Mevzular Derin Fanzin Sayı 42

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 44

sunuş

Bu sayfalardan ilk seslenişimizin, aynı zamanda bu sayfaları bir araya getirişimizin üze-
rinden dolu dolu bir yedi yıl geçti. Bu sayıyla beraber sekizinci yılımıza girdik. Türkiye
yayıncılığı, özellikle de basılı yayıncılık, içinde bulunduğumuz dönemde çok zor du-
rumda. Bu zorluk hem baskı maliyetlerinin artması, hem dijitalleşmenin getirdiği bir
basılıdan uzaklaşma, hem de Türkiye edebiyat camiasının bazı iç dinamiklerinin sıkıntı-
larından kaynaklı bir zorluk. Türkiye yayıncılığı, baskı maliyetlerinde yaşadığı sıkıntıları
aşabilir. Basımda kullanılan materyallerin devlet tarafından açılacak fabrikalarda ya da
ülke sınırları içindeki fabrikalarda üretilmesi, yayıncıların elini rahatlatacaktır. 2010’lu
yılların ortalarında sayfası 2-3 kuruş olan fotokopi işlemi, bugün sayfası 15-20 kuruş
arasında seyrediyor. Ve bu en ucuz olduğu yerlerden biri. Fotokopi de en basit baskı
işlemlerinden biri. Varın siz düşünün gerisini.
Türkiye edebiyat camiası, dijitalleşmenin getirdiği sorunları da aşabilir. Dijitale uyum
sağlamak konusunda gerici veya isteksiz davranan bir edebiyat camiamız olduğunu
söyleyemeyiz. Basılı yayıncılığın hitap ettiği bir kitle ise hala var.
Dijitalleşmeye karşı değiliz, daha önce de birçok platformda bunu ifade ettik. İnternet
sitemiz aracılığıyla da yayıncılık yapıyoruz. Basılı yayıncılığa verdiğimiz önem, insanla-
rı örgütleyici bir şey olmasından kaynaklanıyor. Biz, yaptığımız işi, insanların aktif bir
parçası olabileceği şekilde yapmak istiyoruz. Hitap ettiğimiz kitleyi de sadece bir ‘‘alıcı’’
ya da ‘‘müşteri’’ olarak görmüyoruz. Bunları yapanları görüyoruz, hatta edebiyat camia-
sının büyük bir kısmı da bu tip insanlardan oluşuyor bizce. Bu da yeni kişilerin, özellikle
de gençlerin, edebiyat dünyasının üretici olarak bir parçası olmasının önünü tıkıyor.
Edebiyat camiasının iç dinamiği olarak tariflediğimiz şey de tam olarak bu aslında. Dö-
nemsel veya belirli şartların geçici varlığından kaynaklanan sorunlar, çözülebilir. Türki-
ye edebiyatındaki öznelerin birçoğunun, bu hasarlı iç dinamiklerinin varlığını sürdür-
melerini olanaklı kılmaktan sorumlu olduğunu düşünüyoruz.
Başta gençler olmak üzere edebiyat camiasının bugün bir yer bulmakta zorlanan ki-
şiler, gruplar için alternatif bir alan oluşturmaya çalışıyoruz. Parçası olmadığımız, ol-
mamanın ötesinde aslında olmayı reddettiğimiz bir anaakımın alternatifi. Bugün içine
girdiğimiz sekizinci yıl, bu alanın varlığının, ısrarının ve inadının sekizinci yılıdır.
Bugüne kadar yanımızda olan, eserlerini bizimle paylaşan, gönüllü olarak dağıtımımızı
yapan, şehir buluşmalarımıza ya da ekibimizden arkadaşların konuşmacı olduğu etkin-
liklere katılan, yeni sayımızı merakla bekleyen, düzenli takip eden herkese çok teşekkür
ederiz. Sekizinci yılımızda da çizgimizi koruyarak, doğru kabul ettiğimizi, bildiğimiz şe-
kilde yapmaya devam edeceğiz. Sözü daha fazla uzatmadan, kırk ikinci sayımızın ha-
zırlanma, baskı ve dağıtım süreçlerinde emeği geçen, yazılarıyla bize katkıda bulunan
herkesin emeğine sağlık demiş olalım.
Yolumuza devam ettiğimiz müddetçe görüşmek dileğiyle.

mevzularderinfanzin@gmail.com
mevzularderin.com
Ön Kapak: xuzi
facebook.com/mdfanzin
Arka Kapak: Neşe Çanakçı
twitter/mevzularderinf
instagram.com/mevzularderinfanzin
morg bahçesinde yaşamsal kahkahalar
ferit değer
Ağrıyan, kıvrımlı vücutlardan kalan rehavetin altında ezilen rahimdeki soluk.
Patlak veren, titreyen damarların ahmak oyunları.
Denize düşürülmüş, eskimiş kızları parçalayan düş mermileri.
Acıkan tanrıya lezzetli gelmişti, arka bahçeye gömülen faili ceset kokuları.
“Oh mis!”
Kışın dönemeçlerinde buz tutan parmak yaralarından söz edin bana.
Bilinmeyen, duyulmayan notalarla sendelerdim cadde boyu.
Sorulara karşı, kuşkulu kör bir bıçağa benzer tehditkârdım.
Dünya’nın üzerine eriyen yıldızlar kadar.
Yetsin artık, çocuklara sahip çıkan hayaletlerin öldürdüğü.
Katil postacı kuşların habersiz pençeleri hoştu .
Mektupların içindekiler dehşet düşürücü mavraydı.
Esarete tabi kişilerin, lağım özgürlük naralarına terktim.
Tekeri patlamış varoş kentlerin umursamayan kesişmesi olmuştum.
Ağrıyan, çatlak vücutların ağrısı altındaki ölü soluk,
sevgili, hürriyet esintisini önüme sunacak!
Bana yansıyan giz belirsizliği.
Ah yanıltıcı yalancı, küflü belirsizlik.

İnsan kustuğum palavra aldatması belirlendi.


Kurdeşen döküntüleriyle besleniyorum, üzgünüm.
Soğuk titremeleri esnasında itiraf et boğuntunu bu, fena sayılmaz.
Çatık bir aşka kuşpalazı yapışacak yeniden doğması için
Örneğin, hiç yaşamanmamiş hadiselerin korkusu.
Ya da patronaj uygulamalarındaki hevessizlik.
Veya yüzüne sürülmuş kurşuni gonca güzelliğindeki pasaklı canlılığım.
Dağ karmaşasındaki vahşi gürültüyü yüksünerek, sessizliğimi ilan ettim.
Ruhum, senin yaşamına hapsolmuş .
Adına rastlanmamış hiçbir yerde. Sana, hüviyetini kaybettirmiş bir hayat bıraktılar.
Ne renge bürünsen,
Siyahtı, siyahtır, siyahtın.
Sen, içi dolu ana denktin, diz çöktüren çocukça duygularına yenik düşen.
Karmaşık sözcüklerin karşılığıydım, seni kendime düzen belledim.
Hayır, Nilgün ölüme karşı yaşam değildi onu çoktandır Tezer öldürmüştü .
Seninle trajik anlardan sıyrılmak zordu, büsbütünüm koydum adını.
Ellerime konmuş yabancı kabuklanmaların kanıyla şair oldum ve
taze nefes bahşettim sana.
Cebimdeki eskimiş bir fotoğrafımın kırışıklığı arasında, ellerin kalmış.
Faytonla kaçışında gözlerine kaçan garip heyecan!

Hangi cehennemin içine düştü fettan düşünce!


Fettan korteji hiçbir ateş tokatlamıyor!
Kalbimin içine kurulmuş gürültülü yabani dünyada, bir tek senin sesin bel kanto.
Bu sefer beni bağla, arzu dolu ağzımı yırtan kavgaya karşı.
toz
çağla nur çavdar
Kapıda heyecanlı ve gururlu gözleriyle misafirleri karşılayan aileleri tebrik ettikten sonra, içeri
girerken salonu uçtan uca süzdü. Yaşanacaklardan habersiz bu akşam için günlerdir hazırlanı-
yordu. Hem fiziksel hem ruhsal manada. Hayatta en sevdiği insanlardan biri evleniyordu. Onunla
dostluğu neredeyse on seneyi bulmuştu. Fakülte yıllarında, üniversitenin tiyatro kulübünde ta-
nışmışlardı. İlk birkaç yılı daha mesafeli olan arkadaşlıkları seneler içinde dostluğa evirilmişti.
Özellikle ablasının evlenip yuvadan uçmasıyla birlikte kardeş gibi olmuşlardı. Mehmet’le sağlam
bir dostluklarının olmasının Mehmet’in insanları hayatına zor alıyor oluşundaki etkisi büyüktü. Bu
özellik kendisinde hiçbir zaman var olmayan ama kazanmak için çok uğraştığı bir özellikti, aynı
zamanda ablasıyla Mehmet’in ortak özelliğiydi. Böyle insanlara içten içe bir hayranlık duyuyor
olmalıydı; tam anlamıyla hayatına dahil olabilmek için çabanın ve yakınlığını kazanmak için za-
manın gerekli olduğu insanlara. Kendisi bunun tam aksine biraz olsun anlayış, güler yüz ve sevgi
gösterildiğinde tüm kapılarını ardına kadar açıyor; insanlar kapıyı çarpıp çıktığında içeride toz ve
pislikle baş başa kalıyordu.
Esintili bir yaz akşamıydı. Gökyüzünde dolunay vardı. İnsanlar neşeli ve halinden memnun bir
şekilde sohbet ediyor, bazı masalardan kahkahalar yükseliyordu. Bir an için insanların gündelik
hayatlarında saçlarının ve kıyafetlerinin tıpkı bu salondaki gibi olduğu bir dünyada yaşamanın
ne kadar komik olabileceğini düşündü. Bu düşünce onu güldürdü, kendi kendine güldüğünü fark
edince etrafını kolaçan etti. Kimse görmemişti. Bu akşam her şey kusursuz olmalıydı. Acaba ku-
sursuz görünüyor muydu? Fuşya rengi saten elbisesiyle, sırtındaki çapraz detayla, yarı dağınık
yarı toplu dalgalı saçları ve kararında makyajıyla kusursuzdu. Yalnızca topuklu ayakkabısı daha
şimdiden ayağını vurmuştu. Neyse ki iki haftadır hazırlandığı bu düğün için ancak gelebilecek
kadar enerjisi vardı, Mehmet de bunu biliyordu. “Bak şimdiden söyleyeyim Mehmet, benden piste
çıkıp oynamamı bekleme. Senin mutluluğunu görmek için geleceğim sadece.” diyerek Mehmet’le
baştan anlaşmıştı. Mehmet onu anlıyordu. Ablası gibi. Hayatta onu anlayan ve elini omzunda his-
settiği iki kişi vardı, bu iki kişi onun ailesiydi. Artık Mehmet de ablası gibi kendi ailesini kuruyordu,
hemen hemen herkesin eninde sonunda yaptığı buydu. Bu akşamdan sonra kimsesiz mi kalacak-
tı? Yine gecenin üçünde sarhoş olup ağlayarak Mehmet’i arayabilecek miydi? Saatlerce süren yaz
akşamı sohbetlerini “Evde Zeynep tek başına, gideyim.” diyerek sona mı erdirecekti? İçten içe
düşündüğü, hissettiği ama kendine dahi itiraf edemediği şeyleri Mehmet’e itiraf ederken ilk kez
kendisi de Mehmet’le birlikte duymayacak mıydı artık?
Arkadaş masasında yerini aldıktan sonra bir kadeh şarap ve sigarayla etrafı seyretmeye devam
etti. Fakülte yıllarından ortak arkadaşları birer birer salona, ardından masaya teşrif ediyordu.
Yıllardır görmediği aşina yüzler gerçekliği mümkün olmayan düzeyde sevinçli ve coşkulu bir yüz
ifadesiyle kollarını açarak kendisine doğru geliyor, sık sık ayağa kalkıp isimlerini dahi zor hatırla-
dığı bu insanlara görünüşüne iltifat ettikleri için kırıtarak teşekkürlerini sunuyor ve aynı gerçek-
dışı devasa sevinci onlara iade ediyordu. Midesi bulanıyordu. Anladığı kadarıyla birçoğu erkenden
gelmiş, gelin odasında Mehmet’i ve Zeynep’i tebrik etmişlerdi. Gelinle damadın odasından son
gelen ikili yıllardır görmediği Deniz ve kız arkadaşıydı. Deniz’le en son bir yıl önce görüşmüştü,
ayrıldıktan on altı ay sonra. Onunla tanıştığında on dokuz yaşında, bin odalı ve her penceresi
güneş alan bir evde yaşayan ancak geceden ve karanlıktan haberi olmayan gencecik bir kadındı.
Deniz’in bu yaz akşamının aksine yıldızsız, aysız, karanlık ve soğuk geceleriyle henüz tanışma-
mıştı. Şimdi ise Deniz’in onunla tanıştığında olduğu yaştaydı. Aylar sonra kendi küçük ama göre-
ce gün ışığı alan çemberinin içinde, Deniz’in hayatında başka biri varken üstelik, neden onunla
buluştuğunu bilmiyordu; Deniz’in onunla görüşme isteğinin sebebini bilmesine rağmen. Deniz’di
bu, dünya üzerindeki her şeyin ve herkesin kendi istek ve duygularına hizmet etmesi için yaratıl-
dığına inanırdı. Etrafındaki herkes bunu biliyordu ve kabullenmişti, bir zamanlar o da kabullen-
mişti, belli ki kendinden sonra birlikte olduğu ve şu an el ele masaya oturduğu kadın da, tamam,
ama kendisinin buna hala neden katlandığını bir türlü anlayamıyordu. Üstelik deniz tanrısının
dışındaki herkesin ve her şeyin fani olduğu dünyadan kurtulmuşken. Bir müddet bu görüşmeler
ve beraberinde gelen iç huzursuzluğuyla birlikte, evinde daha fazla toz ve pislik birikmemesi için
bu kez Deniz’e fırsat vermeden kapıları kendisi kapatmıştı. Acaba tüm bunlardan yanındaki zavallı
kadının haberi var mıydı?
Bir yandan bu düşüncelerle boğuşup bir yandan hikayeleri silikleşen diğer insanları dinleyerek
bulanık bir fotoğrafı netleştirirken bundan keyif alıyormuş gibi görünmek çok zor gelmişti. “Ben
bir Mehmet’le Zeynep’e bakayım.” diyerek masadan kaçtı. Avuçları terliyor, parmakları karıncala-
nıyordu, Allah’ın belası ayakkabılar hareket ettikçe terleyen bileklerini kesiyordu. Gelin odasının
kapısına geldiğinde durup derin bir nefes aldı. Tüm neşesi ve gürültülü sevinciyle içeri girdi.
Mehmet’i ve Zeynep’i tebrik etti. Bir müddet sohbet ettikten sonra nikah için anons yapıldı. Salo-
na geri döndü. Gece başlıyordu.
Gelin ve damat görkemli yürüyüşleri ve onlara eşlik eden alkışların ardından nikah masasında
yerini aldı. Nikah memurunun her koşulda birbirlerinin yanında olacaklarına ve evlilik kararların-
da herhangi bir baskı altında olmadıklarına dair sorularına gerektiği gibi cevap verdiler. Sevinç
çığlıkları ve “Ayağına bas!” uyarısı alkış seslerine karıştı. Tam salon dağılacakken, Deniz mikrofo-
nu eline aldı ve “Bir dakikanızı isteyeceğim sevgili misafirler… Lütfen dağılmayın.” diyerek nikah
kıyılan yerden salona geçmeye hazırlanan insanları durdurdu. Herkes merak içinde bekliyordu.
Elindeki mikrofonu nikah masasına bırakıp diz çöktü. Elif’in herkesi hiçbir şeyden haberi olmadı-
ğına ikna etmek için yüzüne yerleşen abartılı şaşkınlık ifadesine bitmek bilmeyen sevinç nidaları
eklenmişti. “Sevgilim… Benimle evlenir misin?”
Salonda Mehmet ve Zeynep’in “Evet!” haykırışından daha çok alkış almıştı Elif’in gözyaşları ve
şaşkınlık dolu ucubeye benzeyen yüzüyle haykırışı. Kimsenin göremediği, dokunamadığı özel
güçlere sahip bir yarı hayalet insan gibi orada bulunduğunu düşünürken alkışlara eşlik ediyordu.
Elleri kendi elleri gibi değildi. Birbirine çarpışarak havada ses dalgaları yaratan avuçları başka
birine aitti. Bu ses dalgaları Deniz’in yanaklarına, oradan Elif’in yüzünü kapatan ellerine çarpı-
yordu ya da gerginliğini azaltsın diye içtiği şarap etkisini göstermeye başlamıştı. Ne Deniz ya-
nağına dokunulduğu için sağına dönüyor, ne de Elif şaşkınlıktan açık kalan ağzını kapatmak için
yüzüne kapadığı ellerini dudaklarından ayırıyordu. Birbirlerine sıkıca sarılıyorlar, havada taklalar
atıyorlar, bulutların üstünden atlayarak dolunaya çıkıyorlar, sonra tekrar salona, insanların ara-
sına dönüyor ve bu döngüyü birkaç dakika içerisinde kırk sekiz kere tekrar ediyorlardı. Acaba
salona girişinden, yıllardır görmediği insanlarla midesini bulandıran selamlaşmalarına, bitmek
bilmeyen cümleleri dinleyişine, gelin odasına gidişine ve nikah kıyılana kadarki süreçte ne kadar
şarap içmişti? Bulanıklık ile ayağındaki ayakkabı kesiğinin sebep olduğu bir iki damla kanın etrafa
yaydığı demir kokusunu dahi alacak kadar duyularının açılması arasında gidip gelen birkaç dakika
yaşamıştı. Deniz’le tanışmasından sonra hiç yaşanmamış olmasını dileyeceği dakikalar listesinde
ikinci sırada yer alıyordu.
Misafirler salona ve piste geçerken, ayakkabılarını değiştirme bahanesiyle gelin odasına gitti.
Uzun yıllardır hissettiği ancak bir noktada kabullenerek yendiği haksızlık ve adaletsizlik duygusu-
nun kanında dolaştığını hissediyordu. Çantasından çıkardığı Hello Kitty desenli yara bandını ayak
bileklerine yapıştırdı. Ayakkabılarını gelin odasındaki duvarı kaplayan aynaya fırlatmak, vazoları
devirmek, koltukları tekmelemek, pencereyi açıp “Allah hepinizin belasını versin!” diye bağırmak
istiyordu. Elbette yapmayacaktı. Onun yerine gözlerinden süzülen birkaç damla yaşı elinin ter-
siyle silmekle yetindi. Artık on dokuz yaşında aklı bir karış havada o kız değildi. Deniz’in onunla
tanıştığı yaştaydı. Deniz koca adamdı. Ona yaptıklarını da kocaman, yetişkin bir adam olarak ve
bilinçli yapmıştı. Evet, herkesi, her şeyi kaybetmişti. Yıllardır üzerinde Deniz’in lanetiyle yaşıyor-
du sanki. Herkes bir şekilde kendi hayatına, kendi yoluna gitmişti. O ise dikiş tutturamadığı bir
işte, kira günü gelmesin diye dua ettiği kutu gibi bir evde hissetmeyi unutmuş ruhuyla taze be-
denini gençliği bitmeden barıştırmaya çalışarak geçiriyordu günleri. İzlediği bir filmde gördüğü,
albayın kızının hayatını kurtarmaya koşarken ölümüne şahit olan ancak akli melekeleri yerinde
olmadığı ve kendini ifade edemediği için küçük kızı öldürmekten idam cezasına mahkûm edilmiş
meczup adam gibi hissediyordu kendini. Gerçek hayatta onu kurtaracak adalet savaşçısı bir gar-
diyan da yoktu, ama zaten Deniz onun hayatı filmlerdeki gibi zannettiğini söyler dururdu. Deniz
bir bok bilmiyordu. Saten elbisesinin altına spor gündelik ayakkabılarını geçirip salona döndü.
Kusurluydu. Komik görünüyordu ama bunu umursamadı. Piste çıktı, üç kişilik küçük ailesinin son
ferdi olan Mehmet’in yanına sokuldu ve düğün bitene kadar dans etti. Özel güçlere sahip, yarı
hayalet bir insandı o. İsterse görünmez olabiliyordu. Orada, esintili ve güzel bir yaz akşamında;
gökte dolunay varken aşkı, nefreti, haksızlığı, adaleti, ümitsizliği, neşeyi, hüznü, bütün kavram ve
duyguları sonsuza kadar unuttu ve kimsesiz bir hayalet oldu.
Bu dünya herkesin ve her şeyin fani olduğu deniz tanrısı ve onun gibilerin dünyasıydı. Artık
onunla ne barışacak ne de dövüşecekti.
boşluk tuşu
aslı nur mahmutoğlu

