Professional Documents
Culture Documents
medbhr9
medbhr9
HAFTA
23. DERS
İsmet İnönü döneminde 1940’lı yıllarda dahi ordunun içerisinde iktidara karşı
hareketlenmeler mevcuttur. İşte bunu nereden öğreniyoruz, 27 Mayıs’ın içerisinde yer almış
olan, Milli Birlik Komitesi’nde yer almış olan kişilerin anılarından anlıyoruz. 1940’lı yıllarda
İsmet İnönü’ye karşı bir hoşnutsuzluk baş gösteriyor ve ciddi bir cunta oluşması da devreye
giriyor. Hatta bu noktada bir sivilin anılarından hatırlayacak olursak Ali Fuat Başgil bir yerde
şöyle yazar, derki: “1949 yılında üst düzey 4 tane subay geldi benimle görüştü dediler ki: Biz
işte böyle bir çalışma içerisindeyiz müdahale etme noktasında bazı çalışmalarımız var. Bizi
bu konuda destekleyici yazılar yazın. Ben bunları son derece ciddi gördüm ama kendilerine
böyle bir yolun iyi olmayacağını tavsiye ettim, her ne kadar eleştirilerine katılmışsam da”
demiştir. İşte mesela Alparslan Türkeş’in anılarında geçer, derki: “ Sabah Konya’da olmuş bir
olay akşama kadar ülkenin en doğu noktasındaki birliklere ulaşıyor” Yani 1940’lı yıllardaki
bu asker içerisindeki cunta örgütlenmesinden bahsediyoruz. Tabii bunun temel nedeni nedir?
O dönemde ordu çok büyük yokluklar içerisinde askerin, subayların durumu ekonomik olarak
kötü; aynı zamanda ordunun içerisinde bulunduğu askeri anlamdaki nitelikleri de iyi noktada
değildir. İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle bütün o savaştaki gelişmeler subaylar tarafından
izleniyor, ordudaki gelişmeler, dünya ordularındaki gelişmeler izleniyor. Alman ordusundaki
gelişmeler diğer devletlerin ordularındaki gelişmeler izleniyor. Bir de Türkiye’deki orduyla
karşılaştırıldığında son derece eskimiş olan silahlar, iyi olmayan koşullar bu noktada bir
hoşnutsuzluk üretiyor. Aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra
cumhuriyet, o Atatürk ideolojisi, artık cumhuriyet ideolojisinin durağanlaştığına dair bir hisse
de kapılıyor, askerler içerisinde böyle bir şey de oluşuyor. O noktada bazı hareketlenmeler
oluyor. Burada diyeceğimiz nokta şudur: 27 Mayıs öncesinde Demokrat Parti iktidara
gelmeden de ordu içerisinde siyasete müdahale eğilimleri vardır ve bunlar küçümsenecek
cinsten değildir, bunlar ciddi boyutlara da varmıştır. Şöyle bir kaygı vardır, acaba Cumhuriyet
Halk Partisi, iktidarı Demokrat Parti’ye teslim eder mi? Tabii 1950 de Demokrat Parti’nin
iktidara gelmesiyle aslında o devre dışı kalıyor. İşte o zaman başlangıçta biraz askerler
noktasında bazı adımlar atacak gibi duruyor ama o da bir noktadan sonra üst ordu kademesini
kendi etkisi altına aldıktan sonra aslında çok da fazla alt tabakayı tatmin etmiyor. Tabii bunun
uzun vadedeki sonucu ne oluyor?1940’lı yıllarda bazı nüveleri olan o cunta eğilimlerinin
özellikle 1954’ten sonra yeniden hareketlenmesine yol açıyor. Bu noktada Demokrat Parti’nin
işte Arapça ezan noktasında, Atatürkçülük noktasında hani hepimizin bildiği gibi biraz da
muhafazakâr diyebileceğimiz açılımlar noktasındaki adımları bunlara etkide bulunuyor.
