Professional Documents
Culture Documents
Farkli Marksizmler Ii
Farkli Marksizmler Ii
Kaynaklar: Ahmet Bekmen, «Marksizm» içinde Birsen Örs (der.) Modern Siyasal
İdeolojiler
Serpil Sancar Üşür, İdeolojinin Serüveni
Madan
________ ____ Sarup,
_____ Post Yapısalcılık
_______ ______ _____ ve__
Postmodernizm
___ _____ ______ __________
_____ _____ ___ __________ _______
1
Gramsci ve hegemonya kavramı
2
İdeoloji, temel toplumsal sınıfların çıkarlarını ifade
ettikleri ve bu çıkarların dolayımıyla siyasal alanda
kendilerini tanımladıkları bir temsiller düzeyine
dönüşmüştür.
Hegemonya, Gramsci’ye göre toplumun her kesiminde belirli bir
üstünlük kurma olarak ele alınıyor. Aile, eğitim, sanat, din, günlük
yaşam.... Bütün bunları kapsıyor.
3
Gramsci ve hegemonya kavramı
5
Gramsci ve hegemonya kavramı
6
Ortak irade, hem tarihsel bir biçimleniştir, hem de sınıfa
özgüdür.
Eklektik ve bütünlükten yoksundur; sistematik değildir;
çelişkili düşünceleri barındırabilir. Daha önceki
ideolojilerden ve sosyal sınıflardan alınmış bir bilgi
hazinesi oluşturur.
Kozmopolit, karma, önyargılar ve sezgiler içeren bir yapıdadır.
7
Gramsci ve hegemonya kavramı
8
Çimento görevi gören eklemleyici-ideolojik öğeler,
daima temel ekonomik sınıfın maddi çıkarlarının ve
dünya görüşünün ifadesidir.
Hegemonik ideoloji, bir ideolojik içerme ve özümseme olarak
bu temel sınıfsal ilke etrafında farklı sınıfların dünya
görüşlerine ait öğelerin bir eklemlenmesidir.
Bir toplumsal sınıfın hegemonik bir egemenlik
geliştirebilmesi, kapitalizmin yapısal bir özelliği olmaktan çok,
kapitalist yapıların ekonomik olarak temel olan sınıflara
sunduğu bir ideolojik iktidar olanağı.
9
Gramsci ve hegemonya kavramı
12
Gramsci, aydınlara ideolojiyi yaratmakta önemli bir rol yükler.
Geleneksel entelektüeller: yanlış biçimde kendilerini toplumsal
sınıflardan özerk sanırlar. Yazarlar, ressamlar, filozoflar, din adamları…
Kendilerine hayat veren üretim tarzı yok olduğu halde varlıklarını
sürdürmektedirler. Tarihsel anlamda can çekişen sınıfa bağlıdırlar ama
yine de belli bir özgürlüğe sahipmiş gibi davranırlar.
Zamanlarının çoktan geçmiş olduğunu gizlemek için idealist bir ideoloji
üretirler. Tarihseldir.
13
Gramsci ve hegemonya kavramı
Organik entelektüeller. Sosyolojik bir kavramdır. Ne
kadar organik olduğunu, üyesi olduğu örgütün temsil
etme iddiasında olduğu sınıfa yakınlığı belirler.
Kendi sınıflarının kolektif bilincini, ideolojisini, siyasal,
toplumsal, ekonomik düzlemde dile getirirler.
Aydınlar kilise, devlet (yönetici blok adına işgörür),
politik partiler, basın sayesinde temel sınıfların birinin
kendiliğinden desteğini sağlamak için sürdürülen
mücadelede öncü bir rol oynarlar.
14
Gramsci ve hegemonya kavramı
15
İlkinde, müttefik veya muhalif grupların etkin öğelerini
içine çekme, tarafsızlaştırma, etkisizleştirme, dejenere
etme gibi pasif konsensus söz konusudur
İkincisinde, toplumun aktif biçimde katılmasıyla
oluşan ulusal-popüler irade olarak hegemonya söz
konusudur.
Bu tür hegemonyada toplumun tüm kesimlerinin
çıkarlarının şu veya bu şekilde hegemonik alanda
temsil ediliyor olması önemlidir.
16
Gramsci ve hegemonya kavramı
20
Gramsci ve hegemonya kavramı
21
Gramsci ve hegemonya kavramı
23
Gramsci ve hegemonya kavramı
25
İdeoloji, sadece üstyapısal alanda işleyen toplumsal bir
pratik olmaktan çok, üretim süreçlerinin şekillenmesinde
işlevsel olan, bu sayede altyapı ile üstyapının uyumunu
sağlayan temel toplumsal pratiktir.
26
Gramsci ve hegemonya kavramı
27
Organik hareketler, sistemin temelinden gelen
hareketlerdir. Bir de konjonktürel hareketler vardır.
Bunlar krize yol açmayan, geçici, dönemsel
hareketlerdir. Organik hareketlerse eninde sonunda krize
yol açarlar.
28
Gramsci ve hegemonya kavramı
30
1. Bir ideolojinin sınıf karakterini onun içeriği değil, biçimi verir. Sınıflar bir
eklemlenme süreci içinde var olurlar.