savaş uçaklarıyla ilgili bir proje


kuşların onayından geçmiş mi diye sormuyorum
ekranda kod şelalesi
mühendis mühendis olalı böyle mühendislik görmedi Ruhiye
//ruhumu gizlice yanımda getiriyorum işe
saatlerce bir sandalyede oturuyoruz
saatlerce yokmuşuz gibi hissediyoruz
ve neden bilmiyorum
neresi bilmiyorum
ama acıyor işte

savaş uçaklarıyla ilgili projeyle ilgili bir şiir;


sanki dilsiz bir kuş var başucumda
saatlerce dönüyor etrafımda
dönüyoruz{}
gece yanlışlıkla uyandığımda gökyüzünü izlerken buluyorum
bir açık pencerenin dudağında
saatlerce izliyor
saatlerce izliyoruz
gökyüzü kara gözlerini bana tükürüyor Ruhiye
kuş bir anda çırpınarak ruhuma küfrediyor
bir anda canım acımaya başlıyor
ve neden bilmiyorum
canım mı acıyan
sanmıyorum
neyse
acıyor işte

tüm isimsiz ve savaş kokulu partilere Didem Madak’la gittim çantamda


şiirli dans ettim uçuş sertifikalı gecenin meydanında
kuşlar sürgün edildi ruhumdan
bilmiyorum içimde kim yönetiyor bunları
kim sürüyor kuşlarımı
beynim kalbim karnım bacaklarım kulağımdaki salyangoz
bilmiyorum hangisi acıyor
kalbimde birileri sürekli el kaldırıyor
konuşmak istiyor
bilmiyorum kim
bilmiyorum başka neler var içimde
istatistiklere göre gövdem hiç yazılmamış bir dua
yaratılışı mühendis olan bir tanrıya
şiir de bir yazılımdır ne de olsa
bilgisayarlar da bir çeşit kadın
nefes aldıkça
kodlar göğsüme sıkışıyor
elimi tut
saatlerce bir simülasyon doğuruyoruz
bir bitlik umut
saatlerce deniyoruz Ruhiye
//istatistiklere göre bunları C vitamini yönetiyor
lpg’li ferrari ve yine dünyayı kurtaramamakla biten çalışmalar;
sabah sayfa renginde çarşaflara sıkışmış halde uyanıyorum
kuşun susuşuna
yanımda bir deniz hayal ediyorum
ılık ve derin
denizin nabzını ninni gibi katmak istiyorum sessiz ve karanlık sokaklarıma
sessiz ve karanlık ekranlara
hatırlamak istiyorum bu nabzı
hatırlatmak istiyorum bu nabza onu ne kadar sevdiğimi
nasıl da sevmiştim seni

hatırla;
tüm savunma sanayimi çıkarmıştım
karşında
santimetre küplerce ılık
gigabytelarca hassas gizli bilgi

hatırla;
nasıl ciddi seni sevdiğimi söylüyordum karların ortasında 20 yaşında
nasıl yürüyorduk yurtlara soğuk ay mobese gibi dikizlerken bizi

hatırla nasıl beni öpmek bir vatan hainliğiydi;


gitme diyememiştim sana sonra
“gitme” yazdırmıştım bir tişörtün üstüne
senin hep bahsettiğin Pamukkale otobüslerinin fontuyla
“gitme” yazıyordu
hani gitmiştin sonra
bu hiç bir dünyayı ilgilendirmiyordu
hatırlama
bu başka şiirin konusu

dünyadaki tüm dikkati istemiyorum dikkat fazlalığımda


saatlerce (mühendis) taklidi yapıyorum
beni merak edersen kuşları dinle Ruhiye
her şey
iyi aslında;
iyi
içim rahat
iyi
bir ağaca düşen turuncu sokak ışığına mutlu oluyorum saatlerce
iyi
iyi
iyi ya
ve neden bilmiyorum
bana hiçbir şey sorma
evet acıyor
acıyor işte
acım: ağacım: savaşacağım şerefsizler oteli
eftelya koyuncu ekin can
bir ağacın en tepedeki yaprağına uzanıyorum -II-
parmak uçlarımdan aldığım güç Bir atıl topraktan
m’ler çizemiyor gökyüzüne Bin batıl batılı
çünkü diğer m’ler kazık gibi göğsümde Sulha söz verenlerin
bir adım ileri on beş adım geri samimi yemin odası.
büyürken boyundan büyük ölümler giymek Kan aksiyon
ölümsüzdür kanıksanır
bir ağacın en derindeki kökleri Yalnız ama özgür olmak
benim gibi ayıplanır.
bir ağacın en tepedeki yaprağına dokunuyorum
çocuk cıvıltıları çağıldıyor cansuyumda Kirler temiz, karalar paklandı
gürleşip aktığımız yataktan taşanlar Kapılar ardında bir koku vardı
baş köşede oturuyor rüzgarın sofrasında Dün bin kilit
rüzgarı arkamıza aldığımız an bugün de bir çilingir
yüzümüzü halkların aşkı kucaklar Şerefsizler Oteli’nde
sarsılmazdır
bir ağacın birleşik gövdesi Krallar ki
bu katlarda istenmez
bir ağacın en tepedeki yaprağına asılıyorum bir yara var derinden
diken izlerinden engebeli avuç içlerim Ege’den kopmuş mitlere
adem ile havvanın aşkını getiren titanlara yer yetmez.
yapraklarla sarılıyor tüm boşluklar
yasakların bekçisine kalansa yalnız dal Ceset ceset üstüne
kenetlenen iki elle kanatlanıyoruz festivaldir hepsine
ayrılmazdır tuvale yağlıboya
bir ağacın yaprağından çiçeği yükselmişler göğe
sevgililerim var
bir ağacın en tepesindeyim şimdi bilmeyen dur durak
her bir dalda ayrı şenlik, aynı şifa, ayna şiir belki benden uzak
daldan dala koşuyorlar sıkılmış yumruklarla belki yakındırak.
biz seninle bir bizlere koşuyoruz bir kendimize belki de bir gün
sarılıyoruz sonra köklerimiz birleşiyor beni hançerleyecek
koca bir gövde doğuruyoruz özgürlüğe gebe girerse belkemiğinden
bir ağacın en tepesindeyim şimdi Şerefsizler Oteli’ne.

dört bir yanım seninle bezeli


üç yanımız mücadele kaderli
görsel: yusuf epçin
azılı çocuk cinayeti
yiğit bağcı

sedye üzerinde birçok ameliyata tabi bir aşk dizesi


ile
telefe başvurmuştun ya hani fil dişleriyle
bizatihi şekilde ayrılırken geçmişinden
ortalık yerde dururken şiddetin sesi
vazgeçtim şiirlerden, melodilerden
hep bir omurgasız bilmecelere adadığın sözlerinle
hükümetin dahi kartlarını açarken
çek yüzündeki kapkara örtüyü!
ten değiştiren yanaklarındaki kan kırmızısı ölmek
en huzura erecek hastanın kalbi
karmaşıklığa kulaç atan bir cankurtaran
ezanı karıştıran bir genç günahı!
ha ben işte, ben
hayatın eklem bölgesindeki çıkık gibi dururum ya hani
çekiçlerle protesto et o aşkın dikliğini
adalet yok bu oyunda, açık verme!
fısıldamalarını uzat bir dağın eteğine
biz iki farklı noktayla
aynı sayfaya giren iki yabancı…

bir dağın nefesini besleyen aşağıdaki göl


hiddetlenerek yükselir göğe
birdenbire anımsatır sıcak yağmurun zerafetini
birdenbire örter yiğit’in yüzünü
prömiyerin ilk kopan ışıltısı gibi bir beyazlık çöker
küçük bir kıza verilen yıldız hediyesi
sanki eylüle bağlı bir artere sıkılan kurşun gibi
karışır yokluğum doğrulduğun uykulara
sarhoş bir gülümsemenin dökülen bebek dişleri gibi
unutulan ızdırapların sarılışı
birbirimizi öldürmeliydik biz
acımamalı, zehrin ihtişamına susamalıydık
ezbere giden kelimelerin kurduğu zamanda
imkansız hayallerden söz edilmezdi
hırıltı gibi çöken ecelin
tutkusuydu hep ergen aşıklar
sevişmelerin dakikalık korkuları gibiyken fatihin
cesaretin sırtımdan kalkan bir cenazeyken
aynı yastıkta boğulan iki dilsiz çocuktuk biz
uzun uzadıya çok önceden…
alev almış bir aşığın şiiri
sıla yurtseven
zaman zaman anlatacak hiçbir şeyim olmadığını düşünürüm. dünya üzerindeki tüm kelime-
ler nefes alan herkesin parmakları arasından kağıtlara dökülmüş, bana ise sadece alevlerde
kül olmuş kağıtların isleri kalmış gibi. bazen ise içimin o kadar dolu olduğunu hissederim ki,
kelimelerle, sevgilerle, nefretlerle, söylenmemiş sözlerle, onları kimseye duyurmamak bir ka-
feste tıkılı kalmaktan daha betermiş gibi hissettirir. çoğu zaman bu ikisinin bir ortası yoktur.
çoğu zaman hissettiğim birçok şeyin bir ortası yoktur. buna alışırım. bununla doğarım, bu-
nunla yaşarım, bazen hissizliği üstüme örtebileceğim bir yorgan sanarım. o yorganın altında
mevsimler değişirken alev alev yanarım.
anlatacak fazla bir şeyim yok, sadece hepinizin de bildiği, hepinizin de tadına baktığı, hepi-
nizin de zehrinden kustuğu şeyler. aşk gibi şeyler. nefret gibi şeyler. yalanlar, kutulardan dö-
külen çöpler, parmaklardan akan kanlar, kulaklardan sarkan küpeler, ayaklardan çıkan ayak-
kabılar, kağıtlardan taşan mısralar, akılda dolaşan şeytanlar, nasıl başladığı unutulan şarkılar
gibi şeyler. sonuna bir nokta eklemesem, ömrüm boyunca devam ettirebileceğim şeyler. bu
yüzden aşktan farklı, nefretten farklı, yalanlardan farklı şeyler. hayat, olduğunu sandıkları-
mızla olmadığını bildiklerimiz arasında gidip gelen bir ince çizgi sadece. tıpkı yıllardır benim
için delilikle sakinlik arasında usulca gidip gelen o dalga olduğu gibi.
usulca dediğime bakma, altında boğuluken çok kuvvetli bir dalgadır o. tıpkı altında alev aldı-
ğım yorgan gibi, yorulduğumda altında dinlenmeyi umduğum çınar ağacım gibi, şarkıda an-
lattıkları o güzel kokulu limon ağacı gibi, yalnızlık gibi yani. anlatacak çok şeyim var demiştim,
değil mi? sonuna koyacak fazladan noktalarım, ekleyecek fazladan soru işaretlerim olmasa;
şu hayatı biraz da ünlemlerle, biraz da virgüllerle, hatta tamam, üç noktalarla yaşamayı öğ-
renebilsem. bu kadar keskin çizgilerim olmasa keşke. bu kadar çok şey beklemesem kendim-
den. biraz yumuşasam. bir gün o dalgaların çarptığı kayalar değil de o dalgaların kendisi gibi
kıvrımlı olsam. boğulmaya mahkum değil de kafasını bir batıran bir çıkaran bir dal parçası
olsam. noktaları yanlış yere koymasam, büyük harflerle başlasam.
anlatacak bir şeylerim var. ortada buluşalım, değil mi? yazacak dizelerim hep olacak. ben
anlatırım, iyi de, ya anlattıklarım başkaları için pek bir anlamsız olursa? olsun. olmasın. anla-
şılmak uğruna ne çok satır çaldım kendimden, duyulmak uğuruna ne çok kez sığındım ses-
sizliğe. ama dalgaların altında boğuşurken çıkan sesler hep boğuk, hep uzaktan. ne çok şey
yapıyoruz anlaşılmak uğruna. sevilmekten de daha öte bir ihtiyaç olduğuna inanırım anlaşıl-
manın.
kimseye ait olmayan bir dili konuşuyorum kendi başıma, dağlarımdan yankılanıp bana geri
dönüyor, kayalarımdan yuvarlanıp denizlerde kayboluyor, ağaçlara dolanıp bahar oluyor,
sonbahar oluyor. kış oluyor ve dökülüp bana yuva oluyor. bir dili konuşuyorum kendi başı-
ma. öğretmek istiyorum bu dili bir başkasına. çiçeklerimi koklayabilecek, yapraklarımı ok-
şayabilecek, kayalarımda yürüyebilecek, dalgamda benimle yüzebilecek birisine. benim gibi
birisine. ama benden de bir o kadar farklı birisine. bir dil öğretmek istiyorum. benden başka
kimseyle konuşamayacağı, benden başka kimseyle anlaşamayacağı. anlatacağım bir şeyler
var. kendimden, senden, gözleri kapalı beni dinleyen bu denizlerden.
ve fark ediyorum ki, yazdığım bir çok şey senin. sana ait. senin gözlerin, senin kaşların, senin
saçların var satırlarımın arasına karışmış. bunun hiçbir zaman farkına varabilir misin merak
ediyorum. sadece kelimelerime yabancı olduğun için değil ama onları görebildiğinde de on-
lara gerçekten dikkat etmediğin için. denemelerimde karşımdaki ahşap sandalyeye oturttu-
ğum hep sensin. senin baygın bakışların karşısında yazıyorum o satırları. şiirlerimi yazarken
yanımda yatan sensin. senin anlamayacağın bir dilde, senin okuyamayacağın bir alfabeyle
yazıyorum o mısraları.
seni cezalandırıyorum çünkü. seni, bir şiirde harflere, hecelere, virgüllere dönüşmeni izle-
mekten alıkoyuyorum. hayatın boyunca böyle bir şey istedin mi bilmiyorum. şair miydin şiir
mi bilmiyorum. hiç de sormadım. hiç de düşünmedim. bunu yazana kadar aklımdan bile geç-
medi. bu cümleyi ne çok şeyle ilgili kurduğumu bilsen şaşırırdın. ama bilmen için önce merak
etmen gerekirdi ve merak ettiğini sanmıyorum.
bizim birbirimizle ilgili bir şeyleri merak etmemize gerek olduğunu sanmıyorum. çünkü
hücrelerimin seninkileri tanıdığını düşünüyorum. mikroskobik bir boyutta, birbirimize hiçbir
şey söylememize gerek olmadığını düşünüyorum. atomlar birbirine asla dokunmaz derler,
ama sana dokunduğumda birbirimize değdiğimizi biliyorum. bazen dokunmadığımızda bile,
sözlerle, bakışlarla, alınan nefeslerle. tüm dünyanın yapamadığını bizim birbirimizle yapabil-
diğimizi biliyorum. bundan fazlasına ihtiyaç duymuyorum.
seni düşündüğümde beraberinde alevleri de düşünmek kolay. nereden çıkıyorlar, nerede bi-
tip nerede başlıyorlar bilmiyorum. zaten eğer alevlerle bir bütün olamıyorsan kendini neden
onlara mahkum edesin ki. seni düşündüğümde yanıp tutuşan bir şeyleri de düşünüyorum.
yanıp tutuşan gençliğin mi, bana olan sevgin mi, aramızda söylenmediği daima belli olacak
o sonsuz sözler mi bilmiyorum. sessizlikte asılı kalmış bir teklif, asla beraber izlenmemiş
bir film, yan yana oturulabilecekken oturulmamış bir akşam gibi basit şeyler mi. yoksa daha
derin, ikimizin de ismini ayrı ayrı koyamayacağı, belki tanrının bile çözemediği için bize bı-
raktığı birtakım başka şeyler mi. sessizlikte bekleyen, bir yılan gibi kendini toprağa gömen,
gökyüzünde gözlerinle birlikte süzülen, bizden kayıp giden o şeyler neydi bilmiyorum. de-
dim ya, bizi birleştirirken, bizi ayırırken, bizi ikisinin arasında bir yerde bırakırken tanrının
da gerçekten bildiğini düşünmüyorum. birbirimizden uzaktayken ve gözlerimiz aynı bakışı
paylaşmıyorken bir karara varmak çok zor. ama eminim ki bir zamanlar olduğu gibi birbiri-
mizin satırlarını tamamlıyor olsak ve aynı kağıda kalbimizden geçenleri karalasak, her şey hiç
olmadığı kadar basit olurdu.
çünkü sen de biliyorsun ki, her nedense, hiçbir şey hiçbir zaman basit olmadı. oysa olmalıy-
dı. bu kadar sessizlik, bu kadar gürültü, bu kadar saklambaç olmamalıydı. eğer bir çocukken
sevmiş olsaydım seni, beraber oynardık bu oyunu. eğer beşikteyken ilk kez görseydim seni,
birlikte dökerdik ilk gözyaşlarımızı. ama on yedi çirkin bir yaştı. ne seninle gülebiliyordum,
ne seninle oynayabiliyordum, ne de seninle ağlayabiliyordum. halbuki sadece ellerini tutmak
istiyordum. bir zamanlar yaptığım gibi; asla tekrar yapamayacağımı kabullendiğim gibi.
bir zamanlar, seni bir daha göremeyecek olmanın verdiği büyük bir acıyla yaşamıştım. bu
acıyı vücudumdaki bir diğer kemik, saçımdaki bir diğer tel, gözümdeki uğruna dilek tuttuğum
bir diğer kirpik olarak nasıl kabul edebildim inan bilmem. bu beni kaç gece ağlattı, bu beni kaç
gülüşten alıkoydu, bu beni kaç gün nefessiz bıraktı, inan hatırlayamıyorum. şimdi bile bunları
yazarken bir yandan seni sarsmak istiyorum. seni sarsmak istiyorum, çünkü tepkini görmek
istiyorum. arkasına saklandığın o maskeden başka bir şey istiyorum.
sevgi sözcüklerini kendi ağzınla söyle, üzüntünü kendi gözyaşlarınla at, bana kendi ayakla-
rınla gel istiyorum. büyük yapraklı adını bilmediğim bir ağacın altında otururken bana birçok
şey anlattığını hatırlıyorum. böyle zamanlarda keşke o zamanlar seni sevmiş olsaydım diyo-
rum. keşke seni sevmek mümkün olmuş olsaydı. keşke göremeyeceğim kadar kalın maske-
lerin olmasaydı da ben oradan gördüğüm ışığa kendimi bırakabilseydim. bu yazıyı beğen-
mediğimi düşünüyorum yazarken. anlatmak istediğim bu değil gibi. ama gerçekten bir şey
anlatmak istediğimi de zannetmiyorum, sadece çiçek suluyorum aslında.
çünkü gerçekten bir şeyler anlatmak istesem, aslında anlatacak çok şey var. dudaklarının
dudaklarımın üstünde nasıl hissettirdiğinden bahsedebilirim. bunu rüyalarımda hiç gör-
mediğimi, ama senden dinlediğimi anlatabilirim. ellerini ellerimde hissetmenin nasıl bir şey
olduğunu hatırlamadığımı, aslında birçok şeyi burada yazabilecek kadar iyi hatırlamadığımı
anlatabilirim. parmaklarımda kalan çilek izlerinden, dudaklarına yuva yapan şarap damlala-
rından bahsedebilirim. ama bunlar o kadar belirsiz olur ki, bunları bir ressam gibi anlatamam
burada. seni bir kere öptüğümden bahsedebilirim. iki kere, üç kere, dört kere. seni bir daha
hiç öpmediğimden bahsedebilirim. sonsuzluğa kaç adımda gidiliyorsa, buraya o kadar fazla
kere yazabilirim. tüm kelimelerim bitene dek o noktaya hiç ulaşamayabilirim.
bir daha bu ayaklarla, bu ellerle, bu sözlerle sana asla ulaşamayabilirim. bundan acı duyma-
yabilirim. bir köşede seni gördüğümde seni tanımayabilirim. aynı ağaçlar, aynı toprak, aynı
bardaklar öpüşmemize bir daha asla tanıklık edemeyebilir. dünya bir daha asla eskisi gibi
dönmeyebilir. bu hiçbir şeyi değiştirmeyebilir. bu her şeyi değiştirebilir. bensiz olmak, senin
sonunu getirebilir. bu tam da istediğin şey olabilir.
seni düşündüğümde yangını düşünmemin bir sebebi var işte. sebebi alevlere diktiğin bakış-
ların değil. sebebi benden uzakta yazdıkların değil. sebebi burada anlatamayacağım rüyaların
değil. sebebi, seninle dünyanın yeşilliklerinin arasında otururken onları kül olmuş bir şekilde
hayal edebilmem. sebebi, seninleyken ormanlarımın yanmaktan başka bir çaresi olmadığı-
nı görmem. sebebi, seni asla benim için alev alırken görememem. sebebi, oynadığımız bu
oyunun, ettiğimiz bu dansın, topraklarımı, seramiklerimi, zeminlerimi, topuklarımı alev alev
yakması. sebebi, seninle bir kez daha bu dansı edememenin beni mevsimlerce yorganımın
altında alev almaktan daha çok korkutması.
başlangıcından beri, sonunu beklediğini bilirim. seni o hâlinle sevdim çünkü. seni, tüm o
sonlara, o keskin noktalara, o kalın maskelere sarınmış sonsuzluğunun arasında sevdim. seni
o hâlinle öptüm. ellerini belime o hâlinle doladın. her seferin son olacağını, sonumuz olacağı-
nı sandım. şu ana kadar her seferinde yanıldım. seni düşündüğümde beraberinde alevleri de
düşünmek kolay. çünkü bir keresinde o alevlerin arasında beraber yandığımızı hatırlıyorum.
sonsuzluktan, dünyanın yaratılışından, isa’nın meryem ana’ya varışından önce. evrende sade-
ce ikimizken, kendimize özgü dansımızla alev aldığımızı hatırlıyorum.
umarım sen de hatırlıyorsundur. umarım hâlâ benim için yanıyorsundur.

