Professional Documents
Culture Documents
Mevzular Derin Fanzin Sayı 42
Mevzular Derin Fanzin Sayı 42
Bu sayfalardan ilk seslenişimizin, aynı zamanda bu sayfaları bir araya getirişimizin üze-
rinden dolu dolu bir yedi yıl geçti. Bu sayıyla beraber sekizinci yılımıza girdik. Türkiye
yayıncılığı, özellikle de basılı yayıncılık, içinde bulunduğumuz dönemde çok zor du-
rumda. Bu zorluk hem baskı maliyetlerinin artması, hem dijitalleşmenin getirdiği bir
basılıdan uzaklaşma, hem de Türkiye edebiyat camiasının bazı iç dinamiklerinin sıkıntı-
larından kaynaklı bir zorluk. Türkiye yayıncılığı, baskı maliyetlerinde yaşadığı sıkıntıları
aşabilir. Basımda kullanılan materyallerin devlet tarafından açılacak fabrikalarda ya da
ülke sınırları içindeki fabrikalarda üretilmesi, yayıncıların elini rahatlatacaktır. 2010’lu
yılların ortalarında sayfası 2-3 kuruş olan fotokopi işlemi, bugün sayfası 15-20 kuruş
arasında seyrediyor. Ve bu en ucuz olduğu yerlerden biri. Fotokopi de en basit baskı
işlemlerinden biri. Varın siz düşünün gerisini.
Türkiye edebiyat camiası, dijitalleşmenin getirdiği sorunları da aşabilir. Dijitale uyum
sağlamak konusunda gerici veya isteksiz davranan bir edebiyat camiamız olduğunu
söyleyemeyiz. Basılı yayıncılığın hitap ettiği bir kitle ise hala var.
Dijitalleşmeye karşı değiliz, daha önce de birçok platformda bunu ifade ettik. İnternet
sitemiz aracılığıyla da yayıncılık yapıyoruz. Basılı yayıncılığa verdiğimiz önem, insanla-
rı örgütleyici bir şey olmasından kaynaklanıyor. Biz, yaptığımız işi, insanların aktif bir
parçası olabileceği şekilde yapmak istiyoruz. Hitap ettiğimiz kitleyi de sadece bir ‘‘alıcı’’
ya da ‘‘müşteri’’ olarak görmüyoruz. Bunları yapanları görüyoruz, hatta edebiyat camia-
sının büyük bir kısmı da bu tip insanlardan oluşuyor bizce. Bu da yeni kişilerin, özellikle
de gençlerin, edebiyat dünyasının üretici olarak bir parçası olmasının önünü tıkıyor.
Edebiyat camiasının iç dinamiği olarak tariflediğimiz şey de tam olarak bu aslında. Dö-
nemsel veya belirli şartların geçici varlığından kaynaklanan sorunlar, çözülebilir. Türki-
ye edebiyatındaki öznelerin birçoğunun, bu hasarlı iç dinamiklerinin varlığını sürdür-
melerini olanaklı kılmaktan sorumlu olduğunu düşünüyoruz.
Başta gençler olmak üzere edebiyat camiasının bugün bir yer bulmakta zorlanan ki-
şiler, gruplar için alternatif bir alan oluşturmaya çalışıyoruz. Parçası olmadığımız, ol-
mamanın ötesinde aslında olmayı reddettiğimiz bir anaakımın alternatifi. Bugün içine
girdiğimiz sekizinci yıl, bu alanın varlığının, ısrarının ve inadının sekizinci yılıdır.
Bugüne kadar yanımızda olan, eserlerini bizimle paylaşan, gönüllü olarak dağıtımımızı
yapan, şehir buluşmalarımıza ya da ekibimizden arkadaşların konuşmacı olduğu etkin-
liklere katılan, yeni sayımızı merakla bekleyen, düzenli takip eden herkese çok teşekkür
ederiz. Sekizinci yılımızda da çizgimizi koruyarak, doğru kabul ettiğimizi, bildiğimiz şe-
kilde yapmaya devam edeceğiz. Sözü daha fazla uzatmadan, kırk ikinci sayımızın ha-
zırlanma, baskı ve dağıtım süreçlerinde emeği geçen, yazılarıyla bize katkıda bulunan
herkesin emeğine sağlık demiş olalım.
Yolumuza devam ettiğimiz müddetçe görüşmek dileğiyle.
mevzularderinfanzin@gmail.com
mevzularderin.com
Ön Kapak: xuzi
facebook.com/mdfanzin
Arka Kapak: Neşe Çanakçı
twitter/mevzularderinf
instagram.com/mevzularderinfanzin
morg bahçesinde yaşamsal kahkahalar
ferit değer
Ağrıyan, kıvrımlı vücutlardan kalan rehavetin altında ezilen rahimdeki soluk.
Patlak veren, titreyen damarların ahmak oyunları.
Denize düşürülmüş, eskimiş kızları parçalayan düş mermileri.
Acıkan tanrıya lezzetli gelmişti, arka bahçeye gömülen faili ceset kokuları.
“Oh mis!”
Kışın dönemeçlerinde buz tutan parmak yaralarından söz edin bana.
Bilinmeyen, duyulmayan notalarla sendelerdim cadde boyu.
Sorulara karşı, kuşkulu kör bir bıçağa benzer tehditkârdım.
Dünya’nın üzerine eriyen yıldızlar kadar.
Yetsin artık, çocuklara sahip çıkan hayaletlerin öldürdüğü.
Katil postacı kuşların habersiz pençeleri hoştu .
Mektupların içindekiler dehşet düşürücü mavraydı.
Esarete tabi kişilerin, lağım özgürlük naralarına terktim.
Tekeri patlamış varoş kentlerin umursamayan kesişmesi olmuştum.
Ağrıyan, çatlak vücutların ağrısı altındaki ölü soluk,
sevgili, hürriyet esintisini önüme sunacak!
Bana yansıyan giz belirsizliği.
Ah yanıltıcı yalancı, küflü belirsizlik.
hatırla;
tüm savunma sanayimi çıkarmıştım
karşında
santimetre küplerce ılık
gigabytelarca hassas gizli bilgi
hatırla;
nasıl ciddi seni sevdiğimi söylüyordum karların ortasında 20 yaşında
nasıl yürüyorduk yurtlara soğuk ay mobese gibi dikizlerken bizi
dolgu malzemesi
umut çiflik
dikkat arttırıcıların parçalayamadığı kalbimi
liserjik asitle genişlettim. intravenöz drip
şaibeli her olay üstüme yapışık
Roger WATERS
Los Angeles’ta dolaşan bütün paraların üzerinde bir miktar kokain var. Nasıl? İnsanlığın bu
kağıtlarla kurduğu ilişkiyi anlatan bir gerçek değil mi? Banknot değil, kâğıt demeyi seviyo-
rum. Tamamen pamuk elyafından yapılan bu ufak tanrılara herkes gibi kâğıt demek komiği-
me gidiyor çünkü. Gerçekleri değil, tanıdık ve kolay yalanları kabul eden bir toplum. Bir şey
çağrıştırıyor mu?
Amaan, boşa konuşuyorum böyle. Siz bunları sevmezsiniz. Siz bunları anlamazsınız. İlgi
çekici olması için dedikodu gerekli, kurgu gerekli. Başkalarının hayatlarının en özel noktala-
rına burnumuzu sokmalı, onların acısından zevk almalı, sevinçlerini kıskanmalıyız değil mi?
Ne kadar sefil ne kadar garip hayatlar görürsek kendi hayatımız böyle olmadığı için o kadar
mutlu oluruz değil mi?
Pekâlâ. İstenilen hayat hikayesi geliyor. Dinle.
