Professional Documents
Culture Documents
Mevzular Derin Fanzin Sayı 38
Mevzular Derin Fanzin Sayı 38
yankı eyigünlü
“Kamera mükemmeli aramaz, sıradanı yakalamayı amaçlar. Son yüz küsür yıldır ekranlarımız
[görsel mecralarımız] o kadar büyüdü ki kamera küçük detaylar için büyüteç görevi görmekte.
Yüzdeki yüzlerce kastan bazılarının bir dizi hareketi, kameranın ömrü boyunca yakalayabileceği
en iyi karelerdir.”
-Bilge biri (yirmi sekiz Ağustos yirmi bir)
On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde sanat felsefesinde (henüz hiçbi’ yerde okumadığım) bir
kırılma oldu, o vakte kadar (yaklaşık on bin yıl) soyutun icrasıyla sınırlı kalan tırnak içinde
geleneksel sanatın yanında somutun kaydedilmesine dayalı sensör sanatı ortaya çıktı. En
büyük atılımlar, ilk fotoğraf bin sekiz yüz yirmi sekiz ve ilk ses kaydı bin sekiz yüz altmıştı.
Platoncu terimlerle ele alırsak sanat, idea temelli, zihinde beliren tasarının dışavurumu ve
yansıma temelli, duyusal verilenlerden tercih edilen bir kısmın kapılması olarak ikiye ayrıldı.
Biraz düşünüldüğünde hangi sanat dallarının hangi sınıfa girdiği tahmin edilebilmekle bir-
likte, yine biraz düşünüldüğünde bazı alt dalların sınıf değiştirebildiği görülebilir, bu yüzden
kesin bir sınıflandırma gereksiz olur. Sözgelimi rock müzik, yararlandığı yükseltici sistem-
lerle (gitar manyetikleri, amfiler, mikrofonlar, vs.) sensör sanatlığı doğasında olan bir türken
icranın kaydıyla iki, belki daha çok kez sensörlenmiştir. Klasik müzik ve opera ise ortaya
çıktıklarında yalnız icra edilen idea temelli türlerken ses kayıt teknolojilerinin gelişimiyle
birlikte sensörlenmeye başlamıştır. Resim ve heykel, klasik kullanımlarında sanatçının per-
formansı sonucu idea temelli eserler ortaya çıkarırlarken fotoğraf ve sinema, alışılagelmiş
kullanımlarında sensörün kadrajlanmış bir görüntünün yalnızca belirli anlarını yakalamasıy-
la yansıma temelli görüntüler sunarlar.
İdea temelli sanatlarda idealin iki farklı tanımı söz konusu olur, biri “düşüncenin tasarla-
yabileceği bütün üstün nitelikleri kendinde toplayan” yani mükemmeli ifade ederken diğeri,
“uygun” yani vasatı anlatır. İdea temelli bir sanat yapıtı için mükemmel olmak, mükemmele
oynamak ya da vasat olmak, vasata hitap etmek mevzubahistir. Yansıma temelli sanatlarda
ise ideallik zaten yitirilmiştir, görüngüler, idealardan -şansı varsa- bir ya da -genelde yok-
tur- daha çok kez yansımışlardır. Onlar için normal, doğal ya da sıradan denebilir.
Bu yüzden sensör sanatçısının yapabileceği en iyi iş, sıradanı aramaktır. Enstrümanını her
zaman kusursuz çalmak zorunda değildir, filmlerinde mükemmel görüntüler yakalamak
zorunda değildir, muhteşem fotoğraflar çekmek zorunda değildir. Bunları yapmadığı an-
lar, (çoğu zaman) en sevilen işleri olmaya mahkumdur. İnsanlığının ve ölümlülüğünün açığa
çıkması da açıklayabilirdi bu en sevilen işi olma durumunu ama asıl nedeni budur, eşyanın
tabiatına uygun olmasıdır.
Sıradan. Bir mavi gökyüzü, ortalığa serpiştirilmiş bulutlar, rengini görünür kılanın yoz gü-
neş ışığı olması nedeniyle tadı tuzu kalmayan elementler. Bunlar, Erol fotoğraflarının ham
maddeleri. Çarpık, rastgele, anestetik, olağan, çirkin, konforsuz, sıradan, basit, doğal, karı-
şık, ani, tercihî ve -genelde- makyajlanmış fotoğrafları bazen tekil, bazen kolajlar halinde
sunan Erol, görsellerinde kişisel zevki doğrultusunda kendine has bir atmosfer oluşturur. Bu
atmoser, insanı fotoğraf üzerinde ne kadar oynanırsa oynansın görüntünün bir gerçekten
elde edildiğine inandıracak anestetikliktir. Bu atmosfer, mesajın kendisidir. Sıradan.
Erol, görsel haz adına kozlarını mütevazı bir şekilde kullanır. Görüntü kalitesi adına hiçbir
şey vadetmeyen fotoğraflarında, düşük kontrastlar ve seçilir detaylar kurguladığı gibi yük-
sek kontrastlarda detayların kaybolmasını da isteyebilir. Her koşulda piksel yoğunluğu da
renk derinliği de düşük olan fotoğrafları, paylaşılabilirliği ve tüketilebilirliği yüksek ürünler-
dir. Yanından geçer gibi hızlı bi’ bakış atılacak, fakat fotoğrafının çekilmesini, ona bakılması-
nı istetecek manzaralardır. Hiçbir iddiası yoktur, gösterişten uzaktır, yine de kendi kişiliğiyle
var olur ve bununla özgüvenli, takdir edilesi bir duruş sergileyerek seyircinin (insanların)
ilgisini çeker.
Elbette Erol’un sanatının altında böyle bir felsefe yatmaz, bu felsefe, onun sanatının be-
timlemesidir. Hızlı fark edilmiş, hızlı çekilmiş, hızlı kurgulanmış, hızlı paylaşılmış, hızlı bakıl-
mış ve hızlı geçilmiş bu fotoğraflar bir dönemi anlatmaktadır, izlenimlerin hızlı edinildiği ve
imajların da buna göre tasarlanması gereken bir dönemi. Dönemine uygundur, işlevseldir,
seyredilebilirdir. Felsefi ve sosyal olarak böylesine karşılık bulan bu fotoğraflar, bir klasiğin
gelişini sorgulatmalıdır.
www.instagram.com/niyecektinbunu
ortadoğu, keşke seni
tamamlanmış bir şarkıyla anlatabilseydim
kadir çakır
“ortadoğu artık bir kavram değil
nereden mi biliyorum
twitter, en yakın arkadaşım, bir de çocuğun biri
senin bir tarih ağacın oldu mu
zira bizimkini yaktılar
bakalım, belki bir şeyler yapacağız”
I
biz, sıraya girmiş, ikizimizi ararken
herhangi bir bürokrat gibi
renk, cümbüş ve hüznün tanımını toprakla donatmış ağzından gri boklar dökerek
konuşan ağaçlar ve hayvanlar gördüğümüzde
eksik bir belge yüzünden fakülte kiremitlerinin bile ağladığına
inandığımızı hatırladık.
sonra şunlar oldu, birden
zarar görmüşlerimizin ve daha birçok şeyin kutsal olduğunu söylemediklerinden
bankanın önünde bir istihbaratçının
önce küçük kız çocuğuna kurşun sıktığını sonra silahı kendine dayayıp
kafasındaki oy pusulasını dağıttığını görmezlikten gelerek
memleketlere karışmış gri bokların içindeki haritaların neden sınırları var diye sormak yerine
bağcıklarımızı bağlayıp
kimseye yararı olmayacak her şey için üzülmeye başladık.
sonra şu oldu, birden,
korku, mezar taşlarının hayali ağzına benzediğinde
içine saklanıp milyonlarca sığınağın
ve olmayan ülkelerin sınırlarını kaldırıp, barış elçisi öldülü aldığımızda
eldivenlerimizle birbirimizi sıvazlayarak ertesi gün unutacağımız yere
yine birbirimizi gömdüğümüzde
şunlar olmaya devam etti,
ağaçlar ve hayvanlar konuşunca biz, küçük dilimizin üzerine flama diktik, süslemeler yaptık
düştüğümüz yere değin ‘korku değilmiş bu, bir nevi rüya içinde rüya’ demekten çekinmeyince
anladık ki konuşan ağaçlar ve hayvanlarla hâlâ süregelen farkımız var
gerçekten de öyle mi dediler bilinmez ancak
‘ölüm de ölüm, ölüm hanginize gelsin’
diye sesler duyduk ağaçtan ve hayvandan
insaflıydı şükürler olsun
cevap vermesek bile varmışız, onu anladık
hâlâ mütevazı idik, farkımız vardı hem ağaçtan hem bir hayvandan
eğer orada olup
cevap verebilseydik, şöyle der miydik:
/azap şirketlerinde adem elmasını pişirmiş o güzel gözleriyle herhangi bir CEO, ölmeli, ölse ne
güzel olur
kendi sonunu bir başkasıymışcasına altıpatlara kurban edecek
o güzel ve yakışıklı manager, ölmeli, ölse ne güzel olur/
sonra allah sıralı ölüm verecekken bize
birden bir rüya gördüm
ikizimin
ondan daha sonra ölecek olan bir panamalı’yı
sırayı bozduğu için öldürdüğünü
sonra bir rüya görmüşüm ikizim de benim sıramı çalıvermiş de
ben mutlu olmuşum
ben ölemem, ikinci yanım belki bunu isteyecektir, örneğin, şöyle derim
ölüm tarihi icat edenlere dokunmasa olmaz mı
örneğin, haramın dörtte üçü ile hapishane diktiren devlet, ölmese olmaz mı
şöyle dedik biz yüce ânların millileri
hem de koro halinde
ağaç bir yandan hayvan bir yandan, hep beraber, düşmanken bazen, şimdi dost olup
o devletlerde sırasıyla birer başkanız sonuçta bizler, ölmemeliyiz
ölüm hepimiz için erken
onun çemberinde ipler sıkı bağlı değil
birer başkanız sonuçta
ağaç ya da hayvan değil, bir başkan olsaydım
miting yerine bir konser verirdim
bir konser kaydının ortasında
kısa kesip şunları da derdim
Şimdi sizlerin, diye başlardı hoparlörün içindeki tozun kalkınması,
geçmişteki o meseller ve hikayelerle ellerinizden alınmış bir şeyleriniz var. Gideceğiniz yerler ve
öleceğiniz mekanlar elinizden alındı. Bu da yetmezmiş gibi tarihinizi de çaldık. Çaldığımız yet-
memiş gibi çuvallara doldurup köylünün sıçtığı toprağa karıştırdık. O da yetmemiş gibi çiğneyip
çiğnediklerimizi sergilere, müzelere koyduk. Torunlarınız baksın, baksın da hiçbir şey anlamasın
diye. Şimdi bu meseli ve hikayeyi anlatıyorum ki ben, ileride devredilmesi kolay olsun.
Alkış. Hırgür. Kavga.
|Tohumlar büyüyünce ağaçlara
hayvanlara dönüştü, dilimizi bildiler|
Alkış.
dedik, dedik ve biraz dinlendikten sonra
derin bir nefes alıp sarıldık birbirimize
II
biz ikiziz, üvey kardeşimiz bizden habersiz
stüdyoya gidip bir kayıt alıyor
stüdyoda şunları diyor:
siyasetçinin uydurduğu birtakım sebat meselesi bunlar kardeşim
mesel değil bir tür inşa
belgeleri bile var bunların,
minare, telefon, haç, kredi kartı
şeytanlarla istişare ve imza.
nakarat:
bizlere inanmadan önce
şeytanınıza sordunuz mu
bizlere inanmadan önce
hiç şeytan oldunuz mu
gelin şeytan olalım
bu iyi bir şey değilse bile
ucu bize dokunmayacak, değil mi?
III
böylelikle
birinci şarkımızı tamamladık ve istemeden de olsa
hayvanı bağlayıp halatla ağacın alnacına asmış olduk -neden bayrak direklerini kullanmadık-
sonrasında tanrı diliyle canlandı birileri topyekün
çaldılar, söylediler
ve biz yine dinliyoruz
-çalgılarının telinde hepsinin birer o bildiğimiz <bir başbakan yahut gariban klişesi> masum insan
kanı, topluluğun akılalmaz inadı-
mücadele umuttur
eftelya koyuncu
berke ve perit’e
her yerine aynalar yerleştirdiğim odama giren beyaz önlüklü adamlar dikkatlice bana baktılar.
gözlüklerinin üzerinden baktılar ve biraz güldüler. güldüler çünkü ayna kaplıydı her yer. nerden
nasıl gelmişti aynalar bilemediler ve bazen bilemeyince gülerler beyaz önlüklüler. gülüşlerinde
alay vardı.
seyrekti bıyıkları ama önlükler çok beyazdı. siyah bıyıklarında insanda şaşı bak şaşır etkisi yara-
tan bir kontrast vardı.
aynalara bakmamaya çalışıp bana sorular sordular. bana baktıklarında gördükleri aynalar içine
konuşlanmış, ilaçlarını almayı reddetmiş hasta bir kadındı. Sordukları sorulardan ilaçlarımı alma-
dığımı anladılar. aynalar içine konuşlanmış o kadın biraz soluktu. siyahtı saçları gözleri siyahtı.
siyah saçlarımla siyah gözlerimle bakıyordum beyaz önlüklülere dik dik
bunda adamların gözünü delen bir kontrast vardı.
“aynaları kaldırıyoruz.” dediler hep bir ağızdan. benim ne düşündüğüm umurlarında değildi.
önemli olan ilaçlarımı almamış olmamdı onlar için ve her şey biraz farmakolojiydi. yutmadığım
ilaçların akıbetini merak etmiyorlardı. umurlarında olan largactil’di, lithuril’di.
aynalar sonsuzluğa çağırıyordu adamları. korkuyorlardı bu çağrıdan çünkü belki de bulaşıcıydı
delilik. biliyorlardı aynalar davetkardı. odamdan gitmekle kalmak arasındaydılar. bunda git gelli
bir kontrast vardı.
ilaçları teker teker veriyorlardı çünkü ağzımda biriktirmemem lazımdı ama aynalar çoğaltıyordu
ilaçları da adamları da ve bunda ruhsal bir doz aşımı vardı.
aynaların büyüttüğü odamda binlerce önlüklü adamlar bana yine ilacımı uzattılar. yuttum yut-
tum ilacı susuz yuttum. ama daha öncesinde onlarcasını yanağımın iç kısmında tuttum.
her yerinde aynalar olan odamdan çıkarken birer ikişer ayna sıkıştırdılar koltuk altlarına. azala
azala gittiler. azala azala bittiler. kapattılar kapıyı üstüme. yerinde döndürdüler anahtarı üç kere
ben o an odamın
evim olmadığını anladım
“beni buraya Paul mu kapattırdı” diye düşündüm. “Paul beni buradan çıkarabilir mi” diye düşün-
düm.” bunda ikircikli bir kontrast vardı.
sonra yuttum yuttum yanağımda biriktirdiğim ilaçları susuz yuttum. oturdum yere Paul’e mek-
tup yazdım
aynaların duvarlarda bıraktıkları izleri okşadım. arkalarında kalan tozları yaladım. biraz buruktu
duvarların tadı ama susuz yutulmuş ilaçlar kadar kesif değildi.
baktım göz deliğinden dışarı
kimse yoktu
mektubu kapının altından dışarı attım.
akıl hastanesindeki sonsuz aynalı odamda kalabalıktım ama kalabalık olmama müsaade etme-
diler çünkü ancak bir hastayı iyi edebilecek güçleri vardı. aynalar sonsuzlukta çoğaltıyordu beni;
onlar, bir kadını iyi edebilecek güçleri var sanıyorlardı. ben de yuttum yuttum ilaçları. aynalarımı
almamalıydılar çünkü o zaman belki yutmazdım hepsini birden ilaçların. iyi olayım diye aldılar ay-
nalarımı biliyorum. beyaz önlüklülere göre her şey farmakolojiydi, biliyordum. aldılar aynalarımı,
yalnız kaldım. ve buna farmakolojinin yapabileceği bir şey yok.
