlamış bir yolda
yönünü bulmaya çalışan su birikintilerine benziyordu.
Merdivenlerden inerken kurşuni göğün altındaki müthiş hüznün kokusunu içime çek-
tim. Ciğerlerim bu kokuya hiç yabancı değildi fakat nedense merdivenden inerken bey-
nimdeki sinirlere nüfuz eden bu kokuyu aynı merdivenden yukarı çıkarken hiç duymu-
yordum Merdivenlerden indiğimde ise kestane, süt mısır, ciğer kavurması ve dönerin
okkalı kokusu suratıma çarptı. Meydandaki eski ve pis seyyar yemek arabalarından bulut-
lara yükselen kokular orada sarmaşık gibi birbirlerine dolanıp tek vücut oluyor ve bana
burada sahip olduğum binlerce anıyı hatırlatmak için burnumdan içeri giriyorlardı. Aynı
zamanda acıktığımı da hissettim.
Sola yöneldim ve karnımı doyurmak için gediklisi olduğum köfteciye doğru yürümeye
başladım. O an yemekten zevk almak gibi bir isteğim veya hevesim yoktu, sadece açlığın
verdiği rahatsızlıktan kurtulmak istiyordum. Buna rağmen, bilinçli veya bilinçsiz olarak,
bana en çok zevk verecek tercihi yapmıştım.
Lokantanın önüne geldiğimde cam kapıdaki yansımadan kendi silüetimi gördüm ve
irkildim: Üzerimdeki kıyafetleri, duruşumu, yüzümü ve burada, bu lokantanın önünde
duruyor olmayı alışageldiğim gibi sezinlemedim. Her zamanki kıyafetlerimi giymiş, her
zamanki yüz ifadesiyle her zaman gittiğim lokantanın önünde her zamanki gibi duruyor-
dum. Bütün bunlar, benim o an aynada kendini ilk defa gören bir kedi gibi hissetmeme
mani olamamıştı. Dışsal karakterimi meydana getiren her şey yabancı ve garip görünü-
yordu: Sanki kendi kaderimi yaşamıyor, bu ana kadar varlığından bile haberdar olmadığım
birinin gözlerinden onun yaşantısını tecrübe ediyordum.
Lokantaya girerken Telegraph Road çalan kulaklıklarımı çıkardım, boş bir masaya otur-
dum ve üzerinde kırmızı, çeşit çeşit renkli lekelerle kirlenmiş önlük olan garsona köfte
getirmesini söyledim.
Küçük lokantadaki küçük kare masaların yalnızca yarısına yakını doluydu. Diğer müş-
terilerin de orada olma amacı benimkiyle aynıydı: sessizce, somurtkan ifadeyle sadece
temel bir ihtiyacı tatmin etmek için yemeklerini aceleyle, yapmak zorunda oldukları bir
şeyi hızlıca halletmek istiyormuş gibi yiyorlardı. Yan masadaki 2 adamın konuşmasını din-
lemeye başladım. Birisi kahverengi süveter ve siyah keten pantolon giymişti ve yirmili
yaşlarında görünüyordu. Diğeri ise daha yaşlı ve şişmandı ve üzerinde beyaz bir gömlek
vardı. Genç olan konuşuyordu.
-Anlattığın şeylerin hiçbir önemi yok. Zira, elinde somut bir kanıt olmadığı için, öne
süreceğin her argümana karşı ben de bir argüman üretebilirim ve bu tartışma sonsuza
kadar sürer.
-Somut kanıt istiyorsan etrafına bakabilirsin.
-Etrafımda gördüğüm şeylerin gerçek olduğunu bana kanıtlayabilir misin?
-Bunların gerçekliğine güvenmiyorsan, sana az önce istediğin somut kanıtı gösterirsem
ona da inanmazsın.
-Doğru. Bu yüzden bunları bir kenara bırakalım ve duyularımızı uyaran her şeyin gerçek
olduğunu farz edelim. Böyle olsa bile, yapmaya çalıştığın şeyin epey anlamsız olması-
nın iki sebebi var. Birincisi, insan zihni her şartta manipüle edilebildiği ve dış etkenlerle
şekillendirilebildiği için kusursuz ve sağlıklı bir akıl yürütme yapmak çok zordur. Bunu
yapabilsen bile varabileceğin en iyi sonuç, az önce söylediğim gibi, sonsuza kadar devam
eder bir tez-antitez süreci yaşamaktır. Şu an yediğim köfte veya üzerinde oturduğum
sandalyenin aksine duyularımızı uyaramayan herhangi bir olgu hakkında bir hükümden
emin olmak sadece aldanmaktır. İkincisi, senin inandığın türde bir yaratıcı varsa bile ken-
di varlığına dair bütün kanıtları ortadan kaldırmış olması gerekir.
-Neden?
-Kesin olarak kanıtlanan bir olguya zaten aklı başında herkes inanacağı için bu inancın
bir değeri kalır mı? Mesela 2+2=4’e veya dünyanın geoit olduğuna inandığın için birileri-
nin seni ödüllendirmesini bekliyor musun? Senin imanının mükafatının olmasının nedeni
ispatlanması mümkün olmayan bir varlığa, olaylara ve mucizelere inanman, hatta hayatını
buna göre yaşaman değil midir? Eğer yaratıcının varlığı ve yolundan gittiğin dinin anlat-
tıkları bir şekilde bütün şüpheleri ortadan kaldırarak kanıtlanabilseydi, az önce söyledi-
ğim gibi, herkes buna inanır ve bu inancın şartlarını yerine getirmez miydi? Bu durumda
dünyaya gönderilmiş olmamızın ne anlamı kalırdı? Öyleyse, bir müslümanın yaratıcıyı
kanıtlamaya çalışması, kendi imanının değerini düşüreceği için, düpedüz salaklık değil
midir?
-İnsanların kendi kendilerine kanıtlayamacakları bir şeye inanmaları, bütün yaşantıları-
nı bu inancın getirdiği kurallarla şekillendirmeleri sana mantıklı geliyor mu?
-Bu sizin sorununuz.