Babam yüzü terli, bodur bir adamcağızdı. Özünde zavallıydı, mesleken de şişman ve pısırık
bir manav. Tatlı yemeyi sevmesi dışında hayatıma pek bir etkisi olmadı. Ama o etki, yıllar
sonra bir çığa dönüşecek olan şimdilik masum bir kartopuydu. Erkenden yuvarlandı.
Erkenden dediysem çocukluğa, okul öncesine gitmek gerek. Bir akşam evde üç kardeş
saçma sapan oyunlar uydurup oynuyoruz. Oyunda kullanmak için anahtar lazım. Doğuştan
yavşak bir politikacı olan abim hemen babama gidip tatlı tatlı anahtar istiyor. Peder eli arka
cebe atıyor. Anahtar çıkıyor tabi, ama yanında buruşuk, kırmızı bir kâğıt da var. “Napolite-
eeen” diye bağırıyor doğuştan maymun iştahlı bir şımarık olan küçük kız kardeşim. Anam
çocuklara da ver diyor. Babamın yüz napoliten çikolata kırmızısı. Bütün çekmeceyi yemiş
ayı. Üstüne bir de anamden kalay yiyor. Yarın çocuklara çikolata getirmesi gerektiğini pek
de kibar olmayan bir yoldan öğreniyor böylece.
Yarın akşam olup da zil çalınca üç kardeş kapıya yığılıyoruz. Küçüklük ya, çikolata heyeca-
nı. Başka heyecanlarımın olduğu son anlar olduğunu nereden bilebilirdim. Babam merdiven-
leri çıkıyor, eşikte bizi görüyor. Bıkkın bir suratla “içeri oturun, vercem çikolata” diyor. Koşa
koşa salondaki koltuğumuza gidip oturuyoruz. Ayakkabılarını çıkarıp elini yüzünü yıkadık-
tan sonra babam geliyor. Elini sağ ön cebine daldırdığınca şıngır şıngır sesler odayı kaldı-
rıyor. Bize açılan bir avuç. Üç tane kırmızı napoliten. Abim ve kız kardeşim hemen kapıyor.
Ben duruyorum. O avuçta çikolatadan başka şeyler de var. Gözümü onlardan alamıyorum.
Farklı büyüklüklerdeki parıltılı daireler. Işığın altında ne kadar parlak ne kadar güzeller!
Hepsi başka başka renkte, üstlerinde başka başka desenler, yazılar var. Sonradan lale motifli
beş bin lira olduğunu öğreneceğim parlak daireme hevesle dokunup babama “ben bunu is-
tiyorum” diyorum. Pek önemsemiyor, “sonra bana geri ver.” demesiyle beraber parayı bana
bırakıyor. Sonra da kalan napolitenin kağıdını sıyırıp ağzına atıyor.
Madeni beş bin lira tabi ya, siz de hatırlarsınız. Bolca bakır, biraz da çinko ve nikel. Akp
öncesi nur topu gibi bol sıfırlı yıllar. Babam çocukken en büyük madeni para yüz liraymış.
Benim ilk aşkım ise laleli madeni beş bin lira idi. İlkokula gittiğimde ise artık çiçekli böcekli
güzel zamanlarını geçmişte bırakmış, buz gibi soğuk ve düz madeni iki yüz elli bin lirayı gör-
düm. Enflasyon garip bir şey değil mi? Benim yaşım daha bir basamak büyümeden kuruşlar
iki basamak birden gidiyor. Öbür yandan Mesut Turgut ile didişiyor, Tansu cenab-ı allahı
bize emanet ediyor.
Tabi o zamanlar bunların farkında değildim. Hatta Türkiye’de ne oluyor, dünyada ne oluyor
pek ilgisizdim diyebilirim. Çünkü küçücük yaşta büyülenmiş, tek bir dünyaya (ama en büyük
dünyaya) hapsolmuş, onu boydan boya keşfetmekle lanetlenmiştim.
İlginç olan şey ise aslında herkesin benimle aynı okyanusta olmasıydı. Tek sıkıntı kendileri-
ni bir göl, hatta kirli bir su birikintisinde gördükleri için tabi oldukları dünyayı anlayamıyor-
lardı. Sorumlu, ama kavrayıştan yoksun kitleler.
Ne mi demek istiyorum? Para denilen orospu herkesin eline geçiyordu. Kiminde az, kimin-
de çok ama illaki herkeste bir tutar vardı. Ve bu yığınlar bütün hayatlarını ya az gördükleri
tutarı çok yapmak uğruna ya da sahip oldukları az tutarlı şeyleri çok tutarlı şeylerle de-
ğiştirmek uğruna harcıyordu. Yani evet, bugün bakıp pişkin pişkin yorum yapınca “paraya
takıntılı” kişi bendim, ama gerçekte paraya takıntılı olmayan bir kişi bile yoktu, sadece itiraf
etmeyen milyonlarca yalancı vardı.
Dünya üzerinde var olan bütün gücü tek bir araca bağlayan bir sistem yaratmış insanlık.
Küçücük çocuklar bunun farkında, yetiş-
kinler farkında, herkes bunun farkında
esasen. Ancak bu gerçeğin doğal sonucu
olarak sürekli konuşulması gereken en
önemli şey: bu güce erişmenin yolu tabu
olmuş, “ayıp” addedilmiş bizi sahip oldu-
ğumuz bencil, iğrenç doğamızla yüzleş-
tirecek diye. Sonuç? Ahlaklı insanların
süründüğü, en iğrenç olanların bunun ta-
mamen farkında olarak pek çok gücü elin-
de topladığı bir sistem.
Yine sıkıldınız değil mi? Ne güzel çi-
kolatalı aile hikayeleri anlatırken birden
ahkam kesmeye başladı yine mi dediniz?
Pekâlâ pekala, kahramanları anlamak değil
onları izlemek ve kendinizi onların yerine
koymak istediğinizi biliyorum. Hiç sorun
yok, ben hikâye anlatmayı da severim. En
son nerde kalmıştım?
Hah evet, ilk olarak desenli ve parlak ma-
deni paralar ilgimi çekmişti. Uzun bir süre
onlarla oynadım, onları sakladım. İlkokula
geçtiğim zaman kağıtlar da ilgimi çekme-
ye başladı. Cumartesileri babamın dükka-
nına gittiğim zaman kasada beş milyon,
on milyon gibi büyük kağıtları görürdüm.
Onun dışında anam bana kantinden simit
ayran alayım, arada bir çikolata, bisküvi
lokum alayım diye Kızılkule’li mavi iki yüz
elli binler, anıtlı mor beş yüz binler verir-
di. Bir kere haberlerde sahte para basıyorlarmış duydum diye hemen ışığa tutup filigranına,
emniyet şeridine bakardım. Zira sahte para oradan belli olur demişlerdi polis amcalar baba-
ma bir vakit, hiç unutmadım. Çocukluk aklı işte, sahte param olacak diye ödüm kopuyordu
o zamanlar. Sonraları sahte para içinde yüzeceğimi, yakalanmamak için dolu dolu anadoluyu
gezeceğimi nereden bileyim. Biraz da kaderin cilvesi işte, Oedipus misali neyden kaçtıysan
sonradan kendini tam kucağında buluyorsun. Para da efsanelerden, felsefelerden azade de-
ğil tabi. Neyse, simit ayran parası diyordum değil mi? Bu konuya dair bir iyi bir kötü haber
var: iyi haber, anamın verdiği paralar doymama yetecek kadardı. Bazen okula gitmeden ev-
deki kahvaltıda çok yemeyi başarabilirsem okulda hiç harcamayıp paramı saklayabiliyordum
bile. Kötü haber, bu saklayabildiğim para çok azdı, yetmiyordu. Daha çok param olsun, evde
bir köşede onları okşayayım, aynı değerdeki paralarda bile olan küçük farkları bulayım, bana
gelesiye kadar her birinin yaşadığı macerayı hayal edeyim istiyordum.
