Professional Documents
Culture Documents
Niyazi Berkes 100 Soruda Türkiye İktisat Tarihi 1. Cilt
Niyazi Berkes 100 Soruda Türkiye İktisat Tarihi 1. Cilt
1. CİLT
PROF. Nhra BERKB
2. BASKI
GERÇEK YAYINEVİ
00 SORUDA TÜRKİYE İKTİSAT TARİHİ
BİRİNCİ CİLT
B i r i n c i B a s k ı : Temmuz 1969
G ö z d e n G e ç i r i l m i ş ve G e n i ş l e t i l m i ş
İ k i n c i B a s k ı : Nisan 1972
Dizgi: Asya M a t b a a s ı
B a s k ı , Kapak B a s k ı s ı ve C i l t :
Fono Tesisleri
P r o f . NİYAZİ BERKES
100 SORUDA
TÜRKİYE İKTİSAT TARİHİ
BİRİNCİ CİLT
OSMANLI EKONOMİK TARİHİNİN TEMELLERİ
GBC!:!<SİWÎN[V1
C a ğ a l o ğ l u Y o k u ş u , Saadet İ ş H a n ı , K a t 4
İstanbul
ÖNSÖZ
5
n u n suyu» olabilecektir. Ü s t e l i k , b u a ş a m a d a k i m b i l i r ne hata
l a r olacak! Zamanla y a n l ı ş l a r ı d ü z e l t m e k , d o ğ r u y o l u b u l m a k he
p i m i z i n ö d e v i o l m a l ı d ı r . B e n b u y a z d ı k l a r ı m ı ç e k i n e r e k yayınlı
y o r u m . Ancak b a ş k a l a r ı n a o l u m l u f a y d a s ı olmasa b i l e o n l a r ı da
ha d o ğ r u y u aramaya g ö t ü r e n b i r e t k i yapabilirlerse b i r b a s a n sa
yılabilir.
İ s t a n b u l , 30 H a z i r a n 1969 Niyazi B E R K E S
İKİNCİ BASKIYA
ÖNSÖZ
Temmuz, 1971 N. B E R K E S
GİRİŞ
7
sırada ilginç gözlemler yapanlar olmuştur.
Fakat genel olarak bu yazarlar toplum sınıflarından
kopmuş, yalnız devlet katında yeri olan kişiler oldukla
rından (*) en çok ve en yakından bildiklerini yazarlar,
ötesine önem vermezlerdi. Yazdıklarının çoğu kendi ara
larında, kendi içlerinde olup biten olaylar üzerinde. Top
lumun sınıflarında, o sınıfların ekonomik hayatında ne
ler olup bittiğine aldırış etmezlerdi.
Neden böyle davranırlardı? Çünkü onlarca her şey
bir devlet meselesi, olayların gidişi h ü k ü m d a r ı n ve adam
larının irade ve idaresine bağlı şeylerdi. Bu yüzden bu
olay yazarların kitaplarından ekonomik tarihi aydınlata
cak bilgiler çıkarmak keçi boynuzundan bal çıkarmak
gibi bir iştir.
3
İkinci neden, bunlardan aşırmayıp da kendi emeği
İle tarih yazan ciddî tarihçilerin ekonomi bilmemeleri.
Cumhuriyetten önce bizde ekonomi denen şeye karşı tam
bir cehalet vardı. Cumhuriyet döneminde üstelik ekono
miye karşı kafalarda bir korku da yerleştirildi. Bu yüz
den son zamanlara kadar tarihçiler ekonomiden cahil,
ekonomi bilenler de tarihten cahil kalırlardı. Ancak şim
dilerde ikisi bir araya gelmeye başladı. Ama hâlâ birçok
tarihçiler ekonomik yanları, ekonomiciler de tarihsel yan
ları karma karışık edip konuyu çorbaya çeviriyorlar.
Üçüncü neden tarihimize bilimsel gözle bakmamak.
Ya İslâmlık, ya Osmanlılık, ya da Türkçülük ideolojileri
nin etkisi ile, dünyaya ya da akla meydan okurcasına
olaylar üzerine «edebiyat» yapmak, olayların amansız
ekonomik realitelerinden kaçınmak.
Ekonomik tarihi öğrenme zorunluğunun duyulduğu
günümüzde bu tarihi berbat eden başka bir felâket daha
baş gösterdi. Pek çoğu eski Osmanlı yazılarıyle yazılı beş
on tarih kitabını bile okumamış olan kuşaktan kişiler,
Osmanlı tarihinden Batı dünyasının ekonomik tarihine
«yakıştırma» yolu ile sonuçlar çıkarmaya başladılar. Bel
li formüllere göre olayları tertiplemeye, onları şemalara
uydurmaya başladılar. Bazıları en basit ekonomi, en ba
sil tarih bilgilerine meydan okuyan, çelişikliklerle dolu,
insanı bazan güldürecek genellemeler yapmaya başladı
lar.
Bu gülünç duruma rağmen bu çabaların altında ge
ne de ciddî bazı düşünceler j ' a t m a k t a d ı r . Örneğin, bu
gün ekonomik tarihimizin ana çizgileriyle Batı ekonomik
tarihine uyup uymadığı veya kendine özgü özellikleri
olup olmadığı soruluyor. Bunu soranların bir kısmı «Os
manlı ekonomik tarihinin hiç bir özelliği yok, genel çiz
gileriyle Avrupa ekonomik tarih şemasına giren bir ta
rihtir» diyor. Örneğin, Osmanlı tarihi, batılılaşma aşama-
9
sına kadar Avrupa'nın feodalizm aşamasında olan bir
aşamadaydı, deniyor.
Buna karşılık «o halde neden Osmanlı ekonomik ta
rihi, Batıda olduğu gibi, feodalizmden kapitalizme geç
meyi gerçekleştiremedi?» gibi önemli bir soru karşısın
da, bu geçemeyişin b i r t a k ı m özelliklerden ileri gelmiş
olduğunu söyleyenler var.
Bu kitapta tutulacak görüş, dar anlamiyle bu i k i
görüşün ikisinin de yetersiz, yersiz, yanıltıcı olduğu gö
rüşüdür. Böyle olmakla beraber bu i k i görüşün ikisinde
de bizim incelememiz için faydalı ipuçları vardır. Daha
sonraki tartışmalarımız bunun ayrıntılarını gösterecek.
10
I . BÖLÜM
11
n adamları etraflarına topladıktan sonra o devleti güden
ler bu gücü ne toprak senyörlüğünden, ne de köle sahip
liğinden elde ederler. Bunlara savaşçılık zenaatı ile güç
lenen «entrepreneur»Ier, bir kazanç işine girişenler diye
biliriz.
Bu, en çok, savaşın kârlı ve verimli bir ekonomik ey
lem olduğu zamanlarda olur. Hiç savaş ekonomik nitelik
alan bir iş olur mu? Olur. Eskiden olurdu, h a t t â bugün
bile oluyor. Korsanlık, gazilik, kaçakçılık, eşkıyalık gibi
apayrı çeşitlerinden tutunuz, Hitlerizm ve b u g ü n k ü Ame
rikan emperyalizmi, ve genel olarak savaş zamanlarının
ekonomileri savaş ekonomisinin ayrı türleridir. Askerlik
ve savaş gücü yolundan servet ve ekonomik güç edinme
metodu ile tarım, endüstri, ticaret ve maliye yollarından
servet gücü elde edinme arasındaki farkı hatırımızda
tutalım, çünkü, ileride göreceğiz, Osmanlı devletinin eko
nomik gücünün yıkılışı bu ikisi arasındaki farkı seçeme
miş olmaktan ileri gelmiştir.
Savaş gücü ile ülke ve toplum zaptederek bunların
üstüne siyasal güç kuranlar çeşitli kaynaklardan gelir.
Bazan bir göçebe aşiret önderi bu işi yapar, bazan aşiret
değil de, savaşçılığı zenaat edinen ve bunun için bir nevi
şirket haline gelen «savaşçı ocakları» görülür. Bunlar
bazan asker olarak bir devletin hizmetine girerler, ücret
alırlar; ama fırsat bulunca o devletin malî kaynaklarını
elde etmeye başlarlar; sonunda o devleti devirerek yeri
ne kendi güçlerini kurarlar. Eğer şartlar elverişli ise ken
di teşebbüsleriyle savaşlar yapıp servetler edinirler, güç
lenirler, devlet kurarlar.
Fakat hangisi olursa olsun, kazandıkları serveti eko
nomik üretime yatırmazlar. Önemli fark burada. Onu bir
fon olarak kullanıp idare ve savaş yolu ile bu serveti da
ha da arttırmanın yolunu tutarlar. Kendilerine «din uğ
runa gazâ» etme süsünü de -verebilirlerse milyonlarca in-
12
sana hükmederler; ekonomik üretimin herhangi bir ko
lunda bulunan bir sınıf olmadan, sınıfların tepesinde bir
bir «süper sınıf» haline gelirler, devleti bu nitelikte gü
derler.
13
resinde gelip geçmiş devletlerin mukayeseli tarihini o za
manların tarih yazarları içinde pek az sayıda kişi incele
miştir. Arap, İran, Hint, Türk kavimlerinin tarihlerinde
gelip geçmiş devletlerin tarihini yazanların yazdıkları ara
sında büyük benzerlikler olduğu halde her b i r i yalnız ken
di bildiğini bilir, öbürlerinden haberi yoktur. Ancak bir
büyük tarih d ü ş ü n ü m gelmiştir k i bu zatın eseri bize âde
ta bunların hepsinin modelini verir. Bu adam X I V . yüz
yılda Kuzey Afrika'da yetişmiş olan İbn Haldun'dur.
İ b n Haldun'un Kuzey Afrika tarihine «Giriş» olmak
üzere yazdığı ve devletlerin doğuşu ve çöküşü konusu ile
ilgili önemli gözlemleri bulunan eseri bize, despotluk dev
leti denen devlet t ü r ü n ü n b i r çeşit anatomisini vermek
le kalmaz, aynı zamanda onun altında yatan felsefeyi de
verir.
Bu tarih felsefesi «siyasal düzenin kevn (yani doğuş)
ve fesâd (yani bozuluş) âlemi» olduğu görüşüne daya
nır.
Bu kanuna uygun olarak her devlet doğar, büyür,
yaşlanır, ölür. Fakat, İ b n Haldun'un, ondan yüz yıllarca
sonra gelen Kari Marx'ın Doğu devletlerine özgü olarak
larkettiği gibi, toplum olduğu yerde durur. Toplumun
böyle, olduğu yerde duruşu ile tepesindeki devlet gücü
nün doğuş, büyüyüş, çöküş dönemlerini fırdolayı geçirip
b i r b i r i ardından gelen, b i r b i r i n i tekrarlayan güçler oluşu
arasında sıkı bir bağlantı vardır.
O zamanlar gerçekten de böyle oluyordu. Bugün top
lum bilimleri ile uğraşanların derdi: «Toplumlar nasıl
gelişirler? Nasıl değişirler? Toplumlar nasıl değiştirilebi
lir?» sorularında toplanır. Yani bugün b a ş ilgi «evrim»
ve «devrim» sorunlarında toplandığı halde, o zamanların
derdi bunun tersi i d i . Yani «toplumları nasıl edip de bu
lundukları durumda durdurabilmeli?» sorunu baş sorun
du. Devleti, h ü k ü m d a r l a r ı , bilginleri en çok d ü ş ü n d ü r e n
14
bu sorundu. Devletin baş ödevi düzeni (nizamı) sağlaya
bilmekti. «Tanrının emri böyle! Dünya düzenle durur»
derlerdi.
Demek k i o zamanlar «evrim», «ilerleme», hele «dev
rim» kavramları yoktu. En önemli kavram «düzen», en
önemli amaç «olduğu gibi kalabilme!» H ü k ü m d a r l a r ve
tarih - yazarlar «Fesâd» veya «İhtilâl» dedikleri «düzen
değişmesi» veya onların deyişi ile «düzen bozulması» ola
yının ilâcını, simyasını ararlardı.
Her siyasal düzen doğup, büyüyüp, öldüğüne göre
her birinin kendine özgü b i r halkalar zinciri gibi, âdeta
ayın dönemleri gibi, dönemleri vardı demek. Toplumda
ise gelişme veya değişme dönemleri aranmazdı, o olduğu
gibi hep aynı yerde. Yazarlar, toplumun kendisinde eko
nomik değişme dönemleri ya da aşamaları arayıp dur
mazlardı.
İbn Haldun eserini yazdığı zaman, Osmanlı devleti
henüz gençlik çağında i d i . Osmanlı devletinin hayat hal
kalarının daha yarısı bile t a m a m l a n m a m ı ş olduğu b i r za
manda kitabını yazan İbn Haldun'u okursanız görürsü
nüz ki adam, Osmanlı devletinin geçireceği dönemlerin
özelliklerini âdeta hiç sevmediği falcılar gibi görmüş. Ger
çekte bu onun falcılığından değil, o t ü r devletlerin hep
aynı modele uyan siyasal dönemler göstermelerinden ile
ri gelen bir şeydi.
İ b n Haldun'un Doğu ve İslâm devletleri t ü r ü mode
linin Osmanlı modeline de uyduğunu Osmanlı tarihçileri
de çok erkenden görmüşlerdi. İ b n Haldun'un eserinin,
kendi zamanında yazılmış dört yazmasının d ö r d ü n ü n de
bugün İstanbul kütüphanelerinde b u l u n d u ğ u n a bakılır
sa, o zamanki devletler içinde Osmanlıların bu kitabın
kendileri için olan önemini çok erkenden fark ettiklerini
anlarız. Kâtip Çelebi, Naimâ gibi yazarların Osmanlı ta
r i h i n i kavrayışları, İ b n Haldun'un görüşüne dayanır. He-
15
le Osmanlı düzeni, bozulma dönemine geldiğinde İbn
Haldun'un görüşü daha da büyük b i r ilgi ile incelenmeye
başladı. İbn Haldun'un «Giriş» adlı kitabı X V I I I . yüzyıl
da Arapçadan başka bir dile, i l k defa olarak Türkçeye
çevrilmekle aktarılmış oldu.
16
dönemlerine göre görmek ve o zaman olayları ekonomi
biliminin verilerine göre y o r u m l a m a k t ı r .
17
medir. Aslında «egemenlik» demektir. «Padişah» sözcü
ğü Farsçadan gelmedir, «imparator» demektir. İlk Osman
lı h ü k ü m d a r l a r ı «Gazi» veya «Bey» idiler.
Bu «gazâ beyleri», daha geniş bir sultanlık devleti
nin, yani Selçuklu devletinin t o p r a k l a r ı n d a o devletin Bi
zanslılarla olan ucunda, Uç Beyi olarak yaptıkları akın
larla güçlendiler. B i r çok Doğu veya Asya ülkelerindeki
dinasti (hanedan) kuran bir soy egemenliğine dayanan
devletlerde olduğu gibi gazâ ve akın bir çeşit ekonomik
teşebbüs ve b i r i k i m t ü r ü d ü r (*).
Günün birinde Osman Beyin, ü s t ü n ü olan Selçuk sul
tanı tarafından tanınmış olmaya ihtiyacı kalmadı. O güç
ten kendini koparacak kadar güçlendiğine alâmet. Os
man Beyin ü s t ü n ü olan Selçuk sultanı, İ b n Haldun'un
düzinelerce Doğu - İslâm devletlerinin gözlenmesinden
çıkardığı kanuniyete göre, ihtiyarlama d ö n e m i n d e yani
gücünün kendi a d a m l a r ı n a a r t ı k yetmediği dönemde bu
lunuyordu. B u kanuniyete göre böyle bir döneme gelen
devletlerde o güce meydan okuyacak hale gelen b i r ka
bile veya aile veya savaşçılar, gaziler birliği ondan kopar,
meydan okuduğu gücün modelinde yeni b i r güç kurma
ya başlar.
Biz bunlara b u g ü n devlet diyoruz. Fakat devletlerin
18
çeşidi yar. Doğu - İslâm tarihinde görülen devletlerin ço
ğunluğu süper - sınıfın b ü t ü n güçlerini kendinde toplamış
bir kişinin soyunun, şimdiki deyişimizle bir hanedan (di
nasti) hâline gelişi çeşidinden olan devletlerdir. Bu ta
rihte toprak ağalığı, ticaret ağalığı veya sermaye ağalığı
çeşidinden edinilmiş güçlere dayanan devletler görülmez.
Bu yolda belirmeye başlayan güçler görüldüğünde ya
bunların ö m r ü çok kısa süreli olur, dinasti devletleri ta
rafından yutulur, ya da kendileri dinasti devleti haline
gelirler. Örneğin b i r esnaf birliği olan «Ahilik», güçlü ve
büyük dinasti devletlerinin çöktüğü kısa sürelerde siya
sal bir güç olma niteliğini kazanır gibi olmuştu. Fakat
hiç bir zaman (örneğin eski Greklerde veya Venedik gibi
İtalyan şehirlerinde görüldüğü gibi) bir şehir cumhuri
yeti veya oligarşisi olamadı. Bir esnaf - tarikat veya no-
m a d - t a r i k a t biçiminde başlayan siyasal güçler (örneğin
Safavî dinastisini kuran Erdebil sofileri veya çok sonra
nın Sunusî şeyhleri) d ö n ü p dolaşıp dinasti devletleri ha
line dönüştüler.
19
leşiyor. «Sonra», diyor «pazarlar kuruldu» (yani yeni
bir ekonomiye piyasa oldu), «kiliseler camie çevrildi» ve
«Kadı tayini istendi» (yani İslâm hukuku uygulanmaya
başladı) diyor. Ulemadan b i r i (Dursun Fakih) seçilerek,
esnaf şeyhi yani Ahî Şeyhi olan Edebalî ile müzakereye
yollanıyor. Fakat bunların tartışmaları bitmeden şeyhin
damadı olan Osman Bey ortaya çıkıyor. Kadı tayini için
bir sultandan (yani bir otorite sahibinden) izin almak
gerek. Osman: «burayı ben kendi kılıcımla aldım, sul
tandan izin almaya lüzum yok. Selçuk sultanına sultan
lık veren Tanrı bana da hanlık verdi,» diyerek bağım
sızlığını bildiriyor. «Bey», Türkçesiyle «han», Arapçasıy-
la «sultan» oluyor.
21)
Soru 11 : İlk dönemden sonra Osmanlı devleti ne
tür bir devlet oldu?
21
manii devlet sistemi kapıkullarına dayanan bir despotizm
haline gelmiştir. Bu dönemde, Kanunî Süleyman zamanı
sonuna kadar, Osmanlı devleti mensup olduğu türe özgü
müesseseleri, bilerek bilmeyerek, b ü t ü n ayrıntıları ile
geliştirmiştir.
Üçüncü dönemde, yani Murat I I I zamanından baş
layarak devlet müesseselerinin iç zıtlaşmaları belirir. İç
çatışıklıklar gözükmeye başlar. Dış etkenlerle bu iç zıt
lıklar daha da kuvvetle patlak veriri B u iç zıtlaşmaların
neden ve nasıl başladığını ileride (bu kitabın ikinci cil
dinde) göreceğiz.
Dördüncü dönem, bu iç zıtlaşmaları, sistemin kendi
ana ^prensiplerine göre, yani yeni prensiplere göre değil
de gelenek olmuş prensiplere göre çözümleme, eski dü
zeni zorla diriltme ç a b a l a n dönemidir. Hem d ü ş ü n hem
de eylem alanlarında görülen bu çabalar başarı kazana
maz. Çünkü bu müesseselerin her b i r i kendi zıddına çev
rilmiştir, ilk hâle dönmeye aykırıdırlar. Tezle antitez ara
sında o kadar uygunsuzluk vardır k i antitezleri tezlere
çevirme veya d ö n d ü r m e çabaları b i r sentezin meydana
gelmesiyle değil, diyalektik sürecin kopmasiyle sonuçla
nır. Doğu İslâm tarih felsefesindeki terimlerle söylersek
«kevn» yani oluş, «fesâd» yani bozuluş ile sonuçlanır. Ge
lişme, kalkınma ile değil, anarşi ve çürüyüş ile biter.
İbn Haldun'un şemasına göre, çökük bir gücü taze
bir gücün yıkmasını yeni bir «eyele» in başlaması takip
edecekti. Osmanlı tarihinin dördüncü dönemi, bu tarih
şemasından, Doğu devletlerinin yüzyıllar boyu izlediği
yörüngeden burada ayrılmıştır. Niçin? İleride göreceğiz.
Yaşama tavırlarını t a m a m l a m ı ş olan Osmanlı devletinin
yerine, bu yoldaki birçok çabalara rağmen, yeni bir taze
dinasti devleti gelmemiştir. Bu yüzden «fesâd» veya «ih
tilâl» veya bizim deyimimizle düzensizlik hali uzun sü
reli, kronik bir hal olmuştur. Tanzimattan Cumhuriyete
22
kadarki dönem bundan kurtulma veya buna bir son ver
ine çabalarının eseridir ve Doğu sisteminden b ü s b ü t ü n
ayrılma dâvasiyle başlamıştır.
23
f^J^ Soru 13 : Feodalizm nedir?
24
feodal ekonominin âdeta zıddı olan b i r ekonomi i d i . Ya
vaş yavaş feodalizme bir ekonomi sistemi, feodal ü r e t i m
biçimine dayalı b i r sistem olarak bakılmağa başladı. B u
sistemin en önemli özelliği üretimi piyasa için değil, ma
hallî tüketim ihtiyaçları ölçüsünde yapması, kapitalizme
kıyasla daha geri ve daha ilkel b i r ekonomi olarak gö
züküyordu. Aynı zamanda durgun b i r ekonomi ve hepsi
n i n üstünde üretim biçimi ve amacı kapitalist üretim bi
çim ve amacına aykırı b i r ekonomi.
Şu halde, bu biçim ekonomi nerede ü s t ü n ekonomi
şekli ise, orada siyasî anlamda güç merkezsizliği (yani
feodalizm) olsa da olmasa da orada feodal ekonomi ola
bilir. Bazı tarihçiler bundan şüphe ediyorlar. Yani siya
sal feodalizm olmayan yerde ekonomi, gerçekten feodal
ekonomi olabilir m i diyorlar?
Bu sorunun cevabı ileride bize çok yararlı olacağı
için feodalizm h a k k ı n d a bizi buna cevap verecek duru
ma getirecek bazı bilgileri kısaca gözden geçirmemiz ge
rekir. Özellikle bizim için bu çok gereklidir; çünkü hem
geçmişimiz açısından hem de b u g ü n k ü durumumuz açı
sından feodalizm bize t ü m yabancı b i r sistem olduğun
dan, hakkındaki fikirlerimizin çoğu gerçeklere uymaz. Ba
tı feodalizmi h a k k ı n d a b i r f i k i r edinmek, Osmanlı siste
minin ayırıcı yanının nereye kadar feodalizme benzer, ne
reden sonra benzemez olduğunu anlamamıza da yardım
edecektir.
Kapitalist ekonomi sisteminden önceki dönemlerde
her şeyin başı, ekonomide olsun siyasal örgütlenmede
olsun, topraktan başlar. Toprak üzerine ve toprakta çalı
şan köylü üzerine ekonomik s ö m ü r ü hakkına, hukuk ve
siyasa yetkilerine" sahipolma çok eski jzamanlardan baş
;
25
için savaş yapmada kullanılıyorsa orada bir toprak bey
liği veya ağalığı vardır. Bu beylik veya ağalık biçimi si
yasal feodalizm düzeni olmayan yerlerde (örneğin, aşiret,
köy, vadi ve dağlık yerlerde) de görülür. Avrupada İs-
koçya, kuzey Almanya, iskandinavya gibi yerlerde, Avru
pa feodalizminden önceki zamanlarda, hatta feodalizmin
zamanında; daha b a ş k a yerlerde, örneğin, Rumelide Ar
navutlukta, Anadolu'nun K ü r t aşiretlerinin bulunduğu
dağlık bölgelerde böyleleri görülür.
Tarihte tanınmış gerçek feodal sistemi ( k i bunun asıl
vatanı Fransa ve İngiltere, daha az ölçüde b u n l a r ı n ya
kınlarındaki diğer Avrupa ülkelerinde görülür) ağalıktan
ayıran nokta, köylü ile toprak - tutma (tenure) sahibi ara
sındaki ekonomi ve güç ilişkisinin, bunların kendi ara
larındaki ilişkilere de genişletilerek köylüden ayrı bir sı
nıf örgütü yaratmasıdır. Siyasal örgütleniş toprak ma-
likliğinin hukuksal bağlantılar şebekesi haline gelir. Sis
temin adının temeli, Latince «feodum» sözcüğünden ge
lir; b i r toprak b i r i m i n i n adıdır.
Şimdi dört soru ile karşılaşacağız: (1) «Feodum»
sahibi olma, nasıl siyasal ve hukuksal güç sahibi olma
nın temeli olur? (2) Bu siyasal ve hukuksal güç sahiple
rinin aralarındaki ilişkiler, nasıl b i r siyasal örgüt mey
dana getirir? (3) B u siyasal örgütlenme biçimi toprak
tutma biçimine nasıl etki yapar? (4) Bu biçim hangi ko
şullar altında tutunamaz, işliyemez hale gelir?
Kitabımızın ikinci cildinde aynı soruları, Osmanlı
sistemi için de soracağımız için, önce Avrupa feodalizmi
açısından bu soruları cevaplandırmak faydalı olur. Buna,
bu rejimin nasıl, ne zaman, nerede başladığını; nasıl, ne
zaman tam biçimini aldığını, ne gibi koşullar altında
çözülmeye başladığını çok kısa olarak gözden geçirmek
le başlayabiliriz.
Feodal sistemin i l k belirtileri Roma imparatorluğu-
26
n u n çökme zamanında başlar. O zaman «latifundia» de
nen büyük toprak malikâneleri vardı. Bunların sahibi
olan Roma zenginleri, i m p a r a t o r l u ğ u n çöküş halindeki
kargaşalıklara karşı kendilerini korumak için iş arayan
mülkiyetsiz kişilerden para ile asker tutarlardı. Zaman
la, para ile t u t u l m u ş asker sağlama usulü yerine, başka
çeşit b i r asker tutma usulü gelişmeye başladı. B u , en
çok, dolaşır sikke hacminin daraldığı zamanlarda olur.
Para yerine b i r çeşit kesişme, trampa eylemi geçer. î ş
arayan kişiler malikâne sahiplerine «elient» yani «kul»
oluyorlar. İsterseniz buna «uşak», «yanaşma» da diyebi
liriz. Kulluk şu demek oluyor: k u l , efendiye mutlak ba
ğımlı olmak şartiyle, efendi için savaşacak, gerekirse öle
cek: Efendi de ona, buna karşılık olarak, elde edilen ga
nimetten b i r pay verecek. Zamanla b u ganimet payımn
en önemlisi ve değer verileni toprak olmaya başladı.
V I I . yüzyılda, bu malikâne sahipleri ile bu yanaş
ma - savaşçılar arasındaki ilişkinin adı da yerleşti. Bu,
kullara «elient» denmesi yerine «vassus» adının verilme
sidir. Bu sözcük aslında Lâtinceden değil, Kelt dilindeki
«gvvass» sözcüğünden gelir ve anlamı «oğlan» demektir.
Türkçedeki «uşak» sözcüğü belki daha i y i b i r karşılıktır.
İşte, «vasal» terimi buradan gelme.
«Client»lerin «vasal» olması ile malikâne sahibi ağa
veya ayan ile savaşçı arasındaki ilişki resmî b i r eylem de
olmaya başladı. Vasallik resmî b i r eylem ile, b i r muka
vele veya «akit» ile edinilen b i r durum oldu. Birinin di
ğerine askerlik hizmeti karşılığı olarak himaye sağlama
sorumluluğu demektir. Vasal, ağanın k o r u d u ğ u a d a m ı
oluyor. Ağa, a d a m ı n ı n rızkını, geçimini sağlamak zorun
da. Onun rızkını sağlamanın en elverişli yolu ona ücret
yerine toprak vermektir. Ama, köylü olsun, toprağa yer
leşsin;'çiftçilik yapsın diye değil. O toprak ü s t ü n d e çalı
şan köylülerden b i r hak olarak alacağı b i r payla geçinsin
diye.
27
Demek k i toprak, bir Osmanlı terimini kullanırsak,
bir «dirlik» oldu. Ne ağanın ne de adamının (bazan Os
manlı vesikalarında dendiği gibi «âdemisinin») çiftçilik
yaptığı yok. «Dirlik» terimi yerine o zaman Avrupada kul
lanılan terim «beneficium»dur; yani bağışlanan, ihsan
edilen geçim kaynağı. Para darlığı olan her yerde böy
le bir eğilim vardır. Ağa, adamına ücret yerine b i r top
rak parçasından geçim sağlama hakkını bağışlar. Savaş
olmadığı zamanlarda bunlar ağanın topraklarında onun
bir çeşit vekili oluyorlardı.
Ama savaş olmadığı zamanlar o kadar az k i ! V I I I . ve
I X . yüzyıllarda bu toprak ağaları, güçlü b i r kırallık ve
ya imparatorluk olmaması yüzünden, kuzey kavimlerinin,
.Macarların, Arapların baskıları altında bulunuyorlardı.
Bu durum yüzünden bu ağaların kendileri de daha bü
yük ağaların, en sonunda b i r b a ş «seigneur» olan bir
kiralın himayesi altına girmeye başladılar. Bu defa, ağa,
bey veya «seigneur», «lord» denen bu kişilerin kendi ara
larındaki ilişkilerde de bazı değişmeler ve genişlemeler
oldu. Kırallar, eskiden beri kendilerinde servet ve bu ser
vet sayesinde güç sahibi olma hakkını bir «dirlik» olarak
tanıyıp onu kendisine sığınan beylere bağışlıy^orlarmış gi
bi davranmaya başladılar (dikkat edelim k i bu bağışla
ma servet sağlamıyor, servet sahibi olma bu bağışlama
işinden önce zaten var). Bu bağışlama karşılığı olarak ta,
beyler onun üstünlüğünü tanıma, onun tabii olma, ona
vasal olma ödevini kabul ettiler. Gerçekte beyin toprak
üzerindeki hakkı, kiralın bağışlamasından gelme değil.
Kıral da o hakkı tanıyor bağışlama eylemi ile. Buraya
bir m i m koyalım hatırımızda kalması için.
Kırallar zamanla bu beylerin en zengin, en güçlü
olanlarına unvanlar da bağışlamaya başladılar. B u iş için
de eskiden Romalıların b a ş k a anlamlarda kullandıkları
bazı deyimleri kullandılar. Örneğin, eskiden Kullanılan
28
«duces» terimi Fransızcada «duc», İngilizcede «duke» ol
du. Eski «comites» sözcüğü Fransızcada «Compte», İn
gilizcede «Count» oldu. Bu unvanların kendileri de kıral-
îarın ihsanları sayılıyordu. Ama, bir adam dük yapıldı
ğından ötürü toprağın sahibi olmuyor, toprağın sahibi
olduğu ve kirala iyi hizmet ettiği için dük oluyor. Bu
toprak - tutma (tenure) biçimine «feodal mülkiyet» de
nir.
Bunlar, kiralın vasalleri olunca vasalliğin mevkii yük
selmeğe başladı. Buna karşılık, toprağı olmayan savaşçı
ile topraklı vasallerin bağlantısının mevkii ve değeri düş
tü. Bunlar, sadece asker, atlı asker yani «chevalier» olu
yor («cheval», at demek). İslâv, Macar, Tatar, Arap, Türk
kavimlerinin b a s k ı l a n altında bunlar gittikçe ağır zırhlı
şövalyeler oldular.