Gömlekli adam bu cevaba sinirlendi
-İnanmak istemeyeni hiçbir şey inandıramaz fakat sanma ki zamanı geldiğinde bu laf
cambazlığı seni kurtaracak.
Genç gülümsedi ve yemekleri bittiği için lokantayı terk ettiler.
Bu sırada benim yemeğim geldi. Hiçbir şey düşünmeden, robotik hareketlerle yemeye
başladım. 5 dakika sonra bittiğinde yemeği nasıl yediğimi veya aldığım lezzeti hatırlamı-
yordum, yalnızca karnımın doyduğunu hissettim. Tartışmasını dinlediğim iki adam ger-
çekten orada mıydı veya gerçekten bunları konuşuyorlar mıydı yoksa bu da sıradan bir
yanılsama mıydı, bilmiyorum. Bunun pek önemi olduğunu da zannetmiyorum.
Lokantadan çıktım ve aynı yoldan devam ederek yokuşun tepesine vardım. Gri gökyüzü,
bir kar küresi gibi beni buraya hapsetmişti. Neden burada olduğumu bilmiyordum. Bildi-
ğim tek bir şey vardı: burası bir kar küresi kadar renkli değildi.
backlinks are rare ayja ile konuşmalar VI
abdullah uyu ali doğukan ileri
üç kenar ve üç köşe ıslandıkça çürüyorum
zehir gibi bi neşe kaç ağa sarılırsam sarılayım
kalemler ve kalemler toplamak için kendimi
defterler ve defterler hep bir parçamı düşürüyorum
ellerimi kaybetsem
iki dut boşanıyor tescili doğacak
sabaha insan olamadığımın
bir merak deniz ne kendimi gezdirebileceğim
yükseliyor üzerinde bir demir pervazın
yedi evren öteden ne de ahşaba dokunabileceğim
pespembe şevk olsam da içinde bir antikacının
yitecek bir iz yok olsa gözlerim
gösteriyor anlamı kalmaz aylaklığın
artık geçirmek istemem havayı
(burada backlinkleri yaratan supposedly altına ayaklarımın
existent tanrıya şöylece hamd ederiz.) gariptir ki
göresi bile gelmez insanın
asalet denen dört tabaka fezanın ikisini çözünse yüreğim
bu ağır oturak ve hayran bakışların içinde kendi yarattığım solüsyonun
en azından bana gider benden çıkan
kuvvetli kolları, kaba elleri ve olmasa da ışık huzmesiyle
nazik parmakları arasında çıkdım. sesledir birlikteliği belki de
cesur fakat kahkaha dolu hikayelerle öyle titreştirir ki
üzerinde koşdum arasında bulunduğum her ipliği
ve beyati gazeller yakdım. benden geriye
ben bugün bir ferahfeza rüyadan kalkdım. bir ben kalır
atalet denen dört tabaka tezatın dördünü bir de sen
bu ağır oturak ve hayran bakışların
sert tokatları, gürültülü nasihatleri
ve nezahat dolu yıldızlarıyla çıkdım.
küçük şeyin teorisi
alperen iri
kendimde bulduklarımdan ibaret sanırdım kendimi, ancak başlı başına bu düşünce yanıl-
dığımı gösteriyor. doğan kadar ölen olduğu gibi, her insan için ortak noktalar; isim kadar
isimsiz vardır, bulamadıklarımız bulduklarımız kadar. yalnızca bazıları bulur insanlığın
sırlarını, uzanırken ya da çalışırken. anlatmaya değer bulmaz. en değerli “isimsizler” böyle
saklı kalabilir varoluştan beri; değersiz görünüp kimsenin ulaşmak istemeyeceği yerlerde
isimsizliklerini koruyarak.
gözlerimi kapattığımda değersizsem,
açtığımda ne değişiyor?
eğer beş duyumu bir yapamazsam ve var olamazsam onlar olmadan, var olmamalıydım.
eğer dünyevilikler ve dünya kirinden başka bir şey bulamıyorsam içimde, daha iyi aramalı-
yım. eğer “ben”den çok formlar önemliyse sanatınızda, “ben” yokum. eğer kendimle çelişi-
yorsam ve varoluşumu hayattan bağımsız yapabildiysem tüm beyin kıvrımlarımda, ben insa-
nım. insanlığın tüm acılarını avcumun içine aldım ve zevklerine yukarıdan baktım, insanlığın
tekil ruhunun tanrısı oldum.
ruhun ucunda ve yolda.
armağan
ziya taşkırmaz
Ten kadar soğuk gecenin çığlığıyla Başlangıcı bir tarihin ile devrin
dolacaksınız hep ilk edişle olmaz
Vardır her avcının son parlak gözleri bilirdin, Belki de doğması iki insanın
Ve doğumları şu iki insanın Bu yazıtın ilk cümlesiydi.
Adem’i bile aşmıştı çoktan.
Emirse gelsin dedi, kaba ceketli sanırım
• Süsköy’den — Tanrı’yı köle ederim iki dizemde
Kaba ceketliydi evet,
Uzun saçlı vatanımdan — Ay, kimmiş neymiş!
belki bakılır bir duman koyu boynunda asılı olmadığı müddetçe
ayaklar altında hangi prens şiir yazabilirmiş.
Belkime sakat ağaçlarımız neşeliydi bugün Az benli olanın
Dünse bir korkunç adamlar topluluğu buruk bir vadiydi suratı.
Kaldı tepemizde apansız,
damlalardan bihaber. — Şeytan ki varsa eğer
Kadın silüyetinde çıkmış karşıma.
Ve deniz isizdi • Doğumu Medeniyetin
g
çiz O sabah Doludizgin kaydı ellerinden
üşümüş damlalar.
• Birey ve Kadın
Uyanıklık şu geceleyin damarlarındaki rotamdır
Çok çocuksuzdu O devir ortası sonrasında Elbet düzdük evimizi tozlu kırıntılarımızla
Herkeslerin ve su topunun mesela dargın Akşam:Saati kemansı vapurumun tellerindeki
olduğuna işaret eden KAPkaranlık devir durağıymış soğuk sularının
şu titrek ada-ları
Ve soluksuzluğunda bitkilerin Onlarca adım geçmiş boşluğundan
bir bakış bir edinim düzlüğümde hani eğrilen
bir güldü a tarlanı kurmuştun acısına alıştım
d Sevdim.
iki karanfil n
u Sürüyorum arabamı kalabalık noktalarında
c durmadan bir yukarı
u kaydırarak aşağı | iki
gamzelerin soğuk çimlerinde ben
Güneşimi buluyorum hep
İlk hüngür. Ve eller çarpışması ilkin. Ve tanrıma emir ediyorum:
Bitmesin bu gece!