Bir ideolojik söylemin sınıf karakteri özgül eklemlenme ilkesinde ortaya
çıkar. Örneğin milliyetçiliğin kendiliğinden bir sınıf çağrışımı yoktur. Ancak
diğer ideolojik öğelerle eklemlendiğinde sınıfsal bir ifade bulur.
2. Eklemleme, üzerinde sınıfsal pratiklerin işlediği hammaddeleri oluşturan
sınıfsal olmayan içerikleri (çağırmaları –interpellation- ve çelişkileri)
gerektirir.
Egemen sınıfın ideolojisi sadece o sınıfın üyelerini değil, ezilen sınıfların
üyelerini de «çağırır». Böylece bunların direnişlerini ifade eden ideolojik
içerikler kısmen özümlenir ve etkisizleştirilir.
31
Bunun başlıca yolu ise antagonizmayı basit bir farka
dönüştürmektir. Hegemonya, farklı dünya görüşlerinin potansiyel
antagonizmalarını eklemleyerek kurulur.
Egemen sınıf, kendi hegemonyasını iki yoldan uygular:
1. Sınıfsal olmayan çelişki ve adlandırmaları kendi sınıf söyleminde
eklemleyerek
2. Ezilen sınıfların ideolojik ve politik söylemlerinin bir parçasını
oluşturan içerikleri özümleyerek
33
Laclau- hegemonya ve eklemlenme
35
Laclau-Mouffe: Hegemonya ve Sosyalist Strateji
36
Laclau-Mouffe: Hegemonya ve Sosyalist Strateji
38
Laclau-Mouffe: Hegemonya ve Sosyalist Strateji
41
Getirilen temel eleştirilerden biri Marksizmin temel kavramları olan üst-
belirleme ve hegemonyayı Markizme karşı kullanırken yalın bir
çoğulculuk çıkmazına girdikleri.
Söylemsel olanın dışında söylemsel olmayan bir alanı tanımlamayı
reddetmesi.
Toplumsal olanı söylemin kuruluşuna indirgedikleri için hegemonyayı
kuracak olan, söylemsel eklemlenmeyi gerçekleştirecek olan kolektif
öznenin kim olduğu ve nasıl oluştuğu sorusuna tutarlı bir yanıt
verememektedirler.
42
Foucault’nun söylem kuramı
43
Foucault’nun söylem kuramı
45
Foucault’nun söylem kuramı
48
Ayırma pratikleri:
Öznenin nesnelleştirilerek üretimi. Deli-akıllı, hasta-sağlıklı, serseri-
efendi, yoksul-zengin, tembel-çalışkan... Bu ayrım normal olan ile
olmayanın tanımlanmasını sağlar. İnsan bilimleri bu işlevi görür.
Bio-iktidar:
insanların bedenlerinin, kendileri tarafından anlamlandırılabilme
tarzlarını belirleyen pratikler.
49
Her söylem, kendi doğruluk mekanizmasını ve kriterlerini kendi
oluşturur.
Özne, kendinden bilinçli, doğruların yazarı bir özne değil. Söylem içinde
bireyler tarafından işgal edilebilecek bir mevki. Özne bilinci aracılığıyla
değil, bedeni aracılığıyla, iktidar pratikleri tarafından şekillendirilir.
İktidar, başsız ve sonsuz bir süreç olarak toplumsalın içinde hep
mevcuttur. Kaçış olanaksızdır.
Foucault’da söylem, özneyi, bilgiyi ve iktidarı sarmalayan bir anlamlar
atmosferi olarak varolur ve her şeyi kendi içinde, başı sonu olmayan bir
devinimle yaratan bir oluş durumudur.
50
Dünyayı bütün yönleriyle açıklamaya çalışan her türden evrensel kuramsallaştırmaya
karşı.
Nietzche’den esinlenmiş, GENEOLOGY (soykütüğü) adını verdiği tarih görüşü ile
«şimdi»yi «geçmiş»ten ayırarak, geçmişi şimdiden kopararak şimdinin meşruluğunu
kaldırmaya yönelmiştir. Bunun için geçmişin sıradışılığını tanıtlamaya, geçmişi şimdinin
yetkesinin altını oyarak öykülemeye yönelmiştir.
51
Foucault’nun benimsediği Nietzcheci tarih anlayışı şimdiyle başlar, belli bir ayrıma
varana dek zamanda geriye doğru gider. Sonra ayrımın yarattığı dönüşümün izini
sürerek tekrar ileriye doğru yönelir. Bunu yaparken de bağlantılar ve bağlantısızlıkları
korumay özen gösterir.
Bugün verili kabul edilerek kabul edilen görüngülerin ussallığını çürütmek için sıradışı
söylemleri, uygulamaları araştırır. Geçmişin iktidar yordamını ayrıntılarıyla araştırarak
geçmişin usdışı olduğunu ileri süren güncel iddiaları çürütür.
Foucault’nun tarihyazımı anlayışı geçmiş ile şimdi arasındaki gediğe odaklanır.
52
Soykütüksel çözümleme geleneksel tarihsel çözümlemeden belli noktalarda ayrılır:
Geleneksel tarih, olayları büyük açıklama dizgeleri ve çizgisel süreçler içerisine sokmak yoluyla
önemli tahirsel olaylara ve kişilere yönelir.y Tarihsel çalışmaya bir başlangıç noktası olabilecek
belgeleri araştırır.
