Professional Documents
Culture Documents
Yã Zyil Tã RK Edebä°yati
Yã Zyil Tã RK Edebä°yati
Yã Zyil Tã RK Edebä°yati
• Sultan Sencer, 1098 yılında Kutbeddin Muhammed’i “Hârizmşah” unvanı ile H ârizm valiliğine
tayin etti; böylece Hârizmşahlar sülalesi başlamış oldu. Bunun oğlu Hâ rizmşah Atsız
Devri’nde (1127- 1156), Hârizm bölgesi yarı müstakil bir devlet haline geldi. Daha sonraki birkaç
hükümdar zamanında da güçlenip gelişme sürdü. Alaaddin Muhammed Devri’nde (1200-1220)
bir imparatorluk olmuş iken doğudan gelen Moğol istilası ile yıkıldı.
HÂRİZM BÖLGESİNİN TÜRKLEŞMESİ VE
HÂRİZM TÜRKÇESİNİN OLUŞMASI
• Hârizm bölgesinin yerli halkı Hârizmliler bir doğu İran dili olan H ârizmce konuşuyorlar ve
yazıyorlardı. Hârizmlilerin bu dili 11.-13. yüzyıllarda yaygın biç imde kullandıklarını biliyoruz. 14.
yüzyılda bile bu dili bilenler vardı. Fakat bölge halkının Türkleşmesiyle bu dil unutulup kayboldu.
• Arap coğrafyacılarının daha 10. yüzyılda Hârizm’de kaydettikleri bazı Türkç e kişi ve yer adları,
Türklerden bu bölgeye 10. yüzyıldan önce gelip yerleşenler olduğunu gösterir. Nitekim Amu
Derya’nın doğusundaki göçebe Oğuzlarla yapılan ticaret iç in önemli bir merkez olan Baratigin
kasabası daha İslamiyet’in bu bölgeye yayılmağa başlamasından itibaren Türklerle meskun bir yer
olarak bilinmektedir.
• Gazneliler zamanında, çeşitli Türk grupları Harizm’e göç etti, zamanla buradaki nüfus İran asıllı
yerli halk aleyhine ve Türkler lehine değişti. Selçuklular zamanında Oğuzların yanı sıra, Kıpç ak,
Kanglı ve öteki Türk boylarının da Hârizm’e gelip yerleşmeleri bölgenin Türkleşmesini hızlandırdı
ve Hârizm bir Türk ülkesi oldu. Türk ailelerin gelişi Moğol istilası sırasında ve sonrasında da
devam etti.
HÂRİZM BÖLGESİNİN TÜRKLEŞMESİ VE
HÂRİZM TÜRKÇESİNİN OLUŞMASI
• Nüfusunun çoğu Türk olan Hârizm’de, konuşulan dil nüfusa uygun olarak Türk çe olmakla birlikte,
karma bir şekil aldı. Karahanlı Türkç esinin yazı, imla geleneği ve özelliklerine bağlı olan Hâ rizm
Türkçesi, bu bölgeye yerleşen çeşitli Türk boylarının lehçe ve ağızlarından birç ok lügat ve gramer
unsurlarıyla kendisine has bir hüviyet kazanıp yeni ve karma bir yazı dili oldu. Böylece Harizm’de
yaşayan Türk gruplarının ağızlarındaki söyleyiş özelliklerinden önemli bir kısmı yazıya yansıdı.
• Gaznelilerde ve Selçuklularda halkın ve ordunun dili Türkç e olmasına rağmen, resmî yazışmalarda,
edebî ve ilmî eserlerde Arapça veya Farsç a kullanılıyordu. Fakat Hâ rizm bölgesinde Türkç e, bu
bakımdan daha itibarlı bir konuma yükseldi; yalnız halkın konuşma dili olmakla kalmadı, aynı
zamanda yazılan eserlerde de en yaygın dil olmak derecesine erişti.
• Hârizm Türkçesi özelliklerine sahip eserlerden bize kadar gelen ilk örnekler 13. yüzyıla aittir.
Günümüze ulaşabilen edebî eserlerin çoğu 14. yüzyılda yazılmıştır. H ârizm Türkç esi yalnız
Hârizm’de kalmayarak Altınordu Devleti’nin belli başlı şehirlerinde, özellikle başkent Saray’da,
hatta Kırım’da bir kültür ve edebiyat dili olarak kullanıldı. Harizm’de yazılan bazı eserlerin daha uzak
ülkelere, mesela Mısır’a ve Türklerin bulundukları öteki bölgelere götürülüp, oralarda çoğaltılarak
okunduğu bunların istinsah kayıtlarından anlaşılıyor.
HÂRİZM (HAREZM) TÜRKÇESİ
• İslamiyet’in ilk zamanlarında Harezm’de konuşulan dil, aslında İranî olmakla
birlikte diğer İran lehçelerinden çok farklı olan Harezm leh çesi idi. XI. yüzyılda
başlayan Harezm’in Türkleşmesi hadisesi, XIII. yüzyıla kadar devam etmiş ve
Harezm ile ona bağlı bölgelerde yeni bir yazı dilinin kuruluşu, bu bölgenin
Türkleşmesinden sonra gerçekleşebilmiştir. Harezm’in Türkleşmesinde özellikle
Oğuzlar ve Kıpçaklar çok önemli rol oynamışlardır. Ayrıca Kalaçlar, Kimekler,
Bayavutlar, Kanglılar ve birtakım göçebe Türk aşiretleri de bu hususta etkili
olmuşlardır.
• Bölgenin Türkleşmesinde rol oynayan bu unsurlar, bölgenin kendine has
lehçesini de oluşturmuşlardır. Bu lehç e, Karahanlı yazı dili ile bağlantılı ve Oğuz,
Kıpçak, Kanglı ve diğer boyların lehçelerinin karışımı ile oluşmuş Harezm
Türkçesidir.
HÂRİZM (HAREZM) TÜRKÇESİ
• Türlü Türk boylarının 11. yüzyıldan itibaren Hârizm’e yerleşmesi, bölge halkının
Türkleşmesi sonucunda oluşan ve 13-14. yüzyıllarda gelişen karışık özellikli yazı
diline Hârizm Türkçesi denir.
• XIII. yüzyılda Karahanlı Türkçesinden gelişen ve XV. yüzyılda yerini Çağatay
Türkçesine bırakan bu lehçe, Karahanlıcadan teşekkül etmesinin yanı sıra,
çeşitli boyların lehçelerini de yansıtması bakımından ilginç bir yazı dili
olmuştur. Bu sahadaki eserlere bakıldığında bu edebî dilin farklı metinlerde farklı
lehçelerin daha fazla ağırlık kazanmış şekliyle karşımıza ç ıktığı görülmektedir.
HAREZM’DE EDEBİYAT
• Harezm bölgesi, Sir Derya’nın aşağı yatağıyla birlikte daha Moğol devrinden önce, Kaşgar’ın
yanında ikinci bir edebî merkez olarak önemli bir rol oynamıştır. Uzun zaman siyasî bakımdan da
Altınordu’ya bağlı olan Harezm ve Sir Derya’nın aşağı kesimi, kendilerini Altınordu devresinde de
muhafaza etmişler, hatta Moğol akınları bile buradaki İslamî Türk Edebiyatının gelişimine engel
olamamıştır. XIII. yüzyılda Harezm ve Aşağı Sir Derya’da görülen kültür faaliyetleri, XIV. yüzyılda
Altınordu’nun Saray ve Kırım şehirlerine de sıçramıştır.
• Harezm bölgesi on birinci yüzyılda Türkleşmeye, on dördüncü yüzyılda ise ilk önemli Türkçe
eserlerini vermeye başlamıştır. Karahanlı edebî Türkçesinin devamı niteliğindeki Harezm-Kıpçak
şivesiyle yazılan eserler ülkenin Türk kökenli yöneticileriyle İslamiyeti yeni kabul etmiş olan
Cengizoğulları soyundan gelen yöneticilere sunulmak üzere kaleme alınmış daha çok dinî-ahlakî
nitelikte öğretici eserlerdir.