şimdi çok yalnızım
duvarlar çıplak
aynalar yok, Paul yok.
ben yokum
evim diyebileceğim bir yer yok
aynalar yok ama çepeçevre duvar bir odam var. beyaz duvarlar. siyah saçlarım, gözlerim siyah.
bunda içimi delen bir kontrast var.
tirat ve ücret
alperen yavaş
“Oh Mother, I can feel the
soil falling over my head”
Morrissey
-Burası düşündüğüm yer değil mi? Hani o hizmeti sunan ve…
-Evet beyefendi, hoş geldiniz.
-Merhabalar evet. Peki, burada nasıl oluyor? Yani ne demem gerektiği…
- İsminiz?
- Vermek zorunda mıyım?
- Herhangi bir şey de uydurabilirsiniz, sadece belgeye geçmem gerekli.
-Pekâlâ, Semih olabilir. Ya da şey, Semih Öz yazabilirsiniz.
- Tamamdır, şimdi size sorular sorucam Semih Bey, ne kadar düzgün cevaplarsanız alacağınız
hizmet de o kadar iyi olur, anlaşıldı değil mi?
- Evet evet.
- O halde başlayalım, ne kadar süre istiyorsunuz?
- Bir buçuk ya da iki saat olabilir, emin değilim. Vaktinde bitiremezsem ne olur?
-Süre bittiğinde bir görevli kapıyı açar ve hizmet biter. Hiçbir şekilde uzatma uygulamamız yok,
bitiremediyseniz tekrar randevu alıp sıranızı beklemelisiniz. O yüzden akıllıca bir seçim yapma-
nızı öneririm.
- O zaman iki saat olsun.
- Herhangi bir cinsiyet tercihiniz var mı?
- Pek fark edeceğini düşünmüyorum. Ama sanırım bir kadın daha iyi olurdu.
- Bir yaş tercihiniz var mı?
-Benden birkaç yaş küçük olsa hoşuma giderdi.
- Yaşınız nedir?
- Belirtmesem?
-İyi bir hizmet için düzgün cevaplar vermeniz gerektiğini söylemiştim.
-Ah, o zaman şey, sorun değil, siz beni kaç yaşında tahmin ediyorsanız ondan birkaç küçük
olsun işte.
-Akıllıca bir cevap değil. Her neyse. Kaç soru istiyorsunuz?
- Ne sorusu?
- En az belirttiğiniz adette size soru sorulacak. Hizmetimizin kalitesini müşterilere ispatlama-
mız için eklediğimiz önemli bir özellik.
-Ah anladım, şey, içinden geldiği kadar sorsa olmaz mı? Daha doğal gözük…
- Profesyonel bir hizmet veriyoruz. Doğal olmadığını bildiğiniz ama yine de doğal taklidi yap-
masını istediğiniz bir şey arıyorsanız yeni geliştirilen yapay zekalar bu konuda gayet iyi. Gerçek
dolandırıcılar doğrusu. Burada ise sadece insanlar var.
- Peki, kaç olsun o zaman? Beş olsun, beş olur mu?
-Olur. Konu?
-Bunu kesinlikle söyleyemem.
- Pekala, bu sorun değil. Yalnızca konuyu gizli tuttuğunuz takdirde ücretinizde artış olduğunu
belirtmeliyim.
- Ücret ne kadar?
- Konuyu Sosyal Düzen Merkezi’ne bildirirseniz 13 Peya ve aldığınız hizmetin 1 saat fazlası zo-
runlu hizmet. Şayet konuyu bildirmezseniz 9 Peya ve aldığınız hizmetin 2 saat fazlası zorunlu
hizmet.
-Zorunlu hizmet mi?
-Buraya gelen müşterilerimizi ayrıca eğitiyoruz. Belirli bir hizmet aldıktan sonra önce eğitim-
den geçiyorlar, sonra da hesaplanmış bir süreliğine görevli oluyorlar. Eğer görevlilerken müş-
terilerden yüksek puan toplarlarsa para veya indirim şansı kazanıyorlar. Yani hizmeti alacağınız
görevli bir zamanlar müşteriydi, siz de ileri bir tarihte görevli olarak atanacaksınız.
- Anladım. Konu gizli olsun. Alacağım eğitim ve görevim ne zaman başlayacak peki?
- Vakti geldiğinde size ulaşacağız. Sorularımız bu kadar, sizin başka bir sorunuz ya da eklemek
istediğiniz bir arzunuz var mı?
-Iıı.. madem kadın olacaksa kıvırcık saçlı biri olması mümkün mü?
- Evet. Saç rengi seçiminiz de var mı?
- Yok, o sürpriz olsun. Sürprizleri severim.
- O halde bu kadar Semih Bey, işte 636 numaralı oda anahtarı. Siz odaya çıktıktan kısa bir süre
sonra görevliniz de gelmiş olur.
- Tamamdır, çok teşekkür ederim.
*******************************
(Sonbahar Ritmi. Bunu neden buraya asmışlar ki? Fazla dikkat dağıtıcı. Belki karışıklığından fay-
dalanıp ortasına bir yerine küçük bir kamera koymuşlardır. Olabilir. Oda güzel sanki. Küçük bir
sehpa var, üzerine kağıt kalem bırakılmış. İki koltuk ve tek kişilik bir yatak koymuşlar. Belki yatak
müşterilerden bazıları uzanmak istiyor diyedir. Burayı psikolojik terapi gibi bir şey sanıp gelen
salak çok vardır ne de olsa. Yatağa sırtüstü uzanıp gözlerini kapatarak derler ki “Ah doktor bey-
ciğim, kocam beni kesin aldatıyor ama bir türlü kanıtlayamıyorum. İçimde bitmez bir sıkıntı var
çünkü, aldatmasa böyle olur muydu ki hay Allah.” Aptallık. Neyse, kızın gelmesine az kaldı. Biraz
daha rahat oturayım koltukta, ben sakin bir insanım, özümde hiç kasıntı değilimdir aslında. O
yüzden bedenen de kasıntı görünmemeliyim. Ben sakin ve normal bir insanım, sadece anlatacak
çok şeyim biriktiği için geldim buraya, çok fazla şey çünkü. Anlatınca çok daha güzel olacak. Bir
saniye, 636. A 1, B 2, C 3… ah, kapı çaldı evet. Sakin bir ses tonu.)
-Girebilirsiniz.
(Vay canına, gerçekten çok güzel bir kız. Acaba kız seçmese miydim ki? Ya karşısında çok heye-
canlanıp saçmalarsam? Hayır, hayır. Olmaz öyle şey, ben iyi bir konuşmacıyım, güzel güzel konu-
şucam karşısında. Belki çok iyi yaparsam benden etkilenebilir bile. Ayağa kalkıp karşılamalıyım.)
-Hoş geldiniz.
-Siz de hoş geldiniz Semih Bey. Çok bekletmemişimdir diye umuyorum.
-Yok yok, hayır tabi. Ben de çevreyi inceliyordum. Baksanıza Sonbahar Ritmi var duvarda. Pollo-
ck çok severim ama böyle imitasyonları yasaklasalar çok daha iyi olur diyorum bazen. Sanatçıya
saygı önemli sonuçta değil mi? Ah, sizi ayakta bekletiyorum kusura bakmayın, şöyle oturalım.
-Teşekkür ederim, çok naziksiniz.
-Rica ederim. Iıı.. isminiz neydi acaba ?
-Beatrice.
- Ah, takma isim kullanıyorsunuz tabi ki. Ama oldukça güzel bir takma isim, Belli ki sanata ilginiz
var. Buna çok sevindim zira ben de kendi çapımda az biraz şairim diyebilirim, yani şiirler yazıyo-
rum ama pek güzel olmadıkları için insanlara okutmuyorum. Siz şiir, öykü gibi bir şeyler yazıyor
musunuz?
-Kişisel bilgi vermememiz gerektiği söylendi Semih Bey. Güvenlik önlemiymiş.
-Oh, anladım pekala. Kusura bakmayın bilmiyordum. ( Aptal. Tabi ki böyle kurallar olacak, sanki
Tinder buluşmasına geldin. Kendini topla.)
- Sorun değil Semih Bey. (Ne kadar da güzel gülüyor.) Siz bana nelerden bahsetmek istersiniz?
- Yani, buraya gelmeden önce çok şey planlamıştım ama birden unuttum sanki hepsini (Salakça
gözüksen de gül, sempatik olmak iyidir ya.) sadece siz içeri girmeden hemen önce bir şeyi fark
ettim. Oda numaramız 636. Ben de ebced hesabı ve benzeri aktivitelere ilgiyimdir de o yüzden
bu numaranın alfabe değerinin hoş bir şey çıkmadığını hemen anladım. Hiç, hiç hoş bir isim değil
benim için, ama neyse diyelim efendim bunlar geçmişte kaldı değil mi? A a a, sakın cevap ver-
meyin, bana aşağıda 5 soru hakkımızın olduğu söylendi. Olur da bana bir soru sorarsanız birini
çöpe atmış oluruz. Soru haklarını böyle boşa harcamak istemeyiz değil mi? Şimdi anlatacaklarıma
geçeyim değil mi, bir düşüneyim nereden başlayabilirim ki?
(Ter. Cebimde peçete vardı evet onu alıp sileyim. Tamam ben sakinim, daha çok sürem var. Dü-
şün şimdi, buraya neden gelmiştin? Laflarını ağzına tıkan insanlardan kaçmak için gelmiştin. Seni
gerçekten dinleyecek bir ruh bulmak için gelmiştin. İşte karşında biri, seni dinlemeyi bekliyor.
ANLAT!)
-Capella yıldızını hiç duymuş muydunuz acaba? Ayrıca size sen diyebilir miyim Beatrice ıııh..
Hanım?
- O yıldızı hiç duymamıştım. Ve istediğiniz şekilde hitap edebilirsiniz tabi, yalnızca kurallar ge-
reği benim “siz” hitabında kalmam gerekiyor.
(Kuralların canı cehenneme.)
-Ah anlıyorum, elbette. Capella gökyüzünün en parlak altıncı, Arabacı takımyıldızının ise en
parlak yıldızıdır. Pekii, arabaları kim çeker sevgili Beatrice?
-Atlar mı?
-Normalde elbette atlar çeker ama artık yıldızların ve mitlerin dünyasındayız Beatrice! Bu dün-
yada arabaları keçiler çeker. Neden biliyor musun? Capella latince “küçük keçi” demektir. Ve ken-
disi Zeus’u küçüklüğünde emziren keçi Amalthea’dan başkası değildir. Aslında teknik olarak bir
değil dört yıldızdan oluşan bir sistemdir Capella ama seni bu bilimsel detaylarla sıkmayacağım
Beatrice. Kendisi harikulade güzeldir. Böyle, nasıl desem, ııhh..
- Yanlış bilmiyorsam gece gökyüzünde görünen binlerce yıldız var Semih bey. Peki bunlar ara-
sında neden Capella sizin için özel?
- Ahh, bu çok güzel bir soru Beatrice! Ben de tam ona gelmeye çalışıyordum. Özel olmasının
sebebi onu diğer yıldızlardan ayıran şahane bir uyuma sahip olması. Capella gökyüzündeki en
parlak altıncı yıldız. Üstelik ondan daha parlak yıldızların hepsi zenitte, yani başınızın tam tepe-
sinde ya da onun yakınlarında dururken Capella Kuzeydoğu ufkuna yakın duruyor. Bu ne demek
biliyor musun Beatrice? Bizim gibi Kuzey Yarım Küre’de yaşayan şanslılar için Capella her gece
gökyüzünde kocaman bir disco topu gibi kırmızı-yeşil parıldıyor! Aslında her yıldız böyle parıldar
Beatrice, ama bazılarını parlaklığı az olduğu için göremeyiz, bazılarını da zenitte oldukları için
atmosferimiz ışıklarını az kırdığı için göremeyiz. Capella hem parlak hem de ışığı çok kırılan bir
yıldız, o yüzden göklerimizin yegane disco topu! Olağanüstü değil mi Beatrice?
-Elbette Semih Bey, türünün tek örneği olan her şey çekicidir, heyecanla doldurur içimizi.
- Evet… (e-eevet? Aptal gibi bakmasana kızın suratına. Bak ne güzel yüzünü sana dönmüş, göz-
lerinde ışıltıyla ağzının içine bakıyor. Dupduru bir cildi ve sade bir makyajı var. Ya sende? Koltuk
altların Nil olmuş, balıklar yüzüyor. Konuşurken çenen kim bilir ne abuk sabuk şekillere giriyor.
Elinde sürekli çevirdiğin kalem çoktan çürük raporu aldı, ağzına sıçtın onun. Mutlu musun? E-E-
EVET? KONUŞSANA HADİ NE DURUYORSUN?)
- Öeeğmm.. sadece türünün tek örneği olması da değil, o bir ayrık çocuk Beatrice. Yaniii… (ko-
nuş.) Vega ve Polaris’e meraklı pek çok amatör vardır. Bunlar böylee… (durma.) yaz akşamlarında
gökyüzüne bakar ve şey derler: “Aa, Yaz Üçgeni!”, “Aa, Kutup Yıldızı!” ama bunlar acemilerdir
elbette. Çünkü gözleri bakmayı bilenler şu gerçeğin farkına varır: Capella gökyüzünün… ( Yönleri
gösteren alet neydi? Şu ucu iğneli, hep kuzeyi gösteren şey? Pisuvar. Hayır saçmalama. Böyle
yuvarlak olur, cepte taşınır? Pisuvar. Değil.)
- En görkemli yıldızıdır?
- Yok hayır Beatrice şey… ( Marcel Duchamp. SUS LAN O DEĞİL! Gemiciler kullanırdı eskiden,
yön bulmak için, Puro. Allahım…)
- Pusulasıdır! Evet gökyüzünün pusulasıdır. Kuzeydoğuyu gösterir her zaman. Neyse, Capella
için bu kadar yeterli bence, öyle değil mi Beatrice? Bütün zamanımızı bizden milyonlarca ki-
lometre uzaklıktaki parlak bir dostumuz için harcamayalım, zaman değerli. O yüzden hiç vakit
kaybetmeden yeni bir şey anlatmalıyım sana! Amaaa… ne anlatsam? O kadar çok konu var ki
ilk önce hangisinden başlamalı bilemiyorum Beatrice. (adını söylemek ne kadar güzel: Beatrice,
Beatrice, Beatrice.) Mesela halüsinojenler çok ilginç değil mi? Veya pek az kişinin bildiği East
India Company’nin tarihi? Oluşturdukları kocaman ordu? Dünyada yaşamın başlangıcı üzerine
teoriler? Ebced hesabı? Gravitonlar… Hepsi, bütün hepsi çok güzel değil mi Beatrice? Müthiş
heyecanlandırıcı değil mi?
