Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 12

Ozan Korkmaz / @ozannkorkmazz

Bir defa hayal kurmuşsun

Ya kırılacak ve kesik parçalardan aksini izleyecek-


sin, ya da karşısına geçip keyif çatacaksın diğer
kırıklıkların.

Her şey birkaç satır başı ile başlamadı.

Bir şairin, tüm hayranlarının imzasını toplamak gibi


istekleri olabilir ve bunu başaramazsa üzülüp bununla
ilgili bir şeyler de yazabilir. İşte böyle zamanlardan
birinde üzerinde oturduğum taburemden barın
aynasına bakıp “gelsene bir şey konuşacağız” dedim.
..

Derin nasihatler ile yüklü birkaç meseleden sonra arayacak deyip doğruldum, bara
doğru eğildim...

Dalgın yürüyen bir liseli kıvamında, iç cebimdeki tek sigaramı, yoksunluğundan


kurumuş dudaklarıma götürdüm. Yalan söylemeye gerek yok gittiğinden beri her
uykudan önce böyleyim,

Artık böyleyim gelmen bir şeyi değiştirmeyecek


Sabah kahvaltı edelim mi?
Şimdi yanından gitmem lazım ! Diyeceğimi söyledim gittim.

Kehanet tuttu.

Aradı, sarıldık bir muallakta kendimi bırakmış olmak ile karanlığın ortasında
ayaklarından asılı sallanmak arasında fark yoktur benim için .

Fakat senin ne olacağını bilmediğim bir yolda tek başına yürümen de tehlikelerle dolu
bir ormana seni terk etmek olacağından gidemem. Bu yüzden bıraktığın yerdeyim gel.

Herhangi bir şeyin başlangıcı olmadığı gibi hiçbir şeyin devamı da değil,

-Duvar yazısı gibi gözleri vardı ne yapabilirdim ki-


400’ü verin bir daha bu yazıları yazmayalım.
Tanya Mislina Bursal

7 Haziran’dan, sizin bu sayfayı okuduğunuz ana, hayatımızdan eksik olmayan kan, Yorgunum. Çay dökülen şiir kitabı kadar sarardı sayfalarım.
coğrafyamızın gerçeği olmayı sürdürüyor. 7 Haziran genel seçimlerinden 1 Kasım erken seçim-
lerine, geçtiğimiz beş ayda içinde her kesimden insanın bulunduğu 602 kişi hayatını kaybetti. ”Ah usta! Çoğul eklerinden çok uzakta, loş ışıkta yetişen bir adamım ben. Şuracıkta ölsem
cesedimi en sevdiğim kitabın sayfaları arasında kurumuş bir çiçek olarak bulurlar. Ki ölmek de
Suruç’ta başlayıp; dehşet saçarak, durmadan artan katliamların doruk noktası sanıyorum ki, 10 haram bana. Sevdiğim her şey gibi. Zaman içinde, parça parça yükseliyorum karanlığa. Tercih
Ekim Ankara’ydı. Çocukların mutlu olmasını, barışın gelmesini isteyen, artık kimse ölmesin olarak mum ışığında yazıyorum bir de. Yanında bir bardak çayla.”
diyen insanların katline şahit oldu bu ülke o beş ayda.
Zamana meydan okuyan pek çok şey gibi, masanın yalnızlığına eşlik eden daktilo, genç
Şimdi saymayacağım yüzlerce ölümle gidildi sandığa 1 Kasım seçimlerinde. adamın her dokunuşunda biraz daha yaşlanıyordu. Düşünecek çok zamanı yoktu delikanlının.
Sözcükler parmaklarının hızında kayboluyordu. Akşamdan kalma düşüncelerle yazılmış birkaç
1 Kasım seçiminin sonucundan bahsetmeyeceğim. Sandığın da, seçimin de ne saygı duyulacak satır sözün sahibi olan parmaklar, sobaya odun atarken sadece eskiyi düşlüyordu. Isınmak için
ne bahsedilecek tarafı kalmıştır. sobaya ihtiyaç duymadığı günleri.

1 Kasım – 1 Aralık arasında seçimlerdeki değişiklik sayesinde ülkece huzura ereceğimizi ”Zaman, ah zaman!” diye iç geçirdi genç adam. ‘’Akıp giderken önünde durmak mümkün mü?’’
düşünenleri mutlaka yanlışlayacak en az 115 kişi var. Bu ülkede 1 Kasım’dan 1 Aralık’a 30 sivil, Kapıdan içeri girdiğinde mütemadiyen aynı manzarayla karşılaşırdı. Masalarının başında
12 asker, 61 PKK’lı olmak üzere en az 115 kişi yaşamını yitirdi. ağızlarından akıl karı bir kelam söz çıkmayan donuk suratlı duygusuz yazarlar ve içeri her
girdiğinde aynı sözler, aynı bakışlar… -Aylık bir derginin durgun elemanları-
Ölümden bu kadar bahsetmek umutsuzluğa yol açmasın. Ölümlerin acısı hep yanı başımızda
belki ama bizim acı çekmek gibi bir lüksümüz yok. Çünkü bilirsiniz, bizim topraklarımızda Bilmezlerdi, bilmeyeceklerdi. Kapıyı belki gelir diye kilitlemediği geceleri, her akşam çayı iki
acı acıyı doğurur gibidir. Kızın ölür, 13 gün boyunca gömemezsin; oğlun ölür 56 gün bedenini kişilik demleyişini. Bekleyişleri, gerçekleşmeyen düşleri…
alamazsın; cenazeni kaldıramazsın, kaldırsan da devletin düşündüğünden farklı bir şey söyley-
emezsin. Söylersen ne vatan hainliğin kalır, ne sövülmedik akraban. Acı çekmeye ne lüksümüz Geceden karaladığı birkaç sayfayı Ahmet Abi’sine götürmek için ayaklandı. Bakışlarındaki
ne vaktimiz var işte. Bizlerin, ‘’geride kalanların’’ daha iyi günler için çalışması gerek. mahmurluğu görmesin diye kafasını eğik tuttu. ”Ah be olum!” dedi derginin Ahmet Abisi.
”Kimler sıktı canını?” Sıkılacak can mı kaldı demedi. Bilirdi, onu az çok tanıyan insanları bile
‘’Geride kalanlar’’ kadar saçma bir söz öbeği yok. Tıpkı bize değil, bir saraya ait olan savaşta tek bir sözle kandırmak akıl karı değildi. Kafasını kaldırdı,
bizim ölmemiz gibi. Galiba ölmeye devam ettikçe ‘’geride kalanlar’’ı kullanacağız.
”Ah usta, ben sanırım yaşamayı unuttum. Bi’ el atıver. Bu illet bende ne varsa sürüklüyor.
Bin kez budadılar körpe dallarımızı Saçlarım bile sana inat beyaza çalıyor. Sonra ruh yaşlanıyor, beden aynı kalıyor. Her gün
diyor ya şair, bin kez kırdılar burada gördüğüm anlamsız yüzler, gün geliyor, arkamdan ”ruhsuz” diyor. Ruhsuzluk nedir
yine çiçekteyiz işte, yine meyvedeyiz. usta? Lakaytlık? İnsan doğuştan umursamaz olmuyor. Zamanla, zaman içinde, ya da gitgide
sessizleştiren olaylar, yine gün geliyor bir anda gözümün önünden geçiyor. Anılar hatırlandıkça
Çiçek açmaktan, meyve vermekten başka şansımız yok. Sürekli dökülen kan, gerçeğimizin eskimez değil mi usta? Çünkü umut dediğin yaşamak için bir sebeptir, değil mi?”
bir parçası evet ama bunun üzerine kadercilik oynayamayız. Şimdi gerçeğe umut yüklemenin
zamanı. Dilerim acılarımız, umutlarımızı da ; savaşın bizim olmadığını da unutturmasın. Cevap almadan masasına ilerledi genç adam. Biraz oturdu. Bu gün bile ölürken, kayıp giderken
avuçları arasından, zaman dediği, sadece köşeye atılmış bir anı olmaya başlıyor. Takvimler
kararıyor, bu günden, bu günkü ”ondan” kalan tek şey karaladığı birkaç sayfa yazı oluyor.
‘’işte katiller, işte biz, / büyüyor aramızdaki uçurum’’
Odasından hafifçe kafasını çıkaran editör Ahmet boşluğa bakan genç adama seslendi. ”Sen onu
Vicdanen zorunlu not : Bu yazı Aralık başında yazılmıştır. Yazan kişi, ülkede ve dünya- sevdiğinde tren istasyonları susar içinde, düğümü çözülür gözyaşlarının.” Ama ah be oğlum! Uzak
da sonradan olanlara değinemediği için özür diler. dediğin nedir? ”Sana en uzak yer aslında sırtındır, bilmezsin.”’’