• Bu dönemin belli başlı eserleri şunlardır:
RABGÛZÎ-KISASÜ’L-ENBİYA
• Asıl adı Nâsırüddîn olan yazar, “Ribât-ı Oguz” adı verilen ve nerede olduğu kesinlik
kazanmayan bir yerden olduğu ve orada kadılıkta bulunduğu için Rabgûzî mahlasını
almıştır. Ancak eserinin girişinde yaptığı açıklamalardan anlaşıldığına göre
“arayanların kendisini kolayca bulması, işitenlerin de çabuk tanıması için” bu mahlası
kullanmıştır.
• Rabgûzî, peygamberlerin hayat hikâyeleri ile menkıbelerini anlatan kıssalardan
oluşan bu mensur eserini aslen Moğol olduğu halde Müslümanlığı kabul edip onun
gereklerini elinden geldiği kadar yerine getirmeye çalışan Çağatay Hanı Tarmaşirin’in
emirlerinden Moğol Prensi Nâsırüddîn Tok Buğa’nın emriyle 1311 tarihinde
yazmıştır.
• Kısasü’l-Enbiya’yı yazmak için aynı isimli ve konulu daha önce yazılmış eserlerden
istifade eden Rabgûzî’nin çok iyi Arapça bildiği, Kur’an, tefsir, hadis gibi İslami
ilimlere vakıf olduğu anlaşılmaktadır.
RABGÛZÎ-KISASÜ’L-ENBİYA
• Eserde İslamiyeti kabul eden halkın dinî ihtiyaçlarını karşılamak için Türkçe bilgi
verme amaç edinildiğinden, başta Hz. Peygamber olmak üzere Kur’an-ı Kerim’de
adları geçen peygamberlere ait menkıbeler anlatılmıştır. Bunun yanında dört
halifenin, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in ünlü menkıbeleri ile Hârût ve Mârût,
Ashâb-ı Kehf gibi tanınmış kıssalara da yer verilmiştir.
• Eser dönemine göre oldukça sanatkârane bir üslûpla kaleme alınmıştır. Yazar,
daha önce yazılmış İslami eserlerden derlediği peygamber kıssalarını bir araya
getirmiş, esere yer yer yalın bir eda ile yazdığı mani, tuyuğ ve gazel tarzı şiirlerini
serpiştirmiştir. Dinleyicinin hatırında kalabilmesi için peygamber hikâyelerini
anlatırken basit kelimelerle oluşturduğu cümlecikleri birbirine secili fiillerle
bağlamış ve ona şiirsel bir ahenk vermiştir.
RABGÛZÎ-KISASÜ’L-ENBİYA
• Rabgûzî, dinî konuları edebî bir dille nakletmiş, kıssalarla ilgili Arapça ve Hârizm
Türkçesi manzumelere yer vermeyi ihmal etmemiştir. Eserde peygamberlere ve
din büyüklerine yazılmış kasidelerden ve mâni-tuyuğ şeklindeki dörtlüklerden
başka, aşk, tabiat gibi konuların işlendiği manzumeler de bulunmaktadır. Hepsi 43
parça olan bu şiirlerin toplamı 484 mısra tutmaktadır.
• Kutadgu Bilig’de olduğu gibi bu eserde de Türk şiirinin karakteristik nazım birimi
olan dörtlüklerin yer aldığı görülmektedir. Bu da eserde Kutadgu Bilig etkisi
olduğu izlenimi uyandırmaktadır.
KERDERLİ MAHMUD-NEHCÜ’L-FERÂDÎS
• Harezm-Altınordu Türkçesiyle yazılmış eserlerden biri de Nehcü’l-Ferâdîs’tir. Dinî
mahiyette bir eser olan Nehcü’l-Ferâdîs, Türk edebiyatı sahasındaki kırk hadis
tercümelerinin ilk örneğidir. Zaten eserin bu vasfı müellifi tarafından da girişte
belirtilmiştir.
• Nehcü’l-Ferâdîs’in yazarı aslen bir Bulgar Türkü olan, Kerder doğumlu, Saray
şehrinden Ali oğlu Mahmud adlı bir kimsedir. Mahmud bin Ali, bugün Kunya
Ürgenç denilen Ürgenç’in kuzeydoğusunda bulunan Kerder şehrindendir.
Harezm’in sayılı kültür merkezlerinden olan Kerder’de pek çok fakih (fıkıhçı) ve
âlim yetişmiştir.
KERDERLİ MAHMUD-NEHCÜ’L-FERÂDÎS
• Türkçe’de bilinen ilk kırk hadis tercümesi olan eser, 444 sayfa olup onar fasıllık dört bâb
halinde tertip edilmiştir. Mensur (düzyazı) bir eser olan Nehcü’l-Fer âdîs Müslüman halka
dünya ve ahiret için gerekli bilgilerin verildiği toplam 40 fasıldan oluşur.
• 1. Bâb: Hz. Muhammed’in faziletleri (vahiy gelmesi, onun ve ashabının İslamiyetin ilk
zamanlarındaki durumları, Hicret, gösterdiği mucizeler, Miraç, Mekke’nin fethi, Huneyn
gazası ve rıhlet)
• 2. Bab: Hulefâ-yı Râşidîn denen dört halifenin (Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve
Hz. Ali), Ehl-i Beyt (Hz. Fatıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin) ve dört imamın (İmam-ı Azam Ebu
Hanife, İmam Şafiî, İmam Mâlikî, İmam Ahmed b. Hanbel) hayatları ve faziletleri;
• 3. Bab: İnsanları Allah’a yaklaştıran iyi ameller (namaz, zekat, oruç, hac ve umre, anne ve
babaya hizmet etmek, helal yemek vb.)
• 4. Bab: Allah’tan uzaklaştıran kötü ameller (haksız yere kan dökmek, zina etmek, içki içmek,
kibirlenmek, yalan ve gıybet etmek, riya, kin, haset vb.) hakkındadır.
KERDERLİ MAHMUD-NEHCÜ’L-FERÂDÎS
• Kitapta her fasıl bir hadisle başlamakta, bu hadisin Türkçe tercümesi verildikten sonra, tanınmış
İslam âlimlerinin eserlerinden söz konusu hadisin manasını daha etraflı olarak aydınlatacak
mahiyette mütalaalar, menkıbeler, hikâyeler nakledilmektedir. Bazan tanık olarak ayetlere ve
başka hadislere de başvurulmaktadır. Hatime kısmında müstensih, musannifin bu kitabı
oluştururken istifade ettiği kaynakları sıralamaktadır. Bu verilen kaynaklar, eserde istifade edilen
kaynakların tamamını içine almamakla birlikte kitapta bahsi geçmeyen bazı eserleri i çerdiği
görülmektedir. Müellif ayrıca her fasıl içindeki vaaz ve nasihatlerinde çeşitli müelliflerin
eserlerinden hikâyeler nakletmektedir.
• Müellifin bu kitabı yazmaktaki gayesi, kitaba verdiği addan da anlaşıldığı üzere okuyucularının
kitaptaki sözler ile amel etmesi ve bu kitabın onlara cennete gitmek için bir kılavuz teşkil
etmesidir. Bu sebeple, hiçbir sanat gayesi güdülmemiş, edebî olması gibi bir endişeye yer
verilmemiştir. Bundan dolayı gayet sade ve açık bir üslûpla kaleme alınmıştır. Fakat ele alınan
meseleler, ilgi çekici hikâyeler ışığında verildiği için kesinlikle sıkıcı bir kitap değildir. Bu
üslûbundan dolayı da çeşitli muhitlerde kopyaları oluşturulmuştur.
KERDERLİ MAHMUD-NEHCÜ’L-FERÂDÎS
• Müellif, halka dinî bilgiler ve faydalı öğütler vermek için bu eseri yazmış, bunun iç in eserinde
halkın anlayacağı sade bir dil kullanmıştır. Okuyucuyu usandırmamak, ilgiyi çekmek ve dikkati
uyanık tutmak için, anlattığı konulara uygun hikâyeleri akıcı bir dille, ustaca sunmuştur. Eserin
kısa zamanda çoğaltılarak geniş halk kitlelerince okunduğu anlaşılmaktadır.
• Halkın kolaylıkla okuyup anlayabilmesi için sade bir dille yazılan Nehcü’l-Feradis, Türk edebiyatının
en eski mensur eserlerinden olup özellikle dil tarihi ve dil çalışmaları için önemlidir.
