Download as pptx, pdf, or txt
Download as pptx, pdf, or txt
You are on page 1of 21

BEYLİKLER DÖNEMİNDEN GÜNÜMÜZE

TÜRKİYE’DE DEVLETİN GELİŞİMİ


GİRİŞ

• Yazılan bütün tarihler yaşanılan toplumun, o tarihi yazan insanın


mensup olduğu toplumun geleceği gözetilerek yazılmıştır. Yani o
toplum ne olacaksa ona göre bir geçmiş olaylar tablosu tersim edilir.
SİYASAL İKTİDAR («İLKE/YASA» VE «UYGULAMA») AÇISINDAN BEYLİKLER DÖNEMİNE BAKIŞ
• 1. İktidarın ilkesi
• İlke, iktidarı kurallandırmaktadır. Uygulama ise bu ilkeye göre gerçekleşen bir durumdur.
• Uygulamanın ilkeye uygun olması ya da böyle olduğuna dair inanç ise siyasi iktidarın meşru bir iktidar olarak tanımlanmasına olanak
sağlamaktadır.
• Toplumsal kökenlerine odaklanılarak bakıldığında, ilke ve uygulamaya ilişkin neler söylenebilir?
• Beylikler dönemi Türkiye bütüncül toplumunda (Beylikler, ahiler, tarikatlar.... gibi unsurlardan oluşan tüm anadolu toplumu) iktidara
kaynaklık eden ilkenin töre olduğu söylenebilir.
• Toplum, kendi değer sisteminden çıkan bir temel norma dayanarak yönetilmektedir. Bu norm, hem yöneticinin nasıl yönetici olacağını
hem de hangi kayıtlara uymak zorunda olduğunu göstermektedir.
• Gelenek hukuku da diyebileceğimiz töre, ona uyanlar için, onların dışında/ötesinde bir kaynaktan gelmektedir.
• Bu anlamda töre, yöneticinin yaptıklarının/yapacaklarının meşruiyet zeminini belirlemektedir. Töreye aykırı hareket meşruiyeti de
sorgular hale getirmektedir.
• 2. Uygulama/Uygulayıcı
• Siyasi iktidarın uygulayıcısı ise, beyliklerin başında bulunan beylerdir. Ancak bunların hiçbiri bütüncül toplumun tümü üzerinde üstün ve
mutlak bir iktidara sahip değildir. Bütüncül toplumda siyasi iktidar bakımından parçalanmış bir yapı mevcuttur.
• Anadolu’da kurulan beyliklerinin kendilerinin üstünde yüksek otoritelere bağlandığı görülmektedir. Bu durum, bu “metbu”ların adlarına
hutbe okutulmasından, sikke kestirilmesinden ve onlara vergi ödenmesinden anlaşılmaktadır. Anadolu Selçuklu Devleti yıkılmadan önce
kurulan beylikler Selçukluların birer metbuuydular. Daha sonra İlhanlılar... Bazan Memlüklular...
• Öte yandan, Beyliklerin kendilerinin üstlerinde hamileri olduğu gibi, onlara tabi olanlar da bulunmaktadır. Beylerin hane üyeleri, ahiler ve
askeri liderler... gibi

• Öneri: Emre PARTALCI, 13. Ve 14. Yüzyılda Anadolu’da Siyasal İktidarın Hukuki Kavranışı, İÜSBE Doktora Tezi, 2021.
BEYLİKTEN DEVLETE
• Anadolu’da beylikler arasında hep bir güç dengesi olmuştur.
• Fakat Balkanlar’da ilerleyen Osmanlı, 14. yüzyıl sonu itibarıyla Anadolu’daki
güçler dengesini fiilen ortadan kaldırmıştır.
• Böylece, parçalı iktidar özellikleri taşıyan Türkiye/Anadolu bütüncül toplumu
“Osmanlı Beyliği” tarafından yutulmuştur.
• Siklet merkezi Balkanlar olan, farklı bir mekan ve toplumsal ilişkiler ürünü
olarak yükselen Osmanlılar, başka milletler üzerinde olduğu gibi, Anadolu
Türk Beylikleri üzerinde de hakimiyet kurmuşlardır.
• Bu, beylikten devlete, bir anlamda İmparatorluğa giden yoldu ve İstanbul’un
fethi ile birlikte yapı pekişmiş, klasik halini almıştı.
• Yapının bariz vasfı, «merkeziyetçilik»ti.
• Bu yapının siyasi/hukuki özelliklerini anlamak için ekonomik ve sınıfsal
duruma bakmak gerekir.
KLASİK DÖNEMDE İKTİSADİ YAPI-I
1. Toprak Düzeni
• Devlet, miri toprak rejimi çerçevesinde zirai toprakların, yani saban girip ziraat yapılan yerlerin mülkiyet hakkını kendi elinde tutmaktadır.
• Bu toprakların önemli bir kısmı, babadan oğula geçecek bir biçimde, çiftçi ailelere tahsis edilmektedir. Bir çift öküz ile sürülebilecek olan bu
topraklar (raiyet çiftlikleri) tapulu topraklardır ve bu rejime göre tasarruf edilen arazilerin satılması, bağışlanması ve vakfedilmesi yasaktır.
