YÜCEL SAYMAN MAKALE

You might also like

Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 7

Yargı ve adalet: Sınıfsallık

Ben hukuku “Toplumsal yaşamda kurulan ilişkilerin sistematik bütünselliği” diye tanımlarım.
Hukukun kendine özgü bilimsel düşüncesini bu tanımın tarihsel/kültürel tahlilinde bulurum.
Hukukun bilimsel düşüncesinde adalet kavramının yeri yoktur. Sınıfsal tahlil yapılırken bile
adalet anlayışı diye ayırt edici/belirleyici bir ölçüt ileri sürülemez; farklı bir toplumsal
yapılanma mücadelesindeki dinamizmi bu, cazibeliymiş gibi görünen ama içeriği boş ve
anlamsızlığı aşikar kavramın ölçüte dönüştürmüş halinde arama çabası iyi niyetlileri tuzağa
düşürür, o kadar…
Ben yargıyı “Adalete erişebilme sürecinin örgütlenmiş halidir” diye tanımlarım. “Hukukun
bilimsel düşüncesinde adalet kavramının yeri yoktur” deyip hemen ardından “Yargı adalete
erişebilme sürecinin örgütlenmiş halidir” demekle çelişkiye düşmüş olmuyor muyum?
Hukuk kuralının oluşma sürecinde adalet kavramının bir ölçüt olarak yeri yoktur. Buna
karşılık, içeriği ne olursa olsun kural uygulanırken kuralın düzenlediği ilişkinin tarafları
arasında uyuşmazlık çıkarsa tarafların tüm hukuka aykırılık iddialarını/karşı iddialarını,
savunmalarını, delillerini özgürce, eşit koşullarda, aynı olanaklardan yararlanarak ve hiçbir
engelle karşılamadan sunabildikleri, tartışabildikleri bir sürecin örgütlenmesi, yani yargının
yapılandırılması ve işleyişi somut bir içerik kazandırılan adalet kavramıyla ilişkilendirilebilir.
Burada adalet kavramı uyuşmazlığın çıktığı kuralı ya da yargıcın verdiği kararı değerlendiren
bir ölçüt değildir: Yargı söz konusu olduğunda adalet kavramı hangi hukuk kuralı olursa olsun
çıkan uyuşmazlığın taraflarını sonuçta tatmin edebilecek objektif, tarafsız bir çözüme
ulaşabilme sürecinin örgütlenmesini ifade eder. Yargıda adalet kavramı nitelik değerlendiren
bir ölçüt olarak kullanılmaz, taraflar arasında çıkan bir uyuşmazlıkta, sonuçta tarafları ikna ve
tatmin edeceği varsayılan çözüm sürecini örgütleyen mekanizmanın meşruiyetini vurgular.
“Adalete erişme” söylemiyle uyuşmazlığı çözecek olan çözüm sürecini örgütleyen
mekanizmanın kendisi tartışmaya açılır.
Özetle, “hukuk” toplumsal ilişkileri düzenleyen kuralları konu edinir; “yargının” işlevi ise
kurallar uygulanırken ilişkinin tarafları arasında çıkan uyuşmazlıkları, tarafları çözümden ikna
ve tatmin olabilecekleri bir sonuca ulaştıracağı varsayılan çözüm sürecinin örgütlenmesidir.
Yargı hukukun özü değil, uzantısıdır. Yargı, hukuk kuralının uygulamasında taraflar arasında
uyuşmazlık çıktığında devreye girer; yargı yeni bir hukuk kuralı üretmez, uyuşmazlığın
uyuşmazlık çıktığı andaki halini, yani maddi gerçeğin “Yüksek çözünürlü fotoğrafını çeker” ve
elde ettiği veriler ışığında uyuşmazlığın, uyuşmazlığın çıktığı hukuk kuralının öngördüğü
çözümle sonuçlanmasını sağlar.
Yargıyı sınıfsal açıdan değerlendirirken özellikle iki nokta önem kazanır:
Bir hukuk kuralının uygulanması sırasında çıkan uyuşmazlığın çözüm sürecini örgütleyen
mekanizma, yani yargı örgütlenmesi ve işleyişi kapitalist ve sosyalist toplumlarda farklılaşır
mı farklılaşmaz mı? Farklılaşırsa neden ve nasıl farklılaşır?