- Çok güzel elbette.
(UYAN. Kendini kandırıyorsun. Kızın gözlerine bak, ışıltı falan yok. Sadece yorgunluk var. An-
lamsız bir heyecandan dolayı konuşamayan, saçmalayan birini dinlemek zorunda olmaktan yo-
rulmuş. Gülümsemesine bak, güzel falan değil, ZORAKİ. Ne kadar sıkıldığını sana çaktırmamaya
çalışıyor, çünkü tek derdi buradan iyi para kazanmak.)
-Ama.. (aması falan yok. Kendini daha fazla kandıramazsın. Dünya senin çevrende dönmüyor.
Memur’a “siz” demeyince, takma ismiyle hitap edince ona yakınlaştığını mı zannediyorsun? Za-
vallı gibi seni dinleyip anlattıklarından etkileneceğinin hayalini mi kuruyorsun? Her cümleni so-
nuna kadar dinlediğine gerçekten inanıyor musun?)
-Hayır, hayır, hayır, hayır…
- Semih Bey?
-KONUŞMA!
(öfkeyle ayağa kalk.)
SEN GERÇEK DEĞİLSİN!
(işte böyle.)
BU BİNA, BU SİSTEM, HİÇBİRİ GERÇEK DEĞİL. SOSYAL DÜZEN MERKEZİ SADECE DÜZEN İS-
TİYOR, SOSYALLİK, İNSANLIK HİÇ UMRUNDA DEĞİL. HEPSİ YALAN, HEPSİ GÖZ BOYAMA! Ahh..
(evet şimdi koltuğuna dön, yıkık bir şekilde otur ve ellerinle yüzünü kapa. Çünkü sen busun.
Öfkeni sürdürebilecek, içinde yanan ateşle insanları sarsabilecek biri değilsin. Çekingen, eğreti,
güçsüz, mızmız.)
Eskiden her şey güzeldi, farklıydı. İnsanın arkadaşları olurdu, onları dinler, gerçekten merak
ettiği için sorar, gerçekten zevk aldığı için beraber vakit geçirirdi. Güzel hikâye anlatanların çev-
resine toplaşırdı insanlar, beraber gülüp eğlenirdi. Saatlerce filmler, kitaplar, oyunlar üzerine ko-
nuşulurdu, konuşurdum. Sonra siz geldiniz, öyle birden değil, yavaş yavaş, adım adım ördünüz
ağlarınızı. Başlarda ne Nazi ne de 1984’variydiniz. “Teknoloji Devrimi” dediniz, “verimlilik” dediniz,
bizi buraya kadar getirdiniz. İnsanların toplaşamadığı, boş zamanı olmadığı, ‘planlı’, ‘puanlı’,’pratik’
bir toplum yarattınız. APTALLIKLAR TOPLUMU. (Ter.) İNSANLARIN KONUŞMAK İÇİN RANDE-
VU ALDIĞI BİR TOPLUM! EKRAN ZOMBİLERİ TOPLUMU (Ellerim buz gibi.) Oysa benim sabaha
kadar konuştuğum insanlar vardı, gece yarısından sabaha kadar! (baş dönmesi.) Sohbetleri satın
alınamayacak insanlar, dünyayı ve hatta evreni anlamaya, anlatmaya hevesli insanlar. Hepsini…
hepsini öğüttünüz. (mide bulantısı.) Hayalinizdeki partnerler! Konuşmanın en verimlisi, konuş-
manın en… kişiseli. Fakat… kimse kalmadı… kimse… anlatmaya ihtiyac… (kuş tüyü beden.)
-Semih Bey?!
******************************************************
(Bir kuyu, başında anne ve çocuğunu görüyorum. Konuşuyorlar. Şakalaşıp birbirlerine bakıyor-
lar. Çocuğun eli kuyudan içeri uzanıyor. Bir silah sesi. Hızlıca soluma dönüyorum: dingin ormanın
hiçliği. Kuyu: Anne düşmüş, yerler ıslak. Çocuk yok, kuyuya mı düştü? Bir silah sesi daha. Sağıma
hızlıca dönüyorum: şimşek hızıyla bir kamyonet geçiyor. Elmalarla dolu kasasından yere bir tane
elma düşüyor. Gözümle elmayı izliyorum. Kavislerden, dönüşlerden sonra çalılara yaklaşıyor. Ot-
lar arasına girip kaybolduğu yerde bir plastik. Bot bu! Başımı kaldırıyorum: bir lens, bir kamera.
Arkasında bir adam, gülümsüyor. Sesi pürüzsüz: “Gerçekliği bulandırma, üzerine ışık düşür!”
Bir silah sesi daha. Yere düşüyorum. Gözümü kapattığım bir an. Gözümü açtığım bir an çukur-
dayım. Hayır, dikdörtgen bir çukur. Hayır, dikdörtgen bir mezarlık. Yukarıda kuyunun başındaki
çocuk. Elinde boyuyla bir kürek. Ağlamaktan gözleri şiş. “Annem gitti.” “Sevgilim..” neden böyle
dedim bilmiyorum. Çocuk kafa sallıyor. Küreği eline alıyor. Göremediğim bir toprak birikintisi var.
Hayal ettiğim tepe. Küreği ona sallıyor. Üstüme toprak atıyor.
şevval şirin
Topraktan ve yüreklerimizden evlerimize, hayatlarımıza, aşklarımıza dair sesler duyardık. Bu
ses öyle diriydi ki ölüm aklımızın ucundan dahi geçmezdi. Adını, manasını bilmediğimiz ve buna
yerinmediğimiz, kâinatın oldukça sabırlı bir vaktindeymişiz meğer. Ayın bizlerden yüz çevirdi-
ği, bizlerin de yıldızların tılsımlarına kapılmaktan korkup onları göremeyeceğimiz ve onların da
bizi göremeyeceğini düşündüğümüz çatılar altına saklanırdık. Belki de bizim böyle yaşadığımız
zamanlarda dünyanın bilmediğimiz yerleri şimdi bildiğimizden çok daha başkaydı. Belki de Sah-
ra’dan bir nehir geçmekteydi.
Yaşamlarında düşlere yer veremeyecek kadar yeryüzü sarhoşu olan bu insanlara nasıl bakılabi-
lirdi? Artık bazı şeylerin değişmekte birçok şeyin ise çoktan değişmiş olduğunun güzün son üç
gecesinde dehşetle farkına vardık. Çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü; denizde bir
başına bir insanın sesine hasret kalma çaresizliğini, su gibi ekmek gibi somut bir biçimde bıraktı
avuçlarımıza. Yaşarken bir kez olsun başını kaldırıp da tanrıyla göz göze gelmeyenin asıl ölümden
önce kapalı hükmündeymiş gözleri. Dağların tanrının elinden un ufak döküldüğünü gördük. Dün-
yanın vedası işte böyle ani, hazin ve garipti.
Yarından söz edemeyiz ama belki yarın bizden söz edebilirler. Biz dünyayı yaraladık ve dünya
öldürdü bizi. Bunların hiçbiri düş değildi. Usulca uzanmış yatıyorken toprak üzerinde artık yıldız-
lardan hiç korkmuyorum. Şimdi anlıyorum ki dünyaya geldikten sonra uzun bir müddet susmalı,
tıpkı şimdi olduğu gibi. İşte parmaklarımın ucunda Akdeniz ve göz alabildiğince incir tarlaları…
Hiç bilmediğim bir şehir ve hiç görmediğim bir biçimde evleri. Her şeye rağmen biliyorum ki bu-
raya bir defa olsun gelmem gerekti. Şimdi kaburgam kırık, ellerimi suçlu; dünyayı affedebilecek
miyim?
keder şanstır
yalım aydın
I
II
yaşasın!
benim de büyükortaküçük herhangi bir şair gibi
I-II falan diye bölümlendirilmiş
bir şiirin altında adım yazıyor artık
III
IV
II
On üçüncü yaşıma bir hafta kalmıştı. Bunu bir otobüs durağında beklerken parmaklarımla
sayarak hesaplamıştım. Ve elimdeki boya izinin günlerdir geçmediğini anlamıştım. Yakın za-
manda resim yapmamış olmama rağmen o izin boya olduğunu bana düşündürense kırmızı
olmayışıydı. Eğer öyle olsaydı alerji olduğumu zannederdim, uzun sürmez geçerdi. Belki de
başka bir sabunla yıkamalıyım. Elbet geçecekti, kafamı böyle şeylere yoracak vaktim yoktu.
Otobüs bir türlü gelmek bilmiyordu, hatta tam o sırada yoldan tek bir araba bile geçmemek-
teydi. Fakat karşı kaldırımdan bir adamın geldiğini gördüm. Gri eşofmanlı, beyaz tişörtlü, es-
mer, kel, sol kulağı kesik, elleri büyük ve pis bu adamın kokusunu beş metre öteden alırsınız;
eminim çoğunuz tanırsınız onu. Gri eşofmanlı, beyaz tişörtlü, esmer, kel, sol kulağı kesik,
elleri büyük ve pis o adamın gittiğini gördüm.
Gözlerim elime kaydı, lekenin olduğu yer simsiyahtı elimse gri. Aslında her şey simsiyahtı ve
gri. Neler olduğunu anlayamadım, çok korktum. Koşarak kaçmak da istedim çığlıklar ata ata
ağlamak da ama tedirgin ve ağır adımlarla eve doğru yürümekten başka bir şey yapamadım.
Yol boyunca renkli hiçbir şey çıkmadı karşıma. Sonraki günlerde ne gökyüzünün ayırdına va-
rabildim ne denizin ne odamdaki lacivert tablonun. 1940 yapımı bir film gibiydi gördüklerim.
Dram, gerilim. Anneme anlatmak aklımın ucundan bile geçmedi, daha önceden tecrübeliy-
dim: İnanmayacaktı. On üçüncü yaşıma bir hafta kalmıştı. Şifresi 1234 olan herhangi kasadan
farksızdım ama neyse ki kimse tuşlara basmayı denemiyordu.
Elinde boya lekesi olan başka insanlar varmış, sabunla geçmeyeceğini kabullenmem oldukça
zaman aldı. Sevgilim parmaklarıma biraz kırmızı bulaştırdığında on yedi yaşındaydım. Taşı-
dığım heyecan, bütün renklerimizi karıştırma isteğimi doğuruyordu. Ve bir yerlerden diğer
bütün sesleri bastıran hareketli bir müzik sesi geliyordu. Banyoda elimdeki kanı temizler-
ken aynadakinin farkına varmıştım. İki yeşil nokta süzdü bedenimi. Yansımama hayranlıkla
bakmıştım. Kısa sürede makyaj yapmayı öğrendik ardından ışıltılı pembe farla boyadık bir-
birimizin göz kapağını. Öyle bir karanlıktan çıkmıştım ki her şey gözlerimi kamaştırıyordu.
Bütün arılar, taç yaprakların büyüsüne kapılmıştır. Hızla geçen o yıllara dair başka bir şey
pek hatırlamıyorum. Yalnız arkadaş çevrem çok genişti. Kör kütük aşık zil zurna sarhoş halde
yönümüzü şaştığımızda eve bırakacak birini illaki buluyorduk.
III
Yaşım ilerledikçe parlaklık azaldı ve gerçek halini aldı. Zar zor tamamladığım üniversite ha-
yatımın ardından okuduğum bölümle uzaktan yakından alakası olmayan bir işte çalışmaya
başlamıştım. Uzak ve yakınla ilgili sorunlarım da başlamıştı. 06.30’a kurulu alarmımın çaldığı
her günkü günlerden birine uyanmış, ilaçlarımı almış, yola koyulmuştum. İş yerinde herkesi
kafa kafaya fotoğraf çekilmeye çalışırken bulmuştum.
Birkaç pozdan sonra patron ortaya geçip konuşma yapmıştı. Şirket kârdaymış, biz bir ai-
leymişiz, başarının devamlılığı için daha çok çalışmalıymışız, elbette karşılığı olurmuş, hafta
sonuna da bir yemek ayarlasak mıymış, kutlamış olurmuşuz, Cemre Hanım nişanlısından ev-
lenme teklifi almış, onu da tebrik ediyormuşuz, Özgü Hanımmışım, ooo ben de mi buraday-
mışım! Öyleyse hep birlikte bir fotoğraf daha çekilelimmiş.
Yavşak herif susmak bilmiyordu. Yeniden pozları için hazırlandıklarında ben bir türlü yanla-
rına geçemedim, sanki şeffaf bir çemberle çevrelenmiştim. Ne kadar çabalarsam çabalayayım
yaklaşamadım bir kol uzaklıktaki bu insanlara. Bu insanlara ve başka insanlara. Diğerleri-
ne de. Ve kimseye. Kadraja girmemekte ısrarcıydım. Albümde yer bulamadım kendime. Pek
korkmadığım gibi şaşırdığım da söylenemez. Devliğimden beri alışmıştım tüm saçmalıklara.
Anladım hayatın normali buydu -en azından benim hayatımın-
Boyutlar, renkler, mesafeler hep değişti. Ben de tüm gizemleriyle sevmeyi öğrendim hayatı
ve hayatımı.
a.h. sahâbi
O kadını şiire sığdırabilecek tek şair benim
lalalarımın diliyle banyobyapmak, yunuslar üstümü ararken
vaktimi aldı.
sevginin başka hallerinde
bel gamzemden düş
garib anlarım. yanlışı doğruyu öttüren
neyseler kimin eseri?
bir kere vurdum. iki Her neysen kendinden başka bir şey kalmasın
kere vurdum. üç kere Yaşayarak dans ediyor, bu iyi
vurdum.
. herkeslere nasip olmayan zamanı
. .
herhangi bir iş sabahı kot yerine giyebilir
yüzünde görmedim bilmedim duymadım Fark edersin/
açıktan konuştuğu kadar şey saklı içinde
netim kalmadı,
karşının kodu artık sevgilim.
Ve güzeldir
lili postegro,
sana teşekkür mü etmeliyim? birini tanımak
çok konuşmadan
altın saçlı kadın
damla azaklı
“Merhaba,” dedi ön koltuktaki kadın bana dönerek. Otobüsün ilk mola yerine dek yüzünü
hiç görmemiştim. Üç saattir altın sarısı renkte saçlarına güneş vurdukça oluşan parıldamayı
seyrediyordum. Ara ara minik minik örgüleri vardı saçlarında. Arkadan bu örgüleri görünce
daha genç sanmıştım onu. Nihayet yüzünü gördüğümde teninin matlığı, göz çevresindeki
kırışıklıklar, iri kemerli burnundan dudağına uzanan çizgilerdeki belirginleşme, dudakla-
rındaki aşağı doğru bükülme kırklı yaşlarda olduğunu gösteriyordu bana.
“Merhaba,” dedim gülümsemeye çalışarak.
“Şarj aletiniz var mı acaba? Benimki bagajdaki çantamda kalmış.”
“Çok teşekkür ederim.” dedi ben şarj aleti uzattığımda. Benim zoraki gülümsememe rağ-
men onun gülümsemesi son derece doğal, rahat ve kayıtsızdı.
İsmini öğrenemedim. Kendim sormadım, birini de ona hitap ederken duyamadım. Tek ba-
şına gelmişti bu geziye. Yan koltuğunda oturan diğer yolcuyla tanışırken muhasebeci oldu-
ğunu, bekar olduğunu, daha önce defalarca tur programlarıyla seyahat ettiğini söylediğini
duydum ama ismini ne o an ne de daha sonra asla duymadım.