2 23
Ufak Bir Tebessüm İçin - Alperen Yavaş
Hafta içindeki günlere bazılarının aksine pozitif bakıyorum. Çünkü benim fikrime göre ül-
kemizin ve oradan da Dünyamızın muhtaç duyduğu birlik ve beraberliği özlerinde taşıyorlar. Sunuş
Güzel maaşlı bir çalışandan asgari ücretlisine, öğrencisinden güncü teyzelerine, şehirler arası
yolcularından masa başı çalışanlarına değin hepimiz eve -en iyi ihtimal- akşam saatlerinde
ve yorgun bir biçimde geliyoruz. Günün stresinden, içinde barındırdığı yüklü deviniminden
gerilmiş ve sabit bir ifadeye takılı kalmış yüzlerimiz, kimselere sezdirmeden mini mini kurtuluş
Yalım Aydın
yolları arıyor. Sevdiklerimizi tekrar evde gördükten, akşam yemeğini beraberce yiyip rahat
koltuklara doğru kendimizi bıraktıktan sonra kişi, ardında bıraktığı günün zor anılarını gerek Eh, acemiliğimizi biraz attık üzerimizden. Pek kıymetli fanzinimizin 3.sayısıyla geldik bu sefer
tatlı tebessümlerle gerek espriler içinde, şen şakrak bir biçimde unutmak istiyor. Buradan karşınıza. Yine birbirinden dolu yirmi küsür sayfa var elinizde. Hepsi, günlerin emeği, yılların
da rotamızı dosdoğru komedi filmlerine çeviriyoruz. Yazımın devamında sizlerle birlikte birikimi. Uykusuz gecelerin, aç kalınan günlerin ürünü.
güleceğimiz, beraber izleyip beraberce üstünde düşüneceğimiz Yeşilçam’dan usta eseri komedi
filmlerine göz atacağız. Burada gördüğümüz filmleri izlememişseniz hiç vakit harcamadan Başta belirttiğim gibi, acemiliğin biraz daha atılması, amatör ruhla profesyonel kalitede işler
bu eğlencenin bir parçası olmanızı tavsiye ediyorum. Unutmayalım: “Mizah ruhun tatlısıdır.”- çıkarma yoluna iyiden iyiye girilmesi ve bu sayfanın bana üçüncü kez tahsis edilmesi.. Bunların
Yazarın biri- hepsi, üçüncü sayımızın basımı ile gerçekleşti.

Deli Deli Küpeli (1986) İndigo’nun her yeni albümünde “bu, şuana kadar yaptıklarım içinde en iyisi” demesi gibi, ben
de her yeni sayıda “bu, bizim bugüne kadar yaptığımız en iyi iş” diyorum.
-Ufukta bir gemiii! Hiç olmuyor mu umutsuzluğa düştüğüm ? Acaba okunuyor muyuz veya boşuna mı
-Bandırası belli miii?? uğraşıyoruz diye sormuyor muyum kendime ? Soruyorum tabii ki. Lakin, sayıca bir piyasa der-
-Bellii, Venedikli! Andre Doria son saatlerin geldii. Bütün gisinin kitlesi kadar kalabalık olmasalar da, samimiyetleri ve güzellikleri had safhada olan bir
toplar ateş! (Bomm) topluluktan gelen görüşler, yorumlar, beğeniler beni motive ediyor. Bunun yanında, yaptığımız
işi daha bir kaliteli yapmak zorunda hissediyoruz. Amaan canım, bunlar bütün fanzincilerin
Filmlerin konusunu uzun uzun anlatmak gereksizdir. ortak dertleri işte, önsözde bunaltmayayım sizi.
Olay örgüsünden ziyade, filmin sahip olduğu ince mesajları, onu seyircilerin gözünde
vazgeçilmez yapan değerleri ve filmin ana fikrini göstermek önemlidir.Deli Deli Küpeli içinde İçimiz böylesine karanlıkken, kan ağlarken, size güzel şeylerden bahsedemezdik elbette. Savaş
kısaca “Bir kış günü tımarhaneden kaçan iki delinin (Kemal Sunal ve Yaman Okay) yolları ortamındayken sadece aşk şiiri yazılmamalı, sanatsal nitelik taşıyan ürünler, sanatçının toplu-
karla kapandığı için bekledikleri yeni kaymakamı gelemeyen bir köye sözde kaymakam ve munda yaşanan gelişmelerden etkilenmeli. Bu sayıda içinizi, iş kazaları, sosyal sıkıntılar, ölüm
hakim olarak gelmesi, halktan sürekli para çalan esnaf ahalisini ve onların arkasındaki avukatı vb. gibi konularla ve bunlara kıyasla bir nebze daha hafif olan aşk acısı, ayrılık gibi konularla
bir güzel sıraya çekmesinin öyküsü” diyeceğiz. Politik bir başkaldırı, komedi ile ancak bu kadar karartacağız. Kapkaranlık dünyaya birkaç siyah sayfa da biz ekledik yani kısacası.
güzel birleşebilirdi. “Zalimin zulmü varsa sizin de kaymakamınız var” diyor Kemal Sunal. Bu
mesajını da film boyunca bizleri güldürürken ince ince içimize işliyor. Köylülerin belalarından Umarız bu kara günler geçecek ve biz de bu sayfalarda güzelliklerden, mutluluğun nasıl bir şey
biri olan eşkıya sorunu da Yılanoğlu karakteri sayesinde filmde yer bulmuş. olduğundan falan bahsedeceğiz. Kendinize çok dikkat edin, umarım tekrar görüşürüz.
-Gene geliyorum Yılanoğluu, Ben öldükçe çoğalırım! -hiçbir zaman çok satanlar listesine girmeyecek olmamızın haklı gururu ile-
Kaymakamımız bu sorunu da kolayca çözüyor. Hatice karakteriyle bir aşk hikayesini, Deli
Çavuş karakteriyle de dostluk ve fedakarlığı görüyoruz. Sonra buzlar çözülüyor, rüya gibi güzel /mdfanzin /mevzularderinf
yönetilen köyümüze gerçek kaymakam geliyor. Dolayısıyla da bizim delilerimize yol görünüyor.
Peki nereye gidiyorlar? Tabi ki buzla kaplı başka bir kasabaya. Deli güzel delirirse böyle bir halk mevzularderinfanzin@gmail.com
kahramanı olur işte. Haticemiz “sakıncalı” olsa da yeni maceramıza eşlik ediyor ve büyük bir
tebessüm eşliğinde ekrandaki son yazısına bakıyoruz :

-Biliyor musun sen delisin.