Artık haberlerde mi duydum, gazetede mi okudum hiç hatırlamıyorum, bir şekilde “çek”
diye bir şey duymuştum. Ne olduğunu tam öğrenmek için bir akşam okul dönüşünde mahal-
le kahvesine uğrayıp DSİ emeklisi Nevzat amcaya sormuştum. Çünkü anamın bir keresinde
Nevzat amcanın oğlunun banker olduğunu, paraya para demediğini söylemişti. Nevzat amca
da oğlundan öğrenmiştir bu para işlerini diye ummuş, işime yarayacak kadarını da öğren-
miştim açıkçası. İnsanlara para vermek yerine çek denilen şeyden yazıyormuşsun, imzala-
yınca para yerine geçiyormuş o. “Bu çek karşılığında filanca emrine yalnız filanca Türk lirası
ödeyiniz” altına bir tarih, bir imza bitti gitti demişti Nevzat amca. Ben de düşündüm ki para
vermek yerine çek yazıyorsak para almak için de yazabiliriz yani değil mi? Şimdi gülme he-
men, gerçekten işe yaraması çok daha komik oldu.
O akşam oturdum, çıkardım cetvelimi makasımı Nevzat amcanın anlattığı gibi dikdörtgen
kağıtlar kestim düzgünce. Sonra dolmakalemimi çıkartıp gerektiği yerlerde boşluk bıraka-
rak öğrendiğim çek metnini yazdım. Altına adımı soyadımı yazıp, el yazımdan bir imza uy-
durdum. Ertesi gün okula gittiğime ellerimle hazırladığım, özenli bezenli çekleri gösterdim
arkadaşlarıma. Dedim ki arkadaşlar, babam bana dedi ki bizim evdeki paralar çok eskimiş.
Yeni paralar almak için elimizdeki eskilerin üstüne biraz daha koyup yenilerini almak ge-
rekiyormuş. Şimdi ben size iki yüz elli bin liralık çekler yazıcam, siz bana o çekler için yüz
bin lira verin. Babanız bankaya gider bu çeki bozdurur siz de yüz elli bin lira kazanırsınız.
Parası olan hepsi koşturmasın mı ilk günden! Dile kolay, bir milyon beş yüz bin lira ile eve
döndüm diye ağzım kulaklarıma varmıştı. Hemen evde saklı köşeme koydum kâğıtçıkları-
mı. Seri numaralarını ezberledim, kimden hangisini aldığımı tek tek not ettim. İlk paramı
kazanma hikayemin böyle olması çok değerli, hayatımın kalanına çok uygun. Belki aklınıza
hemen Ponzi gelmiştir. Ya da vazgeçtim, siz onu nereden bileceksiniz. Aklınıza Çiftlik Bank
Tosuncuk gelmiştir. Fena olmayan bir kıyaslama. Ama yapılan işin küçüklüğü ve acemiliği
düşünüldüğünde Emerich Juettner daha uygun gibi geliyor bana. Zaten sonradan onun gibi
yakalandım. Sonradan dediğime bakmayın tabi, çocukların anası babası akşam olanları fark
edince hemen ertesi gün beni müdüre şikâyet etmişler. Önce hakkıyla müdürden bir dayak,
sonra da anamdan. Zorla paralarımı sakladığım yeri gösterttiler, hepsini alıp geri dağıttılar.
Yirmi dört saat bile sürmemişti yani zaferim. Bu açıdan bakınca yıllarca polisten kaçmış
Emerich’e biraz haksızlık ediyorum sanırım. Gerçi öff, sizin için hiçbir farkı yok, boşverin.
Siz, siz, siz demekten yoruldum aslında efendim, beyzadem. Size Hakan demem uygun olur
herhâlde değil mi?
Baş parmağını onay beklercesine adamın yüzüne doğrulttu. Sandalyeye bağlanmış adam
hiçbir tepki vermedi. Sadece dakikalardır olduğu gibi kocaman gözlerle bakınıyordu.
Uygundur, uygundur Hakan. Zaten sen “siz” denmesini hak etmiyorsun, büyük büyük de-
delerin, İngiltere’den bağımsızlığını kazanmış kapitalizmin beşiğinde servet saklamayı ba-
şarmış dedelerin sonsuz saygıyı hak ediyor.
Half Eagle, Draped Bust. Daha önce duymuştun değil mi?
Adam huzursuzca sandalyede silkindi, iplerden kurtulmasının imkânı yoktu.
1822’de Amerika’da darp edilen uyduruk bir beş dolarlık maden. On sekiz bine yakın bas-
mışlar o zaman. Sonra 34’te neredeyse hepsini eritiyorlar içindeki altın miktarını azaltmak
için. Tabi “neredeyse hepsi” diyorum, çünkü senin dedelerin gibi ileri görüşlü zenginler
parasına sahip çıkmayı bilmişler o zaman da. Yıllarca usulca saklamışlar, kuşaktan kuşağa
aktarmışlar değerli madenlerini. Dünyada birkaç tane kaldığı biliniyor, sizin ailenizin gizle-
dikleri dışında elbet. O zamanın beş doları şimdi ne kadar ediyor biliyor musun Hakan? Bili-
yorsun biliyorsun, milyonlarca dolar. Sakladığınız yeri de biliyorsun ve bahsetmeye hazırsın
ayrıca değil mi?
Bıçağın soğuk yüzü yanağında gezinirken gözünden akan yaşlar ağzındaki tıkaç yüzünden
gerilmiş dudaklarına doğru akıyordu.
isyancının şiiri
ramazan gediz derin
eyvah, yine isyana varıyor içimin çığlıkları.
yitirilmiş bir bekaretin kan deryası şiirlerinde
belli belirsiz isyana kalkıyorum dünyaya karşı.
duyan yok vurulup gitmelerimizi su üzerinde, gören yok;
dünya geçip gidiyor nasırlı ayaklarımızın altından.
tam tepemizde odaklanmış bir namlu
içimdeki topal atları ve zenci çocukları vurmaya niyetli
geveze müezzinlerin kametini bekliyor.
kaçışı yok kelimelerin ve üstelik bacaklarım da niyetsiz
atlas okyanusundan bir leğen suyu yürüyerek aşmaya.
sıska şiirler yazmaktan ve güneş gözlüğü takmış tanrıya yalvarmaktan başkası gelmiyor
elimden.
uyu sevgilim
masallar anlatayım sana ortasında dalıp
sabah devamını merak edeceğin
çocukluk yatağında gibi huzurlu
göğsün melodik bir şarkı mırıldansın
göğsün sevmenin ve sevincin enstrümanı
bazen blues ama
değil kekeme şarkı söylerken
derken üstünü örtüyor kapı gıcırtısı
seni uyurken izlemek çünkü hayat belirtisi göz ferlerime
deniz fenerleri mesela gemiler için
ya da özgürlük neferleri geceleri duvar boyayan
gazeteler beni yazsın istiyorum kimliği hükümsüzdür diye
artık kimselerin satın almadığı gazeteler
büfeden sigara alırken manşetlerine göz atılan kağıt parçalarıdır
yine de iş ilanlarına göz atıyorum o küçük puntolu sütunlarda
hayattan vazgeçmemiş hissettiriyor çünkü
fakat bir yandan da yarından medet umduğumun göstergesi olan şeyler
yaşlanmak ve ölüme yaklaşmak gerçeğine uyandırıyor beni
uyu sevgilim
hippie inanışlarımız olsun
düşkapanları öreyim sana bir örümcek titizliğiyle
cibinlikler uzasın saçlarından telli duvaklı
saçların meteorolojik uzasın kurak iklimlerin yağmur dualarına müteakip
çünkü hayat
bir varmış bir yokmuş
uyu sevgilim
kâbus ağda
göğün sınırını kuşlar çizer
ve rüyalarla ölçülür gece
uyuyunca gittiğin yerleri
uyanınca anlat bana
uyu sevgilim
iyi geceler
le reproche que je te fais n’est pas légitime
madamé florenza
Hisler
Sesler
Ve sana addettiğim hiçlikler
Bu şiire birer dize değil
Geç kalmış tanışıklıklar
Tenhada bırakılmış
Çözüme ulaşması muhtemel
Ama umrunda olmayan bu tiradlar
Masana meze olmamış
Yine de tanışıklı bir safhaya engel değil
Üç ve beş
Sırayla dizdiğim boşluklar
İçindeki hoşluklarla muktedir
Bu biraz iyi
Ve biraz kötü huylu
Bir hastalık olabilir
2.