İSLÂM-MUÎNÜ’L-MÜRÎD
• Bu asırda Harezm Türkçesiyle yazılmış eserlerden bir diğeri de İslâm isimli biri tarafından yazılan
manzum Muînü’l-Mürîd’dir. Arapça bilmeyen Türkmenlere fıkhî ve tasavvufî bilgiler vermek amacıyla
sade bir Türkçe ile 1313 tarihinde yazılan eser, yaklaşık 900 beyit tutarındadır. Eserin Türkistan’ın Türk
bölgelerinde uzun zaman büyük bir ilgi gördüğü ve çeşitli Türk boyları arasında şöhret kazandığı Ebu’l-
Gazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terakime adlı eserinde bildirilmektedir.
• Hârizm’de, Ramazan 713 (Aralık 1313)’te yazılan manzum, mütekarib veznindeki bu eser, dinî
konulardan ve tasavvuf adabından bahseder. Hârizm bilginlerinden İslam adlı birinin (veya son
bölümünü Ürgençli Şeyh Şeref Hoca diye bilinen bir âlimin) yazdığı sanılan bu eserin tek nüshası
Bursa’da Orhan Kitaplığında, çeşitli risaleler içeren bir mecmua içinde bulunmaktadır. Muînü’l-
Mürîd, adı geçen mecmuada 186-211. yapraklar arasında, toplam 51 sayfadır. Her sayfada 16-17 satır
var, ara sıra sayfa kenarlarına yazılan satırlarla birlikte Muînü’l-Mürîd yaklaşık olarak 900 beyit kadardır.
• Muînü’l-Mürîd bir mukaddime ile başlar, sonra sırasıyla îman, Allah ve rasülünü bilmek, va’z ve nasihat;
temizlik ve yıkanmak, teyemmüm, namaz ve namazla ilgili konular; zekat, özellikle hayvan besleyen
göçebelerin ne kadar zekat vereceği; avcılık, kurban; faizin haramlığı; alım-satım konuları yer alır. Daha
sonra tasavvuf konuları anlatılır.
İSLAM-MUÎNÜ’L-MÜRÎD
• Dili İslamî devir Müşterek Orta Asya Türkçesi geleneğine bağlı, fakat Hârizm bölgesinde mahallî
lehçelerin yazı diline girmesiyle oluşan karma özellikler taşır. Vezninin Kutadgu Bilig ve Atebetü’l-
Hakayık gibi aynı vezinde (feûlün feûlün feûlün feûl) olması da Muînü’l-Mürîd’in Orta Asya
geleneğine bağlılığını gösteren bir başka husustur.
KUTB-HÜSREV Ü ŞİRİN
• Bu lehçenin ilk yüksek edebî eserleri on üçüncü yüzyılın ortalarından sonra Hazar
Denizi ile Karadeniz’in kuzeyinde Volga boylarında güçlü bir devlet haline gelen
Altınordu topraklarında ortaya çıkmıştır. Harezm Türkçesinin Altınordu sahasında
yazılan eserlerinin en eskisi Agor’da hüküm süren Tinibeg Han ve karısı Melike
Hatun adına Kutb’un Genceli Nizâmî’nin aynı adlı eserinden Türkçeye yapmış
olduğu Hüsrev ü Şirin Tercümesi’dir.
• 1341 tarihinde aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme alınan
mesnevi 4729 beyittir. Şair eserinin giriş kısmında Tinibeg Han’ın
kahramanlıklarını belirttikten sonra Nizâmî’den övgüyle bahsetmiştir. Hüsrev ü
Şirin’in başında yer alan tevhid, naat, dört halife, Tinibeg Han ve Melike Hatun
medhiyeleri ile eserin yazılış sebebinin bildirildiği bölüm telif olup konunun
işlendiği kısım Nizâmî’nin eserine sadık kalınarak tercüme edilmiştir.
KUTB-HÜSREV Ü ŞİRİN
• İyi bir şair olduğu anlaşılan Kutb’un eserinde kullandığı dil, Türkçe için büyük bir önem
taşımaktadır. Çünkü o, Nizâmî’nin eserini tercüme ederken Farsça ve Arapça
kelimelerin yerine mümkün olduğunca Türkçelerini kullanarak hem o dönemin
Türkçesinde kullanılan kelimelerin günümüze taşınmasına yardım etmiş hem de henüz
yazı diline girmemiş birçok Türkçe kelimeyi edebî dile kazandırmıştır.
• Aslen Hârizmli veya Mâveraünnehirli olduğu sanılan Kutb’un bu eserinin bilinen tek
nüshası Paris’te bulunmaktadır (BN, Mss. Turcs AF 312). Bu nüsha Mısır’da Altın Boğa
hizmetinde bulunan ve bir Kıpçak Türkü olan Berke Fakih tarafından 25 Safer 785/29
Nisan 1383’te istinsah edilmiştir.
• Hüsrev ü Şirin, Altınordu bölgesinde yazılmış ve Altınordu hükümdarına sunulmuş
olduğundan Kıpçakça özellikler gösterir. Aynı zamanda Hârizm’de yazılan ve
Hârizmli müelliflerin eserleriyle de bazı benzer özellikler gösterir. Bundan dolayı hem
Kıpçak hem Hârizm Türkçesi eserleri arasında sayılabilir.
HÂREZMÎ-MUHABBETNAME
• Bu dönemin klasik edebiyat bağlamında ilk orijinal eseri Hârezmî’nin
Muhabbetname isimli mesnevisidir. Harezmli olan şairin hayatı hakkında elde
fazla bilgi yoktur. Rum ülkesini baştan başa gezmeye çıkan Hârezmî, Tayfur’dan
Şam’a gitmiş ve Maveraünnehir’de uzun süre kalmıştır. Seyahat ederken Aral gölü
kıyılarına geldiğinde Altınordu’nun Hanı Canıbeg’in Sirderya yakınındaki
adamlarından biri olduğu tahmin edilen Muhammed Hoca Bey ile karşılaşmıştır.
Muhammed Hoca Bey 1353 yılında Hârezmî’yi çağırıp o kış orada istirahat edip
Türkçe bir eser yazmasını istemiştir. Hârezmî, Muhammed Hoca Bey’in bu isteğini
kabul ederek Muhabbetname isimli mesnevisini kaleme almıştır. Aruzun
“mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla 1353 tarihinde yazılan eser, 11 nâme halinde
tertip edilmiştir. Daha şairin kendi devrinde Orta Asya, Mısır ve Suriye’de çok
şöhret kazanan bu eserin biri Uygur, diğeri Arap yazısıyla iki nüshası vardır.
MUKADDİMETÜ’L-EDEB
• Dil, edebiyat, tefsir, hadis ve kelam bilgini Ebu’l-Kâ sım Câ rullah Mahmud b.
Ö mer ez-Zemahşerî Mukaddimetü ’l-Edeb’i, Arapça ö ğ renmek amacıyla saray
kü tü phanesi için bir kitap isteyen Hü kü mdar Harizmşah Atsız için yazdı. Atsız’ın
1127-1156 yılları arasında hü kü mdarlık ettiğ i ve Zemahşeri’nin 1144 yılında
ö ldü ğ ü dikkate alınınca, kitabın yazılışının 1127-1144 yılları arasındaki bir tarihte
olduğ u anlaşılır.
• Mukaddimetü ’l-Edeb, Tü rkçe için bü tü nü ile ilk kez Nuri Yü ce tarafından incelenmiş, giriş,
metin ve indeks olarak hazırlanmış ve TDK yayınları arasında çıkmıştır. Eksik bir nü sha
olmasına rağ men bu yayın, sahip olduğ u 3506 madde başı kelime kadrosuyla, Tü rkçe’nin
Divanü Lü gati’t-Tü rk’ten sonra en zengin dil yadigarıdır. Ayrıca şimdiye kadar yayımlanmış
pek çok eski kaynakda olmayan bazı nadir kelimeler Mukaddimetü ’l-Edeb’de bulunmaktadır.