• Toprağı kendisi işlemek zorunda olan köylü, üretim işini kendisi düzenlemekte ve üretim araçlarını (öküz, saban, tohum) kendisi
sağlamaktadır. Bağımsız bir işletme ünitesi olarak toprağı kendisi işleyen köylünün temel ekonomik yükümlülüğü ise vergi vermektir .
2. Ticaret
• Elbette bu durum, devletin ticaretin desteklenmesi konusunda duyarsız kaldığı anlamına gelmez. Devlet, daha 14. yüzyılın sonlarında,
ticaretin gelişmesi için, ticaret merkezlerinin oluşturulması, yolların yapımı ve güvenliği gibi tedbirler almaya başlamış, İstanbul'un fethiyle
bu önlemler daha bir belirginleşmiştir.
3. İktisadi Zihniyet
• Fakat ticaret merkezleri oluşturan ve ticaret yollarını genişleten, insanları ülkedeki ekilebilir araziyi geliştirmeye sevk eden Osmanlı Devleti,
ekonomik gelişmeyi başlangıçta ve uzun bir süre, salt bir hedef haline getirmemiştir.
• Bunun nedenini Osmanlı ekonomik zihniyetinin Batıya göre farklılıklar arz etmesinde aramak gerekir. Devlet, kurmuş olduğu sistemle,
toplumda ekonomik gücü ele geçiren bağımsız bir sınıfın oluşmasını önlemiştir.
• Devletin ekonomik yaşam üzerindeki sıkı kontrolü, tımarlı sipahiler, tüccarlar ve köylüler arasında, böyle bir sınıfın oluşmasını engellemiştir.
• Geleneksel Türk düzeninde, kapitalizmin aksine, ekonomik faaliyetin amacı, insanların ihtiyacını karşılamaktır. Bu yüzden üretilen malların
kaliteli, ucuz ve bol olması gerekmektedir. Osmanlı devleti bu ilkeyi geçerli kılmak için üretim ve ticaret üzerinde sıkı bir müdahalede
bulunmuştur.
• Kısacası, Türklerin hâkimiyet kurduğu topraklarda, istisnaları bir yana bırakırsak, temelde “özel toprak mülkiyeti” yoktu. Çarşıda, pazarda her
ne satılıyorsa fiyatına ancak devlet müdahalesiyle kavuşuyordu...
• Kuşkusuz kar hadleri üzerinde genel bir baskının bulunması, bir yandan burjuva sınıfının doğmasını önlerken, öte yandan imalat
faaliyetlerinin cazibesini azaltmaktadır.
KLASİK DÖNEMDE İKTİSADİ YAPI-II
• 4. Kapitalizm karşısında klasik Türk iktisat zihniyeti
• a. Kapitalizmin anlamına dair
• Sermayenin yığılması, etkin kılıınması, hakim olması... Kapitalizm, kazanç (amaç), rekabet (kazanca götüren davranış) ve rasyonalite
olarak tanımlanır. Temeli İtalya’da şehir devletlerinde altılmış, oradan bütün Avrupa’ya ve giderek dünyaya yayılmıştır.
• b. Kapitalizmin temeline ilişkin görüşler
• Bir görüşe göre kapitalizm dinamizmini Protestan ahlâkından alıyordu. Protestanlar ellerinde birikmiş parayı israf etmeği yanlış
saydıklarından, har vurup harman savurmuyor ve buna mukabil üretken yatırımlara yöneliyorlardı. Bu yöneliş onların daha da zengin
olmalarının veya birikimlerini birkaç kat artırmalarının yolunu açıyordu (Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu)
• Diğer bir görüşe göre kapitalizm; emeğin sömürülmesi, artı değerin gasp edilmesi sonucunda varlık kazanmış bir sistemdir (Marx)
• Sombart müstemlekeciliği de işe katarak, bunların ötesine geçen bir izah getirdi. Kapitalizmin Avrupa’ya dâhil nelerden ve Avrupa’nın el
koyduğu ne türlü işlerden sağlanan birikim sonucu olduğuna işaret etti.
• Dün ve bugün bir dünya sistemi olarak kapitalizmi ihdas eden ve idame ettiren şeyin, merkez çevre ilişkisi olduğu söylenebilir. Dış
ticaret yoluyla bazı imtiyazlı bölgeler kendi güçlerini para ilişkileri suretiyle artırırlar. İşleyiş şöyle özetlenebilir: Talimatlar merkezden
çevreye doğru gider. Talimatların hareketi merkezden çevreye doğrudur. Değerlerin hareketi çevreden merkeze doğrudur. Çevreyi
merkez idare eder, merkezi çevre besler. Bu özellik globalizme rağmen terk edilmemiştir.
• Sömürgecilik en baiz vasfıdır kapitalizmin. Çünkü kapitalizm genişlemeden yaşayamıyor
• Kapitalizm insanı ekonominin emrine verir; tersi «ekonomi insan içindir» anlayışıdır.