lord raglan ve kara ölüm


alperen iri
Ve Lord Raglan, karanlık bastıktan sonra, gece olunca, subay olmayan bir askerin ismiyle
bulutu dolaşır.
Kara Ölüm geri döndü. Kara Ölüm, ölüm korkusunun cehalet sayıldığı bu dünyaya geri dön-
dü. İnsanlar onu görmekten hoşlanmışa benzemiyorlardı, kimisi duvarların arkasına saklandı,
kimisi farelere eziyet etti. Böyle karşılanmayı beklemiyordu. Parmağını havaya kaldırdı, bir
şey söyleyecekti. Vazgeçti. “Hiçbir şey güzel değil, hiçbir şey güzel değil.” İleriye doğru birkaç
adım attı, dumandan göğsünde kurtçuklar dolanıyordu. Kan. Gözlerini kapattı ve çocuklarını
çağırdı, mezarlıklardan bir sis bulutu yükseldi. Gözlerini açtığında Kara Ölüm herkesin üstü-
ne sinmişti. İnsanlar lanet etti. Kara Ölüm üzüldü.
“Buğulu camda hakikati gördüm, her yolculuk sona erer.” dedi biri. Öbürü “Her etkileşim
bizleri daha da karartır.” dedi. “Çapaklarımdan hiçbir şey göremiyorum.” “Sizi öyle bir duruma
getireceğim ki, söylediğim her sözde Tanrı’yı arayacaksınız!”
Yeter!
“Kendinize kutsal vaazler verip ölümü düşünmeyi bırakın.” Kara Ölüm.
“Görünen, görünmeyenden daha önemlidir derler. Ancak görünenin ne kadarını görüyorsu-
nuz? Ölüm nedir, doğum nedir gözlerinizde? Benim öldürdüğüm kadar doğurduğum vardır.”
Çocuklarını işaret etti.
“Bilmezdim gündüzün dirildiğini yeniden
Bir akşamüstü ölse bile.”
Ders vermek için burada olmadığım kesin. Dumanımdan beynime, kafamın içine ilerleyen
kurtçukları hissediyorum. Onlara ben mi izin verdim? Gerçeğin değil, yanıltıcı gerçekliğin
kurtçukları bunlar. Beni ele geçirebilirler mi? Kendilerini ne zaman unutturacaklar?
İnsanlar bu olayın üstüne öleceklerini anladılar, ancak bazıları yeniden doğdu.
Şehre aydan gri ışık dizileri uzanıyordu, yalnız ve terkedilmiş hisseden kullarını alıp do-
yumsuzluktan saklıyordu, orada birbirlerini bulup mutlu olacaklarını sandılar. Yeni bir yaşam
mümkün.
Yavaş yavaş özlemi duyulan acı ve keder; kavga ve savaşla geri geldi. Kendilerini yine yalnız
hissetmeye başladılar sonsuz acımasız bir paradoksla. İşte böyle başladı ayda yaşam.
narkissos beti benzi sararmış kız çocuğu
merve bozkurt bu yüzden hasta.
Büyümüş bir çocuğu tanımak zordur
hapsedilmiştir kilitli kapılar ardına
ışık hüzmesiyle kamaşan gözlerim
Düşük omuzlarımda taşınan onca yük aşıktır ilk gördüğü kaynağa
bunca zaman, şunca insan babamın sırtındaki kambur
kapımı aralayan ışık hüzmesi tanışık her yaramla, sahibine inat
çehrendeki bencillik ile seviştiğim gece seslenir de duyamazsın
-lerden kalan nikotin lekeleri çocuk işçiliğinin anılarını
unuturum elbet, kanımla süslenen kadın posterlerinin arasında
topraktaki zehirli nergis çiçeğini Rus turistlere hizmet etmenin hezimetini
unutkanlığın çaresi icat edilince anlatır da bilemezsin
umutların da hadsizlikle yeşermesi nasıldır yokluktan yükselmek yoksulluğa
yalnız zihnimde yankılanan patronu ve patronluk taslayanı kimdir
birer yanılsama mıdır? kimlerdendir kuzenini döven delikanlı
Yok artık, ne haddine! nasıl kırılmış kalbi öfkeli bir azarda
nasıl kırmış elini, gardiyanlık da denen
Aynaların arkasındaki boşluk kölelik yıllarında
kadar soyut ve anlamsız birçok fikir annemin yüreğindeki egzama
seni tanıdığım gündür konuşur da anlamazsın
yaşlandırıyor gözlerimi saçlarındaki beyazda gizlidir acelesi
egonun kalınca duvarlarına çizdiğim safiyeti on yedinci yaşından
her çeltik ve her resim konuşkanlığı ise bir düzine komşudan
çözmeye dahi yeltenmediğin o bilmece olur da duyarsan, bilirsen, anlarsan
yani ben, yani yorgun akıl oyunun boş gelir yaşamak
tanımaya nereden başlasan dolunca karşılar gri bir mezar taşı
elinde kalan yaramaz bir çocuk uslu kız çocuğunun dayak korkusunu
şehrin puslu havasında konuşursa öleceğini bilse
renkli uçurtmaların kuyruğundan bile
geriye kalan bir sis kalıntısı mıdır?
bu yüzden kederlidir suskunluğu
Rüzgarın estiği yönde savrulan gözlerindeki minik parıltı
sararmış bir yaprak, Kasım’dan kalma gülüşündeki solgun nergis
sarı rengini nedense her zaman notalara duyduğu absürt takıntı
ölümle bağdaştırıyorum, yazıyordu tenindeki yumuşak huzur
sayfaları sararmış eski bir kitapta ve ellerinden taşan tükenmez sevgi
daha kendini tanımazken sana tanıtan bile bile sustuğu için midir?

dolgu malzemesi
umut çiflik
dikkat arttırıcıların parçalayamadığı kalbimi
liserjik asitle genişlettim. intravenöz drip
şaibeli her olay üstüme yapışık

neler çektiğimin yarısı şiirlerde kayıtlı


koz vermemek için rakibe tüm kağıtlar açık
etiketin fazlası
alperen yavaş
“Money
It’s a crime”

Roger WATERS

Los Angeles’ta dolaşan bütün paraların üzerinde bir miktar kokain var. Nasıl? İnsanlığın bu
kağıtlarla kurduğu ilişkiyi anlatan bir gerçek değil mi? Banknot değil, kâğıt demeyi seviyo-
rum. Tamamen pamuk elyafından yapılan bu ufak tanrılara herkes gibi kâğıt demek komiği-
me gidiyor çünkü. Gerçekleri değil, tanıdık ve kolay yalanları kabul eden bir toplum. Bir şey
çağrıştırıyor mu?
Amaan, boşa konuşuyorum böyle. Siz bunları sevmezsiniz. Siz bunları anlamazsınız. İlgi
çekici olması için dedikodu gerekli, kurgu gerekli. Başkalarının hayatlarının en özel noktala-
rına burnumuzu sokmalı, onların acısından zevk almalı, sevinçlerini kıskanmalıyız değil mi?
Ne kadar sefil ne kadar garip hayatlar görürsek kendi hayatımız böyle olmadığı için o kadar
mutlu oluruz değil mi?
Pekâlâ. İstenilen hayat hikayesi geliyor. Dinle.
Babam yüzü terli, bodur bir adamcağızdı. Özünde zavallıydı, mesleken de şişman ve pısırık
bir manav. Tatlı yemeyi sevmesi dışında hayatıma pek bir etkisi olmadı. Ama o etki, yıllar
sonra bir çığa dönüşecek olan şimdilik masum bir kartopuydu. Erkenden yuvarlandı.
Erkenden dediysem çocukluğa, okul öncesine gitmek gerek. Bir akşam evde üç kardeş
saçma sapan oyunlar uydurup oynuyoruz. Oyunda kullanmak için anahtar lazım. Doğuştan
yavşak bir politikacı olan abim hemen babama gidip tatlı tatlı anahtar istiyor. Peder eli arka
cebe atıyor. Anahtar çıkıyor tabi, ama yanında buruşuk, kırmızı bir kâğıt da var. “Napolite-
eeen” diye bağırıyor doğuştan maymun iştahlı bir şımarık olan küçük kız kardeşim. Anam
çocuklara da ver diyor. Babamın yüz napoliten çikolata kırmızısı. Bütün çekmeceyi yemiş
ayı. Üstüne bir de anamden kalay yiyor. Yarın çocuklara çikolata getirmesi gerektiğini pek
de kibar olmayan bir yoldan öğreniyor böylece.
Yarın akşam olup da zil çalınca üç kardeş kapıya yığılıyoruz. Küçüklük ya, çikolata heyeca-
nı. Başka heyecanlarımın olduğu son anlar olduğunu nereden bilebilirdim. Babam merdiven-
leri çıkıyor, eşikte bizi görüyor. Bıkkın bir suratla “içeri oturun, vercem çikolata” diyor. Koşa
koşa salondaki koltuğumuza gidip oturuyoruz. Ayakkabılarını çıkarıp elini yüzünü yıkadık-
tan sonra babam geliyor. Elini sağ ön cebine daldırdığınca şıngır şıngır sesler odayı kaldı-
rıyor. Bize açılan bir avuç. Üç tane kırmızı napoliten. Abim ve kız kardeşim hemen kapıyor.
Ben duruyorum. O avuçta çikolatadan başka şeyler de var. Gözümü onlardan alamıyorum.
Farklı büyüklüklerdeki parıltılı daireler. Işığın altında ne kadar parlak ne kadar güzeller!
Hepsi başka başka renkte, üstlerinde başka başka desenler, yazılar var. Sonradan lale motifli
beş bin lira olduğunu öğreneceğim parlak daireme hevesle dokunup babama “ben bunu is-
tiyorum” diyorum. Pek önemsemiyor, “sonra bana geri ver.” demesiyle beraber parayı bana
bırakıyor. Sonra da kalan napolitenin kağıdını sıyırıp ağzına atıyor.
Madeni beş bin lira tabi ya, siz de hatırlarsınız. Bolca bakır, biraz da çinko ve nikel. Akp
öncesi nur topu gibi bol sıfırlı yıllar. Babam çocukken en büyük madeni para yüz liraymış.
Benim ilk aşkım ise laleli madeni beş bin lira idi. İlkokula gittiğimde ise artık çiçekli böcekli
güzel zamanlarını geçmişte bırakmış, buz gibi soğuk ve düz madeni iki yüz elli bin lirayı gör-
düm. Enflasyon garip bir şey değil mi? Benim yaşım daha bir basamak büyümeden kuruşlar
iki basamak birden gidiyor. Öbür yandan Mesut Turgut ile didişiyor, Tansu cenab-ı allahı
bize emanet ediyor.
Tabi o zamanlar bunların farkında değildim. Hatta Türkiye’de ne oluyor, dünyada ne oluyor
pek ilgisizdim diyebilirim. Çünkü küçücük yaşta büyülenmiş, tek bir dünyaya (ama en büyük
dünyaya) hapsolmuş, onu boydan boya keşfetmekle lanetlenmiştim.
İlginç olan şey ise aslında herkesin benimle aynı okyanusta olmasıydı. Tek sıkıntı kendileri-
ni bir göl, hatta kirli bir su birikintisinde gördükleri için tabi oldukları dünyayı anlayamıyor-
lardı. Sorumlu, ama kavrayıştan yoksun kitleler.
Ne mi demek istiyorum? Para denilen orospu herkesin eline geçiyordu. Kiminde az, kimin-
de çok ama illaki herkeste bir tutar vardı. Ve bu yığınlar bütün hayatlarını ya az gördükleri
tutarı çok yapmak uğruna ya da sahip oldukları az tutarlı şeyleri çok tutarlı şeylerle de-
ğiştirmek uğruna harcıyordu. Yani evet, bugün bakıp pişkin pişkin yorum yapınca “paraya
takıntılı” kişi bendim, ama gerçekte paraya takıntılı olmayan bir kişi bile yoktu, sadece itiraf
etmeyen milyonlarca yalancı vardı.
Dünya üzerinde var olan bütün gücü tek bir araca bağlayan bir sistem yaratmış insanlık.
Küçücük çocuklar bunun farkında, yetiş-
kinler farkında, herkes bunun farkında
esasen. Ancak bu gerçeğin doğal sonucu
olarak sürekli konuşulması gereken en
önemli şey: bu güce erişmenin yolu tabu
olmuş, “ayıp” addedilmiş bizi sahip oldu-
ğumuz bencil, iğrenç doğamızla yüzleş-
tirecek diye. Sonuç? Ahlaklı insanların
süründüğü, en iğrenç olanların bunun ta-
mamen farkında olarak pek çok gücü elin-
de topladığı bir sistem.
Yine sıkıldınız değil mi? Ne güzel çi-
kolatalı aile hikayeleri anlatırken birden
ahkam kesmeye başladı yine mi dediniz?
Pekâlâ pekala, kahramanları anlamak değil
onları izlemek ve kendinizi onların yerine
koymak istediğinizi biliyorum. Hiç sorun
yok, ben hikâye anlatmayı da severim. En
son nerde kalmıştım?
Hah evet, ilk olarak desenli ve parlak ma-
deni paralar ilgimi çekmişti. Uzun bir süre
onlarla oynadım, onları sakladım. İlkokula
geçtiğim zaman kağıtlar da ilgimi çekme-
ye başladı. Cumartesileri babamın dükka-
nına gittiğim zaman kasada beş milyon,
on milyon gibi büyük kağıtları görürdüm.
Onun dışında anam bana kantinden simit
ayran alayım, arada bir çikolata, bisküvi
lokum alayım diye Kızılkule’li mavi iki yüz
elli binler, anıtlı mor beş yüz binler verir-
di. Bir kere haberlerde sahte para basıyorlarmış duydum diye hemen ışığa tutup filigranına,
emniyet şeridine bakardım. Zira sahte para oradan belli olur demişlerdi polis amcalar baba-
ma bir vakit, hiç unutmadım. Çocukluk aklı işte, sahte param olacak diye ödüm kopuyordu
o zamanlar. Sonraları sahte para içinde yüzeceğimi, yakalanmamak için dolu dolu anadoluyu
gezeceğimi nereden bileyim. Biraz da kaderin cilvesi işte, Oedipus misali neyden kaçtıysan
sonradan kendini tam kucağında buluyorsun. Para da efsanelerden, felsefelerden azade de-
ğil tabi. Neyse, simit ayran parası diyordum değil mi? Bu konuya dair bir iyi bir kötü haber
var: iyi haber, anamın verdiği paralar doymama yetecek kadardı. Bazen okula gitmeden ev-
deki kahvaltıda çok yemeyi başarabilirsem okulda hiç harcamayıp paramı saklayabiliyordum
bile. Kötü haber, bu saklayabildiğim para çok azdı, yetmiyordu. Daha çok param olsun, evde
bir köşede onları okşayayım, aynı değerdeki paralarda bile olan küçük farkları bulayım, bana
gelesiye kadar her birinin yaşadığı macerayı hayal edeyim istiyordum.
Artık haberlerde mi duydum, gazetede mi okudum hiç hatırlamıyorum, bir şekilde “çek”
diye bir şey duymuştum. Ne olduğunu tam öğrenmek için bir akşam okul dönüşünde mahal-
le kahvesine uğrayıp DSİ emeklisi Nevzat amcaya sormuştum. Çünkü anamın bir keresinde
Nevzat amcanın oğlunun banker olduğunu, paraya para demediğini söylemişti. Nevzat amca
da oğlundan öğrenmiştir bu para işlerini diye ummuş, işime yarayacak kadarını da öğren-
miştim açıkçası. İnsanlara para vermek yerine çek denilen şeyden yazıyormuşsun, imzala-
yınca para yerine geçiyormuş o. “Bu çek karşılığında filanca emrine yalnız filanca Türk lirası
ödeyiniz” altına bir tarih, bir imza bitti gitti demişti Nevzat amca. Ben de düşündüm ki para
vermek yerine çek yazıyorsak para almak için de yazabiliriz yani değil mi? Şimdi gülme he-
men, gerçekten işe yaraması çok daha komik oldu.
O akşam oturdum, çıkardım cetvelimi makasımı Nevzat amcanın anlattığı gibi dikdörtgen
kağıtlar kestim düzgünce. Sonra dolmakalemimi çıkartıp gerektiği yerlerde boşluk bıraka-
rak öğrendiğim çek metnini yazdım. Altına adımı soyadımı yazıp, el yazımdan bir imza uy-
durdum. Ertesi gün okula gittiğime ellerimle hazırladığım, özenli bezenli çekleri gösterdim
arkadaşlarıma. Dedim ki arkadaşlar, babam bana dedi ki bizim evdeki paralar çok eskimiş.
Yeni paralar almak için elimizdeki eskilerin üstüne biraz daha koyup yenilerini almak ge-
rekiyormuş. Şimdi ben size iki yüz elli bin liralık çekler yazıcam, siz bana o çekler için yüz
bin lira verin. Babanız bankaya gider bu çeki bozdurur siz de yüz elli bin lira kazanırsınız.
Parası olan hepsi koşturmasın mı ilk günden! Dile kolay, bir milyon beş yüz bin lira ile eve
döndüm diye ağzım kulaklarıma varmıştı. Hemen evde saklı köşeme koydum kâğıtçıkları-
mı. Seri numaralarını ezberledim, kimden hangisini aldığımı tek tek not ettim. İlk paramı
kazanma hikayemin böyle olması çok değerli, hayatımın kalanına çok uygun. Belki aklınıza
hemen Ponzi gelmiştir. Ya da vazgeçtim, siz onu nereden bileceksiniz. Aklınıza Çiftlik Bank
Tosuncuk gelmiştir. Fena olmayan bir kıyaslama. Ama yapılan işin küçüklüğü ve acemiliği
düşünüldüğünde Emerich Juettner daha uygun gibi geliyor bana. Zaten sonradan onun gibi
yakalandım. Sonradan dediğime bakmayın tabi, çocukların anası babası akşam olanları fark
edince hemen ertesi gün beni müdüre şikâyet etmişler. Önce hakkıyla müdürden bir dayak,
sonra da anamdan. Zorla paralarımı sakladığım yeri gösterttiler, hepsini alıp geri dağıttılar.
Yirmi dört saat bile sürmemişti yani zaferim. Bu açıdan bakınca yıllarca polisten kaçmış
Emerich’e biraz haksızlık ediyorum sanırım. Gerçi öff, sizin için hiçbir farkı yok, boşverin.
Siz, siz, siz demekten yoruldum aslında efendim, beyzadem. Size Hakan demem uygun olur
herhâlde değil mi?
Baş parmağını onay beklercesine adamın yüzüne doğrulttu. Sandalyeye bağlanmış adam
hiçbir tepki vermedi. Sadece dakikalardır olduğu gibi kocaman gözlerle bakınıyordu.
Uygundur, uygundur Hakan. Zaten sen “siz” denmesini hak etmiyorsun, büyük büyük de-
delerin, İngiltere’den bağımsızlığını kazanmış kapitalizmin beşiğinde servet saklamayı ba-
şarmış dedelerin sonsuz saygıyı hak ediyor.
Half Eagle, Draped Bust. Daha önce duymuştun değil mi?
Adam huzursuzca sandalyede silkindi, iplerden kurtulmasının imkânı yoktu.
1822’de Amerika’da darp edilen uyduruk bir beş dolarlık maden. On sekiz bine yakın bas-
mışlar o zaman. Sonra 34’te neredeyse hepsini eritiyorlar içindeki altın miktarını azaltmak
için. Tabi “neredeyse hepsi” diyorum, çünkü senin dedelerin gibi ileri görüşlü zenginler
parasına sahip çıkmayı bilmişler o zaman da. Yıllarca usulca saklamışlar, kuşaktan kuşağa
aktarmışlar değerli madenlerini. Dünyada birkaç tane kaldığı biliniyor, sizin ailenizin gizle-
dikleri dışında elbet. O zamanın beş doları şimdi ne kadar ediyor biliyor musun Hakan? Bili-
yorsun biliyorsun, milyonlarca dolar. Sakladığınız yeri de biliyorsun ve bahsetmeye hazırsın
ayrıca değil mi?
Bıçağın soğuk yüzü yanağında gezinirken gözünden akan yaşlar ağzındaki tıkaç yüzünden
gerilmiş dudaklarına doğru akıyordu.
isyancının şiiri
ramazan gediz derin
eyvah, yine isyana varıyor içimin çığlıkları.
yitirilmiş bir bekaretin kan deryası şiirlerinde
belli belirsiz isyana kalkıyorum dünyaya karşı.
duyan yok vurulup gitmelerimizi su üzerinde, gören yok;
dünya geçip gidiyor nasırlı ayaklarımızın altından.
tam tepemizde odaklanmış bir namlu
içimdeki topal atları ve zenci çocukları vurmaya niyetli
geveze müezzinlerin kametini bekliyor.
kaçışı yok kelimelerin ve üstelik bacaklarım da niyetsiz
atlas okyanusundan bir leğen suyu yürüyerek aşmaya.
sıska şiirler yazmaktan ve güneş gözlüğü takmış tanrıya yalvarmaktan başkası gelmiyor
elimden.

