Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 4

geliştirme" ihtiyacından da söz eder.

"Hakikî metafizik" bu
bağlamda, elbette eleştirel felsefî düşünüm anlamına gelmekte-
dir.

Kant
Hume'un ardılı Kant'ta, metafizikle eleştirel felsefe arasında
daha bile keskin bir ayırım yapılmıştır. Kant'ın felsefî çabaları-
nın önemli bir kısmı, duyusal olana aşkın şeylerin bilgisinin im-
kânsız olduğunu tartışmaya ve göstermeye adanmıştı. Fakat, ona
göre, deneyimin önkabullerine ilişkin bir araştırma olarak meta-
fizik "bilimin güvenli yoluna pekâlâ sokulabilirdi"; dahası,
Tanrı, özgürlük ve ölümsüzlükle ilgili belli birtakım inançlara
sahip olmak da mümkündü, hatta gerekliydi. Bu inançlar, gel ge-
lelim, ne kadar iyi temellendirilmiş olurlarsa olsunlar, hiçbir
anlamda bilgi meydana getiremezler, bilgiye asla eşdeğer ola-
mazlardı: Zira, akledilir veya akılla anlaşılabilir dünyanın bil-
gisine sahip olmak, insanın kapasitesini tamamen aşar. Kant bu
sonucu kanıtlamaya çalışırken, kendine ait birtakım değişiklik-
lere rağmen, temelde Hume'la aynı argümanları kullanmıştır.
Kant'ta bu bakımdan önem taşıyan bir husus, onun bir "sezgi"
yetisi olarak duyarlıkla, bir kavramlar melekesi olarak anlama
yetisi arasında yapmış olduğu ayırımdı. Kant'a göre, bilgi hem ti-
kellerle tanışıklığı ve hem de onların genel tasvirler altına so-
kulmasını gerektiriyordu. Tikellerle olan temas veya tanışıklık
her zaman duyularla ilgili bir konu oldu; sezgileri sadece duyular
temin edebilirlerdi. Yine de, kavramlar olmadığında sezgiler
kördü; kişinin, onlarm ne olduklarını söyleyemedikçe, tikellerle
ilgili olarak yapıp edebileceği hiçbir şey yoktu ve bu oldukça
farklı bir yetinin, anlama yetisinin etkinliğini gerektiriyordu.
Bununla birlikte, anlama yetisinin kavramları da, kendi başlarına
ele alındıklarında, aynı ölçüde boştu; onlar tikellerle ilgi ku-
rulmayı, sezgilerle doldurulmayı bekleyen saf formlardı. Kant
bu sonucun kendisinin "saf' kavramlar adını verdiği, neden ve
töz gibi kavramlar için bile geçerli olduğunu vurguladı; bu kav-
ramların bilgi arayışında veya bilgiye ulaşma sürecinde, dene-
yimde keşfedilen kavramlardan farklı bir rolleri olması olgusu,
onlara sezgisel bir içerik vermemektedir. Diğer kavramlarda ol-
duğu gibi, bu saf kavramlar söz konusu olduğunda da, tümeller-
den tikellere yapılacak geçerli bir çıkarım yoktur; dünyada hangi
tikellerin varolduğunu bilmek için, düşünmekten başka bir şey
yapmaya gerek vardı. Neyin varolduğunu sadece saf akıl temeli
üzerinde söylemeye çalışmak boşunaydı.
Kant'ın analitik önermelerle sentetik önermeler arasındaki
ayırımının salt ona özgü birtakım yenilik ve farklılıkları vardır;
bununla birlikte, ayırım, mevcut amaçlar açısından, Hume'un yu-
karıda ortaya konan ayırımıyla temelde özdeş bir ayırım olarak
ele alınabilir. Hume'la Kant arasında nedensellik konusunda söz
konusu olan farklılıklar da, aynı şekilde, onların bu bakımdan
esas önemi olan konuda, yani kavramın doğru ve anlamlı olarak
sadece mümkün deneyim alanı içinde kullanılabileceği hususunda
tam bir uyuşma içinde oldukları dikkate alınarak, göz ardı edile-
bilir. İkisi arasında metafizik eleştirmenleri olarak ciddî farklı-
lıkların olup olmadığı sorulacak olursa, cevabın olumlu olması
gerekir, ama bunlar da bâriz öğretisel farklılıklardan ziyade, mi-
zaç ve tavırla ilgili farklılıklardır. Hume çok daha hakikî bir
putkırıcıydı; eski inançları en küçük bir üzüntü bile duymadan
çöp sepetine atmaya hep hazır oldu. Oysa Kant için, konuyla ilgili
olarak kendisine söyleme izni verdiği insafsız sözlere rağmen,
metafiziğin etkileyici türküsü cazibesini yitirmiş değildi. Kant
felsefeye, akim güçlerine derinden iman eden biri olarak yaklaştı;
insanın sahip olduğu kavramlardan bazılarının a priori olduğu
kanaatini hiç terketmedi ve koşulsuz idesinin, kurucu bir güçten
yoksun olsa da, anlama yetisinin işlemlerini düzenlemede oyna -
dığı çok önemli bir rol bulunduğunu uzun uzadıya göstermeye
çalıştı. Onun fenomenlerle numenler, duyuların nesneleriyle ak-
im nesneleri arasındaki ayırımı teoride sadece kavramsal imkân-
larla ilgili bir konudur; o tıpkı kişinin duyusal şeyleri fenomen-
ler olarak düşünmeye başlaması gibi, herhangi bir duyu deneyimi
türünün konusu olmayan bir dünya düşüncesinin de pekâlâ oluş -
turulabileceğini söylüyordu. Bununla birlikte, onun kişisel dü-
şünmelerinde bunun ötesine geçtiği açık gibi görünmektedir; işte
bu düşünüşlerde, numenal alan, kendisine fiilen bilinen alanla
aşikâr bir karşıtlık meydana getirmesi için başvurulan salt bir
imkân olmaktan çıkıp, duyu dünyasında, vicdanî tereddütler, ah-
lâkî duygular şeklinde etki veya tezahürleri olan hakikî bir ger-
çeklik olarak tasarlanır. Kant'm ilk denemelerinden olan Traume
eines Geistersehers erlautert durch Traume der Metaphysik
[Tinleri Gören Birinin Düşleri] (1766)'nde söylenenlerin Grund-
legurıg zur Metaphysik der Sitten [Ahlâk Metafiziğinin Temel
İlkeleri] (1785)'nin son kısmında geliştirilen argümanlarla kı-
yaslanması, bu yargıyı ciddî, veya her tür kuşkudan bağışık hâle
getirir.
Kant duyusal olana aşkın şeylerin varoluşundan emin olsa da,
bu şeylerin bilgisinin olamayacağını eleştirel yazıları boyunca
hep öne sürmüştür. Metafiziğin bilimi olamaz, zira, olgulara
sadık kalınacaksa, düşünmenin tikellerle olan tanışıklık yoluyla
temellendirilmesi kaçınılmazdır ve insan varlıklarının kendile-
riyle tanıştıkları yegâne tikeller duyuda verilen bireysel varlık-
lar veya tikellerdir. Hepsi bundan ibaret de değildir. Kant meta-
fiziğe karşı çıkışının bir diğer gerekçesini de şöyle ifade eder:
Geçmişte sık sık metafizik sistemler inşa etme teşebbüsünde bu-
lunulmuştur; buna göre, filozoflar tekrar tekrar, bir ilk nedenin
olması gerektiğini, dünyanın basit parçalardan oluşmak duru-
munda olduğunu, dünyanm mekân içinde bir sınırı olması gerek-
tiğini, vs., göstermeyi amaçlayan kanıt ya da argümanlar öne sür-
düler. Kant bu türden her kanıt için, aynı ölçüde makûl ve kabul
edilebilir bir karşı kanıt bulunduğunu gösterecek bir yalın bir
stratejiyle söz konusu teşebbüslerden tamamen vazgeçilmesi ge-
rektiğini düşünüyordu; her metafiziksel tez, en azından kozmo-
loji -yani, metafiziğin düzenli bir sistem olarak evreni konu alan
dalı- alanında, temelleri en az kendisi kadar sağlam görünen ve
böylelikle de, Kant'ın "saf akim antinomisi" adını verdiği du-
ruma yola açan bir antitezle eleştirilebilirdi. Kant antimonilerle
ilgili olarak bir keresinde "doğanın kendisi aklı onu cesur iddi-
alardan geri duracak ve kendi kendisini incelemeye sevkedecek
şekilde düzenlemiş gibi görünüyor" demişti. Aklın kendi kendi-
sini incelemesinin, buna göre birden fazla sonuca götürdüğü kabul
edilir: Söz konusu inceleme bir yandan koşulsuz olanın bilgi sinin
olamayacağını gösteriyor ve diğer yandan da, ahlâkî inançlarla
ilgili bir öğretiye giden yolu açarak, mekânla zaman içindeki
şeylerin bildik dünyasının salt bir fenomen olduğunu kanıt-
lıyordu. Bu öğretiyi Kant'ın felsefesinden, söz konusu felsefeyi
bir bütün olarak yıkmaksızın çıkartmak pek kolay olmasa da, onu,
bazı modern Alman yazarlarının yaptıkları gibi, alternatif bir
metafiziğin savunuculuğuna eşdeğer bir şey olarak takdim etmek
yanlış olacaktır. Kant'ı burada ilgilendiren şey, neyin bilinebile-
ceği değil, fakat ne düşünülmesi gerektiğiydi.