• Acaba böyle bir durum ya da gelişme doğal mıdır?
• Bir görüş «kapitalizm ne pahasına olursa olsun bencilliği vazgeçilmez sayan insan tabiatının ürünüdür» der ve onu doğal bir düzenin
gereği sayar. Oysa sömürgecilikle ilişkisi düşünüldüğünde kapitalizmi, «güçlü olanın haklılığına kanaat getiren insanlık tarihi»nin
türettiği söylenebilir.
KLASİK DÖNEMDE İKTİSADİ YAPI-III
c. Osmanlı dönemi Türk iktisat zihniyeti
• Batı’da Kapitalizm kendi gelişmesini ve yükselişini yaşarken hemen yanı başında kendi mükemmeliyetini
hisseden ve hissettiren başka bir iktisat anlayışı ve toplum vardı. Bu toplum örnek alınacak vasıflarını 19.
yüzyıla kadar korudu.
• İaşe, fiskalizm ve gelenekçilik özellikleriyle Osmanlı dönemi Türk iktisat düzeni, «ekonomi insan içindir»
anlayışı ve insan ilişkilerindeki üstünlüğü, «mali güç dahil herhangi bir dünyevi güce vermeme eğilim»i
ile bu yaklaşımdan ayrılır.
• Mehmet GENÇ’e ait şu sözler bu konuyu aydınlatan cinstendir ve Osmanlıların bunu bilinçli bir biçimde
tercih ettiklerini göstermektedir:
• “Arşivleri inceledikten sonra Osmanlılar hakkında ortada uçuşan bilgilerin pek gerçeğe tekabül
etmediğini, ‘Osmanlı’nın Avrupa’daki gelişmelerden haberi yoktu’ iddiasının doğru olmadığını gördüm. ‘
• Avrupalılar iktisadi başarılarını kazanmak için birtakım politikalar uyguladılar. Bunları Osmanlılar
bilmiyorlar, bu yüzden biz geri kaldık’ diye düşünülüyordu.
• Arşivleri inceledikten sonra bunları çok iyi bildiklerini, fakat benimsemediklerini anladım. Neden
benimsemediler. İslâmî hayatın gereği olan eşitliği sürdürmek için benimsemediler. Kimsenin aç ve fakir
kalmaması için, kurdukları düzeni devam ettirmek istediler. Bunları bilerek yaptıkları, bürokrasinin bize
bıraktıkları belgelerden açıkça anlaşılıyor...»
SINIFSAL YAPI
1. Genel Olarak
• İşte böyle bir ekonomik sistem içinde Osmanlı'ya bakınca iki sınıflı bir toplumla karşılaşıyoruz: Yönetici sınıf (padişah ile birlikte ilmiye,
selefiye ve kalemiye) ve reaya (müslim ve gayrimüslim teba)
• Osmanlı Devleti’nde padişahın icraî, idarî ve askerî yetkilerini temsil eden, ulemâ dışında kalan görevlilere, yani seyfiye ve kalemiyeye ehl-i
örf de denilmekte idi.
2. Reaya
• Reaya, ticaret ve zanaatla uğraşan şehir ahalisi ile tarımla uğraşan köylülerden oluşmakta ise de, köylü unsurun ekonomide tuttuğu yer
açısından daha ağır bastığı ve dikkate değer olduğu söylenebilir.
• Üretici sınıf olan reaya, toprağın mülkiyetine sahip değildir. Toprak ona ariyet olarak verildiğinden, sahip olduğu hak, ekip biçme hakkıdır.
• Devlet reayanın bu hakkını sipahilere karşı güvence altına almıştır. Reayanın toprağı satılamaz, hibe edilemez, vakıf yapılamaz, vasiyet
edilemezdi.
• Ancak reayanın varislerine intikal ederdi. Reaya vergi ödemenin dışında, devlet ve sipahiye karşılıksız hizmet yapmakla da yükümlü değildi,
angarya yasaktı.
• En geniş anlamda seyfiye, kalemiye ve ilmiyeden oluşan yönetici sınıf dışındaki bütün halkı kapsar biçimde kullanılan reaya, içinde
gayrimüslim tebayı (ehli zimmet reaya) da barındırıdı. Fakat bu kesim müslüman teba ile her açıdan eşit haklara sahip değildi.
3. Yönetici sınıf
• Başta sultan olmak üzere, seyfiye (asker), kalemiye (bürokrasi) ve ulamadan (ilmiye) oluşan ve devleti temsil eden bu sınıf, siyasal açıdan
toplumun egemen sınıfıydı. Toprağın mülkiyeti devlete ait olduğu için devleti temsil eden bu sınıf, toprağın rantına da hakimdi.
• Fakat bu sınıfın sultan karşısındaki hukuki durumu, «müsadere» kurumu/uygulaması nedeni ile, özellikle mülkiyet hakkı bakımından reaya
sınıfı kadar güvenceli sayılmazdı.