Bunlar, bir hizmet süresi için bir vasale vasal olu
yorlardı, yani bir vasalin adamı oluyorlardı. Bu «adam
olma» eylemi «homage» denen bir törenle olurdu. Bugün
kü Fransızcadaki «homme», yani adam sözcüğü bundan
gelme. Adam olmak, sâdık olmak, bağımlı, saygılı olmak
demek. Köylü ise «adam»dan sayılmıyordu.
X I . yüzyılda durum bu. İki taraftan b i r i sözünü ye
rine getirmezse «homage» sözleşmesi bozulurdu. Buna,
«defidatio» denirdi k i «meydan okuma» anlamına gelen
«defiance» sözcüğü bundan gelme. Bey veya efendi ile
adamı arasında savaş hâli var demektir. Ama bu, az gö
rülen bir şeydi. Çünkü çıkarlarda karşılıklılık var. Efen
di adama, adam da efendiye m u h t a ç .
Gene bu X I . yüzyılda Lâtince «beneficium» sözcüğü
yerine Almancadan gelme «Fief» sözcüğü de yayılmaya
başladı. Aslında bunun anlamı, bizim köylülerin terimi
ile «mal» yani sığır sürüsü demekti. Mal, zamanla toprak
mülkiyeti demek olacaktır. «Dirlik»ten «mal»a geçmenin
anlamı şu oldu: vasal artık kesin olarak mal sahibi ol-
29
duğu için vasal oluyor, çünkü «fief» onun mülküdür. Bu
rada «mülk», «dominium» demektir, özel mülk sahibi
oluştan biraz fazla bir şey; çünkü oraya hükmetme yet
kisini de kapsar. Bütün hallerde toprağa malik olma,
toprağa hükmetme, askerlik ödevinden önce gelen bir
şeydir.
Bu noktanın önemi şuradadır: feodalizmde asıl güç,
ihsan yapan üstün seigneur veya lord'da değil, mal sa
hipliği ile ihsan ve unvan alan vasaldedir. Daha önce, bir
vasal öldüğü zaman toprağı, bağımlısı olduğu üstüne,
eğer o da ölmüşse onun vârisine geçerdi. Demek ki o za
man toprak - tutma (tenure) henüz daha mutlak değil;
o zamanın deyimi ile «precaire»dir, geçicidir. Halbuki
şimdi vasal ölünce, üstün seigneur o toprağı ölen vasalin
mirasçısına «ihsan etmeye» mecburdur. Vasal sahibi ol
manın biricik yolu da bu oluyor. Bunu sağlamayanın vay
haline. Onun için seigneur bu zorunluluğu kendiliğinden
kabul ediyordu; zaten kendisi de daha güçlü bir beye va
sal olma zorundadır ve bunun için «homage» sözü vere
cektir.
Görüyoruz ki sistem artık kemikleşmeye, katılaşma
ya, tam biçimim almaya başlamıştır. Köylünün üstünden
kiralın altına kadar, aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı zin
cirleme, birbirini tutan, kenetlenmiş bir feodal sınıf mey
dana gelmiş bulunuyor. Bunların içinde doğrudan doğru
ya yani vasalsiz olarak toprağın sahibi olanlar da vardı
ki bunlara feodal toprak değil, «allodial» toprak denirdi.
Böyle topraklan olanlar daha zengin, daha güçlü beyler
di ve soylular sınıfının aristokratlan olma şanslan daha
yüksekti. X I I . yüzyılda «nobilite» yani soylular tabakası
yerleşmiş bulunuyordu.
\ Vasaller yükseldikçe, bir aristokrasi ve nobilite ol-
dukça, daha önce köleye kıyasla bağımsız olan köylü de
daha aşağılara indi. Yani, soylunun kirala hizmetine kar-
30
silik, köylünün ona olan hizmet yükümlülüğü de arttı ve
çok yerde tüm bir «bondage» yani serflik halini aldı. De
mek ki feodalizmin bütün tarihi boyunca ve her yerde
serflik yoktur. Yalnız bu dediğim dönemde soyluluk ile
serflik çok yerde kesin biçim olmuştur. Önceleri, taşrada
köylü ile birlikte kırlıkta yaşayan feodaller şimdi şato
lar yaparak oralara çekiliyorlar, ya da saray çevresi olan
şehirlerde oturuyorlar. Şatoların etrafında da sırf beye
ait özel malikâne toprakları belirlendi. Bunlara İngilizce-
de «manor», Fransızcada bazan «manoir», fakat çok kez
«seigneurie», Almancada «Rittergut» denirdi. Feodalizm
şimdi «Manorializm» denen aşamaya geldi. Artık köylü
nün serbest olması, topraklı smıf içine katılma şansları
da yok olmuştur.
Feodalizm ve Manorializm, en çok, tarım toprakları
nın bol ve verimli olduğu yerlerde gelişmişti. Kıraç ve
verimsiz olmayan yerlerde olmaktan ziyade, özellikle su
lak yerlerde. Dağlık, fakir ve tarım verimliliği yüksek
olmayan bölgelerde ağalık, gerçek anlamı ile feodalizm
ve manorializm olamadı. Feodalizm en yüksek aşaması
na Manorializmde ulaşmıştır. Feodal bey kendi «demes-
ne»inde yani manor'daki özüne ait topraklarda büyük bir
üretimci olduğu gibi, bütün bölgedeki köylünün başku
mandanı, baş efendisidir. İşlerin çoğunu kâhyalar (ket
hüdalar) çevirirdi. Önceleri bunlar işgüzar, sadık sertler
den seçilirdi. Zamanla bu da mirasla kalan bir mevki ol
du. Bunlara ayrı ayrı yerlerde «villicus», «majör», «maire»,
«Bauermeister» denirdi.
Angarya bu dönemde başladı. Manor ya da Seigneu
rie beyi oradaki topraklarda çiftçilik eden köylüden ver
gi alırken (ki bu ya hizmet ya da «ayn» halinde olur) köy
lüye fazladan hizmet yükümlülüğü tarhediyordu. Neden
bu yola gittikleri, tarihçiler arasında hâlâ tartışma konu
sudur. Belki en önemli neden şudur: bey artık para edin-
31
meğe başladığı, buna karşılık lüks ve gösteriş için mas
rafları arttığı halde köylüde bunun tersi oluyor. Köylü
daha fazla vergi veya mal verecek durumda değil. Köy
lüde para da yok. Beyin isteğini fazladan angarya hiz
metle ödemekten başka çare yok. Angarya, toprak üze-
rinde haftanın dört beş günü bey için çalışmadan, kulü
besinde bey için y ü n eğirme, yünlü dokuma, mum dök
me gibi işlere kadar gider.
Bu ekonomik h a k l a r ı n d a n başka beyin kumandanlık,
hâkimlik gibi yetkileri de var. Serfler a r a s ı n d a n asker se
çer. Köylü buğdayını onun değirmeninde öğütme zorun
dadır; ununu onun fırınlarına götürecektir; üzümünü,
elmasını onun preselerinde sıkacaktır. Her eylem için de
bir ücret verecektir. Ve b ü t ü n bu yetkilerin üstüne, be
yin «tailler», «tallage» yani vergi tarhetme gücü var.
Gel gelelim, köylü, köle olmaktansa serf olmağa ra
zı. Hiç değilse, toprakta ekip biçme hakkı var. Bu hak
kın mirasçısı olacak bir ailesi var; kölenin böyle hakları
yok. Hayatı, köle gibi, efendinin mutlak iradesine bağlı
değil. O da Hıristiyan. Eskiden köylülere «pagan» denir
di (Fransızcadaki «paysan», «paienne» sözcükleri ilişkili
sözcüklerdir). Fakat şimdi b ü t ü n köylü Hıristiyanlaş
mış. Köleler ise daha çok Hıristiyan olmayan kişilerden
di. Bunların çoğu da henüz Hıristiyanlaşmamış Slav'lar
dandı. Geniş bir köle ticareti vardı. X I . yüzyıl başına ka
dar Slav kölelerin çoğu ispanya'da Müslümanlara satılır
dı. (Slav sözcüğü, Lâtince'de «Köle» demek olan «escla-
vus» tan gelir.)
Demek oluyor k i feodalizmin V I I I . yüzyıldan X I I I .
yüzyıla kadar beş yüzyıllık bir tarihi var. X I I I . yüzyıldan
sonra ticaretin uyanması, şehirlerin doğuşu, para dolaşı
mı, fief toprakların parçalanması, beylerin serflere hiz
met karşılığında ücret vermeyi tercih etmesi, köylünün
angarya yerine para ile kira ödemesi gibi koşullar altın-
32
da eski feodal beyler birer büyük «rentier» olmaya baş-
ladılar. X1TT. yüzyıl sonunda Batı Avrupa'da gerçek an
lamı ile feodalizm sona ermek üzeredir. Orta ve Doğu
Avrupa'da daha epey zaman sürecektir. Fakat biraz son
ra olacak büyük olaylar yüzünden, Avrupa'nın bu bölge
sinin durumu büyük b i r önem taşımaz.
X I V . yüzyılda feodalizmin iç sınıf çelişkileri ve ça-
tışıklıkları ve bununla birlikte kırallarm feodaller üzeri
ne başka çeşitten bir h ü k ü m r a n l ı k kurma çabalarının me
seleleri başlar. 1204 tarihli Magna Carta bundan ö t ü r ü
önemli bir d ö n ü m noktasıdır. Feodal vasallerin elinde
olan gücün, kıral gücünün altına girmesinin başlangıcı
dır.
Hem ekonomik, hem siyasal anlamda feodal sistemin
düzenini, b a ş k a yöne doğru kaybetmesinin etkenleri üze
rinde ekonomik tarihçiler arasında çeşitli görüşler var
dır. Örneğin, Maurice Dobb'a göre, feodalizmin çökmesi
nin baş nedeni ekonomik b i r ü r e t i m biçimi olarak yet
kisizliğidir. Yani asıl neden sistemin kendi içinde yatı
yor. Ona karşı olarak, Paul Svveezy'e göre, nedenler daha
çok dışarıdan gelmedir. Özellikle ticaret ve para ekono
misi ve şehirlerin gelişmesi önemli. Başka tarihçilere gö
re, feodallerin artan masraflara karşılık fazla gelir edin
me kaygısı ile, köylüyü sömürmeyi en aşırı dereceye ge
tirmelerine tepki olarak, köylünün direnmesi, ayaklan
m a s ı ya da coğrafya koşullarının elverişli olduğu yerler
de tarımı daha verimli olacak b i r hale getirmenin yolla
rını bulmak suretiyle (sulama, entansif ekim, at kullanıl
ması gibi) feodallere ezilmemeleri, hatta teknik t a r ı m ge
lişmeleri gerçekleştirmeleridir.
Bu görüş ayrılıklarının ( k i benim sammca hepsi doğ
rudur, yerine göre) başlıca nedeni, feodal ekonominin
temelinde bulunan üretim biçimindeki artı - değer sömü
rüsü ile kapitalist ekonominin temelinde bulunan üretim
33
biçimi arasındaki farkı b ü t ü n ayrıntıları ile i l k gösteren
adam olan Kari Marx'ın kapitalist b i r i k i m i n birinci
üretim biçimini eritmesinin, ikinci üretim biçiminin ge
lişmesinin ü r e t i m biçimi ve ü r e t i m ilişkilerinin dışındaki
nedenlerini ya da koşullarını her bölge ya da ülkeye gö
re bulma işini ekonomik tarihçilere bırakmasıdır. Türk
iktisatçılarına ve Osmanlı tarihçilerine de böyle bir gö
rev düşmektedir. Biz de b u kitabın ikinci cildinde böyle
bir çabada bulunacağız.
Doğrudan doğruya Osmanlı tarihinin içine girme
mekle beraber, hem Batı feodalizmi hem de Osmanlı tu
tumu ile önemli ilişkisi olan ve feodalizmin yıkılış ne
denlerinden b i r i olarak almaya eğilimli olduğum büyük
bir olaydan da kısaca söz edeceğim. Bu, «Haçlı Seferleri»
denen olaylar serisidir.
Bu seferleri bazı tarihçiler. Doğu'ya karşıt Batı Av
rupa bilincinin yaratılmasında en önemli etken olarak gö
rürler. Bu, b i r yanı ile doğru olan b i r görüş olmakla be
raber, diğer b i r yanı açısından yani Haçlı Seferlerinin feo
d a l s i s t e m üzerindeki jakıcı etkilerini göstermemesi ba
kımından eksik b i r görüştür. Haçlı Seferlerini dindar Hı
ristiyanların Kutsal Toprağı, Müslümanların (o zamanki
terimi ile «Sarasenlerin») elinden kurtarma çabası ola
rak gösterme zamanı çoktan geçmiştir. Haçlı Seferleri, is-
temiye istemiye kullanacağım b i r deyimle, «feodalizmin
emperyalizmi»dir. İşin din yanının, X I X . yüzyılda emper
yalizmi m e ş r u l a ş t ı r m a d a dinin kullanılmasından öteye gi
den b i r önemi yoktur. Asıl dava: feodal beylere daha çok
toprak ve gelir sağlamaktı.
Bu çabada feodalizm kendi karşısında ü ç beklenme
dik engel buldu: İtalyan tüccarları, Bizans, T ü r k ve Müs
lümanlar. Asıl parsayı birinciler topladı. Doğu örneği b i r
b ü r o k r a t i k imparatorluk olarak daima aşağı gördüğü Av
rupa feodalizminin en b ü y ü k darbesini yiyen Bizans ol-
34
du. Müslümanlar ve Türkler ise ilerlemelerini durdurdu
lar, ama feodal sistemin temelli yerleşmesini önlediler;
Anadolu'dan Kutsal Toprağa kadar yer yer kurulan feo
dal idareleri birer birer yıktılar. Geleceğin Osmanlı dev
letinin imparatorluk idaresi kuracağı bölgelerde feoda
lizm t u t u n a m a d ı . Daha sonra Osmanlılar bu işi daha ile
r i götürerek orta Avrupaya doğru feodal beylikleri veya
kırallıkları yıkmaya başladılar.
Ne İtalyan tüccarlığı, ne Bizans imparatorluğu, ne
de İslâm - Türk devlet sistemi buraya kadar anlattığım
feodal sistemle uyuşamaz. Feodalizme karşı savaşmanın
mahsulü olarak şekillenen Osmanlı imparatorluk yapısı
nı gördüğümüz zaman, i k i sistem arasındaki farklar daha
çok belirecektir. X I I I . yüzyılda Müslüman dünyası ile t i
caretin, Batı feodalizmini kapitalizme doğru itmedeki
önemi de b u r a d a d ı r . Bununla ilgili b i r soruya daha son
ra geleceğiz.
Şimdilik çıkaracağımız sonuç şudur: Asyada ve Os
manlılarda olduğu gibi, siyasal güç (ileride göreceğimiz
gibi) b ü t ü n güçlerin en tepesinde b i r güç olunca yani feo
dal hiyerarşi şebekesini ortadan kaldırınca klâsik anla
mında feodal ekonomiye o h â k i m olur. O güç kendi amaç
l a n için kullanacak şekilde ekonomiye el atınca, o eko
nomiye feodal ekonomi sistemine uymayan yanlar sokar,
o ekonomi artık tam anlamıyle feodal ekonomi olmaktan
çıkar.
X V I I I . yüzyıl öncesi Osmanlı siyasa ve ekonomisinin
Batı feodalizminin aynı olduğu görüşünde direnmek düpe
düz inatçılıktır. Eskiden Osmanlı h ü k m ü altında bulu
nan Balkan ülkelerinin bugün sosyalist olanlarının tarih
çileri arasında da bu inatçı görüş moda olan b i r görüş
olarak yaşıyor. Bunlar, ülkelerinin ulusal k u r t u l u ş u n u
Marxist açıdan yorumlamak için Osmanlı sistemini feo
dal olarak gösterme zorunluğunu duyuyorlar. Böyle ya-
35
pacaklanna, ulusal bağımsızlık savaşlarının bu sistemin
ikinci ciltte göreceğimiz gibi derebeyleşme ( k i bu feo
dalizm demek değildir) süreci sonuçlarına karşılık ola
rak doğduğunu görseler bu, Marxist yorumlamaya daha
uygun olurdu. Görülüyor k i milliyetçi duygular üstün ge
liyor. Asıl önemli olan siyasal örgüt açısından feodal ya
da despotik olsun, bunlardaki ü r e t i m biçimi, ü r e t i m araç
larının mülkiyeti, üretim ilişkileri, ü r e t i m mahsûl ve de
ğerinin üretimci elinden alınış ve dağıtılış biçimlerini
tesbit etmektir. Bunları biçimlendirmede siyasal gücün
dağılım biçimi büyük rol oynar. Bunun önemi, ileride
göreceğimiz gibi, ekonomik alt - yapının darmadağın olu
şu zamanında kendini göstermiştir. Senyörle timar beyi
ni ikinci lehine kıyaslamada öğünülecek bir yan da yok
tur.
Peki, reayanın serften ne farkı kalıyor? Serf senyö-
re bağımlıdır, halbuki reaya kula ya da sipahiye bağımlı
değildir. Raiye olan kişi özel hukukta şeriate ve kadıya,,
eğer Hıristiyan ise kilisesine bağlıdır. Bu, ekonomik ve
siyasa] bağımlılık değil, özel hukuk bağlılığıdır. Siyasa,
tüzel hukukta ise sipahiye bağlıdır, fakat bağımlı değil
dir. Timar be}'inin hukuksal gücü, kendisinde bulunan
bir hakkın gereği değildir. Toprak ve vergi işleri, özel ve
tüzel hukuk alanlarının birbirine girdiği, h a t t â tokuştuğu
bir alandır. Bu yüzden, bugün, yalnız bizlerin değil o za
mankilerin de bu i k i alanın hükümlerini birbirine karış
tırdıkları çok olmuştur. Osmanlı sisteminin, Batı feodal
sistemine baka cn karışık, en tehlikeli yanı budur ve özel
likle geniş bir ekonomik ya da siyasal b u n a l ı m dönemin
de hem devleti hem de köylüyü yıkmaya yol açan sonuç
lar yaratmıştır.
Daha kötüsü, güç olanakları yalnız devlette (bozul
m u ş bir devlet olsa bile) b u l u n d u ğ u n d a n , buna karşılık
reayada gücün zerresi bulunmadığından meydana çıkan
36
çatışmanın sonucu olarak, ikinci ciltte daha ayrıntılı ola
rak göreceğimiz gibi, reayanın kullandığı topraklar ayan
ların, mültezimlerin, saraylıların, paşaların, ağaların ve de-
rerieylerin eline geçince, Hıristiyan olsun Müslüman ol
sun, reâyâ durumunda olanlar çok yanlı bir sömürü kar
gaşası içine düşmüşlerdir. Hıristiyan reâyâ dil ve din ör
gütleri sayesinde bu sömürüye karşı gelmelerle ulusal bi
linçlerini geliştirmede, Türk reayadan çok daha talihli
çıkmışlardır. Türkler arasında ise «halk» adını alan rea
yanın böyle bir bilinç geliştirmesi, günümüze kadar bile,
tam anlamı ile gerçekleşmemiştir.
37
ceği şeylerin dişmcl-akileri mahallî tüketime bırakıyor
elemektir. Bu anlamda bu sistem ne feodaldir, ne de ka
pitalist (Marx, şehirlerdeki ekonominin de bu i k i - y a n
lılığına işaret e t m i ş t i r ) .
Feodalizmden kapitalizme geçişin tarihi konusunda
yapılan bir tartışmada, Amerikalı ekonomist Paul Svveezy
ortaya dikenli b i r soru atmıştı: X I I I . yüzyıldan sonra feo
dalizm çözülüyor; kapitalizm ise ancak X V I . yüzyıldan
sonra kesin biçimini almaya başlıyor. Peki, bu i k i tarih
arasındaki dönem, ne dönemidir? Feodalizm midir, ka
pitalizm midir? Karşıtı olan Maurice Dobb, bu soruya:
«bu dönem hâlâ feodalizm dönemidir» cevabını verdiği
halde, Svveezy bu görüşü paylaşmıyor. Ancak, o da, «bu
dönem kapitalizm dönemidir» diyemiyordu. Bu dönemin
ekonomisine en elverişli t a n ı m l a m a yolu olarak «kapita
l i z m - ö n c e s i emtia ekonomisi» deyimini ileri sürdü. Bu
ekonomi artık b i r «piyasa için emtia üretimi» ekonomi-
sidir; ama, feodal ü r e t i m biçimi ve ona özgü artı - değer
s ö m ü r ü s ü eritilebilmiş değildir; yani kapitalist ü r e t i m
biçimi henüz kesin ve ü s t ü n olarak kurulmamıştır.
Benim anlayışıma göre, Osmanlı sisteminin ekono
misi de böyle b i r tanımlamaya uyar.
r
! Soru 15 : Osmanlı ekonomisinin feodal ve kapitalist
ekonomilere baka yeri nedir?
38
sini, nakdî ve aynî gelirleri ve harcamalariyle devlet ha
zinesi yolu ile finanse eden b i r ekonomi vardır. Fakat bu
emtia ekonomisi «kapitalist ekonomi» olmaktan çok
uzak; kapitalist ekonomi olmaya doğru her eğilimi bu
rada devlet daha tomurcukta iken b u d a m a k t a d ı r , ileride
göreceğimiz nedenler yüzünden.
Bu ayırımı y a p m a n ı n önemi, Osmanlı sistemindeki te
mel iç çelişkilerden b i r i n i n ve belki b a ş h c a s m ı n ve en
önemlisinin kaynağının burada olmasındadır. Feodal eko
nomi, devletin varlığı ve müdahalesiyle ve bunun sağla
dığı itişlerle kuvvetli b i r baskı altına sokuluyor. Ne köy
lü ne de bey, Batı Avrupa feodalizminde olduğu gibi,
kendine buyruk b i r b i r i m içinde (fief) içinde tarımsal
üretim yapmakla yetinemez. Kentlerin piyasa ve para
ekonomisinin zorunu hissettiği zamanın gelişinde görül
düğü gibi, gerekli ekonomik gelişmelerin olması için (ör
neğin toprağın verimini a r t t ı r m a , gübre, hayvan, sulama
işlerinde) devlete bağlı ve m u h t a ç t ı r . Sonraları Batının
kapitalist ekonomisinin etkisini hissettiği zaman o evvel
ce m u h t a ç olduğu gücün, yani devletin, yerinde yeller es
tiğini görmek felâketine de uğrayacaktır. Bunun en meş
hur örneği, Marx ve Engels'in Hindistan ile ilgili yazıla
rında ve yazışmalarında gösterdikleri gibi, İngiliz idaresi
nin gelişinden sonra köylünün eskiden bağlı olduğu devlet
gücünden yoksunlaşarak modern ekonominin karşısında
çırılçıplak hale gelmesidir.
39
garı geçim seviyesinde kaldığını bize izah edecektir.
Osmanlı rejiminde tarımsal ve endüstriyel bir evri
min yokluğu yani feodal ekonomiden kapitalist ekonomi
ye geçemeyişin tarihsel anahtarı buradadır. Bunun sonu
cu olarak devlet gücü çökünce, ve onun yerine Batı ka
pitalist ekonomisinin etkisi başlayınca bu ikincisinin is
tediği ham madde üretimini geliştiremeyen yerler hem
yurdun, hem dünyanın dışında kalmış olan durgun ve
içine çökük ekonomiler haline yani ilkel «emtia ekono
misi» durumundan da daha geri bir duruma gelmişler
dir. Bizde köylü ile şehirler arasındaki büyük u ç u r u m
da böyle başlamıştır.
Asya veya Doğu ülkelerinde görülen ve «doğu üre
tim biçimi» denen ü r e t i m biçimi işte bu şartlar altında
meydana gelmiştir; yoksa bu, bu ülkelerin devlet sistem
lerinin veya uygarlıklarının temelini teşkil eden bir üre
t i m sistemi değildir! Bu noktayı yanlış anlayış, Marx'm
Doğu devletlerinin yapısı ile Doğu ülkelerinin t a r ı m eko
nomilerinin kapitalist gelişmeye yol açmadığı noktası gi
bi i k i ayrı konuda söylediklerini, farkına varmadan, bir
birine k a r ı ş t ı r m a d a n doğan bir yanılgıdan ileri gelmiştir.
40
da m ü m k ü n olabilirdi? M ü m k ü n olabilecek böyle b i r ge
çişe, Batının müdahalesi kapitalist ekonominin emper
yalizm aşamasında m ı o l m u ş t u r ? Avcıoğlunun yukarıda
ki cevabını şu ü ç önemli şartı göze almadan vermek ya
nıltıcıdır: (1) Osmanlı sistemi böyle b i r geçişin söz ko
nusu edildiği dönemde eski yani bozulmamış hali ile m i
mevcuttu? (2) Batı kapitalist ekonomisinin etkileri bu
mevcut oluş veya olmayış hallerine göre hangi nitelikler
de olacaktı? (3) Avrupa etkisi, sadece endüstri ve maliye
kapitalizminin Batıda kuruluşu ile m i o l m u ş t u r ? (*) Ta
rihte olmamış b i r şey üzerine b i r spekülasyon olsa bile,
mirasçısı olduğumuz bozuk-düzeni gereği gibi anlamak
için (özellikle bugün bile hâlâ bu düzensizlikten kurtul
ma çabaları içinde olduğumuz için) somya ancak b u ü ç
şartı göz önünde tutarak cevap vermek gerekir. İleride,
kitabımızın ikinci cildinde, b u bozuk-düzcn sürecinin çiz
gisini belirtmeye çalışacağız.
41
le, savaş gelirlerine dayanmıştı. Devlet hazinesine ayrı
lan gelirlerin en önemli parçasını «ganimetlerin beşte bi
ri» gibi belirsiz, harp talihine bağlı bir gelir türü teşkil
ederdi. Gelirlerinin diğer çeşitleri, devletin para ile öde
diği eyalet askerleriyle idare ve harp ümerasına ayrılan
tahsisatından b a ş k a ödemeye mecbur olduğu genel harp
masraflarını sağlamaya yetecek bir halde değildi.
Bugün, devlet ve â m m e işlerinin idaresi para mali
yesiyle oluyor. Halbuki Osmanlılarda â m m e hizmetlerine
karşılık m ü m k ü n olduğu kadar az para kullanılması esas
tı. Ama bu, yalnız Osmanlılara özgü bir şey değil. Para
darlığı olan her ekonomide böyledir. B i r defa nafia işle
rinin çoğunu devlet yapmıyor. Birçok işler vakıf gelir
leriyle yapılıyor. Bunlar ise devlet maliye ve bütçelerine
girmiyor. Devlet, toprak vergisi gelirlerinin önemli bir
kısmım Sipahi beylerine bırakıyor. Yani ne onlara maaş
veya ücret veriyor, ne de onlar topladıkları vergileri yol
luyorlar, bir nevi takas yapılıyor.
Devletin asıl işi «fetih» ve «kahretmek» tir. Devlet,
bu işle servet kazanıyor ve işini finanse ediyor. Bu sis
temde «politik» «ekonomi» böyle bir prensibe dayanır.
İleride bu prensipin, dünya olayları karşısında önem
li bir hale gelen ekonomik sonucunu göreceğiz ki o da
şudur: Devlet gelirleri, harp gibi sonu belirsiz bir işe da
yandığı gibi devlet h a r c a m a l a r ı da belirsiz. Çünkü hangi
yıl ne kadar ve nerede harp yapılacağı belli değil. Fazla
masrafların hangi gelirlerle kapatılacağı da belli değil.
Daimî giderler ve muhassesat artınca ne olacak? Bu şart
lar altında rasyonel «usul-ü-defteri»ye dayanan bir devlet
maliyesi ve bütçesi olamaz.
Olabilmesi için kendi dışında dünya k o n j o n k t ü m n ü n ,
özellikle para değeri ve fiyat yapılarının kendi keyfine gö
re olması, ya da dünya ile ticaret ilişkilerini kesip kendi
ne yeter bir ticaret ve maliye havzası içinde yaşaması lâ-
42
/.imdir. Halbuki X V I I . yüzyıl başından itibaren veya X V I .
yüzyıl sonlarına doğru Osmanlı ülkeleri ticaret, piyasa,
para ve fiyat u n s u r l a r ı açısından büyük sarsıntılar geçi
ren bir dış çevre ile eskisinden daha b ü y ü k ölçüde iliş
kiler içine d ü ş m ü ş t ü r . B u yüzden para münasebetleri ve
para bolluğu gelince bu sistem altüst oldu.
43
rak mülkiyeti sahibi olma hakkından gelen bir güç de
ğil, ondan önce gelen b i r güç. Soru 13 de feodalizmin ne
olduğu konusunda gördüğümüz durumun tersine, devle
tin mülkiyet sahibi olması, elinde güç olmasından ileri
gelir. Bu gücü kaybedince mülkiyet hakkını da kimse din
lemiyor, toprak kapanın elinde kalıyor ve o zaman ileri
de göreceğimiz «derebeylik» dediğimiz şey meydana geli
yor.
Bu güç, toplumdan ve ekonomi eylemlerinden ayrıl
mış olan devleti yapan kişilerin elinde hazırdan bulundu
ğu için onlar bu gücün gereklerine dayanarak toplumu
düzenliyorlar. «Özel mülkiyet» sahibi olanları siyasal güç
ten yoksunlaştırarak ve b ü t ü n güçleri kaldırarak tek dev
let gücü altına sokuyorlar. Üretim araçlarının özel, k i
şisel mülkiyeti, b i r siyasal güç olmak niteliğini böylece
kaybediyor. O zaman o mülkiyet tam anlamıyle mülkiyet
hakkı olmak niteliğini dc kaybediyor. Bundan ötürü top
rak üzerinde kişisel tasarruf h a k k ı olan reayanın hiç bir
siyasal gücü yoktur.
Bu sistemlerde «özel mülkiyet yoktur» dendiği zaman
kastedilen budur, yoksa bu sistemin h â k i m olduğu top
lumda toprak mülkiyeti olarak b i r özel mülkiyet vardır
ama bu, siyasal güç kaynağı olma niteliğinden yoksun
bir mülkiyettir. B i r çeşit iğdişleştirilmiş bir mülkiyet! İş
te bunun içindir k i Osmanlı ekonomik tarihini incelemek
için devletten işe başlamak gerekiyor. Bu gücün ayrı dö
nemlerdeki «tavır»larına bakmaksızın toplumun ekono
mik d u r u m l a r ı m boşuna anlamaya çalışırız.
44
I I . BÖLÜM
S-
Soru 20 : Osmanlı düzeninin tipik örgütleri nelerdi?
46
de feodalizmden söz edilmeyişi gibi.
Demek k i bunlar nazariyede kalmış şeyler değil. Ey
lemde ve parça parça uygulamalarda yaşanmış, sonra
teorisi yapılmış şeylerdi. Böyle ise, bunlar nazariye veya
fikirlerin m a h s u l ü değil, ş a r t l a r m zorunlamalarının ge
rekli sonuçları olarak meydana gelmişlerdir.
Bunların nazarî b i r p l â n d a olmayıp da gerçekte ta
rih boyunca a d ı m a d ı m uygulandığını bize gösteren di
ğer bir delil, feodal uygulamalara karşı olumsuz siyaset
lerin Osmanlılarda ta b a ş t a n kendini göstermesidir. Os
manlı h ü k ü m d a r l a r ı gerek Anadolu'da, gerek Balkanlar
da feodal nitelikteki beyliklerin yaşamasına engel olmuş
lardır. Ya güçlerinin yettiği yerlerde bunları yok etmişler
dir, ya da güçlerinin yetmediği hallerde, bunların hem
ekonomik hem politik yetkilerini kendi zaptları altına al
dıktan sonra onların beyliklerinin, prensliklerinin sözde
devamına göz y u m m u ş l a r d ı r . Osmanlı i m p a r a t o r l u ğ u n u n
sınırları boyunca Balkanlardan Doğu Anadolu'ya oradan
Mısır ve Kuzey Afrika'ya kadar feodal beylikler b i r şerit
halinde yaşamışlardır, ama ya bunların kendileri b i r im
paratorluk gücüne m u h t a ç olduklarından, ya da bunların
üstüne Osmanlı sistemini tepeden oturtmaya devletin gü
cünün yetmemesi yüzünden b i r uzlaşma yapılmıştır. Bu
uzlaşma sonucu olan istisnaların varlığı, kaideyi kaldır
maz.