KIPÇAK TÜRKÇESİ
• KIPÇAKLAR
• Müslüman yazarlar tarafından “Kıpçak”, Avrupalılarca genellikle “Kuman” adı ile anılan
kavimler birliği, aslında sonradan birleşen iki ayrı Türk kavmidir. Adını solgun ve sarımtırak
renklerinden aldıkları tahmin edilen ve eski tarihleri karanlık olan Kumanlar 1017’de
Karahıtayların baskısı ile Batı’ya doğru göç ederek 1050’de Doğu Avrupa’ya yerleşmiş
bulunuyorlardı. Karadeniz’in kuzeyini işgal eden Kumanlar, zamanla buradaki Peçenek ve
Oğuz-Türk kabilelerinin kalıntıları ile birleşmişlerdir. Bu arada Ruslar, evlenme yoluyla
akrabalık meydana getirerek anılan bu Türk kavimlerinin tam anlamıyla birleşmelerini
önlemeye çalışmışlardır. Rusların ve Bizansların kışkırtmaları sonucu Kumanlar,
Peçeneklerle savaşarak onları yenmişlerdir. 1103 yılında da Ruslar Kumanları ağır bir
yenilgiye uğratmışlardır. Bu ağır yenilgi sonucunda dağılan Kumanlar, yerlerini doğudan
gelen yeni bir Türk kavmi olan Kıpçaklara terk etmişlerdir. Kıpç ak adı altında birleşen bu
Türk kavimleri bundan sonra da Avrupalı yazarlarca Kuman adı ile anılmışlardır. XII.
yüzyıldan beri Kuman ve Kıpçak adları aynı halkı göstermektedir.
KIPÇAK TÜRKÇESİ
• Kıpçakların rehberliği altında büyük bir güçlü birlik ortaya ç ıkmıştır. Ancak
bunlar çok geniş bir sahaya yayıldıkları halde siyasî bir birlik olarak ortaya
çıkamamışlardır. Tarihte bir Kıpçak devleti görülmemektedir. Zamanla
birleşerek birçok etkili akın yapan Kıpçak kavimleri bir idare ve bir merkez
altında toplanamamışlardır. Bunun nedenini çok yayılmalarında aramak
gerekmektedir. Orta Asya’dan Tuna boylarına kadar yayılan Kıpçakların Orta
Asya’daki hakimiyeti Cengiz’e kadar devam ettiği gibi, yayıldıkları ve h akim
oldukları diğer bölgelerdeki hükümranlıklarına da Moğol akınları son vermiştir.
XIII. yüzyılın ortalarına doğru Moğol akınlarının artması, Kıp çakların daha da
yayılıp dağılmalarına neden olmuştur. Önemli bir kısmı Macaristan başta olmak
üzere Bulgaristan, Romanya, Gürcistan ve Rusya’ya girmiş, zamanla tamamen
kaybolmuşlardır. Bugün Kıpçak adı Deşt-i Kıpçak gibi eski coğrafî adlarda ve bazı
Türk kavimlerinin kabile adlarında kalmıştır.
KIPÇAK TÜRKÇESİ
• Kıpçakların, Mısır’daki Memlûk Sultanlığı’nda da önemli rolleri olmuştur. Daha
önce de belirtildiği gibi Kıpçaklar kavim olarak çok yayılmışlar ve dağılmışlardır.
Fakat Mısır’a kadar gitmelerinin nedeni başkadır. Zaruret zamanlarında pek çok
Kıpçak çocuğunun köle olarak satılması neticesinde Kıpçaklar bilhassa XIII. ve
XIV. yüzyıllarda bütün Ön-Asya’ya ve Mısır’a yayılmışlardır. Bunlar arasında
yükselip kumandanlık, hatta sultanlık makamlarına kadar gelenler bulunmaktadır.
Bunların en tanınmışı Sultan Baybars’tır.
KIPÇAK TÜRKÇESİ
• KIPÇAKÇA (KIPÇAK TÜRKÇESİ)
• Kıpçak Türkçesi, Orta Dönem Türkçesinin batı grubuna giren eski bir şivedir. Kıpçaklar
kendilerinden önce Doğu Karadeniz’e göç eden kavimleri de bünyelerinde toplayarak
Batı Türkçesinin kuzey kanadını teşkil etmişlerdir. Bunlardan elimizde eser olarak yalnızca
Codex Cumanicus adlı dil malzemesi kalabilmiştir.
• Bunun dışında Kıpçakça asıl gelişmesini, vatanından epeyce uzakta, aslında Batı
Türkçesinin kuzey grubunu teşkil ettiği halde, güney grubunun yayıldığı sahadan daha
da güneyde Mısır’da ve bugün Yakın ve Orta-Doğu denilen ülkelerde göstermiştir. Buna
neden olan göç, çoğunluğunu çocuk ve gençlerin teşkil ettiği köle kafileleri şeklinde
olmuştur. Ancak bu bölgeye gelip yerleşen Türkler, sadece bu kölelerden ibaret
olmamıştır. Türkmenler, hatta Altınordu ve Harezm bölgesinden gelenler de dilde farklılık
meydana getirecek kadar önemli bir yekûn tutmuşlardır. Bütün bu Türk boyları zamanla
kuzeyde devam ettiremedikleri devlet ve medeniyeti bu yabancı diyar ve muhitte
meydana getirebilmişlerdir.
KIPÇAK TÜRKÇESİ
• Memlûk devletinde, Türk sultanların başta bulunmaları ve hakimiyetin Türklerin
elinde olması nedeniyle Türkçeye ilgi artmış ve Araplara Türkç eyi öğretmek
için kitaplar yazılmıştır. Ayrıca, başka sahalarda yazılan Türk çe eserler de itinalı
bir şekilde istinsah ettirilmiş, Arapça ve Farsçadan çeşitli konularda eserler
Türkçeye çevrilmiştir.
• On üçüncü yüzyılın ikinci yarısından sonra Kıpçak kökenli komutanlar tarafından
Mısır ve Suriye’de kurulan Memluklu Devleti özellikle on dördüncü ve on beşinci
yüzyıllarda çok güçlenmiş, yarattığı elverişli siyasî ve kültürel ortam dönemin
Kıpçakça ve Oğuzca yazan edebiyatçılarının burada toplanmalarını sağlamıştır.
Moğol orduları ve bölgedeki Haçlı devletlerine karşı kazandıkları zaferler
Memluklulara Müslümanlar arasında şöhret kadar siyasî meşruiyet de
kazandırmıştır.
KIPÇAK TÜRKÇESİ
• Bunun sonucu olarak asker ve bürokratlardan oluşan yönetici sınıf kendi
aralarında konuştukları Kıpçak ve Oğuz Türkçesi ile yazan sanatçıları korumuş,
eserlerini ödüllendirmiş ve birçok önemli eserin yazılmasına ön ayak olmuşlardır.
Ancak, on dördüncü yüzyılın sonlarına doğru yönetimi ele geçiren Çerkez kökenli
Burcî Memlukluları döneminde Kıpçak Türkçesi gücünü Oğuz Türkçesine
bırakmıştır.
• Kıpçak lehçesiyle yazılan eserlerin büyük bir kısmını tercümeler oluşturur. Bunlar
çoğunlukla eğitim-öğretim amacıyla yazılmış sözlük, gramer, tasavvuf, din-ahlak ve
atçılık-binicilik gibi alanlarda çevrilmiş mensur çalışmalardır.
MEMLUK SAHASI KIPÇAK TÜRKÇESİ
• Bu asırda Orta Asya Türkçesiyle dil ve edebiyat eserlerinin verildiği coğrafi
alanlardan biri de Mısır’dır. XIII. asrın ilk yarısında Suriye ve Mısır’da hüküm süren
Eyyûbîler, siyasî varlıklarını Türk unsurlara dayandırma yoluna gitmişler askerlik
işlerinde Türkleri kullanırken devletin muhafız kuvvetini de yine Türklerden
oluşturmuşlardır. Özellikle Moğol istilasının yol açtığı karışıklıkların bir sonucu
olarak, Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan Kıpçakların bir kısmını göçmen alıp
ülkelerine yerleştirmişlerdir.
• Başlangıçta ücretli asker, köle durumunda bulunan bu Türk unsuru, zamanla
büyük idarî görevler almış, özellikle Türk ordu kumandanlarının gücü artmış ve
kısa zamanda Mısır’da hakim konuma gelerek Türk Memluk Devleti kurulmuştur.