Soykütüksel çözümleme ise tarihin gözardı etmiş olduğu, görülmeye değer bulmadığı tek tek
olaylara döner. Gerekli bilimsellik düzeyinde olmadıkları için değersiz bulunan bilgilere
odaklanır.
53
Bunlar, mücadelelerin tarihsel bilgisinin kurulmasına olanak tanıyan, bu bilgileri günümüzde bir
taktik olarak kullanılabilir kılan alimane bilgiler ve yerel anılar birliğidir. Soykütükler, doğru
bilgiler adına bütüncül bir kuramın süzgecinden geçirilen, sıradüzene sokulan, düzenlenen
birtakım yerel, kesintili, meşru olmayan bilgilerdir.
Bu yönüyle, soykütük bir eleştiri biçimidir. Herhangi bir olayın ardında yatan etkenlerin
çeşitliliğini gözler önüne sermeye çalışırken belli bir tarihi başlangıç noktası olarak
almayı reddeder. Geçmişi yapılandıran kesintiye uğramamış değişmez süreklilik
biçimlerine yer vermez.
Yapıtlarının en temel özelliklerinden biri, özgül kurumların ortaya çıkışının izini sürmek
yoluyla genel bir tarihsel düşünceye eğilmesidir.
54
İlk çalışmalarında toplumbilimlerinin gelişimiyle ilgilenir. Toplum ya da insan bilimlerinin
tarihsel olarak nasıl olanaklı oldukları, ne gibi sonuçlara yol açtıkları sorularına yanıt
arar.
Çalışmaları 18. yüzyıla odaklanır. Usun dışladıklarıyla ilgilenir: Delilik, rastantı,
kopukluk... Suç ve günah yazınına odaklanır.
Delilik ve Uygarlık (Türkçesi Deliliğin Tarihi) adlı yapıtı 17. yüzyılda toplumsal bir sorun
olarak devletin sorumluluk alanına giren deliliğin yoksulluk, işsizlik ve çalışamayacak
durumda olma düşünceleriyle birlikte algılanmasının altında yatan nedenlere odaklanır.
55
Rönesans boyunca deliler tolayca gezinip dolaşarak
yaşamaktaydı. Bir süre sonra şehirler onları sınırlarının
dışına sürer ve açık yurtluklarda gezinmelerine izin verilir.
Bir gemiye doldurulup gemicilerin insafına bırakılırlar...
Deli gemileri limandan limana karaya çıkmadan dolaşır.
Yüzyıllar içinde bu gemilerin yerini «deli evleri» alır.
17. yüzyıldan itibaren deliler «kapatılır». Foucault bunun
nedenini 17. yy.’ın ikinci ylarısında Avrupa kültürüne özgü
bir toplumsal duyarlılığın ortaya çıkmasıyla açıklar:
«Yoksullara yardım etmek biçiminde duyumsanan ama
gerçekte aylaklık ve işsizliğin doğurduğu sorunlara karşı
gösterilen tepki ve yeni bir çalışma ahlakının
başgöstermesi»
57
18. yüzyıldan itibaren, kapatmaya büyük bir yanılgı olarak, aşırı yardımseverliğin güçten
düşürücü bir etkisi olarak bakılmaya başlanır. Bu yüzden avareler iş bulup
çalışmalıydılar. İşsizler zorla çalıştırıldıkları bu kapatma evlerinde normalin çok altında iş
almakta ve işsizliğin artmasına da engel olunamamaktadır.
19. yüzyılın başlarından itibaren bu kurumlar ortadan kaybolur.
Suçluları ve yodksulları delinin korkunç vahşiliğinden korumak, onları delilerden ayrı
tutmak arzusu ile yasalar yeniden düzenlenir. İngiltere’de ve Fransa’da tımarhanelere
kapatılmış olan insanlar serbest bırakılır. Fiziksel sınırlamalar kaldırılır; ancak asıl amacı
kendini sınırlamayı oluşturmak olan akıl hastaneleri inşa ettirilir.
58
Akıl hastanelerinde başıboş delilik dehşetinin yerine topluma karşı boğucu bir sorumluluk
kaygısı aşılamak hedeflenmektedir.
Düzene boyun eğme anlamına gelen çalışma, delilere ahlaksal bir yasa olarak dayatılır.
Ketvurmanın yerine «yetke»nin gözetimine ve hükümlerine işlerlik kazandırılır.
Buralarda delilere küçük çzocuklar gözüyle bakılır ve çocuklar gibi, yeri geldiğinde deliler
ödüllendirilir, yeri geldiğinde cezalandırılır. Uygulanan eğitim dizgesi ile önce deliler
boyun eğdirilir, sonra çalışmaya özendilirir, sonra da çalıştırılırlar.
Deli uzun bir süre küçük bir çocuk olarak büyümeden kalır ve bu dönem boyunca
«baba» fikrini aklından atamaz.
Klasik dönemde yoksulluk tembellik, kötü alışkanlıklar ve delilik usdışı kaynaklı eşit birer
suç olarak birbirlerine karışmıştır. 19. YY.A GELİNDİĞİNDE DELİLİK TOPLUMSAL BİR
EKSİKLİĞİN GÖSTERGESİ OLARAK SINIFLANDIRILMAYA BAŞLANIR.