Yolculuk bitip Ihlara Vadisi gezisi ile tur programı başladığında da altın saçlı kadını göz-
lemeye devam ettim. Tur rehberi kırk küsür katılımcıyı vadi içindeki kiliselerde etrafında
toplayıp tarihi bilgiler verdikçe biz de onu bilgiye susamışlıkla dinledik. Dinlerken gözlerim
insanların üzerinde dolaştı sıkça. Kimi çok pejmürde giyinmişti; döküntü, dizi çıkmış eski
püskü kot pantolonlar, buruşmuş oduncu gömlekleri, bir gecelik yolculuk sonrası olmanın
getirisi yağlanmış saçlar, morarmaya yüz tutmuş göz altı torbaları, ıslak koltuk altlarının
görselleşmeye başlamış kokusu; bazısı giyimine entelektüelliğini yansıtmıştı; kiminde fular,
kiminde omza atılmış bir şal, birinde kırmızı saçların üzerine atılmış siyah fötr şapka; biri de
ekibin en şık insanıydı; kare desenli siyah külotlu çorap üstüne kırmızı bir etek, bel dekolteli
uzun kollu siyah bir bluz, topuklu siyah çizmeler, bu kombini bir hediye paketi gibi saran çi-
çekli bir parfüm kokusu. Altın örgülü saçlı kadın ise son derece sıradan görünüyordu. Siyah
beyaz enine çizgili bir kazağın altında boru paça bir kot pantolon, ayaklarında rahat görü-
nümlü koyu yeşil spor ayakkabılar. Kollarını kavuşturmuş, sırtını kayadan oyulmuş Ağaçaltı
Kilisesi’nin duvarına vermiş rehberi dinliyordu. Vadi gezisi boyunca herkes çıldırmış gibi
fotoğraflar çekti. Vadinin içinde bir köprü, köprünün altında tatlı tatlı akan bir nehir. Kili-
selere çıkan taş basamaklar. Kiliselerin içinde bazısının boyası soyulmuş bazısının üzerine
sonradan ziyaretçilerin isimleri kazınmış freskler. Ama kadın bu güzelliklerin hiçbirinin fo-
toğrafını çekmedi, kendisi de fotoğraf çekilmedi.
Otobüste zaman zaman başını cama yaslayıp uyudu. Arada kulaklıkla müzik dinledi. Bir
ara kulaklığı televizyona taktı. Güncel bir dizi vardı ekranda, onu izlediğini gördüm. Bazen
camdaki yansımasından yüzüne bakmaya çalıştım. Kalkıp su almaya gittikçe kendisine de su
isteyip istemediğini sordum. İstedi genelde. Her şeyiyle doğaldı, sıradandı. Tek başına gelen
tek yolcu da o değildi, ama yine de o kadında beni sürekli onu gözlemeye iten bir şeyler
vardı.
Yer altı şehirlerini gezerken benim heyecanımı paylaşıyor mu diye yine ona bakmaya ça-
lıştım. Yakınlaştığı kimse yoktu ama herkesle az biraz sohbet ediyordu. Hiç çekingen birine
benzemiyordu. Tam aksine halinde aşırı bir umursamazlık vardı. İlk ve son kez orada benden
fotoğrafını çekmemi istedi. O zaman anladım orada olmaktan benim kadar heyecan duydu-
ğunu.
Pek alışveriş yapmadı. Kayadan oyma seramikçiyi gezerken seramikleri ilgiyle inceledi. Eli-
ne aldı evirdi, çevirdi, satıcılara sorular sordu ama satın almadı. Lokum dükkanından da
bir şey almadı. Ama yerel oniks taşının işlendiği el sanatları merkezine karşı epey ilgiliydi;
takıların hepsini neredeyse tek tek dolaştı. Yüzükleri dolgun parmaklarına takıp çıkardı, kü-
peleri aynada kulağına yaklaştırıp inceledi, kolyeleri denedi, sonra tek bir yüzüğü onun için
paketlediklerini gördüm.
Açık büfe olan yemeklerin hepsine özenle katıldı; kendisine ara sıcaklar, ana yemek, salata
tabağı ve tatlılar şeklinde dört farklı tabak hazırladığını ve hepsini iştahla yediğini gözlerimle
gördüm.
İlk günün sonunda yorgunluktan çoğumuzun gözleri kapanırken geceki eğlence progra-
mına katılmak istediğini söyleyen üç kişiden biri oldu. Geceye giderken dizinin iki karış yu-
karısında biten mavi tek parça bir elbise ile beyaz hafif topuklu çizmeler giymişti, saçlarının
örgüsünü açmıştı, yanaklarında bir parça allık, gözlerinde bakışlarındaki zekayı belirginleş-
tiren siyah kalem, dudaklarında kırmızı bir ruj vardı. Mini eteği ve kırmızı rujuna rağmen
seksapalden ziyade masumiyet ve zarafet yayıyordu.
“Keşke sizler de gelseydiniz, eğlenceli olacak.” dedi neşeli bir sesle yemek masasındakilere.
Çok yorgun olduğunu söyledi bir kişi, biri geceyi pahalı bulduğunu söyledi, bir başkası il-
gisini çekmediğini. Ben de ertesi gün sabahın köründe balonları izlemeye gideceğimi söy-
ledim.
“Olsun, “ dedi. “Ben de sabah balona binmeye gideceğim ama sonuçta bir daha ne zaman
geleceğim ki, her şeyi yapasım var.”
Sabah gördüğümde oldukça dinçti.
Gözleri parıl parıl, yüzündeki kırşıklık-
larsa sanki ilk güne nazaran azalmış. Ye-
niden örmediği saçları altından bir yığın
halinde omuzlarına dökülüyordu.
“Geceniz nasıl geçti, eğlenceli miydi?”
dedim kahvaltı sırasında beklerken, ka-
labalığın uğultusu arasından sesimi du-
yurmaya çalışarak.
“Çok güzeldi, “ Gerçekten bir mutlu-
luk hali vardı ifadesinde. Tabağına sos-
lu yeşil zeytin doldurdu. “Biraz da içtik
ama neyse ki balon turuna uyanabildim.”
dedi.
“İzledim balonları, “ dedim. “Rüya gi-
biydi. “
Heyecanla sesi tizleşti. “Bir de içinde
olmayı denemeliydiniz. Oz Büyücüsü
gibi hissettim kendimi.”
Oz Büyücüsü’nü çocukken izledim el-
bette. Balonla ilgili bir şeyler olduğunu
görsel: eylül ergün hatırlıyorum ama ne olduğunu hatırlayamadım.
Bakışlarımdaki soru işaretini algılamışçasına sabırsızlıkla ekledi.
“Oz Büyücüsü işte; filmi var, kitabı var. Çocukken en sevdiğim kitaptı, defalarca okudum. O
zamanlar en çok Dorothy’den etkileniyordum tabi, kendimi onla özdeşleştiriyordum, hatta
onun gibi topuklarına vurup üç kere ev gibisi yok dediğimde eve gidebileceğim kırmızı pullu
ayakkabılarım olsun çok istiyordum. Şimdi daha çok Oz Büyücüsü’ne yakın hissediyorum.
Kendisinden mucizeler beklenen biri Oz Büyücüsü ama sonunda şarlatan olduğu ortaya çı-
kıyor. Nihayetinde bir balon içinde Zümrüt Şehir’i terk ediyor. Ama öylesine alelade ve zavallı
ki onu bile kasıtlı yapmıyor. Amacı Dorothy’ye yardım etmek olduğu halde Dororthy’i alama-
dan öylece havalanınca balon ,bir veda konuşması yapıp gidiveriyor. Hem Dorothy’ye yardım
edemiyor, hem de sanıldığı gibi muazzam biri olmadığını ortaya çıkarıyor. Aslında hikayenin
özü bambaşka. Ulaşmak istediğin cesaret, iyilik, akıl senin kendi içinde gibi bir mesajı var
okuyanlara. Ama kitaplardan hayatının farklı dönemlerinde farklı mesajlar alabiliyorsun. Bir
kitabı büyüleyici kılan da bu bence.”
Kendini bir anda bu kadar bana açabilmesi hoşuma gidiyor, sohbet ilerlesin istesem de
kahvaltımızı yarım saat içinde bitirip yeni günün programı için hazır olmalıyız.
“Söyledikleriniz çok ilginç, bunu konuşalım yine. “ dedim sadece.
Ekmeğini iştahla reçele banarken “Tabi,” dedi umursamazlıkla. O zaman fark ettim, bana
anlatmıyordu bunları aslında, yani orada kim olsa, hiç tanışmadığı biri dahi olsa anlatacaktı.
Muhatabının onu dinleyip dinlemediği o an için çok da önemli değil gibiydi.
Paşabağları Ören Yeri’nde onu deveye binerken gördüm. Bir sefer de atla safariye katı-
lırken. Göreme Açık Hava Müzesi’ndeyse tabi ki Kapadokya’daki pek çok yapı gibi kayadan
oyma olan ve eskiden kilise olarak kullanılan yapıların her birini gezdi sanki. Rehber hepsine
girmenin gereksiz olduğunu, çoğunun boş odalar olduğunu söylemişti. İçinde freskler olan-
ları belirtmişti bize. Grubun çoğu da o yapıları ziyaret etti. Ama altın saçlı kadın onlara çok
yüz vermedi, boş odalara döndü yönünü. Ben de istemsizce onun gezdiği taraflara yöneldim.
Çavuşin Kasabası’nda nihayet yarım saat serbest zaman tanındı bize. Hava muhteşemdi,
ilkbaharda gibiydik. Kasabanın her yeri tarihi taş yapılarla doluydu. Bu taş yapılardan yı-
kık dökük olan birinin basamaklarını çıkmaya başladık önce birkaç kişi. Ama basamakların
yukarı doğru devam ettiğini görenler bir süre sonra indiler geri. Biz altın saçlı kadınla yü-
rümeye devam ettik. Basamaklar yıkık dökük, yer yer takılıp tökezliyoruz, yanda yapının
arasına minnacık bir otel inşa etmişler, kapısı saray kapısı gibi. Bir tarafta inşaat halinde bir
takım çalışmalar devam ediyor, duvarların birinde ÖNCE GÜVENLİK yazılı bir tabela var. Biz
çıkmaya devam ettik. Önce pek konuşmaya ihtiyaç duymadan, sonra o bir sohbet başlattı.
“Bu kasaba gezdiğimiz en güzel yer bence. “ dedi.
“Bence de, “ dedim. “Antik kentler gibi görünüyor.”
“Evet, antik kentlerde gezmeyi çok severim. Taş basamakların arasından kendimi o dö-
nemdeymiş gibi hayal ederek dolaşmayı çok seviyorum. “
Yine kendi kendine konuşuyormuş hali vardı üzerinde.
İlerledikçe basamak inşa edilmemiş, çıkması daha zor bir hal aldı. Güneşin altında terle-
miştim de, ama nereye varacağımızı merak ettiğimden ve altın saçlı kadının aurasına kapıl-
dığımdan çıkmaya devam edecektim.
Taşlar bizi araç yoluyla ve tek tük bodur ağaçlarla bölünen geniş bir araziye çıkardı. Yol
kenarında bir araç park etmişti. Arazi yokuş yukarı devam ediyor, daha tepeden birkaç insan
sesi geliyordu.
“Devam edelim mi? Dönelim mi? “ dedim, on beş dakika sonra otobüsümüz hareket ede-
cekti.
“Biraz daha devam edelim, şu en yukarı kadar çıkalım.” dedi tepenin yukarısını işaret ede-
rek. O zaman işaret parmağındaki yüzük dikkatimi çekti. İncecik bir yüzük, ortasında yeşil
bir taş.
“Yüzüğü el sanatları merkezinden mi aldınız? Çok güzelmiş.” dedim. “Evet, yeşim taşı. Taş-
ları anlatan kadın da dedi ya, mutluluk taşıymış.”
“Peki işe yaradı mı? “ dedim gülerek, öylesine, laf olsun diye.
Altın saçlı kadın da güldü. “Hayır yaramadı.” dedi. Buruk değildi ama, neşeli bir gülüştü.
Ayakkabılarımızın toprak yolda çıkardığı tok sesin, arada bir ezdiğimiz dalların çıtırtısının
arasına karıştı gülüşü. “Epey düşündüm de mutlu olmanın bir yetenek olduğuna karar ver-
dim. O da bende yok.”
“Sizin büyük bir derdiniz mi var? “dedim samimi konuşmaya başlamasından cesaret alarak.
“Her etkinliğe öyle istekle katılıyorsunuz ki geziye belli bir sorunu aşmak niyetiyle katıldığı-
nızı düşündüm.”
“Yoo, ben hep bu tür seyahatlere çıkarım. Ama burayı bilerek geciktirdim. Çünkü çok özel,
masal gibi bir yer. Dünyanın sıkıntısı bence çok gerçek olması. Hiç sihir yok, mucizeler yok.
Hayvanlar konuşmuyor, tılsımlı ayakkabılar üretilmiyor, pamuk prensesler öpücükle uyan-
mıyor, iyilikle kötülük savaşını iyilik kazanmıyor.” Birden ilgiyle bana döndü. “Fantastik ya da
bilimkurgu edebiyat sever misiniz? “
“Pek değil, ben aslında kurgu okumaktan ziyade bilgi verici şeyler okumayı seviyorum.”
“Ben çok severim. Çünkü gerçeklerden uzaklaştırıyor. Böyle konuştukça bir derdim oldu-
ğunu düşünmenizi anlıyorum aslında. Ama insanların çoğu meselenin özünü kaçırıyor, siz
de öyle. Meselenin özü yaşamın kendisinin, tüm bu gerçekliğin başlı başına bir dert olması.
Sanki yaradılışımızda içimize bir varoluşsal kaygı da yerleştirilmiş. Herkeste var mı acaba,
yoksa sadece bazı kişilerde mi ve ben de o şanssızlardan biri miyim?”
“Nasıl bir his mesela, açarsanız bende olup olmadığına karar verebilirim.”
“Şöyle göğsümün ortasında hissediyorum genelde, bir yabancılaşma duygusu, bir anlam-
sızlık, saçmalık hissi. Kimi insan hayata şöyle bakıyor; bu hayat sonsuz mutlu olana ulaş-
madan önce verilmesi gereken bir sınav ve ölümden sonrasına hazırlanıyor. Kimi de yaşa-
yacağımız tek gerçek hayat bu diyor. Ben en zor olana sahibim. Ne ölümden sonrasına ne
yaşamın kendisine inanıyorum. Hiçbir şeye inanmadığımdan dünyaya aidiyet duyamıyorum,
uzay boşluğunda savruluyor gibiyim. “
“Yaşamın kendisine inanmamak nasıl bir şey yani?”
“Bazıları hayatta dine tutunur, bazıları bilime, kimi mesleğine. İyiliğe inanabilirsin, paraya
belki, sevdiğin insanlara ya da kozmik bir enerjiye falan inanabilirsin. Ama hiçbir şeye inan-
madığında bu o kadar zor ki! ”
“Evet, ama aynı zamanda imkansız geliyor bana. Her insan hayatta bir şeylere tutunur. Ha-
yatta kalma motivasyonunu sağlayan bu.”
“Hiç bir an önce ne yaşayacaksam yaşayayım da ölüm vakti gelsin diye düşündün mü?”