Osmanlı despotizminin i l k kurucusu ve kanuncusu
olan Fatih Mehmet, Avrupa'ya karşı ilgi göstermiş bir
h ü k ü m d a r d ı . Orada işine elveren usul ve müesseseleri
alabilecek bir a d a m d ı . Fakat gözlemleri Avrupa'nın ne
feodal usullerini, ne h ü k ü m d a r ü s t ü n d e papalığını, ne de
İtalyan şehir oligarşilerini beğenmesine yol açmamış; en
sonunda sünnî (ortodoks) Doğu müslümanlık devlet mo
deline d ö n m ü ş t ü r . Bu sistemin ikinci ve son kanuncusu
olan Kanunî Süleyman, karşısındaki rakibi Beşinci Şarl'ın
47
bir imparatorda bulunması gerekli güçlerden yoksun o l
duğunu anladığı zaman şaşmıştı. Çünkü bu sözde impa
rator hâlâ Orta Avrupa feodal lordlarınm kendisini impa
rator seçmesine muhtaçtı. Osmanlı sistemi böyle b i r an
layıştan uzaktır.
Bunların fikir kaynakları b a k ı m ı n d a n baktığımızda
da, Osmanlıların İstanbul'un fethinden sonra eski Asya
sistemi modellerini gösteren f i k i r kaynaklarına dönmek
le yetindiklerini görürüz. Hem İ r a n - Selçuk, hem Bizans
uygulamalarını kendilerine örnek almışlar ve bunları Fı
kıh okulları arasında aslında böyle b i r sisteme imkân
veren, ona açık kapı b ı r a k a n Hanefî hukuku ile uzlaştır
m a l a r d ı r . Bu işin en b ü y ü k ustası da Kanunî Süleyman
zamanının Şeyhülislâmı Ebussuut olmuştur.
Fakat bu sistem bozulduğu, h a t t â daha sonra (ikin
ci ciltte göreceğimiz gibi) artık geçerliği olamayacağı gö
rüldüğü zaman bile yalnız kullanılan terimlerde değil, f i
kir eğilimlerinde de aynı d ü ş ü n ü n hâlâ o yönde inatla yü
rümekte olduğunu görürüz. Bazı noktalarda Tanzimat'a,
Meşrutiyete, hatta Cumhuriyete kadar. Devlet, toprak
üzerindeki mülkiyet hakkını hiç b i r zaman terk etme
miştir. Ondan malî geliri toplayamayacak kadar güçsüz
leştiği zamanlarda bile, başka vasıtalarla bu hakkına da
yanmıştır.
48
Osmanlı sisteminin düzensizliği veya bozuk - düzen
olması döneminden sonra ( X I X . yüzyılın başında) tam
bir «ihtilâl» yâni anarşi hali geldiğinde Osmanlı dedele
rimizin kafası da b i r çeşit koma haline girmişti. Bu ko
ma halinde iken tarihsel bilinç te yok olmuştu. Son Os
manlı vak'a - yazarı Asım'dan Cevdet Paşa ve N a m ı k Ke
mal zamanına kadar Osmanlı tarihi yazılmadı. Bu koma
halinden I I . Mahmut'un ıslâhat teşebbüsleri döneminde
çıkıhnca, okur yazarlarımızın Osmanlı tarihini unuttuk
ları görüldü. B i r çeşit bellek kaybı oldu. Onun için dü
zensizlik döneminden önceki düzenin niteliği unutuldu.
Yeni Osmanlı tarihçiliğinin adı geçen i k i etkili tem
silcisini karşılaştırırsak görüş değişikliğini anlarız. Birin
cisi, Cevdet Paşa, medreseden yetişme. Bu b a k ı m d a n Os
manlı sistemini adamakıllı u n u t m u ş olması gerekirdi.
Çünkü bizde politik anlayışı olmayan, ulusal kültürden
ve toplumdan k o p m u ş kişiler, Osmanlı sisteminin çökme
yıllarında medreseden yetişen ulema olmuştur. B ü t ü n
bildikleri Hazreti Muhammcd ve Hazreti Ömer devleti.
Dilleri Türkçe değil, Arapça. Türkçeyi evde karıları ve
çoluk çocuklariyle konuşurken, b i r de çarşıda pazarda
avam halkla işleri olduğunda kullanırlardı.
Öyle olduğu halde, Cevdet Paşa bu çeşit ulemadan
değildi. Klâsik Osmanlı sistemininin bozuk biçimini en
iyi kavrayan b i r tarihçi oldu. Namık Kemal ise «ideal»
Osmanlı sistemini keşfe çalışan b i r sanatçı. Tanzimatta
en büyük Osmanlı tarihini b i r Avrupalının (Von Ham-
mer'in) yazmasına, tarihinde yer yer sert yargılar verme
sine tepki olarak Osmanlı tarihinin «doğrusunu» yazma
ya kalktı.
Namık Kemal, Osmanlı sisteminin özünü, ideal mo
delini, devletin kuruluş ve yükseliş dönemlerinde aradı.
Cevdet Paşa eski Osmanlı sisteminin nasıl yıkıldığım Tan
zimatçılara göstermeye çalışırken, Namık Kemal eski Os-
49
manii sisteminin büyük yanlarını göstermeye çalışıyor:
Büyük h ü k ü m d a r , büyük vezir, kahraman sipahi, namus
lu âlim! Cevdet tutucu, fakat realist; Kemal ilerici ama
idealist, daha doğrusu hayalci. Fakat Osmanlı düzeninin
temellerinin yıkılışının ekonomik nedenlerini bulma işin
de, ne birincisi Osmanlı devletinin çöküşünün ekonomik
nedenlerini kavrayabildi; ne de ikincisi Osmanlı yükseli
şinin ekonomik niteliğini kavrayabildi.
50
lecek adamlara taksim olunsun» h ü k m ü n ü şâmil olmağ-
la timar demek çiftlik demek olmadığı ve timar dahilinde
bulunan tarlaların sahipleri bulunduğu cevaben iş'ar
olunmuştu. B i r de zamanımızda kaleme alman tarihler
den Hayrullah Efendi tarihinde padişahan-ı izam hazera-
tınm vâridat-ı mahsusaları hâs namiyle birtakım çiftli-
kâttan ibarettir denilip halbuki çiftlik ile hâs beyninde
fark-ı azîm olduğu ve timar ve zeamet ve hasların külli
yen ilgası y i r m i otuz senelik şey bulunduğu halde bu veç
hile ahvallerinin u n u t u l m a s ı n a nazaran daha sonraları bü
tün b ü t ü n m a l û m olmayacak bir hale geleceği mütalâası
na mebni...» bu izahatı yazıyorum, diyor.
Demek k i Hayrullah efendi gibi bize göre hayli ku-
demadan sayılacak bir zat bile «has» ile «çiftlik» arasın
daki farkı bilemeyecek kadar Osmanlı müesseselerine ya
bancılaşmış bulunuyordu. Fakat Mustafa Nuri Paşanın
sözlerinde geçen «sahip» kelimesinin yanıltıcılığı üzerine
de dikkati çekerim. Halbuki bu tarihçi, timarlardaki si
pahinin neye, çiftçinin neye sahip veya malik olduğunu
çok doğru olarak biliyordu. (Bu noktalara ileride, ikinci
ciltte döneceğiz.)
Fakat Tanzimattan daha sonraları bu unutkanlık
âdeta zorunlu bir hale bile geldi. Abdülhamit zamanın
da ve özellikle Meşrutiyet gelince, okumuşlar arasında
Avrupa politik sistemleri ö m e k olarak bir ideal gibi alı
nınca bu örneklere uymayan Osmanlı sistemini inkâr ede
cektik, ister istemez onu unutmalıydık. Çünkü geçmişte
olup geçen şeyler belleklerde yaşadıkça ona bağlılıktan
kurtulunamaz. Özellikle birinci cihan savaşı sonunda Os
manlı devleti devletler dünyasından kalkınca (uzun bir
hasta adam olma süresinden sonra bu mukadderdi) o
faslı kapattık; yeni bir millî devlet sistemi kurma döne
mine geçtik. Osmanlı sisteminden ve onun tarihinden el
lerimizi yıkadık.
51
İşte bu nedenlerden ö t ü r ü bugün de Osmanlı tarihi
ne dönüp baktığımız zaman bu tarihin içinde devlet bize,
vaktiyle Avrupalılara göründüğü kadar acayip bir tûba
ağacı gibi gözükür. Bu sistem, bizim b u g ü n k ü politik
kavramlarımızın tepetaklak edilmesiyle anlaşılabilir. Şim
di ben örneğin bu konuları X V I . yüzyılın o k u m u ş yazmış
bir Osmanlı efendisiyle konuşsam, efendi hazretleri, ka
sıklarını bastıra bastıra b i r alay güler, «A efendi, sen
nice âdemsin. Hiç öyle senin dediğin gibi seçimle, oyla,
halkla, partilerle, parlâmentolarla, c u m h u r b a ş k a n l a r ı ile
devlet olur mu?» diye şaşar şaşar da kalırdı.
Ben onların bize şaşmasına şaşmıyorum da bizim
onlara şaşmamıza şaşıyorum. Çünkü biraz dikkatle ba
karsak ve b i r de biraz eski Osmanlı sistemini öğrenir
sek görürüz k i biz sandığımız kadar da Osmanlılıktan çık
mış sandığımız kadar Batı müesseselerini anlamış ve al
mış değiliz. Osmanlılardan kalma izler hâlâ yaşıyor içi
mizde ve aramızda. Örneğin b i r b a ş b a k a n «Biz sandık
lan çıktık» dediği zaman demokratik devletin b i r pren
sibine dayanarak h ü k ü m e t i n i n meşruluğunu anlattığını
sanıyor. Halbuki demokrasilerde sandıktan çıkmış ol
mak, diğer sınıfların temsil edilme haklarını t a n ı m a m a k
için bir meşruluk temeli değildir. Bu söz demokrasiye
değil, «Biz Hacı Bektaş ocağının erleriyiz» diyerek her
istediklerini yapmak için bundan meşruluk kazandıkları
nı sanan yeniçerilerin ağzına ve kafasına uygun bir sözdür.
52
nitelik olarak örgütlenen bir toplumu ifade eden h ü k m î
bir şahsiyettir.
Bugün devlet dendiği zaman halk sınıflarının siya
sal iradesine dayanan devlet anlarız. Bu sistemin inceli
ği, devleti yönetecek olan kanun yapıcı parlâmentonun,
onun seçtiği ve güven oyu ile yerinde t u t t u ğ u veya gü
venini kaybedince düşürdüğü h ü k ü m e t i n dört beş yılda
bir halk sınıflarının oylarını toplayarak, onların istek
lerine göre, kurulması veya değiştirilmesi usulüdür.
Tabiî bu iş çok çapraşık ve çatışmalı bir iştir. Ne
deni şu k i devletin temsil ettiği toplum birbirinden fark
lı çıkarları olan halk sınıflarına b ö l ü n m ü ş t ü r . Bugünkü
devletlerin çoğunda bu sınıflar başlıca toprak sahipleri
nin, sermaye sahiplerinin, emek sahiplerinin haklarıdır.
Toprak, sermaye, emek başlıca ve en önemli güçlerdir.
Bu güçlerin çıkarları birbirine uymaz, h a t t â çok kere bir
birine çatışıktır. Bu yüzden siyaset bu sınıflar arasında
ki yarışma ve çatışmalarla geçer. Eğer bir toplumda dev
let egemenliği bu üç sınıftan yalnız birinin elinde olsa
ve diğer sınıflar hükmedilen tek bir sürü haline getirilse
orada siyaset yerine adamakıllı savaş çıkar öldüresiye.
İhtilâller böyle olur. Fakat halkın pek çoğunun bunların
ya dışında ya da arasında kalmış olduğu hallerde siya
set bu üç sınıf insanlarının, halk kitlelerinin çoğunluğu
nu kendi yanlarına çekmek, onların oylarını kendi adam
larına kazandırmak yarışı olur.
İşte Osmanlı sistemi gibi sistemlerde bunlar yok.
Çünkü o, halk sınıfları yani toplum iradesine dayalı ku
rulu, onu temsil eden bir sistem değil. Bunu sınıflar üs
tü, «kerim» bir devlet sanmak da gülünç bir şey. Böy
le bir devletin kerimliği olsa olsa ancak bir atın sır
tına binmiş süvarinin atı ile ilgilenişi cinsindendir. Ev
velce söylediğim gibi, gücü yetenler birleşip atın yular
larını ele geçirirler ve sırtına atlarlar. Yularları, dizginle-
53
r i , mahmuzlan bir iyice ele ayağa geçirirler. Toplumda
k i sınıfları atın başı, gövdesi, bacaklan misali hükümle
r i altına alırlar. Atı seyisleri vasıtasiyle timar etmeye,
besili tutmaya gayret ederler, sonra da mahmuzları basıp
alabildiğine k o ş t u r a r a k kullanırlar.
Olur mu böyle şey diyeceksiniz. Oluyor. Hem de na
sıl! Şair E ş r e f i n bir sözü var:
«Nasıl zincire vurdu y i r m i milyon şiri b i r maymun»
Eşref, Abdülhamit'i kastediyordu. Abdülhamit bu Os
manlı sistemi çeşidinin suyunun suyu olduğu bir devir
de yetiştiği zaman bile o eciş bücüş haliyle atın sırtın
da 30 küsur yıl mahmuz çaktı. Artık ötekilerini varın siz
kıyas edin.
54
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda b i r nefes sıhhat gibi
dediği zaman «devlet» sözcüğünü bizim anladığımız an
lamda kullandığını sanırsak yanılırız. Bu i k i dizedeki söz
leri b u g ü n k ü dile serbest çeviri ile dökersek anlamı şöy
le olur: «Hayatta en değerli şey mutluluktur; mutluluk
ların en yücesi ise bir solunumluk doğruluktur.» Bura
daki «devlet», bugün anladığımız anlamdaki devlet değil
dir. (Yüce padişah i l k b a k ı ş t a göründüğü gibi banal bir
söz etmemiş; sûfiyan güzel bir söz etmiş)
Asıl önemli olan şey devlet değil, h ü k ü m d a r ve onun
adamlarıdır. Bunlar en yüksek güç yerine gelme talihine
uğramış, başlarına «devlet kuşu» k o n m u ş talihliler ol
duklarından kendilerini devletli sayarlardı. Devlet bir
müessese değil, güç sahibinin bir sıfatıdır. Çiftçi nasıl
çiftli çubuklu, zenaatkâr nasıl iş yerli ve araçlı, tüccar na
sıl paralı ise baştakiler de devletlidir.
Bizde ancak Yeni Osmanlılar çağında devlet sözcüğü
modern anlamım almağa başladı. Padişahlar için bu çe
şit kavramlar «zındıkça» fikirlerdi. Bugün bile okur ya
z a r devlet adamlarımızın, «devlet» ile «toplumsal sınıf
lar» karşı karşıya getirildi m i tüyleri diken diken olmu
y o r mu? Demokratlık tasladıkları halde bunlar bile Os
manlılıktan henüz çıkmış değillerdir. Demokratik sistem
de toplumsal sınıfların hakları veya güçleri, devletin ye
teneklerinden önce gelir ve onların üstündedir. Despotik
sistemde ise bu iş tersine!
55
devleti elbette bir padişah, hadi bilemedin beş on vezir
idare edemez. Başka daha çok adam lâzım. E l i kalem ve
ya kılıç tutan kişiler çok önemli, bu devletlerin ayakta
durabilmesinde. Osmanlı devletinin askerlik bölümünü
bırakın, bürokrasi b ö l ü m ü n d e bile baş d ö n d ü r ü c ü bir ör
gütlenme var.
Peki, nereden bulunacak bu adamlar, eğer, modern
devletlerde olduğu gibi, toplumun sınıflarına dayanılma-
yacaksa? Asya ve yakın doğu tarihinin binlerce yıllık de
nemeleri bu yolda çok metodlar öğretti insanlara Osman
lılara gelinceye kadar, Osmanlılar da bu usullerin en us
talıkla olanlarını uyguladılar.
Esası şu: devleti toplumun sırtına bindirecek ve ora
da tutacak adamlar elbette havadan gelecek değil; yine
bir toplumdan gelecek. Ama bunlar toplumdaki sınıfla
r ı n d a n oldukları gibi gelirlerse, tam anlamıyle devlete ka
pılanmadan sadece bir â m m e görevi yapmak için gelir
lerse bunlar devleti kendi sınıflarının çıkarlarına, istek
lerine göre yöneltme eğilimini gösterecekler. Halbuki bu
sistemlerde bu caiz değil.
Neden? Çünkü toplum b a ş k a devlet başka: toplum,
onların deyimiyle «reâyâ» yerden bitme bir şey. Devletse
v
gökten inme, dışarıdan gelme bir şey(' ). Osmanlı kafasına
göre, toplum «reâyâ» ve «berâyâ» yani köylü ve kentli
halktır. Devlet ise efendi veya babadır. Bulunduğu yere
Tanrı tarafından getirilip k o n m u ş t u r . Bu inanca göre,
56
toplumla devlet arasında doldurulmaz bir u ç u r u m ola
caktır.
Bu i k i varlığı İslâm ve Osmanlı yazarları çok defa ve
açıkça «sürü» ile «çoban» a benzetirlerdi. İsterseniz at
la binicisine benzetelim biz. Hiç sürü ile çoban, atla bi
nici bir olabilir mi? Bunun içindir k i X V I . yüzyıl Osman
lı efendisine siz demokraside halkla devletin eşitliğinden
veya birinin ötekine dayalı oluşundan söz ederseniz size
güler de güler. «Olmaz. Eğer öyle olursa o toplum hayır
etmez, o düzene ihtilâl târi olur, devlet yaşayamaz» der.
Bir toplum daima bir çobana ihtiyacı olan bir sürüdür.
Sürüdeki koyunlar sınıf sınıf; k i m i meler, k i m i otlar, ki
mi süt verir, k i m i çiftleşir, kimi yavrular. Bunlar onla
rın işi. Fakat çobanın işi onları gütmek, onlara i y i bak
maktır. Yazarlar padişahlara hep bunu öğütlerlerdi.
57
kendi benzerlerinde olduğu gibi, devlet ile toplumsal sı
nıfları ayırma prensibine göre yürüdükçe, bu kitabın ikin
ci cildinde göreceğimiz gibi, öyle sonuçlar meydana gel
di k i bunlar ayrılma yerine birbirine girmeye başladı.
Marx'ın dediği gibi «her sistem kendi kuyusunu kendisi
kazar». Burada da öyle oldu.
59
devletin tekeli altındadır. Devlet bu hakkını kendi adına
gelirleri toplayan kişilere «tefviz» eder, yani onlara yet
kisinin bir parçasını, bir karşılığı olmak şartıyla, bağış
lardı.
60
aynı şeylerdir. Devletin temeli mülktür, yani topraklar
üzerine egemenlik ve «dominium»dur ( * ) .
Köylü «bu tarla benim malımdır» der, «benim mül-
kümdür» demez. «Mal» ise Osmanlı dilinde «emtia» de
mek değil, gelir getiren bir a r a ç veya kaynak demektir.
Köylü için önemli olan şey toprağı kendi mülkü sayma
sı değil, kendi malı olması, yani toprak üzerine egemen
lik değil, toprağı ekip biçmek, kullanmak, onu geçim
sağlama aracı olarak kullanabilmektir.
Bugün biz buna «tasarruf» yani kullanma hakkı di
yoruz; bu da bugünkü hukukta bir mülkiyettir. Alınır,
satılır, mirasla geçer, feragat edilebilir. Toprak üzerinde
k i devlet mülkiyeti ise (yani Osmanlı tâbiri ile mülk ise)
alınmaz, satılmaz, feragat edilmez, mirasla da geçmez. Si
yasal otorite olduğu sürece o hak vardır ve onunla durur.
O hak olmadı mı, siyasal otorite de yok olur, ya da siya
sal otorite yok oldu mu o hak da yok olur. Mülk olan
toprak üzerine başkası egemenlik iddiasına kalkınca, o
zaman «Ağalık» başlar; «Derebeylik» biçimine de dönüşe
bilir. Bu yöndeki gelişmeyi ikinci ciltte göreceğiz. Osman
lı düzeninin temelinin çürümesi bununla başlar.
Bugünkü devletler egemenliklerini bu çeşit bir hakka
dayandırmıyorlar. Onlarda toprak mata'dır, her mülkiyet
objesi gibi bir nesnedir. Özel kişilere ait bir haktır. Os
manlı sisteminde ise devletin reayası olmayanların yani
yabancıların toprak üstünde, yani devletin m ü l k ü üzerin
de, mülkiyeti veya tasarruf hakkı olamazdı. Bu, devletin
toprak üzerindeki «rakabe» sine yani b o y u n d u r u ğ u n a ay
kırı sayılırdı.
Bundan ötürü, bu düşünün sürmesi sayesinde yaban-
61
cılar yani reâyâ olmayanlar Osmanlı devleti toprakların
da toprak sahibi olamamışlardır. Tanzimat döneminde
Avrupa diplomatları «toprak özel kişi mülkiyeti konusu
olmalıdır, sizde böyle olmadığından geri kaldınız» diye
rek bu hakkı elde etmeye çalışıyorlardı. Bu hakkı elde
etmiş olsalardı Türkiye Cezayir'e ya da Hindistan'a dö
necekti. Yine aynı düşünce iledir k i 1858 de Arazi Ka
nunu yapıldığı zaman, eski Osmanlı toprak mülkiyeti dü
şünüşünden vaz geçilememiştir.
Türkçede «mülkiyet» karşılığı sözcük yok. Buna kar
şılık «elinde olmak» var. «Malik olmak», «sahip olmak»
Arapça sözcüklerden yapılmadır. Özel mülkiyet kavramı
bize Türkçeden değil, Arapçadan yani İslâm hukukundan
gelmiştir. Özel mülkiyet müessesesini biz Arapça bir
sözcüğün yardımı ile kendimizi zorlayarak söyleyebiliyo-
ruz.
Roma hukukunda olduğu gibi, İslâm hukukuna yani
Fıkh'a göre de özel mülkiyet var. Osmanlılar da İslâm hu
kukunu kabul ettikleri gibi bunu da kabul ettiler, ama
yalnız şehir toprakları için. Osmanlılar İslâm hukukunu
özel hukuk olarak kabul ettikleri halde bunu t a r ı m top
raklarına genişletmediler. Tarım topraklarını devlet hu
kukunun konusu saydılar.
62
İşte bu hak k a r ş ı h ğ m d a d ı r k i köylü devlete toprak
kirası borçlu. Üretiminin artı-değer denen parçasının
karşılığım devlete vermeye mecburdur. B u toprak kirası
kö}'lünün ödediği vergilerin en önemlisini teşkil eder.
Devlet bunu, köylüyü k o r u m a s ı karşılığı gerekçesiyle alır,
daha doğrusu kendisi borçlu a d a m ı n a kendi adamına,
yani sipahiye maaş ödeme yerine bunu verdirir ve teme
lini m ü s l ü m a n s a şer'i öşür, değilse şer'i cizye ve b i r de
örfî vergiler teşkil eder. «Maaş» sözcüğü sonradan bugün
kü anlamını almıştır. Osmanlı sisteminde maaş, bir gö
revliye geçim sağlama demektir. Görevliye para ile yapı
lan ödemeye «maaş» değil «ulufe» denir.
Reâyâ daimî olarak reâyâ olarak kalacaktır. Osman
lı yazarları bunu, «reâyâ oğlu reâ3^âdır» sözüyle belirtir
lerdi. Artı-değerine malik olup onu yeniden yatırıma ko
yarak üretimini genişletemeyecek, para ekonomisi yolu
ile kapitalist üretim şekline giremeyecektir. Böyle b i r üre
t i m şekli ilişkileri için gerekli şart olan toprak mülkiyeti
yoktur.
Sözün ikinci anlamı şudur: Tarım geleneksel usulle
re göre devam edecek, teknolojik devrimsel değişmeler
olmayacaktır. Yer değiştirme, toprağını bırakıp gitme ol
mayacaktır. Köylü öyle mukannen b i r şekilde çalışacak
tır k i , devlete, yani onun temsilcisine mukannen olarak
umulan vergiyi verecektir. Devlet, tahmin veya takdir üs
tüne dayanan gelirinin gerçekleşeceği faraziyesine göre
ordusunu ve maliyesini düzenleyecektir. B u umma, tak
dir veya tahmin işini altüst edip değersizleştiren olayla
rın etkilerini ikinci ciltte göreceğiz.
63
ğmı tahmin ettiği vergi gelirine göre birimlere ayırır.
Bunlara «dirlik», yani geçinme kaynağı denir. Devlet, üc
ret veya maaş ödemek istemediği kendi unsurlarına bu
malî kaynakları tahsis eder. Ülkede dolaşan nakit hac
minin dar olduğu her yerde böyle olur. İkinci ciltte göre
ceğimiz gibi, Amerika k ı t a s ı n ı n bulunuşuna kadar, Av
rupa'da, belki bütün dünyada ticareti sınırlı tutan bir
gümüş para darlığı vardı.
Bu usule bakarak, yalnız Osmanlı devletinin despo
tizm döneminde paraca sıkıntıda olduğu sanılmasın. Av
rupa daha da sıkıntıda i d i . Osmanlılar ise X V I . yüzyıl
sonlarına kadar m e m u r l a r ı n a , askerlerinin önemli bir
kısmına bol maaş verebilecek durumda idiler.
H ü k ü m d a r ı n görevlileri içinde t a r ı m ve tarımla ilgi
li askerî işler görecek olanlarına «Sipahi» denir ve dir
liklerine de «Timar» denirdi. İşte köylünün tâbi olduğu
rejim bu timar idaresidir. (Maaş yerine bir gelir kayna
ğı verme yolu ile kurulan dirliklerin başka çeşitleri de
vardı k i bunlara «ocaklık», «arpalık» gibi adlar veri
lirdi.)
Bu tarımsal dirlikler devletin toprak zaptı için ya
pılan savaşlarında yararlık gösterenlere «kısmet edilir»
d i , yani bölünürdü, dağıtılırdı. Demek k i timar dirlikleri
sahipliği bir nevi cenkçiler korporasyonudur. Onlara dev
letin «mülk» ü n d e bir pay veriliyor, k i bu da bu «mülk»
ün bir parçasından gelir alma hakkıdır. Bu savaşlara ka
tılanlar, sonunda b i r timar sahipliği kazanma özlemi
içinde vuruşurlar, mükâfatım görürlerdi.
65
sundular) önemli bir çatışma veya gerginlik olacaktı. Hü
k ü m d a r zorda kalınca kâh berikine kâh ötekine dayana
caktı. Bunun sonuçlarını ikinci ciltte göreceğiz.
66
köylüye i y i bakacak, bol vergi y a r a t m a s ı için.
Belki de «timar» sözcüğü bunu dile getiriyor. Os
manlılardan önce Bizanslıların da buna benzer bir kuralı
vardı. Orada «timar» sözcüğüne karşılık olan birime «pro-
noia» denirdi k i anlamı «timar» anlamının yani «iyi bak
mak, timar etmek» anlamının aynıdır.
Fakat bu bakım işi, çiftçinin ü r e t i m işi ile ilgili ola
rak yapılan b i r b a k ı m değil. Timarlı bey ü r e t i m tekno
lojisi ile de ilgili değildir. Halbuki feodal bey, bunun
tersine, hem ü r e t i m işi ile hem ü r e t i m araçları teknolo
jisi ile doğrudan doğruya ilgili bir a d a m d ı r . Feodal bey
ekonomik b i r sürecin içinde, timarlı bey ise devletsel ve
fiskal bir sürecin içinde yeri olan kişilerdir.
Timarlar, b i r sülâle içinde süregelen k u ş a k l a r d a n ye
tişme kişilere verilmeyip, toplumsal kökenleri karışık
kişilere verildiği için sipahi beyleri arasında bir sınıf be
raberliği veya bilinci de yoktu. Böyle bir bilinci yaşa
tan, besleyen bir feodal gelenek Osmanlı sisteminde ken
dini besleyecek bir ortam bulamamıştır. Bugün bazı k i
şilerin kendilerinde feodal bir köken vehmetmesi, son
radan Avrupa feodalitesine imrenme etkisi altında doğ
m u ş bir Donkişot hayalciliğidir.
Böyle bir sanının diğer bir yanılgısı da Osmanlı sis
teminin bozuluşunun, çöküşünün yaratığı olan, Osmanlı
sistemindeki iç çelişkilerden en önemlisinin kendi tersine
oluşması sonucu olan derebeyliği, feodalizmle karıştırma
dan doğmuştur. İkinci ciltte göreceğimiz gibi, derebeylik,
timar sisteminin antitezidir ve feodalizm demek değildir.
67
îü burada «serbest» kcrylüdür veya bağımsız, kul olma
yan köylüdür. «Hür köylü» demedim, çünkü hürriyet di
ye bir şey yok zaten. Serbest, bağımsız yani serfin ve
kulun zıddıdır. Mirasla geçen «toprağı kullanma» hakkı
nın karşılığı olarak toprağa bağlı olma şartı ile serbesttir.
Bu sistemde borçluluklar hep tek yanlı, karşılıklı değil.
Ancak siyasal anlamda tam hürriyeti yok, haklan da yok-
tur. Örneğin kendi isteğiyle yer değiştiremez, kendi is
teğiyle çiftçilikten vaz geçemez, kendi isteğiyle t a r ı m usu
lünü değiştiremez, kendi isteğiyle işlediği toprağı sata
maz. Fakat bunların dışında örf veya şeriat veya kanun
la timar beyine karşı, vergi dışında, hizmet vesaire yolu
ile bir tabiiyeti, bağımlılığı yoktur. Timar sisteminin bo
zuluşu ile gelişen ağalık, onun daha ileri giden biçimi
olan derebeylikte köylünün serfleştirildiği görülürse de
Osmanlı sisteminde bunun yeri ve tanmmışlığı yoktur.
68
ğı sayesinde yeniden toprak zapteder, böylece hazinesine
gelir, gazilerine toprak sağlardı.
Şu halde timar sisteminin kuruluşunun memleket
zaptetme için savaşlar yapılması ile ve bir de para darlı
ğı ile ilgili olduğunu görürüz. Bunun durduğu veya sa
vaşların zaferle sonuçlanmadığı ve toprak kazanamadı
ğı zamanlarda ve paranın bollaştığı zamanlarda ise bu
usulün artık lüzumsuzluğunun anlaşılması gerekmez mi?
Ve o zamandan itibaren b u n l a r ı n orijinaldekinden fark
lı bir konfonksiyonları olması gerekmiyecek mi? Timar
sisteminin bozuluşunda bu koşulların rolünü ileride gö
receğiz. Osmanlı ekonomisinin çöküşünün en önemli ya
nının nedenlerini o zaman daha iyi anlamış olacağız.