59
Artık akıl hastanesi yalnızca serbest bir gözlem, teşhis ve sağaltım alanı değildir.
Kişilerin suçlandığı, yargılanıp mahkum edildiği birer mahkeme, ahlaksal birliğin
sağlanması amacıyla kullanılan birer araçtır. Bu büyük ahlaksal hapsetmedir.
Ortaçağ boyunca deliler kilitlenmez, sınırsız bir özgürlük yaşar. «Bilge deli» imgesi
yaygındır. 19yüzyılda ise us ile usdışı arasındaki diyalog kopar. Artık yalnızca usun
delilik üstüne yaptığı monolooglar söz konusudur yalnızca.
İnsanlar fiziksel zincirlerinden kurtulmuş, ancak bunların yerine zihinsel zincirler almış;
dışsal şiddetin yerine içsel şiddet geçmiştir.
60
Kliniğin Doğuşu’nda tıbbi algılamanın arkeolojisini yapar.
Şeylerin Düzeni ve Bilginin Arkeolojisi’nde bilimsel söylemlerin yapısını irdeler.
Bilginin başkaları üzerine abanan bir iktidar olduğunu ve böylece başkalarını
tanımladığını ileri sürer. Bilgi, özgürleşimin önünü keserek gözetlemeye, düzene
sokmaya ve disipline etmeye ilişkin bir kiptir.
Disiplin ve Ceza’da insanları gözetim altında tutmaktansa olnara ibret teşkil edecek
birtakım cezalar vermenin daha etkili ve yararlı olduğunun düşünüldüğü döneme
odaklanır.
18. yy.da iktidarın uygulanmasına yönelik yeni bir kip oluşmuştur. Kral, halkın gözü
önünde korkunç işkenceler ve idamlar gerçekleştirmeyken işkence kaybolur ve bunun
yerine mahkumun ıslahı geçer; yeni gözetleme düzenekleri kışlalarda, hastanelerde ve
hapishanelerde, okullarda etkin biçimde uygulanmaya başlar.
61
Feodal dönemde ve monarşi dizgesi altında insanların bedenleri yeri geldiğinde tacize
kadar varan sınırsız bir iktidarın elindedir. Bu sejimde suç, kutsala yapılan saygısızlıkla
özdeştir. Ceza suçluyu ıslah etme yerine çiğnenen yasanın kutsiyetini onarmaya, kutsal
yasayayeniden saygınlık kazandırmaya yöneliktir. Burada iktidar gelişigüzel ve gevşektir.
Modern toplumlarda ise cezalandırma aracıları kişisel olmayan bir gözetleme dizgesi
yardımıyla ıslah etme tasarımının parçzası haline gelir. Bu tasarım, bireyin psikolojisine
gittikçe daha fazla eğilir. Artık suçu işlemekten çok suça niyet etmek temel suçluluk
ölçütüdür.
Halka gözdağı vermeye dayalı ceza anlayışını güden Monarşi iktidarının tersine
«disiplinci iktidar» her koyun kendi bacağından asılır görüşünne odaklanır. Ceza, bir
ıslah yordamı olarak anlamlandırılır.
62
Monarşi iktidarından disiplinci iktidara geçiş, 18. yy sonlarına doğru Jeremy Bentham
tarafından sunulan Panopticon adlı mimari aygıtta somutlaşır.
Daire biçiminde inşa edilmiş hücrelerde mahkumlar merkezi gözetleme kulelerinden
izlenip izlenmediklerinden asla emin olamazlar. Bu nedenle de kendi davranışlarının
polisi olmaya başlarlar.
Panoptisizm, yeni iktidar kipidir. Okullarda, kışlalarda, hastanelerde kullanılır. İnsanlar bu
sayede evrak dosyalarının fişleme ve sınıflandırma dizgelerinin nasıl kurulduğunu
öğrenir. Öğrenci ve hasta kümelerine sürekli uygulanan gözetleme teknikleri bir tarihten
sonra genelleşir.
63
64
Panoptikon ile ileri kapitalizmde bireylerin bilgisayar yoluyla gözlenmeleri arasında bir
paralellik kurulabilir. Foucault yeni iktidar yordamlarına artan nüfusu denetim altına almak
için başvurulduğunu düşünür. Kamu sağlığı, sağlık bilgisi, ev koşulları, uzun yaşamak,
doğurganlık, cinsel ayşamın yönetimi ve denetimi...
Cinsel yaşam siyasal bakımdan önemli bir konudur çünkü bedenin disipline edilmesi ile
nüfusun denetim altına alınması konularının kesişim noktasıdır.
http://www.youtube.com/watch?v=vVTKHI5ovyc
65
Burjuva düşüncesi, araçları ve amaçları önceden tasarlayan bir bilinç öznesi üzerinde
durur. Buradaki özne ussal, özerk ve eyleme geçme özgürlüğüne sahiptir. Bu noktada
Max Weber’i takip eder ve Weber’in araçsal usa dair saptamalarını, Nietzsche ve
Weber’in araçsal usun yaşamlarımızı nasıl yaşayacağımız hakkında bize hiçbir şey
söylememesine yaptığı vurguyu paylaşır.