Hitabını değiştirdiğini fark ettim. Gözleri ara ara uzaklara dalıyordu. Otobüs saati geçeli beş
dakika olmuştu. Telefonlarımız çalmaya başlardı birazdan.
Cevabımı beklemeden devam etti. “Bak ben bunu yirmili yaşlarımın başından beri düşünü-
rüm.” Tepenin sonunda yine bir kısmı yıkılmış kayalar vardı, tırmanmaya devam etti kayaları,
ben de ona ayak uydurdum. “Bazısı bir gün hayat bitecekse dolu dolu yaşayalım diyor, bazısı
öyleyse yaşamanın bir şeyler inşa edip durmanın ne anlamı var diyor. Ben maalesef ikinci
gruptayım. Sence sen hangi gruptasın?” Önce onun telefonu çalmaya başladı. Aldırmadı.
“Ben ilk gruptayım. Yani hayattan kısmen keyif alıyorum. Dini inançlara da sahibim. Bu,
insana biraz korku da getiriyor tabi ama yine de uzay boşluğunda sallanmaktan iyidir.”
“Eğer inanç bilinçli bir tercih olarak gelebilseydi, evet artık inanıyorum der ve hayatıma
senin gibi devam ederdim. Ama öyle gelmiyor, çok içte olan bir şey. Benim yazılımıma mı
yüklenmemiş nedir?” Bu sefer gülümsemesi biraz buruktu.
Benim telefonum çalmaya başladı bu kez. Kayalıkların tepesine tırmanmıştık artık, nereden
baksan on-on beş metre yükseklikteydik. Tepede dolaşan bir iki insan da ortalıktan kaybol-
muştu. Yer yer otların bittiği küçük toprak bir zeminde duruyorduk. Çıkış noktamızdansa
epey yukarıdaydık.
“Manzaraya iyice baksana.” dedi, elini güneşe karşı alnına siper ederek uzaklara bakarken.
Aşağısı kayalık zemindi, yukarısı berrak mavi bulutsuz bir gökyüzü. Önümüzde Çavuşin
Kasabası olduğu gibi görünüyordu. Tarihin aşındırdığı ama yıkamadığı taş binalar, yaprak-
ları sararmaya yüz tutmuş ağaçlar, az önce yanından geçtiğimiz saray kapılı otel, hatta bizi
bekleyen otobüsümüz.
Telefonum çalmaya devam ediyordu.
Birden bana döndü. “Benden buraya kadar.” dedi. Duyduğum en soğuk tonuydu sesinin.
Ne kastettiğini o anda idrak ettiysem de etmemiş olmayı istedim. “Evet evet dönelim bence
de.” dedim çaresiz bir sesle.
“Şu an bir balonun buraya iniş yaptığını hayal ediyorum.” Çantasını omzundan çıkarıp bana
doğru yere fırlattı. Çanta toz kaldırırken, içinden bir takım kağıtlar göründü. Altın saçlı ka-
dın gözlerini kapadı bir adım geriye atarken. “Sepete çıktığımı. Balonun beni daha güzel bir
dünyaya götüreceğini. Kendimi evde hissedeceğim bir dünyaya” Kollarını iki yana açtı, yeşil
spor ayakkabılarının topuğunu üç kere birbirine vurdu.
“Ev gibisi yok, ev gibisi yok, ev gibisi yok.”
Bir an sonra duyduğum ses bir insan bedenin yüksekten kayaya çarpma sesiydi.
Birkaç saniye nefes bile alamadım. Sanki benle birlikte tüm doğa nefesini tuttu.
Telefon çalmaya başladı , yine onunki, tüm doğa hep birlikte nefesimizi bıraktık. Sesin gel-
diği tarafa baktım, yerde çantadan biraz ilerde telefon ekranı yanıp sönüyordu. Ellerim tit-
reyerek telefona eğilirken çantadan savrulmuş, sayfalarının yarısı dışarı doğru fırlamış eski
püskü yırtık kitabı gördüm. Kim bilir kaç yıllık, kim bilir kaç kez okunmuş bir baskı. “Oz Bü-
yücüsü” Kitabı kaldırınca içinden bir fotoğraf düştü yere. Yer altı şehrinin loş ışığında, aşağı
doğru tekinsizce uzanan taş basamakların önünde kocaman dişleriyle gülümseyen altın saçlı
kadının bu geziden kalan ilk ve tek canlı fotoğrafı.
dünyanın bütün sabahları
safa pektaş
Gregor: “Dünyanın bütün sabahları geri dönüşsüz olmasına rağmen, derin bir iç çekiş ile, bazen
bir pencere önünde ya da bir ürünü birine pazarlarken, bazen güneşin altında hüzünlenme de-
nemeleri yaparken, ne için gittiğimizi bilmediğimiz bir işin veya okulun yolundayken bitiriyoruz
sabahları ve zihnimizin belki de en ücra köşesinde bir soru var ‘kendimi başkalaştırabilir miyim,
kendimi dönüştürebilir miyim?’ yarın sabah uyandığımda yine işe gideceğim ve bir sabahın daha
ellerimden kayıp gittiğini seyredeceğim. Yazdı-
ğım bu gece notlarının sonuna geldiğimi hisse-
diyorum. Bir başka zihinle sabahları tüketmeye
devam edeceğim. Benim adım Gregor Samsa,
suskunluğumun sebebi yaşamı kabullenmiş ol-
mam değil, sadece çaresizim…”
Galata. Gece sisi kulenin duvarlarından seke
seke aşağıya inen rüzgârla dört bir tarafa da-
ğıldı. Bir adam kolunun altına sıkıştırdığı içinde
güzel bir kadının resmi bulunan çerçeve ile Ga-
lata Kulesi’nin karşısında durdu. Şişhane sokak
tabelasının altında bekliyordum. Tepemde ‘z’
harfinin yanıp söndüğü Zincir Pazarlama dük-
kânının reklamı vardı. Adam başını kaldırmış
kulenin tepesini izliyordu. Sokağın karşısındaki
sabahçı kahvesinde yorgun gülüşmeler, çay is-
teyip içmeyi unutan adamlar, pencereye kafayı
yaslayıp sabahın haber getirmesini bekleyen in-
sanlar vardı. Sis git gide yoğunlaşıyor, gözüme
bir perde gibi çöküyordu; yani birazdan adamı
da sabahçı kahvesini de kaybedecektim. Yine
başlıyordum, geçmişime onlar sayesinde so-
rular soruyor, daha çok soruyla dönüyordum.
Hadi bakalım deyip, Gregor’un yanına gittim.
Bir süre onunla kuleyi izlemeye çalıştım ama bu
beyazlık görmeyi engelliyordu. “Ben gelmeye-
ceğim,” dedi. “Burada durmalıyım ve olması gerekenler gibi yaşamalıyım. Her eylemimin sonunda
gereklilik kipi olmalı ve yalnız ölmeliyim; belki sırtımda yine bir elmayla, belki de bir kanepenin
gölgesinde; ama yalnız ölmeliyim, çünkü benden istenen bu ve ben onların istediği gibi yaşamalı-
yım.” Kendisinin normal halini burada görüyordum, yakışıklı adamdı, gözleri hafif kıvrak yapraklar
gibi çekik, yüzü yeni açan yaseminler kadar soluktu. Gözlerinden anlaşılıyordu ki dünya zihnini
hâlâ dönüşüme zorluyordu. Bir defa olsun arkamı dönüp gitmeyi düşündüm. Benim de kaderimi
çizen bir kalem vardı ve yorulmuştum. Kendimi bıraktığım anda kaderimi ellerimden alacaklardı.
Onlar gibi olsaydım eğer çarşılar yeterdi bana, akşamları televizyon karşısında birkaç bardak çay
yeterdi, kaderimi bırakmış olsaydım eğer, sabah sohbetlerinin ardından gün boyu verilen düzen-
de çalışmak yeterdi ama devrimin insanın kaderinde olması gerektiğini biliyordum. Ben her sabah
hüzünlü düşlerimden uyanıp aynaya baktığımda başka birinin yüzünü görüyordum. Gregor’u yal-
nız bırakamadım. Çerçeveyi kolunun altından alıp ayaklarımızın dibine koydum. Ellerimizi göğsü-
müzde kenetledik ve sisin görüşü yok ettiği bu gecede ışığın beyaz dumandaki dansını seyrettik.
Oysa ötesini görmeyi hedefliyorduk ve yine de göremiyorduk. “Grete ile tanıştın mı?” “Hayır”
“Ölümümden sonra mutlu olabildiler mi acaba?” Hâlâ dönüşümünün dışındakileri düşünüyor-
du. “Bana mutluluktan bahsetmemelisin, anısından rahatsız oluyorum.” gülümsedi, “Yaptıklarımı
zorunda olduğum için yapmadım,” sis omuzlarımızın arasına giriyor, anbean birbirimizi kaybedi-
yorduk. “Sadece teslim olmak istedim. İlk başta biraz para kazanmanın huzuru ile doydum ama
sonradan sonraya kendimi kaybetmeye başladım ve bedenime zincirler gerildi, dayanamıyordum
ve ben de teslim olmak istedim.” birbirimizi kaybetmiştik ama nedense kafasını bana çevirdiğini
hissediyordum. “Teslim olduktan sonra sadece o günün bana getirilerini yerine getirdim ve hiçbir
şey hissetmedim. Yaşamak için çaba sarf etmedim, düşünmedim ve bilincim sarsılmaya başladı.
İçimde insan olan biri vardı ve o harekete geçti. Beni dönüştürmeye başladı ve ateşli bir gecenin
ardından dönüşümüm tamamlandı. Ayaklarımdan şikâyetçi değildim ve sabah uyandığımda işe
gitmenin peşine düştüm. Neden biliyor musun? Yapmamız gerekenler zihnimi değil, bedenimi
zincirliyordu. Galiba bu yüzden bedenim dönüşürken zihnim aynı kaygılar içinde kaldı ve ben bir
kanepenin altındaki karanlığa itildim.” Bu sisi dağıtacak derin bir iç çekişi, bir farkındalığı bekli-
yordum. “Kendi gerçekliğimizle yaşamanın vakti gelmedi mi Gregor?” sis sakin sakin kaçışmaya
başladı. “Her şeyi iyi yanından görmemizi istiyorlar, senin yerine biz hazırladık sen sadece boyun
eğ diyorlar. Farkında olmuyoruz rüzgârın yüksek ağaç tepelerindeki yaprakların üzerinden atla-
yışının, alacakaranlığa dönmek üzere olan bir akşamüstünde; ağaç dallarından ve gökyüzünden
sokağa inen kokunun, pencerelerden yayılan yemek kokularına karışmasının farkında olmuyo-
ruz,” sis iyice dağılmış beyazlığın gözlerimize perde indirmesi geçmişti. Sabahçı kahvesindeki gü-
lüşmeler kesilmişti. Pazarlama dükkânının tabelasında bütün harfler sönmüştü. Yanımızdan bir
kadın ağlayarak geçiyordu ve ben ona dönüp “Niçin ağlıyorsun, mutlu değil miyiz?” diye sormak
istiyordum. Sürekli bir gölgeyi arıyorum, belki de benim yazacağım yasemin kokan bir gölgeyi
aramalıyım. Galata Kulesi’nin ihtişamından yayılan ışıklar nihayet tenimize direkt temas etmeye
başladı. Durumumuzun güçlüğüne karşın, çünkü zihnimiz dönüşüyordu, gülümsemekten kendi-
mizi alamıyorduk. “Belki de farkındalık o kadar iyi değildir, ne dersin? Hem biz neden farkındayız
diyoruz ki, sadece korkak olamaz mıyız?” Gregor başını yere eğip sırıtmaya başladı ve son cüm-
lesiyle bileğimize kadar gelen ve yeryüzüne temas etmemizi engelleyen sis de arka mahallelere
doğru yol almaya başladı.
zira
tepeden inmedir
dinler (peygamberler ile) ama tanrılar değil
depremler (sanki), yargıç tokmakları (karar verildi)
yağmurlar (fiziken), fizik (elmanın yer çekimi)
ve sonbahar (ayrılık düşmektir)
ve buyurgan ferman (üstten gelir ya emir)
dudaklarımızdaki hissin beytepe ayazıyla kaybolduğu bir gecenin ortasında yediğimiz pat-
soyu hatırlıyorum. hipotermi geçirmeye yaklaştın mı hiç veya buz gibi suya atladın mı kasım
ayında falan bilmiyorum ama onlara yakın bir histi bu. yer yer buzlanmış bankın iki tarafında
dişlerimiz titrerken ketçabı yetiştirmeye çalışmıştık. -mıştık dememe bakma daha bir saat
oluyor bunlar olalı, ben şimdi odama çıkmış migrenimle baş eder halde bu anları tekrar
yaşamayı tercih ediyorum. açıp burç yorumu okumuştun sonra da ‘napiyim ya instagramda
karşıma çıktı işte’ demiştin. burçlara inandığını, benim burcumla pek hoşlaşmadığını, ta-
nıştığın insanlara doğum günlerini sormandaki amacının yıldızlarını öğrenmek olduğunu
biliyordum da bozmuyordum seni. ben pek bozmazdım zaten seni. buluşurduk geceleri,
jartiyer filan giyerdim de oturur maçkolikte gezinirdin, biranı yavaş içerdin, sonra fenere
bahis yatırır, arkana yaslanır, dudaklarını şapırdatırdın. göz göze geldik mi sinirlenirdim.
telefonumun hoparlöründen hafif hafif çalan chet baker şarkılarının hepsini istisnasız yarıda
kapatır, ezhel mezhel açardın. sarhoş da olamazdın, bir de ben erken çarpılıyorum diye laf
sokardın. ‘yaa canım bu saçma ilişkiniz giderek toksikleşiyo yalnız’ derdi kızlar, suratlarına
çarpasım gelirdi. ilişki, ilişmek, birbirine ilişen iki kişi, ilişkiler ve gene ilişmek. sen bana hiç
ilişmezdin. benim arkadaşlarım biz sevişiyoruz sanırdı mesela, ama bacağım değmemiştir
bacağının üstüne. her gece delice sevişiyormuşuz gibi anlatırdım. aklımda dönen her şey
yaşanmış gibi yapardım. sen gene bana hiç ilişmezdin. ‘yavru,’ derdin ‘artık unutsan mı eski
sevgilini de yeni birileriyle mi görsem seni’. çok iyi de bilirdin hatırlamama değecek bir eski
sevgilimin olmadığını ama istemezdin seni beni bizi düşünmek. neyse zaten ben de patsoyu
düşünüyorum, bir de burcunun ne olduğunu.
fil paprikası
osman utku atış
yılan yuttum sarı safrasıyla tütün içen fink atan verevine şarap çoraplarında sertleşerek
göt gezdiren kızlar oynuyor süt içir bana.
**
paparasına mors şaklat damağını
anan baban ölsün.
uyluğunu akıt dişlerime kaygan değdir
bıyıkların pala değilse
bur biçimini ağzının
aşısı yeğni geldi oramın
-belki de oram değildir-
yorgunluğuna esneyen teller ger
kendini okşayan tariflerle yol bulmak
için zaman öldür
yırtılınca damağın, sürtünen köşesinden
kanlı ekmeğin
ban haydi ban
ve de artık sırrını bana şu işin
fil paprikası yanlamasına nasıl yenir.