• Not: Fatihle birlikte tekemmül etmiş olan sunufu devlet ise ancak kendisinin İslâm’la muahezesine müsaade ediyordu, etmek mecburiyetinde
kalıyordu. Osmanlı düzeninin bütünüyle İslâmi bir düzen olduğunu söyleyemiyoruz ama başından itibaren teşekkül etmeye başlamakla
beraber Fatih döneminde tekemmül etmiş İlmiye, Kalemiye ve Seyfiyeden oluşan devlet sınıfları bu muahezeyi, dinle muahezeyi kabul
ediyordu. “Din asıl devlet onun feri şeklinde kurulmuştur” kaidesi Osmanlı düzeninde câri idi. Değilse dinin asıl olduğunu söylemediğimiz
zaman zaten devletin olmayacağını sunufu devlet de biliyordu, o nedenle dinin asıl olduğunu, kendisinin dinle muaheze altına alınabilmesini
kabul ediyordu. Bu Tanzimat’la yok oldu 
SİYASAL MEŞRUİYETİN TEMELLERİ
• Osmanlı ekonomik sistemi, açıkça, güçlü bir merkezi otoritenin doğmasını ve varlığını sürdürmesini mümkün kılmıştır.
• Ekonominin motorunu oluşturan köylü sınıfı da bu konuda ikna olmuştur. Çünkü devlet, gelirlerinin büyük bir kısmını reayadan aldığı
vergiler dolayısıyla sağlamakta ve bu durum, devletin reayayı korumak için azami çabayı göstermesi sonucunu doğurmaktadır.
• Osmanlılar bunu, kökeni Sasanilere, Hintlilere.... kadar uzanan «adalet dairesi» ile izah etmişlerdir:
• Memleket tutmak için çok asker ve ordu gerekir
• Askeri beslemek için çok mal ve servet gerekir
• Bu malı elde etmek için halkın zengin olması gerekir
• Halkın zengin olması için adalet (doğru kanunlar) gerekir
• Bunlardan biri ihmal edilirse dördü de kalır
• Dördü birden ihmal edilirse beylik çözülmeye yüz tutar
• Kuşkusuz bu durum reayayı, en azından sistem bozuluncaya kadar, memnun kılıyordu. Vergiyi veren reaya sınıfıdır, ama korunan da
odur. Devlet meşruiyetini büyük ölçüde buradan temin etmektedir. Buna baskı-muvafakat (hegamonya) dengesi adı verilmektedir.
• Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki, Osmanlı devletinde meşruiyetin bir yönünü yönetenlerle yönetilenler arasındaki ekonomik çıkar
ilişkisi oluşturmaktadır.
• Meşruiyetin ikinci yönünün ise din dolayısıyla sağlandığı söylenebilir. Çünkü devletin dini bir yönü vardır. Devlet daha başlangıçta bir
gaza beyliği olarak kurulmuştur.
• Fatihle birlikte tekemmül etmiş olan sunufu devlet ise ancak kendisinin İslâm’la muahezesine müsaade ediyordu, etmek
mecburiyetinde kalıyordu. Osmanlı düzeninin bütünüyle İslâmi bir düzen olduğunu söyleyemiyoruz ama başından itibaren teşekkül
etmeye başlamakla beraber Fatih döneminde tekemmül etmiş İlmiye, Kalemiye ve Seyfiyeden oluşan devlet sınıfları bu muahezeyi,
dinle muahezeyi kabul ediyordu. “Din asıl devlet onun feri şeklinde kurulmuştur” kaidesi Osmanlı düzeninde câri idi. Değilse dinin asıl
olduğunu söylemediğimiz zaman zaten devletin olmayacağını sunufu devlet de biliyordu, o nedenle dinin asıl olduğunu, kendisinin
dinle muaheze altına alınabilmesini kabul ediyordu. Bu Tanzimat’la yok oldu 
KLASİK DÖNEM OSMANLI SİYASİ-HUKUKİ YAPISI
• Devletin başında, iktidarı miras yoluyla devralan bir hükümdar bulunur. Hükümdara verilen
unvanlar devletin gelişme dönemlerine göre değişse de (bey,han, sultan... gibi) başlıca örfi
hükümranlık unvan olarak padişahlığın kullanıldığı görülür.
• Klasik anlamda Osmanlı padişahı tipinin ise, devlet içinde mutlak örfî hâkimiyet yetkisiyle Fâtih
Sultan Mehmet’in şahsında ortaya çıktığı ve kudretini Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan
Süleyman zamanında kazandığı ifade edilir.
• Osmanlı hanedanından kimin hükümdar olacağı 17. yüzyıla kadar kesin bir usule bağlanmamıştı.
Bu çağdan itibaren hanedanın en yaşlı üyesinin hükümdar olacağı kuralı getirilmişti.
• Osmanlı padişahının sahip olduğu egemenliğin İslamiyet ile geleneksel Türk anlayışının bir sentezi
olduğu söylenir. Osmanlı sisteminin, bu iki anlayışı, zamanın koşulları ve devletin ihtiyaçları
doğrultusunda birleştirdiği, sözgelimi bölünmez egemenlik ilkesini tesis ettiği ve ortaya güçlü bir
hükümdar profili çıkardığı söylenebilir.