Kapitalizm söz konusu olduğunda, devlet yargısı devletin devamlılığını esas alır ve
mükemmelleşerek sonsuzlaşacağı varsayılan bir temelde örgütlenir. Sosyalizm söz konusu
olduğunda ise devlet yargısı devletin sönümleneceği geçiş dönemini, yani devletin bekasını
değil sönümlenmesini esas alır, devletin ve devlet yargısının mevcut olmayacağı toplumsal
yapıda çıkacak uyuşmazlıkların çözümüne yönelik süreçleri üretebilecek biçimde tasarlanır.
Sınıfsal irdelemelerde yargı ve adalet konusu bu temelde ele alınırsa tartışmaların yaratıcı
olacağını düşünüyorum.

Hukuk bilimsel düşüncenin ürünüdür


Yıllar oluyor, hukuktan istifa ettim. Hukuktan istifa etmemin nedeni, toplumsal yaşamdaki
ilişkileri hukuk alanında düzenleyen yasalar oluşturulur, değiştirilir ve yorumlanırken
hukukun kendine özgü bilimsel düşüncesinin dışına çıkmayı ‘itiyat’, hatta ‘meslek haline
getirmeyi’ meşrulaştıran siyasi ortamın geri dönülmez biçimde yerleşmeye başlamış
olmasıydı. Önerilen, yasalaştırılan, ‘öyle olmadı, böyle olsun’ diye sıkça değiştirilen ya da
belirli yorumlarla biçimlendirilen kuralları bilimsel düşüncenin ışığında irdeleyebilmenin
zemini kalkıyordu. Tartışabilmek için hukukun temelindeki bilimsel düşünceye elveda demek
gerekiyordu; kendime ‘ben hukukçuyum, hukuk olmayanı hukukmuş gibi tartışamam’ dedim
ve hukukçu olmaktan değil, bilimsel düşünceyle bağdaşmayan ‘yeni, garip hukuktan’ istifa
ettim.
Cumhuriyetten bu yana bir parçası olarak benimsediğimiz, öğrenip öğrettiğimiz, yıllar boyu
üretmeye, geliştirmeye, daha ileriye götürmeye çalıştığımız, çaba gösterdiğimiz günümüz
hukuk anlayışının temelinde özetle şu tanıma uygun düşen kurgu bulunuyor: ‘Hukuk,
toplumsal yaşamda kurulan ilişkileri düzenleyen kuralların bütünsel sistematiğidir’. Bu
tanımda ‘toplumsal ilişkiler’ sadece insanların kurduğu ilişkileri anlatmaz. Canlı, cansız her
türün kendi bireyleri arasında her an yeniden gelişerek, biçim değiştirerek, şu ya da bu
nedenle özünden değişerek veya dönüşerek ya da sona ererek kurulan ilişkileri ve bu ilişkiler
yanı sıra bunlarla başka türlerin bireyleri arasında kurulan yine her an yeniden gelişerek,
biçim değiştirerek ya da şu ya da bu nedenle değişerek veya dönüşerek ya da sona ererek
kurulan ilişkilerin tümünü anlatır.
Özetle, toplumsal ilişki kavramı sadece insanın ya da insan bireylerinin kendi aralarında
kurdukları ilişkileri ele almaz; hatta, hukuk insanı toplumsal ilişkinin öznesi olarak dahi
anmaz.
Hukuk, toplumsal yaşamda, hukukun ‘kişi’ ve ‘eşya olarak tanımladığı varlıklar arasında
kurulan ve bir kurala bağlanmasına ihtiyaç duyulan ilişkileri düzenler. Kişi, kurulan ilişkide, o
ilişki çerçevesinde bir şeyi yapma ya da yapmama, üçüncü kişiden bir şeyi yapmasını ya da
yapmamasını talep edebilme yetisine sahip olduğu varsayılan varlıktır. Yani kurgusaldır: Kişi
doğada var olabilir, olmayabilir, doğada varsa gerçek kişidir, doğada yoksa tüzel kişidir.
Hukuk, kişi olarak tanımladığı varlıların ilişki çerçevesindeki taleplerini (ki, hukuk buna hak
talebi der) meşru bulursa kendi sistematiği içinde düzenler (ki, hukuk meşruiyeti
kabullenilerek düzenlenmiş talepleri hak kategorisiyle tanımlar). Kişi toplumsal ilişkinin
öznesidir, dolayısıyla hukukun ve hakkın da öznesidir. Eşya ise hukukun belirlemediği, sadece
hukuki olarak isimlendirdiği ve evrende somut olarak var olan, yani kurgusal olmayan, kişi
olarak tanımlanmamış tüm canlı-cansız varlıkları ifade eder.