Gerek Türk Memlukleri gerekse onların yerini alan Çerkes Memlukleri döneminde
hükümdar aileleri Türkçe’yi diğer dillerden üstün tutup Türk âlim ve şairlerine
büyük önem vermişlerdir.
MEMLUK SAHASI KIPÇAK TÜRKÇESİ
• Bu sayede Türk illerinden pek çok bilgin ve edip Mısır’a gelmiştir. Bütün bunlar
Türk diliyle Mısır’da bir edebî hayatın başlaması sonucunu doğurmuş; bu sahada
Türkçe şiirler söylenip Türk diliyle dinî, ilmî ve edebî birçok eser hazırlanarak başka
dillerden Türkçeye tercümeler yapılmaya başlanmıştır.
• Memluklu sahasında yazılan Kıpçakça eserlerin büyük bölümünü başta Kıpçak
şivesi olmak üzere Türkçeyi öğretmek amacıyla yazılmış sözlükler ve gramer
kitapları oluşturur. Bu eserlerde Kıpçakça, bazen Oğuz şivesiyle bazen de Moğolca
ve Farsçayla karşılaştırmalı olarak Arapça açıklanmış, Kaşgarî’nin başlattığı
sözlükçülük geleneği daha dar bir çerçeve içinde devam ettirilmiştir.
SEYF-İ SERÂYÎ-GÜLİSTAN TERCÜMESİ
• Memluklular bölgesinde kaleme alınan Kıpçakça edebî eserlerin başında Seyf-i
Serâyî’nin İran edebiyatının büyük ustalarından Sa’dî’nin eserinden serbest bir
tarzda yaptığı Gülistan Tercümesi gelir.
• Adından onun Altınordu’nun merkezi Saray şehrinden olduğu anlaşılmaktadır.
Seyf-i Serâyî, hayatının ilk devresini Harezm’de geçirdi. Kültür ve sanat terbiyesini
bu çevreden aldı. Sonra Altınordu ve Kıpçak bölgelerinde bulundu. Daha sonra
Mısır’a giderek eserlerini Memluk sahasında yazdı.
• En önemli eseri olan Gülistan Tercümesini Mısır’da 1391 yılında tamamlamıştır.
Seyf-i Serâyî bu tercümesinde Gülistân’ın aslına pek bağlı kalmamıştır.
Gülistân’daki mensur hikayelerin tercümeleri bir dereceya kadar aslına uygun ise
de manzum parçalar oldukça serbesttir. Ayrıca tercüme edilmeyerek atlanılan
bölümler de vardır.
SEYF-İ SERÂYÎ-GÜLİSTAN TERCÜMESİ
• Bu tercümede yer yer Seyf-i Serâyî’nin kendi şiirleri de bulunmaktadır. Gülistân’ın
mensur hikâyeleri, Seyf-i Serâyî tarafından devrin en güzel nesir diliyle Türkçeye
çevrilmiştir. Eserde beyit, kıt’a, mesnevî, rubaî gibi manzum parçalarda, Farsça
metnin Türkçeye kazandırılmasında daha yaratıcı bir üslûp kullanılmıştır. Bu eser,
özellikle kelime hazinesi ve gramer özellikleri yönünden Türk dili için önemli bir
kaynaktır.
HÜSAM KÂTİB-CÜMCÜMENAME
• Memluk Sahasında Kıpçak Türkçesiyle yazılmış bir başka eser, Hüsam Kâtib
tarafından 1368 tarihinde kaleme alınan Cümcümename’dir. Feridüddîn-i Attar’ın
Cümcümename’sinden ilham alınarak yazılan esere, Attar’da bulunmayan bazı
dinî motifler de katılmıştır. Eserde ayrıca dünya ve ahirete dair bazı bilgiler de
verilmiştir. Hz. İsa ile Kesikbaş arasında geçen olayların hikâye edildiği eser, aruzun
“fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır.
KUMAN SAHASI KIPÇAK TÜRKÇESİ
• XIV. Asır Orta Asya Türkçesine bağlı Türk şivelerinden biri de Kıpçak-Kuman
Türklerinin dilidir. VIII. asırda Göktürk Devleti’ne bağlı toprakların batı
bölgelerinde yaşayan Kumanlar ve Kıpçaklar, IX. ve XI. asırlardaki göçler sırasında
batıya doğru ilerleyerek Karadeniz’in kuzeyindeki geniş bozkırlara yerleşmişlerdir.
Kumanlar biraz daha batıya, yani Avrupa’nın doğusuna yerleşerek buralarda
yaşayan Peçenek ve Oğuz gruplarını kendi birliklerine kattılar.
• Bizans kaynaklarında Koman veya Kuman diye geçen bu Türk boyunun yaşadığı
coğrafyaya Komaniya denmektedir. İslam kaynaklarında ise Karadeniz’in
kuzeyinde yaşayan bu Türk boyuna “Kıpçak” yahut “Kıfçak”, bunların yaşadıkları
bölgeye de “Deşt-i Kıpçak” ismi verilmiştir. Kumanlar ve Kıpçaklar önceleri farklı iki
Türk boyu iken sonradan birbirleriyle kaynaşarak şiveleri de tamamen birleşmiştir.
Bunlar Hristiyan Avrupa ile olan yakınlıklarından dolayı; Hristiyan misyonerlerin
bu alanlardaki faaliyetleri sonunda Hristiyanlığı benimsemişlerdir.
CODEX CUMANİCUS
• On dördüncü yüzyılın başlarında Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan ve genellikle
ticaretle geçimlerini sağlayan Hristiyan Kuman-Kıpçak Türklerinin dil, inanç ve halk
edebiyatı hakkında önemli bilgiler veren Codex Cumanicus Doğu Türkçesinin
önemli kaynaklarından birisidir.
• Kıpçak-Kuman lehçesiyle yazılmış olan ve “Kumanlara Ait Bilgiler Kitabı” anlamına
gelen Codex Cumanicus’un tek nüshası Venedik’teki Saint Marcus
Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Eser önceleri şair Petrark’a ait olduğu için
“Codex de Petrarque” adı ile de tanınmaktadır. Gotik harflerle yazılan eser iki
defterden oluşmaktadır. İtalyanlar ismi verilen birinci defter Latince-Farsça-
Kumanca bir sözlüktür. Burada yer alan kelimeler Kıpçak Türk ülkesinin sosyal ve
ekonomik hayatı hakkında bilgi edinmemizi sağlayacak mahiyettedir.
CODEX CUMANİCUS
• Almanlar tarafından tertiplenen ikinci defterde ise Kumanca-Almanca bir sözlük
bulunmaktadır. Kuman grameri hakkında bilgilerin de verildiği bu defterin en
önemli kısmı Hristiyanlıkla ilgili metinler, Latince ve Kumanca olarak her iki dilde
yazılmış parçalar ve Kıpçak Türklerine ait bilmecelerdir.
14. YÜZYIL AZERÎ SAHASI TÜRK EDEBİYATI
• XII.-XIII. yüzyıllarda Oğuzcaya dayalı olarak ortaya çıkan Batı Türk Edebiyatı, XIV. yüzyılda Anadolu
ve Azerbaycan sahalarında edebî değeri ve sayıları giderek artan bir şekilde Türkçe eserler vererek
gelişimini sürdürür.
• XIII. yüzyılda görülen Moğol istilasıyla, Azerî sahasında Farsçanın üstünlüğü sona ermiş ve
Horasan’dan gelen Türk asıllı şairler, bu bölgede Türkçeyi edebî dil olarak kullanmaya
başlamışlardır.
• Azerbaycan, Irak ve Anadolu’da bulunan Oğuz ve Türkmen boylarının dili olan Oğuzca, tarihî,
coğrafî ve sosyal sebeplerle XIV. yüzyıldan itibaren Azerî (Doğu Oğuzcası) ve Anadolu Türkçesi (Batı
Oğuzcası) olmak üzere ayrılmaya başlar.
• Ancak, bu iki edebî lehçe arasındaki farklılıklar, XIV. yüzyılda henüz tam olarak belli olmayıp bu
yüzyıldan itibaren yavaş yavaş ortaya çıkar. Bu iki lehçe, ancak XVI. yüzyılın sonlarından itibaren
kesin şekilde birbirinden ayrılmaya başlar.