1954 yılından sonraki örgütlenmeler tabii 1957 yılından sonra daha da üst boyuta varıyor. İşte
bu “9 Subay Olayı” vardır. Mesela; 9 Subay Olayı, tam da Demokrat Parti iktidarına karşı
oluşan cuntanın temelinde yer alan insanların açığa çıkabileceği bir olaydır. Ancak o noktada
Başbakan Adnan Menderes’in amiyane tabirle inanmaması diyelim onların deşifre olmasını
engellemiştir. Aslında ulaşılmıştır onlara ama cezalandırıcı bir pozisyonda durulmadığı için
27 Mayıs’a giden süreçte engelleyici olmamıştır.
27 Mayıs sonrası dönemin Türkiye Siyasetinde çok önemli sonuçları olmuştur; çünkü her ne
kadar bu dönem sonrasında aslında bugün bildiğimiz bütün siyasi akımların, siyasi olarak
pratiğe geçtiğini söyleyebileceğimiz bir dönemden bahsediyoruz. Sol olsun, Sağ olsun,
milliyetçilik olsun, İslamcılık olsun; bunların hepsinin 1960 öncesindeki izdüşümlerini
bulmak mümkündür; ancak 1960’lı yıllar bunların ete kemiğe büründüğü bir dönem olmuştur.
Örneğin milliyetçi kanata baktığımızda her ne kadar 1940’lı yıllarda milliyetçikle alakalı bazı
hareketlenmeler olsa da Türkçülük ile ilgili Osmanlı’ya kadar ulaşan gelişmeler varsa da
aslında, bunların siyasi hareket olarak şekillenmesi 1960’lı yılların ortasıdır. İşte ne olmuştur?
27 Mayıs hareketinin içerisinde yer almış olan Alparslan Türkeş, o dönemki Cumhuriyetçi
Köylü Millet Partisi’nin içerisine katılıyor. Daha sonra Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ni
dönüştürüyor yani Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin kadroları bu noktadan sonra tasfiye
oluyor. Alparslan Türkeş bu noktadan sonra Milliyetçi Hareket Partisi’nde somutlanan
milliyetçi çizginin lideri olarak devam ediyor. Aynı zamanda milliyetçi harekette siyasetteki
yerini netleştirmiş oluyor. Diğer taraftan sol harekete baktığımızda, Cumhuriyet Halk
Partisi’nin ortanın solu çizgisine gelmesi de 1960’lı yıllarda olmuştur. Ondan önce 1960
öncesinde kendisini solda konumlandırmak diye bir durum yoktur. Ama ne zamanki 1960’lı
yıllardan sonra sol hareket gelişiyor, “Yön” dergisi vardır mesela aydın kesimde özellikle
yansımasını bulan bir harekettir. Bundan başka Cumhuriyet Halk Partisi içerisinde de 1965
seçimlerinde ortanın solu sloganı kullanılmaya başlanıyor.
Diğer taraftan, İslamcı Hareket diye nitelendirebileceğimiz Erbakan Hareketi de 1969 yılında
partileşmesini, Milli Nizam Partisi’ni kuruyor. Ayrıca Adalet Partisi de Demokrat Parti’den
almış olduğu mirası devam ettiriyor. 27 Mayıs’tan sonraki 1965’e kadar geçen süreç aslında
koalisyonlar dönemi diye ifadelendirebileceğimiz bir dönemdir. 27 Mayıs’tan sonra İsmet
İnönü başkanlığında hükümetler kuruluyor. Daha sonra 1965 seçimlerinden önce Suat Hayri
Ürgüplü başkanlığında bir koalisyon hükümeti oluşturuluyor. Tabii bütün bu süreçte,
Demokrat Parti çizgisinin 1950’lerde ortaya koymuş olduğu etkinliği sınırlandırmaya yönelik
bir çerçeveden hareket edildiğini görüyoruz. Bunun en temel belgesi nedir? 1961
anayasasıdır. 1961 anayasası bir tepki anayasasıdır. O dönemki yürütmenin gücünü
frenlemeye dönük mekanizmaları kendi içerisinde barındıran bir yapıda oluşturulmuştur.