sana kaçırılmış gemi seferlerinin iskelede bıraktığı boşluklardan getirecektim.


iki parmağının arasındaki boşluğu doldur diye.
muhtemel olanı erken duyurup mahvetmenin hüznü var yine başımda.
üstelik tedirginlik de üzerime çok yakışıyor.
birkaç yarım şiiri birleştirip derme çatma bir yaşamak yaratmalıyız yine
ki, işsiz kalmasın surları aşan barbarlar.
kendini tekrarlayan insanların yokluğu hissediliyor.
kendini tekrarlayan ve tasdikleyen kol saatim
yine öleceğimi haber verdi.
duyan
gören
bilen ve söyleyen
yok.
sen duy, sen gör, sen bil ve söyle.
susmanın ve bencilliğin ağırlığını al üzerimden
kalemin mürekkebi, saatin pili, şairin şiir bitiyor.
ceset gibi kokuyorum
yitirilen bekaretlerin kan deryası şiirlerinde.
korkuyorum, korktuğumu biliyor cinler, şeytan ve tanrı.
ben de onların bana güldüklerini biliyorum geceleri.
fark etmez, tanrı hariç hepsi ölecek bir gün.
böylece son bulacak anlamsız muskaların üzerime tükürdüğü
kabus dolu ve ter kokulu sıcaklar.
sonra yine yeni bir şeytan daha çıkacak nasılsa içimden.
en baştan yazacağız çöl masallarını ve
en baştan meydan okuyacağız tanrıya.
inadına kendimiz seçeceğiz peygamberi.
inadına dönecek bu devrin devranı ve
biz yine günahkar olacağız.
bekareti dert etmen boşuna
yine sen ve ben yanacağız
günün sonunda ufukta batan güneşin kızıllığına karışıp.

iyi bir insan olsan da böyle olacak bu


beş para etmez bir şair olsan da.
çünkü çok kereler gördüm yukarıdakinin kendini yalanladığını.
musa’ nın yaptığını isa bozuyor hep.
kaybedecek bir şeyin de kalmadı yüzündeki yanık izlerinden başka.
eyvah, yine isyana varıyor içimin çığlıkları.
yine günah dolu şiirler söyledim mağaranın birinde.
oysa modası geçmiş bir meslek artık peygamberlik.
bizi yine yakacaklar
ozanın yanmak mıdır kaderi?
ne söylediği, neden ve nerede yandığı önemsiz midir?
ummazdım tanrıdan bile bu kadarını.
duyan yok
gören yok
bilen ve söyleyen yok
sen duy, sen gör, sen bil ve söyle.
en kıymetlin zaten içindeki isyanındır.
duman duman dağılsa da sesin karanlıkta
tanrı kendine karşı gelenleri hafiyelerine not ettirir, unutma.
söyle.

eyvah, yine isyana varıyor içimin çığlıkları.


sevişmelerin gizlendiği yitik ülkelerde bir kavuşmak düşlüyorum.
günaha varıncaya kadar koşuyorsun zihnimin çöllerinde
ta ki durdurmasın seni içimdeki müşrik.
sevişmek, biliyorsun, şirkten daha büyük günah.
kavuşmalar hücum borusuna kaldı.

the firebird daha sonra gel yine


ali doğukan ileri ercan gümüş

piyano konçertosu üzerinden süzülen nakit sıkıntısı çeken bir hayal


ateş böceği meseleler çok mühim
beni kendinden ayırmaksızın
dinleyicilerle dalga geçer gibiydi
peşinden sürüklüyor tatsız olaylar
hele ki tek bir kanadıyla bile muhakeme desen konserve tazeliğinde
göz önünde yanıp sönerdi her dakika varlığını hissettiriyor
o zamanlar daha icat edilmemişti kulak tıkacı boğazımdaki çengel
göz tıkacıysa isadan beri vardı Allah ne verdiyse yiyoruz birbirimizi
aksi taktirde nasıl gözden kaçabilirdi bomboş evler
mabet fahişesi bir sürü bir şeyler bir sürü zonk
fırsattan istifade tedavülden kalkmaz
çok yaşa tanrının oğlu
sultaoğlu sulta
çok yaşayın piçler piçoğlu piç
birkaç kadın gözyaşlarında boğuldu öyle hissetmesen de öyle hissettiriyor
atılan can simitleri ancak rahimlerine yetti favoriye eklenmiş cinayetler
tanrı yeni notalar var etti ne fena düşünceler
bir (güve)rcin aldı pençeleri arasına bunları bir kafede kaygıyla andım
ve gagasına üfledi akıcı biçimde tıkandım
mobilyaların yerini değiştirerek
konçerto bitmişti
anjiyo oldu kuraklık
kadınlar morga taşınmış evim yedinci duyu durumundadır
ve ateş böcekleri düşmüştü daha sonra gel yine
yeni bir beste bayrağı devralan kötülüklere katlanırız
yükselmekteydi bu sefer makarnayı sebzeli kaynatırız
tanrıya ya da devlete ihtiyaç var
buğra öztürk
Sigaram yere düştü
Onu almak için bir çaba göstermem lazım
Bu çaba beni yormaz
Ama çabayı sarf etmenin gerekliliği konusundaki belirsizlik
Bir süre sigaraya bakakalmama sebep oluyor
Bu belirsizlik adam öldürmez
Ama günlerimi benden çalıyor
Hayatım böyle geçti
Bir sonucun nedensizliği
Her zaman isteksizliği doğurur
İsteksizlik
Eylemsizliği
Ve eylemsizlik beni kimilerine göre tembel
Kimilerine göre geri zekalı yapabilir
Ama ben de hep kimsenin
Tanrısını kaybettiğinden beri bir adım dahi atamadığını savunacağım
Beyinler böyle çöktü
Bir tanrının yokluğu
Her zaman nedensizliği doğurur
Nedensizlik
İsteksizliği
Sonucunda ağır ağır çözünüp hiçleşeceksem
Düşen sigarayı almanın veya bir adım atmanın
Ne gibi mantıklı bir sebebi olabilir
Kâinatın gizemi veya medeniyetin devamlılığı çok mu sikimde
Hiç sanmıyorum
-herkes insanların tanrıyı
korkularından kaçmak için yarattığını söyler
hayır
insanlar bir adım atabilmek için tanrıyı yaratmıştır -
Aslında terör denilen şey de
Bir grup insanın sigarasını almayı reddetmesi ile başlar ve
Bu grubun diğer insanları silah zoruyla sigarasını aldırtmamasıyla gelişir
Ama gelişim bu aşamada gerekliliğe dönüştüğü için
Asla bir teröristten de söz edilemez
Devletler de böylece akış içerisindeki yerini sağlamlaştırır
Doğal dengede akış
Devletin yönü olur
Terör de böyle çözülür
Sonra terörsüzlük gereksizliği doğurur
Gereksizlik günlerimi çalar
Ben de bu yüzden
Büyüdükçe kıskanmaya başlarım
Bağımsızlığını kazanamamış milletleri
Ve sigaram elimdeykenki anı
Acilen devletleşip
Yönüme katmalıyım akışı
çıkış ziganafor memeli kibele
yalım aydın cem akkayalı
kaybetmeyi romantize etmekten
nasıl uzak durabilirim dağdır sırtımda
karıl, yaylasır vesselam sarp
değişebilirliği vurgularken değişmemeyi yıldırım alaca, bayır bakır kalakalır
talep etmek nasıl hem büklüm hem kaba
diye düşünürken her seferinde,
yosun dağlar pak dağlar ak dağlar
çıkışsa uzak görünüyor çelişki de deniyor
buna sıkışmışlık/mana krizi zor anam zor bu sadelikte
gurbet
sorularımı sormaktan okuyanlara
sıra gelmiyor yazdıklarımı sunmaya sarf et, okyanuslar içinde susuz
kafiye şeması falan da yapmıştım hep çöl güneşinde kızışan al kaktüs
izlek/şema veya mekanik olan bir şeyle diken diken diken
büyüteci bir nesneye tutar gibi kürek mi kumul hörgüç mü yelken
incelemek şiirleri belli değil
büyüteci bir insana tutar gibi değil delibozuk bir şizofreni
çünkü insan nesne hayvan serap serap serap
postmarksist anlayışa göre
-yani anlayışsızlık-
pireler kol gezer devlerde, belle
iyi şiirler yazmak için pirelerde zıplaşır derya, bil
geceleri oturmak lazım gelir sokul bir dalgalı bir çapa
yayınlanmak için birilerine yanlamak kaz köstebek misali maden
kalıpları yıkmak için güçlü vurmak harıl harıl hurul hurul
daha fazla şey ifade edebilmek için daha fazla yaşamak köksel sarmaşıkları at
yani geceleri erken yatıp keskinsi tepeleri yak
sabahları erken kalkanlara süt beyaz şu koltukta
ifade etme anlamında bacak omzum üstüne
çok fazla şey sunulmuyor at
yani geceleri erken yatanlar için
çıkış saatsiz hâlimizle sürekli
sunulmuyor rumelinin ezgisiyle müjgan
geceleri erken yatanlar için omzunzda süzgü duşla
çıkış dil değme dile hicran
geceleri daha geç yatmak sarışın değil üstelik
yeterli esmerimli
çıkışsam esmerimli şekerleri şivemde
geceleri erken yatanlara erigelir
çıkışın köy yolunda tıngır tungur
geç yatmak olduğunu söyleyenlere o lömbüdü lömbüdü
görürüz işimizi
çıkışamam
çünkü tartışmalar da geceleri oluyor
mutsuzluklar da geceleri yaşanıyor
ifade etme yeteneği heybesi de aynı gecelerde doluyor
a/a geçici denge kaybı
esra inci aslan mehmet yaşar
-mişten gelse de boğuntusu ussallığa sığar mı rast gelmesi farklı arzuların
gür ve haşmetli ve kudretle nesnel kesişmeler bedava ama
-ecekler duymaz asla öz(nel) kapımı bilmez çilingirler
düne dair baltalarla kazınır bilince çöküntüsü tek öğün duygulandığım günlerde
dışına itildiğin tüm zamanların masamda Lenin var
yırtıcı kahkahalarla akar kan yaşları
/ve yol ayrımları ya bensem göremeyen en bariz eğilimleri
zoraki sarmalların izinde kendi kehanetimin taşıyıcısı
ve umutlar beklenmedik anları yarına sakla
her an bizi öteleyebilirler kararsız
kaldıysan da bir bağ bozumunun ruhunu hazır tut
döküntüsünde belki bir gün var oluruz
ve işlendiyse kemiklerine bile yokluğun acısı geometrik düzlemlere sığarız da
ara kendini durmadan ara gerisi sizin maharetinize
bulacaksın o kilisede
bulacaksın dar patikalarda ne yazarsan yalandır
zincirleri kopmuş salıncaklar diyarı burası kendine saklamaktan unuttun olanları
alzheimer bir zamanın efendilikte aşırıya kaçmaktan
protez diş gıcırtısıyla donanmış ellerin titriyor tıpkı annanen gibi
askeri tel örgülerin kıyısında dağdan ovaya inişin gibi
/kurumuş çimler ilk bira içişin gibi
yabani otlar yine başın dönüyor
insan başları
bir el lazım
aynı harfle başlayıp biten bir şehirdedir kalbim yıkamazsam önsel öğretileri
aklım bir sahil kasabasının rıhtımında direnmeden teslim size yine yağma size
sen bilincimin dipsiz kuyusunda baştan inşam anneme teslim
ve yatay ve dikey tüm dehlizlerinde sen de yok değilsin
kılcallaşmış varislerinde
batarım orda sen kalırsın düşüncesi bir cenazenin
ben giderim sen gelirsin ardımdan artık o kadar korkutmuyor
yaşam ve ölüm hanesine yazılırız ikimiz de toplu satın alınan gülsularını
kovalanmaz her kaçan manifaturacı tezgâhında kefen bezlerini
kovulur bazen de acımasızca maaşı enflasyona tabi
seni ben kovdum mezarlık bekçilerini düşündükçe
seni ben bittim
seni ben yitirdim bir satır başında anlamaktan kaçmak pahasına
hiç yazmadım seni gelin gelmez artık bizim köye
hiç yazmadım oysa Lenin gelebilir