— Küsmüştü yağmur,
bu soğuklardan sonra.
şahbaz
begüm ormancı
“İsmin bana Ay’ı hatırlatıyor, daha önce söyledim mi bunu?” güldü, kaynamakta olan çaydan
azıcık içti. “Ne alaka, anlamadım.” dedi gülümsemeye devam ederken. İsminin anlamını bilmiyor-
dum ama lacivertkadife gece çarşafı üzerine ne zaman beyaz ayışığını çekse adı aklıma geliyordu.
Adını ne zaman duysam gözlerime gece ışıkları iniyordu. Ay mı, dedi sessizce. Hep böyle sessizce
konuşurdu, yani, işte. Tatlı tatlı bakıyordu ve konuşurken r harflerini yok etmeden yuvarlıyordu.
Ayı, Ay’ı, ay’ı ve ayı ilk kez duyuyorum. Allah’ım sen o çayı nasıl içiyorsun? Benimki parmaklarımı
yakıyor, neyse. Ortaya kart gibi fırlattığı “ne alaka”ya cevap vermeyi unutmuşum, kaç zamandır
çayın üzerinde dalgalanan buharı izliyorum. Yemin ediyorum ki alık oluyorum. Ay, dedim gök
cismini kastetmeden. Dalmıştım.
küçük harfler büyük lafları anlatmaya yetersiz midir yoksa büyük harfleri beynimizin küçüklüğü-
nü örtmek için mi kullanırız?
ve noktalama adı verilen işaretler kelime boşluklarını kapatmaya yetmekte midir?
harflerin duyguları var mıdır?
gün neden yirmi bir saat değildir?
ay, gök cismi ve o. ayışığı, soluk beyaz. aysel, git başımdan. aysar: ay hareketlerine göre duygu
durumu değişen kimse. aybaz, dur, bu ne? bu yok. böyle bir kelime olmaması lazım. ya da var
mıdır. şahtım, şahbaz oldum. şahbaz var ise aybaz da vardır. aybaz, ay’ın yüzünü güldürmek için
birtakım şaklabanlıklar yapan kimse. aybaz benim. ay, ay, ay. ay da ay. tabii, ay ya. ay gibi bir yüzü
vardı çocuğun işte. bembeyaz, parlak, tertemiz. içimde bir çeşit ay tutulması yaşanıyordu, gömü-
lüyordum.
Ay tutulmasından önce
Bir gece kapımı paspal giyimli, saçı sakalına karışmış bir adam çalmıştı. Elinde testiye benzer
bir eşya vardı, kim bilir nereden bulmuştur. Üstelik dişleri de kırık döküktü. “Gecelerin soğuğu
üzerine yumuşak battaniye olsun. Beni içeri alır mısın?” dedi. çekinmiştim, daha önce böyle bir
dua eden kimseyle karşılaşmamıştım. Bilmem, dedim ve kapattım kapıyı. Bu saatte buralara kim-
seler gelmezdi ve adam da keşe benziyordu, kimseyi içeri falan alamazdım. İçimde sessizleşerek
dışarıdaki tepkisizliği dinledim fakat ne olduysa o an oldu, adam kapının ardından teşekkür etti
ve ben kolu tekrar çevirerek ona “Buyur.” dedim. Elindeki testi tahmin ettiğimden de ağırdı ve ke-
narında laleler ve gözlerinden ateşler püskürten boğaların olduğu küçük bir işleme vardı, altında
ise ondan daha ufak kargacık burgacık bir “Hayyam” vardı.
“Ne demek,” diye sordum, işlemeyi işaret ederek.
“İsmim bu,” dedi; “Ömer olan mı,” diye sordum ve “Değil.” dedi.
“O halde ne,” dedim; cevap vermedi. Bunu cevaplarsa birtakım krizlerin oluşabileceğinden bah-
setti. zor bir isim ve zor bir hayatmış, krizlerin nelere örnek olabileceğini öğrenmek istedim:
varoluşsal, anısal, toplumsal, çevresel, politik ve iklimsel krizler gerçekleşme ihtimali üzerinde
durdu. Hassas bir kalp değildi, ben de değildim oysaki. “Hayyam diyeyim o halde.” dedim, sorun
etmedi.
Evimin balkonu yoktu, çatıya çıktık. Kiremitlerin üstüne oturduk. Sabahlara kadar konuştuk.
Tanrım; bu güzel yüze vermişsin emek,
O sümbülü koklamak, saçın’ ellemek.
Sonra da ona bakma, dersen, anlamı:
Dolu kadehi ters tut, hiç dökme demek!
Kendi kızıl kanımla dolu olmadığını bilmediğim, üzüm bağı kokulu bir kadeh sunmuştu bana
Hayyam. Oldum olası şarabı sevmişimdir, renk ayırt etmem: kırmızı, gül ya da beyaz. Fakat ko-
kusunun güzelliğinden emin olduğum birkaç yudum yakut, her zaman gözlerimi parlatır, heye-
canlandırırdı beni. Yazının otomasyonu durmuştu, durmuştu tüm dünya. Soğukbuz gibi ışıldak
hava gözlerimin boyasının çivitine boyanıyordu şimdi, çivitmavileşiyordu, çivileşiyordu, berrak
yıldızlar kadehin sıvısının üzüm salkımları gibi yerlere eğiliyordu şimdi, her yer olduğundan daha
parlaktı. Hristiyan bir teolojist bağıra bağıra etrafta koşuyordu, “Gelecek, gelecek, gelecek!” di-
yordu; anlamıyordu kimse. Gözlerin içlerini ışıklar kaplamıştı ve Hayyam’ın elindeki kadeh öylece
duruyordu. Gece karanlığında soğuk mermer gibi donuklaşan beyaz yüzü, yüzüme öylece bakı-
yordu. Tekinsiz bir gülüş, suratına uymayacak bir gök fırtınası gibi yüzüne yayıldı.