Teknik ya da araçsal ussallığın yükselişinin açık bir sonucu gizi çözmeye çabalayan
«şeyleştirme» sürecidir.
.
66
Bu yönüyle Frankfurt Okulu’na yakınlaşır. Adorno ve Horkheimer kapitalist ekonomiyi
yalnızca araçlar ve amaçlar ussallığının dinamik ve özerk bir biçimi olarak
çözümlememişlerdir. Bu, üretim güçlerindeki artışa ve dış dünyanın baskı altına
alınmasına yol açmamış, aynı zamanda toplum mühendisliği ve psikolojigk yönlendirme
aracılığıyla üretim dizgesine uydurulan insanların baskı altına alınmaları da sağlanmıştır
Dışsal doğayı kontrol altına almaya çalışan özne, aynı zamanda kendi içsel doğasına ket
vurmak zorundadır.
67
Foucault’ya göre psikanaliz kimi etkinlikleri denetim ve normalleştirme işlev<i
görmektedir. Günah çıkarma yollarının kurumsallaşmasıyla ortaya çıkmış; cinselliğin
tıbbileştirilmesi olgusunun oluşumunda önemli bir payı olmuştur.
Cinselliğin Tarihi’nde cinselliğe 18. yy.dan cinsel yaşama ise 19. yy.dan itibaren sahip
olduğumuzu ifade eder. Bundan önce sadece bedene (ete) sahibizdir.
Foucault’ya göre cinselliğin anayurdu, Hıristiyanlıktaki günah çıkarmadır.
Ortaçağda papazlar iman sahibine cinsel ayşamı hakkında ayrıntılı sorular sormaktadır.
Cinsellik, yalnızca bedene ilişkin biralan olarak görülmektedir. Reform ve Karşı Reform
Hareketleriyle cinsellik söylemi başka bir biçim alır. Günah çıkartırken papaz insanların
eylemlerini sorgulamakla kalmaz, onların niyetlerini de soruşturmaya başlar. Böylece
cinsellik, bedenle birlikte zihnin de gözetilmesi anlamına gelir.
Dikkatler, söylem, eylem ve bedenden zihin ve onun niyetlerine çevrilmiştir.
68
Foucault, çalışmalarında 18. yy.daki eğitim süreçleri ile insan bedenlerine ilişkin
düzenlemenin hapishaneler, okullar, fabrikalar gibi alabildiğine geniş bir kurumsal
mekanlar dizisi içinde ortaya çıktığını göstermektedir.
Bu disiplinci uygulamalar sonucunda özneler yararlı, yumuşak başlı, üretken ve
öznelleşmiş birer varlık olarak görülmeye başlanmıştır.
20. yy.ın başlarındaki cinsel yaşam söylemi, böylecebilimin konusu haline gelmiştir.
Psikanaliz, yeni bir bilimsel günah çıkartma yolu olmuş, Freud ortaya cinsel dürtüyü
koyarak bilime cinsellik üzerinde yeni bir baskı alanı açmıştır.
69
Gerek çilecilik, gerekse burjuva toplumları, cinselliğin bastırılması yönünde bir çalışma
disiplini talep etmektedir.
Cinsellik, doğal bir gerçeklik değil, bireyin gözlem ve denetim altında tutulmasına önemli
katkılarda bulunan bir söylemler ve uygulamalar dizgesinin ürünüdür. Cinsel özgürleşme
denilen şey de aslında bir kölelik biçimidir çünkü halihazırdaki «doğal» cinselliğimiz
gerçekte iktidarın bir ürünüdür.
70
Foucault’nun başlıca amacı, tıp, psikiyatri, suçbilim ve toplumbilim gibi insan bilimlerinin
bilgi iddialarını ve uygulamalarını irdeleyerek modern toplumların denetim ve disiplin
altında tutulmasına karşı bir eleştiri geliştirebilmektir.
İnsan bilimleri belli normlar inşa etmişlerdir. Öğretmenler, doktorlar, yargıçlar, polisler,
yöneticiler, kamu görevlilieri bu normları yeniden üretip meşrulaştırırlar. İnsan bilimleri,
insanı resmi bir çalışma konusu yaparken ussallaştırılmış yönetim ve toplumsal denetim
dizgelerinin genişlemesini olanaklı kılar.
İktidar ile bilginin birbirleriyle karşılıklı olarak bağımlı olduklarını ileri sürer. İktidar ilişkileri
egemenden ya da devletten yayılmaz. Belli bir bireyin ya da sınıfın özel mülkiyetinde
olan bir şey değildir. Elde edilebilecek ya da gasp edilebilecek bir mal değildir. Daha çok
bir ağ niteliği taşır; iplikleri her yere uzanır.
71
Foucault’ya göre iktidar bir bastırma, sınırlama ya da yasaklama olarak anlaşılamaz.
İktidar gerçekliği, nesne alanlarını ve doğruluk törenlerini üretir.
İktidarın uygulanmasını, yeni bilgi nesnelerinin ortaya çıkmasına yol açması ve hatta
onları yaratması bağlamında düşünmemiz gerekir. Bilgi odlmadan iktidarın uygulanması,
bilginin de iktidara yol açmadan varolması olanaksızdır.