Timar sisteminin amacı, devlete malî ve askerî güç
sağlamaktı! Bu güçle topraklar zaptedecek, yeni malî
kaynaklar edinecekti. Osmanlı sisteminde karşılaştığımız
iç çelişkilerden bir tanesi de işte b u r a d a d ı r . Timar siste
mi ile savaşlar birbirine zıt sonuçlar yaratacak nitelikte
dir. Savaşlar genişledikçe timarlar bozuldu, çünkü sa
vaşlar timara hak edenler sayısında büyük artmalar mey
dana getirdi. İleride göreceğimiz gibi, bu ü r e t i m fazlalı
ğı timar sahiplerinin işe yaramaz finans ve militarizm
aracı olmalarına yol açmıştır. Ateşli silâhların ilerleyişi,
sipahiliğin değerini düşürdü. Zamanla timar beyleri, kul
ların kulları haline gelmeye başladılar. H ü k ü m d a r l a r des
teklerinden birini kaybedince önce kulların eline düştü
ler, sonra eşkiya ve âsilerle, en sonunda da derebeylerle
karşılaştılar.
69
munu incelerken, toplumun tepesinde oturan siyasal güç
tabakasının ö r g ü t ü n ü n önemli b i r parçasını görmüş olu
yoruz. Aslında Osmanlı askerî gücünün asıl önemli teme
li bu askerî güçtü. Osmanlıların i l k hızlı gelişmeleri ve
fetihleri büyük hareketlilik, hız ve manevra kabiliyeti
olan hafif zırhlı süvari kuvvetleri sayesinde oldu. B u iş
te at ve sığır son derecede önemlidir. Bugün nasıl tank-
sız, uçaksız savaş yapılamazsa o zaman da atsız ve sığır-
sız savaş olamazdı. Bunları sağlamanın en m ü n a s i p yeri
de t a r ı m bölgeleridir.
Bundan ötürü Osmanlıların yükselme devrinde Ana
dolu ve Rumeli'de hayvancılık, sığır, koyun, at yetiştir
me ilerledi. Osmanlıların devlet örgüt ve usullerinde, da
ha sonra göreceğimiz değişikliklere paralel olarak, sa
vaş usullerinde de değişiklikler olduğu zaman (bunların
bir tanesi hafif zırhlı süvari yerine kale yıkıcı ağır mu
hasara topları kullanmadır) atçılık da gerilemeye başladı,
Osmanlı çöküşü ile beraber at tarımcılığı da çöktü.
Osmanlı siyasal gücünü kuran Türkler, i l k zaman
larda, Bizans i m p a r a t o r l u ğ u n u n (feodalleşmiş olan ve
köylüsü feodal beylerle kilise tarafından sömürülen) ül
kelerine çattıkları zaman b u yerlerin köylüleri tarafından
direnmesiz karşılandılar. Kurtarılışlarının karşılığında
cizye vererek tam olmamakla beraber hürriyetlerine ka
vuştular. Pek muhtemel olarak, bazı feodal ağalar da
açık göz davranarak müslümanlığı kabul edip timar bey
likleri elde etmek suretiyle mevkilerini muhafaza ettiler.
Osmanlı kaynaklarında dirlik sahibi sipahilerin, Ba
tıda manoir sahibi lordlar veya senyörler gibi çiftçi ol
duğunu gösteren b i r alâmet yoktur. Çünkü bunlar da
toprak tasarrufuna sahip olamazlardı. B i r sipahinin ken
dine veya oğluna gizli yoldan toprak vermesi kanuna ay
kırı, ve timarın elinden alınmasına sebep olurdu.
Fakat sonraları bu timar beyleri yavaş yavaş ellerine
70
toprak geçirmeye başlamayacaklar mı? Timar verme ve
timarlıları kontrol etme usullerinin değişmesi veya bo
zulması ile ('") bu iş hızlanmayacak mı? Toprağı eline
geçirenler timar sahiplerini ortadan kaldırmayacaklar
mı? Bunları ileride göreceğiz. Acele etmeyelim de top
lumun öteki sınıflarını görelim.
71
I I I . BÖLÜM
72
mek gibi bir şey. Fakat biz sınıf sınıf yani bölük bölük
ayrılmış olan zenaatçıların topuna birden «esnaf sınıfı»
diyebiliriz. (*)
73
cak bunları? Zanaatkarlardan değil mi? Demek k i o da
endüstriye m u h t a ç . Endüstrilerin genel p i r i de İdris Aley-
hisselâm; eskilerin inancına göre insanlığın ikinci baba
sı imiş.
74
sanlar oldu mu bir toplumda, hele onlar ü r e t i m alanının
kaçınılmaz unsuru iseler, tekelci devleti ürkütecek bir
şey olur bu. Onun için devletin birinci derdi çiftçiyi dü
zene sokmak ise, ikinci derdi de endüstriyi kontrol al
tına almak olmuştur.
Esnafın bazıları, örneğin dokuma ve deri zanaatla-
rıyle ilgili olanları (toplumda ve devlette önemli üretim
le meşgul olduklarından) hayli dişli loncalardı. Evliya
Çelebi özellikle tabak esnafını gösterir bu dişliler arasın
da. Ejderha gibi heriflermiş. Devletin polisini bile iple-
mezlermiş. Devletin elinden bir katil kaçıp bunların «kâr-
hane» lerine sığınacak oldu mu, onu oradan ne polis ala-
bilirmiş, ne de kendisi tekrar kaçabilirmiş. Ustalar bun
ları en pis işlere sokarak bir güzel terbiye ederlerdi de
mek.
Esnaf içinde çok kuvvetli bir dayanışma ve ruh bir
liği de vardı. Eskiden beri devlet düzenine aykırı, dev
let baskısı ve şeriat baskısı istemeyen f i k i r ve akımlar
bu sayede yaşayabiliyordu aralarında. Devletin ekonomi
üzerine olan baskısının kendilerini s ö m ü r d ü ğ ü n e inanır
lardı. Ancak, bu inançları b u g ü n bizim anlayabileceğimiz
bilimsel ve ekonomik terimlerle anlatılmadığı için, bun
ları okuduğumuzda «hurafat», «mistiklik», saçma inanç
lar sayarız. Bu ortaçağ esnaf kafası ve düşünü ile ilgili
yazıları zamanın gerçekleri ile olan ilişkilerini bularak
anlama bugün âdeta ayrı b i r b i l i m dalı haline gelmiş
tir. Bazen bu olumsuz t u t u m l a r ı n aşikâre çıktığı da olur
du. Özellikle dokuma zanaatmdaki ustalar arasında. Ör
neğin «Gizli İdris» diye tanınan ihtilâlci bir dokuma us
tasının yerini o ölünceye kadar polis b u l a m a m ı ş .
Zanaatçılar arasında, bu nedenlerden ötürü, şeriatle
pek başı hoş olmayan tasavvuf akımları, h a t t â bir yeral
tı dini olan, tekelci devlet otoritesini istemeyen Batı-
nîlik kuvvetli idi. Esnafın birçoğu tasavvuf tarikatleri-
7.5
nin «fütuvvet» denen ahlâkiyatı ile beslenirdi ve tarikat-
lerle ilişkili idiler. Esnafın dinî hayatı tasavvuf etrafın
da merkezleşmişti. Bu tasavvuf tarikatlerinin bir kısmı
kapalı, bir kısmı açık şekilde devlet dini olan İslâmlı
ğın cami dindarlığına, Fıkıh hukukuna i y i gözle bak
mazdı.
76
Soru 44 : Osmanlı düzeninde tüccar sınıfının
durumu ne idi?
77
si ticaretle uğraşan adamlardı. İlk fıkıh eserlerinde ka
zanç ve ticaret övülmüştür. Zamanımızda bile en sofu
müslümanlığı bu ortaçağ tipi tüccarlar destekliyor. O
halde nasıl oluyor da tüccar sınıfı ortaçağ toplumları
nın devletlerinde muteber kişiler değil?
Fakat, gene İslâmiyette örneğin. Kuranda, hadisler
de tüccarların tartı, fiyat ve faiz eylemleri üzerine şid
detli sözler var. Para ü s t ü n d e n faiz yemek bir kimsenin
kendi anasiyle yatması kadar b ü y ü k b i r g ü n a h sayılmış
tır. Zamanla din yazarları tüccarlığı bir nevi kumarbaz
lığa benzetmişlerdir. Din, harp, idare adamları ve köylü
ile işçi arasında daima tüccara karşı bir tutum vardır.
Dindarlıklarında epeyce bir mürailik dozu olduğu inan
cı vardı.
Fakat İslâm ülkeleri t a r ı m ürünlerinde ve endüstri
de ilerledikçe tüccardan kurtulamazlardı. Onun için, di
ğer birçok Doğu ve İslâm devletlerinde olduğu gibi Os
manlılar da piyasayı ve ticareti kontrolleri altına almış
lardır. Tüccar sınıfının alabildiğine gelişmesini önlemek
için ellerinden geleni yapmışlardır.
Bir defa tüccarların tepesinde kadılar var. Sonra
her kentte Çarşı Ağası veya İhtisap Ağası veya Muhte-
sip denen bir nevi belediye polisi bulunurdu. Bunların
işi satılan malları kontrol etmek, fiyatlara bakmak, ölçü
ve t a r t ı l a n teftiş etmekti. Kadılar bu belediye işlerine
bakarlar ve n a r h ı uygularlardı. Zaman zaman yüksek
devlet adamları yanlarına kadı ve muhtesipleri alarak
çarşılara baskın yaparlar, çok kere de bu kaideleri bo
zanlara hemen orada cezaları verilirdi. En genel ve hafif
ceza dayaktı. Onun için maiyetlerinde bir de falaka taşır
lardı.
Ayrıca devletin kendi ülkesinin ayrı bölgeleri arasın
daki ticaret de kontrol edilirdi. Bazı maddelerin yabancı
ülkelere çıkarılması, bazı maddelerin getirtilmesi yasak-
78
Lı. Özellikle para alımı ve satımı ile uğraşanlar yani sar
raflar netameli kişilerdi. Bu yüzden bu ince zanaat müs-
lümanlara değil, Yahudilere bırakılmıştı. İkinci ciltte
göreceğimiz para anarşisi ve malî bunalımın gelişine ka
dar, yani X V I I . yüzyıla kadar Yahudi sarrafların daha
sonrası için olduğu kadar önemli b i r rol oynayıp oyna
madıklarını bilmiyoruz. Fakat bundan önce mevcut ol
dukları bilinir. Meselâ Selim I ile ilgili bir hikâyeye ko
nu olan şahıs bir Yahudi sarrafıdır. Bu hikâyeye göre.
Padişah Mısır seferinde b i r sarraftan istikraz yapmış.
Borcunu ödemek istediği zaman, sarraf bu paraya karşı
lık oğlunun kapıkulluğuna alınmasını teklif edince Padi
şah az daha adamı idam ettirecekmiş. Bu, gerçekten ol
m u ş bir olay mı, yoksa bir siyasa prensipini anlatmak
için sonradan tertiplenmiş b i r hikâye m i , bilmiyorum.
Fakat, bize sarrafın durumunun nasıl görüldüğünü anla
tır.
Yahudi sarraflar ayrıca daq:>hane eminliklerinde kul
lanılırdı. Darphane eminliği demek darphane mukataası-
nı alan adam demektir k i devlete karşı sorumludur. Bu
itibarla Yahudi sarraflar, devletin üzerlerinde duracağı
kişilerdi. Bunların daha sonraki rolüne ileride geleceğiz.
79
için sermayeci tüccarın sınaî yatırımcılığa geçmesi bir
«ihtilâl» eylemi olurdu.
Bunun için tüccarların çoğu kazandıklarını ekono
mik yatırımlara yatırmazlar, ya taşınmaz mülke yatırır
lar, ya da istif ederler ve saklarlardı. Çok defa müsa
dereye uğramak tehlikesi olduğundan gösteriş ve lüks
maddelerine de fazla para dökmezlerdi. Belki de bunun
bir tepkisi olarak çok sofu gözükmeğe çalışıyorlardı. Fa
kat sofulukları tüccarları sevmeyen unsurlardan biri olan
Sûfîler (tasavvuf erbabı) arasında istihkar ve alay konu
su olurdu. Bir İslâm, sözünde «kazanan Tanrının sevgili
sidir» dendiği halde, tüccarlar değerli, mevki sahibi, ve
ticaret iyi bir zanaat sayılmadığından birçok bölgelerde
«İslâm ahlâkiyatının» ve hukukunun dışında kalan Ya
hudi, Ermeni, Rum kişiler ticarete girerler, belki bu yüz
den daha da kötü gözle görülürlerdi.
Sermayeciye, parasını yatırımla kullanma fırsatını
verecek yalnız bir imkân vardı. Bu imkân da para eko
nomisi ve onun yarattığı sistem sarsıntısı doğduğu za
man meydana çıktı. Fakat bu konuya sonra geleceğiz.
80
namesinde padişahın önünden geçen büyük geçit resmin
de bunlarin da b u l u n d u ğ u n u yazar ve bunlara «pirsiz
ler» der. Çünkü her meşru sınıfın bir p i r i vardı. Mekruh
sınıfların ise p i r i yok.
X V I I . yüzyıl başından itibaren düzende bozulma, ya
ni Osmanlı yazarlarının deyimi ile «ihtilâl» dönemi gel
diğinde ortalık sayısız işsiz insanla yani sınıfsız, pirsiz
herifle dolmuştu. Osmanlı yazarlarının kafasını çok uğ
raştıran bir durum! Herkesin bir sınıfı olacağına göre,
işsiz insanların yeri neresi idi? Onun için bazı yazarlar
bunların sürülmesini, bazıları da katledilmesini bile tec
viz etmişlerdir. B i r zaman geldi k i şehirler y a n esnaf,
yan yeniçeri b i r alay yarı işsiz insanla doldu. Bunlara
Osmanlı «ihtilâl»inin lumpenproletariası diyebiliriz.
Celâli ve Yeniçeri isyanlarının çoğu bu insanların
ayaklanmalan sonucu i d i . Yeniçeri ocağının bu «pirsiz»
«herifler» in istilâsına nasıl uğradığını ikinci ciltte göre
ceğiz.
81
IV. BÖLÜM
82
!
I
ayırıcı prensipi kesinleştikten sonra, yani devletin top
lumdan ayrı ve ondan k o p m u ş olması usulü geliştikten
sonra, padişahlar da toplumla olan bağlarını kestiler.
Birçok tarihçiler ve onların kitaplarını okuyarak biz
ler bunu, padişahın kafes arkasında oturması işinden
ibaret bir şey sanırız. Halbuki bu, o kadar önemli bir
şey değil. B i r padişahın, birden bire çok büyüyen bir dev
letin işlerini yarı göçebe bir beyin ya da bir toprak ağa
sı, bir derebeyin yaptığı gibi oturduğu yerden ve ilk el
den görmesini beklemek abes olur. Osmanlı sisteminde
Padişahın kafes arkasına çekilmesi, doğal bir şey. Ve
zirler ne güne duruyor, eğer her işi padişah görecekse,
değil mi?
83
Tarihte toplumsal nitelikten bu kadar yabancılaşmış
h ü k ü m d a r dinastisi az görülmüştür. Lehlerine tek kay
dolunacak nokta Amerika'nın keşfinden sonra Avrupa'ya
yayılan frengiye, birçok Avrupa kral hanedanları yaka
landığı halde, bunların bu âfetten uzak kalmış bir sülâle
olmalarıdır (harem usulü sayesinde).
Fakat frengiye yakalanmamış ve evlâtlarına frengi
geçirmemiş olmakla beraber, genel olarak toplumdan ya
bancılaşmış olmaları ölçüsünde ya alık ya cahil olmaya,
ya da öyle gözükmeye, içinden pazarlıklı kurnaz olmaya,
bazan da işi deliliğe vurmaya eğilimli olmuşlardır ( * ) .
Bir kısmı da harem içinde, azmış boğalar gibi bir şey
olurlar, cinsel işlerle oynatırlardı. Bazıları ise şairlik, hat
tatlık, oymacılık, kuyumculuk, oyuncakçılık gibi işleri
«yapmacıktan» edinirlerdi. Tabiî bunların meslek anla
mında sınıfsal anlamı yoktu. Yaptıkları şey, ekonomik
üretim işi değildi. Hem padişahların, hem saraylıların,
hem devlet adamlarının ve yazarların, hem de halkın pa
dişahlarda insan - üstü, âdeta kutsal yetkiler bulunduğu
sanısı Osmanlı tarihinin en yanıltıcı etkenlerinden b i r i ol
muştur. Ama, Osmanlı sistemi gibi sistemlerde bu, tabiî
bir şeydir. Despotizm denen siyasa t ü r ü n ü n özü de bura
dadır. Padişahın iradesi her şeyin başı sayıldığı için on
suz olunamadığı gibi, onun gücünün herşeye yettiği sa
nılır. Halbuki gerçek güçler toplumdadır. Bu güçler sıfı
ra indirilince, padişahların kendileri de b ü t ü n unvanla
rına rağmen tarih selinin içinde sürüklenen birer saman
çöpü haline geldiler.
Osmanlı padişahları soyca Türk oldukları halde,
belki de ilk k o p t u k l a r ı toplum Türk toplumu olmuştur.
Çünkü Türk toplumu Osmanlı düzeninde reâyâ'dan ve
84
onlar arasında en aşağı görüleninden sayılırdı.
İrkçı Osmanlı tarihçileri, örneğin İ. H . Danişment,
Osmanlı padişahlarından sanki birer ulusal Türk başbu
ğu imişler gibi söz ederler. Bu, kendini milliyetçi saydı
ğı halde, hâlâ Osmanlılıktan k u r t u l a m a m ı ş olanlara öz
gü bir çelişmedir. Osmanlılıkta asıl önem verilen yan
padişahın milliyeti değil, siyasal gücünün yüceliği ve kut
sallığıdır. Eski Osmanlı yazarları bazı padişahları kişi
olarak çok eleştirdikleri, h a t t â bazan kötüledikleri halde
«padişah olarak» aleyhlerinde tek söz söylemezler. Ölen
lerinin hepsi «yeri cennette olan» kişiler olarak gösteri
lir.
Padişahlar ne dereceye kadar Türk kalabilmişler- •
dir? Toplumsal ve kültürel anlamda Türklükle ilişkileri
kalmadığına şüphe yoktur. Soy olarak Türklükleri üzeri
ne söz etmek ise güç b i r iştir. Burada b i r çeşit ırkçılı
ğa düşmek tehlikesi de vardır. X V I . yüzyıl Osmanlı dev
letinin dış siyaset konularının bazıları üzerine küçük bir
kitap yazan İngiliz tarihçisi W. E. D. Ailen, bu yüzyıl
sonlarındaki Avrupa h ü k ü m d a r soyları ile birlikte Os
manlı padişah soyu üzerine bizim ırkçı tarihçileri şaşır
tacak gözlemler ileri s ü r m ü ş t ü r . Bu yüzyıldaki padişah
ların hangi soydan olan kadınlardan doğduğunu göstere
rek Osmanlı soyunun içine ü s t ü n ölçüde İtalyan ve Slav
kanı karıştığını söyler. Bu «kan» ile neyi kasdediyor? Bi
zim bildiğimiz damarlarda dolaşan kan mı? Bunun an
cak «kan grupları» olarak tıpta b i r anlamı var. Yoksa,
İtalyanlara, Cermenlere, Slavlara özgü ayrı terkipte ve
ya renkte kan m ı var? Bunun h ü k ü m d a r l ı k ile ilişiği ne?
Bir Ispanyolun kanı b i r Fransızın d a m a r l a r ı n a şırınga
edilse o adam Fransız mı olur? Böyle yargıların bilimsel
değeri yoktur. Sözünü ettiğim tarihçinin bu kan sözü
ile kırmızı veya mavi kan kasdetmeyip, biyolojik soy ka
rışmasını kasdettiğini tahmin ediyorum. Ancak, böyle de
85
olsa bir padişahın Ukrayna ile, diğerinin Kafkasya ile,
ötekinin İtalya ile ilgilenmesini analarının Slav, Çerkeş,
italyan oluşu ile yorumlamak ne dereceye kadar bilim
sel bir çabadır? I I . Selim'in alkolik olması, I I I . Murat'ın
melankolik olması ile analarının kanı ya da soyu ara
sında bir ilişki var mıdır? Bunlara bizim ırkçı tarihçile
rimiz (böyle fikirleri ciddiye aldıkları için) cevap bul
sunlar!
B ü t ü n bu soy karışmalarına rağmen, Osmanlı hü
kümdarlarının Türk dili konuştuğu, bu anlamda Türk ol
duğu meydanda. Resimlerinde görülen bazı yüz özellikle
ri de, b ü t ü n soy karışmalarına rağmen, kaybolmamış
Türkmen özellikleridir. Ama, bir padişah?, padişah ya
pan kaşı, gözü, burnu değildir.
Osmanlı padişahları Türk soyundan geldiklerini bi
lirler miydi? Abdülhamide bakılırsa bilirlerdi, ama o za
man Türk olmakla öğünmek diye bir şey yoktu. Hatta
belki de Türk olanlar, Türklüklerini saklarlardı. Önemli
olan Osmanlı olmaktır. Türkçülüğün babalarından sayı
lan ve Yahudi aslından olan Vambery, Abdülhamit ile
bir k o n u ş m a s ı n d a padişahın «Türkçü» olduğunu kendi
sine söylediğini iddia eder. Dediğine göre, Osman soyu
nun Eskişehir taraflarında akrabası olan aşiretler var
mış ve her yıl saraya hediyeler yollarlarmış. Bunları
Vambery mi uydurdu, yoksa Abdülhamit uyanmaya baş
lamış olan milliyetçilik bilincine bir taviz mi veriyordu,
bilmiyorum.
Önemli olan Osmanlı padişahlığının Türklükle top
lumsal açıdan bir ilişkisi olmadığıdır. Bu padişahlar
Türklerin değil, Osmanlıların yani kapı-kullarınm başbu
ğudur. Bu kapıkullarının yazılarında Türk çingene, tat,
kürt gibi gruplarla birlikte sayılır. Bazan bunlara mez
hebi, meşrebi belirsiz, akılsız (bî i d r â k ) , şerir ve rezil
(erazil) gibi sıfatlar da verirler. Ulema arasında da bu
eğilim var. Ulemadan olduğunu tahmin ettiğim Merzifon-
lu Seyyit Abdurrahman Eşref (çok muhtemel olarak
T ü r k t ü r ) 1738 gibi sonralara ait b i r tarihte yazdığı «Mil
letlerin Türleri Üzerine Bilimsel B i r Eser» diye bugün
kü dile çevirebileceğimiz «Tezkiret-ül Hikem fî Taba-
kat-ül Ümem» adlı ve b i r çeşit medeniyet tarihi gibi bir
şey olan eserinde şöyle yazar: Âdemoğulları i k i sınıftır:
bilim, endüstri, matematik, felsefe gibi bilgi ve fenlen
geliştirenler ile bunlardan yoksun, habersiz ve cahil olan
milletler. İkinciler arasında Türkleri, Çinlileri, Moğolla-
ıı sayar. Türkler cesur, harpçi, iyi binicidirler, o kadar;
fakat «bî rahm, ve gaddar olup yağma ve talan ve ih-
rak-ı memâlikte bî akrandırlar. Neûzu Billâh m i n şururu-
hum» («merhametsiz, gaddardırlar, yağma ve talanda, ül
ke yakmakta eşsizdirler. Tanrı bizi şerlerinden koru
sun»). Osmanlılıkta Türk, işte bu demekti.
İ m p a r a t o r l u ğ u n yükseliş döneminde birbiri ardına
gelen sekiz on padişah son derecede kabiliyetli, b a ş a n -
lı, büyük önderler olmuşlardır. Bunlar despotizm siste
minin en yararlı yanlarını başarı ile kullanmışlardır. Bo
zulma ve çökme döneminde ise bazı meraklı ve kabili
yetli padişahlar geldi, durumun kendilerini tahtta otur
ma gücünden yoksun ettiğini sezenler oldu. Bozuk bir
düzen dönemi olan X V I I . yüzyılda bir şeyler yapmağa,
dedeleri gibi duruma hâkim bir üstün - insan olmağa he
veslenenler olmuştur. Örneğin Murat I V , Osman I I . Fa
kat ya cahillikleri, ya da ahlâksız insanlarla çevrili ol
maları yüzünden hiç b i r başarı elde edemediler. B i r i k i
tanesi de b i r şey "yapayım derken hayatını kaybetti. Os
man I I vakasında gördüğümüz gibi, ne yapacaklarını da
bilmiyorlardı. Selim I I I zamanına kadar bu zavallılıkları
sürdü. Daha sonrakiler içinde b i r Mahmut I I , b i r de Ab
dülhamit I I güçlü h ü k ü m d a r oldular. Fakat bu güçlülük
leri Türk toplumuna bir şey kazandırmadı.
87
Soru 51 : Kulluk nedir? Kimler kuldur?
88
etmiştim. Osmanlılarda resmî bir şekilde, bir müessese
halinde kulluğun başlamasının, dahiyane bir keşifle ge
liştiğini tahmin edebiliriz: bu, kulların toplumsal kökle
rinden koparılması usulüdür. Halktan, köleden, esirden
kul yapmak pek öyle nizama, usule girecek ve güvenile
cek bir iş değildir. Derilen kişileri, h ü k ü m d a r ı n kulu ha
line getirme işini zorla ya da rastgele yapmaktansa öyle
bir usul bulmalı k i hem can atarak insanlar gelsinler
kul olsunlar, hem de tıkır tıkır bu kaynak işlesin. Bu
dahiyane usulü keşfeden, o zamanın âdeti üzere fethedi
len yerlerdeki insanların beşte birinin ganimet olarak hü
k ü m d a r a ait olacağı kaidesini genişleterek, biraz, da da
ha insanî şekle sokarak «devşirme» usulünü başlattı.
89
dil gelişti. Kapıkulu dilinin şu faydalı etkisi oldu: devlet
idaresi ile ilgili, çoğu eski İslâm eserlerinden alınma ki
taplar yazan ulema, yazılarım Arapça yerine bu dille yaz
maya başladılar k i bunlarda şaşılacak kadar çok öz Türk
çe sözcükler vardır. Fakat, ne de olsa bu dil de padişah,
kul ve devlet gibi yapma, sentetik bir dildi.
90
letleri ise ne o, ne öteki. Bunlar sözde ortodoks. Bir
parçası Rum, b i r parçası Slav. Ama Ortodokslukları da
şüpheli. Balkanlardaki bu halklar, Bizans devletinin ve
kilisesinin sömürücülüğü karşısında Türklerin gelişine
karşı gelmemiş gözüküyor. B i r kısmı Ortodoks gibi gö
rünüyorsa da gerçekte hem Bizans, hem Roma kilisesine
d ü ş m a n olan heretiklerdi. B i r çoğu aslında gizlice Mani-
hei inançlar taşırlardı. Balkanlarda bunların bir kısmı
na o zaman Bogomü'ler deniyordu. Hele bunlar hemen
müslümanlığa geçtiler.
Avrupalı katolikler doktrin kavgası yüzünden Rum
lardan (*) nefret ettikleri halde, Haçlı seferleri boyunca
Katolik ve Rumlar arası nefreti artırdıkları halde, şimdi
birdenbire ortodoks hıristiyan âşıkı kesilmişlerdi.
92
Müslümanlığının belki en önemli kurulu tarikat ve fütüv-
vet ocağıdır.
İşte, burada, kullar için de önemli bir tercih kapı
sı vardı: Kulların hepsi b i r tarikat mensubudur. En aşa
ğıdaki asker yeniçerilerden en yukarıdaki vezirlere kadar
kulların tarikat ve fütüvvet bağlılıkları Osmanlı tarihi
nin hiç işlenmemiş bir yanıdır. Bu noktada tarihçilerden
en çok duyduğumuz şey yeniçerilikle Bektaşîlik arasın
daki ilişkidir k i bu konuda söylenenler karanlıklar ve çe
lişkilerle doludur. Yeniçeriliğin Bektaşîlikle bağıntısı ne
zaman başlamıştır? Bu bağıntı ne yoldan o l m u ş t u r ? Bu
konularda tahminler yapmaktan öteye gidilemiyor. Bek
taşilik de, Bogomillik gibi, bir heresi dinidir. Doktrinle
ri aşağı yukarı aynıdır. Zaten i l k Osmanlılar daha kul sis
temini geliştirmeden önce Bektaşiliğin de dahil olduğu
Batınî zümrelerle yakınlık halinde idiler. Henüz tama-
miyle sünnîleşmiş, ortodokslaşmış, hukuklaşmış değiller
di. Bu heretik dinleri m ü s l ü m a n Ortodokslar sevmedik
leri, h a t t â onları gerçek m ü s l ü m a n d a n bile saymadıkları
gibi, onlar da her dinden ve her milletten insana kapıla
rını açık tutarlardı.
Hıristiyan kilisesinden k o p m u ş kavimlerin böyle bir
din sektine mensup olmaları kolaylıkla anlaşılabilecek
bir şeydir. Yeniçerilerin sadece savaş askeri olmayıp sa
vaş teknolojisi zenatkârları olduğu yolundaki görüşümüz
doğru ise, Batınî fütüvvet ile yeniçeri ocağı arasındaki
bağın bu yoldan k u r u l m u ş olduğunu tahmin edebiliriz.
Zamanla, yeniçeri ocağının Hacıbektaş ocağı haline gel
mesinde kulların şeriat-dışı bir güç kazanmalarının rolü
olduğunu tahmin ediyorum. Eğer bu faraziye doğru de
ğilse, ikisi arasındaki bağıntıyı ancak sonralara yani
yeniçeri ocağının bozulması ve esnafla karışması zamanı
sonrasına koymak gerekir. Bu noktaların ayrıca incelen
mesi ve vesikalara dayandırılması gerekir.
93
Soru 56 : Kullar neden «yapma» bir sınıftı?
94
satın alınan mal gibidir, onun tam sivil haklan olma
dığı gibi politik hiç b i r yetkisi, devlette yeri yoktur.
Erkek ve kadın köleler şahısların hizmetlerinde kul
lanılırdı; kullar ise (yalnız erkek) ve yalnız devlet hiz
metinde kullanılan, haklardan mahrum değil, tersine rea
yanın elinde olmayan imtiyazlar verilmiş kimselerdi. Bun
lar Roma'daki «clientis» gibi, h ü k ü m d a r a mensubiyetle
kişilikleri ve yerleri belirlenen a d a m l a r d ı («l'homme»,
Arapça «rical») ( * ) . Bütün politik varlıkları b u mensu
biyetten doğduğu için hepsi padişah kulu i d i . Yanlış an
laşılmaya meydan vermemek için söyleyelim k i kullar,
aslında köle veya esir olanlardan da derilebilir. Osman
lılardan gayri İslâm dinastilerinde bu, daha çok görülür.
Fakat Osmanlılar, k u l devşirmek için köle veya esirden
daha bol b i r kaynak bulduklarından devşirme işini us
turuplu b i r siyasal eğitim işi yapabilmişlerdir. K u l , kö
keninde köle veya esir de olsa, k u l ocağına girişi ile kö
lelikten çıkar. H a t t â bazı yerlerde (örneğin, Mısır Mem-
lûk'lerindc) bu, b i r formalite ile yapılır. Osmanlılarda
böyle b i r işlem olmadığı görülüyor. Bunun nedeni hü-
k ü m d a r l a n n kulların dışında ve ü s t ü n d e olmasıdır. Mem
lûk sultanlanmn kendileri ise kölelerden gelme kimse
lerdi.
95
nunî Süleyman zamanına kadarki sürede olmuştur.