“Tanrı’nın haykırışını cevapsız bırakması kendi isteğinden mi yoksa seslenişine bir cevap bula-
madığından mıdır?” dedi.
“Teolojik bir bakış açısıyla bakarsak Tanrı’nın gücünün yetmediği bir şey yoktur. Bunun aksinde
fikri olan bir kişi dinin temel esaslarından birini reddettiği için dinden çıkmış kabul edilir.”
Bir anlığına çatıdan düşeceğimi hissederek sohbeti ısrarla devam ettirmek istedim çünkü ben
büyüklerin de büyüğü bir insandım. Ellerine sığacak kadar küçük bir hayatı olanlardandım ve
devasa egom sadeleşme arzusunda olan yaşamıma sığmazdı. Büyük hesaplar peşinde koşturdu-
ğumu sanarak insanlardan uzaklaşırdım, herkesi aynanın diğer yüzüne alarak suçlardım bir güzel.
Muhtelif yazarlardan demeçler çalardım, hırsızdım. En az bir politikacı kadar hırsızdım. Gözlerim
boş hırsların alevleriyle yanardı, günün sonunda yapayalnızdım. Kendini dev aynasında sanan
muhabbetlerin atbaşı-eşekbaşı-halaybaşı olmaktaydım, bunların hepsini marifet sanardım. Hay-
yam sorular sordukça öfkeli cevaplar peşinde at koştururdum, tüm bu kumarı ben kazanırdım.
Gerçekten de çatıdan düştüğümü sanarken uyuyakalmıştım. Hayyam şafak vaktinde pembele-
şen kiremitleri kıra kıra başka çatılara geçerek yolunu almıştı bile. Mırıldana mırıldana yayılmış-
tım, dün değildi belki, bugün de olmamıştı. Yarın ben de büyük insan olacaktım.
Hayyam’ın akışını bozan cümle
Geceler pembemavi serinlikleri kucakladıkça O’nun da egosu okşanmaktaydı. kısa cümleler
onun ashabını pek bozmazdı, seni seviyorum sanadeğerveriyorum senden hoşlanıyorumsular
onun egosunu çıplak ellerle gıdıklardı ve kahkahaları gökyüzünü kaplardı. iki yazı birbiriyle bir-
leştirilecek ve çarpıştırılacak, ortaya yıldız gibi gözlerin ortaya çıkacaktı.
Hayyam bir gece “seni seviyorum” diyerek ortadan kaybolmuştu. Ne büyük harfler ne net nok-
talar ne de vurgulayıcı virgüller kullanmıştı. Sessizce sevip sessizce gitmişti.
Az kaldı, ben de şeytana ruhumu satacağım. önünde çırılçıplak soyunup, tüm düşüncelerimi bir
palto gibi sıkıştırırcasına üzerimden sıyırıp ellerine vereceğim. her şey oldukça sessiz gerçekleşe-
cek, anlamayacak kimsecikler. belki de aramızda kalacak. ellerinin ellerimi birleştirmesi sence de
fazla romantikerotikkomik-elektrikelektronik olmaz mıydı, sorusuna verilecek cevaplar ararken
başıma parlak bir elmas parçası düşmüştü. öyle sertti ki kafamda bir anlığına şimşekler çaktığını
hissetmiştim, canım çok acımıştı. Elmas pasparlaktı, Üzerinde küçük bir benin yansıması vardı.
İçimde sonsuz lacivert kapılar açılıyordu sanki, ben yavaştan vücudumun kontrolünü kaybedi-
yordum. Hayatın kadrajı sessizce ve kusursuz bir pürüzsüzlükle bükülüyor, saçlarım uçuşuyor ve
kıyafetler savruluyor, ellerim sıkışan hayatımı orasından burasından tutmaya çalışıyor; fotoğraf-
larım çekiliyor, dudaklar yanaklarımı, alnımı, boynumu öpüyor, eller beni de gıdıklıyor gibi, ne var
ki doğru düzgün tepki vermeden, uyuşuklukla gülüyor, eğleniyordum. Her şey patavatsızca komik
geliyordu. Arada ben de fotoğraflar çekiyordum: Karmaşık, rengarenksiz, eğlencesiz, kargacık
burgacık karmaşık resimlerdi bunlar. Kimseler anlamazdı onların ne hakkında olduklarını, alaycı
gözler benimkileri buğulandırarak bulandırıyor, kusmaya gidesim geliyor, usulca yutuyordum aç
kalmayayım diye. Müzisyen gibi dans ediyordum, insanlar “delisaçması kadın” demekten korkmu-
yordu. Mantıksız ve fazlasıyla akıldışı imiş çektiklerim ve uymazmış etten dilin tuğladan katımsı
sıvımsı kurallarına. Bir fotoğrafçı edası ve dolandırıcı soğukkanlılığı ile müddetli müddetsiz uyku-
suz gecelerde alıyordum o fotoğrafları, sanatçının kurnazlığıyla birleştiriyordum. Gülümsemeden
ağlamaya başlıyordum. Tuhaf ve aklın arkalarında kalmış müzikleri dinliyordum, gürültüsüz tını-
ların içerisine saklanmış acıları kendi acım bilerek baş tacı ediyordum, başka acıları benimsiyor-
dum çünkü kendi sahip olduklarım çatı kiremitleri üzerinden atlaya atlaya ufukta kaybolmuştu.
Gün tekrar doğarken görüşüm çiftleşerek iki güneş gibi batmak üzereydi.
anlatacak bir hikayem veya yazacak bir şiirim olmadığıyla ilgili yazsam
diye düşünüyorum bu seferki yazıyı.
belki benimle aynı dili konuşanlar bana biraz acır, biraz üzülürler hâlime.
belki birileri bilir, insanın dilinde kendini anlatacak hiçbir kelime kalmamasının,
kelimeleriyle arka çıkacak hiçbir kavgasının olmamasının ne acı olduğunu.
kavgamı arıyorum, neye sahip çıktığımı, hiçbir şeye sahip olamadığımı, benden geriye
neler kaldığını anlamaya çalışıyorum.