Toplumsal, kültürel ve siyasal yaşamlarımızın tümüne yayılan karmaşık ve birbirleri
arasında ayrım gösteren iktidar ilişkileri, çoğunlukla çelişki içindeki özne konumlarını
genellikle cezalandırma yoluyla değil, toplumsal düzende yürürlükte bulunan norm ve
değerlerin içselleştirilmesi yoluyla güvence altına alır.
Özne, bilen, isteyen, özerk, kendini eleştirebilen aşkın özne değil, çok yönlü, dağınık ve
belli bir merkezden yönetilemeyecek söylemlerin beşiğidir.
72
Animation: Bingo the Clown
http://www.youtube.com/watch?v=_gkGVcShG2I
73
Jürgen Habermas
74
Habermas, ideolojiyi bu ikinci noktadan yola çıkarak analiz eder.
Ona göre, topluma ilişkin çalışmaları bir bilim olarak ele almak, Marx’ı ve sonraki
Marxistleri bir ikileme sürüklemiştir. Eğer kapitalizm Marx’ın yazdığı gibi doğa biliminin
kanunları gibi katı kanunlara göre değişiyorsa, insanların kendi kaderlerinde etkin
olmaları nasıl mümkün olacaktır? Eğer insan davranışı kaçınılmaz kanunlarca
yönetiliyorsa, kendi tarihimizde mühadalede bulunarak biçimlendireceğimiz hiçbir şey
yoktur.
Marksizm yalnızca katı kanunlar, kaçınılmaz eğilimler vb ile ilgilendiği sürece toplumsal
değişmeyi başarmanın bir temeli olarak yetersiz kalır. Böylece beşeri özgürlüksüzlüğün
bilimi olur.
75
Habermas, buradan yola çıkarak tüm bilginin biçimlendirilebileceği tek bir kalıbın
olmadığını ileri sürer. Bilgi üç farklı biçimde olabilir.
1. Tüm toplumlar, maddi bir ortamda var olurlar ve doğayla ilişkiye girerler (emek). Böyle ilişkiler,
olayların kontrolünde bir istem oluşturur. Pozitivizmin tüm bilgi için genelleştirdiği şey, bu
istemdir. Marksizm pozitivizme saptığı sürece, toplumsal hayatın, toplumsal değişmeyi
etkilemek için mekanik olarak işleyen «üretim güçleri»ndeki gelişmelerce yönetildiğini varsayar.
2. Fakat tüm toplumlar aynı zamanda «sembolik etkileşim»i –bireylerin birbiriyle iletişimini de
içerir. Bu noktada anlamın anlaşılması için bir istem ortaya çıkar. (hermeneutik)
3. Üçüncü olarak her bir beşeri toplum, iktidar ya da egemenlik ilişkileri içerir. Özgürleşim istemi
egemenlikten uzak, eylemin rasyonel özerkliğini elde etmeye ilişkin bir bilgi oluşturucu istemdir.
76
Bilgi oluşturucu istemlerin her biri, belirli bir disiplin biçcimine bağlıdır.
Empirik-analitik bilimler öndeyi ve kontrol istemi için uygundur. Anlamın anlaşılması ya
da yorumlanması, tarihsel-hermenötik bilimler, eleştirel kuram ise insanların egemenlik
sistemlerinden özgürleşmesi ile ilgilenmektedir. Bu noktada, «tahrip edilmemiş iletişim»
nosyonuna önem verir.
Tüm beşeri dilsel iletişimin tüm konuşmacılar tarafından zımni olarak yapılan «geçerlilik
iddiaları» içerdiği nosyonundan yola çıkar.
Bir ideal konuşma durumu öngörür.
77
Habermas’a göre bir kimse başka birine bir şey söylediğinde, o kimse zımni olarak şu
iddialarda bulunur:
1. Söylenilen şey, idrak edilebilir bir şeydir. Yani belirli bir sentaktik ve semantik kurala uyar;
diğerlerince anlaşılabilir olan bir anlam çkar.
2. Söylenilen şeyin önermesel içeriği doğrudur. Yani konuşmacı doğru olgusal iddialar dile getirir.
3. Konuşmacı söylediği şeyde samimidir. Dinleyeni aldatmayı amaçlamaz.
Tahrip edilmemiş iletişim, konuşmacıların tüm geçerlilik iddialarını savunabilecekleri dil
kullanımıdır. Bu dil kullanımında söylenilen şey anlamlı, doğru, doğrulanmış ve samimidir.
78
Bilimi içeren fakat onunla sınırlı olmayan herhangi bir olgusal tartışma alanında rasyonel
bir uzlaşım, yalnızca «daha iyi olan argümanın gücüyle» ulaşılan uzlaşımdır. Bir
doğruluk iddiası, bu iddiayla ilgili kanıtı aklında tartmaya muktedir olan herhangi bir
kimsenin o iddiayı yapan kimseyle birlikte aynı sonuca ulaşabileceği bir iddiadır.
İdeal konuşma durumu, dilin doğasında asli olarak vardır. Dili kullanan herkes bu yolla
doğruluk iddiası da dahil,dört geçerlilik iddiasını doğrulayabileceğimizi varsayar.
1. Tekil bir konuşma, bireylerin birbiriyle özgür, açık ve eşit bir iletişimde yaşayabileceği bir
toplumsal hayat biçiminin olasılığına dayanır.