Bütün İslâm dinasti devletlerinin biricik karşılaştır
malı b i r incelemesini yapan İslâm tarih d ü ş ü n ü r ü İbn
Haldun «Giriş» adlı yapıtında kulluk ile bu t ü r devlet ara
sındaki bağlantıyı bize çok i y i anlatır. B i r sülâle, hane
dan veya dinastide tek kişi en ü s t ü n güç yerine çıkmak
için bir yandan kendi hanedanının ihtirasları veya hatta
hak istekleri ile uğraşmak, bir yandan da toprağa dayalı
küçük hanedanların beylerini kendi h ü k m ü altında tut
mak zorunda kalır. Despotizm, bu Üst un tek başına gü
cü sağlamasıdır. Bu büyük tarihçinin gösterdiği gibi, bu
sistemde her yerde despot, etrafında bir kul kitlesi yarat
makla bu işi b a ş a r ı r ve hemen her yerde kullar yabancı
lardan, dışarıdan ve h a t t â toplum dışından, özellikle hü
k ü m d a r ı n kendi kavminin dışından devşirilir. Bunların
köklerini koparmakla kayıtsız şartsız kendi devletinin
uşağı, aracı, organ haline getirir. H ü k ü m d a r kendi kav
minin veya neslinin asabiyeti (ruh birliği ve dayanışma
sı) yerine, bunların kendine bağlılıktan gelen asabiyeti
n i yaratır.
Osmanlı tarihinde asil «Osmanlılar» işte bunlardır.
Osmanlı sülâlesi bu işi b a ş a r m a d a b ü t ü n diğer Doğu-îs-
lâm dinasti devletlerinden daha becerikl i olmuşsa da,
İbn Haldun'un ön gördüğü gibi, başlarına en büyük be
lâyı da bu örgütü yaratmakla almışlardır.
Fakat, her despotik yapılı devlet şeklinde silâhlı güç
leri ve devlet makamlarını örgütlü b i r ocak olarak te
keli altına alanları t ü m anlamıyla bağımlı k u l haline ge
tirmek güç b i r iştir. Osmanlı düzeni bu işte yalnız ka-
p ı k u l l a n n ı gemleme zorluğu ile karşılaşmadı. Onların ar
kasından gelen köle asıllı kişiler gelince bunlar büsbü
tün gemi azıya aldılar. Bunu ikinci ciltte göreceğiz. Onun
için burada kul ve köle kavramları ü s t ü n d e biraz daha
durmalıyız.
96
Kölelik hem Roma hukukunda, hem Fıkıh hukukun
da bir özel hukuk konusudur. Kişiler hukuku alanına gi-
rer. Kölelik devşirilme (recrutement) yolu ile doğmaz.
Köleler ya kaçırılırlar, ya tutsaklanırlar, ya satın alınır
lar, ya da köleden doğarlar. Mülkiyetten t ü m yoksunlaş-
ma yolu ile de köle olunulur. Bunların hepsinin legal so
nucu bir insan kişisinin herhangi bir başka bir insan kişisi
nin malı olmasıdır. Ya bir ü r e t i m aracı olarak kullanı
lırlar, ya varlıklı ailelerin hizmetinde ya da yatak oda
sında olur. Bunlar, kişisel ilişkiler hukukunda olur. Kö
leliği, özel hukuk ilişkilerine sokmayan hukuk sistemle
rinde bu gibi eylemler suç olur; tüzel hukuk (örneğin,
bir Anayasa) bunları yasaklar.
Tarihte bazı ağır ü r e t i m işlerinde geniş ölçüde köle
ler kullanılmıştır. Hatta, daha dünkü - b u g ü n k ü tarihte.
Örneğin, bugünkü Amerika Birleşik Devletlerinin güne
yinde yakın zamanlara kadar kölelik vardı.
Gene biliyoruz k i , ü r e t i m aracı olarak köle kullanıl
ması olayının büyük büyük ekonomik, teknolojik olum
suz sonuçları olduğu gibi, vatandaş savaşlarına da yol
açmıştır. Gene en son, en büyük örneği Amerikada ola
nı. Eski Yunanistanda Solon reformlarına yol açan ge
niş ölçüde köleleşme sürecinin hikâyesini bilenler çok.
İslâm tarihinde de bazı köle isyanları olmuştur. Bildi
ğim kadarına göre, Osmanlı tarihinde bir alay kul isya
nı olduğu halde, köle ayaklanması olmamıştır. İhtimal
ki Osmanlı tarihinde kölelik yoktu demek değildir Bel
k i kölelerin geniş ölçüde ü r e t i m d e kullanılmamış, daha
çok kişisel hizmetlerde kullanılmış olmasından toplu
ayaklanmalar olmamıştır. Kişisel hizmetler için ondoku-
zuncu yüzyılın ortalarına kadar kölelik vardı. Cebinde
altım olan, pazara gider, beğendiği köleyi satın alırdı.
Bazıları da bayram hediyesi ya da b i r kutu çikolata he
diye verir gibi, çok yakışıklı bir cariye veya oğlana ras-
97
larsa satın alır, yaranmak istediği bir büyüğe sunardı.
Köle ticaretinde, Osmanlılarda başlıca i k i kaynak Af
rika ile Kafkasya i d i . Köleliğin Kafkasya kaynakların
dan gelişi Osmanlı tarihinde ne zaman başladığını bilmi
yorsam da daha Osmanlılardan önce bu bölgeden köle
sağlama işinin daha eskilere kadar giden b i r geçmişi ol
duğu m u h a k k a k t ı r . B ü t ü n insanların, beyaz kara, yok
sul zengin demeyip doğuştan eşit ve özgür olduğu görü
şü hukukta, siyasada, ekonomide kendini kabul ettirin-
ceye kadarki zamanların legal sistemlerinde, hukuk naza
riyelerinde, b u n l a r ı n dayandığı felsefe ve dinlerde insan
kişisinin köle olması olanaklı sayılmıştır. Buna inanmaz
gözüken Hıristiyan ve İslâm dinlerinde kölelik özel hu
kuk kurulu olarak yaşamıştır. Yalnız, hem Roma huku
kunda hem Fıkıh hukukunda kölenin «salıverilmesi»
(manu-emittere, manumission, azadetme) kapısını açık
bırakarak bunu da bazı formalitelere bağladılar. Bu yüz
den, köle azadedilebilir. Fakat kulun azadedilmesi diye
bir şey yoktur. Köle olan, kulluğa derildiği zaman köle
liği sona erer. Arapçanm etkisi altında bizim Kölemen
dediğimiz Memlûklar'da bu, b i r «manumission» forma
litesinden sonra o l u r m u ş . Osmanlılarda böyle b i r eylem
yok gözüküyor; nedenine raslamadım. Memlûklar'da pa
dişahlık ve tek hanedan egemenliğinin k u r u l a m a m ı ş ol
masında olabilir. Kullar devlet katında ve padişah emrin
de bir ocaktırlar, b i r corporation'durlar. Kölelerin ise böy
le ocaklık durumları, siyasal hukuk nitelikleri ve status'le-
r i yoktur. Siyasal niteliği b u l u n m a s ı şart olmayan kişi
nin elindedirler. Kulluk hizmet süresi ile gider; b u süre
den önce atılabilirler ya da «siyaset» edilebilirler, yani
h ü k ü m d a r «irade»si ile katledilebilirler. Köle katledile-
cekse, h ü k ü m d a r iradesi ile değil, kadı h ü k m ü ile katle
dilir ve bu «siyaset edilme» değildir.
Demek k i , sözlükte k u l ile köleyi b i r tutsak, dilde
98
- - - - — — — — — —
99
ren, onbirinci yüzyıldan sonra devlet idaresi üzerine ya
zan hemen b ü t ü n İslâm yazarlarının (ama Fıkıh'çıları-
nm değil) yapıtlarında raslanan «Nizam», «Tevazün»
(Equipoise) teorisinin b i r süre - gelişidir. Bunu gözümüz
de şöyle canlandırabiliriz: hani eski kantarlar vardı; b i r
çengele tartılacak ağırlık asılır; öbür yanda pirinç ağır
bir topuz bulunurdu. Bu topuzla kantarın tutamak yeri
arasındaki mesafeye göre denge bulunurdu. Bu yazarla
ra göre güç ile toplum arasındaki denge de böyle b i r
topuz ağırlığı ile tutulur. Osmanlıların bu eski geleneğe
katkısı, bir sürece, topuz sağlama işini daha radikal, da
ha yöntemli yapmaları. Fakat b i r gün bu topuz çok ağır
laşmaya ya da çok hafifleşmeye başlayınca denge allak-
bullak oldu; onu bir daha da t u t t u r a m a d ı l a r .
Kapı-kulluğunu anlamada önemli nokta şu: bunlar
gücün ağırlıklarıdır. Gücün ortakları değil, araçlarıdır.
Yukarıda anlatmağa çalıştığım nokta yani temelde hu
kukça farklı oluş belirli hukuksal sonuçlar yaratmıştır
k i bunlar da b i r t a k ı m ekonomik sonuçlara yol açmış
tır. Köle, köle olarak kaldığı sürece, asker olmaz, vezir
mezir de olmaz. Gücü uygulama aracı olmaz, üretim ara
cı ölür. K u l , güçte b i r hak ile donanmaz, sadece onu kul
lanma işinde kendisine b i r yetki imtiyazı verilir. İkisi
arasındaki farkı, İngilizce i k i sözcükle anlatmak ister
sek, «right» ile «privilege» farkıdır. Hak, geri alınmaz
bir şeydir; imtiyaz ise takmadır, geri alınabilir. Bunun
için, imtiyazı verenin en üstün haklar deposu olması ge
rekir.
Tam ya da gerçek bir feodal sistemde ise böyle de
ğildir. Güç ve hakların bölünüşü, dağılışı b i r düzeyde
eşitlik şeklinde değil, yukarıdan aşağıya, aşağıdan yuka
rıya basamaklı b i r karşılıklı mukavele zinciri ile tuttu
rulmuştur. B i r Ü s t e sadakat yemini eden, o Üst un kar
şısında tüzel kişiliğini ve haklarını kaybetmez. Osmanlı
100
sisteminde ise k u l bu son i k i özellikten yoksundur. Onun
için en tepedeki güçlü ile k u l arasındaki imtiyazlandır-
ma eylemi i k i yanlı, karşılıklı b i r mukavele eylemi de
ğildir. Terazi île kantar arasındaki farka benzer b i r fark.
Kulun hakları yok, fakat verilmiş yetkileri ve imtiyaz
ları var.
Bunlarla donanmışlığı kulluğun gereklerini yaptığı
sürecedir. K u l , güç deposundan sızan imtiyazın gerektir
diği karşılığı, güç tutucusunun irade ettiği gibi yapma
dığı, hatta elinde olmayan nedenlerle yapamadığı zaman
bile imtiyaz ve mevkiini kaybedebilir. Tarihte olduğu gi
bi çok kez güç sahibinin b i r iradesi ile hemen kaybeder.
Üst'ün değil, Üstün'ün «irade»sine göre, sistemin b a ş k a
gereklerinin zoruna göre boynunu uzatmak zora bile var.
Bu sistemin en su g ö t ü r ü r yanı irade ile keyfi bir
birinden ayırmanın her zaman kolay olmayışıdır. Ama,
bu bir yöntem, b i r kanundur. Roma hukuku ya da Fı
kıh hukuku gibi b i r hukuk kanunu değil, fetih ve siyasa
hukukudur. Fatih, fethedilenler içinden kendi gücüne ge
rekli kullar seçme hakkı olduğuna inanır, tek güç tutu
cusu olma iddiasının (onlarca bu, Tanrı tarafından ve
rilmiş bir h a k t ı r ) bir parçası olarak. Osmanlı İslâm hu
kukçuları ancak Fıkıh hukukunun kavramlarına ve yön
temlerine alışık olduklarından bunu ganimet kategorisine
sokup müslümanlaştırdılar. Kulları tarihçilere köle san
d ı r m a d a bu Fıkıh ulemasının da b i r rolü o l m u ş t u r bel
ki. Halbuki Osmanlı tarihinde «boynu uruldu» gibi söz
leri ulemadan olmayan olay-yazarlar olağan bir şeymiş
gibi, kılları kıpırdamadan yazarlar.
Kul ile köle arasındaki farkları kavrayamıyan eleşti
riciler «peki kul köle değilse özgür b i r kişi midir? De
ğilse köleden ne farkı var?» diyorlar. «Özgürlük» sözü ile
bugünkü anlamda «siyasal hakları olma» anlaşılacaksa
(ki ancak bu anlaşılabilir) bu sorunun cevabı: «hayır.
101
özgür değildir» olacaktır. Fakat köleden farkı işte bura
da meydana çıkar; çünkü kulun siyasal hakları yoksa da
siyasal imtiyazları var. Kölenin ise hiç b i r siyasal imti
yazı yoktur. (Köylünün de din hukukundan gelme b i r öz
gürlüğü var ama bu, bizim anladığımız anlamda özgür
lük değil. Bu, siyasa hukukunun dışında bırakılmış ol
m a n ı n sağladığı b i r özgürlük. Müslüman olan reayanın,
dinin sağladığı Fıkıh hukuku ne kadarlık b i r özgürlük
sağlamışsa, o kadarlık özgürlüğü var. B u açıdan, Osman
lı düzeninin dengeli döneminde bunlar Hıristiyan reaya
dan biraz daha talihli durumda idiler, çünkü onların di
ninin tepesinde kilise denen ayrı b i r güç örgütlenmesi
yoktu. Osmanlı sistemi, ortodoks Hıristiyanların başın
daki bu din otoritesinin siyasal gücünü kendi h ü k m ü al
tına almış, özel hukuk gücünün tüzel hukuk ile yüzyüze
geldiği yerlerini kadı h ü k m ü altına koymuş, kiliseye sa
dece özel kişi hukuku alanını bırakmıştı. Kilise gücün
den yaka silken Hıristiyanların kulluğu benimsemeleri
nin a n a h t a r ı belki de b u r a d a d ı r ) .
Ama, bazı abartmalara da düşmiyelim. B u sistemde,
özel hukukla tüzel hukukun karşılaştığı yerlerde (özel
likle toprak tasarrufu, mülkiyet işlerinde) hem kanunun
hem şeriatın çiğnendiği çok olmuştur. Buna, adalet dilin
de «zûlm» denir. Zâlim b i r h ü k ü m d a r ı durduracak b i r
güç te yoktur. Onbirinci yüzyıldan ondokuzuncu yüzyıla
kadar, İslâm şeriat uleması ve siyasetname yazarları bu
konu üzerinde kafa patlattılar, nasihattan b a ş k a bu işin
çaresini bulamadılar. Reâyâ, «irade» ile katledildiğinde
bu, siyaset değil zûlmdur. Ama k u l siyaset edildiğinde
buna zûlm diyen olmamıştır. Gerçi, burada da, özellikle
Osmanlı düzeninin altüst olduğu dönemlerde, entrikalar
la padişahın aldatılıp irade çıkarıldığı olur. B u gibi hal
lerde, tarih yazarlar bunları ya da bunlara kanan padi
şahları inceden inceye kınarlar. Fakat, çok kez de buna
102
hakkettiklerini söyledikleri de olur.
Güç yerlerinin eski «gazi kardeşliği» üyelerinin elin
den «kapıkulu ocağı» üyelerinin eline geçmiş olmasına
bakarak ve kul ile köle arasındaki farklar üzerine bura
ya kadar yazdıklarıma bakarak, Osmanlı tarihinde dev
let mevkilerinin sonuna kadar kapıkullarınm tekelinde
kaldığını sanmıyalım. Gerçekte, henüz daha nedenleri ve
koşulları iyice bilinmiyen bir yoldan, aslında köle ve ço
ğu Kafkas kökenli kişilerin yüksek m a k a m l a r ı Balkanlı
kapıkullarınm elinden almağa başladığını görürüz. Köle
lerin kapı-kullarının tekelindeki m a k a m l a r ı elde edişi
olayı ile Devşirme yönteminin bozuluşunun bir zamana
raslayışı ilginç! O sürede, köleler kölelikten çıkamadık
ları için kulların o t u r d u ğ u en üst m a k a m l a r ı elde ede
mezler, sadece sarayda harem ağalığı gibi kişisel hiz
met m a k a m l a r ı n a girebilirlerdi. Halbuki, ya birdenbire
ya da ağır ağır hem saray içindeki kölelerin, hem de Kaf
kas kökenli kölelerin kapıkullarmı alaşağı etmeye başla
dığı görülür. (Ancak şunu unutmıyalım k i Osmanlı si
yasa terminolojisi, bozuk-düzen döneminde bile bunları
da «kölemen» olarak değil, hep kapıkulu olarak adlandır
mada d i r e n m i ş t i r ) .
Kafkas kölelerine bu fırsat nasıl çıkmıştır, hangi
yollardan ellerine geçmiştir? Bu ve bunun sonuçları ta
rihçiler tarafından incelenmemiştir. Ancak, incelemeler
le doğrulanma şartiyle bazı tahminler yapacağım. Öyle
gözüküyor k i , bu değişmenin Osmanlı - İ r a n çatışmaları
ile bir ilişkisi vardır. Devşirme yöntemini y ü r ü t e n Os
manlılar karşısında İranlıların yenilmelerinin başlıca ne
denlerinden b i r i , İ r a n Şahlarının ordu sağlamakta Kızıl
baş aşiret başbuğlarına m u h t a ç olmaları i d i . İranlıların
en büyük h ü k ü m d a r ı olan I . Abbas asker ve devlet yö
netiminde büyük bir değişiklik yaptı. Osmanlıların dev
şirme ve kapıkulu sisteminin aynı olan bir örgüt kurdu.
103
Osmanlılarda olduğu gibi «sadr-i azam»lık ve yeniçeri
ağalığının tam karşılığı olarak «kullar-akası» adı altında
Gürcü, Ermeni, Çerkeş, Abaza ve genellikle Kafkaslı dev
şirmelerden meydana gelen b i r ordu kurdu ve Kızılbaş
kabile başbuğlarına karşıt tam, en-üst güçlü b i r despot,
Şah oldu.
Bu değişme 1595 tarihine, yani Osmanlılarda kapı
kulu sisteminin, ikinci ciltte anlatacağımız malî bunalım
la sarsıldığı zamana rastlar. Bu tarihten sonra, Osman
lıların İranlılarla savaşları ya yenilgili, ya kazançsız ya
da yükümlü savaşlar olarak sürdü. Bu sürece, İranda
«şah-kuli» veya «şah-sevenler» ordusu önemli olurken,
Osmanlılarda tersine kapıkulu önemini, belki de kaynak
larını kaybediyor; bununla birlikte kölelikten gelme ki
şiler kulların tekelini ele geçmiyorlardı. İhtimâl k i bazı
ları eski kullara kölelikle intisap ederek yükseliyor, ba
zıları da Anadolu'da kapıkullarına ve yeniçerilere karşı
isyan ediyor, bir kısmı da rüşvet olarak ya da daha son
ra temizlenmek üzere beylerbeyliği, hatta sadrazamlık gi
b i mevkilere getiriliyorlardı. Diğer b i r nokta da, ikinci
ciltte göreceğimiz gibi, devlet gücünü elde etmede, hele
hazineye h ü k m e t m e işinde kullar ile köleler arasında kı
yasıya bir çatışma olmuştur. B u çatışmalarda, saray için
deki siyah kölelerin de büyük rolü olmuştur. Bu çatış
malar üzerine ikinci ciltte daha fazla ayrıntılı gözlemler
bulacaksınız.
Osmanlı düzeninin bozuluşunun göstergelerinden bir
tanesi bu kul-köle karışmasıdır. Çünkü köle, k u l olamaz.
B i r devletleştirilme sürecinden geçmemiştir. En yüksek
makamlara çıkanların çoğu kapkara cahil kalmış, kullu
ğu da benimsiyememiştir. İsyan eğilimleri de olumlu ve
sınıfsal geri-tepme niteliği alamamış, çoğu yağmacılık bi
çiminde kalmıştır. Birçok ta reayayı ezen işlere bulaşmış
lardır. B u olaylarla kulluğun sönmesi beraber yürümüş-
104
tür. Gene bununla birlikte giden bir değişme de hem kul
lara, hem k u l sayılan kölelere karşı padişahın desteği ola
rak Saray'ın en ü s t güç olmasıdır. İkinci ciltte göreceği
miz gibi, ekonomik ve malî işlerde bile her şeye hükme
den bu Saray'da, tefeci sarraflardan derebeyi eşen toprak
ağalarına kadar birçok çıkarcı sınıfların temsilcisi ola
rak köleler ya da kullaşmış köleler önemli roller oyna
mışlardır.
Kul-köle savaşı, ondokuzuncu yüzyılın başında köle
lerin zaferi, daha doğrusu kulluğun yıkılışı ile tamamlan
dı. Osmanlı düşününde kulluk o kadar direnici b i r yön
tem olmuştur k i I I . Mahmut zamanından I I . Abdülhamit
zamanına kadar, ya halk sınıflarından sökülmüş, yerli
ya da yabancı kişileri devlet kulu olarak derleme (ar
tık buna «devşirme» diyemiyeceğiz) devam etmiştir. I I .
Mahmut, her yanda bol bol bulunan işsiz-güçsüzlerden
asker derlemeye çalışırken, yüksek makamlar için zama
nın en güçlü adamı olan ve aslında bir köle olan Hüsrev
paşa imdadına yetişti. Adeta b i r köle çifliği k u r m u ş olan
bu adamın yetiştirmesi olarak Tanzimat dönemine bolca
sayıda devlet adamı yetişti. Bunlardan b i r tanesinin oğ
lunun (bir padişah kızından olan) oğlunu yakın zaman
lar için tanıyoruz: «prens» Sabahattin Bey. Tanzimat si
maları içinde kölelikten ya da dinsel ve kültürel toplu
mundan sökülüp devlet adamlığına yükselenlerin sayısı
az değildir. Demek ki toplum sınıflarından olmayanların
«devletli» olamaması kuralı bozuk şekliyle de olsa süre
gelmiştir.
105
siliği nasıl sipahi ise, berâyânın da devlet katındaki kar
şılığı yeniçerilerdi. Kapıkullarınm en önemli, en netame
li ve sonunda en belâlı kolu bunlar olmuştur.
Gariptir k i Osmanlı devlet örgütlerinin en m e ş h u r u
bu yeniçeriler olduğu halde bu devlet örgütlerinin en az
ve en yanlış bilineni de budur. Gerçekte garip b i r du
r u m değil mi? Ama nedenleri var.
Başlıca nedeni yeniçeriliğin devleti ve toplumu son
radan çok uğraştıran b i r k u r u l u ş olması, çok değişiklik
lere uğraması, X V I I . yüzyıldan önceki yeniçerilikten
b a m b a ş k a b i r örgüt haline gelmesi ve b u yüzden gerçek
yeniçeriliğin ne olduğunu bilmenin arada kaynayıp git
mesidir.
Yeniçeriliğin X V I I . yüzyıldan sonraki halini ikinci
ciltte göreceğiz. Burada sadece b u dönemden önceki ye
niçeriliği anlayabilmemiz için, b i r i k i nokta üzerinde bil
diğimizi sandığımız bazı fikirleri değiştirmemiz gereke
cektir. N
106
bir hale gelmiş olduğundan pınarın kaynağı b i r türlü bu
lunamaz. Yeniçeriliğin başlangıçları da böyle.
107
rulgıdır. Maaşa bağlı, idare gücüne tüm sadık olmakla
bile b ü r o k r a t kapıkulu değildir.
108
ra Selçukluların baş veziri Nizam-ül-mülk zamanından
beri denenmiş) bir usulü kullanırlardı. Bu usul, kendile
rini, sipahi gücünden daha az, ama h ü k ü m d a r ı koruma
da daha disiplinli, eğitilmiş ve daha güçlü silâhlarla do
nanmış küçük bir ordu kurmak usulüdür.
109
rina toplumdan kopmuş, topluma fazla gelen kişileri dev
şirdiler. O zaman da böylesi çok. Bizans imparatorluğu
nun hâkim olduğu yerlerde geniş b i r ekonomik çöküntü
vardı. Balkanlarda başı b o ş insan çoktu.
Sonra i k i kaynak daha vardı: karada esir ticareti,
denizde korsanlık. Bu i k i kaynaktan da hayli emek gü
cü sağlanmıştır. Osmanlılar bunları toparlayıp tarım ser-
fi veya zanaat kölesi olarak kullanmak yerine kapı (ya
ni devlet) kulu, siyasal gücün adamları, hizmetkârları
haline getirdiler. İşte «devşirme» denen usul bu.
Pek muhtemel olarak Balkanlara geçtikten sonra, es
ki gaza ocaklılarının yerine, şimdi onlara karşı kendini
koruma durumunda olan h ü k ü m d a r l a r ı n yeni bir insan
gücünü teşkilâtlandırıp geliştirmelerinde ateşli silâhların
kullanılması da önemli b i r r o l oynamıştır.
« Y e n i ç e r i l e r i n eline ateşli silâhlan verdikten başka,
onlara sipahilere tanınan haklardan farklı imtiyazlar ve
rildi. Bunlarla h ü k ü m d a r a t ü m sadık, bağlı kullar yara
tıldı.
Dirliklere konan beylerden böyle b i r sadakat ve kul
luk beklenemezdi. Sipahi beyin kulluğu şüphelidir, güve
nilmez, doğrudan doğruya h ü k ü m d a r ı n eli ve h ü k m ü al
tında değildir. Devşirme usulünden sonra yetiştirilen ye
niçeriler ise yüzde yüz kul oldular.
110
Çünkü ona göre bunsuz siyasal güç doğmaz ve yaşamaz.
Bu sözcüğün anlamı b u g ü n k ü deyimimizle «dayanışma»
veya birlik ruhu (esprit des corps) dur. Sülâle veya ha
nedan devleti, kabile dayanışmasından doğar. Fakat bu
na dayanarak güç kazanan ve toplumun ü s t ü n e kendini
oturtan h ü k ü m d a r , zamanla kendi kabilesinin hanedan-
zadelerine güvenemez. Onların yerine kendi emrine ama
de ve dışarıdan derlenme kimselerden bir asker gücü
sağlar, onlara karşı ne olur ne olmaz diyerek. Halbuki,
diyor İ b n Haldun, bunlar hiç bir zaman eski kabile da
yanışmasını ruhlarında taşıyamazlar, sadakatleri, kulluk
ları yapmadır, çıkara dayanır. Çünkü topraklı değil, ulû-
feli kişilerdir. Zamanla bunlar, h ü k ü m d a r a hükmetmeye
kalkarlar.
Doğru bir gözlem ve genel çizgileriyle Osmanlılarda
da böyle oldu. Ancak insaflı olunursa şunu da kabul ge
rekir ki Osmanlılar bu kullara «Osmanlı asabiyetini» aşı
lamada fetihlerle genişleme yürüdüğü sürece hayli başa
rılı oldular. H a t t â belki de denebilir k i «Osmanlı asa
biyeti» devşirme usulünün yaratıcısı olmuştur. Bazı aile
ler var, hizmetçilerini bayağı kendi akrabaları misillû
idare ederler, âdeta yapma bir aile ocağı kurarlar. Bu
yabancı kökenli kişileri kendilerine bağlama sayesinde
bunu başarırlar. Kanunî Süleyman zamanında bu başa
rı son kertesine gelmişti. Bu güçlü padişah kendini yeni
çeri ocağına yazdırmış, 1 n u m a r a l ı yeniçeri olmuştu.
Ulufe dağıtacağı zamanlarda sanki kendisi de maaşını alı
y o r m u ş gibi gelir, ulufe kesesini alırmış; üstelik b i r de
dokunaklı seremonilerle «Kızılelma'da (yani Roma'da)
buluşalım» gibi sözlerle dayanışma n u m a r a l a r ı yaparak
yeniçerinin moralini demir gibi sağlamlaştıracak etkiler
yaparmış.
Ama bu işin bir de ters yanı var. Yeniçeri numara
l a n yapan Kanunî Süleyman, bu kullara karşı kendinden
111
az önce ve kendinden az sonraki Osmanlı padişahları ka
dar merhametsiz olmuştur. Her kul, padişahın hizmeti
ne «kellesini koltuğuna alarak» girebilirdi. Ocağın ru
huna veya kanununa t ü m sadık oldukça önüne sonsuz
nimetler serilir; ama ayağı bir tökezledi m i kelleyi cel
lâda teslim şart. Bu padişahların hiç şakası yoktu. Kul
luk da ancak bu demir kanunla yürüyebilir bir ocaktı.
Bu bize, bu ocağın kişilerinin ne kadar yapma, ne
kadar insan tabiati ve toplum ilişkilerine aykırı sente
tik bir örgüt içinde yaşadığını gösterir. İnsan tabiatinin
iğvalanna ya da toplumun ilişkilerine kapılan k u l ya hu
kukça yapma olan mülkiyetini (malını, mülkünü, cariye
lerini, kölelerini, deve veya atlarını, altın sandıklarını ve
ya saraylarını) ya da canını b i r anda itirebilirdi.
112
çe yeniçerilik savaş endüstrisine de h â k i m olmaya başla
mıştır.
Gerçekte, yeniçeri her şeyden önce b i r zanaatkar,
ancak ikinci derecede savaş askeridir. Osmanlılar kara
savaşçılığından sonra, deniz cenklerine de geçince buna
benzer tipi başka bir ad altında, Azepler adı altında do
nanma endüstrisinde ve hizmetlerinde de kullandılar.
Devlete doğrudan doğruya lâzım olan savaş endüstri
si, imtiyazlı b i r zümre olan yeniçerilere verilince onu sa
vaş endüstrisi dışında kalmış ve devlete yan bakan, teh
likeli «sivil» zanaat sınıflarından ayrı tutmak lâzımdı.
Osmanlı zanaat endüstrisinin gelişmesinde bu savaş es
naflığının çok büyük rolü olmuştur. Meselâ Balkanlar
daki zanaat kolları, Bizans feodalitesi ve kilisesi yüzün
den ekonomik açıdan çok düşkün bir durumda olan bu
ülkelerde yeni kentler kurulmasına, yeni zanaat kolları
açılmasına sebep oldu. O zaman buraları, zanaatça Do
ğudan ve Anadolu'dan çok geride bulunuyordu.
İlk Osmanlı savaşlarının Balkanlarda insana hârika
gibi gelen başarıları bu sayede olmuştur. Çünkü Sırbis
tan veya Macaristan üstüne yürüyen Osmanlı ordusu sa
dece kılıç, kalkan, ok kullanan askerler sürüsü değil,
muazzam bir seyyar endüstri ordusu idi. Yeniçeriliğin
sonradan bozulduğu dönemlerde, bu b a k ı m d a n doğrulu
ğuna inanılması zor olan hikâyeler u y d u r u l m u ş t u r . Örne
ğin bir seferde padişahın atının üzengisi kopmuş, bir
yeniçeri ortaya çıkarak hemen tamir etmiş. Onun üzeri
ne «vay yeniçeriliğe esnaf karıştı» diye güya padişah onu
idam ettirmiş. Bu gibi hikâyelere inanmak zor. B i r üzen-
gİ3'i bile tamir edemeyecek kadar cahil yeniçeri Osman
lılarda beş para etmez b i r parazitti ve belki üzengiyi ta
mir edemedi diye idam edilebilirdi.
İleride, Osmanlı devletinin çöküşünün ekonomik ne
denlerini incelediğimiz zaman hem sivil esnaf, hem çeri
113
esnafının ne hallere geldiğinden söz edeceğiz. Çünkü, Os
manlı devlet ve ekonomi sisteminin, dış faktörler hariç,
iç çelişki faktörünün b i r diğer önemlisi b u r a d a d ı r . Yani
zanaat sınıfının içinde yeniçeri olan ve yeniçeri olmayan
bölmeler arasındaki ilişkidir. Burada piyasa için emtia
üretimi eğilimi ile devlet için emtia üretimi eğilimi ara
sında sürekli b i r gerginlik görürüz. Buraya da b i r par
mak basalım.