üzgünüm bu ne bir şiir ne de bir deneme,
artık sanırım ne anlatmak istediğimi de bilmiyorum.
(çok kez denedim, öyle ki deneme’nin ne olduğunu benden iyi bilen
kimse kalmamıştır dünyada-
bütün kağıtları yırtana, kalemlerim elimi yakana kadar denedim.
bazen de deneyemedim, ya olmazsa korkusundan, kaygılardan,
kendime olan suskunluğumdan.)
sen diyorum
sen de yarın cemalin ölümüne yetişecek misin
7 şubat
enes kaynakcı
besleyeceğiz ölülerimizi
telef cesetler dağının içinde ozan
dev bir anıtı olarak ölümün
şekil verecek kendi kanıyla
damarları yırtarak derisini
bitki köklerinin tohumu yarışı gibi
cesetleri hayata döndürecek
kenti saran elektrik ağı gibi
kendini örecek yaşamı şekillendirmek için yeniden
beni anlamazsın
ben satıraralarını cetvelle ölçtüm yıllardır
hangi kahvecide fanzin daha iyi gider onu düşündüm
yılan gibi dolaştım sokakların arasında, ezberlediğim adlarını
sokakların adlarını
ezberledim ta sıhhiye’den dikimevi’ne kadar
beni anlamazsın
hisleri etiketlemek onları ebedileştirmeyi engeller, bununla ilgilenmem
benim için tarifi ve tasnifi, kendisinden daha değerlidir
bir bildirim sesine heyecanlanırım o hisleri etiketlediğim
birinden geleceğini düşündüğüm birmuhtemelbildirim vardır çünkü
beni anlamazsın
nil karaibrahimgil dinlemek bende hangi boşluğu doldurur bilemezsin
en iyi spotify listesini yapmak niye hedefim değil
şiir niye basit ya da kafamda yazdıklarımı neden kağıda geçirmem
yoksa ben yüklerce yazdım otobüsten inip 700m yol yürüyecekken
dizelerce kustum / için için ağladım
cengizhan mahallesinden kurtuluş parkına kadar
beni anlamazsın
demirtepe metrosunda ne yaşadım bilemezsin
yine de bana yaklaşabilirsin
ellerinde çiçekler, kafanda sorularla
ceketinin kolaltında bıçak ya da kutsal kitaplarla
hiçbirine bazen hiçbir şey demem, aklımda üzüldüğüm şeyler daha ağır basar
üzgünken kendimi savunmayı denemem
beni anlamazsın
kısımları aynı cümleyle başlayan şiirlerden neden nefret ederim, tahmin edersin
günler neden ardımda bıraktığım birer katana, bunu bilmezsin.
beni anlamazsan
birçok şeyi benim yerime düşünmezsin
hata yapmayız
hangi hayatı yaşayacağımızın kararsızlığını yaşamayız
kafamız daha rahat olur
beni anlama
ya da
beni anlamadığın için teşekkür ederim sana.
günaydın
asiye güzel
savaşım kendimle
emirhan ergün
ölerek. şimdi
asın kendinizi ben olmak için
annem zordu dedi,
babam, o gün benim en mutlu günüm daha fazla yazamam
çünkü yaşadım
ULAN
nefes aldık be hoşçakalın
ne kadar zaman sonra? öldüm.
bir hafta sonra
(o yüzden ben ölmek istedim.)
hep geç kaldım çünkü ölümle yıkananlar ölür.
mezar hikayesi
rana kocagöz
Başını dik tut, gülümse. Kimse anlamıyor içinden geçenleri. Açık bir kitap gibi okun-
mayı sevmiyorum, derdin hep, yazdıklarında seni arıyorlar diye korkardın. Korkardın
çünkü yazdıklarında hep sen vardın, bir de ben. Dalgalara kapılmış çocuk ayakkabısı,
kütüphaneden çalınan kitabın arasında eskiyen bir fotoğraf, yırtılmış bir festival bileti,
bir de bitmiş bir çakmak. Arka arkaya yarattığımız durumlardan ibaretiz dedim sana,
hepsini sıralamışız yalnızca. Bugün geride kalanlara baktım, bir de önümüzde duranla-
ra, sonra da pakette ters çevrilmiş son sigarayı yaktım çocuk parkında.
Baş, orta, son yok. Gidişler acılı, kalışlar kaçınılmaz, insan aptal ve Tanrı alaycı. Biz
Tanrı’nın gişede batan filmiyiz. Düşük bütçeli, genel seyirciyi tatmin etmeyecek çok ka-
rakterli bir trajedi. Kendimizin daha iyi ve daha kötü versiyonları birbirinden rol çalıyor
sürekli ve biz perde kapandığında kostüm değiştirmeye koşuyoruz hemen, hayatımızda
hiçbir yere bu kadar hızlı koşmadık. Kötü adamı oynamak istediğimde pelerinim omuz-
larıma oturmamıştı bir kere, hatırlıyorsundur. Kırık sedef taşlı tokanla gömleğime sen
iliştirdin pelerini, günahkar olmak başkasını oldurmaktan daha zor. Bu sefer günahkar
sensin, olduran da ben. Bu hikâye senin için, bir parkın üzerinde durmaksızın uçan si-
nek kuşunun kanatlarında ve bir fil ağırlığında. Bu hikaye, bir ölüye ağıt.
***
Bir gün beni gömeceksin.
Belki bir akşamüstü olacak bu, sabahına sel almış olacak her yeri ve sen şehri terk eden
son kişi olacaksın. Yağmur suyu bileklerinde kuruyacak. Ya da bir gece uykunda olacak
sen fark etmeden, uyanıp işe gideceksin, hayat senin için her zaman olduğu gibi aynı
yolunda akacak. Sen bilmeyeceksin. Uzakta bir gölde nilüferler açacak, biçimsiz bir taş
sulara tam dört kere çarpacak, bir çocuk salıncak sırasında ağlayacak ve bir zamanlar
sevdiğin her şey illaki tozlanacak. Sen görmeyeceksin. Bir gün eski günleri anımsatan
biri durduracak seni sokakta, yüzünde tanıdık bir şeyler arayıp bulamayacaksın. Koşa-
rak yaşıyoruz, diyeceksin sonra, koşarak yaşıyoruz ne yapalım?