-mişten gelse de boğuntusu


gür ve haşmetli ve kudretle
-ecekler duymaz asla
ahı alınmış insanlar ordusu turunca!
naz kandaz abdullah uyu
yaz omzumdan siyah bir zamk gibi akıyor silik kaç ruh seninle
geçen zamanın çaresiz uğultusu onca derde gark oldu
ölüm haberin gazete manşetlerinde yeryüzüne düşman yüzün
kayboldun
kan kırmızı harflerle
kapkara mürekkeple şu alacakaranlıkda,
ön sayfalarda ve tozlu tekel tezgahlarında parmakların yad oldu şimdi
iki karış yazıyla tek soru havada: adın beş feza ötede olmalı
-merhuma hakkınızı helal ediyor musunuz? adınla, pastel sesin
uykusuz kulaklarıma dolmalı
etmiyoruz kardeşim, etmiyoruz asla! ah
biçare bileklerim
havra sokağında çürüyen balıkların cesetleri ve gerçekden çok uzak dileklerim
aldattığın insanların sarsılmaz güveni şimdi pür hakikat olsa, acaba
ak alnın ve kanla sivrilen dişlerinle rüzgar kaç güne mandalina kokar da
karşımda olursun yine
gün yüzü işlediğin günahları peh
altın kürdanlarla kazıyoruz pek aheste, pek gamsız gelir hepsi
sırtında tırnak izleri kopuk deri parçaları hepi topu turuncu kadar sevdimse de
kayıp kurbanların tırnak etlerinde diğer tüm duygular anda kekremsi
çeyrek asırlık bir çığlık ölüyor yaşa! var ol! turunca!
bensiz de güzelsin!
bozuk sistemlere ağıt yakanların çehresinde hududlar gereksiz sana inan
kayıp cesetler ve unutulmuş günahlar seni yeşil mavi ya da
yirmi birinci yüzyıla yeniden doğuyor diğer tüm çirkin renklerdendir sanan
benim kalbimi
caddelere akan bir insan güruhu müşahede etmemiş demekdir
kucak açıyor sindirilmiş adalete şiir perilerinin zamansız terkedişleri gibi
balkonda çamaşır asarken yeryüzüne düşman yüzün
trafikte direksiyon sallarken gülümsüyorum, evet, ama
küfrediyor o halk arşa doğru kayboldun işde
donuk gözlerinin ardında
sonsuz gökdelenler ve
kilise çanları yanıyor
durdurulamaz bir coşku
ölüm haberini aldık
biz ahı alınmış insanlar ordusu
hafif olur milletinden korkanın uykusu
ve hala havada tek bir soru:
-merhuma hakkınızı helal ediyor musunuz?
etmiyoruz kardeşim, etmiyoruz
hakka olmasın yolu!

görsel: sudenas bahar


ben ve
mislina bursal

gözümü tekrardan açıyorum uyuduklarıma ve dünya uyandıklarım kadar


bir kez daha uyandığımda yine daha yorgunum
artık içimden gelen sesleri dinliyorum çünkü bahsediyorlar kendi doğrularından
ve etik bir kez daha düşmanı oluyor karanlık gecelerde kurduğum hayallerin.
kendimi kendime kanıtlıyorum, haberi olmuyor zamanın
var bir yerlerde hala her gece uyuduklarım ve devam eden hayatlar
zaman tek dostu korkumun
yine karanlık oldu, ben balkondayım
kendimi dinliyorum ve bahsediyor kendi doğrularından
mesela bunlar kendimin doğruları
tam şu anda ben içi yalnızca bana dolu kelimelerle kaydederken
ve beraberinde yazım yanlışları.
sonradan düzeltebileceğimiz hatalar yapmayı nereden öğrendik
akıyor ve izleri aşıyor boyumu
varmaktan korktuğumuz tek bitiş çizgisi gitgide daha yakın
bir o kadar da uzaklaşıyor koştukça
duruyorum ve uzuyor yollar
durmak bu yüzyılda artık biraz politik
diğer anlamını yitirmiş sayılar ve geleceğe dair diğer şeyler gibi
hayal kurmaya vaktim yok gibi hissediyorum ne de halim
tek bildiğim birazdan sabah yine uyumadıklarıma kızacağım bir saat dilimine gireceğiz
ve ben içten içe tatmin olacağım
çünkü şimdi ben ve uyumadıklarım
bir de hala şaşırtıcı bir hızla akan zaman.
durduk ve biraz anarşistim kırgın geceye
ağlamak istedim ve anlatmak
çünkü sürekli ve devamlı olarak söyleyeceklerim var
ve yine ve düşündüklerimi bastırır yükseklikte sesi
bu oyun birileri tarafından daha önce oynandı
bense burjuva hayallerle camdan bir fanusta izliyorum kum saatini
tik tak tikki takka
geçiyor geçiyor
bizi dinlemiyor
ben okurken döktüklerimi içimden
tekrar ve tekrar şimdi bile süratle
çok konuştuğum ve konuşacak kimsenin de olmadığı bir yerdeyim
düşünceler yalnızlığı bastırıyor ve
bu bir yalnızım şiiri değil.
yalnızım çünkü tek başımayım ve bu yüzyılda bu da biraz keyfi
şu an yalnız olmam yalnız kelimesini tdk’da her eşittiri ile tanımlıyor olduğumu göstermiyor
ve süratle konuşuyorum
içimde en sevdiği oyun “tıp” olan biri var sürekli düşünüyor
dinlenilmek istiyor ve çoğu zaman bastırılıyor içi boş kelimelerle
ben daha sessiz bir kendim için yazıyorum
yalnızca otoyoldan geçip giden tırları izleyip tatmin olacağım şimdi, hala akıyor diye.
çünkü ben ve uyumadıklarımla
artık söyledim.
ölümüne hayat
kadir kemal emir
Son dal kırıldığında yeşerdi ağaç, ve son damla kuruduğunda yağdı yağmur. Ansızlıklar
ve sonsuzlukların kırıldığı vakitler uygun görülmüş umutlarca. Savaşın kaybına dair me-
talik kokunun havaya karıştığı anda şafakta görünen dost askerler gibi, ya da düşüyormuş
hissini yaşadığın yarım saniyenin ardından ayağına temas eden basamak gibi. Umbrayı
görmeden doğmuyor güneş ve parayı vermeden çalınmıyor düdükler.
Sevemiyorum bu yüzden hayatı, belki de budur amacı. “Hayatın amacı” diyorum, “yaşam-
larımızın amacı” değil, bizzat “hayatın amacı.” Vücut bulacak olsa da gelse karşıma. Sorsam
gırtlağımdan yükselecek ne kadar hırıltı varsa. “Neden” diye bağırmanın ötesine geçsem.
Yaptıklarından zevk alıp almadığını sorsam. Ne kadar acınası göründüğümüzü sorsam.
Bize gülerken gözlerinden gelen yaşları, izlerken kaç keyif sigarası içtiklerini sorsam. Kur-
sakta bıraktıklarının, ukdelerimizin koleksiyonunu yapıyorlar mıdır?
“Tarih: 16.10.1997 Kişi: Anonim
Bırakılan ukde: Var olmak, kabul görmek.”
Alfabetik midir kronolojik midir bilinmez, kendi yazıp kendi oynuyor. Kaderi de yapmış
yancısı, günleri gelene kadar defter dolduruyorlar işte. Ama ne yapsınlar ki? Haksız sayıl-
mazlar. Düşünsenize; hayat olmak ne kadar sıkıcıdır. Benliğinizden içeri “sürpriz,” “beklen-
medik” ya da “merak” gibi olgular yok. Kader olmak ne kadar berbattır, varlığın hakkında
herkesin farklı bir fikre sahip olması ama tüm o fikirlerin birbirinden yanlış, anlama kaza-
larından oluşması. Sayesinde var olduğunuz ve sayenizde var olan yaratıkların 70 yıl gibi
kısacık ömürlerinin belki her gününde sizi yargılıyor ve sövüp sayıyor oluşları. Sizi anlıyo-
rum, ama siz bizi anlamıyorsunuz.
Haklıyım.
Bomboşsunuz.
Meğerse şaşılacak derecede bomboşmuşsunuız.
Şimdi bağlasam ikinizi birer sandalye, zamanda mekânda sıkışsak. Yaşamasam. Var olma-
yışımla işkence etsem size, zerre zerre silinseniz. Çığlıklarınız kulağıma dolsa. Sen ölsen
Hayat, kanın zemine kazınmış kısa kısa milyarlarca mektubun oluklarını doldursa, cesedini
altında ağladığımız yorganlara sarsak. Ve sen sakat kalsan Kader. Eleğini duvara assan ar-
tık. Etliye sütlüye karışmadan otursan evinde. Hakkında düşünülmedikçe biraz daha yo-
rulsan. Düşsen iyice elden ayaktan. “E yaşlandık tabii” diye bahaneler uydursan Hayat’ın
mezarı başında. Baktığın çiçekler solsa, güvercinler camından yemlenmeye gelmese, te-
levizyonun bozulsa. Yünün bitse, şişin kaybolsa. Salça olamadığın hayatları düşünüp de
kahrolsan o dört tane duvarın arasında.
Anlar mıydınız kalbiniz hâlâ çarparken ölmeyi? Anlar mıydınız gülmeyi unutmayı? Ve an-
lar mıydınız boğazınıza oturan o yumruyu, yumruğu?
Bunlar olsa anlar mıydınız bizi?
Bir yarışma yapalım ne dersiniz? Adı “Ölümüne Hayat” olsun. Sizlere insanların hislerine
ve düşüncelerine dair sorular sorayım. Elbette cezalı olacak ki reyting yapsın değil mi?
Belki Youtube’a bile yükleriz “Hayat’ı Kader’e Kırdırdım (ÇOK RİSKLİ OLDU!)” ya da “Kader
Öldü Hayat Yaralı (+18 SİLİNMEDEN İZLE)” gibi başlıklarla baya izlenebilir. Ve hayır, ben
clickbait’ten bahsetmiyorum... Attığınız çığlıkları reytingleri katlar elbette, gözyaşlarınız,
yalvarışlarınız reytingleri katlar. Malum, medya böyle bir şey.
Sıra sıra sorduğumuz soruların cezalarını izleyicilerin yazdıkları kişisel hayat hikayelerin-
den versek, cezanızı çekebilmeniz için bir simülasyon yaratsak. Size bir yılda kaç çocuğun
tecavüze uğradığını sorsak ve yanlış cevap verirseniz aynısını yaşadığınız bir simülasyona
soksak sizi? Dolandırılıp her şeyi elinden alınanların yerine koysak, sarhoş bir sürücü-
nün çarptığı durakta bekleyen masum hamile bir kadın olsanız mesela? Nefsi müdafaadan
hapse girseniz, intiharı tatsanız, depresyonu, özgüven eksikliğini, aşağılık kompleksini,
düşüncelerin başınıza yaptığı ağırlığı bir tatsanız? Anksiyeteyi, ampütasyonu, savaş yara-
larını, masum bir insan olarak ölümü tatsanız...
Dayanabilir misiniz?
saçların için, son defa
can metehan şimşek
bayatlamış film şeridine cımbızla koyduğum resmin
saçlarından kırpılanlardan olma sevi koleksiyonu
şiirin ayakkabılarını bağlamada ustalık
bir de pek ucuza sarhoş olmada
birkaç bilete mal oldu omuzlarına taşan kızıl cenneti ziyaret
ucuza ahir zaman
bedavaya ruh, sana emanet
***
merdiven gazeteciliği her işten çok kazandırıyor bugün,
sarhoşken ayrı tatlı nefret edilmek
yalnızken başka cazip seslerin düşmanlığı
bilmemkaç zamandır giydiğim tek pantolonumun cebinde pahalı tütün
vazgeçmenin kolaylığı hakkında söylediklerim
artık yalnızca taslak değil
onlarca ruhsöküm geçti üstümüzden, düşündüm
kalemlerin dansının en yeni küratörü olmaya aday zihnim
sonra dünyamıza döndüm böylece üstümde belirdi beyaz önlük, gözlerimde koca camlar
döndüm de nelerin kaybı
ruhumda beliren en güzel şiir,
uçmuş da saçlarını kendine yer etmiş
şimdi ne söylesem adı nazire olur
ne düşünsem de yavan çoğu zaman
on pare kâğıdın tek yüzünde serzeniş
yalnız, yetersiz uyku
isimler türüyor içinde sağ kaburgamın, burada oturakalmışken bedenim
benliğim, beyhude yürüyor

görsel: neşe çanakçı


parçalanmış kişilik cesedi birikintisi
ziya taşkırmaz
Kuralların üstüne yağıyorum bir gece gibi hiçbütün parçalarımla
Ve gecelerle acelesizce seviştik ve çocuklar küstü bize.
Yıllarca bir atı koşturdum bir tren sürdük ve
Biz küfür gibi önemsizdik ağızlardan intihara
teşebbüs etmezdik çünkü biz atıldık hep aceleyle.

Bir hayat yaşıyorum hiçbir vaktin aslı yok


Ve ellerimin izini görüyorum koca şehirde, adı sanı yok.