ölü renkler
mustafa şen
galaksinin yıldızsız mağarasında bir sevgi vahyinin inmesini bekliyorum
bir dostu selamlıyorum göğün maviliğinde
dostu sevgiliyi
kasımpatısız yorganın en dış kısmıyla örtüyorum
rakıyı susuz seviyorum ve tanrılar katında acılar içinde inlemeyi
birkaç renk bulaşıyor yalnızlığın koyu siyahına
istemiyorum hiç istemiyorum
yolda yürürken kedilerin başını okşamayı seviyorum
biraz da onlara ağabeylik taslamayı
en nihayetinde evime dönüp bir yastık dolusu yatağın boş kalan kısmını hiç sevmiyorum
hatırlıyorum ya da öyle sanıyorum
bir keresinde tek kişilik bir yatağın üzerinde
gözlerinden güneşi okuduğum bir kadınla öpüşmüştüm
tanrım
bu yüzden mi izin vermiyorsun mutluluğa
bu yüzden mi hiçbir şiir mutluluğu anlatmıyor
şimdi soluksuz bir dizenin mezar taşına benzeyen beyazlığında
kuşlar uçmuyor
her nasılsa yeşil bir ipte yalnızlık çarşaf gibi
rüzgâra doğru asılı duruyor
bir çift göz ve ışıksız bir odanın göz kamaştıran karanlığında
görünmeyen aşklar yaşanıyor
kitaplar dolaplarda ve komodinlerde sararan yapraklarını
en baştan bin bir şekilde yeniden yazıyor
ve en baştan hiçbir şey her şeye kavuşamıyor
bu nasıl baştan savma bir şiir tanrım
oysa nasıldı ufak bir zamanın soğuk sıcak kıvamı
filmler baştan oynamıyor
hiçbir film gerçeği aklımın karlı sabahından çekip almıyor
bir çift göğüs ve açıklığında gök teninin
hiçbir sevişme seni yaşamayı günah yapmıyor
biraz çiçeklerin renk cümbüşünde karıncalanıyor gözlerim
en baştan bir güzelliği
güzelce yalnız
maviler bir renk değil görüyorum
renkse yalnız senin renklerin
şimdi üstünden sıyrılan bir üst ve dudaklarındaki pembe rengin
bir anın o gülümsediğin ufacık bir anın
gözlerime indirdiği perdenin arasından sana bakıyorum
sahnelerde oyunlar sergilenmiyor
ve sergiler beni en baştan yere seriyor karşında
duramıyorum
bakıyorum boynunda benim izim yok
o öpülen dudaklarda bana neşeli sözcükler yok
ve neşe belki de prangaya vurulmuş bir mahkûm siluetinde
göğü andıran teninin sıcaklığında kamaşıyor gözlerim
en baştan seni
seni yalnız
tüm bunlar bir renksizlik değil görüyorum
renkse yalnız senin renklerin
adım adım yaklaşıyor bir ölümün ironisi
hiçbir ölüm provası
ve hiçbir ölümsüzlük hissi
bugün parmaklarıma sana koşarken çelme takmıyor
düşmüyor kelimeler ve uçuyor serinliğinde
uçuyor bir kuş yalnızca seninle konan bir pencereye
konmak dal dal
ve erimek bir kar gibi
nerede arayacağım seni bulmak isterken
beni nerede bulacaksın ölmekten başka
renkse tüm bunlar
yalnız senin renksizliğin
kan kölesi
buğra öztürk
Modifiyeli şahinin arka koltuğunda oturmuş bi sike dokunmadan yaşayacağın günleri
ve otuzlarında bir kadını metresin yapmayı hayal ediyorsun. Ellerin kan ve ilik kokuyor.
Bıktın bu işten, saatlerce çalıştıktan sonra, hiçbir zaman sevemediğin bir kadınla aynı
yatakta yatmak için ve de yapacak başka bir işin olmadığı için, gönülsüzce eve gidiyor-
sun. Biraz televizyona bakıp ona buna küfür edeceksin. Bir iki bira içip kadının yüzene
bakmadan günü bitireceksin. Kadının gözlerine bakmaktan ve delirmesinden korkuyor-
sun. Saklama, korkuyorsun!
Patrona zırh çekerken kaybettin iki parmağını. Kimse umursamadı, hatta güldüler. Ya-
landan doktora götürüp iki gün izin verdiler. Sesin çıkmadı. Çocuğun okulu bitince ra-
hatlayacağım sanıyorsun, sesin çıkmıyor. Dinini siktiklerim kana doymuyor biliyorsun,
sesin çıkmıyor. Çok bunaldın, kırk beş kilo kaldın, sesin çıkmıyor. Gençken böyle değil-
din, harcardın rahatına dokunanı. Şimdi haftada bir rahat rahat bir büyük devirebilmek
için sesin çıkmıyor.
Memleketin hiçbir yanında değerin yok. Memleketin her yanında boğuluyorsun. Bay-
raktaki kan sadece şehitlerin değil, bu memlekette yaşamanın götünden aldığı kanlar da
var. Kaçmamanın hilali gırtlağına dayalı bir orak gibi. Yaşamın artık ölümün yavaşlatıl-
mış hali gibi. Yaşanmasın istediğin anlar da var, yaşamasın istediğin insanlar da.
bilinçdışı
alperen iri görsel: aviva
TIRNAKLARIMI KES
AVCUMU YALA \MA EKMEK AL ,S. ,SEN- ,YE-
OYNA/ ,Ü. ,RİN- ,DEN-
ÇAY DEMLE OTUR/ -KALK\ HER ŞEYİ YAP\ ,PÜR.
Ve o da sürekli bunları yapardı. Çünkü korkardı sokaktan. Yabancılardan şeker veya çiko-
lata almamalıydı sonuçta. Onu öldürebilirlerdi. Vücudundaki organları çıkarıp, satabilirlerdi.
Ki vücudu ona ait değildi. Bedeninin ev sahibi annesiydi. O sadece annesine hizmet etmek
karşılığında kiralamıştı, göğüslerini, bacaklarını, gözlerini, parmak uçlarını, koltuk altlarını,
sol elinin baş parmağındaki rengarenk ojeyi ve aklını.
Ki o bir suçluydu, doğduğu ilk andan itibaren. Bu yüzden karşı çıkamazdı. İsyan edemezdi.
Eğer isyan etseydi; bunca zamandır kendi bedenine çektirdiği eziyetin hesabını nasıl vere-
bilirdi kendine? Vicdanı suçsuz olduğunu nasıl kabul edebilirdi? Neden daha önceden isyan
etmedim diye sorgulamaz mıydı içini? Dökülmez miydi kaynar sular yüreğine? En azından
şimdi çektiği eziyetin sorumlusu o değildi. En azından vicdanına bir de bu eziyetin suçlulu-
ğunu tohum olarak ekmiyordu.
Ayrıca karşı çıksa kim onu destekleyecekti? Kim vicdani sorgulamasını teselli edecekti?
Babası yoktu zaten. Kendini “Dünyaya sadece spermle gelen nadir insanlardan biriyim.” Diye
teselli ediyordu. Okula gitmiyordu çünkü okul sokaktaydı. Okuma ve yazmayı annesi ona
derme çatma öğretmişti. Arkadaşları yoktu sadece boynundaki kılları vardı. Canı sıkıldığında
onları papatya yaprağı gibi çekip koparırdı. Seveni ya da sevmeyeni yoktu belki ama hayatın-
daki en büyük belirsizliği boynundaki kılların neden bir sakal gibi çıktığı konusuydu. Onları
kopardıkça özgürleşirdi.
?
Evden nadiren çıkardı. Çünkü annesi evden çıkamazdı ve bir mahkumun öylesine dışarı
çıkması mümkün değildi.
Yani:
Markete gitmesi gerekir ve giderdi.
Çöpü çöpe götürmesi gerekir ve çöpü çöpe götürüp, dökerdi.
Bir de annesi onu kütüphaneye yollardı. Evlerinin karşısında bir halk kütüphanesi vardı.
Oraya gidip kitapların fotoğrafını çeker ve daha sonra ise çektiği bu fotoğrafların fotokopi-
sini alırdı. Onları korsancılık başlığı altında, yaşadıkları semtin üst sokağındaki üniversiteli
gençlere satardı. Bir tane tezgah açıp fotokopiden kitapları balık gibi dizer, sürekli parlak
gözükmeleri için tezgahın önünde bir sağa bir sola gidip gelirdi. Hareketliliğinin, güneş ışın-
ları aracılığıyla kitapları parlattığına inanırdı.
Temiz, kirli, gri ve kıllı eller sırf okumak için bu korsancılığı içi süt dolu bir meme gibi em-
zirirlerdi. Kitapları çok pahalıya satmazdı. Zaten çakma olan bir şeyi orijinali gibi satması
mümkün değildi.
Yaptığı en yasa dışı iş ise o kitapların satılışını izlemek, önünden geçen ve kırmızı bere ta-
kan çocukları saymak ve son olarak da tezgahın arkasındaki çiçeklere yırtık ayakkabılarıyla
basmaktı. Her basışında boynundaki kıllar biraz daha uzar ve bazı şeyleri sorgulardı:
Neden çişi geliyordu?
Neden acıkıyordu?
Neden insanlar dişlerini kürdanla temizlerken ağızlarını kapatıyorlardı?
Neden birileri ona bir adres sorduğunda “Affedersiniz” diyordu?
Neden köpekler insanların yanında tasmayla geziyordu?
Neden insanlar insanların yanında tasmayla gezmiyorlardı?
Neden simitçinin simit satabilmek için “Simit” diye bağırması gerekiyordu?
Neden alfabenin ilk harfi A’ydı?
Neden dünyanın ismi dünyaydı?
Neden televizyondaki kız babasının böyle pasta yapmayı nereden öğrendiğini sorguluyor-
du?
Neden pastaların cinsiyeti yoktu?
Neden fotokopilerin kapaklı hallerini parayla satıyorlardı?
Neden kapaklı fotokopilerin arka kapaklarında bir kutucuk vardı ve bu kutucuğun içinde
çizgiler vardı?
Neden hapşururken göğüsleri sallanıyordu?
Neden gözleri mavi olan insanların daha zeki olduğunu düşünüyordu?
Neden ayakkabıları yürürken ses çıkartıyordu?
Neden çiçeklere basarken bir şeyleri sorgulayıp, özgürleşiyordu?
Ve neden dünya üzerindeki bütün nedenleri bir çiçek bahçesine benzetiyordu? Bu sorgu-
lamaları güneş batıncaya kadar yapardı. Güneş batınca da tezgahını toplar ve evine giderdi.
Onlar karınlarını bir bu kitaplardan bir de annesine dedesinden kalan emekli maaşıyla doyu-
rurlardı.
‖‖‖‖‖‖‖‖‖
Bir gün yine kitapları satmak için evden çıktı. Geçen hafta bütün kitapları çıkarmıştı zaten
kırtasiyeden. O yüzden üst sokağa doğru yürüdü. Bir yokuş vardı onu çıktı, bir araba vardı,
ona doğru gelen, ondan kaçtı ve son olarak bir ana caddede karşıya geçti. Üniversiteliler
caddenin bu kısmından sürekli geçerlerdi.
Tezgahını açtı. Kitapları teker teker sırt çantasından çıkarıp, tezgaha dizdi. Sonra çantası-
nın fermuarını kapatıp, alnının ortasına düşen saçını üfleyerek havaya kaldırdı ve aynı anda
tezgahının arkasındaki pembe çiçekleri fark etti. Onlara doğru ilerledi ve ayakkabılarıyla
basmaya başladı.
Bir süre sonra durdu ve:
Bir kere yutkundu.
İki kere yutkundu.
Üç kere yutkundu.
Kafasını gökyüzüne kaldırdı. Güneş hala tepedeydi. Çiçeklerin yanına gidip onlara
basmaya devam etti ve bir şeyleri sorgulamaya başladı. Sonra bazı sesler duydu. Ona doğru
yaklaşan, kafasını eğerek baktığı çiçeklerin tam karşısında bir yerlerde. Belki bir müşterinin
ayak sesleri olabilirdi. Bu durumun belkiliğini bozmak için kafasını o yöne doğru çevirdi ve:
Bir nefes aldı.
İki nefes aldı.
Üç nefes aldı. Çünkü karşısında gördüğü kişi annesiydi. Ayakta duruyordu.
Ayaklarını kullanıyordu. İyice gözlerini açtı. Aklındaki sorgulamaları unuttu. Bakışları anne-
sinin ilk defa belli olan gamzesine kaydı ilkin, daha sonra ise yalın ayaklarına. Anlam vermedi.
Bir insan vücudunun arızalı bir kısmı onarıldığında neden bedenini ilk kez güzelleştirirdi?
Yalın ayaklı ve çıplak gamzeli annesi siyah saçlarını güneşe teslim etmek istermiş gibi aç-
mıştı. Havadaki yabancılığa ait rüzgar, sanki ikisinin tırnaklarındaki özgünlüğü bir pasta
mumu gibi havaya üflüyordu. Dünya sokağı, atmosferin sekizinci katmanı yapmıştı ki yağ-
mur yağmaya başladı. Gökyüzü kızın ve annesinin beraatını kendini yağmurla parçalayıp,
yerine sokağı koyarak kutluyordu.
Kızın yırtık ayakkabıları, annenin simsiyah saçları ve tezgahtaki kitaplar sırılsıklam ol-
muştu. Fakat tezgahın üstü tamamen bir su gölüne dönünce arkası dönük kitapların çizgili
kutucuklarından ağaç dalları gibi mavi damarlar çıktı. Damarların ucunda ise kocaman ve
masmavi insan gözleri vardı. Sanki birileri gözlerini damarlarından çıkarıp oraya dikmişti
veya ucunda elma olan ağaç dallarının yer çekimine karşı meydan okumasının daha farklı bir
görünümüydü bu durum. Her gözün göz kapaklarına su damlaları değerken, onlar hiçbir şey
olmamış gibi annenin özgürleşen ayaklarına kirpiksiz bir şekilde bakıyorlardı.
Aynı anda uzaktan bir arabanın korna sesi kulaklarına bir tekerleme olarak iletildi. Fakat
daha sonra, dilindeki bütün tükürük bezlerini kurutarak, intihar etmeye çalışan birinin ağ-
zından çıkıyormuşçasına kendi kendini tekrarladı. Bu aşırı gürültülü tekerlemeyle beraber
gözlerin göz pınarlarından göz yaşı gibi h
r dökülmeye başladı.
a
r
f
l
e
nymphaea alba
can metehan şimşek
“Bu yazılanların tek bir muhatabı mı vardır, acaba belleğimi yaratan ve bana ıstırap veren imge-
ler midir?”
…
müziğin ahengiyle büyülenmişken saplanan kesif ağrı,
neredesin tüm kudretini altı kısa günde gösteren tanrı
bana inan hiç fark etmez,
yanındayken yurtsuzlardan gelen davetkar bir çağrı
beklenen olsa bile, artık iplenmez
yalınayak gezdiği çöllerde yanmaktaysa bekleyenin
bağrı
sanma ki sana armağan edeceğim şey çıplak bir sevi; böyle olmayacak unut her şeyi
çünkü romans ölür, aşk biter; geceden kara anılar zihni berbat eder.
istediğim şey seni ve yüceyi eşlemek zihnimde, bir sen ol bir de ebediyetten armağan keder.
meraklanma; bu kaygıları ve sanrıları sana da yoruyor değilim,
gözlerime değil, inanmadığım tanrıma soruyorum gerçeği
gecenin bir yarısında varlığın aydınlatırken ormanın göğsünü, nefesin canlandırıyor baygın bir
serçeyi
isterdim yoksunluğun tunçtan pençesi göğsümde tepinirken koklamak nasip olsun bir lotus
çiçeğin’
yoktan çıktı karşıma,
nil’in üzerinde yüzen tabii bir sandal,
ritimsiz atan kalbimde aylak yaşayan yalnız bir vandal
tüm nezaketiyle eğiliyor huzurunda bu gerçeğin
önünde eğiliyor gizayı yapanların taptıkları çiçeğin.