Emtia üretimi eğilimini temsil eden esnaf güçleri ka
pitalist bir gelişmeye doğru gidemediklerinden (bunun
anahtarını da tüccar sınıfın durum ve gelişmesinde bula
cağız) zamanla esnaf t ü m yeniçerileşmeye başladı. Fakat
onun en büyük piyasası ve müşterisi olan devlet müflis
durumda olduğundan yeniçeri zorbalığı denen şey baş
ladı. Bu oluşumu esnaf ve lonca tarikatleri ile askerlik
ocağı tarikatleri arasındaki münasebetlerin oluşumunu
inceleyerek de göstermek m ü m k ü n olacaktır, eğer bu işin
bir meraklısı ve anlayışlısı çıkarsa b i r gün.
114
V. BÖLÜM
116
kutan, zaman zaman devlete kafa tutan, h a t t â halkın
yanını tutan kimseler olduğu halde, Osmanlı sisteminde
ulema halktan daha uzak, devlete daha yakın olmak du
rumuna düştüler.
Ancak Osmanlı devletinin düzeninin bozulduğu dönem
gelince, Osmanlı kulları çareyi eski Osmanlı prensipleri
ne dönmede buldular; ama bu görüş de sökmeyince ule
manın aşağı tabakası, yani devletten daha uzak, halka
daha yakın olan bölümleri çare olarak Osmanlı sistemi
ne değil, eski İslâm sistemine dönme fikrini ileri sürme
ye başladılar. Bu fikirleriyle hem devlete, hem de resmî
yüksek ulemaya karşı geldiler. Bu aynı tabaka içinde ça
tışma olayının diğer b i r örneğidir.
Bu yüzden, zaten faydasız Osmanlı ıslahatçılığı yeri
ne bunlar da başka b i r manasızlık ideolojisi meydana ge
tirerek yanlışlıklar yangınına körükle gittiler. Ulema ta
bakasının ne yüksek kademeleri, ne de aşağı kademeleri
güçlükleri çözümlemeye yarayacak b i r yol gösteremedi
ler. Birinciler tam anlamıyle oportonist politikacılar,
ikinciler de bizim bugün «gericilik» dediğimiz şeyin ku
rucuları oldular.
Gerçekleri görmemekten, cehaletten ileri gelen bu
halleriyle bunlar toplumla devlet arasında bir zamk ol
mak görevini de elden kaçırdılar. Politikacı ulema ile
gerici ulema sayesinde toplumla veya halkla devlet ara
sında bulunan pamuk ipliği kadarlık bağ da koptu; halk,
ulema ve devlet arasında her hangi bir bütünleşme ola
nağı kalmadı.
117
ka yakınlıkları yüzünden önemli b i r r o l oynadıkları hal
de, çökme döneminde onlar da bir işe yaramadılar. Bun
lara tasavvuf erbabı deriz.
Tasavvuf, medresenin temsil ettiği hukukçu ve kılı
kırk yaran ortodoks ulemanın din görüşünden ayrılan
bir görüştür. Bunların tarikatlerinin o kadar çeşidi ve
bölümü vardır ki burada saymaya imkân yok. Bunların
resmî ulema ile devlet despotizmine karşılık halkın veya
insanlığın yanını tutabilecek bir din ve dünya görüşleri
vardı.
Fakat Osmanlılar tasavvuf erbabının bir kısmını da
kendi yanlarına çekmeye muvaffak oldular. H a t t â kulla
rın, ulemanın, padişahların bazıları bile bu devlete kar
şıt olmayan, halkın yanını tutmayan tarikatlere girdiler;
bu tarikatleri desteklediler, onlara â d e t a resmî bir mev
k i bile verdiler. Böylece, hiç değilse bozulma dönemin
den önce Osmanlı sisteminde tarikat ile medrese arasın
da sanıldığı kadar fazla çatışkın bir durum yoktu. Ule
manın çoğu da sûfî tarikatlarına girmişti.
Bu tarikatler içinde resmiyete girmeyenler arasında
yalnız yer altına giren, gizlenen Batınî tarikatleri kaldı.
Bunların bir kısmı zanaatkar esnafın tarikatleri idiler;
daima devlet gücüne karşı olumsuz bir görüşü temsil
ederlerdi. Bunlara karşı ulema ve devletle uzlaşan tari
katler sert bir tavır almışlar, h a t t â bazı Batınî tarikat
çılar takibata uğramışlar, idam edilmişlerdir.
118
Bu çökme yüzünden bunlar devletin ve ulemanın ta
kibatına uğramadılarsa da yukarıda sözünü ettiğimiz şe
riatçı aşağı tabakadaki ulemanın saldırı hedeflerinden
b i r i oldular. Bu çeşit ulema, toplumun çöküşünden on
ları sorumlu tutuyordu.
Öyle bir dönem geldi k i bu softa ulema ile bu zıva
nadan çıkmış tarikatçılar arasında kıyasıya bir döğüş
başladı. Ne devlet, ne de ulema bu esrar tarikatçılarını
tutmadığından softalar hem b u n l a r ı halkın ve devletin
gözünden düşürdüler, hem de halk arasında kendi softa
lıklarını rahat rahat yaydılar. Halkı cehalete, softalığa ve
taassuba sürmekte bu çeşit ulemanın birinci derecede
rolü olmuştur. Bunlar hiç bir toplumsal ve sınıfsal dava
yı temsil etmediklerinden fikirlerinde işe yarayacak bir
yan yoktu. Halkın, Osmanlı elinden gelecek ıslâhata inan-
mayışında da bu softalığın çok etkisi olmuştur.
Bozulma dönemi ilerledikçe halk, devlet, ulema ve
tarikatler çil yavrusu gibi birbirinden dağınık bir hale gel
diler. Arada en büyük zararı halkçı tasavvuf tarikatleri
erbabı çekti. I I . Mahmut ıslâhatında bile bunlar yeniçe
rilerle birlikte adamakıllı ezildiler. Bunların yenilgi ve
bozgunculuk duygusu o kadar kuvvetli oldu k i hem halk,
hem okumuşlar arasına şiddetli bir derbederlik, derviş
lik, ciddiyetsizlik, inançsızlık «eyvallah»cıhk ruhu yay
dılar.
Her yanda çözülme, her yanda kopma, her yanda
kokma: Bozulma döneminin görünüşü budur.
119
V I . BÖLÜM
120
Bugünkü Dubrovnik. Bu zengin, tüccar devletçiği, Osman
lı devletinin bir hamlede kendisini yutacağını bildiğin
den akıllı ve kurnaz olmaya mecburdu. Belirli bir mik
tarda bir cizye vermeyi memnunlukla kabul eder, bu ara
da bir kolayını bulup, örneğin, Osmanlı ülkelerinden Av
rupa'ya tuz taşıma imtiyazını veya tekelini de koparır;
bu ticaretten sağladığı büyük kârların bir parçasını Os
manlı devletine cizye olarak öder; rakibi olan Venedik
cumhuriyeti gibi masraflı savaşlara girmekten kaçınırdı.
Haraç vermeyi daha büyük devletler bile kabul eder
di. Örneğin Avusturya (o zamanki deyimle Nemçe), he
nüz daha güçlü bir devlet olmadığı zamanlarda sulha
razı olup h a r a ç öderdi. 1606 Zitvatorok muahedesine ka
dar Avusturya yılda 30 bin duka vergi verirdi. B u mua
hede ile yalnız bir defaya mahsus olmak üzere 200 bin
ecu (yani kara kuruş k i değerce duka altınının üçte iki
sine denkti) vermeyi kabul etmişti.
Bazı bölgeler de, Osmanlı devletinin himayesini sağ
lamak için bir vergi öderlerdi. Hattâ, Venedik gibi Os
manlı devletinden ticaret sermayesi açısından çok daha
zengin bir devlet bile, Malta adasını k a p t ı r m a m a k için
haraç vermeyi teklif etmişti. Malta adasını elde etmekle
bundan daha büyük k â r ve gelir sağlanacağını sanan Os
manlı devlet adamları bunu kabul etmeyerek savaşa gir
diler. İ n a t l a r ı n d a n yıllarca uğraştılar, Malta'yı da alama
dılar. B i r alay ziyana sebep oldular. Fakat Venedik de
Kıbrıs ve Kefalonya için vergi verirdi. Macaristan, yu
karı Macaristan'daki yerleri için vergiye bağlı i d i .
Mısır, yılda 1 milyon 200 bin duka gelir getirirdi. Yal
nız Kahire'nin vergisi 200 bin duka i d i . Suriye'nin ver
gisi 200 bin duka. Gücerat Hint h ü k ü m d a r l a r ı n ı n Mek
ke'ye bağışladıkları hazine de mutat gelirler hanesine
geçirilirdi.
Üçüncü önemli bir kaynak şehirlerde ( m ü s l ü m a n ve
121
hıristiyan) halktan, esnaftan, tüccardan alınan vergi ve
resimlerdi.
«Osmanlılar» yani reayadan ve toplum sınıflarından
olmayan kul veya asker tâifesiyle ulema taifesi vergi ver
mezdi. Onlar vergi verenlerin sağladıkları devlet hazine
sinden geçinirlerdi.
123
haraç ve cizyelerden, 1,5 milyonu vergilerden, yarım mil
yonu madenlerden, gerisi çeşitli daha ufak kaynaklardan
gelirmiş.
124
Gelirler 183,088,000 akçe
Giderler 189,657,000 akçe
Açık 6,569,000 akçe
125
V I I . BÖLÜM
126
Soru 77 : Padişah iradesi ve Tanrı şeriatı ne de
mektir?
127
kukçulardı. Yine bu yüzden bu hukuk k a t ü a ş a n bir hu
kuk olma eğilimini taşır. Hayatın çeşitliliklerine, hele
şartların değişmelerine karşı direnicidir.
İslâm hukuk okulları içinde özellikle Hanefî okulu
ve onun Osmanlı uleması, bu durumu düpedüz kabul
ederek â m m e hayatına ait ihtilaflı meseleleri maslahat
işi saymış, bunları düzenleyip «ûlül-emr» dediği despo
tun «irade»sine bırakmıştır. Hanefî okulu fıkhın kaska-
tılığma bir elâstikilik vermenin bu şekilde yolunu bul
muştur. Onun bu özelliğinden ö t ü r ü d ü r k i nerede büyük
bir İslâm despotik imparatorluğu kurulmuşsa orada Ha
nefî okulu benimsenmiştir. Osmanlılarda da öyle. İmam
lıkların, şeyhliklerin, küçük sultanlıkların bulunduğu
yerlerde ise Hanefî okulu rağbet görmemiştir. Bunlar
da h ü k ü m d a r denebilecek kimse, bir çeşit teokrasi kur
muş olur. Yani her şey şeriata bırakılmış olur. Bunlarda
keyfilik yok, ama elâstikilik te yok.
Hanefî hukukunu benimseyen Osmanlı devletinde bu
yüzden i k i hukuk sistemi yan yana yaşıyordu: b i r i Şe
riat, diğeri Kanun. B i r i Tanrının iradesinin, öteki hü
k ü m d a r ı n iradesinin ifadesidir. Bugün biz her çeşit hu
kuk kuralına «kanun» diyoruz, ama bu sonradan yani
X I X . yüzyılda çıkma bir deyimdir. Eski Osmanlı siste
minde «kanun» dendiği zaman şeriatten ayrı olan ve hü
k ü m d a r «irade»leri ile k o n m u ş olan «mevzuat» anlaşılır.
Bu mevzuat kanun yapıcı ve halkı temsil eden bir yasa
ma kurulu tarafından k o n m u ş değildir. Bugünkü deyi
mimizle, kanun kitabı halinde madde madde sistemleş-
tirilerek yazılmış da değildir. Sonra, devamlı ve değiş
mez de değildir. Her padişahın kanunu padişahlığı ile
kaimdir. Ancak bir padişah bir kanuna aykırı veya on
dan farklı bir kanun koymuyorsa o kanun devam edi
yor demektir. «Şeriat» Tanrının iradesinin, «Kanun» da
onun gölgesi olan h ü k ü m d a r ı n iradesinin mahsulü olun-
128
ca padişah «Tanrının yeıyüzündeki gölgesi» olarak İs-
lâmlaştırılmış olur.
Osmanlı devletinin k u r u l u ş u n d a n söz ederken gör
düğümüz gibi, Selçuk padişahının dirlik ve uç beyi iken
zapt ettiği toprakları kendi gücü ile elde edip t u t m a s ı n a
dayanarak Osman'ın kendisi de Selçuk Sultanı gibi han
lığını iddia etmiş, yani siyasal bağımsızlığını ilân etmiş
t i . Bunları, daha sonraki tarihçiler masalımsı bir şekil
de anlatırlar. Yine bunun gibi sonradan uydurma masa
lımsı bir vesika, bu beyin t o r u n l a r ı n d a n I . Murat'ın Ru
meli fatihi Gazi Evrenos beye yazdığı farzolunan sözleri
bildirir. Fakat bu defa düşünüş yukarıdakinin tersinedir.
Padişah bunda şöyle der: «Seni o vilâyete (yani Rume
li'ye) emîr tayin ettim. B ü y ü r d ü m k i t ü m mutasarrıf ola
sın. Ama sakın Rumeli vilâyetini kendi kılıcımla fethet
tim diye gurur gelmesin sana. Bunu kesin olarak b i l k i
yer ulu Tanrınındır; ondan sonraki Resulünündür; on
dan da ulu Tanrı emri ile, Resulünden sonra halifesinin-
dir.» Bu sözlerle Osmanlı padişahının Tanrının yerdeki
vekili olduğu, Evrenos gibi gazilerin nereyi zaptederlerse
etsinler, toprak üzerinde otorite iddia edemeyecekleri ifa
de edilmiş oluyor. En yüksek padişah kanunu bu! Os
manlı padişahlarının b ü t ü n diğer «kanun»lan bu temel
anayasasal h ü k m ü n e dayanır.
129
rimdir. Ne olduğunu pek bilemediğimiz halde, içimizde
hâlâ Osmanlılığa karşı bağlılık var; yok olmuş değildir.
Onun hakkında böyle kötü bir sıfat kullanılması hoşu
muza gitmiyebilir.
Bu duygunuzda haklısınız. Ama bence bu ü r k ü n t ü ,
terimin aslında kötü bir sıfat oluşundan değil; yanlış
karşılıkla kullanılmış bir terim olmasındandır. Despotizm
terimine bugün karşılık olarak kullanılan moda bir söz
cük var: «ceberrut» terimi (aslında «ceberut» olması
lâzım, ama nedense söyleyenin ağzında r 1er çiftleşmiş.)
Despotizm aslında ceberutluk demek değildir. Aslındaki
anlamı bilmeden onun karşılığı olarak bu sözcüğü kulla
nıyorlar.
Aslında «despotizm» terimi eski Grekçeden gelme
dir. Asıl anlamı köle sahibi aile reisi demek. Bu anlam
da kötü bir sıfat olarak kullanılmıyordu. Grek filozofu
Aristo, Doğu devletlerini anlatırken b u n l a r ı n hükümdar
larını köle sahibi Grek aile reislerine benzeterek «des
pot» sözcüğü ile tanımlamıştı. Doğu h ü k ü m d a r l a r ı için
Avrupa'da orta çağlarda bunun yerine Seignem terimini
kullanıyorlardı. Bu da, onları serf sahibi senyöre benzet
melerinden ileri geliyordu. Bu sözcük Grekçeden değil,
Lâtinceden geliyor: Senior yani yaşlı, b ü y ü k anlamına ge
lir. Fransızcaya Lâtinceden geçmiştir. Türkçedeki Bey,
ağa, demektir. Demek k i köle sahibi efendi yerine köylü
veya serf sahibi bey terimi yerleşti. Orta çağların sonuna
kadar bu terim yaşadı. Nitekim, Osmanlı hükümdarları
na da, X V I I I . yüzyıla kadar bile Batı dillerinde Grand
Senyör, yani «Büyük Bey» diyorlardı.
Fakat modern çağ d ü ş ü n ü n d e tekrar Aristo'nun i l k
kullandığı terim diriltildi. Bu terimi yeniden m e ş h u r
eden adam Fransız d ü ş ü n ü r ü Montesquieu olmuştur. O
da, Aristo gibi, Doğu veya Asya h ü k ü m d a r l ı k sistemlerini
«despotizm» olarak tanımlıyordu. Fakat Voltaire gibi, on-
130
dan daha esprili ve daha radikal olan düşünürler: «Des
potluk yalnız Doğulularda mı var? Bizim krallarımız da
despot» diyerek hem terimin anlamını genişlettiler, hem
de ona kötü bir anlam kattılar. Çünkü biraz zaman farkı
ile İngiltere'de, Fransa'da ve İspanya'da X V I ve X V I I .
yüzyıllarda krallar Doğu despotları kadar geniş bir bü
rokrasiye dayanan despotlar haline gelmişlerdi. Despot,
müstebit, anlamına gelmeye başladı.
Ama o zamandan beri; terim yerleşmiş oldu. K a r i
Marx bile, eski Grek terimlerini ve özellikle Roma huku
kunu çok i y i bilen Kari Marx bile, Avrupa liberal düşü
nünün etkisi altında Doğu (ve dolayısiyle Osmanlı) hü
kümdarlarının sistemini t a n ı m l a m a k için despotizm te
r i m i n i kullanıyor. Fakat, Greklerin yanlış anlayışına ve
ya benzetişine rağmen, despot köle sahibi değil, kul sa
hibidir. Kulluk denen şey ise ne Greklerde, ne de orta
çağ veya modern Avrupa'da bilinen b i r şey değildi.
Gerçi, ona benzer b i r durum Romalılarda vardı, an
cak siyasal anlamda değil, domestik ve sivil anlamda. Ro
malılarda bazı kişiler, köle değil de h ü r kişiler oldukları
halde bazı patriçiyen aile reislerine sığınarak (Osmanlı
deyimi ile «intisap» ederek) onların adını alırlardı. Bun
lara «cliens» veya «clientis» denirdi. Bu sözcük, «çağrıl
ma», «adlandırılma» anlamına gelen «cluere» sözcüğün
den gelme b i r sözcüktür. Bunlar, bu patriçiyenlere ba
ğımlı kişiler olurlar, onların adını taşırlar, onların mün-
tesibi olurlardı. Fakat t ü m bağımsız vatandaşlara kıyas
la vatandaşlık haklan sınırlı kişilerdi. (Soru 13'e de ba
kınız).
Osmanlıcadaki «kul» sözcüğünün en doğru karşılığı
işte bu Romalılardan gelme olan «elient» sözcüğüdür k i
bazı Avrupalı yazarlar onu doğru olarak bu sözcükle çe
viriyorlar. Onun için «kul»u «eselave» veya «slave» ola
rak yani «köle» olarak çevirmek yanlıştır. «Kul» «büyük
131
efendiye bağımlı, kapılanmış kişi» demektir. (Rusça'da
da buna benzer anlamda bir terim varmış: «kropostni-
çevo». Anlamı «bağımlı olmak», «daha üstün birine bağ
lı olmak» imiş.)
Efendilik genel bir güç, â m m e üzerine bir otorite ifa
de eder; yani siyasal anlamı var; özel mülkiyet anlamı
ve kişi üzerine mülkiyet anlamı yok. Köleye malik ol
mak, serfe sahip olmak değil, otoriteye sahipliktir.
132
ve zanaat sınıflandır. Kullar, bu sınıflardan aynlarak,
koparılarak onların karşısına konan siyasal güç erleridir.
Bu kitabın ikinci cildinde, kulların topluma doğru
özel mülkiyet kökü salarak sınıflaşma, toplumsal sınıf
ların da kullaşma sürecine doğnı u z a n d ı k l a n m göreceğiz.
Osmanlı yazarlarının, nizam yani düzen dedikleri şeye
musallat olabilecek en b ü y ü k felâket olarak gösterdik
leri ve adına «ihtilâl» hali dedikleri bu karışma, yani
devlet katındakilerin sınıflaşmaya, sınıfların da devlet
katındaki kullara sızmaya başlamasıdır. Bu çelişkili ge
lişmenin Osmanlı düzeninin sonu demek olduğunu ileri
de göreceğiz.
Osmanlı padişahlarının iradesinin kapsadığı şeyler,
şeriatın kapsadığı şeyler değildi. Şeriat dışında bırakılan
lar, toprak rakabesi, devlet işleri ve «siyaset» denen ce
za (tâzir) işleridir. Padişah iradesiyle konan «kanun» da
t ü m keyfi değildir. Çünkü onun sınırlarını bir yandan şe
riat, bir yandan da devletin maslahat gerekleri belirler.
Padişah iradesi bu i k i ucun ötesine gitti mi o zaman
«keyfî» başlar. Eskiler buna, «zulm» derlerdi.
Osmanlı sisteminin karar kıldığı ve yürüdüğü dö
nemlerde bile, padişahların bu sınırları aşmaya kalktığı
olmuştur. Burada da, bir müessesenin kendi içinde zıt
laşma eğilimlerini görürüz. Fakat böyle hallerde, yani
şeriatin sınırlarını aşma hallerinde ulema, diğer haller
de yani devlet maslahatı gereklerinin aşıldığı hallerde
kulların büyükleri bir çeşit fren görevini yapardı. Fa
kat, eski Osmanlı düzenini idealleştirenlerin sandığı
gibi, hattâ, onu demokrasilerdeki kuvvetler ayrılması ve
kuvvetlerin birbirini denetlemesine benzetenlerde olduğu
gibi bu işin iyi yağlanmış bir makinenin işleyişi gibi ol
duğunu sanmayalım. B ü t ü n İslâm dinasti devletlerinde
gördüğümüz gibi, Osmanlılarda da bir alay «padişahlara
nasihat verme», «devleti idare etme zenaati»ni öğretme
133
çeşidinden olan yazıların yazılması bunu gösterir. Eski
Osmanlı dönemine ait tarihler de bize padişah, kullar
(daha sonraları köleler) ve ulema arasındaki sürtüşme,
hatta boğazlaşma üzerine bol örnekler verir. Padişahları
en i y i yola getirecek ihtar ve kendilerinin de çok kere
isteyerek uydukları prensip, «büyük cedlerinin eski ka
nunu» sözüyle hülâsa edilirdi.
Şeriat hukukundaki, yukarda sözünü ettiğimiz «de
ğişmeye karşı direniş »e uygun olarak, «kanun hukuku»
da gelenekçi ve tutucudur. Düzeni, değişmemeyi ideal ola
rak alır. Bundan ö t ü r ü bu sistem değişebilme yöntem
ve araçlarını geliştirememiştir. Değişen şartların zoru al
tında kalınca daima eskiye d ö n m e eğiliminde direndiği
için «olan» ile «olması gereken» arasında o kadar uçu
rumlar açılmıştır k i , bunun yarattığı mantıksızlık ve tu
tarsızlık eylemleri bize de kurtulunmaz bir miras olarak
kalmıştır.
134
Tarihlerde padişahların imkân bulunca kadısız, şe-
riatsız, muhakemesiz bunları idam ettirdiğini okuduğu
muz zaman tüylerimiz diken diken olur. Ama o sistem
açısından bu, padişahlara verilmiş b i r hakti. Fakat, Pa
dişahların kul değil, sürü olan halka da bu biçimde mua
meleye kalkışanları olmuştur. Bunda en göze batan I V .
Murat olmuştur. Buna keyfîlik ve zulüm denir. Özellik
le cezalandırma işlerinde İslâm şeriati hayli dar ve fa
kir olduğu için çok kişi padişah veya kullarının zulmü
nün kurbanı olmuştur. İnsan haklarını bırakın, sürü ol
ma haklarının bile çiğnendiği haller sayısız olmuştur.
Ancak, Osmanlı hukuku açısından padişahın kulları
hakkındaki sonsuz iradesini kullanmasına bu hukukta
keyfilik ve zulüm demek güçtür. Her k u l , kulluğa kel
lesini koltuğa alarak girmiştir. Bunu o kadar iyi biliyor
lardı k i , başkentten uzakta olanlar müstesna, hiç bir ku
lun, vezir bile olsa, buna b a ş kaldırdığı, adalet ve hukuk
açısından isyan ettiği, muameleye karşı isyan edenler çık
tığı görülmemiştir. Çoğu canını kurtarmak için i l k çare
olarak saklanmaya veya kaçmaya çalışırdı. Bazılarının,
sanki bir hâkimin idam h ü k m ü n ü giymiş gibi, abdest alıp
namazını kıldıktan sonra bekleyen cellâda boynunu tes
lim ettiği de olmuştur.
Padişah ile kullar arasındaki savaşta, hele, devşirme
yöntemi kalktıktan sonra (ikinci ciltte göreceğimiz gibi)
kapıkullarına rakip olarak kölelikten gelme kişilerin dev
let katma girebildiği dönemde k i m i n haklı, k i m i n haksız
olduğunu hukukça tesbit edecek b i r mekanizma yoktu.
Padişah ile kulları arasında dayanışma, b i r tarafın sada
kati, öbür tarafın kula baba gibi oluşu diyebileceğimiz
biçimdeki ilişkiler, ileride göreceğimiz para ilişkilerinin
Osmanlı düzeninin her yanını vidalarından çıkardığı dö
nemde, yok olunca güvensizlik, sadakatsizlik, hırsızlık,
hilekârlık, ihanet ve zalimlik her i k i tarafta da ü s t ü n
135
eylemler olmağa başlamıştır. Eline güç geçirenlerin bu
gibi eğilimler göstermesi de bize bunun bıraktığı bir mi
rastır.
Bu durum içinde padişah, kullar ve ulema üçlüsün
den ikisi bir araya geldi m i , üçüncü parti kaybetmeye
m a h k û m d u . Bazan padişah ulemayı yanında bulur, ba
zan kullarla ulema b i r l i k olabilir, bazan padişah kullar
la birlikte ulemaya karşı gelebilir. Çeşitli kombinezonlar
m ü m k ü n . Ama hiç b i r i rastgele olmuş değildir. Bunu hem
ekonomik hem politik çatışma d u r u m l a r ı belirlerdi. İle
ride göreceğimiz gibi, öyle bir zaman geldi k i bu güçlerin
hiç b i r i diğerlerinden biriyle sürekli olarak birleşip eski
düzeni diriltmek ya da yeni bir düzene doğru b i r gelişme
yapmak olanağını bulamamıştır. O zaman, kısa sürelerle
ya padişahın, ya kulların, ya da ulemanın keyfiliği baş
lar. Örneğin, I V . Murat kullara dayanarak ulemayı, ule
maya dayanarak kulları, bunlara dayanarak halkı ezme
ye kalkarak kanlı bir terör rejimi kurdu. I I . Osman, I I I .
Selim yanma ne ulemayı, ne de kulları alamadıkları gi
bi, halkın desteğini de kazanamadığından c a n l a n ı n kay
bettiler. I I . Mahmut ancak ulemayı yanına çekincedir
k i kullara son darbeyi indirebildi, çoğu köle aslından ya
da toplum sınıflanndan k o p m u ş kişilerden yeni bir ka
pıkulu yaratmaya çalıştı. Kendinden sonraki dönemde
bunlar yabancı devlet elçilerinin k u l l a n olmaya başladı
lar.
Osmanlı tarihinin bozulma döneminde birçok kez
kulların ve kölelerin diktatörlüğü k u r u l m u ş t u r . Ulema
diktatörlüğünün h ü k ü m s ü r d ü ğ ü zamanlar olmuşsa da
bunlar çok kısa olmuştur. Ulema, İslâm hukukuna göre
özel mülkiyet sahibi olmak özgürlüğü olan kişiler olduk
ları halde, en ü s t ü n güç sahibinin güç ortağı olmadıkla
rından bunda b a ş a n l ı olamamışlar, genel olarak, güç kim
de ise onun yanını t u t m u ş l a r d ı r .
136
Osmanlı tarihinde ne padişahın, ne ulemanın, ne de
kulların, keyfiliği tek başlarına yürütmelerine imkân kal
madığı zaman, buna karşılık Derebey diktatörlüğü ola
nağı doğunca bunlar arasında, «Sened-i ittifak» deneyi
nin gösterdiği gibi, b i r uzlaşma olamayacağı da meyda
na çıktı. Ancak ondan sonradır k i Osmanlı düzeninden
başka b i r hukuk devletine doğru i l k adımların atılabi
leceği bir alan açılmıştır. Tanzimat bunun mahsulü ol
m u ş t u r . Bu Tanzimatm ne dereceye kadar devrimci b i r
rejim olabileceğini bu alanda ıslahat işlerini yürütenlerin
ekonomik ve sınıfsal nitelikten yoksunlukları belirlemiş
tir. Güç ve servet birikimine girişmiş Derebey'lere karşı
padişahlığın dayanağı olarak kurulan yeni devlet adam
larının, güç yerleri sağlam ve süreli olamıyacağından
«kaptı-kaçtı» yolu ile servet biriktirmeleri dönemi o za
man başlamıştır.
Şu halde, Osmanlı sisteminin çeşitli yanlarında içte
yatan çelişkilerin patlak verdirdiği çatışmaların i k i plân
da sürdüğünü görürüz. B i r yandan toplum sınıfları ile
devlet yani yönetici süper-smıf tabaka arasında, b i r yan
dan da devlet organlarının kendi içinde, sistemin kendi
iç çelişkilerinden doğan i k i kollu b i r sınıf savaşı görürüz.
Bu iç 'çelişkilerin açık çatışmalar haline gelmesini kaçı-
nılamaz hale getiren etkenlerin neler olduğunu arayıp
bulmak zorundayız. Eski Osmanlı düzeninin kendi için
deki çelişkilere bakmayarak o düzenin iyi yağlanmış
bir makine gibi işlemeye devam ettiğini sanıp Osmanlı ül
kelerinin dışındaki civar h ü k m ü n ü sürmeye, hemen her
tarafta önemli devrimsel değişmelere yol açan etkenlerin
bu sisteme çarpması sonucunda bu sistemi yıktığım san
makla bu yıkılışı olaylara ve bilime uyacak şekilde yo
rumlayanlayız; bunu sadece emperyalizmin yıkıcı rolü
ne bağlamakla işin kolayına bakamayız.
Sözü edilen iç çelişkilerin hazırladığı zemin üzerin-
137
de patlak veren ve korkunç ölçüler alan bu iki kollu sa
vaşın sonucu, sistemin kendi kendini yemesi, Osmanlı im
paratorluğunun dünya siyasetinde batmasından en aşağı
200 yıl öncesinden başlayarak, içinde s ö m ü r ü n ü n , fakir
leşmenin, soygunculuğun, idaresizliğin, kanunsuzluğun
süreli bir hale gelmiş olduğu b i r «Hasta Adam» hali
ne gelmesi olmuştur. Bu döneme «Bozuk - düzen» döne
mi diyeceğiz. Bu dönemin olaylarını, geleneksel Osman
lı düzeninin kendi kuralları içinde anlamamıza imkân
yoktur. Çünkü X V I I I . yüzyıl başlarından sonraki düzen,
artık o eski sistem değildir.
138
V I I I . BÖLÜM
139
tan kaçındım. O sistemin kendi kurallarını doğru bilmek
gerekli; fakat hiç b i r kural mutlak değildir; her kuralın
içinde b i r zıtlık vardır. Tarihin evrimsel dinamizmi bu
nun dış şartlarla olan ilişkilerini bulmakla kavranabilir.
Klâsik Osmanlı sistemi feodal eğilimlere aykırı ve karşıt
olduğu ölçüde, içinde feodalleşmeye elverişli şartlar dai
ma var olduğundan onlarla çatışma halindedir. Bunun
tersi de doğru. Yani feodalleşme eğilimleri güçlendiği öl
çüde despotik merkeziyetçi rejim, vidalarını var kuvve
tiyle sıkıştırmaya çalışır. Ama unutmayalım, her ekono
mik ve siyasal sistem kendi dışındaki şartlar ile de he
saplaşma zorundadır.