Koştuğun sokaklar boyu görmüyorsun sağını ve solunu, bastığın kaldırımlarda neler
yaşandı bilmiyorsun. Hızlı yaşlandın, hızlı unutuyorsun. Oysa yaşanan ve terk edilen
her anda vadesini doldurmuş bir sen de var aslında. Bugün senlerden birini durdurdum
sokakta, lafladık, özleşmişiz dedik olduğumuz yerde öylece kalınca. Geçmişe baktığını
bilirken insan ne de kolay söyleyiveriyor özlediğini, ama bence özlemenin en acısı ya-
şadığın anın içindeyken olanı. Nasıl diye sorma, ne de olsa zaman göreceli bir kavram
ve ne de olsa ikimiz de biliyoruz senin hep yarında, benimse hep dünde yaşadığımı.
Şimdi bile görebilirsin, cumbalı evimde oturmuş karıncalara masallar anlatıyorum. Ben
hep geçmişle konuşuyorum, o yüzden kimseyi öldüremiyorum. Karıncalar ayaklarımın
etrafında dolaşıyor, hepsini bilip hepsini tanıyorum, onlara kim olduklarını fısıldıyorum.
Biliyor musun, ben anne olamam sanmıştım ama artık ara sıra kendimi Meryem gibi
hissediyorum.
İçinde bir nehir akıyor. Hepimizin içinde bir nehir akıyor ve her gün akıntıya karşı
yüzüyoruz hayat bizim yerimize kararlar verirken. Tanrı’nın oyununu görüyorsun, sular
sana değil, sen sulara hükmeden ol diye çok uğraşıyorsun. Ama sana kötü bir haberim
var, akıntı kasabayı yerle bir edeli epey oluyor, nehir kendine yeni patikalar yapmaya
başlamış bile. Yol bitiyor, patika seni bir göle çıkarıyor, ama durgun bir göle ne kadar
süre bakılır ki? Durgun bir göl ne kadar süre sevilir ki? Yağmur suyunun kuruyan tuzu
daha paçalarında duruyor, oysa sen o göle bakmayı bile istemiyor gibisin. Senin bir par-
çan olduğunu bilmeden sırtını dönüyorsun durgun suya ve bambaşka bir patika bulu-
görsel: helin yıldız
yorsun kendine. Yerin yedi kat altından Sisyphus gülüyor sana, aldırma canım, Sisyphus
aptaldı zaten. Hem nerede görülmüş insanın cezasını sevdiği? Ellerin nasır tuttuğunda
başkasının günahlarını alkışlamak hep çok kolay.
Şimdi bırak her şeyi bir kenara. Aptal adamın aptal kayasını, karıncaların boğulduğu
akıntıyı, salıncağın gıcırtısını ve göle atılan taşları unut hadi. Sonunda geldi yüzleşme
zamanı. Hadi, şimdi benim için son kez kapat gözlerini ve hayal et:
Yalnızca büyük prodüksiyonlu filmlere yakışacak kocaman bir salon, dört bir yanı ay-
nalarla kaplı. Sen odanın tam ortasındasın. Aynalardan izliyorsun insanları, baktığın kim
varsa ona sırtını dönüyorsun, haliyle yaklaşayım derken uzaklaşıyorsun. Bir adım ve
bir adım daha derken bak aynanın önündesin şimdi. Resmin kocaman, baktığınsa ne
kadar uzakta. Sen başkalarına uzandıkça kendine varıyorsun, sarılmaya çalıştığındaysa
aynaları kırıyorsun. Kırdığın her aynada içindeki bir başka yeşil dal kuruyor, bir nehir
süzülüp giderken cam kırıklarını da beraberinde götürüyor. Sen bu sefer de bir başka
aynaya sırtını dönüyorsun. Peki tükettikçe tükendiğini de mi görmüyorsun?
Kır aynaları bu sabah da, taşlar başından beri ceplerinde duruyordu, görmedin bir
türlü. Belini eğen ağırlıklar şimdi aynadaki görüntüyü parçalıyor, sen baktığının bir ayna
olduğunu yeni idrak ediyorsun. Oysa kırık bir aynadaki resim değil de, bir şehir olsam
ben, şehrin içinden bir nehir aksa, nehirde balıklar yüzse, evlerin balkonları kuşlar kon-
sun diye eğilse, Arnavut taşlarının arasında sıkışan yeşil bira kapaklarını çocuklar top-
lasa, ve sen koşsan o sokaklarda. Ama sen koştuğun sokaklar boyunu görmedin ki hiç,
Arnavut taşlarına da takılmadı ayakların, hep asfaltı buldun bir şekilde. Asfaltın üzerinde
kırık ayna parçaları, bakma onlara, ben orada değilim. Senin aynan benim, taşlar da
ceplerinde.
Sana bir şiir okudum, hani şu prenses ve ejderhalı olan. Beni duydun mu, yoksa o da
mı akıntıya kapıldı? Şiiri okurken sana hiç söylemedim, ama bir süreliğine prensesin
sen olduğuna inandım, kulende beni beklediğine. Ve bir süreliğine de ejderha olduğunu
sandım, baksana her yanım yanık izi, dokunan bütün hayatların izi kalmış. Oysa şimdi
anlıyorum, sen ne prensessin ne de ejderha, ama ben kahraman olmak zorundayım
çünkü pelerini sen bağladın omuzlarıma. Bana günahlarını anlattın ve ben sakladım on-
ları ipe dizip tozlu bir dolapta.
Düşmanını gömemeyen hiçbir kahramanın hikayesi anlatılmaz. İşte o yüzden biliyo-
rum, bir gün beni sen gömeceksin.
Gömeceksin, çünkü hatırlanmak için fazla acı verici olduğumu göreceksin.
.
- Ölünce ne oluyor?