Nedir bunlar: Anayasa Mahkemesi kurulmuştur, Milli Güvenlik Kurulu, bunlar o dönemin
1950’li yıllardaki iktidarın uygulamalarına karşı gösterilen tepkinin neticesinde ortaya
konmuş olan mekanizmalardır. Tabii bu mekanizmalar oluşturulurken Demokrat Parti çizgisi
dışarıda bırakılmıştır. Anayasanın oluşumunda onlara çok fazla bir fonksiyon, rol
verilmemiştir. Bunun yaratmış olduğu sıkıntılar daha sonraki siyaset hayatında çok ortaya
çıkmıştır.
1965 seçimlerinde Adalet Partisi tek başına iktidara gelmiştir. Yani bütün o seçim
mekanizmasına rağmen aslında normal şartlarda çok zor olan bir şey gerçekleşmiş ve Adalet
Partisi tek başına iktidara gelmiştir. Tabii iktidara geldiğinde şöyle sıkıntılar yaşıyor; kendi
dışında oluşturulmuş bir anayasa mekanizmasıyla kendi iktidarını yürütmek zorunda kalıyor.
Tabii bu durumda sıkıntılar yaşıyor. Bu sıkıntıları gidermek için başlangıçta orduyla uzlaşma
temelinde bir hareket inşa ediyor. O zamanki Başbakan Süleyman Demirel, kendi savunma
bakanı vasıtasıyla ordu içerisindeki gelişmeleri takip ederek onlarla fazla karşı karşıya
gelmemeye dikkat ederek iktidarını yürütüyor.1965’ten 1969’a kadar böyle devam ediyor.
1969 seçimlerinde yeniden Adalet Partisi kazanıyor, birazcık oy kaybetse dahi yine kazanıyor.
Tabii bu oy kaybettiği ancak kazanmış olduğu 1969 seçimlerinde önemli bir rol biçiyor. Diyor
ki: “Bundan sonra artık Türkiye’de istikrarlı bir dönem başlayacak işte biz bu güne kadar
bunu denedik bu noktadan sonra daha iyi bir yönetim inşa edeceğiz daha rahat bir şekilde
yürüteceğiz” demiştir. Ancak hiç de beklediği gibi olmamıştır. En başta kendi içerisinde
tartışmalar başlamıştır. Adalet Partisi’nin içerisinde milliyetçi-mukaddesatçı dediğimiz bir
çizgi o zaman harekete geçmiştir. S. Demirel’in uygulamalarına muhalefet göstermeye
başlamıştır zaten Süleyman Demirel iktidara geldiği dönemde de Saadettin Bilgiçle bir yarışa
giriyor onu onun karşısına kazanarak geliyor. Bir noktadan sonra Süleyman Demirel’in sola
işte tavizler verdiğinden bahsediyor. Milliyetçiliği çok fazla önemsemediğini,
muhafazakârları dışladığından bahsediyorlar. Tabii bütün bunların S. Demirel’in işte solcu
diye olması noktasında değil de sonuçta o günkü güç dengeleri içerisinde kendisine bir alan
açmaya çalışıyor. Bu noktada kendi içerisinde bir çatışma oluşuyor. Bu çatışmanın açığa
çıktığı noktalardan birisi şudur. Eski Demokrat Parti’lilere siyaset hakkı verilmesi noktasıdır.
Biliyorsunuz 27 Mayıs’tan sonra Demokrat Parti’nin liderleri siyasetten men edildi bir süre
ceza evlerinde kaldılar başta Celal Bayar olmak üzere. Tabii bu noktada Cumhuriyet Halk
Partisi olsun, diğer siyasi güçler olsun Milli Güven Partisi olsun işte o dönemki Yeni Türkiye
Partisi olsun hepsi siyaset kanalının açılması noktasında anlaşmışlardır.1968 yılında bu
noktada Adalet Partisi ile bir uzlaşmaya varmışlar. Adalet Partisi de ordu içerisinden almış
olduğu duyumlarla herhangi bir tepki gelmeyeceğini düşünmüş. Daha çok tabii ordunun üst
kademesiyle görüşüyor. Bunu meclise sevk ediyorlar, mecliste geçiyor ama senato
aşamasında geri alıyor, Süleyman Demirel Başbakan olarak geri alıyor. Tabii herkes bundan
çok şaşkınlık duyuyor.