140
tiği bir bey. Gerçekte, Evrenoslar çok geçmeden tasfiye
edildiler. Ne bey olabildiler ne de kul. Belli k i despotun
en üstün gücünün artık onlara dayanmaya ihtiyacı yok
tu. Merkezî despotik rejim, feodal eğilimlere kendini
emniyete almak için yeniçeri teşkilâtı halinde ayrıca bir
militer güç hazırlar ve ona dayanır. Fakat zamanla, des
potik güç kendi yaratığı olan militer gücün baskısı altı
na düşer. Buna karşılık, merkezî gücün zayıfladığı haller
de ise toprak rejimine dayanan sipahi militer gücü, mi
liter ve fiskal niteliğinden uzaklaşarak feodalleşme yani
güçleri paylaşma eğilimleri gösterir. Bu iç içe çatışıklık-
lar gerçekte daha da çapraşıktır.
Demek ki ekonomik etkenlerle siyasal güçler arasın
da daima bir gerginlik vardır, her an çatışma patlak ve
rebilir. Gerekli şartların olgunlaşmasına bağlı. B i r i öte
kinin üstüne çıkmağa çalışır; hangisi güçleşirse üstün re
j i m o olur. Onun içindir k i eski Osmanlı yazarları «aman
düzen bozulmasın», «aman tevazün bozulmasın», «aman
adalete takyit olunsun» der dururlar.
İleride göreceğimiz gibi, Osmanlı sisteminin yeni
şartlara göre evrim yoluna giremeyişi, tıkanıp kalması,
bu t u t u ş m a l a r d a i k i yanın da ekonomik anlamda çökme
si, birinin ötekine politik anlamda ü s t ü n gelememesi ola
yından doğmuştur. X V I . yüzyılda Osmanlı devlet gücü
feodal ekonomik çıkarların itelediği eğilimin önüne çık
mıştı; toplumun üstüne b ü t ü n varlığı ile kendini oturt
muştu. X V I I I . yüzyılda ise güçleşen feodal eğilimler, bu
güce adamakıllı meydan okur hale geldiler. Örneğin, sa
dece militer güç b a k ı m ı n d a n bunlar devletten daha güç
lü hale gelmişlerdi. Buna rağmen bu eğilimlerin ekono
mik-feodal temelleri olmadığından bunlar sadece Os
manlıların «zorbalık», «âsi»lik, «eşkiya»lık dediği ve
«vurgunculuk»tan başka b i r şey olmayan «derebeylik»le
sonuçlanmaktan öteye geçemediler. Dünya ekonomik şart-
141
l a n böyle bir ekonomik temel hazırlamaya elverişli de
ğildi artık. Dünya tarihi artık toprak devrinden geçmiş,
para ve ticaret dönemine girmişti. Taş çatlasa Türkiye'de
böyle b i r dönemde feodalizm olamazdı. İleride görece
ğimiz gibi, bu da çapraşık b i r noktadır.
Kendi sisteminin her yanının içinde var çelişiklik bu
despotik sistemin, hukuk alanında bile. Örneğin, devlet
çıkarlarını güden «kanun» hukuku ile, kişi çıkarlarını gü
den «şeriat» hukuku bu sistemde yan yana; ama çok ke
re de birbirine çatışık halde. İkinci sistemde hukukta,
her şeyde, toprakta, insanda, t a ş m ı r eşyada, para ve ser
vette özel mülkiyet var. Birinci sistem hukukta ise top
rakta ve insanda özel mülkiyet yok. Devlete «kulluk» var.
Onun için «Osmanlı tarihinde hayli gelişmiş b i r özel
mülkiyet bulunduğu meydanda iken, nasıl olur da bu sis
temde böyle b i r şey yoktur denebilir?..» diyenler haklı;
ama, bu mülkiyetin devlet hukukundan değil şeriat hu
kukundan gelme olduğunun ve Osmanlı düzeninde hâ
k i m olan biricik hukukun İslâm hukuku olmadığının far
kında değiller bunu söyleyenler. Yanıldıkları nokta bu
rada.
Osmanlı tarihinde şeriat hukuku, kanun hukukunun
yanında ve h a t t â oldukça ona tâbi b i r durumda devam et
tiği halde, Avrupa ekonomi, hukuk ve diplomasisinin dar
beleri altında iyice zedelenmiş olan Osmanlı devlet gü
cünün çürüyüşü ölçüsünde bu hukuk güçlenmeye başla
mıştır. Örneğin Selim I I I zamanı ıslâhat denemelerinde,
devlet gücünün batılılaşma yönünde kendini ıslâha gay
ret ederken aynı zamanda neden yine o ölçüde şeriatçı
lığın da güçleştiğini, h a t t â onun lâikleşme çabalarına
besbelli aykırı bir güç haline gelip karşısına çıktığını, bu
noktayı fark etmediğimiz için, b i r türlü yorumlayamıyo-
ruz. B u Osmanlı devlet rejimi içinde yatan ana çelişik
likten gelme bir şey. Bu yüzden Osmanlı tarihinde ne
142
dinsel bir reform olabilmiş, ne de devletsel b i r reform.
İkisi, yukarıda verdiğimiz misale paralel olarak, birbiri
ni hiçleştirmiş, olumsuzlaştırmış, nehyetmiştir.
Şeriat hukukunun b a ş kaldırışı karşısında, ulema dı
şında yani devlet organları olan devlet adamları arasında
bile, Avrupa siyaset ve ekonomi gücüne karşı ancak, şe-
riate dönmek, şeriate sarılmak sayesinde b i r k u r t u l u ş yo
lu bulunabileceğine inananlar olmuştur.
Kurtuluşun şeriatte olduğu inanışı ta Tanzimat za
manına kadar, ve sonra örneğin Cevdet Paşanın temsil et
tiği görüşte, veya daha sonra Abdülhamit idaresinin bü
tün tutumunda artık elle tutulacak kadar açık b i r hale
gelmiştir. Hukuk alanında özel mülkiyet hukukunda Av
rupa hukukunu almaktansa, buna zaten elverişli olan şe
riat hukukunun uygulama alanının genişletilmesi f i k r i
revaç b u l m u ş t u r . 1858 arazi kanunu ile sonuçlanan top
rak hukuku reformu, bu tokuşmaların m a h s u l ü d ü r . Şeri
atçıların ağır b a s m a l a r ı ile Osmanlı devlet hukuku reji
minden Batı devlet hukuku rejimine geçiş, halen bugün
bile düzeltilememiş olan sakatlıklar ve çapraşıklıklar içi
ne girmiştir.
Sistemin kendi içindeki diğer b i r çatışıklık, evvelce
anlattığım gibi, feodal ekonomi ile kapitalizm öncesi em
tia üretimi ekonomisi gibi i k i sektörü yan yana bulun-
durmasıdır. İleride göreceğimiz gibi, ikisi arasındaki ça-
tışıkltklar, buhran veya bozuk-düzen dönemi geldiği za
man elle tutulur hale gelmiştir. Buhran döneminde i k i
sektör arasındaki çatışıklık birincisinin tasfiyesi ile ikin
cinin kapitalist safhaya gelmiş b i r ekonomi olması şek
linde değil, ikincinin tasfiyesi ile beraber birincinin ken
di alanını daha da genişletmesi şeklinde olmuştur. Bu
yüzden daha sonraki dönemde merkantilist ve devletçi
teşebbüslere kalkışıldığı zaman bu teşebbüsler, ayan ve
ya derebeyi ekonomisi ile çatışık hale gelmiştir. «Ayan»
143
veya Derebeyi ekonomisinin ne kapitalist ekonomi, ne de
devletçi sanayileşme ekonomisi ile uyuşamaz bir sistem
olduğunu ikinci ciltte göreceğiz. Derebeylik, bozuk-düzen
dönemi dediğim dönemin, Tük toplumunu ve ekonomik
gelişme olanaklarını kesin olarak yok eden en son «ze
hirli çiçeklenişi» olmuştur.
144
lü katarsak, bu gerici güçler döğüşmesinin katmerli b i r
gericilik kuvvetleri döğüşmesi haline geldiğini kavraya
biliriz. Bu yüzden bizde devrim geleneği yer etmemiş;
«ilericilik» dediğimiz şey de sahte b i r ıslahatçılık olarak
kalmıştır.
145
sonrası için İ b n Haldun'u bir yana bırakacağız, hem de
Osmanlı düşünürlerinin ona dört elle sarıldıkları bir za
manda. Sanki dünya giderken Mersin'e, bunlar gitmiş
tersine! İbn Haldun'da Osmanlı devletini kurtaracak hiç
bir deva yoktu.
Bu sisteme dahil olan yerlerde bir h ü k ü m d a r sülâle
sinin kurduğu devlet i l k zamanlarında toplum ekonomi
sine bir canlılık verir, sistemin gereği olarak devlet de
ğiştikçe devletle toplum arasındaki ilişkinin biçimi ve
yönü de değişir; kocayan devlet ekonomiyi canlı tutan
bir devlet olmaktan çıkar; tersine toplumun ekonomisini
bir durgunluk (stagnation) durumuna getirir. Bu yüzden
toplumlar oldukları yerde sayarlar. Devlet, toplumsal ev
rim için gerekli olan ekonomik etkenlerin harekete geç
mesine engel olur. İleriye doğru en önemli etkenler iş
bölümü, artı üretimin yeniden üretime yatırılması, en
düstri araçlarının geliştirilmesidir. Batı Avrupa'da feoda
lizmin yıkılışı ile böyle yeni ekonomik ve teknolojik fak
törler harekete geçmiştir. Osmanlı bozuluşu döneminde
Derebeylik bu gelişmenin olamayışının başlıca görüntü
lerinden biridir.
146
bu düzenlerin baş diyalektik eğilimi, bu şekilde kendi
zıddını yaratması, kendini yok etmesidir. Böyle bir hal
olan yerde evrim veya devrim değil, düzeltme (ıslâh) bi
le m ü m k ü n değildir.
Toplum yaşayan bir uzviyettir, despotik devlet ise
bir makine. Bu makine yıpranır, aşınır, bozulur, eskir.
Toplumun ü s t ü n d e o t u r d u k ç a onun tabiî evrimini önler
ve durdurur. Toplum içinde o makineyi düzeltecek bir
kuvvet bırakılmaz. Makine ise, kendi kendini tamir ede
mez. Doğu tarih felsefesinde, İ b n Haldun'un gösterdiği
gibi, çok kez siyasal gücün değişmesi ancak taze bir siya
sal gücün gelip bunamış gücü silip süpürmesi, onun ye
rine kendisinin bir düzen kurmasıdır. Bu, böyle gelir,
böyle giderdi.
X V I I . yüzyıla kadar böyle geldi; fakat ondan sonra
öyle gitmedi: Osmanlı dinasti devletini yıkıp yerine ge
çecek b a ş k a bir güç çıkmadı!
147
dar bildiğimizi sanarak akıl almaz olayların rasyonel şe
kilde nedenlerini anlatmaya lüzum görmüyorlar. Bu yüz
den anlattıkları, hazâ «hikmet-i hüda» olmuş şeyler gibi
gözükür. Halbuki hiç de öyle değil.
Önce bunların i k i ayrı döneme ait olanlarını birbi
rinden ayırmamız gerekir. Birincisini, şimdiye kadar söy
lediğimiz gibi, î b n Haldun kanunu bize açıklar. Yani Os
manlı sisteminin kendine özgü yapısının normal olarak
ve kaçımlamaz şekilde patlak veren çelişikliklerle ilgili
olan yanlarının sonucu olan olaylar. Örneğin Fatih'in es
ki hanedan vezirleri veya sadrazamı öldürtmesi; I . Selim'-
in yeniçerileri tedip etmesi; eski sadrazam Lûtfi Paşanın
«vezirler çok zengin oluyor, maaşlı askerler çoğalıyor, dik
kat!» demesi gibi olayları alalım. Bunlar henüz sistemin
bozulduğuna alâmet değil. Kurulduğuna, olgunlaştığına,
ihtiyarlamaya başladığına alâmet. Yapılanlar, böyle bir
sistemin yürüyebilmesi için baş vurulması gerekli eylem
veya sözlerdir. X V I . yüzyıl sonlarına doğru böyle. Os
manlı düzeni başka bir dünyanın, yeni bir dünyanın fır
tınası içine kapılmadan, kendi içinde ve kendi âleminde-
dir henüz. Başına İbn Haldun'un sayısız örneklerle gös
terdiği sonuçların geleceği muhakkaktır, (*) ama o dev
let henüz başka bir güç tarafından yıkılamayacak kadar
ayaktadır. Ne Anadolu'dan, ne İ r a n ' d a n , ne Mısır'dan, ne
Yemen'den onu alaşağı edecek b a ş k a «barbar» bir güç
gelememiştir. Bu nitelikte olup ta biricik etkili olan güç,
Timur ile gelmiş, Osmanlı devletini daha tazelik ve genç
lik çağında tuzla buz etmiştir. Fakat bu gücün İ r a n ve
148
Hindistan yönünde geriye çekilmesi sayesinde Osmanlı
devleti yeniden k u r u l m u ş t u r .
Demek k i taze bir dinastinin, yaşlanmış bir dinasti-
yi devirerek yerine geçmesi olayı, yani yüzyılların gelene
ği olan Asya kara imparatorlukları dönemlerinin (cycle'-
lerinin) kapanması sona ermiştir. Bunda, benim tahmi
nime göre, Asya ve Yakın Doğu dünyasında yerleşik top
lum ekonomileriyle devlet düzenlerini, eskiden olduğu
gibi, yıkacak güçte olan, çöllerden veya steplerden ko
pup gelen taze etnik ve aşirî göçlerin artık kalmamış ol
ması rol oynamıştır. Asya, Yakın Doğu ve Kuzey Afrika'
da nomadlarla yerleşik şehir ekonomilerine dayanan nü
fus arasında süregelen «kavimler muhacereti» dönemi ar
tık kapanmış bulunuyor. Osmanlı düzeni gibi düzenlerin
ekonomik ve siyasal politikaları, nomad ekonomisini ve
gücünü yerleşik uygarlık alanlarının dış eteklerine sürüp
oraya bağlamıştır diyebiliriz.
Osmanlı tarihinde Anadolu'da ve Arap ülkelerinde
yerleşik güce karşı gelme yönünde çabalar gösteren ayak
lanmalar çok olmuştur; fakat hiç b i r i , bozuk düzen dö
neminde bile, başarı elde edememiştir. Osmanlı düzeni
nin ekonomik ve malî gücünün çatırdaması üzerine ona
karşı çıkan b ü t ü n karşı gelme hallerinin (isyanların, eş-
kiyalıkların, derebeyliklerin) hiç birinin bu düzenin hak
kından gelmeyişinin nedenlerini ikinci cildimizde göre
ceğiz. Ancak şimdiden genel nedeni söyleyebiliriz: Bun
ların hepsi karşı geldikleri düzen kadar çelişkili, onun
kadar yeni dünya ekonomik şartlarına aykırı, onun ka
dar taze sınıl güçlerinden yoksun birer saldırı olarak kal
mıştır. Hiç birinin devrimsel bir ideolojisi yoktu. Bo
zuk - düzen güçleri bunların hepsini bazan kurnazca, ba
zan vahşice metodlarla hiçe indirmiştir. Hemen b ü t ü n
toplumsal sınıfların mahvedilişi pahasına ve bugün sa
dece yukarıdaki üç terimle adlandırdığımız güçlerle sa-
149
vaş şeklinde kalması pahasına!
Onu asıl yıkacak olan güçler, yeni bir kıtanın, Ame
rika kıtasının keşfinin yol açtığı başka çeşit dinamik güç
ler, denizden gelen, kıtalararası ticaret ilişkilerinin bes
lediği başka güçler olacaktır.
150
bir iki yüzyıl daha süriinmesi boyunca, onun idaresi al
ımdaki toplum ekonomisi, eskiden olduğu gibi yalnız de
ğişmez, durgun bir ekonomi olmakla kalmadı, yeni dün
ya şartları içinde boyuna gerileyen bir ekonomi halini
aldı. Eskiden olduğu gibi, toplum artık olduğu yerde bi
le kalamayacaktı.
Ne idi buna sebep olan, Doğu - İslâm dünyasında
şimdiye kadar hiç görülmemiş olan olaylar? Bu olayların
kaynaklarını anlayabilmemiz için, Osmanlı tarihini bir
süre bırakıp çok uzaklara, Okyanoslara ve Amerikalara
kadar uzanmamız gerekecektir.
151
çöküşünden soma Avrupa, bu âlemin bir kenarında, eko
nomi, askerî güç, siyasa açısından âdeta «irapta mahal i
olmayan» bir yerdi. Para, servet, endüstri açılarından As
ya 'ya daima borçlu bir ülke durumuna gelmişti.
XV. yüzyıl ortalarında Avrupa artık bu fare kapa
nından çıkmış bulunuyor! Uzak Doğuya denizlerden ulaş
maya çabalarken önüne kocaman, b o m b o ş bir kıta çıktı.
O zaman için, koca denizler a ş ı n dolaşmalar, Amerika
kıtasının bulunuşu bugün aya gitmek kadar önemli ba
s a n l a r d ı ve Asyalılar bu işlerin öneminin, gelecekteki so
nuçlarının farkında değillerdi.
İslâm uygarlığının Toynbee'si İ b n Haldun, kitabında
böyle bir dönemi açmağa namzet olan bir duruma sa
dece şöyle bir değinmişti. Avrapa dünyasında b i r şeyler
gelişmekte olduğunu sezmiş olacak ki «şimdilerde Akde
niz'in kuzeyindeki limanlardan gelen gemilerden oradaki
ticaretin daha üstün durumda olduğu görülüyor» diyor
du. Cedleri E n d ü l ü s l ü idi, kendisi de İspanyollar zama
nında oraya diplomatik ödevlerle gidip gelmişti. Kristof
Kolomb'un Amerika seferine yelken açtığı Işbiliyye (Se-
ville) şehrinden k i m bilir kaç kere de geçmişti! Ama da
ha bir yüzyıl geçmeden, bu şehirden Atlantik'e açılan yel
kenlerden nasıl bir dünya doğacağını, nasıl bunun Doğu
dünyasını saracağını, bir gün gelip onun devletlerinin
tarihini, kendisinin çizdiği şemanın helezona benzer çizgi
sinden, geleneksel yörüngelerinden nasıl saptıracağını ak
lına bile getirmemişti. Tarih üzerine Tanrının koyduğunu
sandığı kanunun sürüp gideceğine çok inanmıştı üstad!
152
özellikle Batı Avrupa ekonomisi eski bir değerli maden
darlığının sınırı içine h a p s o l u n m u ş halde i d i . Ta Haçlı
seferleri zamanına kadar giden yüzyıllar içinde Avrupa'
da ağır, fakat önemli gelişmeler olmaktaydı. Nüfus ço
ğalıyor, şehirler büyüyor, ticaret canlanıyor, krallar des-
potik h ü k ü m d a r l a r haline gelmeye başlıyorlar, Osmanlı
ların ücretli askerlerine kıyamet kadar nakit olarak maaş
verdikleri bir zamanda bunlar parasızlıktan bunalma için
deydiler. Avrupa, Doğu ülkeleri ile olan ticaret alış veri
şinde elindeki avucundaki değerli madenlerden yapılma
nakit parayı, aldığı mallar karşılığında yitiriyordu.
Bu durum, X V I . yüzyılda ellerinde büyük güç toplan
mış hale gelen h ü k ü m d a r l a r ı bu hapishaneden kurtulma
yollarım aramaya i t t i . Çok zaman geçmeden, tın t m öten
Avrupa hazinelerine Amerika'dan takılan borulardan de
ğerli maden akmağa başladı. Değerli maden dediğimiz
gümüş ve altın!
Amerika kıtasının b u l u n u ş u n d a n sonra Güney Ame
rika'da gümüş ve altın madenlerinin b u l u n u ş u n d a n ön
ce, Avrupa'daki madenlerden 500 bin veya 750 bin dolar
değerinde altın ve gümüş çıkarılabildiği ve bir o kada
rının da Batı Afrika'dan sağlandığı tahmin edilmektedir.
XV. yüzyıl sonlarında Avrupa'da dolaşmakta olan sikke
lerin yekûn değerinin de 170 veya 200 milyon dolar tuta
rında olduğu tahmin edilmektedir. 1520 sıralarında bu
nun 250 milyon dolar olduğunu tahmin edenler var. Bun
dan başka kişilerin elinde eşya, süs veya gömülü servet
halinde altın ve gümüş de vardı. İhtimal k i o zamanki
Avrupa'nın altın ve gümüş ihtiyatı, b u g ü n k ü değerle an
cak yarım milyar dolarlık b i r servete karşılıktı. Bu ra
kamlar Avrupa ekonomisinin o zamanki darlığını göste
rir.
1520 den sonra bu durum değişmeye başladı. Bu ta
rihten biraz sonra İspanyollar Aztek ve Inka hazineleri-
153
nin yağma edilmesinden ve Peru, Bolivya ve Meksika'da
bulunan madenlerin işletilmesinden büyük miktarda gü
m ü ş çıkarmaya başladılar. 1500 ile 1550 arasında Avru
pa'da gümüş ve altın üretiminin dört kat arttığı tahmin
ediliyor. Afrika'dan sağlanan altın ve gümüş de bunların
topuna denk bir miktarda tahmin edilmektedir.
İ s p a n y a y a altının gelişi 1551-60 arasında, gümüşün
gelişi 1591 - 1600 arasında zirvesine varmıştı. 1545'ten
1600'e kadar geçen 50 yıl içinde Amerika'dan Avrupa'ya
her yıl 2,000,000 pound sterling değerinde kıymetli ma
den geçtiği tahmin ediliyor. Her defasında geçen mik
tar çabucak tükeniyor, ama arkasından yenisi geliyordu.
Yalnız İspanya darphanesinin 1500 ile 1520 arasında
45.000 kilo gümüş bastığı halde, 1545 ile 1560 arasındaki
15 yıl içinde darphanenin para olarak çıkardığı g ü m ü ş
6 misline, yani 270.000 kiloya çıkmış; 1580'den 1600'e ka-
darki 20 yıl içinde 340.000 kiloya yani 1520 dekinden 8
misli fazlasına çıkmış. 1800 yılma kadar Amerika'dan Av
rupa'ya geçen gümüş ve altın m i k t a r ı büyük yekûnlara
vardı. Bazı tarihçilerin tahminine göre 1493 ile 1800 ara
sında Amerika'dan sağlanan değerli madenler i k i b u ç u k
milyon kilo altın, 90 veya 100 milyon kilo g ü m ü ş ol
muştur.
154
ginliği m ü m k ü n oluyordu?
Bir ülkenin ekonomisinde halk kitlelerinin sömürül-
mesinden doğan servetler, yeniden ekonomik ü r e t i m ya
tırımına konamaz, bu servetler güç sahiplerinin süs ve
güç gösterme fonları olarak istif edilirse o ülkede top
lumun ekonomik durgunluğu normal bir hal alır. Tari
hin çeşitli dönemlerinde, bu servetlerin yattığı hazinele
r i tâlân etmek, daha ü s t ü n savaş gücü geliştirmiş olan
büyük siyasal güç şeflerinin başlıca amacı i d i .
Fetih ve istilâlar, istiflenmiş servetleri ortaya yayın
ca, toplumun ekonomisine bir ferahlık getirir, bir süre
yeni bir ekonomik canlanış dönemi açılırdı. Örneğin bü
yük İskender'in İ r a n hazinelerini, Arapların Endülüs ha
zinelerini, Osmanlıların, Mısır, Bizans ve Orta Avrupa ha
zinelerini zaptetmeleri bir süre için piyasaların canlan
masına yol açmıştır. Bu gibi dönemlerde kapitalist eko
nomiye doğru eğilimlerin (yukarıda kapitalizm öncesi
emtia üretimi dediğimiz ekonominin) i l k tomurcuklan
belirir. Eski Roma, İskender, Emevî, Abbasî imparator-
l u k l a n n m doğuşu böyle eğilimleri yaratmıştır.
Fakat şimdi ilgilendiğimiz X V I . yüzyıl ve sonrası dö
nemde olduğu gibi hiç birinde kapitalist ekonomi gelişi
m i hızla gerçekleşmemiştir. Bunun şimdi olabilişinin baş
lıca i k i ön şartı, deniz keşiflerinin yeni b ü y ü k ticaret yol
larını ve genişlemelerini sağlaması, yeni dünyanın altın
ve gümüş madenlerinin yeni bir ticaret döneminin yağ
danlığını sağlaması olmasıdır.
155
t i . 1500 ile 1600 arasında Avrupa'da 1 milyar dolar değe
rinde para basıldığı tahmin ediliyor, yani eskisinin dört
kat fazlası para çıktı piyasaya. Yalnız X V I I . yüzyıl için
de Avrupa'da dolaşan sikkelerin hacminin 12 kat arttığı
tahmin edilmektedir. Bu yüzyılda Avrupa'da önemli ser
vet artık toprak, mal mülk, mücevherat ve lüks değil; na
kit para serveti olmuştur.
Yeni kıtadan gelen değerli madenin devrimsel rolü
nün (bunu ilk defa gösteren Amerikalı iktisat tarihçisi
Earl Hamilton'ın, onun en son destekleyicisi Fransız ta
rihçisi Fernand Braudel'in parlak eserine rağmen) fazla
büyütüldüğünü son zamanlarda ileri sürenler olmuştur.
Bunlara göre, Avrupa'da Romalılar zamanında 1,700 ton,
Ortaçağlarda 500 ton altın çıkarılmış. 1500 sıralarında
Avrupa'da 3.000 ton altın vardı denebilirmiş. Amerika-
dan gelen altın bunun ancak yarısı kadar olduğu yolun
daki tahmin doğru ise, diyorlar, gelen yeni altın iddia
edilen etkiyi yaratamazdı. Bu iddianın üç zayıf yanı var:
(1) Eski dünyanın altın yekûnunun çoğu istif edilmiş
servet veya Doğu ülkelerine akmış servetti; (2) Yeni al
tının dolaşım hızının görülmedik ölçüde artması onun
ekonomik hayata etkililik derecesini eski dönemlerle kı
yaslanmayacak ölçüde arttırmıştır. (3) Asıl devrimsel et
kiyi yapanın altın değil, gümüş stokunun birdenbire ka
b a r m a s ı olmuştur. Bu son olayın Osmanlı ülkelerinin
ekonomisi üzerine olan etkisini ve bunun ne yollardan ol
duğunu ikinci ciltte göreceğiz.
Ticaret âlemine böyle bir artışın her zaman yaptığı
etki şudur: gümüş ve altın ucuzlar. Bunun başka bir ifa
desi şu: bu madenlerin vasıta olduğu alış verişte alım
satım mallarının fiyatları yükselir. Batı Avrupa'da genel
olarak 1600'de eşya fiyatları, 1500'deki fiyatların i k i
misline çıktı. 1700'e gelinince bu fiyat devriminin başla
1
dığı tarihteki fiyatların 3 - misline çıkmış bulunuyordu.
156
Bu aynı zamanda ortalıkta dolaşan paraların (sikke
lerin), ne parası olursa olsun, değerlerinin düşmesi, al
tın ve sağlam paraların ortadan çekilip bozuk ve düşük
ayarlı gümüş paraların yayılması demektir. Şimdi aynı
miktar para ile herkes daha az eşya alabiliyor, veya ay
nı miktar eşya almak için daha çok para ödemesi gere
kiyor. Bu pahalılığa rağmen, ülkeler içinde ve ülkeler
arasında daha çok para dolaşıyor, yani daha çok alış
veriş, ticaret oluyor. Fakat eskiye kıyasla her şey ateş
pahasına.
157
Sonra, topraklarından geleneksel olarak belirli kira
karşılığı alanlar da bundan sarsıldılar. Avrupa'da bunlar
toprak beyleri i d i . Bu toprak senyörleri topraklarının
köylüden aldıkları kira karşılığını yükseltmek yoluna git
tiler tabiî. Bunun anlamı yükün köylünün sırtına yükle-
tilmesidir. Çünkü köylünün elinde para sabit ve mahdut
tur. Elindeki paranın satın alma gücü d ü ş m ü ş t ü r .
B i r örnek olarak X V I . ve X V I I . yüzyıllarda İngilte
re'de feodal toprak tasarrufu sisteminin geçirdiği değişi
mi kısaca anlatalım. Toprak beyleri yeni durum karşısın
da, topraklarındaki kiracı köylüleri topraklarından at
manın yolunu aramaya başladılar. Lord, yerleşmiş gele
neklere göre tesbit edilmiş olan eski kira ile sözleşmeyi
yenileyeceğine, şimdi o kadar yüksek kira istemeye baş
ladı k i köylü bunu ödeyemeyeceğinden toprağı bırakıp
göç etmek zorunda kaldı. Yani feodalizmin çöküşü, top
rağın para ile ölçülen değerinin artmasıyle, b a ş k a bir de
yimle lordun para piyasasiyle ilişki kurmasiyle başlar.
İngiliz feodalizmindeki deyimle «copyhold» olan toprak
lar el değiştirince (örneğin köylünün aile reisi öldüğü
zaman) geleneksel rent yani kira karşılığında toprağı
alacak olan oğlu, şimdi bu fiyatın artık eski seviyedeki
rent (kira) olmadığını görüyor. Lord da kendini haklı
görüyor; fiyat devrimi yüzünden eski kiranın değeri düş
m ü ş t ü r . Lord kirayı o kadar yükseltiyor k i çiftçi onu öde
yemeyecek durumda olduğundan beye karşı olan feodal
h a k l a r ı n d a n vazgeçip göçüyor. O zaman lord ya toprağı
satıyor, ya da yeni kira ile başkasına veriyor.
Paranın oynadığı bu oyunun eseri olan bu zulme kar
şı vaizler barbar b a ğ ı r a d u r s u n , şehirlerde, t a ş r a yolların
da serseri dilenci yığınları artıyor. Bölge bölge köyler
boşalıyor. Yollan aç, hırsız, dilenci haramiler kesiyor.
H ü k ü m d a r l a r , köylerin boşalmasının önüne geçmeye ça
lışıyorlar, çünkü bu durum onların hazinelerine zararlı
158
olacak. Sonra siyasal anlamda zararlı, tehlikeli insanlar
da çoğalacak. Köylüler önlerine gelen çiftlikleri, lordla-
rın çitlerle çevirdiği «enclosure» denen kapatılmış yerle
rin sınırlarını yıkıyorlar. Ayaklanmalara karşı adalet fer
manları çıkıyor. Bunların sık sık çıkması, hükümlerinin
dinlenmediğini gösterir. Çünkü toprağı elinde tutanlar,
bölgenin adalet cihazına da hâkimdirler. Para devrimi, t i
caretin gelişmesi parayı insandan daha önemli b i r hale
getirmiştir. Toprak artık b i r para geliri kaynağı olmaya
başlıyor; toprak, üzerinde para ile oynanan bir nesne, pa
ra yapmak da bunu oynayanların amacı oluyor. Tüccar
lar, faizciler zengin oluyorlar. Feodal bey sınıfı köylüyü
sıkıştırmak suretiyle feodallikten kapitalist tarım üreti
ciliğine geçme yoluna giriyor. Fakat en önemlisi elinde
hiç yoktan, yani tarımsal veya endüstriyel yatırımla üre
timden elde edilmeden çok sayıda para serveti biriken
bir sınıfın gelişmeye başlaması oldu. B u sınıf, daha son
ra, elindeki para servetini ekonomik yatırıma koyuş de
recesine göre kapitalist olacak olan bir sınıfı teşkil ede
cektir.
159
rin hazineleri sıkıntı içine düştü. Bunalım, fiyatların art
ması ile gelirlerin para değerinin düşmesi ve yine aynı
nedenden gider harcamalarının değerinin yükselmesi yü
zünden giderek katmerleşen, yani kontrol edilemez hak'
gelebilecek olan bir bunalım.
