Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 3

Bu soruyu sorduk mu, hukuk alanına gireriz.

Davranışımız/davranışlarımızla kendimiz ile hukukun


hakkın öznesi olarak tanımladığı bir ‘kişi’ ile ya da kişi tanımı dışında kalan ve evrende somut olarak
var olan bir ‘şey’ (eşya) ile ilişki kurarız. Hukuk bazı ilişkilerin kurulmasını yasaklar. Örneğin bir ‘kişiyi’
öldürürseniz onunla ilişki kurarsınız ama bu ilişkinin kurulması yasaktır; yani bu ilişkiyi kurmamanız, o
kişiyi öldürmemeniz gerekir. Tarihi eserin duvarını yıkarsanız tarihi eserin duvarı (‘şey’) ile ilişki
kurarsınız, ama bu ilişki yasaktır; yani bu ilişkiyi kurmamanız, tarihi eserin duvarını yıkmamanız
gerekir. Sonuçta kurulması yasaklanmış bir ilişkiyi kuran davranışınız nedeniyle cezalandırılırsınız.
Verdiğim örnekler sıradan, basit örnekler; ama hukukun kendisi o kadar basit değildir. Bir kere, ilişki
kurmaktan söz edildiğinde, ilişki kurulan varlığın hukukun hakkın öznesi olarak kabul ettiği ‘kişi’ ya da
hukukun kişi dışında hakkın konusu olarak tanımladığı ve evrende somut olarak var olan bir ‘eşya’
(şey) olması gerekir. Eğer ‘kişi’ olarak tanımlanmamış bir kurgusal varlığı, örneğin embriyoyu ya da
‘yapay zekayı’ hak sahibi kılan veya ‘kişi’ olarak tanımlanmamış bir kurgusal varlıkla ya da evrende
somut olarak var olmayan bir varlıkla, örneğin toplumun hassasiyetleri, inançlar, hatıralar, egemenlik,
milli birlik vb. ilişki kuran bir düzenleme varsa, bu düzenlemeler hukuk dışıdır. Ayrıca cezalandırılmak
istenen davranışın kurulması yasaklanmış bir ilişkiyi somut olarak kurmuş olması gerekir. Örneğin
kurulması düşünülebilecek, mutasavver ama kurulmamış bir ilişkiye yönelik olan; ilişkinin kurulması
bakımında acil, güncel ve mevcut bir tehlike içeren eylem oluşturmayan; propaganda gibi bizzat
ilişkiyi kurmayan veya iltibas gibi uyduruk ya da özendirmek gibi etkisiz kavramlarla tanımlanan
davranışların cezalandırılması da hukuk alanı dışındadır. Üstelik ilişkiyi kuran davranışı ya da o
davranışla ilişkinin kurulduğunu kanıtlamak için baş vurulacak deliller de, örneğin evdeki kitap, atılan
tweet, üzerinde bulunan broşür, bilgisayarında sakladığı belgeler ve bunlar gibi “üç korner bir penaltı
eder” kabilinden mahalle arsası sahasında küçükler arası futbol maçı kuralları da hukukun uygulama
alanı dışındadır. Bitmedi; yargı … tamam, tamam uzatmayalım; ama şunları da unutmayalım; yargının
örgütlenmesinde özerk bir adli tıp (adli polis), özerk bir yazı işleri müdürlüğü yapılandırılmadıkça
güvenilir ceza yargılamasından söz edilemez.

Ayrıca; sanık, hakkında verilen mahkumiyet kararı kesinleşinceye kadar masumdur. Yani suç
işlememiş sayılır. Suç işlememiş kişinin özgürlüğünü kaldıramazsınız; onu tutuklayamazsınız. Bir
kişinin tutuklanmazsa işlemeye başladığı suçu sonlandıracağı ya da bir başka suç işleyeceği konusunda
güçlü deliller varsa o kişi ancak o zaman ve kısa bir süre için (örneğin en çok altı ay süreyle)
tutuklanabilir. Kaçacaksa? Kaçırmayın! Kaçarsa yakalayın! Yakalayamıyorsanız, istifa edin! Delilleri yok
edecekse? Ettirmeyin! Delilleri toplamadan soruşturma başlatmayın! Bunları yapamıyorsanız istifa
edin! Özgürlüğü sınırlamayın, özgürlüğü sınırlamaya kalkmayın!

Ben yıllar oluyor, hukuktan istifa ettim; hukuk artık yok diye istifa ettim. Olmayan bir şey sanki varmış
gibi yazamıyorum, yazmak da istemiyorum. Tutuklama bakımından tutuklanan kişiler arasında veya
tutuklama kararı verilen suçlar arasında eşitlik talebi adaletsizliği giderecek çözüm gibi algılanmaya
başlamışsa: ya da düşünce özgürlüğü savunulurken bu düşünce beyanında propaganda yok, şu
düşünce şiddet içermiyor diye savunma yapılıyorsa ya da nefret içeriyor diye bir düşünce
açıklamasının suç sayılması isteniyorsa hukuka, özellikle özgürlüğe oldukça uzaktayız demektir.

Yazmam istendi, yazdım. Başka ne diyebilirim ki?