2. İdeal konuşma durumu,etkileşim ve toplumsal kurumların hali hazırda var olan biçimlerinin
yetersizliğine ilişkin eleştirel bir ölçüt sağlar.
79
İleri kapitalizmin taleplerinin demokratik kurumların ve normların alanını ve anlamını
sınırladığını ileri sürer ve buna karşılık normatif demokrasi yaklaşımını getirir. Buna
göre, periyodik oylama ve seçimler dışlayıcı uygulamalardır. Özel çıkarcı rasyonalite
yerine, çatışmaların uzlaşmacı biçimde, müzakereler aracılığıyla çözüldüğü pratik bir
rasyonalite kavrayışı geliştirilmelidir.
Bu noktada, tek meşru otoritenin yurttaşların kendi aralarındaki tartışmaların
ifadesinden, yani «söz»den kaynaklandığı bir kamusal alanın varlığına işaret eder.
Kamusal alan, serbest sözün alanı olarak zorunluluk ve buyruklardan soyutlanmalı;
müzakere yurttaşların özgür sözüyle kurulu bir politik proje olarak görülen modern
yurttaşlığın temelinde yer almalıdır.
80
Habermas, buradan, müzakereyi ortak anlayışlara ve kolektif
yargıya ulaşmanın başlıca yolu olarak gördüğü, hakların yanında
sorumluluğun, özel çıkarların yanında kamusal yargıların yer
aldığı bir «kamu alanı» modeline ulaşır.
Bu noktada liberal ve cumhuriyetçi çizgilerin dışında bir yurttaşlık
modelini öngören, devletin dışında gelişen, güç ve statüden yalıtılmış
bir kamusal alanda gerçekleşen «söylemsel demokrasi»
kavramlaştırmasına ulaşır.
81
Söylemsel demokrasi, Habermas’ın «iletişimsel eylem», «iletişim etiği» ve «ideal
konuşma durumu» adını verdiği üç temel kavram tarafından şekillendirilmiştir.
Bu kavramların gönderme yaptığı müzakere modelini anlayabilmek için öncelikle
Habermas’ın «yaşam alanı» (lifeworld) ve «sistem alanı»(system world) arasında yaptığı
ayrımı anlamak gerekir.
Sistem alanı: bünyesinde hem özel hem de kamusal olana ilişkin unsurlar barındıran ve
toplumun temel yönetme sistemlerini, devleti, ekonomiyi, makro sosyal yaşamın para ve
güç tarafından şekillenen alanını kapsar; bürokrasi ve Pazar gibi güçlerin kontrolünde
bulunur.
Yaşam alanı ise aileyi ve kamuoyunu içerir; anlamların tartışıldığı, kimliklerin bireyler
tarafından kurulduğu, devletten bağımsız olarak politik birliklerden ve etkileşimden
oluşan, yüz yüze deneyimin, konuşmanın, geleneklerin, kavrayışın, normların ve
dayanışmanın gündelik alanıdır.
82
Bu iki alan, iki temel eylem biçimini ortaya koyar. Stratejik eylem, sistem alanına
özgüdür. Özne-nesne ilişkisine dayanan ve insanın doğa üzerindeki egemenlik sürecinin
kurucusu olarak görülebilecek eylem biçimidir. Stratejik eylemi yönlendiren ve açık ve
tutarlı hedeflere yönelik olarak uygun araçları seçme, tahmin etme ve uygulama
kapasitesiyle şekillenen araçsal rasyonellik, doğudan problem çözmeye, başarıya
yönelik bir eylem türü getirir.
Bu pratik amaçlı eylem biçimleri bürokrasinin, kişinin dışındaki kurumların işlev gördüğü
sistem dünyasının yan ürünleridir.
Habermas, modern toplumun temel probleminin, bilimselleşme, bürokratikleşme, sosyal
yaşamın ve politikanın ticarileşmesi gibi gelişmelerin sonucunda, sistem alanına ait olan
bu araçsal rasyonelliğin ait olmadığı yerleri işgal etmesi olduğunu belirtir.
83
Yaşam alanı ise, kamusal alanı da kapsar. Burada gündelik deneyimde yer alan,
sıradan insanların ve toplulukların, özneler arası etkileşimi, karşılıklı anlayışa ve
uzlaşmaya dayanan iletişimsel eylem hakimdir. Bu eylem biçiminin katılımcıları,
stratejik eylemin aksine, sadece başarıya yönlendirilmemişlerdir. Habermas’ın
müzakereci demokrasi kavrayışının temeline yerleştirdiği iletişimsel eylem biçimi
açısından esas olan, karşılıklı anlayışın ve diyaloğun yer aldığı kamusal tartışmanın
koşullarını yerine getirmektir.
Bu koşullar: baskılanmamış, egemenlik ilişkilerinden ve aldatmadan, yönlendirmeden,
yanıltmadan muaf, özgür bir iletişim yoluyla karşılıklı etkileşimi esas alan, her
konuşmacının katılmada ve söz söylemede eşit şansa sahip olduğu, güç hiyerarşilerinin
yer almadığı bir iletişim durumu gerektirir.