• Bu yüzyılda Azerî sahasının önde gelen şairleri, Hasanoğlu, Kadı Burhaneddîn, Nesîmî ve Sultan
Ahmed b. Veys’tir.
HASANOĞLU
• XIV. yüzyıl Azerî sahasında yetişen Hasanoğlu hakkında bilinenler sınırlıdır. XIII. yüzyılın sonlarında
ve XIV. yüzyılın başlarında yaşadığı tahmin edilen şairin asıl adı Şeyh İzzeddîn-i Esferâyânî’dir.
Türkçe şiirlerinde Hasanoğlu, Farsça şiirlerinde Pûr Hasan mahlasını kullanan şairin, Devletşâh
Tezkiresi’nde bir Divan’ı bulunduğu ve bu Divan’ın XV. yüzyılda Azerbaycan’da ve Anadolu’da çok
tanındığı belirtilmektedir.
• Hasanoğlu’nun şiirlerinin, çağdaşı Seyf-i Serâyî’nin nazire mecmuasında yer alması, onun Mısır’a
kadar geniş bir alanda tanındığını gösterir. Hatta Sultan Gavrî (ö. 1516), Hasanoğlu’nun şiirine
nazire de yazar. Ayrıca Nesîmî ve Ahmed-i Dâ’î gibi şairlere de tesir etmiştir. Ahmed-i Dâ’î’nin onun
bir gazeline yazdığı nazire, ününün Anadolu’ya kadar ulaştığının işaretidir. Şairin, aruz vezniyle
yazılmış Türkçe üç gazeli bulunmaktadır.
KADI BURHANEDDİN
• Kayseri’de 1345 yılında doğan Kadı Burhaneddîn, Harezm’den gelen ve Selçuklular zamanından
beri babadan oğula geçen kadılık mesleğinde olan bir ailenin çocuğudur. Asıl adı Ahmed olup,
babası Kayseri kadısı Şemseddîn Mehmed’dir. Atalarından, Harezm’den Kastamonu’ya göç eden
Mehmed’in oğlu Celâleddîn Habîb, 1243’te Kayseri kadısı olmuş ve Kayseri kadılığı bu tarihten
sonra aynı sülaleden Kadı Burhaneddîn’e kadar gelmiştir. 1365’te kadı olan Burhaneddîn Ahmed,
sülalenin Kayseri’de kadılık yapan en son ferdidir.
• Küçük yaşlardan itibaren Arapça ve Farsçayı öğrenen; lügat, sarf, nahiv, me’ânî, beyân, aruz, hesap
ve mantık ilimlerini okuyan Burhaneddîn Ahmed, on dört yaşında (1358) Mısır’a gitmiş ve Kahire
Sargıtmışıya Medresesi’nde usûl-i fıkıh, ferâiz, hadis, tefsir, hey’et ve tıp eğitimi almıştır. Kahire’den
Şam’a geçmiş ve burada iki seneye yakın Mevlânâ Kutbuddîn Râzî’nin derslerine devam etmiş,
Seyyid Muhammed Neylî’den Külliyât-ı Kânûn’u okumuştur. Babasının ölümü üzerine yirmi
yaşlarında Haleb’e gelen ve burada bir yıl ilmî çalışmalar yapan Kadı Burhaneddîn, 1364 yılında
Kayseri’ye dönmüş, bir yıl sonra, 21 yaşında iken Eratnaoğlu Mehmed tarafından Kayseri kadılığına
getirilmiştir. Kadılığı sırasında adalete önem vermesinden dolayı, halk arasında sevilmiş ve kısa
zamanda memleketin her tarafına adını duyurmuştur.
KADI BURHANEDDİN
• Eratnaoğlu Mehmed Bey’in ölümü üzerine yerine geçen oğlu Ali Bey, Kadı Burhaneddîn’i 1378’de
vezir olarak atamıştır. Ali Bey’in 1380 yılında ani bir şekilde ölümü üzerine, devletin ileri gelenleri
ve divanda bulunanlar, Kadı Burhaneddîn’e bağlılıklarını bildirip tam yetki vermişler ve 9 Şubat
1381’de kendisini nâib (=hükümdar vekili) ilan etmişlerdir. 1381 yılı sonunda hükümdarlığını ilan
eden Kadı Burhaneddîn, bir anlık dalgınlığından dolayı Akkoyunlu Türkmenlerinden Karayülük
Osman Bey tarafından ani bir baskında öldürülmüştür (1398).
KADI BURHANEDDİN’İN EDEBÎ KİŞİLİĞİ
• Kadı Burhaneddîn, büyük sıkıntı ve mücadelelerle geçen hayatında ilim ve şiirle de uğraşmıştır.
Arapça telif eserlerin yanında, büyük bir divan yazan şairin zeki, sert ve mücadeleci mizacı bazı
şiirlerine yansımıştır.
• Kadı Burhaneddîn, Oğuz Türkçesinin yanında Doğu Türkçesine de hâkimdir. Şiirlerinde, eski
Anadolu Türkçesiyle birlikte Azerî ve Doğu Türkçesinin özellikleri de görülür. Ancak, o dönemde
Osmanlı ve Azerî Türkçesi henüz kesin çizgilerle birbirlerinden ayrılmamıştır. Farsça tamlamalara
çok az da olsa şiirlerinde yer veren şair, devrin Türkçesini kullanması ve yerine göre soruşmak gibi
yeni kelimeler de bulmasıyla dikkat çeker.
• Vezne hâkim olan şairin şiirlerinde, Farsça tamlamaların az olması, sık sık imale yapmasına sebep
olmuştur. Bu sebeple, diğer divan şairlerinde görülen bazı aruz kusurları, bu şairde de görülür. Kadı
Burhaneddîn, İran şiirine ait mazmunları geniş ölçüde Türk şiirine getirmiş ve sık sık cinas ve
tevriye sanatları yaparak Türkçenin dil ve ifade imkânlarından yararlanmıştır. Kelime hazinesi çok
geniş olan ve dili ustaca kullanan şair, şiirlerinde taklidî seslerden ve tekrarlardan yararlanarak
vermek istediği mesajı daha kuvvetli hissettirmeye çalışmıştır.
KADI BURHANEDDİN’İN EDEBÎ KİŞİLİĞİ
• Kadı Burhaneddîn’in esasını aşkın oluşturduğu gazelleri, her zaman insan gönlüne ve aklına hitap
eden, zevk süzgecinden geçmiş, eskimeyen şiirlerdir. Ayrıca pek çok gazelinin matlaı cinaslıdır ve
güzel söyleyişler ile dikkati çeker. Özgün benzetmeler yapan şair, daha çok beş ve yedi beyitten
oluşan gazeller yazmıştır. Onun şiirlerinde, yer yer “ki” edatını kullandığı da görülür. Mazmunları
kullanma açısından Kadı Burhaneddîn, çok usta bir şair olduğu gibi, yeni buluşlar da yapmıştır.
Devrin diğer şairlerinden Nesîmî ve Ahmedî’de görüldüğü gibi “kargı” ve “ney”i “boy” anlamına
gelecek şekilde kullanan şairin, kendine özgü buluş ve söyleyişleri dikkat çeker.
• Kadı Burhaneddîn, şiirlerinde daha çok aşktan, şaraptan, eğlenceden hoşlanan realist ve ihtiraslı
bir insanın dünya zevklerini, sevgilinin güzellik unsurlarını işlemekle birlikte, tasavvufun düşünce
ve mecazlarına da yer vererek, bunları en ince şekilde ele almıştır. Şiirlerinde görülen sevgili,
okuyucuyu ve dinleyiciyi ilâhî yöne götüren bir sevgilidir. Şiirlerinde akıcılığı ve samimiyeti
sağlayan unsurların başında sitem ve karşılıklı konuşmalara dayanan ifadeler gelir.
KADI BURHANEDDİN’İN EDEBÎ KİŞİLİĞİ
• Kadı Burhaneddîn’in şiirlerinde, mücadelelerle geçen hayatından izler görmek mümkündür. Onun
yaşadığı olayların etkisiyle kaleme aldığı şiirlerinde, realist olduğu kadar savaşçı, cesur ve haşin
yapısı kendini gösterir.