Onunla liseye başladığım zamanlarda tanışmıştık. Ben daha kendimi tanımıyordum. Vücu-
dumdaki hormon denilen şeylerin etkileri kendimi bir bilinmezliğe sürüklememe sebep olu-
yordu. Kalınlaşan sesimi, çıkan tüylerimi, uzayan boyumu, sürekli sivilcelenen alnımı ve sırtımı
anlayamıyordum. Üstelik etrafımda uçuşan porno dergileri, “İ””L””İ””Ş””K””İ” olarak öğretilen
erkek ve kadın çiftleri, çeşitli yönelimlerin günah olarak zihnime yönlendirilmesi, bütün ar-
kadaşlarımın ağızlarından okunan “popo”, ”ğöğüs” ve “surat” üçlemesi, kendime dair bir şeyleri
keşfetmeme izin vermiyordu. Hislerimi anlamak için her gün okuldan geldikten sonra suratıma
bakıyordum. Banyodaki üzeri su lekeleriyle kaplı aynanın karşısına geçiyordum. Sanıyordum
ki gözlerimin ta dibine doğru bakarsam orada anlayabilirim bir şeyleri. Çünkü arkadaşlarımı
tahrik eden çıplak hatlar, aşırı rujlu dudaklar, mis kokular, büyük ve orantısız memeler bende
bir sinek ısırığı etkisi bile yaratmıyordu.
Kendimi tuhaf ve eşsiz hissediyordum. Varlığım ve hislerim muhtemelen dişi türündeki sa-
dece eşsiz vakalardan etkileniyor, diye düşünüyordum. Çoğu kız birbirinin aynısı gibi geliyor-
du. Oysa onlar aynı değildi. Sadece benim hislerim aynıydı. Bu durumda herkese aynı şekilde
bakmamı ve aynı şekilde değerlendirmemi sağlıyordu.
Kız arkadaşımla da bu aralıkta tanışmıştım. Aşırı güzeldi. Küçücük ama masmavi gözleri var-
dı. Göz bebekleri yüz hatları yumuşatıyor ve onu korunmasız bir bebek haline getiriyordu.
Gözünün saydam tabakası o kadar parlaktı ki sanki her an ağlayacakmış gibi bir izlenim yara-
tıyordu. Yanakları ve hafif yukarı kalkık burnu da bu görünümü destekliyordu. Saçları ise faz-
lasıyla uzundu. Poposunu, sırtını ve kollarını tamamen kaplıyordu. Böylece vücut hatları daha
keskin görünüyordu. Ona arkadan bakarken alabildiğine dar ve simsiyah bir tulum giydiğini
düşüyordum. Çünkü saçları upuzun olmasına karşın saç telleri çok inceydi ve içindeki iç ça-
maşırları bile saçlarının ardından belli oluyordu. Sırasına otururken, yerinden kalkarken, ders-
te söz almak isterken ve hatta yemek yerken bile o saçları daha güzel göstermek için uğraşırdı.
Fakat onu “en güzel” yapan şey bedeninin sahip olduğu parlaklıktı. Yani sanki tepesinde ayın
yol gösterici ışınlarından yapılma bir lamba varmış gibiydi. Ortamda hiç ışık yokken bile saçları
ve gözlerinin saydam tabakası parlardı. Böylece,
kiminin aklı kamaştırır
kiminin ise aklını açardı.
Ayrıca gözlerinin ve saçlarını birleşerek oluşturduğu o parlaklık,
ıssızlığı kalabalıklaştırır,
gürültüyü sessizleştirir,
kırmızı ışığı yeşil ışığa dönüştürür,
ağlayanları güldürür,
öleni diriltir,
dirilene vahiy gönderir,
yüzene kanat takar,
bütün canlılara fotosentez yaptırır,
bütün ırkçıları önemli birer sanatçıya dönüştürür,
intiharı düşünen bütün insanların beynini yıkar ve
uzaya oksijen pompalayıp; yıldızların üzerinde yeşillikler açtırırdı.
Kadın, erkek, çocuk, yaşlı, genç… Her biri o parlaklıkla beraber tedavi olur ve iyileşirdi. Ben
de onun bu aşırı büyülü güzelliğinden etkilendim. Eğer karşımdaki şey bir tabak, masa, san-
dalye, çiçek ve hatta bir pencere bile olsaydı yine bu oradan etkilenirdim. Çünkü etkilenişim
bir his veya duygu değildi, sadece bir uyarıydı.
Onunla ilk yakınlaşmamda beden eğitimi dersindeydi. Ben kendimi tanımaya, hislerimdeki
bu diğerlerinden farklı hissizliğe bir ad vermekle çok meşguldüm, o zamanlar. Bu yüzden çok
yalnızdım. Kimseyle konuşmuyor ve diğer erkeklerin kızlara karşı davranışlarını gözlemliyor-
dum sürekli. Belki yeteri kadar izlersem onların hislerini öğrenebilir ve ben de onlar gibi ola-
bilirim, diye düşüyordum.
O gün o beden eğitimi dersinde ben bedenimi eğitmekle değil bu sorularla meşguldüm. Kan-
tinde oturmuş, dışarıda voleybol oynayan insanları izliyordum.
Bazıları bağırıyor
bazıları gülüyor
bazıları ise elindeki topla adını bilmediğim hareketler yaparak filenin karşı tarafın-
daki takımın sayı kaybetmesini sağlıyordu. Ellerindeki topun benim baktığım pencerede-
ki cama çarpmasıyla beraber irkildim ve kafamı sağa çevirince onu gördüm. Oturduğum
sandalyenin başına dikilmişti. Yanakları her zamankinden biraz daha kızarmış ve saçları
ise her zamankinden biraz daha elektriklenmişti. Ben onun suratına anlamsızca bakarken
o hemen başka bir sandalye bulup, karşıma oturdu. “Ben senden çok hoşlanıyorum” dedi.
Ben de ona “Ben de senden” dedim. Sonra elimi tuttu ve birbirimize sarıldık. Aslında ona
böyle davranmamın sebebi onun güzelliğinden etkilendiğimden değildi. Sadece diğerle-
rini daha iyi anlamak için böyle davranmıştım. Yani; belki en çok zorladığım konunun daha
somut bir şekilde içerisinde olursam hislerimdeki bu garip durumu çözebilirim. Ayrıca
sorunumu anlayabilir veya kendimi düzeltebilirim, diye düşünmüştüm.
Ki kız arkadaşımın eşsiz bir güzelliği vardı. Bu durumda hislerimin neden böyle olduğuna
dair kafamda kurduğum en iyi cevaplardan biriydi. Bunlarla beraber kız arkadaşımın güzelliği
insanı harekete geçiren cinstendi. Ona bakarken bütün her şeyimi anlatabilirmişim gibi dü-
şünüyordum. Tek oturmak, tek başıma yemek yemek, okulda günlük konuştuğum kelimeleri
saymak ve yalnızlığıma dair birçok şey ilgimi artık eskisi kadar çekmiyor ve hatta sanki uzay-
lıymışım gibi hissetmeme sebep oluyordu. Belki onunla konuşurum, bu yalnızlıktan kurtulu-
rum, diye düşüyordum.