• Bu noktada hükümdarın yetkilerinin sınırsız olup olmadığı sorulabilir.
• Genel olarak bakıldığında teorik açıdan padişahın yetkilerinin sınırlı olduğu söylenebilir. Bu
bağlamda padişah yaratıcısı olmadığı bir yasanın, şeriatın uygulayıcısı sayılır.
• Ancak pratikte onu sınırlayacak bir sınıfın/kurumun varlığı tartışılır.
• Not: Bu tartışmada «şer-i hukuk» «örfi hukuk» ayrımı önemlidir. Ayrıca tartışmada «töre»yi de
hesaba katmak gerekir.
MODERNLEŞME DÖNEMİ VE İKTİSADİ DEĞİŞİM
• Kapitalist sistem, üreticilerin kendileri için değil, pazar için üretim yaptıkları ve sürekli sermaye birikimini hedefledikleri
bir sistemdi. Oysa Osmanlı ekonomik sisteminin dayandığı ilkeler çok farklıdır.
• Osmanlı idarecisinin, içinde yaşadığı siyasal ve sosyal sistem dahilinde, bir modern çağ kapitalist ekonomisinin ilkelerini
hiçbir zaman hayal edemediğine dair yaygın bir kanaat bulunsa da, bunun tartışmaya açık olduğunu, M. GENÇ’in
görüşleri çerçevesinde daha önce vurgulamıştık.
• Fakat şurası kesindir ki, kapitalist sistemle tanışıklığı bir çevre ülkesi olmak şeklinde gerçekleşmiştir. Söz konusu olan,
Osmanlı devletinin kapitalist sistem tarafından içerilmesidir.
• Osmanlı Devleti’nin zamanla, Avrupa pazarı için hammadde üreten ve bu pazardan sanayi malları alan bir çevre ülkesi
haline gelmiştir.
• Kapitalizmle ilişkisi bir çevre ülkesi olmaktan öteye geçemeyecek olan Osmanlı Devleti için 19. yüzyıl önemli bir çağ
olma özelliği taşımaktadır. Bu dönemde Avrupa’yı tanıma fırsatı bulan düşünür ve devlet adamları sayesinde ekonomik
sistemin yeni esaslara bağlanması fikri ağır basmaya başlamıştır.
• 19. yüzyılda çeşitli fermanlarla özel mülkiyete serbesti getirilmesi, mülkiyet hakkının güvence altına alınmaya çalışılması
ve vergi adaletinin gerçekleştirilmesi çabaları bu fikrin ürünüdür.
• Öte yandan bu yüzyılda devletin yeni sisteme girmek için somut adımlar attığı görülmektedir. Bunlardan en önemlisi
1838 yılında İngiltere ile yapılan ticaret anlaşmasıdır. Ağırlıklı görüşe göre, Osmanlı toplumunun kapitalizmle
karşılaşması, daha doğrusu kapitalizmin siyasal ve ekonomik mantığına dahil olması, bu anlaşma ile gerçekleşmiştir.
• Baltalimanı anlaşması ile devlet nispi bir ticari gelişme sağlamıştır. Fakat ne bu anlaşma ne de sonraki anlaşmalar
Osmanlı toplumunda Batı tipi kapitalistleşmeyi sağlayamamıştır. Çünkü üretim tarzı değişmemiş, temelde küçük
köylülük hakimiyeti aynı kalmıştır
• Kaldı ki ticari alandaki canlanmanın daha çok yabancıların işine yaradığı bilinmektedir.
MODERNLEŞME DÖNEMİ SINIFSAL DÖNÜŞÜM!
1. Yönetici sınıf
• Sistem içindeki egemen konumunu sürdürmekle birlikte, siyasal açıdan, padişahın yetkilerinin sınırlandırılması için önemli adımlar atılmaktadır.
• Askeri sınıf ve bürokrasi sistem içindeki yerini güçlendirmiş gibi gözükmektedir.
2. Ayanlar
• Öte yandan geleneksel dönemin aksine, ayan ya da eşraf diye bilinen sınıf, nispeten etkili bir duruma gelmiştir. Ayanlar genellikle devlet hizmetinde
olanlardan çıkmakla beraber, bazen mülk olarak elde ettikleri toprağı işleyerek zengin olanlara da rastlanmaktadır
• Fakat ayanlar hiçbir şekilde ülkenin ekonomik ve siyasal yaşamına damgalarını vuramamışlardır. Çünkü katı merkeziyetçiliğe dayalı sistemle birlikte,
Osmanlı servet anlayışı buna engeldi. Osmanlı toplumunda servet, sosyal ve siyasal hizmet görüyordu. Para sadece ekonomik değil, siyasal bir araçtı.
Genellikle siyasal destek için kullanılırdı
3. Reayanın Durumu ve burjuvazi sorunu
• Öncelikle reayanın durumunun daha da kötüleştiğini vurgulamalıyız. Fakat reaya içinden bir kesimin yükseldiği açıktır. 19. yüzyılın koşulları içinde,
Hıristiyanları kontrol altında tutmak hayli güçtü. Hıristiyanlar, 1839 ve özellikle de 1856 Fermanları ile Avrupa koruması sayesinde kapitalist ekonominin
sınır tanımaz kanunlarına tabi, ayrı toplumsal gruplar olarak gelişecekler ve bu süreçte ekonomik güç kazanacaklardır. Bu güç sayesinde azınlıkların milli
kimlik duygusuna dönüşen etnik/dini hislerinin yeniden canlanmasını yaşadıkları kabul edilmektedir..