…
Bu kadarı gelmekte zihnimin elinden; son şarkıyı önce dinlercesine yazdıklarım da üşümekte
senin gibi, samyelinden
düşlerimden düşüyorum
kardelen gül
Uçurtmaların gökyüzüyle buluştuğu bir sabaha yeniden uyanabilmeyi diliyorum. Geceleri, uy-
kunun sessizliğiyle oturmayı çok severdim. O gün de mumlarımı yakmış, önümdeki kağıtları
düzenlemem gerekirken yalnızca buhurdanın -sevdiğim bir şairin hediyesi- üzerindeki suyun
titreyişini izliyordum. İnsan bir şey düşünmeden duramaz derler ama bazen gerçekten düşüne-
miyordum. Saat, geceyle sabahın ortasında bir yerlerdeydi. Düşünebildiğim anların birinde keşke
sabah uyanmak zorunda olmasam diye iç geçirmiştim. Sağ elim sanki elli ton olmuş, parmaklarım
karıncalanıyor. Uyku hapları zihnimin bir köşesinde bekliyor. Sırtımdan, başta hissiyatı hoşuma
giden; sonunda ruhumu tümüyle sömüren, binlerce iğneyi andıran bir akım geliyor yine. Belki
korktuğumdan, tümüyle bu hiçlikten ya da öylesine gelen bir şey, bilmiyorum.
Masamda her mevsim bir çiçek olurdu. Onunla konuşur, bakışır; onun yerinde olmak isterdim.
İlk zamanlar gösterdiğim tüm bu ilgiyle doğru orantılı güzelleşir, büyür ve çoğalır sanıyordum,
keza öyle de oluyordu. Sonra bir gün yapraklarının büzüşmeye başladığını fark ettim. Çiçekten
anladığım pek söylenemez ama mutlaka günü kurtaracak çözümü bulmak için gelişigüzel bir
araştırma yapar, paçayı kurtarırım sanıyordum, bu sefer kurtaramadım. Aslında gösterdiğim il-
giyle olanların orantısı oldukça doğruydu, ben yalnızca su verip tüm güzelliklerini istedim ondan.
O da fazla dayanamadı.
Odadan dışarı çıkınca mumların odayı fazla ısıttığının farkına vardım. Neden çıktığımı hatırlamı-
yorum, fazla oturmaktan ayaklarım ağrımaya başlamıştı o yüzden olabilir. Can sıkıntısının verdiği
yemek yeme isteğiyle buzdolabına bakarken, aniden gelen kısa ve sert bir sesle irkildim. Sanki
uzun saatlerin ardından kendime geldim bu hafif korkuyla. Işıkların kapalı oluşunun verdiği cesa-
retle perdeyi araladım yavaşça ve daha tok sesle bir taş daha geldi cama. Başta korkmuştum ama
bizzat bana karşı yapıldığını pek düşünmedim. Şimdiyse duygularım daha karmaşık bir hale geldi,
ne hissetmem gerektiğini şaşırdım. Belki de ciddi bir şey değildir, canı sıkılan herhangi bir çocu-
ğun kendince yarattığı bir gece eğlencesidir diye düşünerek sakinleşmeye çalıştım. Olabildiğimce
sessiz ve hızlı bir şekilde odama döndüm ve mumları söndürdüm. Yatağa girersem sanki tama-
mıyla savunmasız bekliyor olacak gibiydim, o yüzden tekrar masama oturdum. Aklımda binlerce
soru vardı. Acaba yeni projeyle mi ilgili yoksa gerçekten kötü bir şaka mı bilmiyordum. Kapıdan
tıkırtıların gelmeye başlamasıyla hiç düşünmeden yatağa girdim. Daha önce hiç o geceki kadar
inançlı olduğumu hatırlamıyorum, bildiğim ne kadar dua varsa aynı anda düşünmekten bir tane-
sine odaklanamıyordum. Ayak sesleri gitgide yaklaşıyordu ve artık bir şakanın içinde olmadığım
da kesinleşmişti. Sonum kötü bitecekse, hiç değilse yüzleşmeliyim düşüncesi ile garip bir cesaret
geldi ve yatağın içinde oturup sessizce bekledim. Kapı yavaşça aralandı, muhtemelen kendisi de
benim saklanmış olmamı bekliyordu ki şaşkın bir ifadeyle yüzüme baktı. Daha önce gördüğümü
düşünmediğim fakat çok tanıdık gelen bir yüzdü bu. Şaşkınlığı gitmiş olacaktı ki gülerek önce
bana bakıp sonra odayı süzmeye başladı. Gözü, kitaplığa sığmadığı için odanın köşesinde bir boş-
luk bulup yere yığdığım kitaplara takıldı ve yüz ifadesi bir anda buz gibi oldu.
- Kimsin sen, neden buradasın?
- O günkü egosantrik havandan hiç eser kalmamış, pek bir sevecensin. - Kim olduğunu söyleme-
yecek misin? Bu saatte evime girmeye cesaret ettiğine göre benimle bir derdin olmalı.
- Ne çok kitabın var, raflar dolup taşmış.
- Beni nereden tanıyorsun?
- Üç ay önce şehir kütüphanesine gelmiştin hatırlıyor musun?
O kadar olmuş muydu diye düşündüm birkaç saniye, ihmal ettiğimi biliyordum ama üç ay geç-
tiğini farkına varmamışım.
- Evet, hatırlıyorum.
Yavaş adımlarla bana yürümeye başladı. Üzerime geleceğini düşündüğüm için kalbim çok hızlı
atmaya başlamıştı. Eğilip o gün kütüphaneden aldığım kitaba uzandı ve karıştırmaya başladı.
- O gün benim annem öldü, dünyam başıma yıkıldı. Çekmecesinde, o gün geldiğinde okumam
için yazdığı defteri buldum. İlk sayfasında “Üzülmeyi bırak ve kütüphaneye git. Oraya sen doğma-
dan hemen önce bir kitap bıraktım. Evet, sen doğmadan hemen önce çünkü aceleci bir bebek ol-
duğunu henüz bilmiyordum. Her neyse, o kitabı al; içine yazdıklarımı oku ve hep sakla bir tanem.”
Kalbim yavaşladı ve tüylerim diken diken olmaya başladı. Her üzüldüğümde olduğu gibi üşü-
meye başladım. Az önce korktuğum adam için üzülmem mantıklı mıydı acaba. Usulca sandalyeye
oturdu, o ana gitmek bir hayli yormuş gibiydi onu.
- Sonra annem için, yıkılan dünyamın altından kalktım ve yaşamak için bir sebebim oldu. Üstü-
mü giyindim ve kütüphaneye koşmaya başladım. Sürekli kitabın başka birinde olma ya da kaybol-
ma ihtimalini düşünüyordum. Bir yandan da içimde bir sevinç vardı, tıpkı anneme doğru koşar
gibi bir sevinç. Kapıdan girdim ve birkaç saniye nefesimi düzenlemeye çalışırken tek tek aramak
yerine görevliye sormalıyım diye düşündüm. Ve birden elinde annemin kitabıyla sen geçtin ya-
nımdan, uzun ve çiçek kokan saçlarını savura savura. Nutkum tutuldu o an. Dur gitme, annemin
o kitap diyemedim. Ve ben her gün o kütüphaneye gittim. Üç aydır HER GÜN. Senin gelmeni ve o
kitabı getirmeni bekledim. Sonunda dayanamadım, gizli gizli arşivden adresini buldum. Bir hafta-
dır seni takip ediyorum ve bu gece bekleyişime son vermeye karar verdim.
Ne demem gerektiğini bilmiyordum. Böyle bir durumda ne denirdi ki, benim öylesine alıp oda-
nın bir köşesine attığım üstelik geri götürme zahmetinde bile bulunmadığım kitap hiç tanımadı-
ğım bir insanın tüm hayatı olmuştu.
- Çok üzgünüm, kitabını alabilirsin.
- Kitabımı alacağım zaten. Sende daha fazla kalmayacak ve sen de bu hayatta fazla kalmayacak-
sın. Ben biraz daha kalacağım çünkü henüz okumam gereken bir kitabım var.
Bunları söylerken yüzünde hem mutlu hem alaycı bir ifade vardı. Ayağa kalktı ve yüzündeki ifa-
deyi dondurarak üzerime gelmeye başladı. Yastığı eline alıp yüzüme bastırdı tüm gücüyle. Olan-
ların şokuyla kendimi savunmaya bile mecalim yoktu. Nefes alamadım. Bunları hatırladığıma göre
birkaç saniye olmuştu daha ama saatleri devirmiş gibi bir boğuluştu bu.
Gözlerimi açtım. Bir güne daha uyandım. Ve üç aydır olduğu gibi bugün de kütüphaneye gidiyo-
rum çünkü uçurtmaların gökyüzüyle buluşma zamanı artık geldi.
zamansız
mislina bursal
külden omuzların yangınında duran durdum köprülerde,
dünya rengarenk haplar,
olmadı bir gün ajandam ve ve solgundu yüzüm
aptalca bir inatçılıkla tekerrür ediyor yapraklar gibi döküldü takvim
tarih yanlış eylülde.
yalancı bir özgürlük hali tak ediyor, uyuyorum ve uyanıyorum
canıma kast ediliyor zamanla ve aynı çöl kokusuna,
teşebbüs ediliyor canım geç kalmış bir yağmurla
koştum bir müddet, çıkarıyorum tüm günahlarımı
bütün küskün adımlarım şirk arınıyorum ve arıyorum
yedi günde yarattım öfkemi ellerimde
isimsiz tanrılara kaybolmuş haritalar, kırık bir pusula,
ve utandım sekizinci gün uyuyorum ve uyanıyorum
iki yakası hiç bir olmamış şehrin aynı gerçek dışı sabaha
izbe sokaklarında ilahi gürültüler,
kayıp haritalar, yalnızca gürültüler ve tanrısız kalabalık
kırık bir pusulayla aradım izdüşümü. bu şehirde çanlar
nüfusuna dar köprülerden geçtim, yalnız çağırıyor seni bana.
kırk hatırlık bir yıl kahvesi içtim,
durdum ve dinledim ince düşünülmüş bense geleceğim hep,
her şeyin şimdiye kırgınlığını, “yarına.”
bir çöl masalı
sıla mutaf
görsel: eylül ergün
Güneş tepemizi yakarken bir anlık so-
luklanmak için durduğumuzda sırtımdaki
ağırlık bir filin ağırlığını geçmişti. Yükümü
yere indirip su matarasına uzandım. Bir-
kaç yudumu ağzıma, geri kalanını başımdan
aşağıya döktüm. Ancak sona kalan birkaç
damlasını yanımdaki cüceye ayırdım. Küçük
elleriyle matarayı tutarak sonuna kadar içti.
Başımdan aşağı akan sular çöl sıcağında
anında uçtu gitti. Biraz rüzgar çıkmıştı şim-
di, kumları sürükleyen ve onları ağzımıza
gözümüze sokan bir rüzgar. Cüce bacağıma
yapıştı ben de onun etrafında cenin pozis-
yonunda oturdum. Rüzgarın geçmesini bu
şekilde bekledik. Uyuyakalmışım ki cüce
beni uyandırdı. “Kalk, yeter uyuduğun, yola
koyulmamız lazım.”
Onu susturup ağırlığımı sırtıma tekrar
yükledim. Başıma sardığım peçeyi düzeltip yürümeye başladım. Güneşin batmasına yakın bir te-
penin eteklerine gelmiştik. Burada geceyi geçirmeye karar verdik. Yukarılara fazlaca çıkarsak ge-
cenin yıldızları tepemize düşebilirdi, bunu istemezdik. Olur ki bu tepeye düşerlerse de altlarında
ezilecektik. Bu yüzden kuytu bir mağara bulduk ve oraya girdik. Yaktığımız ateşin ışığında cüce
gözleri parlayarak bana baktı. “Haydi, göstersene, göstersene bir daha bana onu!”
“Hayır olmaz, varana kadar çıkartmam onu bir daha yerinden.”
“Ne olacak bir kere daha gösteriversen!”
“O zaman yerini öğrenmiş olursun ve ben uyurken çalmaya çalışırsın!”
“Saçmalık!”
“Yalan mı ha?” Homurdanarak arkasını döndü ve yattı. Horultuları geceye karışırken ben de
çantama sarılarak yattım yere. Ama uyuyamadım. Çünkü ben de artık onu görmeden uyuyamaz
olmuştum. Yavaşça çantamı açtım ve içinden bezlere sarılmış kutuyu çıkardım. Kutunun içerisin-
de daha fazla bez ve onların ortasında bütün güzelliği ve parlaklığıyla duran o şey vardı. Onu bir
de ayın ışığında görmek istiyordum. Ses çıkarmadan ve cücenin derin uykusundan emin olarak
mağaradan dışarı çıktım.
Bir devin ısırığına sahip olan ay, önümde sonsuza kadar uzanan çölü alabildiğine aydınlatıyordu.
Ellerimin arasında tuttuğum şey yedi cihanın en güzel elmasıydı. Onu uzak diyarlardaki bir padi-
şaha hediye etmeye götürüyordum. Bu elmayı ısıracak olanın hayatındaki her şey rast gidecek ve
dokunduğu şey altına dönüşecekti. Öylesine değerli bir elmaydı bu ve ancak bir padişaha layıktı.
Ayın ışığında yeterince izledikten sonra onu tekrar bezin içerisine sardım ve kutuya koydum.
Mağaraya geri dönüyordum ki yolunu kaybetmiş bir yıldız perisiyle karşılaştım. Bu yıldız perileri
düşen yıldızlardan gelirlerdi ve genelde şaşkın olurlardı.
“Nereye düştü yıldızın?”
Eliyle ileriyi, sonsuz uzaklıktaki ileriyi gösterdi.
“Nereye gidiyorsun?”
Arkasını dönüp yukarı tepeyi gösterdi.
“Onun için sabahı beklemen gerekir, yukarısı mahşer yeridir şimdi.”
“Bu gece varmam lazım oraya.”
“Söylüyorum sana, tepenin sakinleri yamyamdırlar, bir çırpıda yerler seni.”
“Sabah olunca güneş tenimi kızartacak. Bu gece varmam lazım oraya.”
“İyi, kolay gelsin o zaman sana.”
“Bana yardım eder misin?”
Elimdeki kutuya ve sonra çaresiz gözüken yıldız perisine baktım. “İyi, ama tepe sakinlerini gör-
düğüm anda dönerim geri ve yapayalnız kalırsın.” Elmayı mağarada cüceyle yalnız bırakmak iste-
miyordum, bu yüzden üzerindeki bezle ufak bir çanta yapıp boynuma astım.
Tepeye doğru çıkmaya başladık ki hava da gittikçe soğuyordu. Yıldız perisi hiç üşüyor gibi değil-
di ama ben soğuktan titriyordum ve dişlerim birbirine çarpıp koca çöldeki rüzgar uğultusundan
başka çıkan tek sesi oluşturuyordu. Yıldız perisi bana buradaki işimi sordu. Herkesin buradaki işi
neyse ondan dedim. Tüccar mıydım yani? Hayır ama bir şeyler kazanma peşindeydim.