Gerçekten de güzelliği sayesinde ona birçok şeyimi anlattım. Beraber sinemaya, konsere, ye-
meğe ve daha bir sürü yere gittik. Yeni insanlarla tanıştım. Kendimle alakalı düşüncelerimden
ve sıkıntılarımdan biraz uzaklaştım. Benim fazlasıyla sosyalleşmem için çok kuvvetli bir araçtı.
Hayatımda güzel ve önemli bir yeri vardı. Fakat hiçbir zaman onun
elini tutmaktan,
dudağına öpmekten,
beline sarılmaktan,
bacaklarını okşamaktan ve
saçlarını boynumda hissetmekten aşırı derece keyif alamadım. Et-
rafımda diğer erkeklerin ona karşı şehvet ve arzuyla dolu bakışları benim onunla
aramda geçen temastan her zaman daha fazlaydı. O oturduğunda, kalktığında, ko-
nuştuğunda ve hatta somurttuğunda bile gözler her daim onun üzerindeydi. Bera-
berliğimiz etrafımdaki diğer erkeklerin davranışlarını anlamamı ve onlar gibi olma-
mı sağlamak yerine; karakterimi ve konuşma becerimi daha da geliştirmişti. Ayrıca
kendi hislerimdeki tuhaflığı unutmamı da sağlamıştı.
İkinci yılımızın başlarında ise okula felsefe öğretmenimiz geldi ve ben, unuttuğum, halının
altına süpürdüğüm hislerimi ilk defa onu sayesinde adlandırdım ve anladım. Çünkü ben fel-
sefe öğretmenime aşık olmuştum. Onun varlığıyla kendi varlığımı karıştırıp, bir tat yaratmak
istiyordum. Orijinal, eşi benzeri bulunmayan, her damakta farklı bir iz bırakan leziz bir tat.
Bunlarla beraber
onun saçlarına dokunmak,
ellerini tutmak,
beline sarılmak,
kafamı onun göğsüne yaslamak istiyordum. Ayrıca bunları diğerlerini anla-
mak veya onlara benzemek için değil sadece böyle daha mutlu ve rahat olacağımı dü-
şündüğümden dolayı istiyordum. Fakat kız arkadaşımdan ayrılamazdım. Çünkü onunla
ayrılmak için tek sebebim kimliğimdi ve bunu ona açıklarsam bana çok kötü bir tepki
verebilirdi. Ki öğretmenimle de hiçbir şekilde olamazdım.
Varlığım,
kimliğim,
isteklerim,
öğretmenimin konumu,
ayaklarımın ucuna bassam dahi hiçbir şekilde onunla aynı kademeye gelemem ve
daha bir sürü sebep önümde engeldi. Hiç kimseye kendimden bahsedemiyordum. An-
nem ve babam her daim tek tip ilerleyen insanlardı. Hatta babam onun yanında hiç
konuşmadığım için dilsiz olduğumu düşünüyordu.
Ayrıca felsefe öğretmenimin bir nişanlısı vardı. Onları ilk kez okul kapısının önünde el ele
görmüştüm. O gün eve gelip saatlerce ağlamıştım. Tekrardan aynanın karşısına geçip, yine
göz bebeklerime bakmıştım. Fakat bu seferki amacım kendimi anlamama dair edindiğim bütün
birikimlerimi unutmaktı. Yine de tekrardan hedefime ulaşamamıştım. O hafta sürekli ağladım.
Felsefe öğretmenimin derslerini kız arkadaşımla beraber astım. Onu görmek, yüz yüze gel-
mek, benden başka birisiyle varlığını birleştirmek istediğine şahit olmak ve sesini dinlemek
istemiyordum.
4.
Oyun başladığında kız arkadaşım çıplak ve kuğu gibi ayaklarıyla sahnenin ortasına doğru yü-
rüdü. Elbisesi gerçekten de cüretkardı. Çünkü üzerinde kırmızı saten bir gecelik vardı. Bütün
bir oyun boyunca bir hayat kadınının anılarını anlatacaktı.
Seyircilere bakacak,
gerektiğinde ağlayacaktı ve
gerektiğinde ise gülecekti. Bütün bunlar için yaklaşık bir saati vardı.
Sonunda zaten herkes
onu alkışlayacak,
bazı somurtan dudaklar gülmek için gerilecek
ve o saygıyla sutyensiz bedenini eğip, bir kraliçe edasıyla halkını selamlaya-
caktı. Bu sırada halkı olan bizler saçlarından ve gözlerinden yere doğru savrulan
ışın demetleri sayesinde kör olacak ve büyülenecektik.
Oyunun ilk perdesi gerçekten de bu şekilde geçti. Yani kız arkadaşım bir hayat kadını ola-
rak kendine dair gülünç anılarıyla bütün seyircileri büyüledi. Attığı her kahkaha dünyayı ve
evreni parlatmasına karşın, benim gözlerim uzun zamandır hafiflettiğim hislerimi kömür gibi
yakıyordu. Felsefe öğretmenimi nişanlısının yanından gördükçe kızın saçını başını yolmak is-
tiyordum. Kız arkadaşımın anlattığı her gülünç şeyde birbirlerine imalı bir şekilde bakıp gülü-
yorlardı. Neyse ki ilk perdeden sonra on dakika ara verildi de onları bir on dakika göremedim.
İkinci perdenin başlamasıyla beraber kız arkadaşım yine sahneye aynı elbise ve aynı kılıkta
tekrardan geri geldi. Bu sefer kendi geçmişiyle alakalı acıklı şeyleri anlatması ve ağlaması ge-
rekiyordu. Üçüncü cümlesinden sonra sesi boğazından daha sessiz çıkmaya başladı. Bu üze-
rinde en az on defa çalıştığı ve haftalarca bana tekrar tekrar gösterdiği bir d(?)o(?)ğ(?)a(?)ç(?)
l(?)a(?)m(?)a(?)y(?)d(?)ı. Böylece ağlamaya yönelik ilk aşamalarını kendini izleyen seyircilerle
paylaşacaktı.
Ses tonunun aşağılara doğru çekilmesiyle beraber parlayan gözlerinden iki damla yanakları-
na doğru akmaya başladı. O damlalar akarken gözlerin parıltıları ilk başta kısıldı ve sonra yok
oldu. Bu durumu bir tek ben mi fark ettim, diye düşünerek çevremdeki insanlara baktım. Fakat
onlar hala kız arkadaşımı büyülenmiş gibi izliyorlardı.
İlk iki damladan sonra üçüncü ve dördüncü damlalarda göz altlarına doğru biraz süzüldüler
fakat birinci ve ikinci damla gibi kız arkadaşım yanaklarına ve oradan da boynuna doğru akmak
yerine, sanki dünyada yer çekimi diye bir şey yokmuş veya uzaydaymışız gibi yukarı doğru çık-
tılar. Göz pınarlarını aşıp, oradan kaşlarına, alnına ve son olarak da saçlarına doğru yol aldılar.
Üç ve dörtle beraber
diğer damlalar da aynı yolu izledi. Üstelik bu damlalar çok hızlı bir şekilde göz pınarlarından
çıkıp saçlarına doğru yol alıyordu. Onlar yol aldıkça tıpkı gözleri gibi saçları da parlaklığını
kaybetmek başladılar. Ben şaşkınlık içinde izliyordum. Bu durum bana mı öyle geliyor diye yine
etrafıma baktım. Fakat insanlar daha da büyülenmiş gibiydiler ve üstelik kız arkadaşım hiçbir
şey olmamış gibi konuşmayı sürdürüyordu. Belirli bir süreden sonra saçları göz yaşlarının
etkisiyle sırılsıklam olmaya başladı. Sanki duştan yeni çıkmış gibi görünüyordu. Islanan her
saç teli diğer saç telleriyle birleşiyorlar ve oluşan tutamlar üç gruba ayrılmış halde izleyicileri
selamlıyordu.