• Osmanlı ticaret burjuvazisinin nüvesinin azınlıklar arasından çıktığı kabul edilir ve bunun iki nedenden kaynaklandığı vurgulanır. Birincisi azınlık
okullarının bu yönde bir katkı yapması, ikincisi ise azınlıkların Batı ile olan bağlantıları ve Osmanlı toplum yapısı içindeki özel konumları sayesinde,
sultanın kontrolü dışında servetler edinebilme imkanı bulabilmeleridir. Kuşkusuz geleneksel Osmanlı ekonomisinin önemli bir özelliğini teşkil eden “ etnik
işbölümü”nün de bu konuda rol oynadığını belirtmek gerekir. Kendi alt kültürleri ve kuralları olan cemaatlerden müteşekkil olması anlamında, büyük
ölçüde bölümlenmiş bir topluluk yapısı arz eden Osmanlı İmparatorluğunda, Hıristiyan nüfus, ticaret ve bankacılık gibi alanlarda uzmanlaşmış ve bu
alanlar, zamanla, dış etkenlerin de rolüyle, merkezilik kazanmıştır.
• Osmanlı ticaret burjuvazisinin nüvesinin azınlıklardan oluşması, onu Batı Avrupa ticaret burjuvazisinden ayıran en önemli özelliğin, etnik/dinsel bölünme
olduğunu gösterir. Buradan yola çıkarak, Osmanlı ticaret burjuvazisinin toplumsal bir sınıf olarak ortaya çıkmasıyla, İmparatorluğun dağılmasının bir
arada cereyan ettiği söylenebilir. Gerçekten Osmanlı ülkesindeki parçalanmışlık ve iyice su yüzüne çıkan milliyetçi kıpırdanmalar yüzünden, nüvesi
azınlıklarca oluşturulan burjuvazi kök salamayacak ve 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında bu grubun yerine Müslüman-Türk ulusal
burjuvazisinin ikamesi süreci başlayacaktır
SİYASAL DÜŞÜNCE ALANINDAKİ GELİŞMELER-I

1. Değişimin öncüsü olarak sultan ve bürokrasi


• Modernleşme dönemi Batı siyasal düşüncesinin Osmanlı İmparatorluğu’na girmesini de beraberinde getirecektir. Fakat
bu giriş, Batının büyük siyasal düşünürlerinin eserleri yoluyla değil, Fizyokratlar olarak bilinen bir kamu idaresi
kuramcılarının uzantısı sayılan “kameralizm” yoluyla gerçekleşecektir.
• Kameralizm, aydın despotizminin kuram haline getirilmiş düşüncesiydi. Bu kurama göre güçlü bir devlet, aynı zamanda,
güçlü ve sorunsuz bir orta sınıfa dayanan bir devlet demekti.
• Devletin bu açıdan görevi, tebaaya eğitim vermek, ticareti kolaylaştırarak onları birer üretici haline getirmek ve bu yolla
elde edilen vergilerden yeni tipte bir orduyu, bürokrasiyi ve genel olarak devlet kurumlarını güçlendirmekti. Daha 18.
yüzyılın ilk yarısında kısmi müessese ıslahıyla başlayan Batılılaşma hareketlerine hep bu çerçeveden bakmak
mümkündür.
• Kuşkusuz İmparatorluğun gerilemesini, devletin toplumun dizginlerini elinden kaçırmış olmasına bağlayan Osmanlı
bürokrasisinin, dizginlerin tekrar devletin kontrolüne geçmesini öngören bir kuramı cazip bulması normaldi.
• Tunaya, II. Mahmut tarafından yapılan ıslahatların, yukarıdan aşağıya doğru bir gidiş takip ettiğini belirttikten sonra, bu
hareketlerin geleneklerle savaşmaktan çekinmeyen, mutlak otoritesine muayyen dozda rasyonalizm katan bir hükümdar
tarafından gerçekleştirildiği için, sistemin “aydın despotluk/ münevver istibdadı ” özelliğine sahip sayılabileceğini
vurgulamaktadır.
• Fakat, dikkate değer olan nokta, böylesine pratik bir doğrultuda başlayan Batı ile fikir alış verişinin, sonradan çeşni
değiştirerek, daha özgürlükçü bir kisve ile ortaya çıkmasıdır.
SİYASAL DÜŞÜNCE ALANINDAKİ GELİŞMELER-II
2. Genç Osmanlılar
• Şinasi’nin fikirlerinde gelişecek olan bu yeni duruş, Tanzimat hareketinin yürütücülerinin tutumuna karşı koyan Genç
Osmanlılar hareketi ile yaygınlık kazanacaktır.