1960’lı yıllarda dikkat çekeceğimiz bir nokta da soldaki gelişmelerdir. Türkiye’de ilk defa
1965 seçimlerinde sosyalist parti, Türkiye İşçi Partisi 15 milletvekiliyle meclise giriyor. O
dönem de almış olduğu oy %3. Tabii TİP’in 15 milletvekili başka herhangi bir partinin 15
milletvekilinden çok daha fazla etki yaratıyor. O dönemki sol fikirlerin kamuoyunda yaygın
bir biçimde tartışılması, mecliste gündeme gelme noktasında önemli işlevler yükleniyorlar.
İşte özellikle dış politika noktasındaki çıkışları Amerika’ya karşı, NATO’ya karşı
emperyalizm, sosyalizm gibi argümanların meclis boyutuna taşınması, o fikirlerin kamuoyu
nezdinde daha çok tartışılmasını gündeme getirmiştir. Tabii 1960’lı yıllar sadece Türkiye’de
değil dünyada da sol hareketin geliştiği yıllardır, bütün o gelişmeler Türkiye’yi de etkiliyor.
Bunun en yakın yansıması üniversitelerde görülüyor işte bir gençlik hareketi oluşuyor.
Türkiye’deki gençlik hareketini yalnızca 1968 hareketlerinin Avrupa’da gelişen özellikle
Fransa’da merkezleşen gençlik hareketlerinin bir yansımasından ibaret görmek biraz eksik
olabilir; çünkü biliyoruz ki 27 Mayıs öncesinde de Türkiye’de bir öğrenci gençlik hareketi
vardır. Bu hareketler oluşmuş, hatta bu ihtilal sürecinde darbe sürecinde de kendilerini
göstermiş hareketler mevcut olup daha sonra 1960’lı yıllarda 27 Mayıs’ın yıldönümlerinde
böyle hareketlenmeler oluyor. Yalnız 1960’lı yıllardaki o sol etki bu hareketin
politikleşmesine ivme kazandırmıştır. Şimdi 1968’e geldiğimizde işte Fransa’da üniversite
işgalleri oluyor, Avrupa’da bu hareketler oluyor. Bunların Türkiye’de yansıması da
Türkiye’deki öğrenci hareketlerinin politikleşmesi oluyor. O dönemde yayınlanmış olan bir
dergide, İstanbul’daki Atatürk Öğrenci Yurdu’nda yapılmış olan bir anketin sonucundan
bahsedilir:
Bu dönemde sol hareket içinde önemli bir yeri olan,1960’tan sonra 27 Mayıs’ta çıkmış olan
Yön Dergisi vardır. Bu, başını Doğan Avcıoğlu’nun çektiği aslında o dönemki aydınların
birçoğunun içerisinde yer aldığı harekettir. Bu Yön Dergisi o dönemki artık Kemalist sol
diyebileceğimiz çizginin oluşumunda önemli bir rol oynuyor. Aynı zamanda sonraki süreçte
ordu içerisinde oluşmuş olan cuntacı eğilimlerin çok önemsediği bir çizgi oluşuyor. Daha
sonra Yön Dergisi bir süre Türk Solu adıyla çıkıyor daha sonra da Devrim adıyla çıkıyor.
Yani 12 Mart hareketi olduğunda 12 Mart Muhtırası verildiğinde Devrim dergisi de çıkıyor.
Bütün bu tabloya baktığımızda gelişen bir sol hareket var, bu hareketin etkisi altına almış
olduğu bir öğrenci gençlik hareketi var, gençlik hareketi var. Aynı zamanda ordu içerisinde
yansımasını bulan bir hareket mevcut. Diğer taraftan milliyetçi hareket oluşmaya başlıyor,
milliyetçi hareket işte ülkücü hareket oluşmaya başlıyor. Ülkücü hareket de artık fiili sahada
görülmeye başlıyor. Komando kampları denilen siyasetin içinde fiili bir güç olarak da
yansıdığını anlayabileceğimiz oluşumlarla ilgili gelişmeler kamuoyuna yansıyor. Diğer
taraftan işte İslami kesim diyebileceğimiz N. Erbakan’ın çıkışı var. Bir taraftan da
Cumhuriyet Halk Partisi’nin ortanın solu politikasını benimsemesi var. Bir tarafta da
parçalanmış olan Adalet Partisi var.