Özetle hukuk, toplumsal yaşamda kişi ile kişi ya da kişi ile eşya arasındaki ilişkileri düzenler;
hukuk eşya ile eşya arasında kurulan ilişkiye el atmaz, çünkü eşya hukuk kapsamında ilişkinin
öznesi değildir, dolayısıyla hukukun da hakkın da öznesi olamaz.
Yargı ise hukukun kendisi değildir. Yargı hukukun uzantısı örgütlü bir yapıdır.
Toplumsal yaşamda kurulan ilişkilerde, bu ilişkinin tarafı/tarafları (kişi/kişiler) arasındaki
ilişkiyi düzenleyen kurala aykırılık olduğu ileri sürülürse, ortaya çıkan uyuşmazlığı yargı çözer.
Yargılama faaliyeti uyuşmazlıkta doğruyu/yanlışı saptamaya yönelik değildir. Yargılama
faaliyetinin amacı ilişkide uyuşmazlığın çıktığı anın gerçek halini belirlemek, çözünürlüğü
yüksek fotoğrafını çekmek, yani maddi gerçeğin ne olduğunu saptamaktır. Nasıl ki bilim
insanları evrenin sırları dediğimiz maddi gerçekliği bulabilmek için en sofistike araçları
kullanıyorlarsa, yargısal faaliyette de maddi gerçeğe ulaşabilmek için en etkin ‘deliller’
kullanılır.
Bu nedenle, yargının kuruluşunun, yapısının, işleyişinin, yargılama faaliyetini kimlerin
yürüteceğinin ve bunların işlevlerinin, yetkilerinin, uymaları gereken mesleki davranış
kurallarının neler olduğu gibi konuların tasarlanması ve örgütlü olarak kurumsallaştırılması,
sonuçta maddi gerçeğe ulaşılıp uzlaşmazlığın çözülmesi ve delil sistemi apayrı bir sürecin
ifadesidir. Yargı, hukukun kendisi olmasa da içinde yaşadığımız toplumsal yapıda hukukun
kaçınılmaz uzantısıdır.
Kısaca, yargı hukuk alanında toplumsal ilişkileri düzenleyen hukuk kuralları ile bağlıdır; hukuk
alanının, hukukun bilimsel düşüncesi dışına çıkamaz. Yani yargı, kendisini hukukun özüymüş
gibi bir konuma yerleştiremez. Bunu söylerken yargının hukukun gelişmesindeki rolünü inkar
etmeye kalktığım sanılmasın. Yargının uzantısı olduğu hukukun gelişmesindeki yaratıcılığı asla
göz ardı edilemez. Söylemek istediğim, yargının hukukun özü olmayıp uzantısı olduğudur ve
bu nedenle yargının hukuku geliştiren yaratıcılığını hukukun bilimsel düşüncesinin ışığında,
bu ışığı karartmadan, hukuksal anlamda bir sanata dönüştürmesi gerektiğidir.
Hem hukuktan istifa ettim, hem bunları yazıyorum. Neden?
Çünkü siyasi gündemimizde ‘yargı reformu’ konusu öne çıktı. Ancak bana hukuktan istifamı
unutturan yargı reformunun cazibesi olmadı. Beni hukuktan istifa etmiş olmama rağmen bu
yazıyı yazmaya iten saik, hala özenle geliştirmeye çalıştığım hukukçu kimliğimin hukuki isyanı
oldu.
Hakimler Savcılar Kurulu Başkan Vekili sıfatını da taşıyan Kurul’un ikinci daire başkanı,
yargıçları ve savcıları savunurken şunları söyledi: “(…) fedakâr hakim ve savcıların, hakimlik
edebine, ilmine, adalete bağlılığına, kul hakkına gösterdikleri titizliğe inancım ve güvenim
tamdır”. “(…) Türk hakim ve savcıları inancının emri ile ve hür vicdanı ile görev yapan fedakâr
vatan evlatlarıdır”.
Bu söylem içeriğiyle hukukun bilimsel düşüncesinin dışına çıkıp, uzağında kalsaydı bu yazıyı
yazmazdım. Söylem içeriğiyle hukukun bilimsel düşüncesini yok saymakla kalmıyor, bu
bilimsel düşünceyi yıkıyor, yerine bir başka ‘anlayışı’ ikame etmenin yollarını döşüyor.