• Hareket, belli bir doktriner görüşe bağlı olmamakla beraber, özgürlük için iktidarın sınırlanması gerektiğini
vurgulayacak, bunun da anayasaya dayalı bir parlamento ile sağlanacağını düşünecektir. Nitekim meşrutiyetin ilanı
ve 1876 Anayasasının yürürlüğe girmesinde, onların bu düşüncelerinin de payı vardır.
3. Jöntürkler ve İttihat Terakki
• Genç Osmanlıların özgürlük ve anayasaya dayalı parlamenter yönetim konusundaki düşünceleri, sonradan ortaya
çıkan ve II. Abdulhamit yönetimine karşı muhalefet eden Jön Türklerin fikirlerine de yön verecektir. Anayasa ve
meşrutiyet taraftarı olan Jön Türk hareketi, hak ve özgürlüklerin teminat altına alınmasını istemiş, halkın siyasal
yaşama katılmasını savunmuş ve hukuki ilkelerle düzenlenmiş bir yönetim tarzının gerçekleştirilmesini savunmuştur.
• 1905 yılından sonra askerler arasında da yayılan Jön Türk hareketi, 1907'de Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adı
altında ikinci kongresini yapmıştır. Kongrede gruplar arasında çeşitli konularda, yoğun tartışmalar yaşanmışsa da,
parlamentolu bir rejimin kurulması için önemli kararlar alınmıştır. Bu fikirlerin 1908'de ikinci meşrutiyetin ilanı ile
birlikte yürürlüğe konulduğu bilinmektedir.
4. Fikir Akımları
• Jön Türk hareketinin önemli bir özelliği de, ikinci meşrutiyet döneminin fikir akımları olarak bilinen İslamcılık,
Osmanlıcılık ve Türkçülük gibi akımların tabanını oluşturmasıdır.
SİYASAL/HUKUKİ DÖNÜŞÜMLER
• Ekonomik koşulların da etkisiyle klasik Osmanlı siyasal düzeni bozulmuş ve devlet 1808 yılında Sened-i İttifakla
başlayan bir dizi siyasal belge ile, Batıdaki demokratik, katılımcı sürece dahil olmaya çalışmıştır.
• 1808 Sened-i İttifak,
• 1839 Tanzimat Fermanı (fermanla padişah, kendi egemenlik hakkını sınırlıyor, kişilere can ve mal güvenliği
sağlıyor, vergilerin yeniden düzenlenmesini öngörüyor ve dahası yürütmenin yasal çerçevede çalışmasını kabul
ediyordu),
• 1856 Islahat Fermanı (azınlıkların eşit vatandaş olma süreci),
• 1876 Anayasası
• Devlet bir bütündür (Madde 1)
• Devletin başkenti İstanbul’dur (Madde 2)
• Saltanat ve hilafet Osmanoğulları’nın en büyük erkek evladına aittir (Madde 3)
• İslam halifesi olan padişah bütün Osmanlı vatandaşlarının hükümdarıdır (Madde 4)
• Padişah kutsal ve sorumsuzdur (Madde 5).
• Devletin dini, dini İslam’dır (Madde 11).
• 1909 Anayasa değişiklikleri gibi gelişmeler bunun bir sonucu idi.
• Bütün bu belgelerin sosyal koşullar itibariyle, gerçek bir özgürlük ilkesinden kaynaklanmadığı, daha ziyade devleti
kurtarmayı amaçladığı yaygın bir kanaattir.
CUMHURİYET DÖNEMİ VE MEŞRUİYETİN KAYNAĞINDAKİ DEĞİŞİM
• Kurtuluş savaşı sırasında doğmuş olan 1921 Anayasası, hem kendisini yapan meclis
hem de içerdiği hükümler açısından son derece özgün olmuştur. Meclis, sivil-asker
bürokrasi, taşra eşrafı, toprak sahipleri ve din adamlarını ortak bir amaç uğrunda
birleştiren ve onları devlet yönetiminde söz sahibi kılan bir özellik taşımıştır.
• Bu meclisin kabul ettiği 1921 Anayasası egemenliği kayıtsız şartsız millete vermiş ve
böylece «ne adına yönetiyorsun» sorusunun cevabını «millet» olarak vererek,
«ULUS DEVET» ilkesini anayasal statüye kavuşturmuştur.
• Anayasa halkın seçtiği meclisi, meclis hükümeti sistemi içinde olağanüstü
denilebilecek tarzda, güçlü yetkilerle donatmıştır.
• Yürütmenin üstünlüğü sisteminden, meclisin üstün olduğu bir sisteme geçilmiştir.
• 1921 Anayasası, temel hak ve özgürlüklere ilişkin doğrudan bir hüküm içermez.
Ancak Anayasanın ilginç bir yanı, bugüne göre bile ileri ve demokratik bir anlayışla
il şuralarına yer vermiş olmasıdır.
1924 ANAYASASI
TEMEL ÖZELLİKLER
• 1924 Anayasası da TBMM tarafından yapılmış bir anayasadır. Ancak bu, yenilenmiş bir meclistir. 1924 Anayasasını yapan bu
meclis de “meclisin üstünlüğü” ve yetkileri konusunda titizlik göstermekten kaçınmamış ve 1921 Anayasası kadar olmasa da
meclisin üstünlüğü ilkesine sadık kalmıştır.