Ordudaki Hareketlenme
Bu dönemde ordunun içerisinde de şöyle tepkiler oluşmaya başlıyor; işte biz 27 Mayıs’ta
bunu başardık, yaptık; ama bir bakıyorlar 1965’te Adalet Partisi yine iktidara geliyor. Aslında
hiç öngörmedikleri bir şey ve aslında Süleyman Demirel Adalet Partisi içerisinde ordunun
daha iyi bakabileceği bir isim çünkü onun karşısında yer alan kişiler biraz daha muhafazakâr
diyebiliriz. O dönem AP’de, ordunun egemen Atatürkçülük anlayışıyla çatışma potansiyeli
daha çok taşıyabilecek isimler vardır Süleyman Demirel ise öyle değildir. İşte batılı eğitim
almış, bürokrat olarak çalışmış hatta kendi partisi içerisinde mason diye nitelendirilmiş bir
kişi. Tabi kendisi bunu sonra reddedecektir.
İşçi Hareketleri
1960’lı 1970’li yılları değerlendirirken Türkiye Tarihi’nde işçi hareketlerinde önemli bir olay
olan 15-16 Haziran 1970 hareketine değinmekte fayda var; çünkü 15-16 Haziran 1970 işçi
hareketleri sonraki dönemde de Türkiye’de benzerine rastladığımız olaylar değildir. İki gün
boyunca Kocaeli-İstanbul havzasında on binlerce kişinin katıldığı gösteriler oluyor. 27
Mayıs’tan sonra ilk defa Kocaeli-İstanbul taraflarında sıkıyönetim ilan edilmek zorunda
kalınıyor. Burada ölen işçiler oluyor askerlerden ölenler oluyor. Tabi bunu şu açıdan
önemsemek lazım, artık 1960’lı yıllarda bir işçi hareketi Türkiye’de var, ciddi bir işçi hareketi
var. O zamana kadar Türk-iş Sendikası vardı ama 1950’de kurulmuştu ve aslında çok da
etkinliği yoktu. 1960’lı yıllarda DİSK’in kurulması, Türkiye’de farklı bir evreyi işaret eder.
DİSK hiçbir zaman Türk-İş’in ulaştığı üye sayısına ulaşmamıştır.1970’e baktığımızda belki
Türk-İş’in üye sayısı onun on katıdır ama etkinlik olarak çok büyük etkinlik göstermiştir.
Özellikle özel sektörde örgütlenmesi itibariyle onu harekete geçirebilme kabiliyeti de yüksek
bir örgütlenme görüyoruz, işte DİSK nedir aslında o dönemin sol hareketin bir yansımasıdır.
Aynı zamanda DİSK’i oluşturanlar Türkiye İşçi Partisi’nin mensuplarıdır. Bu 15-16 Haziran
işçi eylemlerinin oluşumunda da DİSK merkezi roldedir. O dönemde sendikalarla ilgili
çıkarılan bir yasa DİSK’in faaliyetlerini sınırlandırmaya dönük olduğu için onlar harekete
geçiyor ama tabi sonra Türk-İş’e bağlı üyelerin de katılmasıyla geniş bir hareketlenme oluyor.
Bir tarafta sertleşen işçi hareketi, diğer tarafta öğrenci hareketi, Türkiye’deki toplumsal
hareketin gerginleşmesi noktasında roller oynuyor.