Öncelikle, yargıç hukuk kurallarının düzenlemeleri dışına çıkıp, bu kuralların yerine kendine
göre uygun bulduğu bir kuralı koyamaz. Hukuk kurallarımız arasında, ‘kul hakkı’ diye
adlandırmış bir hukuk kategorisi içinde ele alınan hak çeşidi bulunmamaktadır.
Üstelik, ‘kul hakkı’ İslam’a ait bir kavramdır ve ‘kullar arasındaki’ ilişkiyi düzenler. Kul
insandır; oysa hukuk insanlar arasındaki ilişkileri değil, kişilerin (kurgusal varlıklar) kendi
aralarında ya da eşya (evrende somut olarak var olan varlıklar) ile kurdukları ilişkileri
düzenler. Özetle, kul hakkı hukukumuza ait bir kavram değildir, hukukun bilimsel düşüncesi
ile de bağdaşmaz. Yani bir yargıcın ‘kul hakkına gösterdiği titizlik’ hukukun yer vermediği,
hatta uygun görmeyeceği bir titizliktir; yargının, yargılama faaliyetiyle maddi gerçeğe ulaşma
işleviyle bağdaşmayan bir düşünce tarzıdır.
“Hakimlik edebi” adı altında yargıcın sahip olması gereken nitelikleri hukuk dünyamıza
sokamazsınız; yargıcın davranışlarını belirleyen kurallar ‘meslek kuralları-deontoloji’ ve ‘etik
kurallardır’ ve bu kurallar esas olarak yargıç ve savcılar ya da onların meslek örgütleri
(dernek-sendika) tarafından tartışılarak oluşturulur.
“Hakimlerin ilmi” kavramı yargı açısından bir anlam taşımaz. Yargıcın bilimselliği onun
hukukun bilimsel düşüncesiyle bağdaşmasını zorunlu kılar. Hukukun bilimsel düşüncesiyle
‘ilim’ yana yana gelmez.
Yargıçlar ve savcılar “inançlarının emri” ile hareket etmezler. Aksine, yargı sistemimiz
yargıçların ve savcıların ‘inançlarını bir kenara bırakarak’, ilişkideki uyuşmazlık anı fotoğrafını
çekip maddi gerçeği saptaması ve bu gerçeğe uygun yasal düzenlemeyi hukukun yorum
yöntemleriyle zenginleştirerek uygulaması temelinde kurulmuştur. Yargıçların ve savcıların
‘inançlarının emri ile hareket etmeleri’ yargı sistemimizi tehdit eden bir anlayışın ürünüdür.
Yargı reformu tartışılırken, reformun hukukun bilimsel düşüncesi içerisinde ele alınmaması
ihtimali yanı sıra reformun hukuk sistemimizin yerine bir başka anlayışa güç kazandırması
olasılığı beni tedirgin etti.
“Hakim ve savcıların inançlarının emri ile hareket etmesi”, “hakimlerin kul hakkına titizlik
göstermesi’, ’hakimlik edebi’, ‘hakimlerin ilmi’ söylemleri din kuralları temelinde
kurgulanarak yapılandırılmış bir yargı sisteminde anlam kazanır.
Olur mu? Olmaz olmaz demeyin olur! O zaman hukuktan istifa etmem anlamsızlaşır,
hukukçuluğum da yokluğa düşer. Hukukçu olduğumu düşünmeseydim bu yazıyı yazmazdım…

Hukuk bilim değildir ama bilimsel düşüncenin ürünüdür


Konuya bir de şöyle yaklaşabilirsiniz: “Hukuk bilim değildir ama bilimsel düşüncenin
ürünüdür” dersiniz, hukuku savunursunuz; uyulması istenilen kuralın meşruiyetini “yetkim,
makamım var ben ne söylersem o hukuk olur, n’olmuş yani? itiraz mı ediyorsun?”
düşüncesine dayandıran ve böylece ‘hukuk’la ‘emirname kurallar düzeni’ arasında ayniyet
kuran zihniyeti, hele o zihniyeti iktidar içselleştirmişse sorgular, yaşanılan toplumsal yapıyı
irdelersiniz.