22 3
Parmak Uçlarını Kazıtan Kadın Yeraltı
Yalım Aydın
Zeynep Üstün
Mükemmel bir Zeki Demirkubuz filminden esinlenerek seçmedim bu başlığı. Veya
Küçük kırmızı termosundaki taze ama sıcaklığını yitirmiş kahveyi gördü. Kafasını kaldırdı, Dostoyevski’nin fevkalade eserinin bir bölümünün ismine olan hayranlığımla başlık,
bir dikişte bitirdi. Sivri köşeli kahverengi masasına tutunarak ayağa kalktı. Odasındaki pencere- “Yeraltı” olsun demedim. Fanzinlerle ilk tanışmamın üstünden çok zaman geçmedi. Zaten
den koşarcasına koridora dalan güneş ışıkları, duvarda yürüyen kadın gölgesi oluşturdu. Bir an alışkın olduğum yeraltı kavramı sayesinde bu kültüre hemen alıştım. Alıştıktan sonra da bir
durdu, ayaklarına baktı. Bob Marley söylerken nasıl dans ettiklerini hatırladı. Yüzünde acı bir benzerini arkadaşlarımla yapalım istedik ve yaptık. Neyse bunlardan zaten önsözde bahsettim.
tebessüm belirdi. Bir şeyler yemek için kalkmıştı ; vazgeçti. Başı dönüyordu. Odasına geri gitti. Burasının amacı başka. Burada size, biraz önce röportajını okuduğunuz adamların yaptığı tür
Sandalyeye düşer gibi bıraktı kendini. Belki de 1000. kez, duvardaki eski gazete manşetlerini müzikten bahsedeceğim. “Yeraltı” dediğimiz mefhumun, müzikal açıdan tam olarak karşılığıdır
inceledi. Hem öfke, hem yeisle bakıyordu 17 Ağustos başlıklı haberlere. Ömrünü milat gibi rap müzik. Çoğumuzun Ceza, Sagopa ile bileceği bir müzik türü olmasına rağmen, bu müziği
bölen lanet gün. On ye di a ğus tos. Ne kolaydı söylemesi! Hiçbir manşet, hiçbir şiir, hiçbir ağıt icra eden çok sayıda insan var. Onların içinden kaliteli işler yapan bir grupla söyleştik bu
anlatamazdı içindekini. 45 saniyede sığınacak nesi varsa gömülüp gitmişti. Yıllarca okyanusun sayımızda. Belki müzisyen olur belki yazar, şair fark etmez ama yerin altında kaliteli işler yapan
ortasına bırakılmış bir kağıt gemiydi. Battı, çıktı ama parçalanmadı. Bir başına ağladı, uyudu, insanlara elimizden geldiğince yer vereceğiz.
büyüdü ve ağladı. Herkes gibi tutunacak dal arıyor, boğuluyor, çırpınıyordu. Sonunda “Evim!”
diyeceği insanı buldu. En azından o öyle sanıyordu. Adam ardındaki yıkıma bakmadan gittiği Rap müzik, enstrümantal açıdan rock müzik veya diğer üflemeli, vurmalı çalgılarla
gün, yanıldığını anladı. Ömrü boyunca tek başına savaşmaktan yorulmuştu. Kollarını kavradı, çalınabilen müzikler kadar iyi değil fakat günümüzde en azından Türkiye’deki işler hafiften
başı yarı istemsiz öne düştü. Sessizce ağlamaya başladı. Ardından yağmur gibi hiddetlendi gelişmeye başladı, canlı enstrümanlarla altyapı yapanlar falan var. Mesela Ados, son albümü
gözyaşları. Hıçkıra hıçkıra ağlarken, durdu, parmak uçlarıyla gözlerinin altındaki kırmızı- olan Naperva’da gitarla çalınan altyapılara söz okudu. Müzikten enstrümantal olarak haz almak
mor torbalara dokundu. Hışımla yanaklarını çizdi sonra. Tırnakları kan dolmuştu. Yerinen gibi bir derdiniz yoksa, muhtemelen sözlere önem veriyorsunuzdur. Bu noktada karşınıza
fırlayıp etrafına hızla bakındı. Masadaki bardaklar, kalemler ve sayfalar yere düşme yarışına gelebilecek en yegane sözleri, hatta günümüzde sosyal medya üzerinden birçoğunuzun
girdi. Odası birkaç dakikada tüyler ürpertici bir yere dönüşmüştü. Öfkesi enerjisini tüketti, “şiirsokakta” hasthagiyle paylaştığı sözlerin bir kısmı, rap sanatçılarına ait.
bitkin düştü. Saçlarını elleriyle arkaya itti. Gözleri buğulanıyordu. Etraf sıcak gelmeye başladı.
Hareketleri yavaşladı. Az önce çığlık çığlığa bağıran kadından eser kalmamıştı. Masanın yanına Fena olmayan altyapıların üstüne, şiirsel nitelikli verse’ler
çöktü. Yerde kıvrılıp dizlerini karnına çekti, gözlerini yumdu. Son uykusundan bir önceki okunmasıyla vücut bulan bir rap şarkısı, yolda yürürken
uykuydu bu. ritimli yürümenizi sağlayabilir. Tabii ki tek faydası bu
olmayacaktır. Rap, özellikle protest formatta olduğu zaman
Uyandı. Ortasında yattığı harabe, odası olamazdı. Olmamalıydı. Eskiye kıyasla oldukça çoğu şeye değişik bir açıdan bakmanızı, duyarsız kalınan
sakindi. Saat 16’ya gelirken yüzünü yıkadı, sigarasını içti. Yol parasını hazırladı, giyindi ve sorunların gün yüzüne çıkarılması gibi işlevlere sahip.
evden ayrıldı. Taksiye binip mekanın adını söyledi. Taksim’de işlek bir barda çalışıyordu. Sokak müziğidir rap, sokakları anlatır. Haksızlıkları, kadın
Artık çalışmayacaktı. Bara geldiğinde mutlu maskesini taktı, hiçbir şeyi yokmuş gibi çalıştı. cinayetlerini, fakirliği, açlığı, sefaleti anlatır. Hiphopskool
O geceki mesaisini doldurduktan sonra, patronun şaşkın bakışları huzurunda istifasını bırakıp adlı derginin bir sayısında, rap müziğin neden kulaklıkla dinlenmesi gerektiği ile ilgili bir yazı
çıktı. Çıktığında saat gece yarısını geçiyordu. Araba sahipleri, metropol insanları uyuduğundan vardı. Orada, bu müzikte herkes tarafından hoşa gitmeyecek olan şeyler konu edildiği için,
geceleri yollar kedi köpeğe kalırdı. Aralarından hızlıca geçip 1.50’de evine geldi. Dinlediği son kulaklıkla dinlenmesinin daha iyi olacağından bahsediliyordu. Bir
şarkının Hople Leaves olmasına karar verdi. Dinlerken son sigarasını yaktı. Fazla oyalanmadan bakıma doğru, sistemi eleştiren bir müziği sisteme alet olanların, sistemin kölesi olanların
son’lar zincirini kıracak, son kez ölecekti. Bilgisayarını açtı. Eski dostu Güney’e bir soru yazdı. veyahut sistemi kuranların beğenmesini bekleyemeyiz. Ama bunlardan biri değilseniz, bu
“En son sevgiyle dokunduğu, okşadığı yüzün izlerini parmak uçlarından dahi silmek istiyordu. müziği beğenmeniz için hiçbir engel yok.
Kazıtsa parmak uçlarını, silebilir miydi o izleri?” Cevabını kendisi bulacak, kimseye söyle(ye)
meden öylece gidecekti. Tabii ya, en temiz silgi olmalıydı ölüm. Saat 2.50’ydi. “Gözlerinde korlu
saklayan dolaptan” zehrini çıkardı, kaşıkta ısıttı. Hayatının aksine intiharı nizamiydi, dans eder
gibi. Eroini ocaktan aldı, usulca enjekte etti. Parmak uçlarından soğumaya başladı vücudu.
Ne kadar canlıysa saçları, o kadar ölüydü cesedi. Soğuktu, bembeyazdı, buz gibiydi. Parmak
Uçlarını Kazıtan Kadın, şehrini öksüz bırakıp gitti.

4 21
Söyleşi / Varoşun Azizleri Ev
Durakta âşık olduğum her kadınla
Ayrı otobüslere binip
Yalım Aydın: Merhabalar, öncelikle Türkiye’nin en yeraltı müziklerinden birini icra eden bir Ayrı evlere gittik
grupla söyleşi yapma hakkını bize verdiğiniz için teşekkür ederiz. Kısaca grup ve grup üyeleri Yaşları büyüdükçe güzelleşen evlere
hakkında bilgi verir misiniz?
Varoşun Azizleri: Varoşun Azizleri, Maşta Firavni ve Yaşları büyüdükçe güzelleşen evlere
Musab Mst olmak üzere iki kişiden oluşuyor. Fakat, Gittiğim evlerde hoş buldum
siyasi görüşü farketmeksizin, biri öldüğünde kimliğini Sol cebime koydum
ayırt etmeden üzülen, insan olan herkes varoşun azizleri Rakı içtim,
olabilir. Bu grubu kurmadan önce bu isimde bir albüm Sarhoş olmak için hak kazandım
yaptık. Sonra varoş ve aziz gibi birbirine zıt olan iki Paris’te hiç evim olmadı
kavramın , birleştiğinde çok güzel olduğunu keşfettik. Paris’te bir ev hayalim de
Varoşun Azizleri nedir diye soracak olursanız, ‘’Fikirlerin, Gittiğim evler
vicdan temelli olan her şeyin, insanlara anlatılmasını Hüznün adını ‘’Neşet Ertaş’’ koyduğum evlerdi
isteyen fakat bunu sadece müzikal anlamla sınırlamak Ev gibi evlerdi anlayacağınız
istemeyen’’ bir oluşum olarak tanımlayabiliriz. Yakın
zamanda sokakta aktif olmak istiyoruz. Yeni projelerimiz Sevişmekten bir haber gibi davranan kadınlar
var. Kızlarını okulun ilk gününe hazırlar gibi
Dünyanın saçını tarar o evlerde.
Yalım: Kendinize idol aldığınız bir sanatçı var mı ? Aynı gökyüzüne baktığımızdan şikâyetçi kadınlar
Musab Mst: Ahmet Kaya ve Mohsen Namjoo özellikle bu bağlamda belirtilebilir. Türkiyedeki Yaşamayı savaş meydanına bir kısrak getirir gibi
rap müzikten ise Sagopa Kajmer’i halen çok severek dinlerim. Tabii çok kaliteli işler yapanlar Dik başlılıkla getirir o evlere.
var. Bu arada, Şiirbaz’ın üstümüzde çok emeği geçti. Bize bir nevi akıl hocası oldu. O evlerde bir ben, bir de yaşamayı bilenler
Maşta Firavni: Pavoretti ve Rakim’i kendime idol alıyorum. Ben ölürsem, onlar yaşamak adına türkü yapar, söylerler
Onlar ölürse,
Yalım: Rap dışında hangi müzikleri dinlersiniz ? ben gözlerine bakarım yaşamayı öğrenmek için
Maşta Firavni: Opera dinlemeyi çok severim. Pavoretti’ye özel bir hayranlığım var. Klasik Sen ölürsen,
müzik olarak Sebastian Bach’ı beğeniyorum. Türkü dinlemeyi ve söylemeyi çok severim. Doğu ölüm devletin verdiği bir soy isim olur, peşime takılır
müzikleriyle ise seviyeli bir birlikteliğimiz var. Sen yaşarsan, sermayeye bir ev daha eklenir
Musab Mst: Altyapı hazırlarken sample’da kullanmak için çok fazla türü dinliyorum. En çok
Fars, Arap, İran müziklerini dinliyorum. Ek olarak Anathema grubunu ve Ahmet Bülent Ekin’i Necip Fazıl Say
de çok severek dinlerim.