Cumhuriyetten bu yana bir parçası olarak benimsediğimiz, öğrenip öğrettiğimiz, yıllar boyu üretmeye,
geliştirmeye, daha ileriye götürmeye çalıştığımız, çaba gösterdiğimiz günümüz hukuk anlayışının
temelinde özetle şu tanıma uygun düşen kurgu bulunuyor: ‘Hukuk, toplumsal yaşamda kurulan
ilişkileri düzenleyen kuralların bütünsel sistematiğidir’. Bu tanımda ‘toplumsal ilişkiler’ sadece
insanların kurduğu ilişkileri anlatmaz. Canlı, cansız her türün kendi bireyleri arasında her an yeniden
gelişerek, biçim değiştirerek, şu ya da bu nedenle özünden değişerek veya dönüşerek ya da sona
ererek kurulan ilişkileri ve bu ilişkiler yanı sıra bunlarla başka türlerin bireyleri arasında kurulan yine
her an yeniden gelişerek, biçim değiştirerek ya da şu ya da bu nedenle değişerek veya dönüşerek ya
da sona ererek kurulan ilişkilerin tümünü anlatır.

Özetle, toplumsal ilişki kavramı sadece insanın ya da insan bireylerinin kendi aralarında kurdukları
ilişkileri ele almaz; hatta, hukuk insanı toplumsal ilişkinin öznesi olarak dahi anmaz.

Hukuk, toplumsal yaşamda, hukukun ‘kişi’ ve ‘eşya olarak tanımladığı varlıklar arasında kurulan ve bir
kurala bağlanmasına ihtiyaç duyulan ilişkileri düzenler. Kişi, kurulan ilişkide, o ilişki çerçevesinde bir
şeyi yapma ya da yapmama, üçüncü kişiden bir şeyi yapmasını ya da yapmamasını talep edebilme
yetisine sahip olduğu varsayılan varlıktır. Yani kurgusaldır: Kişi doğada var olabilir, olmayabilir, doğada
varsa gerçek kişidir, doğada yoksa tüzel kişidir. Hukuk, kişi olarak tanımladığı varlıların ilişki
çerçevesindeki taleplerini (ki, hukuk buna hak talebi der) meşru bulursa kendi sistematiği içinde
düzenler (ki, hukuk meşruiyeti kabullenilerek düzenlenmiş talepleri hak kategorisiyle tanımlar). Kişi
toplumsal ilişkinin öznesidir, dolayısıyla hukukun ve hakkın da öznesidir. Eşya ise hukukun
belirlemediği, sadece hukuki olarak isimlendirdiği ve evrende somut olarak var olan, yani kurgusal
olmayan, kişi olarak tanımlanmamış tüm canlı-cansız varlıkları ifade eder.

Özetle hukuk, toplumsal yaşamda kişi ile kişi ya da kişi ile eşya arasındaki ilişkileri düzenler; hukuk
eşya ile eşya arasında kurulan ilişkiye el atmaz, çünkü eşya hukuk kapsamında ilişkinin öznesi değildir,
dolayısıyla hukukun da hakkın da öznesi olamaz.

Yargı ise hukukun kendisi değildir. Yargı hukukun uzantısı örgütlü bir yapıdır.

Toplumsal yaşamda kurulan ilişkilerde, bu ilişkinin tarafı/tarafları (kişi/kişiler) arasındaki ilişkiyi


düzenleyen kurala aykırılık olduğu ileri sürülürse, ortaya çıkan uyuşmazlığı yargı çözer. Yargılama
faaliyeti uyuşmazlıkta doğruyu/yanlışı saptamaya yönelik değildir. Yargılama faaliyetinin amacı ilişkide
uyuşmazlığın çıktığı anın gerçek halini belirlemek, çözünürlüğü yüksek fotoğrafını çekmek, yani maddi
gerçeğin ne olduğunu saptamaktır. Nasıl ki bilim insanları evrenin sırları dediğimiz maddi gerçekliği
bulabilmek için en sofistike araçları kullanıyorlarsa, yargısal faaliyette de maddi gerçeğe ulaşabilmek
için en etkin ‘deliller’ kullanılır. Bu nedenle, yargının kuruluşunun, yapısının, işleyişinin, yargılama
faaliyetini kimlerin yürüteceğinin ve bunların işlevlerinin, yetkilerinin, uymaları gereken mesleki
davranış kurallarının neler olduğu gibi konuların tasarlanması ve örgütlü olarak kurumsallaştırılması,
sonuçta maddi gerçeğe ulaşılıp uzlaşmazlığın çözülmesi ve delil sistemi apayrı bir sürecin ifadesidir.
Yargı, hukukun kendisi olmasa da içinde yaşadığımız toplumsal yapıda hukukun kaçınılmaz uzantısıdır.
Kısaca, yargı hukuk alanında toplumsal ilişkileri düzenleyen hukuk kuralları ile bağlıdır; hukuk alanının,
hukukun bilimsel düşüncesi dışına çıkamaz. Yani yargı, kendisini hukukun özüymüş gibi bir konuma
yerleştiremez. Bunu söylerken yargının hukukun gelişmesindeki rolünü inkar etmeye kalktığım
sanılmasın. Yargının uzantısı olduğu hukukun gelişmesindeki yaratıcılığı asla göz ardı edilemez.
Söylemek istediğim, yargının hukukun özü olmayıp uzantısı olduğudur ve bu nedenle yargının hukuku
geliştiren yaratıcılığını hukukun bilimsel düşüncesinin ışığında, bu ışığı karartmadan, hukuksal
anlamda bir sanata dönüştürmesi gerektiğidir.

You might also like