Evrende var olan her tür kendi türünün ‘canlılığını’ tür bireylerinin birbirleriyle ve en
yakınındakilerden başlayarak başka türden varlıklarla kurduğu ilişkiler sürecinde sürdürdüğü
toplumsallıkla sağlar. Bu toplumsallık biyolojik toplumsallıktır; biyolojik toplumsallık
tanımlamasıyla tasarımı milyarca yıllık evrim sürecinin biyolojik belirlemesinde genetik
kurgulanan ‘canlılığı’ ifade etmek istiyorum. Bilindiği kadarıyla, ‘canlılığı’ biyolojik de olsa
toplumsallığını kendi bizzat kurgulayabilme yetisine sahip olan tek varlık –şimdilik- sapiens
insandır. İnsan türünün toplumsallığını ‘toplumsal toplumsallık’ diye de ifade edebiliriz.
İnsan türü bireyleri ‘birlikte yaşama’ kurgusunu (tarihsel/toplumsal süreçte gelişen) sosyo-
ekonomik bir oluşumun toplumsal düzeni/düzenlemeleri çerçevesinde tasarlarlar ve
tasarımlarının uygulamasındaki ve süregitmesindeki güvenceyi, güvenliği sağladığına
inandıkları (ve inandırdıkları) en uygun siyasi örgütlenmeyi –yani devlet yapısını- kurarlar.
Günümüz açısından, kapitalizm diye tanımladığımız sosyo-ekonomik oluşumun canlılığını
sağlayan ana unsur ‘üretim araçları ve kaynaklar üzerindeki özel mülkiyet’dir. Ve özel
mülkiyette varsayılan kutsallığı, değişmezliği, özel mülkiyetin ortadan kaldırılmamasındaki
toplumsal zorunluluğu sorgulamanın önünü almayı sağlayacak önlemlerle süslendirilmiş,
kapitalist sisteme özgülenmiş birbirinden farklı yığınla ‘birlikte yaşama’ kurgusu, toplumsal
düzen ve düzenleme tasarımı ve bu tasarımlara uygun siyasi örgütlenme –devlet- biçimleri
vardır. Kapitalizm nam sosyo-ekonomik oluşumun, bu oluşumdaki sonsuzluğa inanan ya da
sonsuzlukta kendini iyi, mutlu ne denirse densin öyle hisseden, sonsuzluğu benimseyen,
seçen, savunan en özgürlükçü-demokrat-liberal düşünürleri önerilen söz konusu toplumsal
kurguları ve devlet biçimlerini kapitalist sistemin verileriyle değerlendirirler; önerileri bireye
sağladıkları ve özgürce kullanmalarına olanak verdikleri özgürlük standardı açısından
irdelerler.
Sistemin özgürlüklere yaklaşımını en olumludan, yani özgürlükçü-demokratik içeriklerindeki
en özgürlükçü olanından başlayıp en olumsuza doğru yol alan çizgide geriye doğru giderek,
yani daha az, biraz daha az özgürlükçü, az otoriter, otoriter, despotik, faşizmin sınırında,
neredeyse faşizm, koyu faşizm olanına varana kadar özenle çözümlerler. Bu zihinsel faaliyet
özgürlük/güvenlik çelişkisine ve çekişmesine aktarıldığında, özgürlük alanında güvenliğe yer
vermeyen olumlulukla güvenlik alanında özgürlüğe yer vermeyen olumsuzluk arasında
toplumsal boyuttaki ölçütleri kademelendirilir, derecelendirilir, denge ve dengeleme
girişimleri özgürlük değerleri açısından değerlendirilir.
Özetle, kapitalist sosyo-ekonomik oluşumun temeli, yani alt yapısı sorgulanmaz, alt yapının
sonsuzluğunu sağlayacağına inanılan üst yapı kurguları ve bu kurguların alt yapıyla olası
etkileşimi irdelenir.