84
Bu yönüyle Habermas’ın «demokratik söylem teorisi» inanç ve eylemlerin kamusal
olarak iyi gerekçelerle desteklendikleri rasyonel bir kamusallık kavrayışını getirir.
Burada söz konusu olan rasyonellik araçsal değil iletişimsel bir boyut içerir; sosyal
yaşamın içindeki etkileşimden kaynaklanır. İletişimsel rasyonellik, özneler arası anlayışa,
eylemlerin tartışma aracılığıyla yönlendirilmesine ve topluluğun üyelerinin
toplumsallaştırılmalarına dayanan iletişimsel eylemin hangi ölçülerde yetkin aktörlerin
yansıtıcı anlayışlarına bağlı olduğu ile ölçülür.
İletişimsel rasyonellik bu yönüyle gücün uygulanmasıyla doğan egemenlikten,
aldatmacadan, stratejik eylemden bağımsızdır ve özneler arası söylemin normatif
yargılarla işlemesi sonucunda oluşur.
85
Politik kamusal alan, rasyonel tartışmanın evrensel normlarıyla donatılmış ve
bünyesinde Habermas’ın “iletişim etiği” olarak adlandırdığı ilkeleri barındıran iletişimsel
eylem aracılığıyla şekillenmektedir.
İletişimsel etik kavramı, demokrasi ideali ile iletişim ideali arasında her bireyin kurulu
evrensel bir söyleme gereksinim duyulması noktasında bir benzerlik kuran G.H. Mead’in
rasyonellik kavrayışının getirdiği “evrensel ve rasyonel” bir tartışma idealinin uzantısıdır.
Mead gibi Habermas da toplum eleştirisinin mantıksal temeline iletişimi koymuş,
rasyonellik ve iletişim arasında içsel bir bağın bulunduğunu ileri sürmüştür.
86
Habermas için iletişim “öteki”nin rolünü almayı içeren bir öznelerarasılık getirdiği için
rasyonelliğin başlıca kaynağını oluşturur. Rasyonel tartışmanın ideal biçimi ise etkileşim
aracılığıyla gerçekleşecektir.
Rasyonel iletişimin etik ilkesi, bir normun geçerlilik kazanması için tartışmaya katılan
herkesin onun üzerinde anlaşmış olmasıdır.
Tüm aktörler iletişimsel yetkinliğe, iddialar geliştirme ve onları sorgulama konusunda eşit
ve tam kapasiteye sahip olmalıdır.
Yetkin aktörlerin katılımına ilişkin hiçbir sınırlama getirilmemeli ve bu koşullar altıda tek
hakim otoritenin, en iyi iddianın (argümanın) otoritesi olması sağlanmalıdır.
87
İletişimsel eylem içinde gerçekleşen kanıtlara dayalı tartışma süreci, konuşmacının
dinleyicinin anlayabileceği, paylaşabileceği rasyonel ve gerçekçi öneriler getirdiği
uzlaşmasal bir söylemin kurulmasını esas alır.
Konuşma içinde yer alan taraflar, kendi kişisel çıkarlarını en iyi biçimde ancak
diğerlerinin savlarını dikkate almak ve bunların içinden “en iyi” olanları seçebilmek
amacıyla yürüttükleri diyalojik süreçlerin yarattığı uzlaşma ortamı içinde koruyabilirler.
Bu kapsamda yürütülecek bir kamusal tartışmanın ele aldığı sorunlar da rasyonel
biçimde düzenlenmeli, yani ilgili kişilerin ortak çıkarına yönelik olmalıdır. Katılımcıların
kendi kişisel tercihlerini aştıkları ve sorgulayabildikleri bir tarafsızlık koşulu
getirilmektedir.
88
İletişim etiğinin işleyiş normları altında müzakereci demokrasi, bireylerin kendi
özgürlüklerinin koşullarını oluşturdukları tartışmalarla şekillenen bir kamusal alan içinde,
kendi çıkarlarını ortadan kaldırmamakla birlikte onların üzerinde yer alan bir “ortak iyi”yi
tanıma kapasitesine sahip özgür ve eşit bireyler arasında rasyonel uzlaşmanın
sağlanması yoluyla gerçekleşir.
89
İdeal konuşma durumunun ilkeleri:
1. Bir söylemin tüm (potansiyel) katılımcılarının iletişimsel söz edimlerini kullanmada eşit
şansı olmalıdır; yani söylemi başlatma ve devam ettirme şansları eşit olmalıdır.
2. Tüm (potansiyel) katılımcıların temsil edici söz edimlerini kullanma, tutumlarını,
duygularını ve niyetlerini dile getirme şansı eşit olmalıdır.
3. Tüm (potansiyel) konuşmacıların konuşma edimlerini düzenleme olanağı bakımından
eşit şansı olmalıdır; eşit olarak hem buyruk verme, hem karşı çıkma, iddialara izin verme
ve yasaklama olanakları bulunmalıdır. Aynı şekilde bunların söz verme ve verilen sözleri
kabul etme ve haklılaştırmalar, gerekçeler sağlama ve talep etme eşit fırsatları olmalıdır.
4. Tüm (potansiyel) katılımcıların betimleyici söz edimlerini kullanmakta eşit fırsatları
olmalıdır. (Erol Mutlu, İletişim Sözlüğü)
90