• 1924 Anayasasının benimsemiş olduğu özgürlük anlayışı, 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinde somutlaşan doğal
haklar doktrinini yansıtır. Kişisel hakların yanında siyasal haklara da yer verilmiştir. Anayasa kişisel hakların yanı sıra siyasal haklara
da yer vermiştir. Anayasanın ilk metninde seçme ve seçilme hakkı sadece erkek yurttaşlara tanınmışsa da 1934 yılında kadınların
da bu haklara kavuştuğunu biliyoruz.
2. TEK PARTİ YÖNETİMİ
• Anayasa ile tanınan ve düzenlenen hak ve özgürlüklerin uygulanmasına gelince, bunların pratik anlamda tam olarak
gerçekleştirilemedikleri açıktır. Bir kere egemenlik millete verilmiş olsa da, bunun doğal bir sonucu olan serbest seçimler 1950
yılına kadar yapılmamış ve tek parti yönetimi hüküm sürmüştür. Gerçi bu esnada çok partili siyasal yaşam konusunda denemeler
olmuştur. Fakat bunlar başarısızlıkla sonuçlanmış ve nihayetinde uzun süreli bir tek parti dönemine geçiş düşünülmeye
başlanmıştır. Nitekim 1930’dan sonra tek parti yönetimi, artık resmiyet kazanmıştır.
3. ÇOK PARTİLİ DÖNEM
• Çok partili hayata geçtikten sonra, bu kez, anayasanın yapısından kaynaklanan sorunlar baş göstermiştir. Çünkü 1924 Anayasası
özgürlüklerin sınırlandırılmasında uyulacak kriterlere yani “sınırlamanın sınırı” konusuna değinmemiş, sınırların belirlenmesini
yasaya bırakmış ve böylece özgürlüklerin sınırlandırılması konusunda yasama organına geniş bir taktir yetkisi tanımıştır.
Demokrasiye geçildikten sonra bu yetki, “çoğulcu demokrasi” ve “çoğunlukçu demokrasi” bağlamında çokça tartışılmış ve 1924
Anayasasının çoğunlukçu demokrasi anlayışını benimsediği, bu anlayışın azınlıkta kalanların haklarını garanti altına almaktan uzak
olduğu sıkça ifade edilmiştir.
1961 ANAYASASI
1. ANAYASAYA GİDEN SÜREÇ
a. 1960 Darbesi ve Demokrasi Kesintisi
b. 1961 Anayasasının Hazırlanış Süreci
2.DEMOKRASİ AÇISINDAN 1961 ANAYASASI
a. Devletin Bir Niteliği Olarak Demokrasi
aa. Genel Olarak
bb. Çoğunlukçu demokrasiden çoğulcu demokrasiye geçiş
cc. Çoğunluk sisteminden nispi temsil sistemine geçiş
b. Demokrasi İçinde Meclisin Yeri:
aa. Millet egemenliğinin yegane temsilcisi olmaktan temsilcilerinden birisi olmaya geçiş
bb. Çift yapılı meclis: Senato ve atanmış senatörler
c. Yürütmenin Yeri: Seçilmiş organların güç kaybı
d. Yargının Konumu
e. Özerk Kurumlar
3. İNSAN HAKLARI AÇISINDAN 1961 ANAYASASI
a. Kişisel Haklar
b. Siyasal Haklar
c. Bir Yenilik Olarak Sosyal Haklar
3. HAKLARIN GÜVENCESİ OLARAK ANAYASA YARGISI
4. 1971 MUHTIRASI ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ VE ÖZGÜRLÜKLERİN SINIRLANDIRILMASI
1982 ANAYASASI
1. ANAYASAYA GİDEN SÜREÇ
a. 1980 Darbesi ve Demokrasi Kesintisi
b. 1982 Anayasasının Hazırlanış Süreci
2.DEMOKRASİ AÇISINDAN 1982 ANAYASASI
a. Devletin Bir Niteliği Olarak Demokrasi
aa. Anayasanın ilk şekli: Sınırlı demokrasi (Siyasi yasaklar, Siyaset yasakları, yerel demokrasi... )
bb. Anayasa değişiklikleri demokratikleşme çabaları (1987, 1995, 2001, 2004, 2010, 2017)
b. Demokrasi İçinde Meclisin Yeri:
aa. Millet egemenliğinin temsilcilerinden birisi olarak TBMM
bb. Çift yapılı meclisten tek yapılı meclise dönüş
c. Yürütmenin Yeri: Güçlendirilme ile seçilmiş organların güç kaybı arasında yürütme
d. Yargının Konumu
e. Özerk Kurumların Görece Zayıflaması
3. DEVLETİN NİTELİKLERİ
a. Hukuk devleti
b. Sosyal devlet
c. Demokratik devlet
d. Laik devlet
5. İnsan haklarına dayalı devlet
6. Atatürk milliyetçiliğine bağlı devlet

You might also like