Bir anda karşımıza kocaman bir göl çıktı. Gölün köşesinde de kamp yapmakta olan bir göl sakini
vardı. Bizi görmemesine çabaladım ama yıldız perisinin saçlarının parıltısından gördü bizi. Ayın
ışığında okunu hazırladığını gördüm; onu bize fırlatmak yerine göl dibine fırlattı. Bir çırpınma
duyuldu ve ardından kocaman bir yaratık su yüzeyine çıktı. Bir daha dönüp bakmadan yolumuza
devam ettik. Biraz ileride tekrar bazı sakinlerle karşılaştık. Bunlar bir ateş yakmış çevresinde dans
ediyorlardı ve deve eti yiyorlardı. Demek bir tüccarın yolunu kesmişlerdi ve devesini kesmişlerdi.
Bizi görmediler, biz de yolumuza devam ettik. Tepenin ucuna ulaştığımızda yıldızlar inmişlerdi
çoktan. Yıldız perisi koşarak bir yıldıza tutundu.
“Senin,” dedi usulca, “gideceğin yere gitmene yardımcı olacağım. Tıpkı senin bana olduğun gibi.”
“Gereği yok,” dedim, “ben uzun zamandır yoldayım.”
“Gereği olacağı zaman geldiğinde,” dedi yıldız perisi yukarılara çıkmadan önce, “yalnızca yukarı
bakman yeterli.”
Başımı salladım. Ama artık inmem lazımdı. Koşarak tepeden aşağı yuvarlandım. Deve eti yiyerek
ateşin başında dans eden sakinler bu sefer beni gördüler ve hemen peşimde bittiler. İçlerinden
esmer tenli, esmer saçlı bir kadın dibime geldi. “Nereden gelir, nereye gidersin?”
“Uzak diyarlardan gelir, uzak diyarlara giderim.”
“Yıldız perisiyle işin neydi orada? Bilmez misin tepe sakinleriyle yıldız perileri ezelden beri düş-
mandır.”
“Evine dönmesine yardımcı oldum. Bir daha rahatsız etmeyecek sizi.”
“Seni bırakmamız için bir neden söyle.”
“Yanımda dünyanın en değerli elmasını taşıyorum ve onu padişaha götüreceğim.”
“Elmayı bize vermeyeceksen bundan bize ne?”
“Padişahtan elma karşılığında bir dileğimi yerine getirmesini isteyeceğim. Eğer bir dilekte bu-
lunursanız padişaha sizin dileğinizi kendi dileğimmiş gibi sunarım.” Kadın bir süre düşündü, çev-
resindekilere baktı.
“O zaman bu dileği söyle ona. De ki çölün ortasındaki tepemize kocaman bir şapka yapmasını
istiyoruz. Böylece güneşten korunacak ve rüzgarlarda çöl kumuna bulanmayacağız.” Başımı sal-
ladım. “Peşine bir kartal takacağız. Her adımını izleyecek ve dileğimizi yerine getirdiğinden emin
olacak.” Tekrar başımı salladım. Beni bıraktılar ve tepeden aşağı geri yuvarlandım.
Gölün kıyısına geldiğimde göl canavarının yakarışlarını duydum. Tepe sakini onu vurmuş ancak
yemekten vazgeçmiş olacaktı. Karnından oku çıkardım, kanını avucuma akıttım ve kana kana iç-
tim. Bu sırada tepemdeki kartalın sesi kulağıma çarptı. Çıkarttığım oku ona fırlattım. Iskalamama
rağmen büyük bir çığlık kopardı kartal. O sırada canavar son nefesini vermekteydi.
“Canavarı ben vurdum.” Dedi göl sakini. “Eti benimdir.”
“Tamam, sadece kanından içtim o kadar.”
“Siz tüccarlar, yol boyu ne görürseniz tüketirsiniz!”
“Hayır, bizler yolun kendisiyiz.”
“Saçmalık! Nereye gidiyorsun öyle?”
“Padişaha gidiyorum. Ondan birkaç dilekte bulunacağım. Siz de bir şey dilemek ister misiniz?”
“Dilek mi, düşeneyim bir.” Ve düşündü göl sakini. “Ondan bana bir çift kanat dile. Böylece uçup
gideyim buradan. Yahut bir çift yüzgeç, böylece bu gölün dibinden ulaşayım denize.”
“Kanatsız ya da yüzgeçsiz olsanız da gidebilirsiniz. Bana bakın, ne kanatlarım var ne yüzgeçle-
rim ancak hiçbir yere ait değilim.”
“Çocuksun daha.” Dedi göl sakini. “Padişah seni neden dinleyecekmiş?”
“Ona hayatında görüp görebileceği en güzel elmayı vereceğim de ondan.”
“İyi haydi, yolun açık olsun.” Peşimden bir türkü okuyarak yolladı beni.
Mağaraya vardığımda güneş doğdu doğacaktı. Cüce uyanmıştı ve homurdanarak beni bekliyor-
du. “Neredeydin böyle?”
“Seni ilgilendirmez.” Sırtıma yükledim çantamı ve tekrar yola koyulduk.
Çok geçmeden bir kervanla karşılaştık. Develerinin sırtında biraz dinlenmek istedik ama izin
vermediler. Biz de onların gölgesinden yürüdük bir süre daha. Kervanın sahibinin kızı da oradaydı
ve pembe tüller içerisinde sessizce yürümekteydi. Ona orada aşık oldum, o da bana aşık olmuş
olacaktı ki peçesinin ardından utangaç bakışlar atmaktaydı. Gece olunca kamp kurduğumuz yer-
de çadırımın ipleri açılıverdi birden ve kız kollarıma geliverdi. Seviştikten sonra oturduğumuz
yerde bana nereden gelip nereye gittiğimi sordu. Yolda sorulacak ilk şey budur, isminden bile
önce gelir bu soru ki isim aslında gereksizdir. Herkese verdiğim cevabı verdim ona da. Uzak di-
yarlardan geliyor, uzak diyarlara gidiyordum.
Kendisi ve kervanı İstanbul’dan yola çıkmışlardı ve uzun süredir yoldalardı. Babası Isfahan’ın en
büyük ipek tüccarıydı. Develerinin sırtında binlerce akçelik ipek taşımaktaydılar. “Bende,” dedim,
“babanın bütün ipeklerinden daha değerli bir şey var.”
“Bir elmaya vermez babam beni.”
“Padişaha götüreceğim bu elmayı ve bana ne istersem verecek. Seni bile verir bana.”
“Öyleyse kaçır beni ve beraber gidelim padişaha.”
Böylece anlaştık ve sabaha karşı cüceyi uyandırıp pılımızı pırtımızı yüklenip çölün tepelerinde
koşmaya başladık. Koştuk çölün tepelerinin sırtlarında güneş tekrar tepemizi yakıncaya kadar
koştuk. Şehrin surları göz hizasında görünmeye başlamıştı. Cüce söylenip duruyordu bana. “Sus,
keyfimi kaçırma.” dedim ona.
Şehrin surlarına vardık. Bir çarşı pazar karşıladı bizi burada. Rengarenk meyve sebzelerle dolu
bu çarşıda oyalandık bir süre. Bir elma tezgahının önüne gelmiştik. Cüce beş altı tane elmayı
bir çırpıda mideye indirdi. “Elmadır,” dedi keyifle, “en sevdiğim yiyecek.” Cüce kendisini pazarda
kaybederken ben ve pembe tüller içindeki esmer güzeli padişahın sarayına doğru koyulduk yola.
İhtişamlı salona girdik ve padişahın huzuruna vardık. “Padişahım,” dedim atarak kendimi öne.
“Size yedi cihandan değerli bir şey getirdim.”
Padişah şişman midesini gererek önümüzde elimde tuttuğum kutuya eğildi. “Aç bakalım içini.”
Açtım ve kırmızı elmayı gözlerinin önüne serdim. “Bu elmayla padişahım, devlerden güçlü, pe-
rilerden şanslı olacaksınız. Tuttuğunuz şey altına dönüşecek ve bir daha korku ya da dehşet duy-
mayacaksınız. Yalnızca bir ısırığıyla yedi cihan önünüzde diz çökecek ve bir daha kalkmayacak.”
Padişah keyifli keyifli önüne uzattığım kutuya attı elini. “Dediklerin gerçekleşirse ne dileyecek-
sin benden?”
“Çok bir şey değil padişahım. Bir şapka, bir kanat ve bu yanımda duran kızın elini isteyeceğim
sizden.”
“Önce görelim bakalım.” Ve elmadan kocaman bir ısırık aldı. Öyle iştahla ve öyle şehvetle ısır-
mıştı ki padişah bu elmayı, ısırışının sesi koca sarayda yankılandı ve aç karınları sızlattı. Esmer
güzelinin elini tuttum. Padişah çiğnedi, çiğnedi ve yuttu. Beklentiyle bana ve etrafına baktı.
“Aman padişahım! Neler oluyor öyle! Parlıyorsunuz adeta!” diye çığlığı bastım ve dizlerimin üze-
rine çöktüm.
“Evet padişahım, sanki altından bir leğende gibisiniz!” Kız da benim yaptığımı yaptı ve bağırdı
koca salonda.
“Bu ne güzellik, bu ne kuvvet öyle ki kollarınızdan akıyor sanki yedi cihanın mürüvveti!”
Padişah keyiflendi. “Öyleyse senindir. Şapka, kanat ve yanındaki kızın narincecik eli!”
Böylece vardık talihimize. Hemen oracıkta evlendik ve saraya yerleştik. Padişah bize en güzel
yemekleri yediriyor, en güzel kıyafetleri giydiriyordu ve halimizden pek de memnun idik. Ancak
şapka ile kanadı tepe sakinlerine vermek yerine kendim takmaya karar vermiştim. Böylece hem
güneşten korunuyor hem istediğim gibi şehrin üstünde uçuyordum.
Gün geldi ki tepe sakinleri yüzyıllar sonra tepelerinden indi ve dadandılar sarayın kapısına. On-
lara söz verdiğim şeyleri istemeye gelmişlerdi. Ancak onları verecek dilek hakkım kalmadığını,
bu dileğimi evlilikte kullandığımı söylediğimde haliyle çokça sinirlendiler. Padişaha savaş açmak
istediler. Gücünün kuvvetinden oldukça emin olan padişah bu savaş isteğini hemencecik kabul
etti. Ancak tepe sakinlerinin kuvvetini bilmemekteydi. İlk muharebede surların üzerinden düşüp
belini kırıverdi. Böylece elmanın aslında büyülü bir elma olmadığı, yalnızca bahçemden topladı-
ğım güzel parlaklıkta bir elma olduğu ortaya çıktı. Beni ve karıcığımı kule zindanına hapsetti ve
ertesi gün başımızın kesilmesine ferman verdi.
Son geceki ziyaretime cüce geldi. Gözleri keskin, dişleri sıkılıydı. Cücenin ayaklarına kapandım
ki kurtarsın bizi buradan. Ama cüce keskin bakışlarıyla beni ezdi geçti. “Çölün en rezalet adamı-
nın sonu ancak böyle olurdu.”
“Ne istersen veririm cüce. Şapkayı mı istiyorsun? Al senin olsun. Kanadı mı istiyorsun? Al senin
olsun. Karımı mı istiyorsun? Al senin olsun. Yeter ki yaşayalım.”
“Çölün ortasında hayatta kalmak ya da ölmenin arasındaki fark nedir ki?”
“Çok şeydir! Geceleyin yıldızları görmek kadar önemli bir şeydir!”
“Yıldızlar yok burada, koca seneler öncesinde düşüp kırıldılar hepsi. Sonumuz da onlar gibi
olacak.”
“Çıkar bizi buradan!” Ama cüce yakarışlarımı dinlemedi. Sonradan anladım ki tepe sakinlerine
ihanetimi haber veren de oydu. Ve sonradan hatırladım ki bir dilek hakkı da ona vermiştim ama
padişahın huzurundayken unutuvermiştim. Cücenin dileği yalnızca bir merdivendi. Şimdi o mer-
divenlerden sarayda pek çok vardı.
Çaresiz, gökyüzüne bakakaldım. Gerçekten yoktu yıldızlar artık. Hepsi bir şekilde düşüp gitmiş-
ler ve geceyi ayla bana bırakmışlardı. Yalnız orada, biraz ufuk çizgisinin yakınında yalnız bir tek
yıldız görüverdim. Oradan bana göz kırpan yıldız perisini hatırladım. Elimi sallayarak onu çağır-
dım. Kulemizin dibine kadar geldi. “Ne istiyorsun?”
“Yaşamayı.”
“Yollardan uzak yaşayabilir misin? Gökyüzünde bir yıldız zerreciğinde tüm ömrünü geçirebilir
misin?”
“Bilemiyorum yıldız perisi, bilemiyorum. O kadar pişmanım ki!”
“Sana ne olursa olsun yardım edeceğimi söylemiştim. Ancak şimdi seni kabul edeceğimden
emin değilim.”
“O kadar haklısın ki! Bana ne yaparsan yap, yeter ki beni ve karımı buradan çıkar.”
“Kanatlarını sırtına ve şapkanı başına tak. Güneşe fazla yaklaşmak istemezsin.”
Pembe tülleri gözyaşlarıyla birlikte yüzünün iki tarafından akan kızı sırtıma koyup kanatlarımı
ve şapkamı taktım ve semaya doğru yola çıktım. Yıldız perisi elimizden tutarak uçurdu bizi ve
böylece göğün içinde beni takip eden kartalla bir olup çölün üzerinde uçmaya devam ettik. Tepe-
nin üzerinden geçerken göl sakini beni uçarken gördü. Okunu gerdi ve beni karnımdan vuruverdi.
sorgu
enes kurnaz
Var mı benden başka, kendini biraz olsun îzah ve yoldaşı olan o derin ruhlarla temas için
burada olan?
Var mı benden başka, bu bitip tükenmez yaşamaktan usanıp yine de ona sımsıkı sarılan?
Var mı benden başka, sürekli kocaman bir siktir çekmek isteyen tüm mahlûkata,
etrafını çepeçevre saran?
Var mı benden başka, özündeki tüm cevheri itlaf edip kötülüğü kucaklamayı arzulayan,
ve bu arzudan dolayı hem nefret edip kendinden hem de hayran olan?
Var mı benden başka, kökleri acımasız bir ahlâk yasasıyla daraltıldığı için
gövdesinden suçluluk fışkıran?
Var mı benden başka, bir şair olduğu hakîkatinden kaçan?
Var mı benden başka, bugünün neşesizliğiyle geçmişteki beter ve berbat günleri unutan?
Var mı benden başka, fâniliğinden sebep hiçbir bokun değerli olmadığını
kendine her gün hatırlatan?
Var mı benden başka, aşkı bulup da kaybeden ve ömrünün geri kalanını
bu onulmaz boşluk hissiyle yaşayan?
Var mı benden başka, ilkgençliğinde kendini bir dâhi
yâhut peygamber sanıp da yıllar geçince elinde hiçbir şey kalmayan?
Var mı benden başka, herkese fazlaca güvenen ve
nihâi suistimalinden sonra ahmaklığını duyumsayan?
Var mı benden başka, tüm dünya aksini söylese de doğru bildiğini yapan?
Var mı benden başka, lîsanlara ve onların ifade kudretine inanmayan?