Osmanlı 1-10

You might also like

Download as pptx, pdf, or txt
Download as pptx, pdf, or txt
You are on page 1of 28

Vergi Gelirlerinin Toplanması

Osmanlı’da tımar sistemi uygulanan yerlerde tahrir (yazım, sayım)


işlemi tamamlandıktan sonra tespit edilen vergi gelirleri genel olarak üçe
ayrılırdı. Bir kısmı has, zeamet ve tımar şeklinde dirlik sahiplerine tahsis
ediliyor, bir kısmı vakıf hissesi olarak vakıflara bırakılıyor, diğer kısmı ise
“havass-ı hümayun” adı altında merkez hazinesine alınıyordu.
Dirlik sahipleri kendilerine bir padişah beratıyla verilmiş olan gelirlerini
kanunnamelerde belirtilen şartlar çerçevesinde bizzat tahsil ediyorlar
veya adamlarına toplattırıyorlardı.
Vakıflarda ise vergi gelirlerini cabi adı verilen bir görevli topluyordu.
Devlete ait vergi ve gelir kaynakları kısaca mukataa olarak
isimlendiriliyordu. Mukataa, gelir kaynağının cinsine göre, cizye
mukataası, iskele mukataası, mizan mukataası gibi kısımlara
ayrılıyordu. Devletin en önemli uğraşlarından birisi kağıt üzerinde
tahakkuk eden gelirlerin bir an önce nakit olarak hazineye girişini
sağlamaktı. Mukataa gelirlerini toplamak için de devlet genel olarak iki
yola başvuruyordu: İltizam ve emanet
İltizam Usulü
Devlet mukataa gelirlerinin hazinede toplanmasını sağlamak için her bir
mukataayı devlet merkezinde veya mukataanın bulunduğu yerdeki
kadılıkta müzayedeye çıkarıyordu. İltizam ve emanet işlerini yürüten
kurum ise hazine-i amire idi. Müzayede esnasında hazineye en fazla
fiyatı teklif eden ve bir kısmını peşin vermeyi kabul eden kişi iltizamı
alıyordu. Peşinat miktarı ne kadar fazla olursa devlet açısından o kadar
iyiydi. Zira iltizamdan amaç, bir an önce hazineye peşin para girişinin
sağlanmasıydı. Devletin her türlü cari harcamaları hazine-i amire
tarafından yapıldığından buna şiddetle ihtiyaç vardı.
Mukataalar genellikle mali yılbaşı olan Mart ayında iltizama verilirdi.
Müzayede sonunda mukataaya en yüksek fiyatı ve en fazla peşin parayı
vermeyi kabul eden kişi iltizamı alıyor ve bu kişiye mültezim ve emin
deniyordu. Müzayededen sonra mültezim ile devlet arasında bir
sözleşme yapılıyordu. Bu sözleşmede her iki tarafın talep ve taahhütleri
tek tek kaydediliyordu. Bu arada iltizam müddeti bitmeden başkaları
mukataa bedelini arttırabilirdi. Buna ziyadeleştirme (çoklaştırma)
deniyordu.
Bu durumda mukataayı ilk önce iltizamla almış olan kişi, zimmetinde
mukataa varsa defterdar ve kadı huzurunda hesaplaşıp, bu mukataa
malını, iltizam bedelini ziyadeleştirerek yeni almış olan kişiye devretmek
zorundaydı. Diğer taraftan bu şekilde iltizam bedelinin ziyadeleştirilmesi
sonucu iltizamı devretmek zorunda kalan kişiler çoğu kez hazineye
yatırmış oldukları peşin parayı geri istiyorlardı. Bu hususlar mukataa ile
ilgili iltizam sözleşmesinde genellikle tespit edilmiş oluyordu.
16. ve 17. Yüzyıllarda mukataaları iltizam ya da emanet yoluyla alanlar
genellikle ehl-i örf tabir edilen devlet memurlarıydı. İltizam işlerine
çoğunlukla ehl-i örfün girmesinin çeşitli sebepleri vardı. En önemlisi
hazineye yatırılması gereken peşinat miktarıydı. Binlerce altın
tutarındaki peşinatı verebilmek için mültezim olan kişinin oldukça varlıklı
olması gerekiyordu. Bu kadar varlık da üst düzey askeri bürokratlarda
bulunabilirdi. Ancak, sadece zengin olmak iltizam işlerine girmek için
yeterli değildi. Özellikle Doğu Anadolu gibi merkezden uzak ve güçlü
aşiretlere dayalı feodal yapının hüküm sürdüğü yerlerde zengin olmanın
ötesinde, iltizam işini yürütebilmek için gerekli güç ve otoriteye de sahip
olmak lazımdı. Zira mukataa gelirlerini toplarken bu gibi yerlerde her
zaman çeşitli güçlüklerle karşılaşmak mümkündü.
Teorik olarak defter ve kanun gereğince herkes üzerine düşen vergiyi
ödemekle yükümlüyse de pratikte vergisini ödemeye yanaşmayanlar
olduğu gibi, çeşitli ihtilafların çıkması da muhtemeldi. Bu sebeple vergi
toplama işi dirayetli ve muktedir kişilerin harcıydı. Bu özelliklere sahip
zümre ise, daha önce de belirttiğimiz gibi kapıkulu mensupları ile
sancakbeyi, mütesellim, kethüda gibi yerel idarecilerdi.
İltizam sisteminin birtakım sakıncaları da vardı. Öncelikle mültezimin
vergi kaynağını ne kadar müddetle elinde tutabileceğini bilmemesi
mukataanın aşırı ölçüde sömürülmesine yol açıyordu. Çünkü belirsizlik
karşısında mültezim en kısa zamanda yatırımının karşılığını almaya
çalışıyordu.
İkincisi ise sistemin vergi toplama konusunda mültezimi serbest
bırakmasıydı. Peşinat dışında hazineye mukataa gelirlerinin aktarımı ise
yavaş işliyordu.
Emanet Usulü
Eğer müzayede sonunda iltizamı alan çıkmazsa, bu durumda devlet,
mukataa gelirlerinin tahsili için ulufeli bir memur tayin ediyordu. Bu
kişiye emin deniliyordu. Emanet suretiyle mukataayı iltizamına alanlar
da hazineye belirli bir meblağı ödemek mecburiyetindeydi.
Çünkü herhangi bir sınır konmazsa eminler mukataanın gelirini gerçek
olandan çok daha az gösterebilir ve hazineyi zarara uğratabilirdi.
Gelirinin toplanması emanet usulüyle verilen yerler, ya mültezimlere
çekici gelmeyen ya da madenler gibi stratejik öneminden dolayı devlet
tarafından denetlenmesi gereken işletmelerdi. Osmanlı mali sisteminde
emanet usulü iltizama tercih ediliyordu. Emanette bulunduğu sırada bir
mukataa için yeniden müzayede düzenlenebiliyordu. Bu şekilde iltizamı
alanlar da çok defa emaneti yürüten ulufeli memurlar oluyordu.
Emin ve mültezimden başka mukataa ile ilgili işlerin kontrolü için birkaç
kaza veya sancaktaki mukataalar bir nezaret altında toplanırdı. Bunun
başında bulunan kişiye nazır denir ve genellikle o bölgedeki emine
verilirdi. Nazırın dışında mukataanın bulunduğu çevrenin kadısı veya
merkezden gönderilen bir çavuş da mukataayı işleten görevlilerin
yolsuzluklarını önlemek veya meydana gelen yolsuzlukları araştırmak
için müfettiş olarak tayin edilebiliyordu. Birkaç kaza veya sancağın
mukataalarını iltizama alan kişiler de mukataayı meydana getiren her bir
mukataayı yerel kadılıkta müzayedeye çıkararak iltizama
verebiliyorlardı. Bunun, günümüzdeki taşeron işletmeciliğe benzediğini
söyleyebiliriz.
İltizam veya emanet genellikle üç yıllığına verilirdi. Emin veya
mültezimler mukataalardan elde ettikleri gelir her yıl biri Nevruz (Mart),
diğeri Ağustos ayında olmak üzere iki eşit taksitle hazineye yatırmak
zorundaydılar. Bu taksitlerden her birine irsaliye adı veriliyordu.
Bunun dışında devlet, bazı cari harcamalar için veya mukataanın
bulunduğu bölgedeki harcamalar için mukataa gelirlerinden ödeme
yapılmasını emine bildirebiliyordu.
Bu ödemeler hazineden alacağı olan sipahi, azeb, reis gibi ellerinde
mukataa gelirlerinden ödeme yapılmasına dair hükm-i şerif bulunan
kişilere doğrudan yapılabildiği gibi mukataa gelirini toplamak için
görevlendirilmiş havale adı verilen memurlara da yapılabiliyordu. Havale
denilen bu memurlar merkezden görevlendirilirdi ve çoğu kez hazineye
acil para girişini sağlamak için mukataa bölgelerine yollanırdı. Emin, bu
türden bir ödeme yaptığında kadıya giderek iltizam fermanının arkasına
yaptığı bu ödemeleri hüccet olarak kaydettiriyordu. Bu şekilde emin,
yaptığı bu ödemelerin irsaliye çerçevesinde ödeyeceği miktardan
mahsup edilmesini sağlıyordu.
Bir iltizam dönemi bitince muhasebe işlemleri yapılıyor ve kesin hesap
görülüyordu. Bu hesaplaşma sonunda emin veya mültezimler çoğu kez
borçlu çıkıyorlardı. Mukataa gelirinden eminin zimmetinde kalan bu
meblağa bakiye deniyordu. Hazine eminin zimmetindeki bu bakiyeyi
tahsil edebilmek için çeşitli çarelere başvuruyordu. Emin borcunu
ödemekte direnir ya da geciktirirse mallarına el konabiliyor, hatta hapse
atılabiliyordu. Burada oldukça ilgi çekici bir husus vardır. Mukataa emini
mukataayı bir dönem daha iltizama alabilmek için eski borcunu pazarlık
konusu yapabiliyordu.
Malikane Sistemi
Osmanlı maliyesi hazineye daha fazla ve acil gelir temin etmek
amacıyla vergi toplama hakkını ömür boyu olarak mülk olarak sattı. Bu
sistem 1695’ten Tanzimat’a kadar uygulandı. Malikane denilen bu
sistemde bir kimseye hayatı boyunca gelirinden yararlanmak, ama
miras bırakmamak şartıyla belirli bir bölgenin vergi toplama hakkı
veriliyordu. Bu hakkın verilmesi müzayede ile oluyor, müzayedede
hazineye en yüksek peşin para ödemeyi teklif eden kişi malikaneci
oluyor ve hayatta olduğu sürece mukataayı tasarruf etme hakkını elde
ediyordu. Malikanecinin oldukça geniş idari ve inzibati yetkileri vardı.
Sahibi ölen malikane, yeniden satışa çıkarılıyordu.
Malikane sistemi iltizam sisteminin sakıncalarını gidermek için
geliştirilmişti. İltizam sisteminde her ne kadar mültezim mukataayı belli
bir süreliğine (buna tahvil deniyordu ve genellikle 3 yıllıktı) tasarrufunda
bulundurabiliyorsa da, yine de ortada bir belirsizlik vardı ve bu durum da
sık sık hukuksal uyuşmazlıklara yol açabiliyordu. Malikane sisteminde
vergi toplama hakkının ömür boyu verilmesiyle bu sorun ortadan
kalkmıştır. Bunun dışında malikaneci malikanesini hayattayken üçüncü
kişilere satabiliyordu. Bu satış işleminden devlet %10 vergi alıyordu.
Malikane sistemi sayesinde toplanan vergi gelirlerinde iltizam sistemine
göre ilk başlarda ciddi artışlar meydana gelmişse de uzun vadede
malikane sistemi arzu edilen sonuçları vermedi. Bu usulle bütçe
gelirlerinin ancak %2’si ila %5’i arasında bir gelir elde edilebildi. Diğer
taraftan malikane sistemi toprakta özel mülkiyete doğru gidişin ilk adımı
da sayılmaktadır.
Dirlik Usulü
Devlet vergi gelirlerinin bir kısmını has, zeamet ve tımar olarak asker,
memur ve yüksek dereceli devlet memurlarına dirlik olarak dağıtmıştı.
Tımar sistemi denilen bu sistemde vergileri dirlik sahipleri topluyordu.
Osmanlı’da Devlet Giderleri
Personel Giderleri
Devletin personel gideri denilince devletten maaş alan herkese yapılan
harcamalar akla gelir. Bunların içinde en önemli grup kapıkulu
ordusudur. Bunlar nakit maaş aldıkları için Osmanlı hazinesi için en
büyük yükü 3 ayda bir ödenen ulufe teşkil ediyordu. 16. Yüzyılın
ortalarında Osmanlı düzenli ordu birliklerinin sayısı 87.000 civarındaydı.
Bunların 37 bini taşrada tımar ve zeamet sahipleri, 50 bini ise ulufeli
askerlerden oluşuyordu. Bu ordu için ayrılan yıllık maaş ve tahsisat 265
milyon akçeyi geçiyordu. O dönemde toplam devlet gelirlerinin 538
milyon akçe olduğu göz önünde bulundurulursa gelirlerin yaklaşık
yarısının asker maaşlarına sarf edildiği ortaya çıkmaktadır.
Veziriazam, vezirler, beylerbeyleri ve sancakbeyleri gibi yüksek rütbeli
devlet adamları, maiyetlerindeki kapu halkı denilen personelin
masraflarını kendileri karşılıyorlardı. Yüksek dereceli ulema için de aynı
durum söz konusuydu.
Askeri Harcamalar
Osmanlı Devleti gaza ve cihat ideolojisine dayanan, gücünü güçlü bir
ordudan alan bir devletti. Padişahın en önemli görevlerinden biri gaza
yoluyla fetihler yaparak imparatorluğu genişletmekti. Bu sebeple askeri
harcamalar ve sefer masrafları devlet harcamaları içinde en önemli
kalemi oluşturuyordu. Örneğin bir kadırga filosunun yıllık idame
(sürdürebilme) masrafları 500 bin duka altını buluyordu. Bu da zaten
Mısır eyaletinden iç hazineye gönderilen meblağa eşitti. Ayrıca
imparatorluğun Avrupa, İran, Kafkasya, Rusya ve Polonya sınırlarında
yüzlerce kale ve buralarda yeniçeriler ve garnizonları bulunuyordu.
bunlar da üç ayda bir ulufe alıyorlardı.
Devlet, 16. Yüzyılda sefer masraflarının finansmanı için olağanüstü bir
vergi olarak avarız topluyordu. Bir sefere karar verilince sefer masrafları
tahmini olarak ortaya konuyor ve bu rakam daha önceden tespit edilmiş
olan avarız hanelerine bölünüyordu. Böylece 5, 10, 15 veya 20 evden
oluşan avarız haneleri başına düşen vergi de ortaya çıkıyordu. 17.
Yüzyılda avarız vergisi sürekli bir vergiye dönüşmüştü.
Bayındırlık Giderleri
Devlet, halkın kullanımı için yollar, köprüler, hanlar yaptırıyordu.
Padişahların inşa ettirdiği saraylar, köşkler, kasırlar da kamu
harcamaları içinde değerlendiriliyordu. Köprü, han, hamam, medrese,
mektep, cami ve benzeri bazı yapılar ise vakıf eseri olarak
hayırseverlerce yaptırılırdı.
Eğitim ve Sağlık Giderleri
Eğitim ve sağlık giderleri için Tanzimat dönemine kadar devlet
bütçesinden harcama yapılmamıştır. Çünkü okul, medrese, yurt,
imarethane ve darüşşifalar şahıslar tarafından vakıf olarak inşa ettirilir,
bunların giderleri de yine vakıf tarafından karşılanırdı.
19. Yüzyılda Osmanlı Ekonomisi
Osmanlı İmparatorluğu 19. Yüzyıla girerken askeri ve siyasi açıdan
birçok sorunla karşı karşıyaydı. 1770’lerden itibaren Rusya ve
Avusturya ile yapılan bir dizi savaş mağlubiyetle sonuçlanmış ve devlet
acilen askeri reformlara gitme ihtiyacı hissetmişti. 1790’larda Nizam-ı
Cedit hareketi başlamışsa da bu reformlara Yeniçeri Ocağı’nın ve
geleneksel düzeni savunanların karşı çıkması üzerine reformlara son
verilmiş ve padişah III. Selim tahttan indirilmişti.
Sultan II. Mahmut ise bir taraftan reformlar yapmaya, bir taraftan Sırp ve
Yunan isyanlarını bastırmaya ve bir taraftan da Rus saldırılarına karşı
koymaya çalışıyordu.
17. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı dünyanın birinci büyük devleti
olma konumunu kaybetmiş, siyasi, askeri ve ekonomik bakımdan
Avrupa devletlerinin gerisine düşmüştü. Ekonomik açıdan devlet halen
kendi kendine yetebilme özelliğini koruyordu. Ama Avrupa devletleri
sanayi çağına geçmişlerdi. Üretim biçimi tamamen değişmiş ve
kapitalist ekonomi muazzam bir güç haline gelmiş, sömürgecilik altın
çağına ulaşmıştı. Osmanlı da süratle Avrupa’da gelişen bu ekonomik
trende doğru sürükleniyordu. Kapitülasyon antlaşmaları bu aşamada
artık Osmanlı için avantaj olmaktan çıkmış, sanayileşmiş Avrupa’nın
hammadde ihtiyacını karşılamak için bir dayanak oluşturmaya
başlamıştı.
II. Mahmut’la başlayan ve Tanzimat’la devam eden, ordu başta olmak
üzere devletin tüm kurumlarını dönüştürmeye yönelik reform
hareketlerini, bir açıdan Osmanlı ekonomisinin dünya ekonomisi ile
bütünleşmesinin kurumsal dönüşümü olarak değerlendirmek
mümkündür.
Avrupa’da Sanayi Devrimi ve Osmanlı’ya Etkileri
Tarıma ve zanaatlara dayalı ekonomiden sanayi devrimi denilen
sanayiin ve makineli üretimin egemen olduğu bir ekonomiye geçiş
süreci ilk olarak 18. Yüzyılda İngiltere’de başlamış ve diğer ülkelere
yayılmıştır. 16. Yüzyılda başlayan gelişmelerle İngiltere tarımında pazar
için üretim yaygınlaşmış, verimlilik artışı hızlanmıştı. Tarım kesiminde
kapitalist üretim ilişkileri gelişirken, pek çok köylü topraklarından
koparılmış; ya kırsal alanlarda ücret karşılığı çalışmak, ya da kentlere
göç etmek zorunda kalmıştır. Böylece kapitalist sanayiin en önemli ön
koşullarından biri olan mülksüzleşmiş emekçi ordusu ortaya çıkmıştır.
Bu arada geleneksel teknolojiye dayanan, basit el aletlerini kullanan ve
imalathaneler çevresinde örgütlenen mamul mal üretimi kırsal alanlarda
yayılıyordu. Üretimin gelişmesi sermaye birikimini arttırdı. Tarımda ve
mamul mal üretimindeki artışlar ulaştırma alanındaki gelişmelerle
birleşince iç ticaret büyümeye başladı. Sonuçta İngiltere’de bir millî
ekonomi ve millî pazar oluştu. İngiliz hükümetleri de bu sırada
merkantilist politikalar takip ediyorlardı. Makineleşme öncelikle tekstil
sektöründe ortaya çıktı. Tekstil daha az kuruluş sermayesi gerektiren,
geniş bir tüketim pazarı olan ve ilk yatırımını hemen amorti edebilen bir
sektördü.
Daha sonraki teknolojik buluşlar bu sektörde üretimin tamamen
yenilenmesine, üretim ve örgütlenme bilgisinin artmasına, sermaye ve
nitelikli işgücü birikimine zemin hazırladı. Bu temeller üzerinde yükselen
sanayi devrimi, demir-çelik üretimi, makine yapımı ve demiryolu gibi
alanlarla ağır sanayiye sıçradı.
Teknoloji alanında öncü olduklarının farkında olan İngiltere merkantilist
politikaların da etkisiyle, makine, nitelikli işgücü ve imalat tekniklerinin
ihracını yasaklamaya çalıştı. Ama bu tekelin sonsuza kadar
sürdürülmesi mümkün değildi. Öte yandan bazı İngilizler de yurtdışında
kârlı yatırımlar yapabileceklerini görüyorlardı. Aynı zamanda Avrupalı
işadamları da İngiliz üretim bilgisini ülkelerine çekmeye çalışıyorlardı.
Sonunda 1807 yılında iki İngiliz girişimci, Belçika’da atölyeler kurarak
sanayi devrimini İngiltere dışına çıkardı. Böylece Belçika sanayi
devriminin yaşandığı ikinci Avrupa ülkesi oldu. Onu Fransa ve diğer
ülkeler takip etti.
Sanayi devrimi ile birlikte demir-çelik sektörü ön plana çıktı. Yakıt ve
mekanik güç kullanımında kömür, buhar makinesi, elektrik, petrol, içten
yanmalı motor gibi yeni enerji kaynakları devreye girdi.
İplik eğirme makinesi, buhar gücüyle çalışan, seri imalat yapan ve insan
gücü ihtiyacını azaltan tezgahlar yapılarak fabrika denilen üretim
organizasyonları ortaya çıktı. Buharlı lokomotif, buharlı gemi, otomobil,
radyo, uçak, telgraf gibi icatlarla ulaşım ve iletişimde büyük gelişmeler
sağlandı. Teknolojinin tarıma uygulanmasıyla hububat başta olmak
üzere pek çok tarım ürününde büyük artışlar meydana geldi. Kırsal
kesimden kentlere doğru büyük göçler yaşandı ve nüfusu milyonu
geçen kentler ortaya çıktı. Tabii ki bu da kültürel değişim ve dönüşümü
hızlandırdı.
19. yüzyılın ikinci yarısında sanayileşen Avrupa ülkeleri bir yandan
kendi ürettikleri mamul mallar için pazarlar bulma, diğer yandan da bol
ve ucuz gıda ve hammadde kaynakları bulma arayışına giriştiler. Üretim
ve ticaret hacminde o güne kadar görülmemiş boyutlara ulaşılmıştı.
Demiryolları ve gemi teknolojisindeki gelişmeler sayesinde üretim bütün
dünyaya pazarlanmaya başlamış ve böylece günümüzdeki sanayi
kapitalizmi ortaya çıkmıştı.
Teknoloji, sermaye ve ekonomi alanında güçlenen Avrupa devletlerinin
bu gücü askeri ve siyasi alana da yansıyordu.
Güç ve kudret sahibi Avrupa ülkeleri sömürge ülkeleri ve sanayileşmeyi
başaramamış Doğu üzerinde hakimiyet kurdular ve emperyalist bir
siyaset takip etmeye başladılar. 19. Yüzyıl ortalarında
sömürgeleştirilmemiş çok az Asya ve Afrika ülkesi kalmıştı. Bunlardan
biri de Osmanlı İmparatorluğu idi.
Bu sırada ardarda askeri yenilgilere uğrayan Osmanlı, sanayi devrimi
gelişmelerini takip edebilecek durumda değildi. Rusya ve Avusturya
karşısında askeri yenilgiler alındığı için öncelikle askeri alanda yatırım
ve reformlara girişildi. III. Selim döneminde Nizam-ı Cedit reformlarına
başlanıp iyi bir ordu kurulmaya ve tersanelerde modern gemiler
yapılmaya çalışıldı. Ancak bu reformlar, onları gavurlaşma olarak gören
ulemanın ve eskiden beri sahip oldukları imtiyazları kaybetmek
istemeyen Yeniçerilerin tepkisine yol açtı; sonuçta çıkan bir
ayaklanmayla III. Selim tahttan indirildi ve reformlara son verildi. Yerine
geçen II. Mahmut bir yandan yeniçerilerle mücadele ederken diğer
yandan da artık iyice güçlenmiş olan ayanları ortadan kaldırmaya
çalıştı. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra reformlar da
rayına oturdu.
Osmanlı ekonomisi aslında 18. Yüzyılın son çeyreğine kadar iyi
durumdaydı. Ama Rusya ve Avusturya ile uzun süren savaşlar ekonomik ve
mali dengeyi bozdu. 19. Yüzyıl başında Osmanlı ekonomisi üretim düzeyi,
sermaye birikimi ve teknolojik değişme açısından bir durgunluk dönemine
girdi. Bu süreçte Osmanlı yönetimi içte ve dışta iki önemli gelişmeyle karşı
karşıya idi. Batı Avrupa ekonomik ve askeri alanda büyük bir sıçrama
yapmıştı. Avrupa’nın ekonomik yayılmasının ne gibi sonuçlara yol
açabileceği kestirilemiyordu. Ama Napolyon’un Mısır seferinde gösterdiği
başarı, askeri alandaki gelişme konusunda bir fikir veriyordu. Osmanlı
yöneticilerini kaygılandıran en önemli unsur ise Rusya’nın Akdeniz’e yayılma
siyaseti izlemesiydi. 1830’larda Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın
devletin varlığını tehdit edecek ölçüde güçlenmesi de reformları hızlandıran
bir etken oldu.
Bu süreçte II. Mahmut ayanları ortadan kaldırarak daha merkeziyetçi bir
devlet kurmaya çalışıyordu. Merkezi otoriteyi güçlendirmek için güçlü bir
maliye gerekiyordu ve Evkaf Nezaretini kurarak vakıf gelirlerini hazine lehine
denetleme girişmişti. Ayrıca 2500 kadar tımarı sipahilerden alarak iltizam
sistemine aktarmıştı. Ama sürüp giden savaşlar ve artan masraflar
yüzünden bu girişimler mali sıkıntıları hafifletmeye yetmedi. Bunun üzerine
Tanzimat döneminde vergi reformları yapılmaya başlanacaktır.
19. Yüzyılda Osmanlı Sanayii
Osmanlı Devleti 18. ve 19. Yüzyıllarda devlet teşebbüsü ve
sermayesiyle birçok imalathane, atölye ve fabrika kurdu. Bunların bir
kısmı devlet tarafından işletildi. Bir kısmı ise özel kişilere kiralandı veya
devredildi. Bunlar arasında çini imalathaneleri, çuha ve kağıt fabrikaları,
ipekli dokuma atölyeleri, yelken bezi tesisleri, barut ve silah fabrikaları
vardı. Bu endüstriyel yatırımlar 1840’larda daha da hızlandı. Dokuma,
deri, gıda, cam, kağıt gibi tüketim malları üreten fabrikalar kuruldu. Özel
sektörün de fabrikalar kurması için çeşitli teşvikler uygulandı ve idari
kolaylıklar sağlandı. Bununla birlikte devlet yatırımı olarak kurulan
fabrikaların bir kısmı bilgi ve tecrübe eksikliği, kötü işletmecilik, Avrupa
mallarının rekabeti gibi sebepler yüzünden kapanmak zorunda kaldı.
1838 Baltalimanı Anlaşması da devletin sanayileşme programına ket
vuruyordu. Bundan bir süre sonra devlet sanayileşme yolunda özel
girişimlere destek vermeyi ve daha düzenleyici bir rol üstlenmeyi tercih
etti. Kısacası sanayi devrimi Osmanlı ekonomisinde köklü bir değişikliğe
yol açmıştı.
Osmanlı, Avrupa ile olan ticari mübadelede sanayi mamulleri ithal eden
ve karşılığında tarım ürünleri ve çeşitli hammaddeler ihraç eden bir ülke
haline geldi. Bu değişimlerden en çok pamuklu dokuma sektörü
etkilenmişti. 19. Yüzyılın başına kadar Osmanlı Avrupa’ya pamuklu
kumaşlar ihraç ederken 1820’lerden sonra Osmanlı pazarını ucuz
Avrupa dokumaları istila etti.
Osmanlı toplumunun sanayileşmesindeki en büyük engel teknolojinin
statik bir biçimde algılanmasıydı. Sanayi tesisleri padişahların emir ve
arzuları üzerine kurulmuş; bu yatırımların fizibilite çalışmaları
yapılmamıştı. Dolayısıyla Avrupalı benzerleriyle rekabet güçleri yoktu.
Ayrıca teknoloji de satın alınmış ama onu geliştirme yönünde hiçbir
araştırma-geliştirme yapılmamıştı. Teknoloji kısa sürede eskiyince
fabrikalar da ekonomik verimliliğini kaybetmeye başlamıştı.
1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması
16 Ağustos 1838 tarihinde Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında bir
ticaret anlaşması imzalandı. Bu anlaşmayı, aynı yıl Fransa ve daha
sonra da diğer Avrupa devletleriyle imzalanan benzer hükümler içeren
anlaşmalar takip etti.
Bu anlaşmanın getirdiği en önemli düzenlemelerden biri yed-i vahit
denilen Osmanlı devletinin dış ticarette uyguladığı tekel düzeniyle
ilgiliydi. Osmanlı devletinin ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayanıyordu.
Ama arz-talep dengesini oluşturacak mekanizmalar gelişmiş değildi. Bu
sebeple İstanbul gibi büyük şehirlerin ikmal ve iaşesi büyük önem arz
ediyordu. Bunun için de devlet belli ürünlere daha üretim yerinde el
koyuyor ve büyük şehirlere sevk ettiriyordu. Büyük şehirlerde depolara
konan mallar devlet tarafından tayin edilen eminler aracılığıyla esnafa
dağıtılıyor ve devletin belirlediği fiyattan satılıyordu. Kısacası üretim ve
ticaretle ilgili hemen her türlü ekonomik faaliyet devletin denetimine ve
iznine bağlıydı. İhracat ise ancak bu tüketimden arta kalan mallar için
söz konusuydu. Yed-i vahit düzeninde devlet bir malın herhangi bir
yöredeki dış ticaretini özellikle de ihracatını bir özel kişinin tekeline
bırakabiliyordu. Belirli hammaddelerin veya gıda maddelerinin darlığının
çekildiği yıllarda o malların ihracatı tamamen yasaklanabiliyor, savaş
döneminde maliyeye ek gelir sağlamak için dış ticarete olağanüstü
vergiler konabiliyordu. İşte Baltalimanı Antlaşmasıyla devlet dış ticaret
alanındaki bu tekel düzenini kaldırdı ve olağanüstü vergiler veya
sınırlamalar koyma hakkından vazgeçti.
Böylece Osmanlı’daki hammaddelerin ihracı kolaylaşmış oluyordu. Mali
bunalım döneminde başvurulan olağanüstü vergiler de kalktığı için
devlet önemli bir gelir kaynağını kaybetmiş oluyordu. Nitekim 1853’te
başlayan Kırım Savaşı’nda bunun etkileri görüldü. Devlet bu sırada
yaşanan mali sıkıntıyı aşabilmek için Avrupa devletlerinden borç almak
zorunda kalmıştı.
Baltalimanı Antlaşması’nın bir diğer yönü ise gümrük vergilerinin düzeyi
ile ilgiliydi. Bu antlaşmadan önce Osmanlı hem ithalattan hem de
ihracattan %3 oranında gümrük vergisi alıyordu. Ayrıca transit ticarette
de yerli ve yabancı tüccarlar %8 oranında iç gümrük vergisi ödüyorlardı.
Baltalimanı Antlaşması ile ihracat vergileri %12’ye, ithalat vergileri %5’e
çıkarıldı. Fakat yerli tüccarlar iç gümrük vergilerini ödemeye devam
ederken yabancı tüccarlar bu uygulamadan muaf tutuldu. Böylece
yabancı tüccarlar önemli bir imtiyaz elde ettiler.
Dış ticaretteki devlet müdahalesi ve tekelinin kaldırılmasından sonra
kısa vadede bu antlaşmanın bazı faydaları görüldü. Örneğin hammadde
ihracatında ciddi artışlar meydana gelmişti.
Antlaşmayla gümrük vergilerinin oranı arttırılmış ise de Osmanlı Devleti
kendi gümrük vergilerini Avrupa devletleriyle birlikte tespit etmeyi ilke
olarak kabul ettiği için bağımsız bir dış ticaret politikası izleme
hakkından da vazgeçmiş oluyordu. Nitekim ilerleyen süreçte Osmanlı
Devleti’nin mali ve siyasi bunalımlarından faydalanan Avrupa devletleri
1860 yılında ihracattan alınan gümrük vergisini %1’e indirtmeyi
başardılar. İthalattan alınan vergiler ise 1860’ta %8’e, 1905’te %11’e ve
1908’de %15’e çıkarıldı. Baltalimanı Antlaşması’ndan en fazla olumsuz
etkilenen kesim lonca esnafı ve yerli sanayi oldu. Avrupa malları
karşısında rekabet edemeyen pek çok yerli dokuma tezgahı kapanmak
zorunda kaldı. Baltalimanı Antlaşması, esas olarak, İngiltere ve Fransa
başta olmak üzere Avrupa devletlerinin siyasi desteğini elde etmek
amacıyla yapılmıştı. Osmanlı Devleti bu sırada Mısır Valisi Mehmet Ali
Paşa’nın yarattığı siyasi ve askeri buhranla uğraşıyor ve Rusya’nın
tehdidini de ensesinde hissediyordu. Bu antlaşma Mısır’ı da etkiliyor ve
gümrük gelirlerini azaltıyordu. Antlaşmanın imzaladığı dönemde İngiltere
ile Osmanlı’nın karşılıklı çıkarları aynı noktada birleşiyordu. Osmanlı için
Avrupa devletler sisteminin (Concert Europenne) bir parçası olarak
tanınmak, imparatorluğun uzun süreli varlığını garantiye almak yönünde
önemli bir adımdı.
İngiltere’ye göre ise modernleşmiş, merkezi ve laikleşmiş bir Osmanlı
idaresi, imparatorluğun toprak bütünlüğünün korunmasında daha etkili
olabilirdi. Bu sayede İngiltere Hindistan ticaret yolunu güven altına almış
olurdu. Bundan dolayı 19. Yüzyılda Babıali ticari meselelerde daha
hoşgörülü yaklaşırken, İngiltere de Osmanlı reformlarının ana destekçisi
haline gelmişti.
19. Yüzyılda Osmanlı Dış Ticareti
19. yüzyılda uygulanmaya başlayan serbest ticaret politikaları Osmanlı
ekonomisini dünya ekonomisi ile bütünleştirmeye başladı. Osmanlı
ekonomisi hammadde ihraç eden, mamul mal ithal eden bir ekonomi
haline gelmeye başladı. Toplam üretiminin %10’unu, tarımsal üretiminin
ise %20’den fazlasını ihraç ediyordu. Avrupa’nın sanayileşmesi nüfus
artışına yol açmış, bu da gıda maddelerine olan ihtiyacını arttırmıştı.
Bundan dolayı 1820’lerden itibaren Osmanlı tarım ürünlerinin Avrupa’ya
ihracatı arttı. Diğer taraftan Avrupa sanayiinin ihtiyaç duyduğu çeşitli
hammaddelere yönelik ihtiyaç da arttı. Bu durum Osmanlı’da tarım
ürünleri üretimini arttırdı. 1860’larda itibaren demiryollarının
yaygınlaşmaya başlamasıyla Osmanlı dış ticaretinde önemli gelişmeler
oldu.
1866’da hizmete giren İzmir-Aydın demiryolu İzmir limanının önemini
arttırdı. Yine 1890’larda Konya ve Ankara’ya ulaşan demiryolu Orta
Anadolu hububatının dış pazarlara ulaşımını sağladı.
1840’larda Osmanlı’nın dış ticaretinde en büyük pay o sırada dünyanın
siyasi ve askeri bakımdan en güçlü devleti olan İngiltere’ye aitti. İngiltere
rakipsiz bir şekilde Akdeniz ticaretine hakimdi. 1869’da Süveyş
Kanalı’nın açılmasından sonra bu hakimiyet pekişmiş, Hindistan malları
Akdeniz yoluyla Avrupa’ya taşınmaya başlanmıştı. Fransa Napolyon
savaşları sırasında Akdeniz ticaretinde büyük güç kaybına uğramıştı.
Ama 19. Yüzyılın ortalarından itibaren, III. Napolyon döneminde hem
siyasi ve askeri güç, hem de ekonomik güç olarak yükselişe geçmiştir.
Almanya, birliğini sağladığı 1870’lerden itibaren Avrupa’nın süper gücü
haline gelmiş ve giderek güçlenen sanayisinden dolayı İngiltere ve
Fransa ile kıyasıya bir hammadde ve pazar yarışına girmişti. Ama
dünyanın büyük kısmının İngiltere ve Fransa’nın sömürgesi olmasından
dolayı Almanya hammadde açısından sıkıntıya girmeye başlamıştı.
1880’lerden itibaren Osmanlı ile Almanya arasında gelişen siyasi
ilişkiler, ekonomik ilişkileri de güçlendirdi.
19. yüzyılda demiryolu, telgraf, posta teşkilatı gibi taşıma ve iletişim
araçlarında yaşanan gelişmeler ticari hayatı da canlandırdı. Şehirlerin
nüfusu artmaya başladı. Bu durum tarım üretiminin de artmasını
sağladı. Devlet de tarımın gelişmesi için teşvik edici bazı tedbirler aldı.
Çiftçilere kredi vermek üzere Memleket Sandıkları kuruldu. Daha sonra
1888’de bu iş Ziraat Bankası’na devredildi. Ayrıca her vilayette Ticaret
ve Ziraat Odaları kurularak üretimin artması için gayret sarf edildi.
Süveyş Kanalı’nın açılması ve sanayileşen Avrupa devletlerinin
kendilerine yeni pazarlar araması Akdeniz’deki ticari canlılığı arttırdı.
İzmir, İstanbul, Samsun, Trabzon ve Suriye limanlarının iş hacmi
genişledi. İzmir, Batı Anadolu’da üretilen pamuk, tütün, incir, üzüm,
zeytinyağı ve afyon gibi tarım ürünlerinin ihracat merkezi haline geldi.