Bu noktada işaret edilmesi gereken bir nokta sol hareketteki parçalanmadır. Türkiye İşçi
Partisi 1965’te meclise girdi ve sol hareketin ana omurgasını oluşturdu ama 1969
seçimlerinde yeni bir durum oluştu Türkiye İşçi Partisi oyu düşmemesine rağmen seçim
sistemi değiştiği için sadece iki milletvekili parlamentoya girdi. Ama öncesinde sol hareket
içerisinde sosyalizmin nasıl kurulacağına dair farklı projeler tartışılmaya başlandı. Bir kısmı
TİP’tekiler, parlamenter yolla seçimlere katılarak biz bu iktidara geleceğiz diyerek, böyle bir
siyaset tercih ettiler. Ama özellikle gençlik kesiminde -merkezinde öğrenci gençliği yer
alıyor- farklı eğilimler baş gösterdi. O zaman da Küba Devrimi vardı, Vietnam vardı, Çin
vardı, bütün o etkiler Türkiye’ye gelmiş; artık silahlı bir örgütlenme boyutuna gidiyorlar.
TİP’i yetersiz görüyorlar, TİP’in içerisinden kavgalı diyebileceğimiz bir süreçle ayrılıyorlar,
farklı örgütlenmelere giriyorlar. Bunların oluşturmuş olduğu hareketler, ortamın, yeni
dönemin ruhunu anlamak için aslında bunlara bakmakta fayda vardır; çünkü artık 1965’teki
TİP’in oluşturmuş olduğu hava çok fazla yok. Artık yeni bir şey var yetersiz görülüyor biz
silahlı mücadele yoluyla iktidara varacağız diyorlar. Bu perspektif ortaya konulduktan sonra
tabi öğrenci hareketindeki sertleşme daha da artmıştır artık slogan şudur, “eğitimin
özerkleştirilmesi bilimsel eğitimin ötesinde devrim” sloganları yükseliyor. Üniversiteler işgal
ediliyor ve Türkiye’de fabrikalar işgal edilmeye başlanıyor ve buralarda çatışmalı süreçler
yaşanıyor.
1970’lere geldiğimizde artık ordunun içerisinde örgütlenme bir noktayı aşmıştır. “Artık ne
olacak bu memleketin hali? ” sorusu yerini “ne zaman müdahale edeceğiz? ” sorusuna
bırakmıştır. Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında olsun, ordu üst kademesinin kuvvet
komutanlarının katıldığı toplantılarda olsun bu tartışılmaktadır ve ordunun içerisinde ciddi bir
şekilde sol eğilim vardır. Muhsin Batur’un başında bulunduğu hava kuvvetlerinde generallerin
katıldığı bir toplantıda şöyle bir değerlendirme yapılır: “Türkiye’de sağ tehlikesi vardır.” O
dönem, tabi ülkücü hareketin de oluştuğu, komando kamplarının gündeme geldiği bir
dönemdir. Orada sağ hareketin şöyle tehlikesinden bahsedilir, “Türkiye’de sağı toplum
kolaylıkla kabul edebilir onun için asıl tehlike budur.” Solun ise toplumla buluşabilme
ihtimali bu kadar yüksek değildir bakışı vardır. Bu nedenle sol eğilim ciddi bir şekilde
hissediliyor orduda bu hava kuvvetlerinde biraz daha fazla yaygındır ve kara kuvvetlerinde de
yaygın olup deniz kuvvetlerinde de azımsanmayacak bir düzeydedir. Bunlar kendi içerisinde
örgütlenme faaliyetlerine giriyor.
Örgütlenme sadece ordu içerisindeki subaylardan ibaret değildir, sivil cuntalar da
bulunmaktadır. 27 Mayıs’ı yapan bazı kişiler, Milli Birlik Komitesi üyeleri daha sonra
siyasetin içerisinde devam etmişlerdir. Bunlar da kendilerine bağlı bazı cuntalar
oluşturmuşlardır. Bu cuntalar bazen birlikte, bazen birbirlerine karşı gelerek harekete
geçiyorlar ve bazıları tabi deşifre oluyor. Deşifre olanlar bir noktada bazen hareketin
sallantıya girmesine de neden oluyor ama 1971 yılına girdiğimizde artık Türkiye’de herkes bir
ihtilal bekliyor, Amerika da bir ihtilal bekliyor. 1970’li yılların sonunda Amerika’ya giden
raporlarda şöyle yazar derki: “Türkiye’de ordunun müdahale edeceği yani büyük ihtimalle bu
ordu müdahale edecektir ama bu doğrudan bütünüyle ordunun hâkimiyeti eline alacağı bir
müdahale mi olacaktır? Yoksa ordunun perde gerisinde kalarak yaptırım uygulayarak ya da
böyle bir tertipler göstererek devreye gireceği bir müdahale mi olacaktır?” noktasında
raporlar gitmektedir. 1971 yılına bu ortamdan geliyoruz.