Hemen her tarafta h ü k ü m e t l e r başlangıçta darbenin
nereden geldiğini bilmemekle beraber, buna karşı tedbir
ler almağa çalıştılar. Çünkü değerli madenlerin ucuzla
ması, fiyatların yükselmesi, Amerika'dan çok miktarda gü
m ü ş ü n geldiği İspanya'ya m ü n h a s ı r kalmadı. Ülkeler ara
sı ticaret ve para değiş tokuşu yolu ile İspanya dışına
da yayılmıştı. Kaynağı Amerika olan g ü m ü ş külçe veya
para (sikke) halinde başka ülkelere de akmağa başladı.
Kısa süre içinde Rusya ve Osmanlı ülkeleri batısında ka
lan b ü t ü n ülkelere, özellikle b u g ü n k ü Hollanda ve civa
rını teşkil eden ve o zaman İspanya'nın idaresi altında
olan yerlere, oradan da fiyatları daha düşük olan ülkele
re yayıldı. İspanya'nın kendisi, kendi eliyle getirdiği gü
m ü ş ü n ilk kurbanı oldu. İspanya hükümeti bir yandan
değerli madenin dışarıya kaçmaması için yasaklar koyu
yor, öte yandan fiyatları sabit tutmaya yani narhlar koy
maya çalışıyor. Fakat nafile!
O da, daha sonra birçok hükümetlerin baş vurduğu
en kolay, fakat en zararlı çözümü buldu: ortada dolaşan
paraların gümüş miktarını düşürmek, ya da bunların, al
tın ye gümüşün değeri orantılarını bozmak, ortaya çok
sayıda ayan düşük para çıkarmak usulüdür. Osmanlı
devletinin durmadan baş vurduğu bu usule «para tağşi
şi» denir. Amacı, hiç yoktan hazineye gelir sağlamak ve
açıkları k a p a t m a k t ı r .
Parayı tağşiş etmenin anlamı şu: değeri düşen para
larla değerli parayı tebdil ederek onu devlet hazinesi he
sabına çalmak. Fakat altın devlet mevlet tanımaz. Der
hal geri teper. Paranın değerini daha da düşürür, fiyat-
160
l a n daha da yükseltir. Daha sonralan bu hale yani de
ğeri düşük mağşuş paranın, değeri yüksek parayı («sik-
ke-i hasene» yi) piyasadan sürmesi olayına iktisatçılar
Gresham kanunu olayı demişlerdir (*).
Bu kanuna göre bir para piyasasına değeri düşük pa
ra sürüldü mü, değerli yani altın veya gümüşü yüksek pa
ralar ortalıktan sır olur. Nereye, k i m i n koynuna girer
bunlar? İşte büyük sır burada! Para üzerine oynayan
spekülatörlerin kasasına, altın ve g ü m ü ş kaparozlama
mevkiinde bulunanların dolabına veya küpüne girer.
Fakat parayı tağşiş etmekle devlet de aynı şeyi yap
mıyor m u idi? Devlet de bir spekülatör olmuyor mu? Ya
n i kendi artan masraflarına karşılık malî gücünü kurtar
mak için devlet de altın ve gümüş paralardan çalarak
halkı sızdırmıyor mu? İşte o zaman o devletin kimlerin
elinde olduğu meydana çıkar, yani devletin smıfî rengi
açığa çıkmağa başlar. Devleti elinde tutanlar, devleti, do
landıran bir kalpazan haline getirerek bundan hâsıl olan
seı-veti kendilerine ayırırlar. .Devlet ya böyle bir sınıfın
devleti olacak, ya da yıkılacaktır. Bugün bizim kulakla
rımıza hayli âşinâ gelen işler bunlar!
161
Bunlar şimdi toprak sahibi sınıflara kendilerini dayaya
caklarına, para babası sınıflarla b i r l i k olmaya başladılar.
Bu devletlerin hükümetleri içeri giren altın ve gümüşün
içeride kalmasını, h a t t â daha fazlasının b a ş k a memle
ketlerden kaçıp kendilerine gelmesinin sırrını da keşfet
tiler.
Bu gibi devletler, askerî nitelikteki harcamalarını kı
sarak, para babalarının ellerindeki parayı ticarete ve en
düstriye yatırmayı kolaylaştıracak tedbirlere b a ş vurdu
lar. Kısacası, ticareti, özellikle deniz yolu ile ticareti ( k i
yukarıda sözünü ettiğimiz büyük deniz yolları keşfinden
sonra bu, büyük önem kazanmıştı) devletin ekonomik
politikasının mihveri haline getiren h ü k ü m d a r l a r parsa
yı vurdular. Buna karşılık eskisi gibi ticaret ve endüstri
sınıflarıyla elbirliği yapmayan, habire askerî masraflara
girişen memleketler ise hem içinden çıkılmaz b i r sürek
l i malî buhrana battılar, hem ekonomileri düştü, hem de
dayandıkları toplumsal sınıflar ezildi.
162
Soru 95 : Hangi sınıflar kazandı, hangileri kay
betti?
163
letsiz, cinayetsiz, savaşsız ve devrimsiz doğuverdiğini san
maya eğilimliyiz. Gerçek öyle değil!
B ü t ü n X V I I . yüzyıl boyunca Avrupa dünyası çok şid
detli b i r ekonomik, siyasal ve toplumsal sarsıntı ve buna
lım içindedir. Yani, o dönemde Avrupa emperyalizmi de
necek bir güç gelişmesi, bunun Doğu dünyasının ülkele
rini kendine köle edecek b i r güçte oluşu diye b i r şey he
nüz yoktur. İleride göreceğiz, bu X V I I . yüzyıl Osmanlı ta
rihinin de en k o r k u n ç b i r bunalım, idare bozukluğu, eş-
kiyalık, isyan, zulüm, kelle yuvarlama dönemidir. Çünkü
Osmanlı ülkelerinde de Avrupa'daki bunalıma benzer, ay
nı etkenlerin yaratığı olan değişmeler oluyordu. Nasıl ol
du da sonuçlar çok farklı oldu? Bunun nedenlerini ikin
ci cildimizde göreceğiz.
164
rülmerniş genişlikte ve b ü y ü k imtiyazlara malik bürok
rasi ve idare cihazı vardı. Başlıca işleri de savaş yap
maktı.
Doğu illeri despotizmlerine çok benzeyen bu rejim
lerde krallar, saray ve b ü r o k r a s i ile toplumun gerisi bir
ekonomik zıtlaşma halinde buluyordu. Şu halde bu bi
rinci çeşit gelişmenin özelliği devletle toplumsal sınıflar
arasında başlayan ve gittikçe artan bir siyasal zıtlaşma
olayıdır. Bunun en son ve en büyük patlak verişi bu yüz
yılın sonuna doğru büyük Fransız devrimidir. Fakat on
dan önce İngiltere'de, ondan sonra Avrupa kıtası üzerin
de X I X . yüzyılın ortalarına kadar, onun benzeri olan, ba
zdan başarılı b a z ı l a n başarısız, bir çok devrimler olmuş
tur. Bu başarısız olanlarının özelliği (özellikle İspanya
örneğinde olanı), ikinci cildimizde göreceğimiz Osmanlı
örneğindeki devrim güçsüzlüğü özelliğini taşıyan biçime
çok benzer yanlan bulunmasıdır.
165
«rüşvet» denilen usul), devlet adamlarının ve kilisenin
servetler yığması, savaşlar bahanesiyle halk üzerine ağır
vergiler konması, paranın tağşişi, kilisenin hukuka ve
eğitime h â k i m olması gibi usullerin sürdürüldüğü yerler
de burjuva sınıfı ya gelişememiştir, ya da siyasal bir güç
kazanamamıştır.
Bu yolda en geride kalan ülke, Amerika'nın keşfin
den ve büyük deniz yollarının açılışından en çok fayda
lanması akla yakın gözüken İspanya olmuştur. Çünkü
orası yukarıda söylediğimiz ve burjuva sınıfının güçlen
mesini engelleyen şartların en çok ü s t ü n geldiği ülke ol
muştur. Batı Avrupa ülkeleri içinde Fransa bu yolda İs
panya'dan daha i y i , fakat İngiltere'den daha geri bir du
rumda idi. Fakat İngiltere'de de burjuvazinin üstünlüğü
sandığımız kadar kolay olmamıştır. 1620 yılında başla
yan ve ekonomik tarih bilginlerinin 1929 - 30 dünya bu
nalımı kadar önemli b i r sarsıcı olay saydığı büyük tica
ret bunalımı 1620 ile 1640 arasında İngiltere'de krala,
saraya ve bürokrasiye karşı bunların altında yatan top
lum sınıflan arasında belli bir karşı koma, h a t t â devrim
havası yaratmıştı. Burjuvazinin i l k devrim bayrağını aç
tığı ülke, bu yüzden, İngiltere olmuştur. Fransa'da bu,
ancak bir yüzyıl sonra m ü m k ü n olabilmiştir. Fakat bur
juvazinin en kolay bir şekilde üstünlüğünü kurduğu ülke
Hollanda olmuştur, orada tek, basit bir formülün çok
elverişli şartlar altında yürümesi sayesinde: ticaret ser
vetiyle deniz gücünün el ele vermesi ile. Birer tüccar yu
vası olan Hollanda şehirlerinin, Habsburg dinastisinin
despotizminden k u r t u l u ş u bu ülkeyi dünyanın en başta
gelen ticaret ve maliye burjuvazisinin vatanı haline ge
tirmiştir.
Kral - saray - b ü r o k r a s i bileşiminin despotizminden
kurtulamayan hiç bir yerde burjuvazi siyasal üstünlük
kuramamıştır. Despotik devlet cihazının idaresi altındaki
166
toplum sınıfları arasında çıkar çatışmalarının sürdüğü
yerlerde bu sınıf devrimsel bir güç de kazanamamıştır.
B ü t ü n sınıfların bu rejimlere karşı geldiği yerlerde bur
juva sınıfı, özellikle sermaye b i r i k i m i n i iyice sağladığı
şartların bulunduğu yerlerde b i r devrim akımının öncü
lüğünü yapabilmiştir.
Eski yapıların değişmesini göstermesi b a k ı m ı n d a n
olduğu kadar, yeni bir yapıya geçilemeyiş örnekleri ile ge-
çilebiliş örneklerini göstermesi b a k ı m ı n d a n Batı Avrupa
ülkelerinin 1620 - 1720 arası dönemi, Osmanlı ekonomik
tarihinin anlaşılması açısından son derecede önemlidir.
Bu dönemle, Osmanlı ekonomik tarihinin aynı dönemi
arasında büyük benzerlikler, paraleller vardır. Fakat so
nuçların tam tersi denebilecek kadar farklı oluşu, mera
kımızı b ü s b ü t ü n arttıracak niteliktedir. Bunları, bozuk-
düzen döneminin ekonomik tarihini incelediğimiz zaman
ikinci ciltte göreceğiz.
167
nunda, Doğu dünyasının ülkeleri olması mukadderdi
Çünkü o zamana kadarki dünya ticaretinin mihveri Do
ğu ülkeleri ile Avrupa arasındadır. Üstelik bu Doğu ülke
lerinin devletleri para devriminin yarattığı sonuçlardan
en çok zarar görecek nitelikte olan devletlerdi. Osmanlı
i m p a r a t o r l u ğ u n u n bu mihverin tam ortasında ve aynı tür
den bir devlet olduğunu buraya kadarki tartışmalarımız
dan öğrenmiş bulunuyoruz.
Acaba, Avrupa'da kapitalist ekonominin gelişmesin
de baş rolü oynayan fiyat devrimi ve ticaret devrimi gi
bi i k i büyük olayın, anlattığımız çeşitten olan b i r devle
te ve onun h ü k m ü altında bulunan topluma etkileri ne
çeşitten olabilirdi? Şimdiye kadar anlattığımız sistemin
bu etkilenmeyi olumsuz yönde kolaylaştıran yanlarını,
olayları doğru olarak daha kolay anlayabilmemiz için,
biraz daha sivriltelim:
16S
iunan bir devlet olmakla beraber sözünü ettiğimiz dö
nemde gümüş ve altın rezervi dar olan bir devlet duru
muna gelmişti. Finans yeteıieği büyük bir imparatorluğu
kaldıracak hacimde değildi. Mısır'ın fethine kadar, Fatih
zamanında altın rezervi despotik devlet şeklinin kesinleş
tiği bir zamanda çıkarılan i l k altın sikkelerden görülü
yor. Devletin genişlemesinin gerektirdiği daha fazla al
tın ihtiyacı Mısır'ın fethi ile sağlanmıştı (*). Mısır'ın fet
hinden dönen I . Selim, beraberinde önemli miktarda de
ğerli maden ve para halinde altın getirmişti. Ondan son
ra da Mısır vergisinin önemli bir miktarı imparatorlu
ğun başlıca altın kaynaklarından b i r i olmuştu. Bu mik
tar 600,000 altın floriye kadar yükselmiş. Fakat impara
torluğun altın kaynağı yalnız Mısır değil. Kıbrıs adası vfl-
da 80,000 duka, Raguza 12,000 Venedik altını, Erdel 15,000
duka (1625'ten sonra 10,000, 1658'de 40,000 duka) veri
yordu. Diğer haraçlar da altınla ödenirdi.
Bu altın kaynaklarına rağmen, Osmanlı devletinin
tam altın bağımsızlığı yoktu. O zamanın âdetine göre,
mevcut altının değerlendirilişi yabancı altınına göre olu
yordu. Altın, devletin hazinesinde ve zenginlerin sandı
ğında istif edilen bir değerdir. Carî muameleler g ü m ü ş
para ile olurdu. Fakat devletin g ü m ü ş yeteneği de tam
değildi. Osmanlı topraklarında yabancı paraları, hem al
tın hem gümüş olarak, Osmanlı paralarının yanı başında
geçerdi. Devletin altın sikkesinin temeli de, «flori» denen
Venedik dukası idi. Bütün diğer paralar buna göre de
ğerlendiriliyordu. Venedik'le olan uzun savaşlara rağ
men, bu düşmanın altını, prestijini ve değerini muhafa
za etmişti.
169
Demek k i Osmanlı devletinin sikke yapısı, tamamiy-
le Avrupa sikke yapısına bağlı i d i . Gerek iç, gerek dış t i
carette ödeme aracı olan Akçe, Avrupa altın ve gümüş
akçelerinin değerine göre değer kazanıyordu ve onların
tabii durumunda i d i .
Ticarî muamelelerde Akçe denen g ü m ü ş sikkenin de
ğerini yabancı g ü m ü ş paralarının değerlerinin dalgalan
malarından koruyacak bir mekanizma da yoktu. Bu iti
barla Osmanlı ülkeleri, Avrupa'daki sikke enflâsyonunun
etkilerine çırılçıplak açık bir durumda i d i . Osmanlı dev
leti önemli ölçüde altın ve g ü m ü ş madeni çıkarıcısı bir
devlet olmadığı için ve parasını dünya alış verişlerinde
temel değer vazifesini gören Avrupa altın sikkelerine gö
re ayarladığı için Osmanlı maliyesi Avrupa para değeri
sistemine tâbiydi. O sistem allak bullak olunca Osman
lı sikke sistemi zelzeleye uğramış gibi yerinden sarsıldı.
(3) Hal böyle iken, i m p a r a t o r l u ğ u n kendisi hem
savaş, hem sulh halinde gittikçe pahalıya mal olan bir
imparatorluk oluyordu. Geleneksel t a r ı m ve endüstri eko
nomisinin gücü, bu çok genişleyen imparatorluğun dört
ucunu bir arada tutacak yeterlikte değildi. Devlet hü
kümranlığı, toplumun takatinin ötesine genişlemiş bulu
nuyordu. Devletin ve onun refah sağladığı kişilerin har
camaları büyük bir tüketim kaynağı olmuştu. Zaten gelir
gider dengesini zorla tutan, bundan ötürü ya boyuna sa
vaşları göze almaya mecbur olan, ya da bunu yapmazsa
fazla vergiler bindirmeye mecbur olan bir devlet haline
gelmişti. Her imparatorluk gibi «astarı yüzünden paha
lı» bir iş oluyordu.
(4) Buna rağmen, zamanına göre de çok sayılacak
nakit para ile ödemeler yapan bir devletti. Sadece kul
larına ödediği maaşlar büyük bir yekûn tutardı. Meselâ
sadrazamlar 50 bin, kubbe vezirleri 25 bin, kazaskerler
5 bin, defterdarlar 4 bin akçe m a a ş alıyorlar. Padişahla-
170
n n tahsisatını hiç sormayın. Bunlar yetmediğinden ilâve
olarak dirlikler, arpalıklar tahsis ediliyordu. Bundan baş
ka X V I I . yüzyılda devlet m a k a m l a r ı çoğaldıkça çoğaldı.
Bu çoğalış padişahlara, vezirlere ve hazineye kazanç sağ
lama usulü bile olmaya başladı: Açıkça ve âdeta resmen
mevkiler satılıyordu. Mevkiler o kadar çoğalmıştı k i
«azil» usulü denen bir usul sayesinde bir mevkii birçok
kişi sıra ile satın alıp işgal etmeye başladı. Ama böylece,
devlet bürokrasi içine şiddetli bir iç çekişme durumu
soktu.
Bir de zamanın en büyük silâhlı kuvveti olan yüz bin
lerce kişilik bir orduya m a a ş veriyordu. Yeniçerilerin
maaşları ve yeniçeri sayısının artışı yani bu maaşların
tutarının yükselişi üzerine ileride daha ayrıntılı bilgiler
edineceğiz.
Şu halde, devlet büyük bir para harcayıcısı olduğun
dan fiyat devrimi, onu kuvvetle çarpacak ve k i m i n elinde
altın ve g ü m ü ş ve bunlarla yapılmış para toplanıyorsa
onun h ü k m ü altına girecektir. H ü k ü m d a r ı n mutlak efen
diliği yerine şimdiye kadar görülmedik bir «mürtekip»-
[er bileşiminin h ü k ü m sürmesi başlayacak; ikinci ciltte
daha ayrıntılı olarak göreceğimiz gibi, bunların fiyat
devrimine karşı gelmek için aldıkları tedbirlerin mahsu
lü olarak mültezimler, sarraflar, yabancı tüccar s ö m ü r ü
biçimleri hem devleti, hem toplumun sınıflarını yoksul-
laşl nacaktır.
171
laıia ekonomik işbirliği yapamayacaklardı)'. Toplumun
fakirleşmesiyle işsiz güçsüz b i r parazit halk kitlesi mey
dana gelişine muvazi olarak, toplumdan k o p m u ş ve top
lumu ancak kapıkullarınm desteği ile s ö m ü r e n bir sömü
rücü parazit zengin kitlesi meydana gelecektir.
(6) Servet biriktiren kitle ile süper-smıf arasında
bir çıkar birliği kurulabilmesi için bu ikincinin devleti
birincinin çıkarlarına göre yöneten yani merkantilist t i
caret, endüstri ve maliye siyasetleri güden kimselerden
m ü r e k k e p b i r yapı kazanması gerektir. Bu, aynı zaman
da ziraî ve sınaî toplumu harekete getiren b i r siyaset ola
cak, dış ticaret muvazenesi lehe olarak kurulabilecek,
ve para değeri korunabilecekti.
Halbuki, ileride göreceğimiz gibi, süper-sınıfın gidişi
bunun tam tersine bir gidiş olacaktır. Hem bu sınıf, hem
de onları yerlerinden a t m a ğ a çalışan Celâlî âsileri böyle
adamlar olmaktan fersah fersah uzaktılar. İleride göre
ceğimiz gibi, onlar da bulundukları yerlerde, merkezde-
kilerin yaptığını yapıyorlardı. Müthiş bir servet ihtirası
nın şahlandığı b i r devirde servet b i r i k i m i n i n ekonomik
yatırıma yönelmeyen bir b i r i k i m oluşunu görüyoruz.
Süper-smıf, eski Osmanlı ekonomisini yıkan, yerine sade
ce para koparmak için hizmet eden, ekonomik ilgi ve
anlayıştan t ü m yoksun bir insan kitlesi haline gelecektir.
172
nuçları ile karşılaştıklarını fark edememiş olmalarıdır.
Bu yüzden, ileride göreceğimiz gibi, tavsiye ettikleri ted
birler boşuna, h a t t â durumu daha da kötüleştiren tes
hirler olmuştur.
173
larının patlak vermeleri çerçevesi içinde, derin değişik
likler yaratacaktır.
İşte ikinci ciltte, bunları siyasal olmaktan çok eko
nomik olan b i r tablo içinde göreceğiz. Ve tabiî olarak hi
kâyemiz X V I I . yüzyıl başından başlayacaktır. Çünkü son
raları ne olduysa, hep o zamandan olmağa başlamıştır.
174
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ
Sayfa
I . BÖLÜM
I I . BÖLÜM
S o m 20 : O s m a n l ı d ü z e n i n i n t i p i k ö r g ü t l e r i nelerdi? . . . 45
Soru 21 : O s m a n l ı sisteminin despotizme eğilimli olduğu
n u nereden biliyoruz? 46
175
Sayfa
Soru 22 : O s m a n l ı d ü z e n i n i n niteliği n a s ı l u n u t u l d u ? . . 48
Soru 23 : Osmanlı düzenini yanlış görmeler nasıl başladı? 50
Soru 24 : Devlet ve t o p l u m i l i ş k i l e r i n i n ç e ş i t l e r i nelerdir? 52
Soru 25 : O s m a n l ı d ü z e n i hangi s ı n ı f l a r a d a y a n ı y o r d u ? . 54
Soru 26 : O s m a n l ı sisteminde neden devlet t o p l u m d a n ko
puk bir güçtü? 55
S o r u 27 : O s m a n l ı devleti ö r g ü t l e r i t o p l u m d a n n a s ı l ko
pardı? 57
Soru 28 : Devletin a l t ı n d a k i t o p l u m u n e k o n o m i k sınıfları
nelerdi? 58
Soru 29 : «Memalik-i m a h r u s a » ne demektir? 59
Som 30 : «Mülk» ve « M ü l k i y e t » ne demektir? 60
Som 31 : K ö y l ü ( r e â y â ) sınıfının d u r u m u ne idi? . . . 62
Som 32 : « T i m a r » nedir? 63
Som 33 : T i m a r beyleri k i m l e r d i ? 64
Som 34 : T i m a r beyi feodal s e n y ö r m ü d ü r ? 66
Som 35 : Köylü özgür m ü d ü r ? 67
Soru 36 : T i m a r B e y i n i n s o r u m l u l u k l a r ı nelerdir? . . . . 68
Som 37 : O s m a n l ı l a r ı n t o p r a k l ı o r d u s u nereden s a ğ l a n ı
yordu? 69
Soru 38 : T i m a r l ı beyler b i r feodal sınıf t e ş k i l e d i y o r l a r
m ı idi? 71
I I I . BÖLÜM
176
IV. BÖLÜM
Sayfa
Soru 48 : Devleti y ö n e t e n l e r k a t ı : « O s m a n l ı l a r » k i m l e r d i r ? 82
Soru 49 : O s m a n l ı p a d i ş a h ı n ı n niteliği nedir? 82
Soru 50 : O s m a n l ı p a d i ş a h l a r ı t o p l u m d a n neden k o p u k t u l a r ? 83
Soru 51 : K u l l u k nedir? K i m l e r k u l d u r ? 88
Soru 52 : K u l l a r nereden d e v ş i r i l i r d i ? 89
Soru 53 : O s m a n l ı l a r ı n «kul» y e t i ş t i r m e u s u l ü n e k a r ş ı Av
r u p a l ı l a r ne d i y o r l a r d ı ? 90
S o m 54 : H ı r i s t i y a n l a r ı n zorla m ü s l ü m a n e d i l d i k l e r i d o ğ m
mu? 90
Som 55 : K u l l a r g e r ç e k t e n t a m m ü s l ü m a n m ı idi? . . . 91
Som 56 : K u l l a r neden « y a p m a » b i r sınıftı? 94
Soru 57 : K u l l a r k ö l e m i idi? 94
Som 58 : K u l l a r neden despotik dinasti devletine ö z g ü d ü r ? 95
Soru 59 : Yeniçeriler kimlerdir? 105
Som 60 : Y e n i ç e r i l i k sadece b i r a s k e r î ö r g ü t m ü d ü r ? . . 107
Soru 61 : H ü k ü m d a r ı n g ü c ü n ü s a ğ l a m a d a y e n i ç e r i l e r i n ro
l ü nedir? 108
Soru 62 : i b n H a l d u n T ü r k l e r i n k u l l a r ı ü z e r i n e ne diyor? 108
Soru 63 : Kullar nasıl devşiriliyordu? 109
Soru 64 : O s m a n l ı t a r i h i n d e « G a z i » l e r d e n y e n i ç e r i l e r e geçiş
nasıl oldu? 110
Soru 65 : Yeniçeri ocağı sonradan n a s ı l ç ı k a r o c a ğ ı oldu? 112
Soru 66 : Y e n i ç e r i l e r i n cenk e n d ü s t r i s i ile ilişkileri ne idi? 112
V. BÖLÜM
V I . BÖLÜM
177
Sayla
V I I . BÖLÜM
V I I I . BÖLÜM
178
Sayfa
179
GERÇEK.
YAYINEVİ
p.k,655 istanbul
( T ü r k i y e Ekonomisinden Ö r n e k l e r l e )
Prof. Sadun Arcn
Ü ç ü n c ü b a s k ı . 12,5 l i r a .
2. ATATÜRK'ÜN T E M E L GÖRÜŞLERİ
Fethi Naci.
G e n i ş l e t i l m i ş 2. b a s k ı . 8 l i r a .
3. TÜRKİYE'DE GERİCİ AKIMLAR
Doç. D r . Ç e t i n Özek.
Tükendi.
4. TÜRKİYE'DE İŞÇİ H A R E K E T L E R İ
Kemal S ü l k e r .
Tükendi.
5. T Ü R K İ Y E ' D E TOPRAK M E S E L E S İ
Prof. D r . Suat Aksoy.
İkinci b a s k ı . 10 lira.
6. MİTOLOGYA
B e h ç e t Necatigil.
Tükendi.
7. TÜRK EDEBİYATI
Rauf M u t l u a y .
G ö z d e n g e ç i r i l m i ş 2. b a s k ı . 10 l i r a .
8. TÜRKİYE'NİN DIŞ POLİTİKA TARİHİ
Prof. Dr. E d i p Çelik.
10 l i r a .
9. GELİR DAĞILIMI
( K a p i t a l i s t Sistemde, T ü r k i y e ' d e ,
Sosyalist Sistemde)
Dr. K o r k u t Boratav.
İ k i n c i b a s k ı . 15 l i r a .
ıo. TÜRKIYE İKTISAT TARIHI I
Prof. Niyazi Berkes.
G e n i ş l e t i l m i ş 2. b a s k ı . 12.5 l i r a .
181
11. TÜRKİYE İKTİSAT TARİHİ I I
Prof. Niyazi Berkes.
15 lira. '
12. ANAYASANİN ANLAMİ
Prof. Dr. M ü m t a z Soysal.
Tükendi.
13. TÜRK H A L K EDEBİYATI
Prof. Pertev N a i l i Boratav.
Tükendi.
14. TASAVVUF
Abdülbâki Gölpmarlı.
Tükendi.
15. TÜRKİYE'DE MEZHEPLER VE
TARİKATLER
Abdülbâki Gölpmarlı.
12.5 l i r a .
16. SOSYALİST DEVLET
Dr. K ı ı r t h a n F i ş e k .
8 lira.
17. TÜRKİYE'DE YABANCI SERMAYE
Prof. Dr. Kenan B u l u t o ğ l u .
10 lira.
18. FRANSIZ İ H T İ L Â L İ
Doç. Dr. M u r a t Sanca
8 lira.
19. EKİM İHTİLÂLİ
Kenan Somer
15 lira.
2(1 FELSEFE EL KİTABI
Selâhattin Hilâv.
10 lira.
21. X I X . YÜZYİL TÜRK EDEBİYATI
(Tanzimat ve S e r v e t i f ü n u n )
Rauf Mutluay.
1.0 l i r a . .
22. TÜRKİYE SANATI TARİHİ
Prof. D o ğ a n K u b a n .
15 lira.
23. O R T A K PAZAR V E T Ü R K İ Y E
Prof. Dr. G ü l t e n Kazgan.
15 l i r a .
182
24. TÜRK TİYATROSU TARİHİ
M e t i n And.
15 l i r a .
25. İ L K E L L E R D E D İ N , BÜYÜ,
SANAT, E F S A N E
Doç. Dr. Sedat Veyis Ö r n e k .
12.5 l i r a .
26. PLANLAMA, K A L K İ N M A VE T Ü R K İ Y E
Yalçın K ü ç ü k .
15 l i r a .
27. T Ü R K İ Y E ' D E DİN VE SİYASET
Dr. Ahmet Y ü c e k ö k
10 l i r a .
28. KURTULUŞ SAVAŞIMIZIN TARİHİ
E m . T ü m g e n e r a l Celâl E r i k a n
15 l i r a .
29. EDEBİYAT BİLGİLERİ
Rauf Mutluay.
20 l i r a .
30. TÜRKİYE'DE ŞEHİRLEŞME,
KONUT V E GECEKONDU
Prof. Dr. R u ş e n K e l e ş .
12.5 l i r a . .
31. SİNEMA SANATI
Nijat Özün.
183
1
Kanada, McGill üniversitesi Graduate
Studies and Research Fakültesi ö ğ r e t i m
üyelerinden Prof. Niyazi Berkes, «100
Soruda Türkiye İktisat Tarihi»nin bi
rinci cildini ikinci baskıya hazırlarken
baştan başa g ö z d e n geçirmiş, hemen
hemen her sayfa üzerinde yeniden ça
lışmış, b i r ç o k soruya yeni ilâveler yap
mıştır. Böylece, 1. baskısında 140 say
fa olan kitap, 2. baskısında 174 sayfa
olmuştur.
•
«Sayın Profesör Niyazi Berkes'in iki
ciltlik 'Türkiye İktisat T a r i h i ' , '100 S o
ruda' dizisinde yayınlanan belki en ilgi
ç e k i c i , en d ü ş ü n d ü r ü c ü eserdir.» (Ner-
min Menemencioğlu, Yeni Ufuklar,
Ocak 1971)
•
«Osmanlı sosyal yapısı içindeki devlet
ve halk sınıflarını derinlemesine tahlil
eden Prof. Berkes, Avcıoğlu'nun 'Dü
zenin artık kapitalizme g e ç m e ğ e hazır
olduğu' görüşüne de aynı kesinlikle
karşı çıkıyor. Berkes'e göre, Osmanlı
düzeni kapitalizmin gelişmesine değil
'Doğmadan öldürülmesine' yol açacak
karmaşık ve soyut bir mekanizmaya da
sahipti. Bu düzen hiç bir şeye geçe
mez, ancak çökebilirdi.» (Ali Gevgilili,
Milliyet, 2 Ağustos 1969)
•
«Prof. Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Ta-
rihi'nin ilk bölümü olarak tasarladığı
bu kitapta Osmanlı düzeninin temel ya
pısını incelemektedir. Kitap, bu ölçü
den, yavan bir tarih derlemesi olmak
tan çıkmış ve seçkin bir sosyo-politik
araştırma niteliği kazanmıştır. Osmanlı
düzeninin şimdiye değin üstünkörü ge
çiştirilmiş, ya da hiç söz konusu edil
memiş yanlarına bilimsel bir açıklık
kazandırdığı için Prof. Berkes'i kutla
mak gerekir.» (Hilmi Yavuz, Cumhu
12.5 lira riyet, 23 Kasım 1969)