Mantıkçı Pozitivistler
Biraz önce söylenmiş olanlara rağmen, Kant'ın sürekli olarak du-
yusalın ötesinde olandan söz etmesi, birçok metafizik eleştirme -
ninin onu şüpheli bir müttefik olarak görmelerine neden olmuş-
tur. Bu, metafiziksel spekülâsyona yirminci yüzyılda en sert ve
keskin bir biçimde hücum etmiş felsefî okul olan mantıkçı pozi-
tivistler örneğinde kesinlikle doğru bir şey olarak karşımıza çı-
kar. Pozitivistler adlarını, metafiziksel düşünceyi insan zihninin
bâtıl itikattan modem bilime doğru olan ilerlemesinde zorunlu,
ama artık aşılmış bir evre olarak gösteren bir ondokuzuncu yüz-
yıl Fransız düşünürü olan Auguste Comte'un "pozitif' felsefe-
sinden aldılar. Comte gibi, mantıkçı pozitivistler de, kendilerini
bilimsel düşüncenin savunucuları olarak gördüler; ama onlar,
Comte'un tersine, metafizik karşısında, neredeyse bir örnek dav-
ranışla, düşmanca bir tavır sergilediler. Bu tavrın dışsal nedeni,
Almanca konuşan dünyaya Birinci Dünya Savaşı'nı izleyen yıl-
larda hâkim olan felsefî atmosferde, Viyana Çevresi diye bilinen
bir grup düşünüre göre, karanlıkçılığa elverişli ve rasyonel dü-

You might also like