Son göz yaşının da saçlarına karışmasıyla beraber üçe ayrılmış tutamlar sanki makasla ke-
silmiş gibi kız arkadaşım aşırı cüretkar elbisesinin üzerine düştüler ve aynı anda bir yılan gibi
hareket ederek elbisenin süründükleri yerlerini yırttılar. Ardından bütün elbiseyi güneş siste-
mindeki gezegenler gibi tavaf ederek her yerini yırttılar ve kız arkadaşım çırıl çıplak olmasını
sağladılar. Daha sonra da sahnenin parke zemininden ilerleyerek birçok insanın üzerinden,
ayağından, kolundan ve gövdesinden geçtiler. Fakat bunlara karşın herkes kız arkadaşıma bak-
maya devam ediyordu. Saç tutamları felsefe öğretmenimin yanına geldiklerinde durdular. İlk
olarak ellerinden
sonra kollarından ve
son olarak da omzundan ilerleyerek kafasının üzerine çıktılar. Felsefe öğretmeni-
min saçlarıyla birleştikleri anda büyük bir ışın demeti onun saçlarından dünyaya doğru
yayıldı. Sanki kız arkadaşımın saçlarıyla kendi saçlarının birleşmesi, kafasını bir fenerin
ucuna dönüştürmüş gibiydi. Salon bembeyaz bir ışıkla aydınlanmasına karşın, etrafımda-
ki bütün insanlar ve hatta felsefe öğretmenim bile kız arkadaşıma büyülenmiş gibi bak-
maya devam ediyorlardı. Kısa bir süreyi kafamı üç yüz altmış derece boyunca döndürerek
gördüğüm anormallikleri diğerlerinin ne kadar fark ettiğini anlamaya çalışarak geçirdim.
Fark ettim ki kız arkadaşımın çıplak bedenini, kısacık saçlarını, parıltısız görünümü ve
felsefe hocamın ay gibi parlayan saçlarını benden başka hiç kimse göremiyordu.
1.
Etrafımdaki çoğu kadının kulağında taşlı küpeler, ayaklarında sivri uçlu ve çivi topuklu ayak-
kabılar, üzerlerinde bambaşka renklerden elbiseler ve suratlarında ise içinde bulundukları or-
tama daha iyi adapte olmalarını sağlayan boyalar vardı. Her biri bedenlerine düşen herhangi
bir ışın demetini, görünümlerini daha da parlaklaştırmak için kullanıyor gibiydi.
Kıpkırmızı rujlar,
ritimsiz ve fazlasıyla gürültülü konuşmalar,
oturulurken düzeltilen elbise paçaları,
ojeli tırnaklarla sürekli açılan telefon kameralar,
ikide bir düzeltilen perçemler ve kâküller sanki içinde bulundukları ortamı ne
kadar da önemsediklerine dair birer kanıttı.
Bense hiçbir fiziki özelliğimin herhangi bir düşünceme kanıt olabilecek kadar güçlü ve ciddi
olduğuna inanmıyordum. Sadece aşık bir erkek olarak birazcık üzülüyordum. Çünkü bir tiyat-
ro trübinin on üç numaralı koltuğunda oturuyordum, önümde ise fazlasıyla yakışıklı felsefe
öğretmenim vardı ve ben ona aşıktım. Fakat o beni çılgına çevirmek istercesine yanındaki
nişanlısının tombul ve sarı tüylü sağ elini sürekli mıncıklıyordu.
Ben onun kemerli burnunu, güneşte yanmış gibi duran sakallı yanaklarını ve suratının sağ
profilini ezberlemeye çalışırken; o sürekli nişanlısının belini sıkıyor, saçlarını okşuyor ve ba-
caklarına dokunuyordu. Ona bakarken yeryüzünün bütün ışıkları kapanmış ve onun güneş
olarak dünyanın en yüksek dağının ardından doğup, yeryüzünü aydınlattığını hissediyordum.
Gülerken kasılan yanakları, ciddi bir şey düşünürken kendini belli eden iki kaşının arasındaki
çizgi, sağ elinin baş parmağındaki doğum lekesi, kafasını her sola çevirişinde kendini daha da
belli eden boynundaki adem elması, derste sevdiği konuları anlatırken; sürekli burnunun üze-
rinden kendi belli eden o minik kırışıklık, öğretmen masasının üzerine otururken; her zaman
ağaç dalları kadar özgür olan bacaklarını kapatan elleri, konuşurken sesinden dökülen renk-
lerin, bütün bedenini adeta bir atmosfer gibi sarmalaması ve varlığı ve karakteri ve duruşu,
benim neden dünyaya geldiğimi bana bir ebeveyn olarak açıklıyor gibiydi.
Üstelik bu kadar büyü ve kıskançlığın içerisindeyken gerçekleştirmek zorunda olduğum baş-
ka şeylerde vardı. Mesela dudaklarımda sanki lastik varmış gibi gülmem, avuç içlerimin ve
alnımın terlemesini sağlayacak kadar heyecanlanmam, etrafımdaki bütün sakallı ve sakalsız
suratlardan hangilerinin sahnedeki kız arkadaşıma şehvetle bakıp bakmadıklarına dikkat et-
mem, her yarım saatte bir beyaz gömleğimi-pantolonumun dışına çıkmaması için- kontrol
etmem ve mutlu olmam gerekiyordu. Mutluluğumu hareketlerimle tescillemem gerekiyordu.
Çünkü okulun en güzel kızı benim kız arkadaşımdı ve birazdan izleyeceğim oyunun baş ve tek
karakteriydi. Bu kadar güzel olmasaydı ve izleyeceğim oyunun baş ve tek karakterini canlan-
dırmasaydı; muhtemelen o an yaşamak benim için daha güzel olurdu. Çünkü sevgilim uzayın
boşluğu, dünyanın dönebilme mucizesi ve tanrının yokluğu kadar güzeldi. Bedeni, göğüsleri,
dokunuşları, yürüyüşü ve hareketleri bir meleğin bembeyaz kanatlarının üzerindeki tüyler ka-
dar kutsal ve nazikti. Ona aşık değildim ama görüntüsü beni kendine çekmişti.
ahhhhhhhhh nikotiiiin!!
578037 bilmem kaç mevsim bir gramında
hayır bu şiiri sigarayı bırakmaya çalışırken yazmıyorum
ya nasip
ölüm döşeği
sıla mutaf
Uyandığında yataktan hemen kalkamadı, bir süre kalın perdenin arkasından sızan güçlü
ışığa dikti gözlerini. Burada son uyanışı olacağı düşüncesi onu sarıp sarmaladı ve biraz
daha bakma iç güdüsü onu oraya hapsetti. Ama bugün biraz daha bakacağı çok şey olacak-
tı. Gözlerini oradan ayırdığı anda vakit kaybetmeden giyindi. Odasına henüz bakmasına
gerek yoktu, günün sonunda elbet geri dönecekti. Son kez de olsa. Elbet.
Bisikletine atladı ve her zaman gittiği yoldan gitmeye başladı her zaman gittiği yerlere.
Etrafına bakıyordu sürekli, öyle ki birkaç kere düşecekti. Etrafına bakma ve onu içinde sin-
dirme isteği o kadar fazlaydı ki dayanamıyordu. Köşedeki şu kafeyi ya da ilerideki iskeleyi
hiç fark etmemişti. Şimdi fark ettiği için içi yandı. Şehrin bütün sokaklarından geçtiğine
inanırdı, geçmediği sokakların olabileceği düşüncesi içini kavurdu. Ama şimdi zaman yok-
tu yeni yerler keşfetmeye. Hiçbir şey için zaman kalmamıştı. Ne de olsa yarın ölecekti.