Hukuk alanına da kapitalizm denen sosyo-ekonomik oluşumun verileriyle yaklaştığımızda
şöyle düşünebiliriz:
Hukuk toplumsal yaşamda kurulan türlü çeşitli ilişkiyi –öyle olduğu teorik düzeyde açıkça
söylenmese de- ‘insanı’ ve onun çıkarlarını, ona faydalı olanı esas alarak belli bir sistematik
ve bütünsellik içinde ve genelde özgürlükler alanında belirlenmiş ilkeler ışığında oluşturulmuş
kurallarla düzenleyen teknik bir alandır. Kapitalist sosyo-ekonomik oluşumda en özgürlükçü
olarak kabul edilen hukuk sistemi, üretim araçları ve kaynaklar üzerindeki özel mülkiyetin
dokunulmazlığını kollamayı asla ihlal etmeyen ama hangi kuralın hangi ilişkiyi hangi temel
ilkenin ışığında hukuk alanına soktuğunu herkesin önceden bilebildiği, eleştirse de kuralı
uygulamaktan kaçınmayacağı düzenlemeleri içeren, orasından burasından zırt pırt değiştirilip
amacından olumsuz yönde saptırılan düzenlemelere asla yer vermeyen sistemdir.
Yargı ise hukukun kendisi olmasa da toplumsal yaşamda ilişkiler kurulurken, uygulanırken,
değişirken, dönüşürken taraflar arasında çıkan ihtilafları çözdüğü için bir bakıma hukukun
uzantısıdır. Konumuz açısından önemli olan, hukuk kuralının az önce belirttiğimiz yapısal
işlevselliğinin ve özgün dinamiğinin ihanete uğramaksızın yargı sürecinde uygulanabilmesidir.
Güvenlik alanına da aynı bakış tarzıyla yaklaşabiliriz.
Hakkımızı korumak, hakkımızı elde etmek için bireysel gücümüzü meşru olmayan biçimleriyle
kullanamayız. Peki ne yapabiliriz ya da ne yapmamız gerekir? Yapmamız gereken kamu
gücüne ulaşabilmektir. Kamu gücü ihtilafı çözen mahkemenin verdiği hükümde mündemiçtir.
Mahkeme hükmü kamu gücünü kullanma yetkisine sahip olanı –örneğin polisi- hükümde
söyleneni yerine getirmek üzere harekete geçirir. Kapitalist sosyo-ekonomik oluşumda en
özgürlükçü olarak kabul edilen güvenlik anlayışı, güç kullanma yetkisi verilmiş olanın –
örneğin polisin- bu yetkisini ancak ve sadece bir mahkeme hükmü bu yetkiyi somut olayda
kullanmasını öngörüyorsa kullanabilmesine izin veren anlayıştır. Özgürlükten özgürlüğün yok
edilmesine giden yolda güç yetkisini mahkeme hükmü yanı sıra başka resmi organların –
örneğin içişleri bakanlığının- ya da kişilerin –örneğin amir konumundakilerin- iradesinden
alan veya kendi inisiyatifiyle –örneğin kendisini devlet zannederek, kendisini devletle
özdeşleştirerek, kendisinde devletin atanmış doğal suretini bularak- bizzat varlığında
meşrulaştıran düzenleme ve uygulamalar sıralanır.
Başa dönersek, Anadolu 64. Asliye Ceza Mahkemesi bir sistem açısından hukuk kuralı
olmayan, hukuk kuralı olmadığı için sadece dinen benimseyenler dışında hiç kimse için hiçbir
anlam taşımayabilecek olan En’am Suresi 108. Ayet kuralına ‘Diyanet tefsiri’ biçimiyle: (a).
Türk Ceza Kanunun 153. madde düzenlemesi sanki böyle söylüyormuş gibi başkalaştırarak
uygulamak ya da (b). TCK 153 maddesindeki düzenlemeyi böylece meşrulaştırıp vicdan
rahatlığıyla uygulamak veya (c) TCK 153 madde düzenlemesinin İslam Dini dışındaki inançlara
da uygulanıp uygulanamayacağı konusunda duyulacak tereddüdü gidermek için yorum
yapmak amacıyla başvurmuş olabilir. Her üç durum da hukukla ilgisi bulunmayan bir tefekkür
biçimidir, hukuk dendiğinde –Türk hukuk sisteminde- gerekçe olamaz.
Polis, yasanın kendine tanıdığı yetkiyi mahkeme hükmü, hatta hiç kimsenin izni ya da onayı
olmadan, kendinden menkul ‘devlet tılsımıyla’ kendiselleştirip Baro Başkanına
uygulayabilmiştir.
Bu iki farklı olayda ve farklı alanda ortaya çıkan uygulama, uygulamayla ilgilenenlerin
yaşanılan toplumsal toplumsallığın niteliğini özgürlükten faşizme varan ölçütlerinden birini
kendi siyasi meşreplerine uygun düşer biçimde esas alıp değerlendirebilmesine yeter de artar
bile...

You might also like