Doluca dökülüyor parmaklarım ve çirkinim ben


Karanlığım biraz ve ağlama ustasıyım At-til-han gibiyim bu saatlerde
Yalnız uyandım kitabıma bugün, cümleler kayıptı odamda.
Ama ben kimseye sensiz olmaz demedim.
A
T - today,
t i woke up
i my water was
l- just boiled,
h and i,
a brewed my yesterdays.
n
It tastes like
iki ucube için anlık teselliler
asiye güzel
öfkeler boyu kargalar doldurdum sana
bir pakete bir tatile
kumdan kale yapıp unutmak gerek
senin eşini benim işimi
bir sergiye koysak tüm ölü hayvanlarımızı
beşimde ölen kedim, hala özlüyorum soğuk rüzgarlarını
küçük vurgunlarını. ince iğnelerini
gözkapaklarımdan içeri düşen sezgilerini
yatsak tuvallerin üzerinde sevişsek dövüşsek
kanımızdan akrilik, suluboya saatlerimiz
müze sabah açılıyor
ressam kaçmalı. ressam yok olmalı.
anlamazlar. bakarlar bakarlar satın alırlar
evlerine asarlar. kalplerine makyaj yaparlar.
dayanamayız. dayanamayız bakmaya, gözlerimiz kamaşır
gece metrosunda güneş gözlüklerimizle otururuz
bir ucube ne kadar dikkat çekiyorsa
iki ucube o kadar özgürdür kalabalıkta
yüzlerine tükürürüz! hırçınlaşırız!
deliyiz biz! kimse bir şey diyemez bize!
küçük rüyaların insanları
yatsı namazı kadar ömrümüz
kelebek kurbağa
başkalarının yokluğunda var oluyoruz anca.
sırada ne var?
yaren köse
Dünyadan kopmuş bir şey koltuğun kenarında oturmuş bana bakıyor. Neden orada? Nereden
geldi oraya? Zihnimden geçenleri duymaya çalışırken dikkatim bir anda farklı bir yöne kayıyor.
Her bir yaprağı ayrı ayrı sallanan yeşilleri görüyor bakışlarım. Dumana kayıyor ardından, duman
hep orada. Orada ama ben fark ettiğimde gösteriyor kendini. Örtük, açık, koyu, kapalı her haliy-
le gösteriyor. Ona baktığımda midem buruluyor. Keşke hiç bakmamayı başarabilsem. Zihnimde
çalan şarkı diğer her şeyi işgal ediyor. Keşke diyordum yine, maalesef tek kelimeyle açıklaya-
mıyorum keşkemin nedenini. Ne olduğunu bile bilmiyorum. Sanki her şeyde bir keşke var, ama
belirsiz ve çok da önemli olanından değil. Büyük hatalar yapmadım hiç, büyük riskler almadım.
Büyük riskler küçük hayatlar yaşayanlara göre değil. Ben köşede oturanla, dumanla ve sürekli
değiştirdiğim kitaplarla kaldım. Risk almayarak daha büyük bir risk aldığımdan haberim yoktu.
Kaybetmemeye oynadığımda her şey parlaklığını yitirdi. Meğer parlaklık yenildiğimde daha bir
güzel beliriyormuş. Bunu bilmenin bana hiçbir faydası yok, eğer düşünceler tepkileri bu kadar
hızlı etkileyebilseydi olurdu. Bu halde zihnimden dışarıdaki hayata uzanan fenomenolojideki çizgi
beni sürekli dışarı itiyor. Çocukluğumda üçgen oyununa alınmadığımda hissettiğim gibi hisse-
diyorum. İnsanlar ipin etrafında bir oraya bir buraya, bazen benim yanıma atlarken ben onları
alıngan bir derinlikle izliyorum. Çizginin ne içindeyim ne dışında, hiç yaşamamış gibiyim. Düşün-
düğünü yaşayan bir zihin tasavvur ediyorum sonra, bir şeyin nasıl olmasını istediğini anladıktan
sonra hemen istediği sonucu yaşatacak o tepkileri verebilen bir zihin. Hem yeşili, hem de dumanı
görebilen ama dumandan etkilenmeyecek kadar esebilen. Vücudu ile senkronize olabilen, çizgi-
nin içinde duran. Bu yüzden dışarının rüzgârlarından etkilenmeyerek dilerse uçabilecek bir zihin
olsa, özgürlüğü tasavvur edebilmem daha kolay olurdu. Ama ben göremiyorum, üç adım önümü
bile göremeden yürüyorum. Yürümeye alıştım, sırada ne var?
Kitap-larımı açıyorum, her birinden alıp hayatımın raflarına yerleştirdiğim cümleleri birleştiri-
yorum. Yine işi şansa bırakmayarak özellikle çıkardığım o cümleleri ardı ardına okuyup duruyo-
rum. Sonra kendime geliyorum, daha kendim hissediyorum. Kendim olanı sorgulamamak istiyo-
rum, sadece öyle hissettiğim için öyle olduğunu varsaymayı tercih ediyorum. Sonraları bu hissi
daha iyi tanımak için her benzerini hissettiğimde kendim olmanın anlamına gelecek eylemleri
biriktirmeye çalışıyorum. Belki kendimi böyle tanırım diye, küçük de olsa bir umut deniyorum.
Her bir deneyişim suyu daha buluyor. Sonuç yok. Sonuç soyut kavramların hiç olmaması. Benlik
bir yıkım hali sanki, sürekli yıkılan bir duvar. Hep düşen bir taş. Denize açılmayan kendi içine akan
bir nehir. Ne edebiyat ne de gerçeklik içinden geçemiyor.
Yürüyorum, denizle birleşmiş tatlı suyun dibindeyim. Güneş saçlarımı tutam tutam kurutmuş,
oturduğum kaya yosun tutmuş. İçime biraz ferahlık aksın diye bir süre orada dinleniyorum ama
hiçbir işe yaramıyor, ben yine susuyorum. Sonra içeri, daha içeri, denizin derinliğine doğru yürü-
yorum. Aklıma daha önce buraya gelişim, hiç olmayan birine serzenişim geliyor.
“Saldın beni, bir kuştum ve bir balıktım ben, salarsan uçmak ve yüzmek zorundaydım. Ben de
uçtum ve yüzdüm. En tepeye ve en dibe gittim, ışıktan ve ışıksızlıktan kamaştı vücudum. Sığma-
dım, ne gökyüzüne ne denize sığamadım, çarpıp durdum dünyamın sınırlarına. Son bir düzlük
müydü beni kurtaracak olan? Hiç bilemedim.”
Su hala yok. Yanlış kararlar, daha doğrusu yanlış kararsızlıklar taşıdı beni kuraklığa. Ne olurdu
sadece denizi veya sadece göğü görseydim? Neden ikisine birden ulaşmak istedim? Bunları unut-
mak pahalıya patlayacak bir eylem. O zaman ben de kolay yoldan gideyim, hiç hatırlamayacağım
o günün gelmesini bekleyeyim. Ne de olsa her şey son bulur, soyut eylemler bile! Rüyamda yıl-
dızlar arasında gezinirken her şey öylesine somut geliyordu ki Jack London yazdıklarını gerçek-
ten yaşamış olmalı diye düşünüyordum. Rüya son bulduğunda anladım, hiç var olmamış uçmak.
Olmayan bir şeyin bana nasıl böylesine gerçekçi gelebildiğini her rüyadan uyandığımda dehşetle
karşıladım. Hayatın da bir rüyaya benzetildiği sayısız film ve kitap gördükten sonra biraz daha
yatıştım. Uyuyakaldım.
Uyandığımda hala kanatlarım ve yüzgeçlerim vardı. Baktım, hala çizginin dışındaydım. Öyle dışı-
na çıkmıştım ki yaşam çizgimin bile sınırına gelmiştim. Ben de kanatlarımı kestim ve yüzgeçlerimi
yüzdüm. Artık yürümeyi başarabilirim.
17
senanur apdik
-Seni böyle düşündüren ne? Gelecek misin?
- Iyi ki doğdun
- Gergin misin
Bu sefer kesin kararım bu. Ya çabucak vazgeçersem
-En mavi olan mı yoksa beyaz mı
Beyaz olan
- Bu üstündeki çok iddialı emin misin
Hani söz vermiştik
- Kaç oldun -Hala çok küçüksün.- Kahve seviyor musun?
Bilmiyorum beni rahatsız ediyor ama kahve içerken seviyorum
….
Çekiniyorum merak ediyorum ve geride duruyorum. Kimse sevmez çünkü
-neyi
Aslında taklit ediyorum, merak ettiğimden değil tanışmak istiyorum
-Korkuyor musun konuşmaya
Pek değil sonrasında değişen fikirlerimden korkuyorum
Çok hareketli bir zihnim yok, yavaş yavaş tekdüze ilerliyorum
Bana heyecan veren hareketli ritimleri seviyorum
Neyden söz ediyoruz
Mühim değil
En keskin ve en rahat kararı veriyorum
Istediğim tüm yeterli sevgiden uzak yaşıyorum
17
Çince şarkı söyleyen çakmaksız yemek yiyemeyen çocuk çakmaktan epey uzak bir ya-
şam sürüyor.
Şiir yazmayı çok sevse de son zamanlarda bu kafasına sıklıkla esmiyor ve yazdığı yazı-
ların konuları değiştikçe kendinden utanıyor.
Yetenekli olduğunu düşündüğü bu alanı babasının göbek bağını edebiyat fakültesine
atmış olmasına rağmen bırakacak mı?
Ne yaparsa yapsın mutlu olacağı şekilde ilerlesin istiyorum.
Artık sıklıkla sylvia plathden bahsetmiyor fakat gece tavana bakarken göz bebekleri
büyüdüğünde onu düşündüğünü anlıyorum. Kafasında büyüttüğü bu dünya düşündü-
ğünden daha küçük.Eğer korktuğu gibi bir kanalizasyon çukuruna düşerse bir saat için-
de doğduğu hastanenin önünde düşer
‘’tekrardan doğmaya’’gider terapi için. O çukura düştüm- fiziken olmasa da-henüz yeni
yandı derim.
Uzun süre kanayacak bir yara. Böyle birisi belki tekrardan doğmaya inanıyordur. Bu
şekilde çok güvenmiyor dünyaya alışamıyor. Bu insanların bildiği bir şey vardır diyerek
metroda kalabalığı takip ettiği gibi hayatında da adımlarını hızlandırıp yakalamaya ça-
lışıyor insan kalabalığını. Fakat bu yaşında bundan vazgeçti mutluluğum bu dediği şey-
lerden uzaklaştı ve günübirlik kararlar verip hayatının en tatlı anlarını yarım bırakıyor
her gün. Bitirelim.
Tatlı gelmiyor içtiği su, 11’de uyanıyor, eskisi kadar sıkı ve esnek değil ve zevk alamıyor.
-Daha açık konuş
Beni burada durdurma.
düşkapan
isa özdemir

uyu sevgilim
masallar anlatayım sana ortasında dalıp
sabah devamını merak edeceğin
çocukluk yatağında gibi huzurlu
göğsün melodik bir şarkı mırıldansın
göğsün sevmenin ve sevincin enstrümanı
bazen blues ama
değil kekeme şarkı söylerken
derken üstünü örtüyor kapı gıcırtısı
seni uyurken izlemek çünkü hayat belirtisi göz ferlerime
deniz fenerleri mesela gemiler için
ya da özgürlük neferleri geceleri duvar boyayan
gazeteler beni yazsın istiyorum kimliği hükümsüzdür diye
artık kimselerin satın almadığı gazeteler
büfeden sigara alırken manşetlerine göz atılan kağıt parçalarıdır
yine de iş ilanlarına göz atıyorum o küçük puntolu sütunlarda
hayattan vazgeçmemiş hissettiriyor çünkü
fakat bir yandan da yarından medet umduğumun göstergesi olan şeyler
yaşlanmak ve ölüme yaklaşmak gerçeğine uyandırıyor beni

kitapların altını çizmek


mevduat hesabına para yatırmak
araba almak için kredi çekmek en basitinden
sigorta başlangıcı ya da emeklilik hesapları
ulaşım kartına toplu para yatırmak bile öyle

graffiti yapan biri oluyorum bazen kendi hayatımda ben


şehrin her köşesinde imzam var ama beni gören ve tanıyan yok
esnaf kepenkleri, metrolar -metro hatlarının köstebek yuvalarıyla benzerliği-
bilinç akışı tekniğiyle bilinçaltı yakarışı
duşta düşünmeyip şarkı söyleyebilsem keşke gibi şeyler ve benzeri
yine de gün doğumu izlemekle hayata tutunan bir yanı oluyor
gece uyutmayan düşüncelerden sağ çıkmanın
sen uyuyorsun bu sırada ve düşünde düşebilirsin
ve vücudumun aerodinamiği senden hızlı irtifa kaybedip
seni havada tutup kucağıma alarak kurtaracak kadar iyi değil
ki uçamıyorum da zaten
ki tam düşerken uyanacaktın belki de
süper kahramanlar rüyalardan gerçeğe uyanmayalım diye mi varlar yoksa
o aksiyon sahnelerinde yere çakılmamız gerek belki de
süper bir kahraman da değilim baştan söyleyeyim
fakat kurtarılacak bir dünya
ve kaybedecek çok savaşım var

sıradan bir insan olduğum için içerliyorum bazen


doğum günlerimde, mutlu anlarımda, dedemi ziyaret ettiğimde
seninle ileriye dönük planlar kurduğumuzda
annemle gelecekteki bir hayalimizden söz açtığımızda
veya seni uyurken izliyorken
yaşlanmak ve ölüme yaklaşmak gerçeğine uyanmamam için
kucağına düşeceğim bir süper kahraman olsa keşke diyorum
ve tekrar uçarak yükselsek düştüğüm boşluklardan
oysa göz kapaklarının ardı uyuyunca gittiğin yerler
oysa gövdenin yorgandaki kabarıklığı
inip kalktıkça
bil ki ölüm karşısında ben
ilk kez
muzaffer kılınıyorum
ve yanağımı soluğuna yaklaştırdığımda gelen sıcaklık
neyse işte
biliyorsun
böyle anlarda romantizmin bokunu çıkarmayı seviyorum

uyu sevgilim
hippie inanışlarımız olsun
düşkapanları öreyim sana bir örümcek titizliğiyle
cibinlikler uzasın saçlarından telli duvaklı
saçların meteorolojik uzasın kurak iklimlerin yağmur dualarına müteakip

saçların uzansın uzattığım ellerime


kesme saçlarını
uzat saçlarını
uzat çünkü
saçların kuyulardan kurtulma umudum
çünkü masallara inanmaya ihtiyacım var
biliyorsun benim bir beyaz atım var

çünkü hayat
bir varmış bir yokmuş

uyu sevgilim
kâbus ağda
göğün sınırını kuşlar çizer
ve rüyalarla ölçülür gece
uyuyunca gittiğin yerleri
uyanınca anlat bana

hayat hatırlamadığımız bir rüya olarak yaşansa bile kafi


mutlu bir tebessümle uyanacaksak eğer

uyu sevgilim
iyi geceler
le reproche que je te fais n’est pas légitime
madamé florenza

Bu bir aşkı bertaraf etme çalışması değildir.

Hisler
Sesler
Ve sana addettiğim hiçlikler
Bu şiire birer dize değil
Geç kalmış tanışıklıklar
Tenhada bırakılmış
Çözüme ulaşması muhtemel
Ama umrunda olmayan bu tiradlar
Masana meze olmamış
Yine de tanışıklı bir safhaya engel değil

Üç ve beş
Sırayla dizdiğim boşluklar
İçindeki hoşluklarla muktedir
Bu biraz iyi
Ve biraz kötü huylu
Bir hastalık olabilir

Sesinde yuva yapmış


Kirli bir iktidar
Bu soylu ufuklara layık değil
Uğruna uçmayı unuttuğun
Bu kurşuni şafaklar
Yerle yeksan olmana tesadüf değil

Sen yine de unutma


Uykularını kaçıran
Bu kahırlı tümceler
Bir kafiye nizamından geçmiş değil
Birbirine bağlanmış
Redifler ve cinaslar
Aykırı kalemlere
Bir ihanet değil
görsel: neşe çanakçı
Bir nefeste söylenmiş
Edebi değeri düşük ithamlar
Bu yorgun kalemime
Yeni bir mecal değil
Sen ister unut
İster tekrar et
<< Göz göze gelmek
bir intihar girişimi değil. >>
görmek
zilan damla polat
3.
Zaman benden ve hislerimden bağımsız bir şekilde akarken yaşadığım bu duygu karmaşası-
nın üstesinden bir şekilde geldim.
Kimi zaman fazla ders çalıştım.
Kimi zaman yüksek sesle müzik dinledim.
Kimi zaman ise boğulurcasına yemek yedim. Bir şekilde durumuma alıştım ve sürekli
kendimi yaşadığım bu anların bir gün biteceğine inandırdım. Sadece o ana kadar tek yapmam
gereken felsefe öğretmenimi görmemekti. Fakat kız arkadaşım o muhteşem ötesi güzelliği
sayesinde okulun tek kişilik tiyatro oyununa seçildi ve tabii ki hocalar da gelecekti.
Artık her buluşmamızda bana sürekli oyundan, ezberlediği rollerinden, bazı yerlerden do-
ğaçlama yapmak istemesinden ve sahnedeki kıyafetinin fazlasıyla açık ve cüretkar olması ge-
rektiğinden bahsediyordu. Ben de sadece o an onunla konuşmak için cevabını asla dinleme-
diğim bazı sorular soruyordum. Heyecanlı heyecanlı cevaplıyordu ve onun bu halleri beni çok
üzüyordu. Onunla oyun oynuyormuşum gibi hissediyordum. Benden gerçekten hoşlanıyordu
ve ben sadece başka birini daha az hatırlamak için onunla beraberdim. Bu yüzden -kendi vic-
danımı biraz daha rahatlatmak için-
Bedenine daha fazla dokunmaya,
Gözlerinin içine bakarak ikide bir “seni seviyorum” demeye
Konuşurken ona daha fazla soru sormaya ve
Ailemden daha fazla bahsetmeye karar verdim. Böylece hem onu
gerçekten önemsiyormuş gibi görünebilir hem de kendimi kandırabilirdim.