Dış Borçlanma ve Duyun-u Umumiye
Osmanlı Devleti 19. Yüzyılın ortalarında özellikle savaşlardan dolayı
artan devlet harcamalarını ve Tanzimat reformlarını finanse edebilmek
için dış borç alma ihtiyacı duydu. İlk dış borçlanmaya 1854’te Kırım
Savaşı’nın masraflarını karşılamak için gidildi. İngiltere’den %6 faizle
alınan 2.5 milyon Osmanlı altını borca karşılık Mısır’dan gelen vergi
teminat olarak gösterildi.
1855’te bu kez %4 faizle 5.6 milyon altınlık borç alındı. Buna karşılık
olarak ise Suriye ve İzmir gümrük gelirleri gösterildi. Dış borçlar bütçe
açığını kapatmak için yeterli olmayınca kağıt para çıkarıldı ve iç
borçlanmaya gidildi. 1875’lere kadar bu dış borçlar sürekli devam etti
ama alınan borçlar verimsiz ve döndürülemez alanlara yatırıldığından
hazinenin yükü hafiflemedi, tam tersine arttı. Devlet borçların ödemesini
1875’te kısmen, 1876’da ise tamamen durdurarak mali iflasını ilan etti.
Alınan borçların çok küçük bir kısmı demiryolu, limanlar gibi bayındırlık
tesislerine, vilayetlerin ıslahına, Galatasaray Lisesi, Şurayı Devlet
(Danıştay) gibi bazı eğitim, mülkiye ve adliye organlarına harcandı.
Büyük kısmı ise savaş ve isyan masraflarına, bütçe açıklarına ve saray
inşaatlarına harcandı. Borçların faizi çok yüksekti ve zamanla devlet
borçları ödeyebilmek için yeniden borç almaya başladı. Yani devlet
borcu borçla kapatmaya çalışıyordu. 1875 yılına gelindiğinde ödenmesi
gereken yıllık borç taksiti 14 milyon altındı. Oysa imparatorluğun bütün
gelirleri 18 milyon altın civarındaydı.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı Osmanlı maliyesinin iflasında bir dönüm
noktasıdır. Savaş masraflarının yanı sıra kaybedilen bu savaş sonunda
Rusya’ya tazminat ödenmek zorunda kalınması Osmanlı maliyesini tam
bir iflasa sürükledi.
Bunun üzerine 1881 yılında Duyun-u Umumiye idaresi denilen ve
alacaklı devletlerin tayin ettiği yöneticilerden oluşan bir teşkilat kuruldu.
1881 yılında çıkarılan ve Muharrem Kararnamesi denilen kararname ile
Ruslara ödenmesi gereken savaş tazminatı da dahil edilerek bütün
Osmanlı borçları birleştirildi ve ciddi oranda indirime tabi tutuldu.
Borçların ödenebilmesi için tuz ve tütün tekelleri, damga resmi, balıkçılık
ve alkollü içki vergileri ve Doğu Rumeli vilayetinin ödediği yıllık vergi bu
idareye tahsis olundu. 1883’de faaliyete geçen Duyun-u Umumiye
neredeyse bir devlet içinde devletti. Bu idarenin 6 bin memuru
bulunmaktaydı.
Lozan Antlaşması imzalandığında Osmanlı borçlarının 161 milyon
altınlık kısmı halen ödenmemişti. Türkiye Cumhuriyeti’nin payına 107
milyonluk borç kalmıştı. Cumhuriyet döneminde Duyun-u Umumiye
kaldırılmış; ama borçlar muntazaman ödenmiştir.
Osmanlı maliyesinin borç batağına saplanmasının en önemli nedeni
borçlanmanın çok olumsuz şartlarda gerçekleşmesidir. Devlet çok
yüksek faizle borçlandığından bir altın borç alabilmek için iki altın
borçlanılmıştır. 1854-74 yılları arasındaki 20 yıllık dönemde yabancı
piyasalardan 234 milyon altın lira borçlanılmış ama hazineye sadece
120 milyon altın lira girmişti.
Duyun-u Umumiye Osmanlı borçlarını programa bağlamış ve Avrupa ile
ilişkileri istikrara kavuşturmuştu ama Osmanlı devletinin ekonomik
bağımsızlığını sona erdirdi. Devletin vergi kaynaklarının bir kısmı
yabancı bir komisyonun kontrolüne geçmişti.
Öte yandan 19. Yüzyılda modernleşme amacıyla yapılan askeri ve
siyasi reformlar kültürel alanda da hızlı bir Avrupalılaşma sürecini
başlattı. Avrupalılar gibi giyinme, yeme-içme alışkanlıkları Osmanlı
toplumuna girdi. Üst sınıflarda bu kültürel değişim daha hızlıydı. Kırım
Savaşı sırasında İngiliz ve Fransız sosyetesi İstanbul’a gelmişti. Bunlar
İstanbul’a Avrupai günlük yaşamı da getirdi. Öncelikle saray ve konak
halkı sonra da sıradan insanlar onları taklide başladı. Kısacası Avrupa
tüketim kültürü de Osmanlı’ya girmiş oluyordu. Avrupai tarzda günlük
hayat ve tüketim için Avrupa’dan mobilyalar, ev eşyaları, giyim kuşam
malzemeleri, sofra takımları ve hatta gıda maddeleri ithal edilmeye
başlandı. Bu durum ithalat-ihracat dengesini alt üst etti.

You might also like