Yarın ölecek bir hasta gibi davranıyor ve o şekilde bakıyordu etrafına. Yalan değildi, bir
bakıma ölecekti aslında. Buradaki hayatının son günüydü ve burada yaşayan benliğinin ha-
yatına son verilecekti. Bu ölüm olmuyorsa ne oluyordu? Yalnızca bir uçağa binecek ve in-
diğinde bambaşka bir şekilde uyanacaktı. Burada geçirdiği yıllar ise ölü bir hatıra olacaktı.
Ama hayır, ölmek istemiyordu. Gözlerini kocaman açıp her şeyi içine çekerse belki burada
kalmaya devam ederdi. Böylece bunu yaptı. Gözlerini kocaman açtı ve bakılacak her şeye
sonuna kadar baktı. Geçip gittiği yerlerin arkasında dağıldığını hissediyordu. Ne de olsa bir
daha bakamayacağı için onlara, dağılıp gitmişlerdi göz önünden. Bir daha da bir araya gel-
meyeceklerdi. Yanından geçip gittiği insanlara şimdiden bir özlemle bakıyordu. Kendisini
buraya her gün gelen yüzlerce turistten biri gibi hissetti ilk defa. Bugün buradaydı belki,
ama yarın burada olmayacaktı.
Bisikletini bir kanalın yanında durdurdu ve oturdu. Burada oturması lazımdı çünkü ilk
geldiği gün burada oturmuştu ve sonraki günlerde de sık sık kitap okumak için gelmişti
bu kanal kenarına. Bir özelliği yoktu buranın, yalnızca ağaçtaki yaprakların kanala vurduğu
şekli seviyordu, o kadar. Ellerini üzerine oturduğu taşa yaydı ve tüm gücüyle oraya sarıldı.
Nefesleri hızlandı, gözleri karardı. Samimi bir şekilde öleceğini hissediyordu ve o an bırak-
saydınız şehirle bütünleşme uğruna tüm hayatını o kanal kenarında oturarak geçirebilirdi.
“Burayı çok mu seviyorsunuz?” İnce bir sesle irkildi. Yanında kendi yaşından en fazla bir-
kaç sene küçük bir kız oturuyordu.
Afallamıştı. “Çok.” Cevabı döküldü dudaklarından. Hemen sonra kendine geldi. Gözlerinin
yanında biriken yaşları sildi. “Tüm şehri evim gibi bilirim.”
“Ne kadar güzel! Çok şanslısınız. Ben yeni geldim buraya. Bugün ilk günüm.”
Bu dediğine güldü. “Asıl sen şanslısın. Burada geçireceğin zamanların var. Benim ise bu-
radaki son günüm. Yarın sabah gidiyorum buradan.”
“Geri gelmeyecek misiniz?”
“Zaman gösterecek.” Bunu dedikten sonra bir süredir etrafına bakmadığını fark edip ba-
şını kanala doğru geri döndürdü. Yamuk binalar dalga geçercesine eğiliyordu sokağın üze-
rine. Hayata dahil olmak isteten ateşten tuğlalar konuşuyordu seninle.
“Ben şimdiden çok sevdim burayı. Her yerini gezmek, her bir sokaktan geçmek istiyo-
rum.”
“İşin zor, ama yapılamaz değil. Ben her sokaktan geçtiğimi kendimden emin bir şekilde
söyleyebilirdim. Ama şimdi bilmiyorum.” Gözlerini kanaldan ayırmamıştı konuşurken.
“Eğer şehri bu kadar iyi biliyorsanız, sizden beni gezdirmenizi isteyebilir miyim?”
Sonunda gözlerini kanaldan ayırıp kıza baktığında yüzündeki toy heyecanı tanıdı. Gü-
lümsedi. “İlginç olacak gibi. Gel, gezdireyim.” Bisikletini uygun bir yere bağladıktan sonra
yürümeye başladılar. Her köşeyle ilgili anlatacak bir şey buluyordu kadın. Her köşesiyle bir
bağının ve anlatacak bir hikayesinin olmasına sevindi, birden canlandı. Yürüdükçe açıldı
ve durdurulamaz oldu. Yanındaki kızın hayata yeni gelmiş gibi etrafa hayranlıkla bakışında
çok tanıdık bir şey görüyordu. Ne de olsa hayattaki ilk günüydü bugün, yeni doğmuş bir
bebek gibi meraklı olması en büyük hakkıydı. Onun gibi ilk geldiğinde hayranlık ve hayretle
bakmıştı etrafına. Bakışlarını bir taraftan öteki tarafa gezdirip, aç gözlü bir kurt gibi her
şeye bakış atma güdüsüyle hızlı hızlı hareket etmiş, gördüğü her sokaktan geçip her taşa
basmıştı. Şimdiyse son bir kez geçtiğini, son bir kez baktığını biliyordu buralara. İçi sıkış-
tıkça durmak zorunda kaldılar. Sonra yollarına devam ettiler.
Yanındaki kızı neredeyse tüm şehir boyunca yürüttü. Geçmeyi en çok sevdiği sokaklar-
dan geçirdi ve bakmayı en çok sevdiği manzaralara baktırdı. Hayranlığını dile getirmekten
geri kalmıyordu kız. Ama yanındaki kadın gittikçe içten içe çöküyordu. Şehrin öbür ucuna
geldiklerinde topallamaya başlamıştı. Artık zor nefes alıyor, sürekli yürüyüşlerini durdur-
mak zorunda kalıyordu. Yine de devam ettiler. En güzel parkları gösterdi ona ve onların en
güzel köşelerini. Saat kaçta ve hangi havada buralara gelmesi gerektiğini anlattı. Kimlerle
tanışacağını nasıl deneyimler edineceğini anlatmaktan da geri kalmadı.
“Burası seni değiştirecek bir şehir.” Dedi zar zor bir parka oturduklarında. “Ama öyle zorla
değil, tatlı tatlı, bir sevgilinin öpücüğü gibi içine alır seni ve farkına varmadan aşık olmuş-
sundur. Sadece kanallardan, ağaçlardan, güzel evlerden bahsetmiyorum. Bir şey var bura-
da, şehrin amansız ruhu. Her şeyiyle bütünleşmiş bir huzur ve sakinlik. Burada herkes için
bir şey var.” Belki de yüzlerce kez gözlerini gezdirdiği ağaçlara baktı. “Şehirle bütünleşmiş
hissettiğin zamanlar olacaktır ki bu doğrudur. Şehir de seninle birlikte nefes alır bazen.
Burada öğrendiğim bir şey varsa o da geç batan güneşin altında yalnızca yüzyıllarca var
olmaktan başka bir şey yapmamış binaları izleyerek yalnızca var olmak. Nefes almak. Çev-
rendeki her şeyle birlikte bir bütün olarak nefes almak ve buna devam etmek.”
“Bu hissi yaşamak için sabırsızlanıyorum.”
“Sabırsız olma, ne dedim sana? Tatlı tatlı
içine alacak seni. Ona kendini bırakman
lazım yalnızca.” Güneş batıyordu. Ağaç-
ların yaprakları arasından o kadar tatlı
bir esintiyle batıyordu ki, kadın ellerini
çimenlere yayarak yattı. Yükselip alça-
lan göğsü, etrafındaki ağaçlarla beraber
hareket ediyordu. Çimenler yükseldi, ka-
dının saçlarına karıştı. Gözlerini kapat-
mamıştı kadın, son ana kadar ağaçlara
bakmaya devam etti. Çimenler yükseldi
ve kadının vücudunu sarmaladı. “Çok gü-
zel zamanlar yaşayacaksın burada, hem
de zamanların en iyisini. Nereden bili-
yorum diye sorma, yüzündeki heyecanı
tanıdım diyelim.” Toprağın içine çekilip
gözden kayboldu.