2.
Onunla liseye başladığım zamanlarda tanışmıştık. Ben daha kendimi tanımıyordum. Vücu-
dumdaki hormon denilen şeylerin etkileri kendimi bir bilinmezliğe sürüklememe sebep olu-
yordu. Kalınlaşan sesimi, çıkan tüylerimi, uzayan boyumu, sürekli sivilcelenen alnımı ve sırtımı
anlayamıyordum. Üstelik etrafımda uçuşan porno dergileri, “İ””L””İ””Ş””K””İ” olarak öğretilen
erkek ve kadın çiftleri, çeşitli yönelimlerin günah olarak zihnime yönlendirilmesi, bütün ar-
kadaşlarımın ağızlarından okunan “popo”, ”ğöğüs” ve “surat” üçlemesi, kendime dair bir şeyleri
keşfetmeme izin vermiyordu. Hislerimi anlamak için her gün okuldan geldikten sonra suratıma
bakıyordum. Banyodaki üzeri su lekeleriyle kaplı aynanın karşısına geçiyordum. Sanıyordum
ki gözlerimin ta dibine doğru bakarsam orada anlayabilirim bir şeyleri. Çünkü arkadaşlarımı
tahrik eden çıplak hatlar, aşırı rujlu dudaklar, mis kokular, büyük ve orantısız memeler bende
bir sinek ısırığı etkisi bile yaratmıyordu.
Kendimi tuhaf ve eşsiz hissediyordum. Varlığım ve hislerim muhtemelen dişi türündeki sa-
dece eşsiz vakalardan etkileniyor, diye düşünüyordum. Çoğu kız birbirinin aynısı gibi geliyor-
du. Oysa onlar aynı değildi. Sadece benim hislerim aynıydı. Bu durumda herkese aynı şekilde
bakmamı ve aynı şekilde değerlendirmemi sağlıyordu.
Kız arkadaşımla da bu aralıkta tanışmıştım. Aşırı güzeldi. Küçücük ama masmavi gözleri var-
dı. Göz bebekleri yüz hatları yumuşatıyor ve onu korunmasız bir bebek haline getiriyordu.
Gözünün saydam tabakası o kadar parlaktı ki sanki her an ağlayacakmış gibi bir izlenim yara-
tıyordu. Yanakları ve hafif yukarı kalkık burnu da bu görünümü destekliyordu. Saçları ise faz-
lasıyla uzundu. Poposunu, sırtını ve kollarını tamamen kaplıyordu. Böylece vücut hatları daha
keskin görünüyordu. Ona arkadan bakarken alabildiğine dar ve simsiyah bir tulum giydiğini
düşüyordum. Çünkü saçları upuzun olmasına karşın saç telleri çok inceydi ve içindeki iç ça-
maşırları bile saçlarının ardından belli oluyordu. Sırasına otururken, yerinden kalkarken, ders-
te söz almak isterken ve hatta yemek yerken bile o saçları daha güzel göstermek için uğraşırdı.
Fakat onu “en güzel” yapan şey bedeninin sahip olduğu parlaklıktı. Yani sanki tepesinde ayın
yol gösterici ışınlarından yapılma bir lamba varmış gibiydi. Ortamda hiç ışık yokken bile saçları
ve gözlerinin saydam tabakası parlardı. Böylece,
kiminin aklı kamaştırır
kiminin ise aklını açardı.
Ayrıca gözlerinin ve saçlarını birleşerek oluşturduğu o parlaklık,
ıssızlığı kalabalıklaştırır,
gürültüyü sessizleştirir,
kırmızı ışığı yeşil ışığa dönüştürür,
ağlayanları güldürür,
öleni diriltir,
dirilene vahiy gönderir,
yüzene kanat takar,
bütün canlılara fotosentez yaptırır,
bütün ırkçıları önemli birer sanatçıya dönüştürür,
intiharı düşünen bütün insanların beynini yıkar ve
uzaya oksijen pompalayıp; yıldızların üzerinde yeşillikler açtırırdı.
Kadın, erkek, çocuk, yaşlı, genç… Her biri o parlaklıkla beraber tedavi olur ve iyileşirdi. Ben
de onun bu aşırı büyülü güzelliğinden etkilendim. Eğer karşımdaki şey bir tabak, masa, san-
dalye, çiçek ve hatta bir pencere bile olsaydı yine bu oradan etkilenirdim. Çünkü etkilenişim
bir his veya duygu değildi, sadece bir uyarıydı.
Onunla ilk yakınlaşmamda beden eğitimi dersindeydi. Ben kendimi tanımaya, hislerimdeki
bu diğerlerinden farklı hissizliğe bir ad vermekle çok meşguldüm, o zamanlar. Bu yüzden çok
yalnızdım. Kimseyle konuşmuyor ve diğer erkeklerin kızlara karşı davranışlarını gözlemliyor-
dum sürekli. Belki yeteri kadar izlersem onların hislerini öğrenebilir ve ben de onlar gibi ola-
bilirim, diye düşüyordum.
O gün o beden eğitimi dersinde ben bedenimi eğitmekle değil bu sorularla meşguldüm. Kan-
tinde oturmuş, dışarıda voleybol oynayan insanları izliyordum.
Bazıları bağırıyor
bazıları gülüyor
bazıları ise elindeki topla adını bilmediğim hareketler yaparak filenin karşı tarafın-
daki takımın sayı kaybetmesini sağlıyordu. Ellerindeki topun benim baktığım pencerede-
ki cama çarpmasıyla beraber irkildim ve kafamı sağa çevirince onu gördüm. Oturduğum
sandalyenin başına dikilmişti. Yanakları her zamankinden biraz daha kızarmış ve saçları
ise her zamankinden biraz daha elektriklenmişti. Ben onun suratına anlamsızca bakarken
o hemen başka bir sandalye bulup, karşıma oturdu. “Ben senden çok hoşlanıyorum” dedi.
Ben de ona “Ben de senden” dedim. Sonra elimi tuttu ve birbirimize sarıldık. Aslında ona
böyle davranmamın sebebi onun güzelliğinden etkilendiğimden değildi. Sadece diğerle-
rini daha iyi anlamak için böyle davranmıştım. Yani; belki en çok zorladığım konunun daha
somut bir şekilde içerisinde olursam hislerimdeki bu garip durumu çözebilirim. Ayrıca
sorunumu anlayabilir veya kendimi düzeltebilirim, diye düşünmüştüm.
Ki kız arkadaşımın eşsiz bir güzelliği vardı. Bu durumda hislerimin neden böyle olduğuna
dair kafamda kurduğum en iyi cevaplardan biriydi. Bunlarla beraber kız arkadaşımın güzelliği
insanı harekete geçiren cinstendi. Ona bakarken bütün her şeyimi anlatabilirmişim gibi dü-
şünüyordum. Tek oturmak, tek başıma yemek yemek, okulda günlük konuştuğum kelimeleri
saymak ve yalnızlığıma dair birçok şey ilgimi artık eskisi kadar çekmiyor ve hatta sanki uzay-
lıymışım gibi hissetmeme sebep oluyordu. Belki onunla konuşurum, bu yalnızlıktan kurtulu-
rum, diye düşüyordum.
Gerçekten de güzelliği sayesinde ona birçok şeyimi anlattım. Beraber sinemaya, konsere, ye-
meğe ve daha bir sürü yere gittik. Yeni insanlarla tanıştım. Kendimle alakalı düşüncelerimden
ve sıkıntılarımdan biraz uzaklaştım. Benim fazlasıyla sosyalleşmem için çok kuvvetli bir araçtı.
Hayatımda güzel ve önemli bir yeri vardı. Fakat hiçbir zaman onun
elini tutmaktan,
dudağına öpmekten,
beline sarılmaktan,
bacaklarını okşamaktan ve
saçlarını boynumda hissetmekten aşırı derece keyif alamadım. Et-
rafımda diğer erkeklerin ona karşı şehvet ve arzuyla dolu bakışları benim onunla
aramda geçen temastan her zaman daha fazlaydı. O oturduğunda, kalktığında, ko-
nuştuğunda ve hatta somurttuğunda bile gözler her daim onun üzerindeydi. Bera-
berliğimiz etrafımdaki diğer erkeklerin davranışlarını anlamamı ve onlar gibi olma-
mı sağlamak yerine; karakterimi ve konuşma becerimi daha da geliştirmişti. Ayrıca
kendi hislerimdeki tuhaflığı unutmamı da sağlamıştı.
İkinci yılımızın başlarında ise okula felsefe öğretmenimiz geldi ve ben, unuttuğum, halının
altına süpürdüğüm hislerimi ilk defa onu sayesinde adlandırdım ve anladım. Çünkü ben fel-
sefe öğretmenime aşık olmuştum. Onun varlığıyla kendi varlığımı karıştırıp, bir tat yaratmak
istiyordum. Orijinal, eşi benzeri bulunmayan, her damakta farklı bir iz bırakan leziz bir tat.
Bunlarla beraber
onun saçlarına dokunmak,
ellerini tutmak,
beline sarılmak,
kafamı onun göğsüne yaslamak istiyordum. Ayrıca bunları diğerlerini anla-
mak veya onlara benzemek için değil sadece böyle daha mutlu ve rahat olacağımı dü-
şündüğümden dolayı istiyordum. Fakat kız arkadaşımdan ayrılamazdım. Çünkü onunla
ayrılmak için tek sebebim kimliğimdi ve bunu ona açıklarsam bana çok kötü bir tepki
verebilirdi. Ki öğretmenimle de hiçbir şekilde olamazdım.
Varlığım,
kimliğim,
isteklerim,
öğretmenimin konumu,
ayaklarımın ucuna bassam dahi hiçbir şekilde onunla aynı kademeye gelemem ve
daha bir sürü sebep önümde engeldi. Hiç kimseye kendimden bahsedemiyordum. An-
nem ve babam her daim tek tip ilerleyen insanlardı. Hatta babam onun yanında hiç
konuşmadığım için dilsiz olduğumu düşünüyordu.
Ayrıca felsefe öğretmenimin bir nişanlısı vardı. Onları ilk kez okul kapısının önünde el ele
görmüştüm. O gün eve gelip saatlerce ağlamıştım. Tekrardan aynanın karşısına geçip, yine
göz bebeklerime bakmıştım. Fakat bu seferki amacım kendimi anlamama dair edindiğim bütün
birikimlerimi unutmaktı. Yine de tekrardan hedefime ulaşamamıştım. O hafta sürekli ağladım.
Felsefe öğretmenimin derslerini kız arkadaşımla beraber astım. Onu görmek, yüz yüze gel-
mek, benden başka birisiyle varlığını birleştirmek istediğine şahit olmak ve sesini dinlemek
istemiyordum.
4.
Oyun başladığında kız arkadaşım çıplak ve kuğu gibi ayaklarıyla sahnenin ortasına doğru yü-
rüdü. Elbisesi gerçekten de cüretkardı. Çünkü üzerinde kırmızı saten bir gecelik vardı. Bütün
bir oyun boyunca bir hayat kadınının anılarını anlatacaktı.
Seyircilere bakacak,
gerektiğinde ağlayacaktı ve
gerektiğinde ise gülecekti. Bütün bunlar için yaklaşık bir saati vardı.
Sonunda zaten herkes
onu alkışlayacak,
bazı somurtan dudaklar gülmek için gerilecek
ve o saygıyla sutyensiz bedenini eğip, bir kraliçe edasıyla halkını selamlaya-
caktı. Bu sırada halkı olan bizler saçlarından ve gözlerinden yere doğru savrulan
ışın demetleri sayesinde kör olacak ve büyülenecektik.
Oyunun ilk perdesi gerçekten de bu şekilde geçti. Yani kız arkadaşım bir hayat kadını ola-
rak kendine dair gülünç anılarıyla bütün seyircileri büyüledi. Attığı her kahkaha dünyayı ve
evreni parlatmasına karşın, benim gözlerim uzun zamandır hafiflettiğim hislerimi kömür gibi
yakıyordu. Felsefe öğretmenimi nişanlısının yanından gördükçe kızın saçını başını yolmak is-
tiyordum. Kız arkadaşımın anlattığı her gülünç şeyde birbirlerine imalı bir şekilde bakıp gülü-
yorlardı. Neyse ki ilk perdeden sonra on dakika ara verildi de onları bir on dakika göremedim.
İkinci perdenin başlamasıyla beraber kız arkadaşım yine sahneye aynı elbise ve aynı kılıkta
tekrardan geri geldi. Bu sefer kendi geçmişiyle alakalı acıklı şeyleri anlatması ve ağlaması ge-
rekiyordu. Üçüncü cümlesinden sonra sesi boğazından daha sessiz çıkmaya başladı. Bu üze-
rinde en az on defa çalıştığı ve haftalarca bana tekrar tekrar gösterdiği bir d(?)o(?)ğ(?)a(?)ç(?)
l(?)a(?)m(?)a(?)y(?)d(?)ı. Böylece ağlamaya yönelik ilk aşamalarını kendini izleyen seyircilerle
paylaşacaktı.
Ses tonunun aşağılara doğru çekilmesiyle beraber parlayan gözlerinden iki damla yanakları-
na doğru akmaya başladı. O damlalar akarken gözlerin parıltıları ilk başta kısıldı ve sonra yok
oldu. Bu durumu bir tek ben mi fark ettim, diye düşünerek çevremdeki insanlara baktım. Fakat
onlar hala kız arkadaşımı büyülenmiş gibi izliyorlardı.
İlk iki damladan sonra üçüncü ve dördüncü damlalarda göz altlarına doğru biraz süzüldüler
fakat birinci ve ikinci damla gibi kız arkadaşım yanaklarına ve oradan da boynuna doğru akmak
yerine, sanki dünyada yer çekimi diye bir şey yokmuş veya uzaydaymışız gibi yukarı doğru çık-
tılar. Göz pınarlarını aşıp, oradan kaşlarına, alnına ve son olarak da saçlarına doğru yol aldılar.
Üç ve dörtle beraber
diğer damlalar da aynı yolu izledi. Üstelik bu damlalar çok hızlı bir şekilde göz pınarlarından
çıkıp saçlarına doğru yol alıyordu. Onlar yol aldıkça tıpkı gözleri gibi saçları da parlaklığını
kaybetmek başladılar. Ben şaşkınlık içinde izliyordum. Bu durum bana mı öyle geliyor diye yine
etrafıma baktım. Fakat insanlar daha da büyülenmiş gibiydiler ve üstelik kız arkadaşım hiçbir
şey olmamış gibi konuşmayı sürdürüyordu. Belirli bir süreden sonra saçları göz yaşlarının
etkisiyle sırılsıklam olmaya başladı. Sanki duştan yeni çıkmış gibi görünüyordu. Islanan her
saç teli diğer saç telleriyle birleşiyorlar ve oluşan tutamlar üç gruba ayrılmış halde izleyicileri
selamlıyordu.
Son göz yaşının da saçlarına karışmasıyla beraber üçe ayrılmış tutamlar sanki makasla ke-
silmiş gibi kız arkadaşım aşırı cüretkar elbisesinin üzerine düştüler ve aynı anda bir yılan gibi
hareket ederek elbisenin süründükleri yerlerini yırttılar. Ardından bütün elbiseyi güneş siste-
mindeki gezegenler gibi tavaf ederek her yerini yırttılar ve kız arkadaşım çırıl çıplak olmasını
sağladılar. Daha sonra da sahnenin parke zemininden ilerleyerek birçok insanın üzerinden,
ayağından, kolundan ve gövdesinden geçtiler. Fakat bunlara karşın herkes kız arkadaşıma bak-
maya devam ediyordu. Saç tutamları felsefe öğretmenimin yanına geldiklerinde durdular. İlk
olarak ellerinden
sonra kollarından ve
son olarak da omzundan ilerleyerek kafasının üzerine çıktılar. Felsefe öğretmeni-
min saçlarıyla birleştikleri anda büyük bir ışın demeti onun saçlarından dünyaya doğru
yayıldı. Sanki kız arkadaşımın saçlarıyla kendi saçlarının birleşmesi, kafasını bir fenerin
ucuna dönüştürmüş gibiydi. Salon bembeyaz bir ışıkla aydınlanmasına karşın, etrafımda-
ki bütün insanlar ve hatta felsefe öğretmenim bile kız arkadaşıma büyülenmiş gibi bak-
maya devam ediyorlardı. Kısa bir süreyi kafamı üç yüz altmış derece boyunca döndürerek
gördüğüm anormallikleri diğerlerinin ne kadar fark ettiğini anlamaya çalışarak geçirdim.
Fark ettim ki kız arkadaşımın çıplak bedenini, kısacık saçlarını, parıltısız görünümü ve
felsefe hocamın ay gibi parlayan saçlarını benden başka hiç kimse göremiyordu.
1.
Etrafımdaki çoğu kadının kulağında taşlı küpeler, ayaklarında sivri uçlu ve çivi topuklu ayak-
kabılar, üzerlerinde bambaşka renklerden elbiseler ve suratlarında ise içinde bulundukları or-
tama daha iyi adapte olmalarını sağlayan boyalar vardı. Her biri bedenlerine düşen herhangi
bir ışın demetini, görünümlerini daha da parlaklaştırmak için kullanıyor gibiydi.
Kıpkırmızı rujlar,
ritimsiz ve fazlasıyla gürültülü konuşmalar,
oturulurken düzeltilen elbise paçaları,
ojeli tırnaklarla sürekli açılan telefon kameralar,
ikide bir düzeltilen perçemler ve kâküller sanki içinde bulundukları ortamı ne
kadar da önemsediklerine dair birer kanıttı.
Bense hiçbir fiziki özelliğimin herhangi bir düşünceme kanıt olabilecek kadar güçlü ve ciddi
olduğuna inanmıyordum. Sadece aşık bir erkek olarak birazcık üzülüyordum. Çünkü bir tiyat-
ro trübinin on üç numaralı koltuğunda oturuyordum, önümde ise fazlasıyla yakışıklı felsefe
öğretmenim vardı ve ben ona aşıktım. Fakat o beni çılgına çevirmek istercesine yanındaki
nişanlısının tombul ve sarı tüylü sağ elini sürekli mıncıklıyordu.
Ben onun kemerli burnunu, güneşte yanmış gibi duran sakallı yanaklarını ve suratının sağ
profilini ezberlemeye çalışırken; o sürekli nişanlısının belini sıkıyor, saçlarını okşuyor ve ba-
caklarına dokunuyordu. Ona bakarken yeryüzünün bütün ışıkları kapanmış ve onun güneş
olarak dünyanın en yüksek dağının ardından doğup, yeryüzünü aydınlattığını hissediyordum.
Gülerken kasılan yanakları, ciddi bir şey düşünürken kendini belli eden iki kaşının arasındaki
çizgi, sağ elinin baş parmağındaki doğum lekesi, kafasını her sola çevirişinde kendini daha da
belli eden boynundaki adem elması, derste sevdiği konuları anlatırken; sürekli burnunun üze-
rinden kendi belli eden o minik kırışıklık, öğretmen masasının üzerine otururken; her zaman
ağaç dalları kadar özgür olan bacaklarını kapatan elleri, konuşurken sesinden dökülen renk-
lerin, bütün bedenini adeta bir atmosfer gibi sarmalaması ve varlığı ve karakteri ve duruşu,
benim neden dünyaya geldiğimi bana bir ebeveyn olarak açıklıyor gibiydi.
Üstelik bu kadar büyü ve kıskançlığın içerisindeyken gerçekleştirmek zorunda olduğum baş-
ka şeylerde vardı. Mesela dudaklarımda sanki lastik varmış gibi gülmem, avuç içlerimin ve
alnımın terlemesini sağlayacak kadar heyecanlanmam, etrafımdaki bütün sakallı ve sakalsız
suratlardan hangilerinin sahnedeki kız arkadaşıma şehvetle bakıp bakmadıklarına dikkat et-
mem, her yarım saatte bir beyaz gömleğimi-pantolonumun dışına çıkmaması için- kontrol
etmem ve mutlu olmam gerekiyordu. Mutluluğumu hareketlerimle tescillemem gerekiyordu.
Çünkü okulun en güzel kızı benim kız arkadaşımdı ve birazdan izleyeceğim oyunun baş ve tek
karakteriydi. Bu kadar güzel olmasaydı ve izleyeceğim oyunun baş ve tek karakterini canlan-
dırmasaydı; muhtemelen o an yaşamak benim için daha güzel olurdu. Çünkü sevgilim uzayın
boşluğu, dünyanın dönebilme mucizesi ve tanrının yokluğu kadar güzeldi. Bedeni, göğüsleri,
dokunuşları, yürüyüşü ve hareketleri bir meleğin bembeyaz kanatlarının üzerindeki tüyler ka-
dar kutsal ve nazikti. Ona aşık değildim ama görüntüsü beni kendine çekmişti.

defnedemediğimiz acı kayıplar


duru barışık
ya nasip diyorsam her şeye günün sonunda
içimde birileri cız eder parmak uçlarım titrer
4 seasons in 1 day
bir şarkıydı veya eski bir arkadaş
beni fazlasıyla yoran

ahhhhhhhhh nikotiiiin!!
578037 bilmem kaç mevsim bir gramında
hayır bu şiiri sigarayı bırakmaya çalışırken yazmıyorum

eskiden takardım bu kıta alakasız şu dize burada durmamalı


şimdi kafamın içinde olmasın da nerede olursa olsun
kelimelerin sırası önemli değil
önemli olan ben kaçıncı sıradayım (acı kaybı için mezar soruşturan insanlar arasında)
muhtemelen hiçinci sıradayım

nikotin olmasaydı ya da acı bir kaybım


mezar araştırırken nefes nefese kalmazdım belki
gazeteye ilan mı vermeli
düşük yaptım bir sabaha karşı ansızın
21.6.2002’de cenazesi kocatepe camiinde kılınacak
öğle namazını müteakip .........
defnedilmesi gerekir
nereye