• Şairin, Türk halk şiirinde olduğu gibi cinaslı kafiyelere fazlaca yer verdiği tuyuğları da
bulunmaktadır. Çoğu tasavvufî olan ve sade bir Türkçe ile yazılan bu tuyuğların bazıları ise
cinassızdır. Kadı Burhaneddîn’in yazdığı tuyuğlar ve yaptığı cinaslı kafiyeler, onun millî zevke bağlı
olduğunu gösterir. Özellikle cinasın yer aldığı beyitlerde dil ile oynadığı görülür.
• Kadı Burhaneddîn, belki bir bey olması sebebiyle, yerine göre sert ve tok ifadesini şiirine
aksettirmeyi başarmıştır. Özellikle satranç ve ok üzerinde çok duran, iktibaslara çok az yer veren
şair, şiirlerinde mahlas kullanmamıştır. Yalnız Divan’ındaki bir gazelinde Ahmed, Câmi’ü’n-
nezâ’ir’de yer alan bir başka gazelinde ise, Kadı Burhân şeklinde açıkça ismine yer vermiştir.
KADI BURHANEDDİN’İN ESERLERİ
• Kadı Burhaneddîn’in Türkçe Divan’ı ile Arapça yazdığı İksîrü’s-sa’âdât fî-Esrâri’l-ibâdât ile Tercîhü’t-
tavzîh adlı mensur iki eseri vardır. Buna göre Türk idarecileri, beyleri içinde ilk divan sahibi olan
Kadı Burhaneddîn’dir. Arapça ve Farsça şiirlerin yanında Arapça dinî eserler de yazan Kadı
Burhaneddîn, büyük Türkçe Divanı ile Türk edebiyatında önemli bir yere sahiptir.
• Divan: Şiirlerin sayısı 1318’i gazel olmak üzere 1456’yı bulan Kadı Burhaneddîn Divanı, XIV. ve XV.
yüzyılda yazılmış en büyük ve en hacimli divandır. Klasik divan tertibine göre düzenlenmemiş olan
Divan’da, önce gazeller sonra rubailer ve tuyuğlar sıralanmıştır. Türk şiirinde bu şekilde hacimli bir
divan, ancak XVI. yüzyılda Zâtî ile görülecektir. Bunu, Edirneli Nazmî’yi takip ederek Kanunî Sultan
Süleyman Han’ın (Muhibbî) Divanı ile XVII. yüzyılda Âşık Ömer Divanı izlemiştir. Kadı
Burhaneddîn’in hattatı Halîl bin Ahmed’in yazdığı bu Divan mürettep değildir. Divan’da, söyleniş
sırasına göre yazılmış olan şiirler, söylendikleri zamana uyumlu bir şekilde şairin o andaki ruh
hâlini yansıtması bakımından dikkat çekicidir.
• Kadı Burhaneddîn’in İksîrü’s-sa’âdât fî-Esrâri’l-ibâdât ile Tercîhu’t-tavzîh’i ise, dinî konularda
Arapça yazılmış mensur eserlerdir.
NESÎMÎ
• XIV. yüzyılda Azerî Türkçesi ile coşkulu ve lirik şiirler yazan Nesîmî’nin hayatı hakkında rivayetlere
dayanan ve birbiriyle çelişen çok az bilgi bulunmaktadır. Soyu Peygamber’e dayandığı söylenen
Nesîmî’nin asıl adı İmadüddîn, bir başka iddiaya göre de Nesîmüddîn’dir. Onun, Şamahı, Şiraz,
Diyarbakır veya Bağdat yakınlarındaki Nesîm kasabasında doğduğu; Diyarbakır, Irak ve Tebriz
taraflarında yaşadığı ve I. Murâd devrinde Anadolu’ya geldiği rivayet edilir. Şiirlerinden, devrinin
medreselerinde okuyarak iyi bir eğitim gördüğü anlaşılmaktadır.
• Nesîmî, bir Türkmen’dir. Şeyh Şiblî’nin dervişlerinden olan Nesîmî, İran’da Hurûfîliğin önderi olan
Fazlullah-ı Hurûfî’ye (öl. 1394) intisap etmiş ve daha sonra onun halifesi olmuştur. Hacı Bayram-ı
Velî’ye intisap etmek isteyen, ancak bu isteği kabul edilmeyen Nesîmî, Halep’te öldürülmüştür
(1404).
• Hurûfîlik Fazlullah-ı Hurûfî’nin (öl.1394) kurup geliştirdiği, harflerin sırlarına dayanan bâtinî bir
akım. Bu inanca sahip olanlar, varlığı ve yaratılışı harflerle izah etmeye çalışırlar. Arapçadaki yirmi
sekiz ve Farsçadaki otuz iki harf ile bütün varlıklar, hatta Kur’an tefsir edilir.
NESÎMÎ
• Nesîmî’nin coşkun bir propaganda şairi olarak, pervasız bir şekilde, çekinmeden inandıklarını
söylemesi fitneye yol açmış ve kendisinin zındıklıkla ithamına sebep olmuştur. Sonunda derisi
yüzülerek öldürülen Nesîmî’nin acıklı durumu onun etrafında menkıbelerin ortaya çıkmasına yol
açtığı gibi, edebiyat âleminde de geniş şekilde yer tutmuştur.
• Şiirlerinde dört büyük halifeden yalnızca Hazret-i Ali ve Âl-i Abâ’ya yer vermesinin de etkisiyle
Alevîler ve Bektaşîler de onu kendilerinden saymışlardır. Nesîmî, Alevî şairler arasında “Şâh-ı
Şehîd” adıyla anılarak saygınlık kazanmıştır.
NESÎMÎ’NİN EDEBÎ KİŞİLİĞİ
• XIV. yüzyılın ikinci yarısında yetişen Nesîmî, Kadı Burhaneddîn ve Ahmedî gibi büyük şairler,
mazmunları şiirlerinde başarıyla kullanmaları bakımından Türk edebiyatında “kurucu şairler”
olarak kabul edilebilirler. XI. yüzyıldan başlayarak XV. yüzyıla gelinceye kadar, mesnevi alanında bir
hayli eser veren Türk edebiyatında XIV. yüzyılda, Yûnus Emre’nin Divan’ından sonra bu üç şairin
divanları görülür.
• Şair, önceleri Hüseynî mahlasını kullanırken, Fazlullah-ı Hurûfî’ye bağlandıktan sonra Nesîmî’yi
kullanmıştır. O, şiirlerinde sekiz ve otuz iki harfe dayanarak insan yüzünün Tanrı’nın tecelli yeri,
güzelliklerin göründüğü mekân olduğunu söylemiştir.
• Şiirlerinde alabildiğine bir coşkunluk bulunan Nesîmî, zaptedilemeyen bir ruhun çırpınışlarını dile
getirmiş ve ilâhî aşkı kendine göre anlatmıştır. Kendisine “zındık” diyenler olduğu gibi, onu “aşk
yolunun korkusuz yiğidi, sevgiler kâbesinin ileri gelen fedaisi, şaşırtıcı derecede âşık, nükteler
söyleyen gönül adamı” şeklinde övenler de vardır.
NESÎMÎ’NİN EDEBÎ KİŞİLİĞİ
• Nesîmî’nin başarılı bir şair oluşunda, iyi bir eğitim almış olmasının ve bir seyyah gibi gezip
dolaşmasının da büyük payı vardır. Nesîmî’nin zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetişmesinde doğup
yaşadığı bölgenin önemli etkisi olmuştur. Arapça ve Farsçayı iyi bilen şairin, Türkçe ve Farsça
şiirlerinin yanında Arapça gazelleri ve mülemmaları da vardır.
• Nesîmî’nin sanat hayatını iki devrede ele almak mümkündür. Hayatının ilk devresinde Hakk’ı, aşkı,
doğru yolu arayan bir Nesîmî vardır. Bu dönemde, Celâleddîn-i Rûmî’nin etkisindedir. Mevlevî
tarikatı, bu ilginin çekiş merkezi olduğundan şair, bu yolun zikir ve ayinlerine yabancı kalmamıştır.