12 Mart tartışılırken, 12 Mart’ın dış boyutu da dikkatle hep gündeme getirilen bir noktadadır.
Yani 12 Mart’ta dış devletlerin müdahalesi nedir? Dış devletlerin müdahalesiyle de özellikle
Amerika işaret edilmektedir. Bu noktada gerek Adalet Partisi kanadından gerekse sol kanattan
Amerika’yı işaret eden değerlendirmeler mevcuttur. İsmail Cem’in değerlendirmesi vardır
derki: “Artık 12 Mart’a Amerika’nın devrede olduğu apaçık ortadadır” Tabi bazı argümanlar
getirerek bunu demektedir. Tabi bu noktada şuna dikkat etmek lazım, 1960’lı yıllarda
Türkiye’nin dış politikasındaki kırılmalara dikkat çekmek gerekiyor. Ne olmuştur 1960’lı
yıllarda? Örneğin bir “Johnson Mektubu” vardır. ABD başkanı Johnson’ın, Başbakanken
İsmet İnönü’ye gönderdiği bir mektup vardır. Mektubun gönderilme sebebi şudur. 1963
yılında Kıbrıs’ta olaylar yaşanmaktadır, Türklerle oradaki Rum yönetimi arasında. Tabi
Türkiye buna garantör devlet olarak müdahale edebileceğine dair konuşmalar yapıyor bunu
bir de gündemine alıyor. Amerika buna müdahale ediyor. Johnson mektubunda derki; “Siz
Kıbrıs’a müdahaleniz sırasında bizim size verdiğimiz silahları kullanamazsınız” ve şunu
gündeme getirir, “SSCB’nin size müdahale etmesi durumunda Amerika size yardım
etmeyecektir.” Şimdi bu Türkiye politikası için çok önemli bir noktadadır. İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra Türkiye, bütün dış politikasını NATO’ya katılmak üzere kurmuştur. Bir
tarafta Sovyet tehdidi vardır, Sovyet tehdidine karşı NATO şemsiyesi altında kendimize
güvence arıyoruz. Bütün dış politika 1950’li yıllarda böyledir. 27 Mayıs olduğunda biz
NATO’ya bağlıyız diye açıklama yapar. Tabi böyle bir mektubun gelmesi Türkiye’de önemli
bir tepki yaratıyor. Hatta İsmet İnönü o dönemki konuşmasında derki, “Yeni bir dünya
kurulur, Türkiye de o dünya da yerini alacaktır.” Yalnız bu mektubun kamuoyuna yansıması
1966’dır, mektubun geldiği tarih 1964, kamuoyuna yansıması 1966’dır. Mektubun şöyle bir
fonksiyonu olmuştur. O dönem sol kesimin dillendirmiş olduğu emperyalizm gibi
argümanlara bir somutluk kazandırmış, temel kazandırmıştır.