Yalım: Dinleyicilerinizin bir kısmı, şarkı isimlerinizi nasıl kararlaştırdığınızı merak ediyor…
Utanç
son nefesimi verdiğimde,
V.A: Genellikle önce şarkıyı yazarsınız, sonra şarkı sizi isme götürür. Ama bizde öyle olmuyor.
utancımdan yüzüne bakamam,
Biz önce şarkı ismine karar veriyoruz sonra o isme göre bir şeyler yazıyoruz.
seni, bu savaşta yalnız bıraktığım için…
annem hüznün başkenti olur.
Yalım: Keyifli sohbetti, teşekkür ederim. Başka eklemek istediğiniz bir şey var mı ?
ben ruhumu bu şehirde bırakırım.
Musab Mst: Burayı okuyanlara sesleniyorum. Haksızlıklara karşı asla boyun eğmeyin. Bunu
adım atacak mecalim kalmadı, affet.
isterseniz müzikle yapın, ister resimle, ister yazı yazarak. Bunları yapamıyorsanız düşünmeniz
sessizlikten çığlığa koşarak,
bile yeterli.
içindeki utancı bastıramazsın.
Maşta Firavni: Bu işi (fanzin) yapmayı gerçekten seven insanlarsınız, umarım fark yaratan,
bir yangının küllerinde tüten son dumanım.
daha farklı kelimelerin, nazım biçimlerinin olduğu alışılmışın dışında, camyaklı işler ortaya
hangi kor eskiye döndürür beni?
çıkarırsınız.
Remzi Tutak
20 5
Böceğin Etkisi Cumhuriyet Savaşçıları
Seynan Konucu Kıvanç Tok
“Sevgili Max Brod, olmasaydın olmazdık.“
“Ey yükselen yeni nesil! İstikbal sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk; onu yükseltecek ve
Arkadaşlarla Beşiktaş maçını izleyip eve gelmiştim. Tabii sinirliyim. Böyle maç yönetilmezdi. devam ettirecek sizsiniz!”
Bana verseler daha iyi yönetirdim. Zaten bizim millet hemen teknik direktör, siyasetçi ve darbukacı
olur. Kahvemi yaptım sigara paketimi, kül tablasını alıp odama geçtim. Tezer Özlü havam vardı. Bu satırlara yıllar önce bir kitapta rastlamıştım. Okumayı bilecek kadar büyük, bu cümlelerin
Pencereyi açım oda havalansın dedim. Tezer Özlü varsa o paket biter. Her neyse internet çekmediği
anlamını bilemeyecek kadar küçüktüm. Büyük bir merakla dedeme sorduğumu hatırlıyorum.
için bilgisayar da olan müziklerle idare ettim. Babamın bir haftadadır kafamın etini yediği müziği
Yüzünde buruk bir gülümseme oluşmuştu. O cümleler
maça gitmeden önce indirmiştim. Maçtan önce indirdim ki sinirli geleceğim için adama atar
kurulalı on yıllar geçmiş, aynı topraklarda cumhuriyetten
yapmayım yarın Buket’le buluşacağım çünkü. Neymiş lan bu kafa siktiren şarkı niyetiyle açtım. Pek
umudum yoktu açıkçası yine yavaş emekli müziğidir diye. Şon şon diye slow parçaydı. Ortama da
eser kalmamıştı şimdi.
güzel uydu açıkçası.
Yaşadığım bu toprakların yabancı geçmişi beni kendine
Yarım kaldığım kitabımı elime aldım okumaya başladım. İyi de gidiyordu. Bir sigara sönüp diğeri çekmişti. Okula gidiyordum, derslerin hiçbirinde geçmi-
yanıyordu. Baz istasyonlarının tepesinde yanan ışık gibi. Pencere açık olduğu için perde bazen yordu bu “cumhuriyet”. Sanki hiç var olmamıştı. Yıllar
uçuyor gibi yapıp faik geriyor dikkatimi dağıtıyordu. Bende bloğa kalkan basketçi gibi her seferin geçtikçe benim merak artıyor ve ben okunması katiyen yasak
de bunu yiyordum. Duvarda asılı duran saatin sesi bazen terapi bazen de sinir bozucu oluyordu. şeyleri gizlice temin ederek okuyordum. Mustafa Kemal’in
Ama ne zaman saatin sesi bana sinir bozucu gelse o gün bir şeye sinirli oluyor sinirimi o sese küfür yaptıklarını, Türk milletinin gücünü hayranlıkla okuyor, tüm
ederek geçiriyordum. Tek sadık dostumuz saatlerdir gerçeği tık tak diyerek suratımıza vurur. bunların yaşandığına hayret ediyordum.

Gözüme ortaokulda iş eğitimi dersinde yaptığım kutu takıldı. Onu yaparken sevgimi değil sinirimi Bir gün cesaretimi toplayıp tarih dersinde sormuştum Tür-
katmıştım. Lanet kutuyu bulana kadar Pandora’nın kutusunu bulmuştum resmen. Annem güzel kiye Cumhuriyeti’nin nasıl bu hale geldiğini. Öğretmenim
bir şey yap da anahtarlık kutusu yaparız dediği için kendimi aileme karşı sorumlu hissetmiştim. beni dersten kovmuştu. Lisenin ilk yılındaydım o zaman-
Ama bilmiyorlardı ki bende resim dersinde arkada resim kağıdına sutyenli kadın, cinsel organ lar. Sonraysa kararımı vermiş Atatürk’ün gençliğe bıraktığı vazifeyi kendi görevim olarak
çizen ekiptendim. Bu bana verilen ağır bir yüktü. Başarıyla kalktım ama. Bunu hala kutunun ev de üstlenmiştim. Sınıfımla başladım. Onların sorgulamalarını sağladım. Tarih dersinde neden
bulunmasından anlıyorum. Kutuya dalmış bunları düşünürken perdenin yine havalandığını benim sadece son 300 yıl ve oldukça eski tarih işleniyordu, arası neredeydi? Neden basitçe kestirilip
yine faik yediğimi sanmıştım ama yemedim. Perdenin havalanmasıyla içeri uçan hamam böceği
atılıyordu. Boşluk göz ardı edilemezdi. Sınıfımda Atatürk’ün yaptıklarını tam anlamıyla
girdi. Koltuğa gömülüp kaldım. Kaçamadım çünkü çok hızlı uçuyor her an bana saldıracakmış gibi
duymuş iki kişi çıktı. Gerisine de biz anlattık. Cumhuriyetten bahsettik onlara, egemenliğin
hareketler yapıyordu. Güdümlü füze gibi bana odaklanmıştı. Benim okumamı istemeyen Amerika
halka ait olduğu bir yönetimden! Başta hayalperest dediler, ciddiyetimizi görünce deli dedi-
odama bunu göndermiş demokrasi yerine savaş getiriyordu. Her zamanki gibi. Koltuğuma sığınmış
elimde kitapla bana doğru manevra yaparsa uzaklaşmasını sağlayacaktım. Yine kitaplar yetişti
ler. Pes etmedik! Yıllarca mücadele ettik ve asla cumhuriyet tutkumuzdan vazgeçmedik!
imdadıma. Tam bir trajedya. Tırnağım kadar olan böcek bana kök söktürüyor bunu erkekliğime Tıpkı zamanında atamın da yaptığı gibi. Günler geçtikçe mücadelenin ağırlığı arttı. Benim ve
yediremiyordum. Acilen cevap verip gururumu rahatlatmam gerekiyordu. İçeri o an biri girse ve arkadaşlarımın cılız omuzları taşıyamaz oldu artık bu görevi. Sonra oturup düşündüm; “Ben
beni o koltuk da çaresiz görse polis arardı. Kimse gelmeden halletmem gerekir artık. Allah kahretsin kısmen de olsa zaten var olan bir şeyi bu kadar zor devam ettirebiliyorsam onu baştan yapmak
keşke TV’de izlenecek bir şey olsaydı da odama gelmek zorunda kalmasaydım. Şuan Filistinli çocuk- ne kadar da zor olmuştur.” Aradan yıllar geçti. Ben büyüdüm, arkadaşlarım büyüdü, hede-
lar Amerika’ya karşı ne hissediyorsa ben de onu hissediyordum. flerim değişti. Bir gün aklıma geldi. Dönüp baktım bir zamanlardaki hedef kitleme, belki bir
ilerleme vardır diye. Az gitmişiz, düz gitmişiz, dere tepe düz gitmişiz ama bir arpa boyu yol
Böcek lamba etrafında öyle tur atıyor ki resmen beni tehdit ediyordu. Bazen de gösteri uçakları gidememişiz. Maalesef anladım ama biraz geç anladım. Sözlerle, konuşmalarla istediğin kadar
gibi saltolar atıp gözdağı veriyordu. Uygun zamanı bekleyip alaşağı edecektim annemin kişiyle, istediğin kadar çaba sarf et insanların aklına bir cerrah titizliğiyle soktuğun her fikir
böbreklerimi üşütürüm diye zorla giydirdiği terlikle. Duvarlara deli gibi vuruyor çok fena sesler kaybolmaya mahkûmmuş. Sonra yazmaya başladım. Her gün yazdım. Fikirlerim yok olmasın
çıkarıyordu. Geldiği gibi gitmesini bilmiyordu. Duvarlara vurduğunda içeriden biri gelip benim o en azından bir iki evde kalsın diye. Belki başarmışımdır. Alt belleğinize yazdıklarım belki de
çaresiz halimi görmesini istemiyordum. Kapısının arkasına astığım pantolonuma ulaşmıştır. Yazdıklarım ulaştıysa 3-5 insana ne mutlu beni yetiştiren o yaşlı adama.

6 19
Kör Sahaf Ölebilir Miyim arada bir konuyor nefeslenip tekrar showunu yapıyordu. Son güler iyi güler diyerek bekledim.
Yorulmaya başladı. Maç sonuna yaklaşan futbolcu gibiydi hareketleri. Son bir kontra atak yapıp
feriştahını sikecektim. Maç sonu zemin kötü deyip geçemez de. Deplasmana gelmek kolay
gitmesi zordur.
Parmak arası duygularım vardı bir ara Üç mermi
Sadece ellerini tuttuğumda ortaya çıkan Üç boş kovan
Şimdi de kitaplığıma kafa atmaya başladı. Asıl meselesi onlarla. Amerikan işi ne olsa. Kafka’ya,
Seni öptükten sonra İhtimallere mi kaldı aşkın ölmesi? Dosto’ya, Nazım’a hayatın atmadığı kafaları atıyordu. Artık” yeter ulan sen kimsin Kafka’ya kafa
Dilimin peltekleşmesine sebep olan Bir tetikte ya pişmanlığın derin sancıları, atıyorsun Amerikan dölü” diye şaha kalktım. O an gidip öyle bir kitaba kondu ki hayatın cilvesi
duygular… Cesur ellere mi kaldı aşkın ölmemesi? demekten başka bir şey diyemedim. Evet Kafka’dan Dönüşüm’e kondu. Kan kanı çeker diye
Sana anlatsaydım anlar mıydın onları ? Saniyelerde hissettiğin vicdanına, boşa dememişler. Sen git o kadar kitabın arasında böcekli olana kon. Bütün o sinirim, hırsım o
Bakire kulaklarından içeri girmesine Ona mı kaldı? an gitti. Evde besleyesim geldi o derece. Edebiyatsever bir hayvanım olacaktı. Yanına
İzin verir miydin ? Şampanya kadehini güzelleştirebilir mi bir yaklaşmak istiyordum ama olmuyordu. Temkinli olmam lazımdı çünkü gâvur işi belli olmaz.
Sırf sen üzülme diye söylemedim buse? Neyse pazardan 8 liraya Gezer marka terliğimi elime alıp sanki savaş meydanın da yerde yatan
Ağlama diye sakladım bavulumu … Yalnızca, ufak bir öpücük düşman askerine yaklaşan asker gibi hissediyordum. Birden uçup o duvarlara attığı kafayı bana
Gidemedim senden işte ! Isınsa da yüreğimiz atsa gözlüğümün camı çatlardı o derece hızlı ve ataktı. Yanına yaklaştıkça kendimi Dönüşüm’deki
Şimdi seni yalnızlığımla kapıda bekliyo- O sıcacık elbisen misali (Değişim olarak da bilinir) Gregor Samsa gibi hissediyordum. Kafka’nın bakışları vardı antenli
rum … Yapabilir miyim bunu sana? bakışlarında. Kitap da “Hayvana geri dönülüyor. Böylesi, insanca yaşamaktan çok daha kolay”
Çünkü seni öpmeden, saçlarına dokun- Gencecik teninden sakladığım aşkımı der bende bu yüzden böceğe kalırsan sana Gregor Samsa’nın ailesi gibi davranmayacağım demeyi
madan, İntikam ruhuyla tutuşan ruhuna, teklif edecektim ama etmedim. Hayvanın yeri ev değil doğduğu yerdir. Dışarısıdır. İnsanlar için
Nefesini ciğerlerime hapsetmeden Anlatabilir miyim? doğal yaşam, insanca yaşamdır der reis. Yaklaşıkça üstümde bir ağırlık çöküyor kitabın etkisine
Gidemem … Ve sen, takılıyordum sanki ama bu gerçek bir ağırlık. Kafka’yı bunu yazarken de bunu hissetmiştir. Bu hissi
İçinde kasım ayının yalnızlığı , O boşluktan düşerken anca ikimiz anlardık. Ama sen rahat ol üstat Max Brod gibi yapmayacağım ben aramızda.
Dökülen yapraklar , ağlayan gökyüzü Seni sevdiğimi söylemenin rahatlığıyla,
Böceğe Samsa adını koydum. Manidar olsun diye. Böceğe yaklaşmaya hatta dokunmaya
Ve düzensiz baş ağrıların varken Ölebilir miyim?
başlayacaktım. Ama elim gitmiyordu bir türlü, dokunursam etkisi kaçacakmış gibi oluyordu.
Piç gibi ortada bırakamam seni …
Böceğin etkisi işte.
Aslında ben alışkınım gitmelere de Doğukan Akbaba
Seni ağlatırlar diye korkuyorum … Böceği orada rahat bırakıp yatağıma geçtim. Tedirginliğim devam ediyordu. Uyandığımda
Yoksa benim alkolle aram iyi , Gregor Samsa gibi olmaktan korkuyordum belki. Daha realist olursam hadi ben yatarken
İçerim , ağlarım , sokak kedileriyle iyi kulağımdan, ağzımdan içime girerse korkusu idi. Lan hayvanla kanka olduk hala neyin
geçinirim de... derdindesin diyorum ama hadi Amerikan oyunu ise? Yapacak bir şey yoktu gidip de
Sen yalnızken üşürsün diye korkuyo- içerdekilere bunu anlatamazdım. Manyak gibi hayaller kurarken uyuya kalmıştım sonunda.
rum... Uyandığımda halı sahada hamlamış gibi hissediyordum. Kasılmaktan olmuştu hep. Gözlüğümü
Zeki Müren’e eşlik ederim sen yokken, takar takmaz kitaplığa yöneldim. Samsa’ya bakmak için. Samsa, bir gözü allaha diğeri toprağa
Ahmet Kaya misafirim olur masama da bakıyordu. Görevini şerefiyle yapan asker gibi şehit olmuştu. Adını edebiyat tarihine böcek
Sen içerken yalnız kalırsın diye korkuyo- kanıyla silinmeyecek şekilde yazmıştı. Elime aldım, kanatları elimde kaldı Samsa yere düştü.
rum … Hemen odama girdiği pencere de bulunan saksıyı kazdım içine gömdüm. Çok içerlenmiştim.
Gökyüzüne bakarken ismini verdiğim Bir sigara yaktım. Sonra kanatlarını ortaokulda yaptığım kutunun içine koydum.
yıldızlar
Sana küser diye korkuyorum ! Kitaplığa yöneldim. Samsa’nın öldüğü yere içlenerek küfür etim. Kitabı elime aldım. Sayfalarını
Her şeye rağmen gitmeliyim artık , hızlıca geçtim. Para sayma makinesinin para sayması gibi. Gözüme “Buradan gitmeli…tek çare
İsminin geçmediği yeni bir alfabe bu, baba. Ama onun Gregor olduğu düşüncesini kafandan atmak gerek. Bizim asıl felaketimiz,
bunca zaman bu düşünceye inanmış olmamız. Fakat o nasıl Gregor olabilir ki? Gregor olsaydı
öğrenmeli
eğer, insanların böyle bir hayvanla birlikte yaşamalarının olanaksızlığını çoktan anlar ve
Sana dair tüm anılarımı
kendiliğinden çıkıp giderdi…” yazısı takıldı. Ne yapacağımı bilemedim. Sikerim böyle dünyayı
Kör bir sahafa satmalıyım !
dedim. Gidip bir sineklik aldım. Bir daha böyle kederlenmek istemiyorum. Kafka’ya değil ona
bu kitabı yazdıranların odasına böcekler bassın.
Mehmet Özgal
18 7
PolyFauna Yıldızların Çocukları

Pelin Takımcılar Umut Çağın Bozacı

Etrafınızdaki cisimlerin, kendinizin, değerini ne kadar biliyorsunuz ? Evinizdeki metal çatalı


Yarısı hala ağzımda olan tırnağımın diğer yarısını masaya tükürdüm. Bir yenisini kopar- düşünün ve nasıl oluştuğunu sorun kendinize. Bir çoğunuz fabrikada yapıldı diyecektir.
mak üzere serçe parmağımı dişlerime yöneltmek isteyince ellerimi, kafamın arkasındaki Peki, metal nereden geldi diye sorunca madenden çıktı demeyecek misiniz ? Peki hiç madenin nasıl
ufak adamlar birkaç dakikalığına sussun diye bastırdığım gözlerimden çektim. Basınçla geldiğini düşündünüz mü ? Eğer bir çoğunuz madenin dünyada hep var olduğunu düşünüyorsa,
oluşan parlak şekiller, yerini karanlığıma bıraktı. yanılıyorlar.

Renkli sıvı oval köşeli, tüp şeklindeki borulardan göz bebeklerine doğru akmaya Metal, dünyaya göklerden bir armağandır. Çünkü evrendeki her element, bir yıldızın çekirdeğinde
başladı. oluşur ve metaller (özellikle demir) füzyona uğramaz ve yıldız, demiri oluşturduktan saniyeler sonra
ölür. İşte bir düşünün, o önemsemediğiniz çatal, bir zamanlar
bir demirin parçasıydı. Şimdi kalkın ve aynaya bakın. Aynada gördüğünüz vücudunuzu
Venice’in zihninde düşünce akışını yumuşak hatlı ve kaydırağı andıran borularda oluşturan her atom bir yıldızdan gelmiştir. Hepimiz tam anlamıyla yıldızların çocuklarıyız.
gezinen cıva kıvamındaki renkli sıvı sağlar. Kendinizi ne zaman önemsiz, değersiz ve sıradan hissederseniz şunu hatırlayın:
Vücudunuzdaki her atom, bir yıldızdan, sizi oluşturmak için geldi. Binlerce yıldız siz yaşayabilin
Küçükken bu oyunu, uzayda yolculuk yapıyormuş gibi hissetmek için oynardım. O diye kendi yaşamından vazgeçti. Hepimiz özeliz, hepimiz eşsiziz. Ne kadar zaman geçerse geçsin
zamanlar bu şekiller koca boşluktaki arkadaşlarım olan yıldızlardı. İnsan ne kadar büyüse sizi oluşturan atomlar bir daha asla bir araya gelmeyecek, sizi tanımlayan olaylar başka hiç kimseyi
de bir yanı aynı kalıyor işte, yıldızlarım hala benimle. Tek fark artık bana el salladıklarında tanımlamayacak. Bunu asla unutmayın.
onlara küfrediyorum hala doğduğum anki kadar canlıyım diye. Diriliğimden hiçbir şey
kaybetmedim. Ve artık, etrafınızdaki en küçük ve önemsiz olduğunu düşündüğünüz şeylerin bile gerçek
önemini görebilirsiniz.
Zihnimdeki bu çok sesli kaostan beslenen ruhum gittikçe genişliyor, renklerim ve sesler- Ki Sen
imin gürültüsü artık bedenime sığmıyor. Her geçen saniye şakaklarıma biraz daha kuvvet
uyguluyorum. Kirpiklerimden başımın ağrısı damladı. Damla, tırnağı kıskanıp masaya
Musa Kelam Şahin
düştü, fi tarihinde bir makasla kazıdığım tombul sekizin hemen sol yanına. Artık kafamda Kimi zaman su gibiydin benim için. Renksizdin bazen.. Duygularımın şeklini alırdın. Onların
aynı anda konuşan tam sekiz adam var. rengini sürerdin tenine. İfade ettiğim ne varsa o olurdun. Rüzgar gibiydin bazen de.
Göremezdim ama hissedebilirdim. Yürürken yüzüme dokunan, saçlarımı okşayandın. Hoş,
Venice’in zihninde kapılar yan yatmış sekiz şeklindedir. Sağ taraftan girilir, sol korkardım bazen senden. Endişelenirdim. Kim bilir izlediğim filmler, okuduğum
taraftan çıkılır ve kapılar daima iterek açılır. (Çıkışlar dahil.) kitaplardandır: hep bir son görülmesi. Yine de sen bir sondun. Kötü algılama sakın bunu.
Sen ki gelebileceğim en güzel yer, duyabileceğim en güzel masal, tadabileceğim en
Dünyaya gözlerimi açtığımda bu sayı iki idi. Annem, tanrı, şeytan. Tanrı ve şeytan bir büyük zevktin. Sonumdun sen. Büyük ihtişamı ile bir sondun sen. Sonsuzsun sen.
adam ediyor. Aynı odanın iki zıt ucundalar. Annemin bulunduğu oda pembe dantelalarla Varabileceğim cennettin sen. İşlediğim duyguların ameli, sevebileceğim bir kenttin sen.
Hayaletsin kimi zaman. Zihnimin koridorlarını titretirdin. Öyleydin ki içimde her şeyin yerini
süslü, tam ortasında bir şişe var, içinde de yemek kokan elleri.
bilirdin. Her anının, her duygunun ve düşüncenin yerini bilirdin. Zaten bir çoğunun da sahibi
sendin. Sonbahardın sen. Duygularımın cemali, duygularımın karmaşasıydın. Yedi sayısı
Konuşmayı öğrendiğim gün o iki adama da öğrettim, bir daha susmadılar, beni gibiydin. Haftanın her günü seninle başlar, seninle biterdi. Sayabileceğim dakikalardın sen.
susturdular. Çocuk adımlarım yeni yeni dönen dilim eşliğinde sahneye çıkınca, kendi Işıktın sen. Sensiz göremezdim ben. Sen gitarın telleri, piyanonun tuşları. Müziksin sen. Her
hayatlarının taze oyuncuları olan küçük insanlarla karşılaştılar. Yalnız kalmayayım diye duyguma bir ritmin vardı. İyi hissettirirdin. Yazdığım en güzel satırlarsın sen. Kelimelerimin
oturttum onları biraz kalbime, biraz zihnime ve ilk dostlarımla beraber turuncu odanın kudreti, söyleyebildiğim en cazibeli kelimesin sen. Doğum günüm sensin. Üflemeye
inşaatına başlandı. korktuğum mumlarım, tuttuğum dileksin sen. Tüm sessizliğimdin. Kişiliğimdin. Huzurumdun
sen. Seçebileceğim en güzel kır çiçekleriydin sen. Gökyüzümle, yeryüzümü bir tutan
sendin. Öyle ya zaafımdın sen benim. İçimde ki boşluğun köprüsü, tek yaramsın sen.
Kimileri aşk diye seslenirdi bu yazdıklarıma. Hayır, her şeyimsin sen. İnandığım beden, ilk
günümün sabahı. Ki sen her şeysin.
8 17
Kimse Ona Yıldızlara Dokunamayacağını Söylememişti

Esther

Sonbaharın başındayız ,ilk yaprak düşeli çok oldu. Sonbaharın başındayız, yağmurlu bir Yumuşacık bir oda yapıldı, mis gibi meyve ağaçları dikildi dört bir yanına. Zaman geçti
gece vakti. Ruh hastaları hariç herkesin uykuda olduğu bir saat diliminde gözlerini açtı meyveler büyüdü, olgunlaşanlar ağaçlarından düştü, çürüyenler için yeni bir oda
genç kız. Kapadı, tekrar açtı. Belki de bu gece bin defa tekrarlamıştı bu hareketi. Uyanık yaptırıldı, duvarları leş kokulu mor boyayla kaplandı. Tüm bu kalabalığın ardında tek
olmadan uyunmuyordu ki. Boş tavanı izlemekten sıkıldığından olsa gerek, kalktı ayağa ve kişilik bir oda daha vardı, köşesinde bir adam. Adamın kalbi, içi okyanus dolu bir kum
geçti aynanın karşısına. Çok sevdiği upuzun saçları... Hepsini tek bir makas darbesiyle tanesi kadar ağır. Gözleri simsiyah, ismi bir parça aşk, birkaç hece tutku.
kesmişti. Kulak hizasındaki yeni saçları... Aynadaki yansıması, tüm olanların bu kadar
gerçek olması ve iç sesinin ilk defa bu kadar sessiz kalması onu korkutuyordu. Bilincini
Her harfte biraz daha hareketlenen cıva kıvamlı sıvı, zihnin silindirik yuvarlak
yitirmişti sanki. Düşünmeden, sadece içinden geleni yapıyordu. Evden dışarı çıktı. Bir adım
kaydırakları ile sekiz küçük bölme arasında yol almaya devam etti. Sık sık verilen
attı varoş sokağa. Bir adım daha. Dünya üzerindeki tüm toprak parçalarını ayakları altında
hissetti ya da kim bilir, ayakları altındaki toprak parçasını tüm dünyanın sandı. Yüzüne
molalar, Venice’in hiçbir zaman düşünmeye odaklanamamasından kaynaklanıyordu.
çarpan ilk yağmur damlasıyla gülümsedi, tıpkı bir roman karakterinin yapacağı gibi.
Renkli sıvı bu kez iç içe geçmiş iki kapının önünde durdu.
Mahallenin sonundaki bozuk sokak lambasına doğru yürüyordu, altındaki banka oturdu.
Bu bankla düşüncelerini paylaşan, sokak lambasıyla aynı havayı soluyan ilk insan Yıllar geçtikçe hayatım bu beş odaya sığmaz oldu ve sarı oda döküldü gözlerimden.
olabilirdi. Çünkü kendini bildi bileli, boştu bu bank. Ve belediye tamir etmeyi Etrafına kareli defteri andıran parmaklıklarla yeni bir oda örüldü. İçine biraz aşk eklendi
düşünmüyordu bozuk sokak lambasını. Kovboy filmlerindeki kaktüsler kadar yalnızdı bank, ve mahkumun ayak bileğine bağlandı esaretin somut bir temsili olsun diye. Yeni mah-
lamba ve genç kız. kumlar geldi, düğüm sayısı arttı, duygular çoğaldı ve her esir kendi efendisiyle sonsuzluğa
uzandı.
Rüzgarın bile sesini çıkartmadığı bu yerde, banka
yattı usulca. Kendi varoluşunun ve sorunlarının Cıva bir anda dondu ve rengini Venice’in sağ kulağından dışarı akıttı.
ne kadar küçük olduğunu fark etti genç kız. Kim
olduğundan çok, kim olmadığını biliyordu ve Son odada hiçbir renge yer yoktu.
kendi hayatında etkisiz bir figürandı. Siyah ve
beyazdan emin olmak mümkün değildi. Tüm Renksiz, kokusuz, boşluksuz, duygusuz ve imkansız bir düş. Var olmayan ama beni var
hücrelerine kadar hissediyordu griyi. eden o son oda. Odanın gökyüzünde gri bir sis tabakası, altında deniz. Küçük, beyaz bir
kum birikintisi, üç dört metrelik bir iskele. Ucunda minicik bir kadın, kadının ağzında üç
Yıldızları izlemeye başlamasıyla annesini hatırladı.
tane ben. Saçları kısa, simsiyah, yüzü resim gibi. Ayakları çıplak, iskelenin ayaklarına
Ona her insanın bir yıldızı olduğunu söylemişti. “Seninle birlikte doğar yıldızın, o ne kadar
özenmiş; suda.
parlaksa sen o kadar şanslısındır ve senin gözünü açmamak üzere kapamanla, yıldızın da söner.
Ya da kayar, başkalarına ilham vermek için.” Parmağını kaldırdı ve Soğuktan titreyen elleri-
yle yıldızları tutmaya çalıştı. Kimse ona yıldızlara dokunamayacağını söylememişti. Parmak
Hiç duymadığım sesi birkaç santim yanımda belirdi. Sol elimin serçe parmağına bir
uçlarıyla yıldızları takip ederek yeni takımyıldızları yarattı. Böylece birleştirdi insanları. Son melodi bağlayıp, kulağımdan içeri süzüldü ve renksiz odanın orta yerine kıvrılarak derin
yıldızı da gördüğünde gökyüzündeki, yerçekimine karşı koyamadı kolları. Gözleri kapandı ve bir uykuya daldı.
dudakları aralandı. Bir yıldız daha kaydı gökyüzünden ruh hastaları hariç herkesin uykuda
olduğu bu gece vakti.

16 9
Kanlı Aşk Senfonisi
Fatih Can
Dudaklarının arasından kan akıyordu.

Başının altında bir el…

Bir el de kalbinde…
Peşinde koştuğumuz benliğimizi ipotek ettiğimiz hedeflerin, ölüm karşısındaki acizliğimizi
Gözyaşları damlıyordu kanayan vücuda. hafifletemediğini dehşetle fark ediyor insan ölüme tanık olunca.

Kanayan ise, gözyaşı dökene üzülüyordu. Bilmekle yaşamak aynı olmuyor. Yaşarken, daha önce bildiklerin çok daha farklı
ayrıntılarla bezenip, etkileşimlerini şiddetlendiriyor. Bilgiler, dehşeti, hayal kırıklığını,
Öyle bir ağlıyordu ki elini kalbine koyan… umutsuzluğu, hüznü, kaybedişi böylesine duyumsatmıyor insana. Ölümün salyalı kollarında
az önce kıvranarak can vermiş bir insanın baş ucunda, sıranın sana ne zaman geleceğini
Gök delinmişti sanki. düşünüyorsun. Zamanın akıp gittiğini bilmenin korkaklığıyla kaybediyorsun kendini. Sonra
bu işin sırasının da olmadığı hatırına geliyor ve hatırı sayılır bir dehşet saplanıp kabarıyor
Dudaklarının arasından kan gelen, acısını
içinde (kabarıp saplanması da olası). Geride bırakacaklarını düşünüyorsun en çok. Kendin için
unutmuş.
korkmuyorsun çünkü. Hiçbir yerden gelip hiçbir yere gidiyorsun. Zaten hiçbir yere ait olabili-
yorsun sadece ya da ait bile olamıyorsun hiçbir yere.
Bir eliyle ağlayanın gözyaşlarını siliyor ve…

“Ağlama n’olur, öldüreceksin beni” diyor. Bunu fark ettiğinde, yaşamla ölüm arasındaki o trajik anı ellerinle örtüp yok etmek isteği
filiz veriyor birden ve bir anda milyonlarca kez büyüyerek tüm varlığını sarıp sarmalıyor,
Oluk gibi kan akıyordu o ağladıkça. ölmek için doğduğun yanılgısında kalp atışın hızlanıyor. Yerine getirmek isteyip
yaklaşamadığın isteklerin hatırına geliyor. Neden en azından yaklaşmak için hiçbir
Akan gözyaşı kırmızıya boyanıp hemoglobin girişimde bulunmayıp ot gibi yaşadığını merak ediyorsun. Hayat, içinde özgür olduğunu
oluyordu sanki. sandığın hayat, kendi kararlarını alabildiğin, akışını denetleyebildiğin hayat. Oysa hepimiz
çağdaş dünyanın karmaşık mekanizmaları içinde, bireysel ve toplumsal yaşamımızı dene-
“Ellerin kan oldu bir tanem. Hadi git yıka.” tleme gücünü yitirerek, edilgen bir konuma sadece bizden beklenildiği gibi davranıyoruz. Belli
davranış kalıplarından bir türlü sıyrılamıyor, böylece bireysel açmazlarımızı derinleştiriyoruz.
Adam kanlar içinde…
En şanssız bir avuç insansa bütün bunların farkında olanlar ( Sümeyra Teyze de dahil ),
Öyle güzel delmişti ki o zift çekmekten aciz onlar bireyin kıstırılmışlığını en derin acılarla göğüslemek durumundalar çünkü kendi
düşmüş ciğerlerini… kendileriyle ve ulaşamayacakları hayallerle barışık olmak, kaosların karanlık uçurumlarına
Bir kurşun! yuvarlanmak, “acıyı bal eylemek” hep onların işi.
Güzel kadın adamın boyasına boyanmıştı.
Bir de boş zamanlarda kahramanlık türküleri söylemek.
Aşkın senfonisi…
Bu arada Sümeyra Teyze, ben de uyuyacağım yakında. O şiirden geri aldım acımı.
Çalıyordu o an.

Sağ eliyle yanağını okşadı kadının.

“Sakın ağlama.”
10 15
kullanılmayınca biriken çoğul ekleri
“Acıyı Bal Eyleyen”
Mislina Bursal

İdil Özeren şişmiş gözlerim kadar pembeydi bir zamanlar begonviller.


sonra tek tek,
zamanın kısacık bir diliminde solup
hemencecik gittiler.
Dün akşam 7.35 civarlarında çok üzüldüğüm bir ölüm izledim. Sümeyra Teyze öldü. kahverengi,
Ölüm… Tüm yaşamın, onca yıl, onca anı, onca tanıdığın sığdırıldığı dört harfli kelime. Çok sessiz,
ağır olan bu kelimenin, sadece dört harfle ifade edilmesi, bu olgunun ağırlığıyla büyük sensiz bir ot yığını haline geldiler.
tezat oluşturuyor. Ama daha dil bilimcilerin el atmadığı bu suya, daha köpürtmediğim fakat
ellerimi durulamaya gitmeyeceğim. Suya sabuna dokunmuyorum. begonviller mi
yoksa gözlerim miydi
Çocukluğumdan beri ilk defa bir ölü görüyorum. Sümeyra Teyze’yi çok sevdiğimden midir zamanla kuruyup gidenler?
yoksa annemin dediği gibi korkunç ölülere benzemediğinden midir bilmiyorum ama
korkmak hiç aklıma gelmemişti. Filmlerdeki gibi ağzı açık, gözleri hafif aralık, koyu sarı
yatıyordu. Onu ertesi gün teneşirde yıkarlarken seyrettim. Beynimde yankılanan şu hangisi daha çirkindi kim bilir
cümlenin sesini kısamıyordum ; “Yaşamın geri dönüşleri yoktur.” Evet yoktu. Sümeyra sen yokken.
Teyze şimdi canlanıp, oğlunu eve alamazdı mesela. Ya da evden atmak yerine polisi
arayamazdı.
sen yokken
Sümeyra Teyze’nin oğlu katildi. Bir transseksüeli öldürdü, ya da biz öyle biliyoruz, günahını anlamını yitirdi gelişler.
almayayım. Gerçi Sümeyra Teyze evden atmakta haklıydı. Polisi arasa ne olacaktı? Bir nerede?
travestinin katili kaç kere aranmıştı ki? Kimliksizlermiş, ortadan pislik temizlenmişmiş, ne “biri olmak lazım”
güzel olmuşmuş işte… Bu vahşilik karşısında yapabilinecek tek şey oğlunu bir daha “en azından biri için”
görmemekti. ( Zaten kendi elleriyle polisi arayıp hapis yüzü göstermek ister miydi? ) diyen o hüzünler,
Böyle böyle yaşlanmıştı Sümeyra Teyze. Zaman da akıp gitmişti. Tek odalı evinde, tek o biriktirişler,
başına ( pardon, ölen sevgili kocasının resmiyle beraber ), tek tas çorbasıyla. Kötü ruhlu o iç çekişler?
zaman, kararlı mekan... neredeydi hoşçakal denilmemiş
o bir anlık gidişler?
72 yaşındaydı. Neyse ki kendi kendine ölmüştü. Hiç önemsemediği dağınık dolapların suçu
yoktu. Fakir evindeki yer sıkıntısı yüzünden duvarlara asılı çürümüş dolaplar üzerine
düşseydi ? Kim suçlu olurdu ? Sümeyra Teyze mi – tamir ettirmediği için- ? Devlet mi – tamir ince belli rakı bardakları masalarda yer aldığı vakit beni sevecektin sevgilim.
etmesine yetecek kadar para vermediği için- ? Dolaplar mı –düştükleri için- ? Suçlu dolaplar fakat
olacaktı. Devlete laf çarpmaktan, Sümeyra Teyze’yi yermekten daha kolaydı çünkü. Nesnenin ikimiz de biliyorduk.
sorumluluğunu nesneye vermek, hatta nesneleri en çok insandan sorumlu tutmak… denize nazır kederler ve
oltaya takılan yarım kalmış hayallerle doluydu
Uyurken ölmüş, hiç ses çıkarmadan göçüp gitmişti Ankara’dan –beyaz saçlarını kapatan yüreğimdeki tekinsiz meyhaneler.
ince tülbenti ile beraber- yanında bir kirli tas. Cenazesine oğlu gelmemişti. Katil oğlanı
cenazede arayan gözlerimde görüntü, netliğini kaybetti. Ölümün dondurucu gizemiyle her
yer silikleşti.

14 11
Giden Gitti, Hâlâ Aynıyız Alişim Başka ne Tiyatro istersiniz ki sevgili Türkiye Cumhuriyeti halkı, Dramı zaten her gün
yaşıyoruz… Ülkece ağlamaya başlasak dünyadaki selpak rezervi yetmez. Ama gözyaşlarımızın
Alperen Yavaş daha da çoğalmaması için öncelikle sorunlarımızı gündemde aktif tutmalı ve üst makamlarca
ivedi bir şekilde çözülmesini sağlamalıyız.
Kasnağından fırlayan kayışa
Kaptırdın mı kolunu Alişim!
Daha dün öğle paydosundan önce
Zileli’nin gitti ayakları.
Röportajın Dertleşme Hali
Yazıldı onun da raporu:
“İhmalden!” Geçen haftalarda bir gün bütün meraklı bakışlarımı üstümde toplayıp, bulabildiğim en
Gidenler gitti Alişim, gerekli soruları zihnimden geçirerek bir inşaata gittim. Kapının eşiğinde sonradan binanın
Boş kaldı ceketin sağ kolu… tesisatından sorumlu olduğunu öğrendiğim iki kişi sigara molasındaydı. Biri üniversite
yaşlarında, diğeri de 40’lı yaşlarının ortasında olan arkadaşlara selam verdim, yanlarına
Rıfat Ilgaz (“Yarenlik” şiir kitabından, vardım. Onlara müsait olup olmadıklarını sordum, iş kazaları hakkında bir araştırma
”Alişim” şiiri, 1943) yaptığımı ve bu konu hakkında kendileriyle konuşmak istediğimi belirttim. Daha benim
sorularıma gerek kalmadan uzun uzun anlatmaya başladılar. Belli ki dertleri büyüktü. 15
El Salvador, Cezayir ve Türkiye. Dünyanın lider 3 ülkesi. Eğitimde mi dersiniz? Belki dakikalık konuşmamızda onlardan “yok artık”, “o kadar da değil canım” dediğim bir sürü
ekonomidir? gerçek hikaye dinledim. Çalışırken kafasına matkap düşen insanların, koluna demir
girenlerin, canavar kıvılcımlarından bir gözü kör olanların öyküleri ne kadar şiddet doluysa
Türkiye’de her yıl iş kazalarında bin kişinin üzerinde insan ölüyor. Ülkemiz iş kazalarında bir o kadar da gerçekti. Tahmin ettiğiniz gibi bu olaylar olurken ortalıkta ne bir gözlük, ne
Avrupa’da birinci, Dünya’da ise üçüncü sırada. Her saat 80 iş kazası oluyor ve bu kazalar bir baret, ne de bir emniyet halatı vardı. İşin ilginç yanı bu gibi kazalar ölümle
neticesiyle her gün 4 işçi ölüyor, 6’sı iş göremez hale geliyor. 2014 yılında 1414 kişi iş sonuçlanmayınca hiç olmamış gibi yapılıyor, bunların tekrarlanmasını önlemek için
kazalarında hayatını kaybetti. Son 12 yıla baktığımızda ise 14 bin 125 sayısını görüyoruz… güvenlik önlemleri alınmıyordu. Emekçi, uğradığı fiziksel zarar ve psikolojik bozukluklarla
yalnız başına kalıyordu.
İstatistikler böyle kâbus gibi devam ediyor. Hayatlarında hiç ağır koşullarda çalışma
görmemişler ise bu sayıların vahşetini kavrayamıyor. Medya her gün onlara kan, gözyaşı Tıpkı gözü pek bir generalin savaşa girme kararı alırken vatanın daha önce defalarca
ve ağıtlar sunsa da atasözünde olduğu gibi ateş düştüğü yeri yakıyor ve o hızla unutulup ölmüş çocuklarını düşünmemesi gibi; Devlet/özel sektör ikilisi de imar ya da madencilik
geçiyor. uğruna bu vatanın çocuklarını sonu ölüme kadar giden çetin bir ”görünmez savaş’a”
yolluyor. Zayiat önemli değil onlar için. Hayattaki tek ülküleri kâr etmek olan insanlar,
Bir tarafta her sabah “acaba?” ile uyanan insanlar ve içlerindeki mesai bitimi eve dönüşün arkalarında bıraktıkları canlara sahte bir hüzünle bakıyor ve 1 hafta sonra unutulmak üzere
kesin olmamasının verdiği huzursuzluk, Diğer yanda ise bu insanları korumakla yükümlü sözde güvenlik önlemleri alarak, hüzünleri kadar sahte ve yapmacık bir duyarlılık
devlet/özel sektör ikilisi. başlatarak, hem ölen insanlarla hem de onarların yakınlarıyla resmen alay ediyor. Rütbe
ve makamlardan yoksun olan bizlere ise insanların zarar görmesini engelleme yetkisi
Düşünün ki her gün yerin yüzlerce metre altına inen, tehlikeli iş makineleri kullanan, gelemediği için, bu yetki sahiplerine bütün öfkemizi kusup onları -gerekirse zorla -radikal
vücutlarında artık “çalışma izleri” olan işçilerimizin güvenliği; hayatında hiçbir madene değişiklikler yapmaya mecbur etmek düşüyor. Bu bizim vazifemizdir. Bunu yapabiliriz.
inmemiş (Ya da seçimden seçime şöyle bir bakıp çıkmış!), inşaatlarda bir tek imzası ile
katkı sağlamış, fabrikalarda paydos zamanı işçilerle iki laf etmişliği olmayan parlamento Bu ülkemizin güzel yarınlarının mimarı ve mühendisi vatandaşlarımız, işçilerimiz! Sizlere de
abilerine ait. Buna ne denir biliyor musunuz? hakkın verildiği değil de güç bela alındığı bir ülkede olduğumuzu hatırlatıyorum. Hak
ettiğiniz değeri yine en çok kendi isteğiniz sayesinde göreceksiniz. Duvarda asılı kalmasın
Komedi! bağlamanız, beklemesin mızrabını ümitsizce. Sizler bize emanetsiniz!

Ya Soma Maden Faciasından sonra bile iktidar partisinin Avrupa’da zorunlu olan her
madende yaşam odası olması kanununu -hiç utanmadan- mecliste reddetmesine ne
denir?

Trajedi!
12 13

You might also like