- Sevenlerimiz bizi özlüyor.
stranza’dan kalanlar:
zincirlerimizden başka
egehan ışıklı
Bu odada birisi ölmüş. Çok uzun zaman geçmiş ama hâlâ havada sarımsağımsı di-
metil trisülfit kokusu var. 4. evre çürümenin bıraktığı kararmış et parçaları duvarın
bir kısmını kaplamış. Rutubet yüzünden çok belli olmuyor. Sökmeye çalışmışlar ama
kalıntıları orada kalmış. En azından kemikten fazlasını bulmuşlar geldiklerinde. Yine
de güzel bir manzara olmasa gerek. Sadece mantık, bilgi ve algının işaret ettiği “so-
ğuk sert bir gerçek” değil bu. Odada birinin öldüğünü girdiğim anda hissetmiştim.
Sadece mezarlıklarda gelen, tüylerimi benden uzağa çeken o his var. Sanki ölümü bir
statik elektrik alanı yaratmış gibi. Enerji asla yok olmaz sonuçta değil mi? Şekil değiş-
tirir. Belki uzayın sınırlarındadır, belki de bu odada. Bu duvarlarda.
Çıplak ayakla gezsen ayaklarını parçalayacak kadar şırınga var yerde. Görüyoruz ki
“Temiz İğne Programı” çok bir işe yaramıyor, böyle bir odada yaşadığın sürece. Bir
nebze daha sağlıklı ölmene yol açıyor sadece. Yerden bir şırınga alıp inceliyorum.
Siyah Katran Eroin. Sarıya çalan karanlık bir tonu var. Yanında da bir metal kaşık var.
Çakmak tutmaktan şekli bozulmuş artık. Odaya bir bakıyorum. İrademin bana “Bak,
gördün mü? Denersen sonun bu olacak.” dediğini hissedebiliyorum. İhtiyacım da yok
zaten denemeye. Benim farklı uyuşturucularım var hayattan kaçmak için. Alkol, si-
gara, sanat, ideoloji falan sanırım. En çok da buna üzülüyorum. Bu uyuşturucular,
benim ayrıcalıklarım. Burada, kanında bilmem kaç miligram eroinle ölüp; dünyanın,
haftalarca (belki aylarca) ölümüne kayıtsız kaldığı bu insan nasıl müzik ile kopabilir-
di ki gerçeklerden? Tek yapabildiği kendini aşağı sürüklemekken, burjuvaziyi alaşağı
etmenin hayalini nasıl kurabilirdi ki? Sömürünün en hasını yaşamıştı o. Tek bir damla
kan bile geriye kalmamıştı ondan. Önce şişmişti, sonra erimişti. Geriye sadece o sa-
rımsağımsı koku kalmıştı. Başarısızlığın sarımsağımsı kokusu...
Bu kokuya hiç yabancı değilim. Sadece sistemin gardiyanlığını yaptığım zamanlarda,
olay yerlerinde aldığım kokudan bahsetmiyorum. Benim gibi düşünen herkesin, ya-
tağında uzanıp tavanı izlerken burnuna gelen o kokudan bahsediyorum. 39’da İspan-
ya’da esir düşmüş, 73’te Şili’de kafasına sıkmış, 91’de Rusya’da ihanete uğramış tüm
canlardan geriye kalanların çürütülüp; eninde sonunda dönüştürüldüğü o sarımsa-
ğımsı kokudan bahsediyorum. Biz o cinayetlere kurban gidenlerin bayrağını taşıyo-
ruz hâlâ. Tüm o mağlubiyetlerin bayrağını taşıyoruz. Peki neden? Düşünsene kral-
lıklar yıkılmamış, hâlâ birileri doğru kişinin çocuğu olduğu için hayatı dibine kadar
yaşıyor, yanlış kişinin çocukları ise hayatın dibini kaşıklıyormuş. Dipte kalan o siyah
katranı, o metal kaşıkta pişirip kanına karıştırıyormuş. Başka türlü doymasının bir
yolu olmadığı için... Düşünmesi bile korkunç değil mi? Bu krallıkları yıkmaya çalışan-
ların bayraklarını, başarılı da olmuş olsalar başarısız da, gururla taşımak doğal değil
midir? Günün sonunda tekrar, tekrar, tekrar, tekrar, tekrar, tekrar, tekrar denemek
dışında ne çaremiz var ki? Yok. Başka bir çaremiz yok. Hiçbir zaman da olmayacak.
Pencerenin koluna uzandım. Takılı kalmıştı ama biraz zorlayınca açıldı. Odanın içini
dışarıdaki çam ağaçlarının biberimsi, nanemsi kokusu ve kuşların çığlıkları kapladı.
Derin bir nefes aldım ve odadan ayrıldım.
sanrılar bir adamın çığlığı
naz kandaz eylül doğa çataltepe
mart ayı, kafamda bir mantra gibi onlar dilsiz, dilsiz sonsuza kadar
bekçisi sarhoş ve eksik uykularımın sesin yürekleri soğuk kara toprak kadar!
eriyen karlar henüz karışmamış akarsulara hangi mezarda bulunur onlar gibileri?
yankılanıyor şantiyelerde sevişen kedilerin çiçek açmamış bahçelerin haseti
gölgeleri, aklımda unutulmuş sözler uyanıyor kaplamış
henüz bahar gelmedi, gece şehrin üstünü
yosun tutmuş kalplerini,
ipek bir çarşaf gibi örtüyor, yüzümdeki
kararmış,
çizgileri dolduruyor şerefine kalkan kadehler
kararmış,
tecrübesiz çiçekler can çekişiyor fırtınalarda
kararmış
sarp kayalıklarda parçalıyorum baharın umudunu
mart ayı aksak bir şiir gibi yalpalıyor, nazını
bilmeliyim,
çekiyoruz doğanın değişimle olan mücadelesinin
titremez onların içi üşüyen ellere
paltomla birlikte seriyorum hatıralarımı masaya
ne kar ne kış görür gözleri
yağmur ve gözyaşlarından arınsınlar diye
alın yazıları buzdan,
hayatımı hayal ediyorum, kesintisiz uykularla dolu
satır aralarında sarkıtlar
üstümdeki buğu hafiflemiş unuttuklarımla, adın hala
keskin, acı
kafamda bir mantra, göz kapaklarımın işlediler
altına, yazdıklarım öldürecek bir gün beni titremez onların içi üşüyen ellere
zamanın kolları beni boğacak kadar uzun
değilse eğer, sayıklıyorum bu yalan özgürlüğü, bir an olsun çevirmezler
defediyorum, geçmişten bir ses kavrıyor bedenimi kafalarını sola
bende kalan anılar o kadar sıkılgan ve anlamsız sağa, sakın, bakma!