Bir başka nokta haşhaş meselesidir. Amerika’nın gündeminde o dönemde çok önemli bir yer
tutmaktadır haşhaş; gerek Vietnam’da çatışan askerler olsun, gerek Amerikan gençliği
içerisinde haşhaş çok yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Bunun Amerika’ya gidiş
noktalarından biri olarak da Türkiye görülmektedir. Bu Amerika’nın Türkiye ile yapmış
olduğu görüşmelerde sürekli gündeme geliyor; bunun yasaklanması isteniyor ve Türkiye
süreç içerisinde aslında haşhaş ekilen yerlerde bir sınırlandırmaya gidiyor. Bunun sayısını
dörde kadar düşürüyorlar. Hatta Afyon dışında yasaklanması noktasında bir eğilim veriliyor
ama Amerika onu kabul etmiyor ve çok önemsiyor. Bu noktada da bir sıkıntı yaşanıyor
Genel Ortadoğu denkleminde Türkiye’nin işte biraz daha Ortadoğu ülkelerini dikkate alan ve
SSCB ile biraz daha yakın ilişkiye yönelmesi aynı zamanda haşhaş meselesi bağlamında Türk
dış politikasının Amerika ile bir tezatlık içerisine girdiği noktasında bir değerlendirme
yapılmaktadır. Diğer taraftan sol kesimin Amerika’nın rolü konusunda ise Amerika’ya biçtiği
rol konusunda ise tabi şöyle değerlendirme yapılıyor; “Amerika sola karşıdır, solu engellemek
için bir askeri müdahaleyi devreye koymuştur” türüyle yaklaşmaktadır ama şunu
özetleyebiliriz, gerek solda gerek sağda Amerika 12 Mart’ta bir faktör olarak
değerlendirmelere konu edilmiştir.
1971 yılına girdiğimizde askerlerin siyasetle ilişkisi o kadar gündemdedir ki, örneğin 12
Mart’tan günler öncesinde 4 Mart’ta önce Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç bütün üst
rütbeli subayları toplar, Ankara’da konuşur. Ordunun politikaya girmemesini, bir ihtilal
yapılmamasını ister, bunları gündeme getirir, konuşur. Tabi şunu değerlendirmekte fayda
vardır; ordunun üst kademesindeki görüş farklılığını dikkate almak gerekiyor. O zamanki
Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, ihtilale mesafeli yaklaşan bir kişi, karşıt bir kişi
diyebiliriz. Onun kaygısı şudur, Türkiye’de olacak askeri bir darbe sol eğilimli olacaktır ki bu
zaten söylenmektedir, Tağmaç, herhangi bir darbe olmaz, bu mutlaka ideolojik bir sol darbe
olacaktır değerlendirmesi içerisindedir. Yalnız 12 Mart 1971’e gelindiğinde aslında bu
muhtırayı verirken şartların dayatmış olduğu bir noktadadır, artık o derecedir ki 9 Mart
1971’de muhtıradan sadece üç gün önce bir toplantı yapılır. Bu toplantıya katılanlar Kara
Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’dur ve birçok
asker, subay, general… Bunların gündemindeki konu şudur “Ne zaman müdahale edeceğiz?”
Yani Faruk Gürler’in düğmeye basmasını bekliyorlar ve müdahale edecekler. O günkü
toplantıda Faruk Gürler’in biraz geri durması nedeniyle bu devre dışı kalmıştır. Tarihimizde 9
Mart Hareketi dediğimiz olay budur. O hareketin içerisindeki esas kadro aslında Memduh
Tağmaç’ın ya da daha öncesinde Türkiye siyasetinde tartışılan o sol darbe diyebileceğimiz
hareketin esası oradadır. Eğer orada öyle bir şey çıkmış olsaydı tam da beklenen hareket o
olacaktı. 9 Mart 1971 tarihindeki toplantı böylece 9 Mart’çıların hedeflediği bir müdahaleyle
sonuçlanmadıktan sonra artık yeni bir aşamada üst komuta kademesinin inisiyatifi ele aldığını
görüyoruz. Bu da 12 Mart 1971 tarihinde muhtıranın yayınlanmasıdır.
Sorular
a. Demokrat Parti
b. Cumhuriyet Halk Partisi
c. Millet Partisi
d. Serbest Cumhuriyet Partisi
e. Adalet Partisi
4. 1970’te iş kanunu ve işçi haklarıyla ilgili tasarıya karşı gelişen tepkiler aşağıdakilerden
hangisine neden olmuştur?
a. “Kanlı Pazar” Olayı
b. Güven Partisi’nin kurulması
c. Cumhuriyet Halk Partisi’nin ortanın soluna geçmesi
d. 15-16 Haziran Olayları
e. Talat Aydemir’in darbe girişimleri
a. MİSK
b. DİSK
c. Türk-İş
d. Hak-İş
e. Öz-İş
Cevap Anahtarı: