Osmanlı’da tımar sistemi uygulanan yerlerde tahrir (yazım, sayım)
işlemi tamamlandıktan sonra tespit edilen vergi gelirleri genel olarak üçe ayrılırdı. Bir kısmı has, zeamet ve tımar şeklinde dirlik sahiplerine tahsis ediliyor, bir kısmı vakıf hissesi olarak vakıflara bırakılıyor, diğer kısmı ise “havass-ı hümayun” adı altında merkez hazinesine alınıyordu. Dirlik sahipleri kendilerine bir padişah beratıyla verilmiş olan gelirlerini kanunnamelerde belirtilen şartlar çerçevesinde bizzat tahsil ediyorlar veya adamlarına toplattırıyorlardı. Vakıflarda ise vergi gelirlerini cabi adı verilen bir görevli topluyordu. Devlete ait vergi ve gelir kaynakları kısaca mukataa olarak isimlendiriliyordu. Mukataa, gelir kaynağının cinsine göre, cizye mukataası, iskele mukataası, mizan mukataası gibi kısımlara ayrılıyordu. Devletin en önemli uğraşlarından birisi kağıt üzerinde tahakkuk eden gelirlerin bir an önce nakit olarak hazineye girişini sağlamaktı. Mukataa gelirlerini toplamak için de devlet genel olarak iki yola başvuruyordu: İltizam ve emanet İltizam Usulü Devlet mukataa gelirlerinin hazinede toplanmasını sağlamak için her bir mukataayı devlet merkezinde veya mukataanın bulunduğu yerdeki kadılıkta müzayedeye çıkarıyordu. İltizam ve emanet işlerini yürüten kurum ise hazine-i amire idi. Müzayede esnasında hazineye en fazla fiyatı teklif eden ve bir kısmını peşin vermeyi kabul eden kişi iltizamı alıyordu. Peşinat miktarı ne kadar fazla olursa devlet açısından o kadar iyiydi. Zira iltizamdan amaç, bir an önce hazineye peşin para girişinin sağlanmasıydı. Devletin her türlü cari harcamaları hazine-i amire tarafından yapıldığından buna şiddetle ihtiyaç vardı. Mukataalar genellikle mali yılbaşı olan Mart ayında iltizama verilirdi. Müzayede sonunda mukataaya en yüksek fiyatı ve en fazla peşin parayı vermeyi kabul eden kişi iltizamı alıyor ve bu kişiye mültezim ve emin deniyordu. Müzayededen sonra mültezim ile devlet arasında bir sözleşme yapılıyordu. Bu sözleşmede her iki tarafın talep ve taahhütleri tek tek kaydediliyordu. Bu arada iltizam müddeti bitmeden başkaları mukataa bedelini arttırabilirdi. Buna ziyadeleştirme (çoklaştırma) deniyordu. Bu durumda mukataayı ilk önce iltizamla almış olan kişi, zimmetinde mukataa varsa defterdar ve kadı huzurunda hesaplaşıp, bu mukataa malını, iltizam bedelini ziyadeleştirerek yeni almış olan kişiye devretmek zorundaydı. Diğer taraftan bu şekilde iltizam bedelinin ziyadeleştirilmesi sonucu iltizamı devretmek zorunda kalan kişiler çoğu kez hazineye yatırmış oldukları peşin parayı geri istiyorlardı. Bu hususlar mukataa ile ilgili iltizam sözleşmesinde genellikle tespit edilmiş oluyordu. 16. ve 17. Yüzyıllarda mukataaları iltizam ya da emanet yoluyla alanlar genellikle ehl-i örf tabir edilen devlet memurlarıydı. İltizam işlerine çoğunlukla ehl-i örfün girmesinin çeşitli sebepleri vardı. En önemlisi hazineye yatırılması gereken peşinat miktarıydı. Binlerce altın tutarındaki peşinatı verebilmek için mültezim olan kişinin oldukça varlıklı olması gerekiyordu. Bu kadar varlık da üst düzey askeri bürokratlarda bulunabilirdi. Ancak, sadece zengin olmak iltizam işlerine girmek için yeterli değildi. Özellikle Doğu Anadolu gibi merkezden uzak ve güçlü aşiretlere dayalı feodal yapının hüküm sürdüğü yerlerde zengin olmanın ötesinde, iltizam işini yürütebilmek için gerekli güç ve otoriteye de sahip olmak lazımdı. Zira mukataa gelirlerini toplarken bu gibi yerlerde her zaman çeşitli güçlüklerle karşılaşmak mümkündü. Teorik olarak defter ve kanun gereğince herkes üzerine düşen vergiyi ödemekle yükümlüyse de pratikte vergisini ödemeye yanaşmayanlar olduğu gibi, çeşitli ihtilafların çıkması da muhtemeldi. Bu sebeple vergi toplama işi dirayetli ve muktedir kişilerin harcıydı. Bu özelliklere sahip zümre ise, daha önce de belirttiğimiz gibi kapıkulu mensupları ile sancakbeyi, mütesellim, kethüda gibi yerel idarecilerdi. İltizam sisteminin birtakım sakıncaları da vardı. Öncelikle mültezimin vergi kaynağını ne kadar müddetle elinde tutabileceğini bilmemesi mukataanın aşırı ölçüde sömürülmesine yol açıyordu. Çünkü belirsizlik karşısında mültezim en kısa zamanda yatırımının karşılığını almaya çalışıyordu. İkincisi ise sistemin vergi toplama konusunda mültezimi serbest bırakmasıydı. Peşinat dışında hazineye mukataa gelirlerinin aktarımı ise yavaş işliyordu. Emanet Usulü Eğer müzayede sonunda iltizamı alan çıkmazsa, bu durumda devlet, mukataa gelirlerinin tahsili için ulufeli bir memur tayin ediyordu. Bu kişiye emin deniliyordu. Emanet suretiyle mukataayı iltizamına alanlar da hazineye belirli bir meblağı ödemek mecburiyetindeydi. Çünkü herhangi bir sınır konmazsa eminler mukataanın gelirini gerçek olandan çok daha az gösterebilir ve hazineyi zarara uğratabilirdi. Gelirinin toplanması emanet usulüyle verilen yerler, ya mültezimlere çekici gelmeyen ya da madenler gibi stratejik öneminden dolayı devlet tarafından denetlenmesi gereken işletmelerdi. Osmanlı mali sisteminde emanet usulü iltizama tercih ediliyordu. Emanette bulunduğu sırada bir mukataa için yeniden müzayede düzenlenebiliyordu. Bu şekilde iltizamı alanlar da çok defa emaneti yürüten ulufeli memurlar oluyordu. Emin ve mültezimden başka mukataa ile ilgili işlerin kontrolü için birkaç kaza veya sancaktaki mukataalar bir nezaret altında toplanırdı. Bunun başında bulunan kişiye nazır denir ve genellikle o bölgedeki emine verilirdi. Nazırın dışında mukataanın bulunduğu çevrenin kadısı veya merkezden gönderilen bir çavuş da mukataayı işleten görevlilerin yolsuzluklarını önlemek veya meydana gelen yolsuzlukları araştırmak için müfettiş olarak tayin edilebiliyordu. Birkaç kaza veya sancağın mukataalarını iltizama alan kişiler de mukataayı meydana getiren her bir mukataayı yerel kadılıkta müzayedeye çıkararak iltizama verebiliyorlardı. Bunun, günümüzdeki taşeron işletmeciliğe benzediğini söyleyebiliriz. İltizam veya emanet genellikle üç yıllığına verilirdi. Emin veya mültezimler mukataalardan elde ettikleri gelir her yıl biri Nevruz (Mart), diğeri Ağustos ayında olmak üzere iki eşit taksitle hazineye yatırmak zorundaydılar. Bu taksitlerden her birine irsaliye adı veriliyordu. Bunun dışında devlet, bazı cari harcamalar için veya mukataanın bulunduğu bölgedeki harcamalar için mukataa gelirlerinden ödeme yapılmasını emine bildirebiliyordu. Bu ödemeler hazineden alacağı olan sipahi, azeb, reis gibi ellerinde mukataa gelirlerinden ödeme yapılmasına dair hükm-i şerif bulunan kişilere doğrudan yapılabildiği gibi mukataa gelirini toplamak için görevlendirilmiş havale adı verilen memurlara da yapılabiliyordu. Havale denilen bu memurlar merkezden görevlendirilirdi ve çoğu kez hazineye acil para girişini sağlamak için mukataa bölgelerine yollanırdı. Emin, bu türden bir ödeme yaptığında kadıya giderek iltizam fermanının arkasına yaptığı bu ödemeleri hüccet olarak kaydettiriyordu. Bu şekilde emin, yaptığı bu ödemelerin irsaliye çerçevesinde ödeyeceği miktardan mahsup edilmesini sağlıyordu. Bir iltizam dönemi bitince muhasebe işlemleri yapılıyor ve kesin hesap görülüyordu. Bu hesaplaşma sonunda emin veya mültezimler çoğu kez borçlu çıkıyorlardı. Mukataa gelirinden eminin zimmetinde kalan bu meblağa bakiye deniyordu. Hazine eminin zimmetindeki bu bakiyeyi tahsil edebilmek için çeşitli çarelere başvuruyordu. Emin borcunu ödemekte direnir ya da geciktirirse mallarına el konabiliyor, hatta hapse atılabiliyordu. Burada oldukça ilgi çekici bir husus vardır. Mukataa emini mukataayı bir dönem daha iltizama alabilmek için eski borcunu pazarlık konusu yapabiliyordu. Malikane Sistemi Osmanlı maliyesi hazineye daha fazla ve acil gelir temin etmek amacıyla vergi toplama hakkını ömür boyu olarak mülk olarak sattı. Bu sistem 1695’ten Tanzimat’a kadar uygulandı. Malikane denilen bu sistemde bir kimseye hayatı boyunca gelirinden yararlanmak, ama miras bırakmamak şartıyla belirli bir bölgenin vergi toplama hakkı veriliyordu. Bu hakkın verilmesi müzayede ile oluyor, müzayedede hazineye en yüksek peşin para ödemeyi teklif eden kişi malikaneci oluyor ve hayatta olduğu sürece mukataayı tasarruf etme hakkını elde ediyordu. Malikanecinin oldukça geniş idari ve inzibati yetkileri vardı. Sahibi ölen malikane, yeniden satışa çıkarılıyordu. Malikane sistemi iltizam sisteminin sakıncalarını gidermek için geliştirilmişti. İltizam sisteminde her ne kadar mültezim mukataayı belli bir süreliğine (buna tahvil deniyordu ve genellikle 3 yıllıktı) tasarrufunda bulundurabiliyorsa da, yine de ortada bir belirsizlik vardı ve bu durum da sık sık hukuksal uyuşmazlıklara yol açabiliyordu. Malikane sisteminde vergi toplama hakkının ömür boyu verilmesiyle bu sorun ortadan kalkmıştır. Bunun dışında malikaneci malikanesini hayattayken üçüncü kişilere satabiliyordu. Bu satış işleminden devlet %10 vergi alıyordu. Malikane sistemi sayesinde toplanan vergi gelirlerinde iltizam sistemine göre ilk başlarda ciddi artışlar meydana gelmişse de uzun vadede malikane sistemi arzu edilen sonuçları vermedi. Bu usulle bütçe gelirlerinin ancak %2’si ila %5’i arasında bir gelir elde edilebildi. Diğer taraftan malikane sistemi toprakta özel mülkiyete doğru gidişin ilk adımı da sayılmaktadır. Dirlik Usulü Devlet vergi gelirlerinin bir kısmını has, zeamet ve tımar olarak asker, memur ve yüksek dereceli devlet memurlarına dirlik olarak dağıtmıştı. Tımar sistemi denilen bu sistemde vergileri dirlik sahipleri topluyordu. Osmanlı’da Devlet Giderleri Personel Giderleri Devletin personel gideri denilince devletten maaş alan herkese yapılan harcamalar akla gelir. Bunların içinde en önemli grup kapıkulu ordusudur. Bunlar nakit maaş aldıkları için Osmanlı hazinesi için en büyük yükü 3 ayda bir ödenen ulufe teşkil ediyordu. 16. Yüzyılın ortalarında Osmanlı düzenli ordu birliklerinin sayısı 87.000 civarındaydı. Bunların 37 bini taşrada tımar ve zeamet sahipleri, 50 bini ise ulufeli askerlerden oluşuyordu. Bu ordu için ayrılan yıllık maaş ve tahsisat 265 milyon akçeyi geçiyordu. O dönemde toplam devlet gelirlerinin 538 milyon akçe olduğu göz önünde bulundurulursa gelirlerin yaklaşık yarısının asker maaşlarına sarf edildiği ortaya çıkmaktadır. Veziriazam, vezirler, beylerbeyleri ve sancakbeyleri gibi yüksek rütbeli devlet adamları, maiyetlerindeki kapu halkı denilen personelin masraflarını kendileri karşılıyorlardı. Yüksek dereceli ulema için de aynı durum söz konusuydu. Askeri Harcamalar Osmanlı Devleti gaza ve cihat ideolojisine dayanan, gücünü güçlü bir ordudan alan bir devletti. Padişahın en önemli görevlerinden biri gaza yoluyla fetihler yaparak imparatorluğu genişletmekti. Bu sebeple askeri harcamalar ve sefer masrafları devlet harcamaları içinde en önemli kalemi oluşturuyordu. Örneğin bir kadırga filosunun yıllık idame (sürdürebilme) masrafları 500 bin duka altını buluyordu. Bu da zaten Mısır eyaletinden iç hazineye gönderilen meblağa eşitti. Ayrıca imparatorluğun Avrupa, İran, Kafkasya, Rusya ve Polonya sınırlarında yüzlerce kale ve buralarda yeniçeriler ve garnizonları bulunuyordu. bunlar da üç ayda bir ulufe alıyorlardı. Devlet, 16. Yüzyılda sefer masraflarının finansmanı için olağanüstü bir vergi olarak avarız topluyordu. Bir sefere karar verilince sefer masrafları tahmini olarak ortaya konuyor ve bu rakam daha önceden tespit edilmiş olan avarız hanelerine bölünüyordu. Böylece 5, 10, 15 veya 20 evden oluşan avarız haneleri başına düşen vergi de ortaya çıkıyordu. 17. Yüzyılda avarız vergisi sürekli bir vergiye dönüşmüştü. Bayındırlık Giderleri Devlet, halkın kullanımı için yollar, köprüler, hanlar yaptırıyordu. Padişahların inşa ettirdiği saraylar, köşkler, kasırlar da kamu harcamaları içinde değerlendiriliyordu. Köprü, han, hamam, medrese, mektep, cami ve benzeri bazı yapılar ise vakıf eseri olarak hayırseverlerce yaptırılırdı. Eğitim ve Sağlık Giderleri Eğitim ve sağlık giderleri için Tanzimat dönemine kadar devlet bütçesinden harcama yapılmamıştır. Çünkü okul, medrese, yurt, imarethane ve darüşşifalar şahıslar tarafından vakıf olarak inşa ettirilir, bunların giderleri de yine vakıf tarafından karşılanırdı. 19. Yüzyılda Osmanlı Ekonomisi Osmanlı İmparatorluğu 19. Yüzyıla girerken askeri ve siyasi açıdan birçok sorunla karşı karşıyaydı. 1770’lerden itibaren Rusya ve Avusturya ile yapılan bir dizi savaş mağlubiyetle sonuçlanmış ve devlet acilen askeri reformlara gitme ihtiyacı hissetmişti. 1790’larda Nizam-ı Cedit hareketi başlamışsa da bu reformlara Yeniçeri Ocağı’nın ve geleneksel düzeni savunanların karşı çıkması üzerine reformlara son verilmiş ve padişah III. Selim tahttan indirilmişti. Sultan II. Mahmut ise bir taraftan reformlar yapmaya, bir taraftan Sırp ve Yunan isyanlarını bastırmaya ve bir taraftan da Rus saldırılarına karşı koymaya çalışıyordu. 17. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı dünyanın birinci büyük devleti olma konumunu kaybetmiş, siyasi, askeri ve ekonomik bakımdan Avrupa devletlerinin gerisine düşmüştü. Ekonomik açıdan devlet halen kendi kendine yetebilme özelliğini koruyordu. Ama Avrupa devletleri sanayi çağına geçmişlerdi. Üretim biçimi tamamen değişmiş ve kapitalist ekonomi muazzam bir güç haline gelmiş, sömürgecilik altın çağına ulaşmıştı. Osmanlı da süratle Avrupa’da gelişen bu ekonomik trende doğru sürükleniyordu. Kapitülasyon antlaşmaları bu aşamada artık Osmanlı için avantaj olmaktan çıkmış, sanayileşmiş Avrupa’nın hammadde ihtiyacını karşılamak için bir dayanak oluşturmaya başlamıştı. II. Mahmut’la başlayan ve Tanzimat’la devam eden, ordu başta olmak üzere devletin tüm kurumlarını dönüştürmeye yönelik reform hareketlerini, bir açıdan Osmanlı ekonomisinin dünya ekonomisi ile bütünleşmesinin kurumsal dönüşümü olarak değerlendirmek mümkündür. Avrupa’da Sanayi Devrimi ve Osmanlı’ya Etkileri Tarıma ve zanaatlara dayalı ekonomiden sanayi devrimi denilen sanayiin ve makineli üretimin egemen olduğu bir ekonomiye geçiş süreci ilk olarak 18. Yüzyılda İngiltere’de başlamış ve diğer ülkelere yayılmıştır. 16. Yüzyılda başlayan gelişmelerle İngiltere tarımında pazar için üretim yaygınlaşmış, verimlilik artışı hızlanmıştı. Tarım kesiminde kapitalist üretim ilişkileri gelişirken, pek çok köylü topraklarından koparılmış; ya kırsal alanlarda ücret karşılığı çalışmak, ya da kentlere göç etmek zorunda kalmıştır. Böylece kapitalist sanayiin en önemli ön koşullarından biri olan mülksüzleşmiş emekçi ordusu ortaya çıkmıştır. Bu arada geleneksel teknolojiye dayanan, basit el aletlerini kullanan ve imalathaneler çevresinde örgütlenen mamul mal üretimi kırsal alanlarda yayılıyordu. Üretimin gelişmesi sermaye birikimini arttırdı. Tarımda ve mamul mal üretimindeki artışlar ulaştırma alanındaki gelişmelerle birleşince iç ticaret büyümeye başladı. Sonuçta İngiltere’de bir millî ekonomi ve millî pazar oluştu. İngiliz hükümetleri de bu sırada merkantilist politikalar takip ediyorlardı. Makineleşme öncelikle tekstil sektöründe ortaya çıktı. Tekstil daha az kuruluş sermayesi gerektiren, geniş bir tüketim pazarı olan ve ilk yatırımını hemen amorti edebilen bir sektördü. Daha sonraki teknolojik buluşlar bu sektörde üretimin tamamen yenilenmesine, üretim ve örgütlenme bilgisinin artmasına, sermaye ve nitelikli işgücü birikimine zemin hazırladı. Bu temeller üzerinde yükselen sanayi devrimi, demir-çelik üretimi, makine yapımı ve demiryolu gibi alanlarla ağır sanayiye sıçradı. Teknoloji alanında öncü olduklarının farkında olan İngiltere merkantilist politikaların da etkisiyle, makine, nitelikli işgücü ve imalat tekniklerinin ihracını yasaklamaya çalıştı. Ama bu tekelin sonsuza kadar sürdürülmesi mümkün değildi. Öte yandan bazı İngilizler de yurtdışında kârlı yatırımlar yapabileceklerini görüyorlardı. Aynı zamanda Avrupalı işadamları da İngiliz üretim bilgisini ülkelerine çekmeye çalışıyorlardı. Sonunda 1807 yılında iki İngiliz girişimci, Belçika’da atölyeler kurarak sanayi devrimini İngiltere dışına çıkardı. Böylece Belçika sanayi devriminin yaşandığı ikinci Avrupa ülkesi oldu. Onu Fransa ve diğer ülkeler takip etti. Sanayi devrimi ile birlikte demir-çelik sektörü ön plana çıktı. Yakıt ve mekanik güç kullanımında kömür, buhar makinesi, elektrik, petrol, içten yanmalı motor gibi yeni enerji kaynakları devreye girdi. İplik eğirme makinesi, buhar gücüyle çalışan, seri imalat yapan ve insan gücü ihtiyacını azaltan tezgahlar yapılarak fabrika denilen üretim organizasyonları ortaya çıktı. Buharlı lokomotif, buharlı gemi, otomobil, radyo, uçak, telgraf gibi icatlarla ulaşım ve iletişimde büyük gelişmeler sağlandı. Teknolojinin tarıma uygulanmasıyla hububat başta olmak üzere pek çok tarım ürününde büyük artışlar meydana geldi. Kırsal kesimden kentlere doğru büyük göçler yaşandı ve nüfusu milyonu geçen kentler ortaya çıktı. Tabii ki bu da kültürel değişim ve dönüşümü hızlandırdı. 19. yüzyılın ikinci yarısında sanayileşen Avrupa ülkeleri bir yandan kendi ürettikleri mamul mallar için pazarlar bulma, diğer yandan da bol ve ucuz gıda ve hammadde kaynakları bulma arayışına giriştiler. Üretim ve ticaret hacminde o güne kadar görülmemiş boyutlara ulaşılmıştı. Demiryolları ve gemi teknolojisindeki gelişmeler sayesinde üretim bütün dünyaya pazarlanmaya başlamış ve böylece günümüzdeki sanayi kapitalizmi ortaya çıkmıştı. Teknoloji, sermaye ve ekonomi alanında güçlenen Avrupa devletlerinin bu gücü askeri ve siyasi alana da yansıyordu. Güç ve kudret sahibi Avrupa ülkeleri sömürge ülkeleri ve sanayileşmeyi başaramamış Doğu üzerinde hakimiyet kurdular ve emperyalist bir siyaset takip etmeye başladılar. 19. Yüzyıl ortalarında sömürgeleştirilmemiş çok az Asya ve Afrika ülkesi kalmıştı. Bunlardan biri de Osmanlı İmparatorluğu idi. Bu sırada ardarda askeri yenilgilere uğrayan Osmanlı, sanayi devrimi gelişmelerini takip edebilecek durumda değildi. Rusya ve Avusturya karşısında askeri yenilgiler alındığı için öncelikle askeri alanda yatırım ve reformlara girişildi. III. Selim döneminde Nizam-ı Cedit reformlarına başlanıp iyi bir ordu kurulmaya ve tersanelerde modern gemiler yapılmaya çalışıldı. Ancak bu reformlar, onları gavurlaşma olarak gören ulemanın ve eskiden beri sahip oldukları imtiyazları kaybetmek istemeyen Yeniçerilerin tepkisine yol açtı; sonuçta çıkan bir ayaklanmayla III. Selim tahttan indirildi ve reformlara son verildi. Yerine geçen II. Mahmut bir yandan yeniçerilerle mücadele ederken diğer yandan da artık iyice güçlenmiş olan ayanları ortadan kaldırmaya çalıştı. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra reformlar da rayına oturdu. Osmanlı ekonomisi aslında 18. Yüzyılın son çeyreğine kadar iyi durumdaydı. Ama Rusya ve Avusturya ile uzun süren savaşlar ekonomik ve mali dengeyi bozdu. 19. Yüzyıl başında Osmanlı ekonomisi üretim düzeyi, sermaye birikimi ve teknolojik değişme açısından bir durgunluk dönemine girdi. Bu süreçte Osmanlı yönetimi içte ve dışta iki önemli gelişmeyle karşı karşıya idi. Batı Avrupa ekonomik ve askeri alanda büyük bir sıçrama yapmıştı. Avrupa’nın ekonomik yayılmasının ne gibi sonuçlara yol açabileceği kestirilemiyordu. Ama Napolyon’un Mısır seferinde gösterdiği başarı, askeri alandaki gelişme konusunda bir fikir veriyordu. Osmanlı yöneticilerini kaygılandıran en önemli unsur ise Rusya’nın Akdeniz’e yayılma siyaseti izlemesiydi. 1830’larda Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın devletin varlığını tehdit edecek ölçüde güçlenmesi de reformları hızlandıran bir etken oldu. Bu süreçte II. Mahmut ayanları ortadan kaldırarak daha merkeziyetçi bir devlet kurmaya çalışıyordu. Merkezi otoriteyi güçlendirmek için güçlü bir maliye gerekiyordu ve Evkaf Nezaretini kurarak vakıf gelirlerini hazine lehine denetleme girişmişti. Ayrıca 2500 kadar tımarı sipahilerden alarak iltizam sistemine aktarmıştı. Ama sürüp giden savaşlar ve artan masraflar yüzünden bu girişimler mali sıkıntıları hafifletmeye yetmedi. Bunun üzerine Tanzimat döneminde vergi reformları yapılmaya başlanacaktır. 19. Yüzyılda Osmanlı Sanayii Osmanlı Devleti 18. ve 19. Yüzyıllarda devlet teşebbüsü ve sermayesiyle birçok imalathane, atölye ve fabrika kurdu. Bunların bir kısmı devlet tarafından işletildi. Bir kısmı ise özel kişilere kiralandı veya devredildi. Bunlar arasında çini imalathaneleri, çuha ve kağıt fabrikaları, ipekli dokuma atölyeleri, yelken bezi tesisleri, barut ve silah fabrikaları vardı. Bu endüstriyel yatırımlar 1840’larda daha da hızlandı. Dokuma, deri, gıda, cam, kağıt gibi tüketim malları üreten fabrikalar kuruldu. Özel sektörün de fabrikalar kurması için çeşitli teşvikler uygulandı ve idari kolaylıklar sağlandı. Bununla birlikte devlet yatırımı olarak kurulan fabrikaların bir kısmı bilgi ve tecrübe eksikliği, kötü işletmecilik, Avrupa mallarının rekabeti gibi sebepler yüzünden kapanmak zorunda kaldı. 1838 Baltalimanı Anlaşması da devletin sanayileşme programına ket vuruyordu. Bundan bir süre sonra devlet sanayileşme yolunda özel girişimlere destek vermeyi ve daha düzenleyici bir rol üstlenmeyi tercih etti. Kısacası sanayi devrimi Osmanlı ekonomisinde köklü bir değişikliğe yol açmıştı. Osmanlı, Avrupa ile olan ticari mübadelede sanayi mamulleri ithal eden ve karşılığında tarım ürünleri ve çeşitli hammaddeler ihraç eden bir ülke haline geldi. Bu değişimlerden en çok pamuklu dokuma sektörü etkilenmişti. 19. Yüzyılın başına kadar Osmanlı Avrupa’ya pamuklu kumaşlar ihraç ederken 1820’lerden sonra Osmanlı pazarını ucuz Avrupa dokumaları istila etti. Osmanlı toplumunun sanayileşmesindeki en büyük engel teknolojinin statik bir biçimde algılanmasıydı. Sanayi tesisleri padişahların emir ve arzuları üzerine kurulmuş; bu yatırımların fizibilite çalışmaları yapılmamıştı. Dolayısıyla Avrupalı benzerleriyle rekabet güçleri yoktu. Ayrıca teknoloji de satın alınmış ama onu geliştirme yönünde hiçbir araştırma-geliştirme yapılmamıştı. Teknoloji kısa sürede eskiyince fabrikalar da ekonomik verimliliğini kaybetmeye başlamıştı. 1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması 16 Ağustos 1838 tarihinde Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında bir ticaret anlaşması imzalandı. Bu anlaşmayı, aynı yıl Fransa ve daha sonra da diğer Avrupa devletleriyle imzalanan benzer hükümler içeren anlaşmalar takip etti. Bu anlaşmanın getirdiği en önemli düzenlemelerden biri yed-i vahit denilen Osmanlı devletinin dış ticarette uyguladığı tekel düzeniyle ilgiliydi. Osmanlı devletinin ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayanıyordu. Ama arz-talep dengesini oluşturacak mekanizmalar gelişmiş değildi. Bu sebeple İstanbul gibi büyük şehirlerin ikmal ve iaşesi büyük önem arz ediyordu. Bunun için de devlet belli ürünlere daha üretim yerinde el koyuyor ve büyük şehirlere sevk ettiriyordu. Büyük şehirlerde depolara konan mallar devlet tarafından tayin edilen eminler aracılığıyla esnafa dağıtılıyor ve devletin belirlediği fiyattan satılıyordu. Kısacası üretim ve ticaretle ilgili hemen her türlü ekonomik faaliyet devletin denetimine ve iznine bağlıydı. İhracat ise ancak bu tüketimden arta kalan mallar için söz konusuydu. Yed-i vahit düzeninde devlet bir malın herhangi bir yöredeki dış ticaretini özellikle de ihracatını bir özel kişinin tekeline bırakabiliyordu. Belirli hammaddelerin veya gıda maddelerinin darlığının çekildiği yıllarda o malların ihracatı tamamen yasaklanabiliyor, savaş döneminde maliyeye ek gelir sağlamak için dış ticarete olağanüstü vergiler konabiliyordu. İşte Baltalimanı Antlaşmasıyla devlet dış ticaret alanındaki bu tekel düzenini kaldırdı ve olağanüstü vergiler veya sınırlamalar koyma hakkından vazgeçti. Böylece Osmanlı’daki hammaddelerin ihracı kolaylaşmış oluyordu. Mali bunalım döneminde başvurulan olağanüstü vergiler de kalktığı için devlet önemli bir gelir kaynağını kaybetmiş oluyordu. Nitekim 1853’te başlayan Kırım Savaşı’nda bunun etkileri görüldü. Devlet bu sırada yaşanan mali sıkıntıyı aşabilmek için Avrupa devletlerinden borç almak zorunda kalmıştı. Baltalimanı Antlaşması’nın bir diğer yönü ise gümrük vergilerinin düzeyi ile ilgiliydi. Bu antlaşmadan önce Osmanlı hem ithalattan hem de ihracattan %3 oranında gümrük vergisi alıyordu. Ayrıca transit ticarette de yerli ve yabancı tüccarlar %8 oranında iç gümrük vergisi ödüyorlardı. Baltalimanı Antlaşması ile ihracat vergileri %12’ye, ithalat vergileri %5’e çıkarıldı. Fakat yerli tüccarlar iç gümrük vergilerini ödemeye devam ederken yabancı tüccarlar bu uygulamadan muaf tutuldu. Böylece yabancı tüccarlar önemli bir imtiyaz elde ettiler. Dış ticaretteki devlet müdahalesi ve tekelinin kaldırılmasından sonra kısa vadede bu antlaşmanın bazı faydaları görüldü. Örneğin hammadde ihracatında ciddi artışlar meydana gelmişti. Antlaşmayla gümrük vergilerinin oranı arttırılmış ise de Osmanlı Devleti kendi gümrük vergilerini Avrupa devletleriyle birlikte tespit etmeyi ilke olarak kabul ettiği için bağımsız bir dış ticaret politikası izleme hakkından da vazgeçmiş oluyordu. Nitekim ilerleyen süreçte Osmanlı Devleti’nin mali ve siyasi bunalımlarından faydalanan Avrupa devletleri 1860 yılında ihracattan alınan gümrük vergisini %1’e indirtmeyi başardılar. İthalattan alınan vergiler ise 1860’ta %8’e, 1905’te %11’e ve 1908’de %15’e çıkarıldı. Baltalimanı Antlaşması’ndan en fazla olumsuz etkilenen kesim lonca esnafı ve yerli sanayi oldu. Avrupa malları karşısında rekabet edemeyen pek çok yerli dokuma tezgahı kapanmak zorunda kaldı. Baltalimanı Antlaşması, esas olarak, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Avrupa devletlerinin siyasi desteğini elde etmek amacıyla yapılmıştı. Osmanlı Devleti bu sırada Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın yarattığı siyasi ve askeri buhranla uğraşıyor ve Rusya’nın tehdidini de ensesinde hissediyordu. Bu antlaşma Mısır’ı da etkiliyor ve gümrük gelirlerini azaltıyordu. Antlaşmanın imzaladığı dönemde İngiltere ile Osmanlı’nın karşılıklı çıkarları aynı noktada birleşiyordu. Osmanlı için Avrupa devletler sisteminin (Concert Europenne) bir parçası olarak tanınmak, imparatorluğun uzun süreli varlığını garantiye almak yönünde önemli bir adımdı. İngiltere’ye göre ise modernleşmiş, merkezi ve laikleşmiş bir Osmanlı idaresi, imparatorluğun toprak bütünlüğünün korunmasında daha etkili olabilirdi. Bu sayede İngiltere Hindistan ticaret yolunu güven altına almış olurdu. Bundan dolayı 19. Yüzyılda Babıali ticari meselelerde daha hoşgörülü yaklaşırken, İngiltere de Osmanlı reformlarının ana destekçisi haline gelmişti. 19. Yüzyılda Osmanlı Dış Ticareti 19. yüzyılda uygulanmaya başlayan serbest ticaret politikaları Osmanlı ekonomisini dünya ekonomisi ile bütünleştirmeye başladı. Osmanlı ekonomisi hammadde ihraç eden, mamul mal ithal eden bir ekonomi haline gelmeye başladı. Toplam üretiminin %10’unu, tarımsal üretiminin ise %20’den fazlasını ihraç ediyordu. Avrupa’nın sanayileşmesi nüfus artışına yol açmış, bu da gıda maddelerine olan ihtiyacını arttırmıştı. Bundan dolayı 1820’lerden itibaren Osmanlı tarım ürünlerinin Avrupa’ya ihracatı arttı. Diğer taraftan Avrupa sanayiinin ihtiyaç duyduğu çeşitli hammaddelere yönelik ihtiyaç da arttı. Bu durum Osmanlı’da tarım ürünleri üretimini arttırdı. 1860’larda itibaren demiryollarının yaygınlaşmaya başlamasıyla Osmanlı dış ticaretinde önemli gelişmeler oldu. 1866’da hizmete giren İzmir-Aydın demiryolu İzmir limanının önemini arttırdı. Yine 1890’larda Konya ve Ankara’ya ulaşan demiryolu Orta Anadolu hububatının dış pazarlara ulaşımını sağladı. 1840’larda Osmanlı’nın dış ticaretinde en büyük pay o sırada dünyanın siyasi ve askeri bakımdan en güçlü devleti olan İngiltere’ye aitti. İngiltere rakipsiz bir şekilde Akdeniz ticaretine hakimdi. 1869’da Süveyş Kanalı’nın açılmasından sonra bu hakimiyet pekişmiş, Hindistan malları Akdeniz yoluyla Avrupa’ya taşınmaya başlanmıştı. Fransa Napolyon savaşları sırasında Akdeniz ticaretinde büyük güç kaybına uğramıştı. Ama 19. Yüzyılın ortalarından itibaren, III. Napolyon döneminde hem siyasi ve askeri güç, hem de ekonomik güç olarak yükselişe geçmiştir. Almanya, birliğini sağladığı 1870’lerden itibaren Avrupa’nın süper gücü haline gelmiş ve giderek güçlenen sanayisinden dolayı İngiltere ve Fransa ile kıyasıya bir hammadde ve pazar yarışına girmişti. Ama dünyanın büyük kısmının İngiltere ve Fransa’nın sömürgesi olmasından dolayı Almanya hammadde açısından sıkıntıya girmeye başlamıştı. 1880’lerden itibaren Osmanlı ile Almanya arasında gelişen siyasi ilişkiler, ekonomik ilişkileri de güçlendirdi. 19. yüzyılda demiryolu, telgraf, posta teşkilatı gibi taşıma ve iletişim araçlarında yaşanan gelişmeler ticari hayatı da canlandırdı. Şehirlerin nüfusu artmaya başladı. Bu durum tarım üretiminin de artmasını sağladı. Devlet de tarımın gelişmesi için teşvik edici bazı tedbirler aldı. Çiftçilere kredi vermek üzere Memleket Sandıkları kuruldu. Daha sonra 1888’de bu iş Ziraat Bankası’na devredildi. Ayrıca her vilayette Ticaret ve Ziraat Odaları kurularak üretimin artması için gayret sarf edildi. Süveyş Kanalı’nın açılması ve sanayileşen Avrupa devletlerinin kendilerine yeni pazarlar araması Akdeniz’deki ticari canlılığı arttırdı. İzmir, İstanbul, Samsun, Trabzon ve Suriye limanlarının iş hacmi genişledi. İzmir, Batı Anadolu’da üretilen pamuk, tütün, incir, üzüm, zeytinyağı ve afyon gibi tarım ürünlerinin ihracat merkezi haline geldi. Dış Borçlanma ve Duyun-u Umumiye Osmanlı Devleti 19. Yüzyılın ortalarında özellikle savaşlardan dolayı artan devlet harcamalarını ve Tanzimat reformlarını finanse edebilmek için dış borç alma ihtiyacı duydu. İlk dış borçlanmaya 1854’te Kırım Savaşı’nın masraflarını karşılamak için gidildi. İngiltere’den %6 faizle alınan 2.5 milyon Osmanlı altını borca karşılık Mısır’dan gelen vergi teminat olarak gösterildi. 1855’te bu kez %4 faizle 5.6 milyon altınlık borç alındı. Buna karşılık olarak ise Suriye ve İzmir gümrük gelirleri gösterildi. Dış borçlar bütçe açığını kapatmak için yeterli olmayınca kağıt para çıkarıldı ve iç borçlanmaya gidildi. 1875’lere kadar bu dış borçlar sürekli devam etti ama alınan borçlar verimsiz ve döndürülemez alanlara yatırıldığından hazinenin yükü hafiflemedi, tam tersine arttı. Devlet borçların ödemesini 1875’te kısmen, 1876’da ise tamamen durdurarak mali iflasını ilan etti. Alınan borçların çok küçük bir kısmı demiryolu, limanlar gibi bayındırlık tesislerine, vilayetlerin ıslahına, Galatasaray Lisesi, Şurayı Devlet (Danıştay) gibi bazı eğitim, mülkiye ve adliye organlarına harcandı. Büyük kısmı ise savaş ve isyan masraflarına, bütçe açıklarına ve saray inşaatlarına harcandı. Borçların faizi çok yüksekti ve zamanla devlet borçları ödeyebilmek için yeniden borç almaya başladı. Yani devlet borcu borçla kapatmaya çalışıyordu. 1875 yılına gelindiğinde ödenmesi gereken yıllık borç taksiti 14 milyon altındı. Oysa imparatorluğun bütün gelirleri 18 milyon altın civarındaydı. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı Osmanlı maliyesinin iflasında bir dönüm noktasıdır. Savaş masraflarının yanı sıra kaybedilen bu savaş sonunda Rusya’ya tazminat ödenmek zorunda kalınması Osmanlı maliyesini tam bir iflasa sürükledi. Bunun üzerine 1881 yılında Duyun-u Umumiye idaresi denilen ve alacaklı devletlerin tayin ettiği yöneticilerden oluşan bir teşkilat kuruldu. 1881 yılında çıkarılan ve Muharrem Kararnamesi denilen kararname ile Ruslara ödenmesi gereken savaş tazminatı da dahil edilerek bütün Osmanlı borçları birleştirildi ve ciddi oranda indirime tabi tutuldu. Borçların ödenebilmesi için tuz ve tütün tekelleri, damga resmi, balıkçılık ve alkollü içki vergileri ve Doğu Rumeli vilayetinin ödediği yıllık vergi bu idareye tahsis olundu. 1883’de faaliyete geçen Duyun-u Umumiye neredeyse bir devlet içinde devletti. Bu idarenin 6 bin memuru bulunmaktaydı. Lozan Antlaşması imzalandığında Osmanlı borçlarının 161 milyon altınlık kısmı halen ödenmemişti. Türkiye Cumhuriyeti’nin payına 107 milyonluk borç kalmıştı. Cumhuriyet döneminde Duyun-u Umumiye kaldırılmış; ama borçlar muntazaman ödenmiştir. Osmanlı maliyesinin borç batağına saplanmasının en önemli nedeni borçlanmanın çok olumsuz şartlarda gerçekleşmesidir. Devlet çok yüksek faizle borçlandığından bir altın borç alabilmek için iki altın borçlanılmıştır. 1854-74 yılları arasındaki 20 yıllık dönemde yabancı piyasalardan 234 milyon altın lira borçlanılmış ama hazineye sadece 120 milyon altın lira girmişti. Duyun-u Umumiye Osmanlı borçlarını programa bağlamış ve Avrupa ile ilişkileri istikrara kavuşturmuştu ama Osmanlı devletinin ekonomik bağımsızlığını sona erdirdi. Devletin vergi kaynaklarının bir kısmı yabancı bir komisyonun kontrolüne geçmişti. Öte yandan 19. Yüzyılda modernleşme amacıyla yapılan askeri ve siyasi reformlar kültürel alanda da hızlı bir Avrupalılaşma sürecini başlattı. Avrupalılar gibi giyinme, yeme-içme alışkanlıkları Osmanlı toplumuna girdi. Üst sınıflarda bu kültürel değişim daha hızlıydı. Kırım Savaşı sırasında İngiliz ve Fransız sosyetesi İstanbul’a gelmişti. Bunlar İstanbul’a Avrupai günlük yaşamı da getirdi. Öncelikle saray ve konak halkı sonra da sıradan insanlar onları taklide başladı. Kısacası Avrupa tüketim kültürü de Osmanlı’ya girmiş oluyordu. Avrupai tarzda günlük hayat ve tüketim için Avrupa’dan mobilyalar, ev eşyaları, giyim kuşam malzemeleri, sofra takımları ve hatta gıda maddeleri ithal edilmeye başlandı. Bu durum ithalat-ihracat dengesini alt üst etti.
Galata Bankerlerinin Osmanli Devlet Maliyesi Sistemine Etkileri Baltazzi Baltaci Ailesi Ornegi The Impact of Galata Bankers On The Ottoman Public Finance System The Case of Baltazzi Family