ki kıvranıyorlar aklımın en ücra köşelerinde ya senden başkası varsa?
bir mantra gibi sayıklıyorlar adının şeklini
mart yarım kalmış bir şiir sanki, tıpkı- ve mosmor gözleri
kana bulanmış hepsinin elleri
hiç mi kaybettikleri olmamıştır
aynadaki akislerini?
ya da
hiç bakmamışlardır belki
varacak olmasını
ya korkmuşlarsa karanlıktan?
Kudretli şahım,
Size bu mektubu yazmak çaresizliğimin son demlerinde olduğuma bir anıt dikmek gibi yahut
şuradaki mürekkebin şahitliği üzerine yemin ederim ki akşam güneşinde bizzat yanmak gibi-
dir. Sizin şanınızı duyduğumdan beri gözüme girmeyen uyku kim bilir geceleri hangi meleğin
kanatlarında taşınıyor. Yalnız bir isimle bir insan böyle kavrulur mu ateşten? Dolanıp duruyor
ellerim birbirine, dilim deseniz kurumuş bir çöl gezgini gibi. Yıllar boyu neler vaat ettiğini bil-
meden penceremden bakıp hayaller kurduğum bu çöl, sonunda tahayyül edemediğim kudrette
sizi getirdi ve acze düşürdü beni. Sahi, ne vardı o çölün ötesinde, hiç bilmedim. Belki biraz daha
çöl, sonra belki biraz su vardır. Sonu görünmeyen sulardan bahsederler, ama ben hiç görme-
dim, siz gördünüz mü? Benim gördüğüm bu duvarlar, bildiğim bu duvarlar. Bir de bu çöl. Sizi
bana getiren ama beni hiçbir yere götürmeyen bu çöl.
Sizi kandırmaya lüzum yok, üstelik buna cesaret de yok, önceleri nefret ettim sizden. Kolla-
rım açık beklemedim sizi, kim bekler ki böylesine korku salmış birini? Basra’nın su yolu kırmızı
akarmış sizin varışınızdan sonra ve sokaklarında Semerkant’ın çocuklar naaşlarla oynarmış.
Ancak hiçbiri sizin amansızlığınızı anlatmaya varmazmış. Yazık, dedim kendime, yazık bu aciz
vücuduma, şu duvarlardan çıkmadan karışıp gidecek şehrin pis sularına. İsmimi yazmayacak
hiçbir müverrih, destanlara konu olmayacak saltanatım. Oğlum bilecek belki ama ya onun oğlu
bilecek mi? Unutulup gideceğim ki ben mahkumum buna. Asırlarca dadanacak hayaletim şeh-
rin kapılarına yalnız bir adım öteye geçmek uğruna.
Lakin bu dertlerim ötede kaldı, yalnız bir bakış yetti aziz vücudunuza ve gözlerim kudretinizle
doldu taştı. Yapacak bir şey yok tutulacağım size, bir kuşun kanadından tutarsın ya çırpınır
durur, işte o şekilde ve onun kadar acı verici olacak bu. Bu acıyı, bu dini acıyı kabul ediyorum,
etmezsem beni öldürecek kadar sıkacak içimi. Nereden geldiniz de düştünüz şehrime? Çöller-
den göçmüş bir kervanın izinde mi buldunuz burayı yoksa gökteki kuşun kanadını mı izlediniz?
Ey korkulu şahım, vücudunuzun görünüşünde titreyecek hale gelen kulunuza acıyın. Güneşin
kavurduğu göğe yalvarır dururum belki bir gün ortaklaşamadığımız tanrımız bize acır da bizi
tahtlarımızdan kurtarır diye. Çocuklarım olarak gördüğüm halkımı bağışlayın, onlar sizin yüce-
liğinizi görecek kadar yaklaşamadılar size.
Ölüm ancak sevdiğinin elinden gelirmiş. Şahım, ölümden korkmuyorum da koca cihanda bir
başına ölmekten korkuyorum. Sizin gibi seferler yapamamış olmaktan, halkıma yaraşır bir ha-
tun olamamaktan korkuyorum. Bu yüzden önünüzde kul köle oluyorum, yalvarıyorum. Basra
körfezinin kaderini yaşatmayın halkıma, onlar ki pek yaban halktır ancak kudretinizle akıllanır.
Bağışlayın onları, kendi halkınızmış gibi sayıp sevin. Bir de oğlumu, henüz yeryüzüyle gök-
yüzünün farkını bilmeyen oğlumu, dilerseniz kendi oğlunuzmuş gibi sevin yahut bir gezginin
ellerine verin. Benim naçiz bedenimin göremediği cihanı o görsün.
İşte, burada ediyorum kendimi ve şehrimi size teslim. Verecekseniz beni hayvanlara yalnız
tek bir dileğim vardır benim. Bir yemiş darısı gönderiyorum size, bu yemiş ki ölüm döşeğindeki
acizi ayaklandırır ve kervana kaldırır. Hastalığınızı duydum, içime karalar düştü. Siz ki bir dağı
kaldırırsınız, hasta olmak size yakışmaz. Yalnız iki tane vardır bu yemişten. Birini size gönderi-
yorum, diğerini ölüm döşeğinde ben yiyeceğim. Böylece ağızlarımız bir defa da olsa aynı tatla
çalkalanacak.
Ben, ismimi yazmaya lüzum görmüyorum. Nasıl olsa silinecek tarih sayfalarından. Yalnız
mektubumun yanında bahsettiğim o yemişi gönderiyorum. Siyah, kara kuru bir şey, yalnız de-
diklerine göre pek lezzetlidir. Acil şifalar dilerim.