yazmak istemiyorum çünkü acı kaybımı düşünüyorum


düşündükçe mezar bulamadığım aklıma geliyor ve çürük kokuyor etraf

ya nasip
ölüm döşeği
sıla mutaf
Uyandığında yataktan hemen kalkamadı, bir süre kalın perdenin arkasından sızan güçlü
ışığa dikti gözlerini. Burada son uyanışı olacağı düşüncesi onu sarıp sarmaladı ve biraz
daha bakma iç güdüsü onu oraya hapsetti. Ama bugün biraz daha bakacağı çok şey olacak-
tı. Gözlerini oradan ayırdığı anda vakit kaybetmeden giyindi. Odasına henüz bakmasına
gerek yoktu, günün sonunda elbet geri dönecekti. Son kez de olsa. Elbet.
Bisikletine atladı ve her zaman gittiği yoldan gitmeye başladı her zaman gittiği yerlere.
Etrafına bakıyordu sürekli, öyle ki birkaç kere düşecekti. Etrafına bakma ve onu içinde sin-
dirme isteği o kadar fazlaydı ki dayanamıyordu. Köşedeki şu kafeyi ya da ilerideki iskeleyi
hiç fark etmemişti. Şimdi fark ettiği için içi yandı. Şehrin bütün sokaklarından geçtiğine
inanırdı, geçmediği sokakların olabileceği düşüncesi içini kavurdu. Ama şimdi zaman yok-
tu yeni yerler keşfetmeye. Hiçbir şey için zaman kalmamıştı. Ne de olsa yarın ölecekti.
Yarın ölecek bir hasta gibi davranıyor ve o şekilde bakıyordu etrafına. Yalan değildi, bir
bakıma ölecekti aslında. Buradaki hayatının son günüydü ve burada yaşayan benliğinin ha-
yatına son verilecekti. Bu ölüm olmuyorsa ne oluyordu? Yalnızca bir uçağa binecek ve in-
diğinde bambaşka bir şekilde uyanacaktı. Burada geçirdiği yıllar ise ölü bir hatıra olacaktı.
Ama hayır, ölmek istemiyordu. Gözlerini kocaman açıp her şeyi içine çekerse belki burada
kalmaya devam ederdi. Böylece bunu yaptı. Gözlerini kocaman açtı ve bakılacak her şeye
sonuna kadar baktı. Geçip gittiği yerlerin arkasında dağıldığını hissediyordu. Ne de olsa bir
daha bakamayacağı için onlara, dağılıp gitmişlerdi göz önünden. Bir daha da bir araya gel-
meyeceklerdi. Yanından geçip gittiği insanlara şimdiden bir özlemle bakıyordu. Kendisini
buraya her gün gelen yüzlerce turistten biri gibi hissetti ilk defa. Bugün buradaydı belki,
ama yarın burada olmayacaktı.
Bisikletini bir kanalın yanında durdurdu ve oturdu. Burada oturması lazımdı çünkü ilk
geldiği gün burada oturmuştu ve sonraki günlerde de sık sık kitap okumak için gelmişti
bu kanal kenarına. Bir özelliği yoktu buranın, yalnızca ağaçtaki yaprakların kanala vurduğu
şekli seviyordu, o kadar. Ellerini üzerine oturduğu taşa yaydı ve tüm gücüyle oraya sarıldı.
Nefesleri hızlandı, gözleri karardı. Samimi bir şekilde öleceğini hissediyordu ve o an bırak-
saydınız şehirle bütünleşme uğruna tüm hayatını o kanal kenarında oturarak geçirebilirdi.
“Burayı çok mu seviyorsunuz?” İnce bir sesle irkildi. Yanında kendi yaşından en fazla bir-
kaç sene küçük bir kız oturuyordu.
Afallamıştı. “Çok.” Cevabı döküldü dudaklarından. Hemen sonra kendine geldi. Gözlerinin
yanında biriken yaşları sildi. “Tüm şehri evim gibi bilirim.”
“Ne kadar güzel! Çok şanslısınız. Ben yeni geldim buraya. Bugün ilk günüm.”
Bu dediğine güldü. “Asıl sen şanslısın. Burada geçireceğin zamanların var. Benim ise bu-
radaki son günüm. Yarın sabah gidiyorum buradan.”
“Geri gelmeyecek misiniz?”
“Zaman gösterecek.” Bunu dedikten sonra bir süredir etrafına bakmadığını fark edip ba-
şını kanala doğru geri döndürdü. Yamuk binalar dalga geçercesine eğiliyordu sokağın üze-
rine. Hayata dahil olmak isteten ateşten tuğlalar konuşuyordu seninle.
“Ben şimdiden çok sevdim burayı. Her yerini gezmek, her bir sokaktan geçmek istiyo-
rum.”
“İşin zor, ama yapılamaz değil. Ben her sokaktan geçtiğimi kendimden emin bir şekilde
söyleyebilirdim. Ama şimdi bilmiyorum.” Gözlerini kanaldan ayırmamıştı konuşurken.
“Eğer şehri bu kadar iyi biliyorsanız, sizden beni gezdirmenizi isteyebilir miyim?”
Sonunda gözlerini kanaldan ayırıp kıza baktığında yüzündeki toy heyecanı tanıdı. Gü-
lümsedi. “İlginç olacak gibi. Gel, gezdireyim.” Bisikletini uygun bir yere bağladıktan sonra
yürümeye başladılar. Her köşeyle ilgili anlatacak bir şey buluyordu kadın. Her köşesiyle bir
bağının ve anlatacak bir hikayesinin olmasına sevindi, birden canlandı. Yürüdükçe açıldı
ve durdurulamaz oldu. Yanındaki kızın hayata yeni gelmiş gibi etrafa hayranlıkla bakışında
çok tanıdık bir şey görüyordu. Ne de olsa hayattaki ilk günüydü bugün, yeni doğmuş bir
bebek gibi meraklı olması en büyük hakkıydı. Onun gibi ilk geldiğinde hayranlık ve hayretle
bakmıştı etrafına. Bakışlarını bir taraftan öteki tarafa gezdirip, aç gözlü bir kurt gibi her
şeye bakış atma güdüsüyle hızlı hızlı hareket etmiş, gördüğü her sokaktan geçip her taşa
basmıştı. Şimdiyse son bir kez geçtiğini, son bir kez baktığını biliyordu buralara. İçi sıkış-
tıkça durmak zorunda kaldılar. Sonra yollarına devam ettiler.
Yanındaki kızı neredeyse tüm şehir boyunca yürüttü. Geçmeyi en çok sevdiği sokaklar-
dan geçirdi ve bakmayı en çok sevdiği manzaralara baktırdı. Hayranlığını dile getirmekten
geri kalmıyordu kız. Ama yanındaki kadın gittikçe içten içe çöküyordu. Şehrin öbür ucuna
geldiklerinde topallamaya başlamıştı. Artık zor nefes alıyor, sürekli yürüyüşlerini durdur-
mak zorunda kalıyordu. Yine de devam ettiler. En güzel parkları gösterdi ona ve onların en
güzel köşelerini. Saat kaçta ve hangi havada buralara gelmesi gerektiğini anlattı. Kimlerle
tanışacağını nasıl deneyimler edineceğini anlatmaktan da geri kalmadı.
“Burası seni değiştirecek bir şehir.” Dedi zar zor bir parka oturduklarında. “Ama öyle zorla
değil, tatlı tatlı, bir sevgilinin öpücüğü gibi içine alır seni ve farkına varmadan aşık olmuş-
sundur. Sadece kanallardan, ağaçlardan, güzel evlerden bahsetmiyorum. Bir şey var bura-
da, şehrin amansız ruhu. Her şeyiyle bütünleşmiş bir huzur ve sakinlik. Burada herkes için
bir şey var.” Belki de yüzlerce kez gözlerini gezdirdiği ağaçlara baktı. “Şehirle bütünleşmiş
hissettiğin zamanlar olacaktır ki bu doğrudur. Şehir de seninle birlikte nefes alır bazen.
Burada öğrendiğim bir şey varsa o da geç batan güneşin altında yalnızca yüzyıllarca var
olmaktan başka bir şey yapmamış binaları izleyerek yalnızca var olmak. Nefes almak. Çev-
rendeki her şeyle birlikte bir bütün olarak nefes almak ve buna devam etmek.”
“Bu hissi yaşamak için sabırsızlanıyorum.”
“Sabırsız olma, ne dedim sana? Tatlı tatlı
içine alacak seni. Ona kendini bırakman
lazım yalnızca.” Güneş batıyordu. Ağaç-
ların yaprakları arasından o kadar tatlı
bir esintiyle batıyordu ki, kadın ellerini
çimenlere yayarak yattı. Yükselip alça-
lan göğsü, etrafındaki ağaçlarla beraber
hareket ediyordu. Çimenler yükseldi, ka-
dının saçlarına karıştı. Gözlerini kapat-
mamıştı kadın, son ana kadar ağaçlara
bakmaya devam etti. Çimenler yükseldi
ve kadının vücudunu sarmaladı. “Çok gü-
zel zamanlar yaşayacaksın burada, hem
de zamanların en iyisini. Nereden bili-
yorum diye sorma, yüzündeki heyecanı
tanıdım diyelim.” Toprağın içine çekilip
gözden kayboldu.
Yanında duran kız, kadının gidişinden
hiç etkilenmemiş gibi görünüyordu. Top-
rağa çekilmeden önce arkasında bıraktığı
bisiklet anahtarlarını aldı. Kadınla tanıştı-
ğı yere geri döndü. Kanalı, evleri ve ağaç-
ları izledi. Omuz silkip bisiklete atladı ve
şehrin içinde gözden kayboldu.

görsel: neşe çanakçı


kendim kaybı
elif karabaş
bir gün bir kadın girecek gece sızmış bahçene
ve sana şarkılar şiirler hediye edecek
dudakları tenine değecek,sıcaklığını hissedeceksin
çokça beyaz saracak etrafını
sıcak akan teninle mahvolan beni görmeyeceksin

gelecekten bahsediyorum
ölüşümden değil öleceğimden
zaten mahım biliyorsun
sana kırmızılar hediye edişimi susuyorum
çünkü ölüşlerimi bana hak ediş olarak sunuyorsun

seni hala seviyorum


utanmak değil elbet
sana vermişken tüm renkleri
beyazı,kahveyi,siyahı ve maviyi
seni unutmuş bir aşktan hallice bir sevgi
usulca saçlarının arasında dolanan o baharları anımsa
tüm o baharlar
ve ayaklarınla savurduğun kışlar ağıt sana

rüyalarımda hayal ettiğim gibi öpüyorum seni


ellerim sıcak teninde usulca geziniyor
cam bir vazoyu ait olduğu yere taşırmış gibi
bir misafirden hallice
arzusu seni hissetmeye olan ellerimle
beyaz olmayı geçiriyorum zihnimin köşelerinden
bulanıklıkları görüyorsun
hepsi seni çağırıyor
bir bahçe inşaa ediyorum aşktan ve sevgiden
ve bahçesine biraz gül ekiyorum
beyazı seversin biliyorum
dudaklarım seni öpmeye değil
dudaklarım seni özlemeye konuşuyor
uzun zamandır senden,onlardan ve biraz daha senden
gizlediğim gözyaşlarım
sıcak gecenin bağırında soyunuyor
sıcaklıklar örten üstümüzdeki hüznü diyorum
yalan söylüyormuşum
sıcaklıkları bile mağlup ediyorsun
sıcak gecelerim artık hüzüne mağlup
ve güllerim kurumuş çekmecelerimde
özlemek bu seni
ölüşümü bile bile
kalbimden akan şehveti görmek
kirpiklerinden bir gün dökülmeyi dileyerek
ve uyanmak
uyanmak mahvolmuş bedenimle
sarıldığım yorganların yetersizliğiyle
ölü başlamak günlere
ölü başlıklar atmak kendime
ve seni sevmeye

bu yüzden seni seviyorum


demek istediğim gibi olmadı
şu anki ölüşümü şahlandırmak olabilir sandım
ellerindeki o zehirli güç
seni seviyorum ve bir minik ayrılık ağacı
eski bir bankta
o bankı hiç sevmem
seni sevmemeye başladığımdan bile fazla
öleceklerimi yazmaya
bir ant içmeye tanrıya
tanrı ya da isayla
sevişsem bedeli daha hafif olurdu seni sevmekten
meryem olurdum belki

ve sen tanrıya verdiğim sözlere şahit oldun


kalbimde biriktirdiğim gözyaşlarıma
ve çizdiğim satır altlarına karıştın
sanırım yeni günün merhametsizliğinden gelse gerek bu

ben yine denizi izledim


saçlarımı uzattım gün boyu
kumlar dizlerimi kalbimi ele geçiren sevgi gibi
usulca sıcaklıklarıyla çiğnedi geçti
asaf’ın bir şiirini 56.’ya okudum bugün
önceki her seferi severek okumuştum seni
56. kalbimden bir şeyler çaldı
55. bu kadar acıtmamıştı
54.’nünde değeri yoktu 53.’den fazla
56. sanırım çaldı seni
içimden ve gizimden
kucağımda büyüttüğüm bu minik sevginin artık olmayışınaydı oyunu
telefonum birkaç kere çaldı
dolu tramvaylar dolandı ayak uçlarıma
yazı saçımdan söküp atmaya uğraştım
ama elli altı bir kir gibi
çaresizliğim gibi bulaştı dizlerime

evi sevmeyi denedim


ve yine unutmayı seni
elli altıyı duymamayı denediğim gibi

hala duyuyorum
kısa bir intikam hikayesi
anıl aksoy
Ali soluk soluğa geldi yanımıza, oturdu, tişörtüne terini sildi, birkaç derin nefesten sonra
konuşmaya başladı;
“Hepsi toplandılar, Ömer yoktu bir tek aralarında, sonradan o da geldi ama baya kalaba-
lıklar.”
“Olsun, bu sefer hak ettiklerini alacaklar, bize bulaşmak neymiş kafalarına vura vura an-
latmak lazım.”
Beş kişi ellerimizde sopalar ve zincirler bisikletlere atladığımız gibi toplandıkları parka
gittik. Öğlen sıcağında onlardan başka kimse yoktu parkta. Sessizce belediyenin yeni biç-
tiği çalıların arkasına saklandık. Ali ve Serkan’a sol tarafa gitmelerini işaret ettim. Olcay
ve ben sağ tarafa gittik. Samet ortadaki yoldan onların dikkatini dağıtacak biz de sağ-
dan soldan üzerlerine çullanacak Allah ne verdiyse vuracaktık, plan bu yöndeydi. Öyle de
oldu. Yaklaşık sekiz kişiydiler ama bizim araç gereç avantajımız vardı. Vurduk, gözümüzü
kan bürümüşçesine vurduk, kim olduğunu hatırlamıyorum ama birinin suratına zincirle
vurduğumu ve vurduğum kişinin havada döndüğünü hatırlıyorum. Yüzleri gözleri morar-
mış inleyerek kıvranıyorlardı yerde. Sıcağında etkisiyle kan ter içinde kaldık. Yetmemişti.
Ceplerini kontrol ettik ve üzerlerinde ne var ne yok hepsini aldık. Savaş ganimetlerimi-
zi ceplerimizde bisikletlerimize atlayıp doğruca çember’e gittik. Çember; etrafında ufak
ağaçların olduğu, ortasında 3 tane devasa meşe apacının olduğu mahalle arasında ufak bir
yeşil alandı. Etrafını saran küçük ağaçlar o kadar sıktı ki dışarıdan görünmüyordu. Tam or-
tasında üç tane büyük taş vardı. Bir tanesi iki kişinin oturabileceği uzunluktaydı. Genelde
Olcay yere otururdu. Çember’e girdiğimizde yerlerimize oturduk, Olcay “Ben geliyorum
birazdan.” diyip gitti, “Nereye gidiyorsun ulan?” diye bağırdım arkasından ama cevap ver-
medi. Yaklaşık beş-altı dakika sonra elinde beş tane kola şişesi ile geldi;
“E hava sıcak, o götlere vururken de yorulduk baya, alın için serinleyin, benden.”
“Kamil’cim bir şey demesin?”
“Ya ne diyecek? Beş şişe kolanın lafını yapıyorsa zaten kapsın dükkanı esnaflık yapmasın.”
Kendi aramızda gülüştük ve kolalarımızı içmeye başladık. Mutluyduk, intikamımıza al-
mıştık ama hak etmişlerdi, ilk kanı onlar dökmüşlerdi. Bir gün Samet tek başına dolaşırken
etrafını sarmışlar, ona hakaretler edip hırpalamışlardı. Arkadaşımızın intikamını almak için
fırsat kolluyorduk ve nihayet aldık. Birkaç saat Çember’de oturduktan sonra evlere dağıl-
dık.
Evimiz bahçeliydi, bisikleti bahçe demirlerine bağladım. Yorulmuştum ve yorgunluğun
akabinde hafiften de karnım acıkmıştı. Annem yanında bir kadın ile bahçedeki çardakta
oturuyordu. Yanlarına gittim, çardağa adımımı attım, “Anne acıktım” demeye kalmadan
“Hah geldi azına sıçtığımın evladı” diyerek annem yerinden kalkıp bana bir tokat attı, şoka
girdim, hiç beklemediğim anda vurdu ve yere düştüm. Tokadın etkisi geçince annemin
çardakta beraber oturduğu kadının Mehtap teyze olduğunu anladım, Ömer piçinin annesi,
arkadan tanımamıştım.
“Vur Serpil vur, zincirle vurmuş evladıma elleri kırılası.”
Annem beni ensemden tutup kaldırdı;
“Ben sana kimseyle kavga etmicen demedim mi lan?”
“Anne valla ben bir şey yapmadım ya?”
“Lan çocuğa zincirle vurmuşun gözü çıkıyormuş az kalsın.”
Sinirden ellerim titremeye, sesim çatallaşmaya başladı, çok geçmeden ağlamaya başla-
dım;
“Ne zinciri ya?”
Mehtap teyze annem bana vururken pis pis sırıtıyordu arkadan. Annem görmüyordu,
görse aslında davamızda ne kadar haklı olduğumuzu, kendi gibi oğlunun da ne kadar yanar
döner olduğunu idrak edecek, belki de “Ellerim taş olaydı da sana vurmayaydım evladım”
diye üzülecekti ama annemin de gözünü kan bürümüştü, bu sefer de terlikle vurmaya
başladı.
“Tamam Mehtap ben konuşucam onunla bir daha olmayacak.”
“Ay tamam kız sende fazla vurma çocuğa yazık, hadi ben gidiyorum benimki gelir biraz-
dan sofrayı hazırlayayım.”
Mehtap teyze yaptığı börekleri yemekten büyüttüğü koca götünü kıvırta kıvırta bizim
bahçeden çıktı. O gittikten sonra annem beni eve soktu. Salona geçtim, çekyata oturdum,
artık dövmez herhalde diye televizyonu açtım, saate baktım, Pokemon’un başlamasına on
beş dakika vardı. Annem salona geldi, bu sefer elinde oklava vardı;
“Eşkıya mı olucan lan sen benim başıma?” diye bağırdı, bu sefer de oklavayla dövmeye
başladı.
“Ya ne vuruyon ben bir şey yapmadım ya.”
“Lan çocukları dövdüğünüz yetmiyor bir de tasolarını almışsınız?”
“Ya biz taso filan almadık onlardan bizim tasolarımız zaten bunlar.”
“Bak bir de yalan konuşuyor hala, ben sana yalan söylersen döverim demedim mi lan?
Lan o Mehtap orospusundan bana neden laf getiriyorsun sen?”
Allah yarattı demeden vurdu, vurma dedikçe daha şiddetli vurdu, bir ara oklavayı bıraktı,
hıncını alamadı, omzumu ısırdı, morardı. En sonunda yoruldu da bıraktı dövmeyi. Mutfağa
gitti, bir sigara yaktı, ben salonda bağıra bağıra ağlıyordum, canım yanıyordu, mutfaktan
“Ağlama lan, git elini yüzünü yıka.” diye bağırdı. Lavaboya gidip elimi yüzümü yıkadım,
çok sinirliydim, halen ağlıyordum, yumruğumu sıktım, tam duvara vuracakken elim acır
diye vazgeçtim. Mutfağa gittim,”Açım ben.” dedim, “Poğaça var orda dünden kalma ye de
zıkkımlan ayağımın altında dolaşma.” dedi. Poğaça tepsisini alıp salona gittim. Bir yandan
ağlayıp bir yandan poğaçamı kemirirken Charizard’ın Magmar’ı tokatlamasını izledim.

sekans bu eski ev I.
irem budak egehan ışıklı

Bir hayatın içine itilmiş bu ev benim olmayabilir ama


Bir şeyler ve birileri bir şekilde buraya aidim
şöyle
Onsuzluğu uçurumun kenarına taşımış, ya
Hiç unutulmaz, da
Biricik sanmış birileri böyle
ayakların basmak istemesin
sen istediğin sürece bir önemi
İhtimallerde çırpınışın
var değil.
Kalanında bulmuş kendi içinde kuruldun yine
Bir şeyleri ve birilerini bir hayalkırıklığına zemin uğruna
bir rüyaya bin yıl tapınmış gibi-
Ve kriz çıkmazında yoluma çıkan sin ve saat 4.17
Bir mucize kanımda, uyuma vaktin geldi
Dolaşıyor sıcak hâlâ rutubet eksilmez duvarlarından ve
sigara dumanıyla sararmış tavan
Yok olan umudumdan sıcak, ‘ını izleyerek bayıltmaya çalış kendini
Olasılıklı hayalimden soğuk ama susmaz ki bu dev benlik
mideni kanatır uyarıcı antidepresan ve
uyku ilacının savaşı
Bir hayatın içine atılmışım
kim kazanırsa kazansın susmaz bu
Bir şeylerle, birileriyle koca benlik sadece sakat kalır

You might also like