Yanında duran kız, kadının gidişinden
hiç etkilenmemiş gibi görünüyordu. Top-
rağa çekilmeden önce arkasında bıraktığı
bisiklet anahtarlarını aldı. Kadınla tanıştı-
ğı yere geri döndü. Kanalı, evleri ve ağaç-
ları izledi. Omuz silkip bisiklete atladı ve
şehrin içinde gözden kayboldu.
gelecekten bahsediyorum
ölüşümden değil öleceğimden
zaten mahım biliyorsun
sana kırmızılar hediye edişimi susuyorum
çünkü ölüşlerimi bana hak ediş olarak sunuyorsun
hala duyuyorum
kısa bir intikam hikayesi
anıl aksoy
Ali soluk soluğa geldi yanımıza, oturdu, tişörtüne terini sildi, birkaç derin nefesten sonra
konuşmaya başladı;
“Hepsi toplandılar, Ömer yoktu bir tek aralarında, sonradan o da geldi ama baya kalaba-
lıklar.”
“Olsun, bu sefer hak ettiklerini alacaklar, bize bulaşmak neymiş kafalarına vura vura an-
latmak lazım.”
Beş kişi ellerimizde sopalar ve zincirler bisikletlere atladığımız gibi toplandıkları parka
gittik. Öğlen sıcağında onlardan başka kimse yoktu parkta. Sessizce belediyenin yeni biç-
tiği çalıların arkasına saklandık. Ali ve Serkan’a sol tarafa gitmelerini işaret ettim. Olcay
ve ben sağ tarafa gittik. Samet ortadaki yoldan onların dikkatini dağıtacak biz de sağ-
dan soldan üzerlerine çullanacak Allah ne verdiyse vuracaktık, plan bu yöndeydi. Öyle de
oldu. Yaklaşık sekiz kişiydiler ama bizim araç gereç avantajımız vardı. Vurduk, gözümüzü
kan bürümüşçesine vurduk, kim olduğunu hatırlamıyorum ama birinin suratına zincirle
vurduğumu ve vurduğum kişinin havada döndüğünü hatırlıyorum. Yüzleri gözleri morar-
mış inleyerek kıvranıyorlardı yerde. Sıcağında etkisiyle kan ter içinde kaldık. Yetmemişti.
Ceplerini kontrol ettik ve üzerlerinde ne var ne yok hepsini aldık. Savaş ganimetlerimi-
zi ceplerimizde bisikletlerimize atlayıp doğruca çember’e gittik. Çember; etrafında ufak
ağaçların olduğu, ortasında 3 tane devasa meşe apacının olduğu mahalle arasında ufak bir
yeşil alandı. Etrafını saran küçük ağaçlar o kadar sıktı ki dışarıdan görünmüyordu. Tam or-
tasında üç tane büyük taş vardı. Bir tanesi iki kişinin oturabileceği uzunluktaydı. Genelde
Olcay yere otururdu. Çember’e girdiğimizde yerlerimize oturduk, Olcay “Ben geliyorum
birazdan.” diyip gitti, “Nereye gidiyorsun ulan?” diye bağırdım arkasından ama cevap ver-
medi. Yaklaşık beş-altı dakika sonra elinde beş tane kola şişesi ile geldi;
“E hava sıcak, o götlere vururken de yorulduk baya, alın için serinleyin, benden.”
“Kamil’cim bir şey demesin?”
“Ya ne diyecek? Beş şişe kolanın lafını yapıyorsa zaten kapsın dükkanı esnaflık yapmasın.”
Kendi aramızda gülüştük ve kolalarımızı içmeye başladık. Mutluyduk, intikamımıza al-
mıştık ama hak etmişlerdi, ilk kanı onlar dökmüşlerdi. Bir gün Samet tek başına dolaşırken
etrafını sarmışlar, ona hakaretler edip hırpalamışlardı. Arkadaşımızın intikamını almak için
fırsat kolluyorduk ve nihayet aldık. Birkaç saat Çember’de oturduktan sonra evlere dağıl-
dık.
Evimiz bahçeliydi, bisikleti bahçe demirlerine bağladım. Yorulmuştum ve yorgunluğun
akabinde hafiften de karnım acıkmıştı. Annem yanında bir kadın ile bahçedeki çardakta
oturuyordu. Yanlarına gittim, çardağa adımımı attım, “Anne acıktım” demeye kalmadan
“Hah geldi azına sıçtığımın evladı” diyerek annem yerinden kalkıp bana bir tokat attı, şoka
girdim, hiç beklemediğim anda vurdu ve yere düştüm. Tokadın etkisi geçince annemin
çardakta beraber oturduğu kadının Mehtap teyze olduğunu anladım, Ömer piçinin annesi,
arkadan tanımamıştım.
“Vur Serpil vur, zincirle vurmuş evladıma elleri kırılası.”
Annem beni ensemden tutup kaldırdı;
“Ben sana kimseyle kavga etmicen demedim mi lan?”
“Anne valla ben bir şey yapmadım ya?”
“Lan çocuğa zincirle vurmuşun gözü çıkıyormuş az kalsın.”
Sinirden ellerim titremeye, sesim çatallaşmaya başladı, çok geçmeden ağlamaya başla-
dım;
“Ne zinciri ya?”
Mehtap teyze annem bana vururken pis pis sırıtıyordu arkadan. Annem görmüyordu,
görse aslında davamızda ne kadar haklı olduğumuzu, kendi gibi oğlunun da ne kadar yanar
döner olduğunu idrak edecek, belki de “Ellerim taş olaydı da sana vurmayaydım evladım”
diye üzülecekti ama annemin de gözünü kan bürümüştü, bu sefer de terlikle vurmaya
başladı.
“Tamam Mehtap ben konuşucam onunla bir daha olmayacak.”
“Ay tamam kız sende fazla vurma çocuğa yazık, hadi ben gidiyorum benimki gelir biraz-
dan sofrayı hazırlayayım.”
Mehtap teyze yaptığı börekleri yemekten büyüttüğü koca götünü kıvırta kıvırta bizim
bahçeden çıktı. O gittikten sonra annem beni eve soktu. Salona geçtim, çekyata oturdum,
artık dövmez herhalde diye televizyonu açtım, saate baktım, Pokemon’un başlamasına on
beş dakika vardı. Annem salona geldi, bu sefer elinde oklava vardı;
“Eşkıya mı olucan lan sen benim başıma?” diye bağırdı, bu sefer de oklavayla dövmeye
başladı.
“Ya ne vuruyon ben bir şey yapmadım ya.”
“Lan çocukları dövdüğünüz yetmiyor bir de tasolarını almışsınız?”
“Ya biz taso filan almadık onlardan bizim tasolarımız zaten bunlar.”
“Bak bir de yalan konuşuyor hala, ben sana yalan söylersen döverim demedim mi lan?
Lan o Mehtap orospusundan bana neden laf getiriyorsun sen?”
Allah yarattı demeden vurdu, vurma dedikçe daha şiddetli vurdu, bir ara oklavayı bıraktı,
hıncını alamadı, omzumu ısırdı, morardı. En sonunda yoruldu da bıraktı dövmeyi. Mutfağa
gitti, bir sigara yaktı, ben salonda bağıra bağıra ağlıyordum, canım yanıyordu, mutfaktan
“Ağlama lan, git elini yüzünü yıka.” diye bağırdı. Lavaboya gidip elimi yüzümü yıkadım,
çok sinirliydim, halen ağlıyordum, yumruğumu sıktım, tam duvara vuracakken elim acır
diye vazgeçtim. Mutfağa gittim,”Açım ben.” dedim, “Poğaça var orda dünden kalma ye de
zıkkımlan ayağımın altında dolaşma.” dedi. Poğaça tepsisini alıp salona gittim. Bir yandan
ağlayıp bir yandan poğaçamı kemirirken Charizard’ın Magmar’ı tokatlamasını izledim.
sekans bu eski ev I.
irem budak egehan ışıklı