Bu devre ait mesnevi, gazel ve tuyuğları bir divançe oluşturacak kadar çoktur. Duygu ve fikirleri
anlatmakta zorlanan şair, coşkulu sanat denen lirizme de henüz ulaşamamıştır. Hatta onun bu ilk
şiirlerinde Seyyid, Nesîmî, Hüseynî, Seyyid Nesîmî ve Naîmî gibi farklı farklı isimler kullanması,
mahlas seçmede bile bir kararsızlık içinde bulunduğunu göstermektedir. Bunun yanında,
Nesîmî’nin öğretici yönünün ağır bastığı bu şiirlerde, aruz kusurları da bulunmaktadır.
NESÎMÎ’NİN EDEBÎ KİŞİLİĞİ
• Nesîmî’nin şiirlerinin asıl coşkulu devri Fazlullah ile tanışmasından sonradır. Bâtınî inançlara ilgisiz
kalmayan şair, Hüseyin Ayan’ın deyimi ile Fazlullah’ın keşfettiği yedi hattı, her türlü dinî tekâlifi
anlamak ve ilâhî sırları çözmek için yeterli bulmuştur. Böylece Kur’an-ı Kerim’in sırlarının
çözüldüğüne inanarak Fazlullah’ın dervişleri arasına katılıp onun büyük bir propagandacısı
olmuştur. Hayatının bu ikinci döneminde coşkulu şiirler söylemeye başlamıştır.
• Şiirlerinde ayet ve hadisleri uyumlu şekilde kullanan Nesîmî, Hz. Muhammed’den sonra Hz. Ali’yi
ve diğer imamları konu edinmiş ve daha ziyade On İki İmam için şiirler yazmıştır. İlk üç halifeye
şiirlerinde yer vermemiş olan Nesîmî, edebiyatımızda Âşık Paşa’dan sonra elif-nâme yazan şairdir.
Divan’ında üç elif-nâme bulunur ve bu elif-nâmelerde elif harfinden ye harfine kadar bütün
harflere yer vermiştir. Bazen bu sıra tersinden yani ye harfinden başlayarak elife ulaşır.
• Türkçeyi, yaşadığı yüzyılda Yûnus’tan sonra en iyi kullanan şair olan Nesîmî, Yûsuf Has Hâcib, Âşık
Paşa ve Yûnus Emre gibi söze büyük önem verir, sanatı ile övünür ve kendine olan güvenini de
açıkça belirtir.
NESÎMÎ’NİN EDEBÎ KİŞİLİĞİ
• Aruzu en iyi şekilde kullanan Nesîmî, ayet ve hadisleri lafız olarak şiirine katmada (=iktibasta) çok
ileri giden bir şairdir. Bu açıdan Türk edebiyatında Nesîmî gibi başka bir şairin bulunmadığını
görürüz. Tasavvufa şiirlerinde en geniş şekilde yer veren şairlerin önde gelenlerindendir. Bu yönü
ile de tesiri başta Erzurumlu İbrâhîm Hakkı olmak üzere hemen her şairde görülür. Hallâc-ı
Mansûr’u dilinden düşürmez ve ona şiirlerinde geniş yer verir.
• Nesîmî, belki de bir propaganda şairi olması sebebi ile hep geleceğe açılır ve şiirlerinde canlı, hep
taze kalacak olan samimi bir dil kullanır. Bu bakımdan Yûnus’a benzer. Onun şiiri, canlılığını biraz
da tekrarlardan ve Türkçenin ahenginden alır. Bu tekrarlarda, eski şiirimizin ve Kutadgu Bilig
devrinin ön kafiyesini de kullanır. Çeşitli şiirlerindeki bazı beyitleri, değişik şekillerde karşımıza
çıkan Nesîmî, Türkçenin sırlarına vâkıf bir şairdir.
NESÎMÎ’NİN EDEBÎ KİŞİLİĞİ
• Dili çok dikkatli ve yerinde kullanan Nesîmî, aruz veznini Türkçeye uydurmak için gayret etmiştir.
Zaman zaman vezin bozukluklarına rastlansa da genellikle şiirleri vezin ve kafiye bakımından
başarılıdır. Kafiyeye büyük önem veren Nesîmî, özellikle iç kafiye ve redifi fazla kullanmıştır. O,
klasik şiir şekillerini başarıyla kullanır ve bu şiirin bütün kurallarına tam olarak uyar. Daha çok gazel
nazım şekli ile şiirler yazan Nesîmî’nin öne çıkan başlıca diğer özellikleri; şiirlerini musammat, yani
dörtlük şekline gelebilecek beyitlerle yazması, samimi oluşu ve gönlünden geldiği gibi söylemesi,
hitaplar, soru ve cevaplar ile şiirlerine canlılık katması, şiirlerinde dünyadan şikâyet etmekle
birlikte hayattan zevk almayı tavsiye etmesi ve insanı yüceltmesi, mevsimlere, günlere ve sayılara,
harflerden hareketle insan yüzüne ve vücuduna geniş yer vermesidir.
• Türk edebiyatında tuyuğ denince akla önce Kadı Burhaneddîn gelir, ancak Nesîmî ile birlikte her iki
şairin aynı dönemlerde tuyuğlar yazdıkları gözden uzak tutulmamalıdır. Nesîmî, kendi devrinin
şairlerinden Ahmedî ile aynı söyleyişte şiirler de yazar ve bu şiirler Ahmed-i Dâ’î’ye kadar gelir.
Böylece Nesimî nazire edebiyatımızın başlarında yer alır.
NESÎMÎ’NİN EDEBÎ KİŞİLİĞİ
• Türk edebiyatında Ahmedî, Nesîmî, Ahmed Paşa, Fâtih (Avnî), Fuzûlî, Kanunî (Muhibbî), Bâkî,
Usûlî, Penâhî, Bağdatlı Rûhî, Nedîm ve Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya kadar çok sayıda şair üzerinde
Nesîmî’nin etkisini görmek mümkündür.
• Türk edebiyatını, sadece kendi devri ile değil, bütün zamanları ile yaşadığı asra kadar inceden
inceye gözlemleyen ve bütün şairleri süzgeçten geçirircesine birbirleri ile karşılaştıran, Türk
edebiyatının büyük şairi Ali Şîr Nevâî de Nesîmî’yi bütün şairlerden üstün görür. Nevâî, Nesîmî’nin
ârif bir şair olduğunu belirtir ve zâhir ehlince şiirleri anlaşılamadığından sonunun kötü bir şekilde
bittiğine de hayıflanır. Ayrıca Türkmen şairi Andelîb (öl. 1780) ve Çağatay-Özbek şairi Esîrî’nin (öl.
1916), Nesîmî hakkında önemli manzumeleri vardır. Bundan da anlaşıldığı gibi, Türk edebiyatında,
daha sonra gelen şairlerin pek çoğu üzerinde Nesîmî’nin etkili olduğu görülür.
NESÎMÎ’NİN ESERLERİ
• Nesîmî’nin bilinen eserleri, Türkçe ve Farsça Divanları ile Hurûfîlikle ilgili olan
Mukaddimetü’lhakâyık’tır.
• Türkçe Divan: Divan’ın bilinen en eski nüshası 1469 tarihlidir. Divan’ın 1524 tarihli Kahire
nüshasındaki bazı gazellerinde Hüseynî mahlasını kullandığı görülür. Farsça şiirleri, bazı
yazmalarda Türkçe şiirlerinin arasında yer almıştır. Çeşitli baskıları bulunan Nesîmî Divanı’nın
İstanbul’da yapılan baskıları eksik ve yanlıştır. Türkçe Divan’ın en iyi baskısı, Selman Mümtaz Bey
tarafından 1926’da yapılmıştır. Divan’ın son yayımını, Hüseyin Ayan yapmıştır (2002).
• Farsça Divan: Bu divanda yer alan şiirler, sayı bakımından Türkçe Divan’a göre daha azdır. Nesîmî,
Türkçe Divan’ı kadar çok okunan ve sevilen Farsça Divan’ında da Hurûfî inancını konu alan şiirler
yazmıştır. Mesnevi, gazel, terci-bend, müstezat, rubai ve kıt’a nazım şekliyle yazılmış şiirlerin
bulunduğu divandaki mesneviler, Türkçe mesneviler gibi uzun değildir. Nesîmî, Türkçe Divan’ı gibi
Farsça Divan’ını da tamamlayamamış, 32 harfli Fars alfabesinden yalnız 14’ü ile kafiyeli şiirler
yazabilmiştir.